“Ateistler, ‘Gaybî şeylere iman ve dolayısıyla din, ilmin ve aklın özgürce ortaya çıkması ve gelişmesi ile çelişmektedir.’ derler. Bazı Müslümanlar, dine bağlılıklarını açıklayıp sonra da, yöntemlerinde, yaşam biçimlerinde, hak yoldan, adaletten, kamu yararından, akıl ve bilimden sapıyorsa bunlar aslında Kur’an’ın muhkem telkinlerinden de saptıklarının göstergesidir. (İzzet Derveze, Kuran cevap veriyor, s. 196) Nitekim İslam’ın ilk çağlarında yaşayan Müslümanlar bütün bunlara inanıyorlardı. Hayatın her alanında, büyük bir güç ve enerji ile uygarlık alanında eşsiz sıçramalar yapmalarına (Bu konuda “İslam Biliminin Rönesans’a Etkileri” adlı yazıyı tavsiye ederiz) bu imanları engel olmamıştır.” (s. 197) Temel mesele, Müslümanların fiilî dua denen tevekkülü yanlış anlamalarıdır. Her işte, yaradanın koyduğu kurallar (Sünnetullah, tabiat (fiziksel, biyolojik) kurallar, toplumsal kurallar) çerçevesinde hareket ederken, Allah’ı unutmadan yollarına devam etmeleri gerektiğini unutmaları, ihmal etmeleridir.
Günümüzde İslam alemindeki temel problem, müslümanların inandıklarını söyledikleri dini, hayatlarına tatbik etmemeleridir! İçki içip zina eden de kendini Müslüman olarak tarif etmektedir, faiz yiyip rüşvet yiyende! Peki, İslam bu kişileri ‘dine teslim olan’ anlamına gelen Mümin/Müslüman kabul ediyor mu? İşte bütün mesele burada düğümlenmektedir. Kur’an, “Ey iman edenler, İman edin!” (Nisa, 136) buyurmaktadır. Çünkü “Bugün biz sadece isim Müslümanları olduk. Esas problem, Müslümanların İslam’dan uzaklaşmalarıdır.” (Prof. Ebu’l Hasen Ali En-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti, s. 11) “Hedefimiz: Müslümanların İslamlaşması.” (Aliya Izzetbegovic, İslam Deklarasyonu) olmalıdır. Günümüzde “Dini anlamak isteyen onu takip edenlere değil, metinlere bakılmalıdır.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 92) Yoksa günümüzdeki İslam aleminin hali, Malik bin Nebi’nin tespiti ile, ”Müslümanların İslamiyet’e sarıldıkları için değil, ondan uzaklaştıkları için İslamiyet tarafından kendilerine verilen bir cezadır.” (Müşkiletü’l Efkar fil Alemi’l-İslami, s. 76) Aşağıdaki sözler de bu sorunun altını çizmektedir: Charles Mismer: “Hristiyanlar alim olunca Hristiyanlıkla alakaları kesilir. Müslümanlar da cahil olunca İslamiyetle alakaları kesilir.” (Charles Mismer tarafından yazılan ‘İstanbul Hatıraları’ adlı eserinden; Aktaran, Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 67; İsmâil Hâmî Dânişmend, Garp İlminin Kur’an-ı Kerim Hayranlığı, s. 50: Sözün orijinali: “İslamlar okuyup ta’lim ve tefennün ettikçe daha ziyade Müslüman olurlar. Hristiyanlar ta’lim ve tefennün ettikçe Hristiyanlıktan çıkarlar: Fatma Aliye Hanım’ın Tezâhür-i Hakîkat’i, s. 60; Mehmet yazıcı, Unutulmayan Anılar, s. 67) “Hristiyanlıktaki deizm, Hristiyanlığı bilmekten; İslam’daki deizm ise, İslam’ı bilmemekten kaynaklanır. Batıda akıllı bir adamın yapacağı deist olmaktır.” (Meryem Güneri, Bir İnanç Problemi/Krizi Olar ak Deizm ve Temelleri Üzerine Psiko-Kelam Analizleri, İTOBİAD Kongre/19, II. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Kongresi, s. 843; Deizm Sempozyumu, Ensar, 2017, s. 12, 235); Mehmet Akif Ersoy: “Eğer İslam’dan maksat Kur’an’sa, ortada İslam diye bir şey olmadığını söylemek durumundayız. Çünkü Kur’an bugün göklere çekilmiş ve yeryüzündeki İslam’ın onunla ilgisi kalmamıştır.”; Profesör İsmail Faruki: “İslam, ne bugünkü Müslümanların tavır ve yaşayışları, ne İslam tarihinin şu veya bu dönemi, ne de İslam adına kaleme alınan şu veya bu kitabın anlattıklarıdır. İslam Kur’an’dır.”; Muhammed İkbal: “Eğer biz İslam’ın bir üstün değerler sistemi olduğunu Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, onlara her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemek borcundayız.” (Uydurulan din ve Kur’an ‘daki din, s. 45, 46); Prof. Caner Taslaman: “Dünyaya en önemli borçlarımızdan birisi İslam ile Müslümanların farkını anlatmaktır.” (Twitter, 8 Eylül 2013); “Hiç bir inanç sistemi, mensuplarının zaafları üzerinden sorgulanamaz. Bilim adına yalan söylenen bilim adamlarının sahtekarlığını, bilime mal edebilir miyiz?” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 80) Sonradan Müslüman olan “Pickthall sık sık İslam anlayışıyla Müslümanların uygulamalarını birbirinden ayırmak ve ayırmak gerektiğini yazmaktadır.” (Kemal Kahraman, Muhammed M. Pickthall, s.106)
Rum, 41. ayette, ‘İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu.’; Rad, 11. ayette ise, “Bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” buyrulmaktadır. Yani, imtihan dünyasında bulunan (Kader isimli yazımıza bakılabilir) Müslümanlar, hem kul hakkına riayet etme hem de bu dünyayı imar etmekle görevlidir. Müslüman olmak kolay değil (Müslüman olmak kolay mı? adlı yazımıza bakılabilir) ve cehennem dahi lüzumsuz değildir.
“Eğer İslam, yapısal olarak akla ve bilime karşı bir din olduğu için geri kalınmışsa, 800. yüzyıldan yaklaşık 15. yüzyıla kadar olan süreçte ki başarıları nasıl izah edilecektir?” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 81) Halbuki, “Herkes için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39)
Sorunun bir diğer nedeni de, “19. ve 20. yüzyıl Avrupa devletleri, bir taraftan akıl, bilim, inanç özgürlüğü ve çoğulculuk fikirlerini savunurken, diğer tarafta İslam dünyasını, Afrika’yı, Hint alt kıtasını, Asya’yı ve dünyanın diğer bölgelerini sömürmek de bir sorun görmemeleridir.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 117) “Hristiyan Avrupa milletleri gittikçe çoğalan hayati ihtiyaçları karşılamak için doğunun zengin hazinelerini yağma etmek üzere sefere başladıkları andan itibaren doğuluların gayreti sarsıldı, gelişmesi sekteye uğradı. Avrupa’nın istilacı devletlerinin İslam ülkelerine saldırmada birbirleriyle yarışırcasına şiddet, hırs ve tamah göstermelerinin sebeplerinden birisi de ticareti arttırma telaşıdır. Avrupa’nın güçlü ülkeleri doğu ülkelerinde görünmeye başlayan uyanma belirtilerini korku ve düşmanlıkla karşılıyor. İslam milletlerinin gelişme ve ilerleme çabalarını engelleyecek tedbirleri almaktan geri kalmıyorlar. Bencil menfaatlerini, insanlığa ve medeniyete hizmet imiş gibi göstermeye kalkışıyorlar. Müslüman milletlere karşı sefer açmakta haklı görünmek için Avrupa kamuoyunu tahrikte yarı resmi ve gayri resmi siyasi gazetelere işaret veriliyor. Fransızlar Cezayir’i ezerek ve zorla aldılar. Sömürgecilere göre, sahillerin ve Atlas dağlarının kuzeyindeki verimli toprakların Müslümanlardan boşaltılması gerekiyordu. Sonra Fransa’dan Cezayir’i vatan edinmek isteyenlere kolaylık göstererek, bunlar vasıtasıyla yerli halka Fransız adetlerini, Hristiyanlığı telkin etmeyi amaçladılar. Fransızlar şimdi kalkıp da utanmak, ‘Şimdi biz Müslüman halka hürriyet ve adalet verdik’ demeye kadar varabiliyorlar. Fransız istilasının maddi zararları olduğu kadar manevi zararları da oldu. Arap edebiyatı ile İslam ahlakı da kökünden sarsıldı. Avrupalılar İslam’ın içine medeni insan suretinde girdikten sonra zararlı bir mikrop haline dönüşüyorlar: böylece hayat tarzımız kurtlanıp, fikirlerimiz, duygularımız ve adaletlerimiz bozuluyor. Mısırlıların bir yabancı devletin medeniyeti altına girmeye çok muhtaç olduğu ilan edip duranlar, Bulgarlara tam bir istiklal verdirmeye ve onları dışarının vesayetinden kurtarmaya uğraşıyorlar. Müslüman sakinlerin zararına ve Hristiyanların menfaatine müstakil hükümetler oluşturdular.” (Hilal ve Haç Çekişmesi, Halil Halid, s. 254, 256, 259, 273, 274, 275, 289, 290)
Müslüman topluluğunun gerilemesi İslam medeniyetinin teorik çerçevesinin pratik bir işlerliğe kavuşturulmuş olmamasından dolayıdır. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 44 ) Günümüzde Müslümanlar yalnızca İslam’ı yaşamakta başarısızlığa uğramakla kalmamış, aynı zamanda İslam’ı tam olarak anlayamamışlardır. (s. 49) Sömürgeciler yeni medeniyetleri, ekonomik ve düşünsel bir bağımlılık içerisinde bırakarak terk ettiler. Sosyal açıdan organize olmamış yeni Müslüman devletlerine yardım programları, sömürgeciliğin yeni bir şekliydi. (s. 71 ) Burada, yalnızca ekonomik ve teknolojik değil, aynı zamanda düşünsel, eğitimsel ve ideolojik bağımlılık da söz konusudur. Taklit, bu ülkeler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra ortaya çıkmıştır. (s. 72 )
Orta çağda Avrupa karanlık dönemini yaşarken Müslümanlar matematikten tıp ilmine, felsefeden astronomiye en ileri seviyede idiler. Günümüzde ise sömürü devletlerinin baskısı altında gerçek kimliklerini bulamayan Müslümanlar, dinlerini gerektirdiği ilmi ve ahlaki donanıma da sahip bulunmamaktadırlar. İşin daha da kötü tarafı, pratiğe aktarılmayan bu gayri İslami yaşam tarzı, İslam’ında gerçek anlamı ile anlaşılmasına engel olmakta, İslam’ı yanlış temsil etmektedir.
1- İslam ülkeleri milli bağımsızlık yanında kültürel bağımsızlıklarını henüz tam kazanamamışlardır. I. ve II. Dünya savaşlarından sonra işgal edilen tüm Müslüman ülkeler zamanla bağımsızlığını kazansa da, işgal edildikleri süre içinde sömürgeci emperyalist devletlerin eğitim-kültür ve ekonomik sömürgesine maruz kalmışlardır. Bağımsızlık savaşlarından sonra uzun süre bu işgal döneminin izleri gerek dil, gerek kültür ve gerekse eko-politik alanda kendini uzun süre hissettirmiş ve hala daha da hissettirmeye devam ettirmektedir. Cezayir yıllar önce milyonla ifade edilen şehit vererek bağımsızlığını kazanmıştır fakat ülkede hala dilde, kültürel, siyasi ve ekonomik alanda Fransa etkin konumdadır. Bu afrikada Fransız, Asya ülkelerinde ise İngiliz kültür ve siyasetinin hakimiyeti şeklinde hala devam etmektedir.
2- Uluslararası sistem Müslüman ülkeleri işgal-sömürü ve baskı altında tutmak üzere kurulmuştur. ABD ve Avrupa ülkelerinde mevcut düzen sömürü sistemi ile ayakta durmaktadır.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 44) BM’in veto yetkisine sahip daimi 5 üyesine bakalım. ABD: Başta Filistin olmak üzere birçok İslam ülkesinde zulüm altındaki ülkelerin zalim idareci ve saldırgan devletlerini desteklemektedir. RUSYA: Başta Kafkas ülkeleri ve zamanında Afganistan’daki işgal de dahil olmak üzere bir çok katliam uygulamış ve sömürgeci politikalar izlemiş ve günümüzde Suriye ve Türkiî cumhuriyetlerde baskı ve emperyal amaçlarını sürdürmeye devam etmektedir. ÇİN: Doğu Türkistan başta birçok İslam ülkesinde katliam, baskı, işgal faaliyetlerine devam etmektedir. İNGİLTERE- FRANSA: Afrika’daki tüm Müslüman ülkeler başta, en son Orta ve Kuzey Afrika’daki terör, işgal ve darbelerin baş destekçisidirler. Buna bir de Pakistan’ın başına bela olan Hinduları, Arakan’da Müslümanları katleden Budistleri de ekleyebiliriz ki, Budist ve Hinduist çetelerin arkasında da bu beşli çete bulunmaktadır!
İspanya’nın başlattığı sömürge faaliyetlerini zamanla Fransa, Almanya, İngiltere ve en son ABD devam ettirmektedir. Daha da ilginci bu sömürünün asla bitmemesi, halen devam etmesidir. Batının ileri, yaşam standartlarının üstün gözükmesinin temel sebebi de bu küresel sömürü sistemidir! Bu konularda detay için, ‘Batı medeniyeti’ ve ‘İslamofobi’ adlı yazılarımızı tavsiye ederiz.
Halen devam eden ABD, İngiliz, Çin sömürüsü dışında adı duyulmayan Fransa’dan örnek verelim:
“Batı, Müslüman coğrafyasında arkasına bakmadan kan döker! Gözyaşı ve kan kimsenin umurunda değildir! İnsan hakları gibi büyük yalanlar da sadece aklı kıt olanlar için uydurulan sihirlerdir! Afrika 200 yıldır Fransa, İtalya ve İngiltere’nin arka bahçesi oldu! Batı’nın zenginliğinin kaynağı buydu! Afrika’da koloni, Benin, Fildişi sahili, Mali, Gine, Nijer, Togo, Kamerun, Burkina Faso, Ekvator Ginesi, Çad, Gabon, Senegal, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Kongo’dan oluşan 14 ülkelik vergi grubu her yıl 300 milyar doları aşkın bir parayı Fransa’ya öderdi! Bu ülkelerdeki bazı liderler zaman zaman vergi ödememe gibi talihsiz hatalar yaptı! Tabii bu ölümcül bir hataydı! Hepsinin hayatı kısa sürdü! Son 20 yılda, 25 Afrika ülkesinde, 60’ın üzerinde darbe oldu! Bu darbelerin 14’ü Fransa’nın koloni vergisi aldığı ülkelerdi! Bu 14’lüler ortalama ihracatının yüzde 70’ini Fransa’ya yapardı! İthalatlarının da yüzde 80’i yine Fransa’dandı! Buradaki madenler dünya rezervlerinin yüzde 28’i ile yüzde 70’ini kapsıyordu! Yani Paris hem vergi, hem de madenleri toplayıp götürüyordu! Yaptıklarını bir de buralara satıyorlardı! Renault, peugeot, citroen.” (Ergün Diler, Takvim, 26.01.2015) Aynı Fransa’nın cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ülkemize yönelik terör faaliyetlerinin merkezi konumundaki Afrin’e yapılan operasyon için ise, “Suriye gibi egemen bir ülkedeki işgali asla desteklemeyeceğiz.” (25.03.2018) diyebilmekte idi.
Eski Fransız cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Mart 2008 tarihinde yaptığı bir açıklamada, “Afrikasız fransa 3. Dünya ülkesi olur.” diyerek malumu ilan ediyordu.
Aynı Fransa’nın İslam ülkelerini zorbalıkla yöneten liderleri ile gayet iyi anlaşmaları da ayrı bir araştırma konusudur. ABD, İngiltere, İsrail, İtalya gibi Fransa’da “hala” Afrika’yı sömürmektedir. Fransa elektriğinin %75’ini nükleer enerjiden karşılıyor. Fransa’daki reaktörler için gerekli olan uranyumun % 33’ü Nijer’den geliyor. 14 Afrika ülkesi halen gelirinin %85’ini Paris’te bulunan Fransa merkez bankasında depo etmek zorunda. Fransız merkez bankasında depo edilen para doğrudan Fransız maliye bakanlığının kontrolü altındadır. Nijer’de çıkartılan uranyum ile Fransa elektriğinin %40’ı üretilirken Nijer halkının %89’unun elektriği yoktur. Fransa’da altın bulunmaz ama dünyanın en büyük altın rezervlerinden birine sahiptir çünkü Mali’de 50’ye yakın altın madeni sahasını elinde bulundurmaktadır. “Avrupa, yeni fabrikalar için yeni hammadde ihtiyacı, denizaşırı yeni pazarlar bulma isteği nedeniyle, Afrika’yı özellikle kontrol altına almaya ihtiyacı.” (Philip G. Altbach, Gail P. Kelly, Sömürgecilik ve eğitim, s. 62) duymaktadır.
Dünyada İngilizce, Fransızca ve İspanyolca konuşulan ülkeler!
Birleşik Krallık kimlerden oluşur? “Kanada Valisi David Llyod Johnston, Avustralya Valisi Quentin Bryce, Yeni Zelanda Valisi Anand Satyanand, Barbados Valisi Clifford Hubands, Bahama Valisi Sir Arthur Foulkes, Grenada Valisi Carlyle Glean, Saint Lucia Valisi Pearlette Louisy, Papau Yeni Gine Valisi Sir Michael Ogio, Solomon Adaları Valisi Frank Kabul, Belize Valisi Sir Frank Bainimarama, Tuvalu Valisi Lokoba Taeia Italeli… Kanada ve Avustralya direk kraliçeye bağlıdır.” (Ergün Diler, Takvim, 4.11.2014)
İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin sömürgeleri – Hâlâ!-
İngilizce toplam 67 bağımsız ülkede ve 27 özerk ülkede resmi dil kabul edilmektedir. Avustralya, Birleşik Krallık, Belize, Bahamalar, Dominika, Filipinler, Gana, Fiji, Grenada, Güney Afrika, Hindistan, İrlanda, Kanada, Jamaika, Kamerun, Liberya, Kenya, Lesotho, Kiribati, Liberya, Madagaskar, Malta, Malavi, Namibya, Mikronezya, Pakistan, Papua Yeni Gine, Palau, Ruanda, Singapur, Sudan, Togo, Uganda, Yeni Zelanda ve Zimbab ve bu ülkelerdendir. İngilizce konuşulan özerk olmayan ülkeler: Anguilla, ABD Virjin Adaları, Amerikan Samoası, Cayman Adaları, Britanya Virjin Adaları, Bermuda, Christmas Adası, Falkland Adaları, Cook Adaları, Guam, Hong Kong, Guernsey, Kuzey Mariana Adaları, Jersey, Monserrat, Man Adası, Niue, Kuzey Mariana Adaları, Niue, Turks ve Caicos Adaları, Tristan da Cunha, Norfolk Adası, Porto Riko, Pitcairn Adaları, Tokelau. (Milliyet, 20.10.2021)
Resmi Dili Fransızca Olan Ülkeler: Cibuti, Benin, Seyşeller, Gine, Çad Mali, Kongo Cumhuriyeti, Komorlar, Gabon, Orta Afrika Cumhuriyeti, Togo, Burkina Faso, Burundi, Ruanda, Nijer, Kamerun, Madagaskar, Kongo DC, Fildişi Sahili, Ekvator Ginesi, Haiti, Vanuatu… (Milliyet, 03.10.2020)
Resmî dil olarak İspanyolcayı kullanan ülkeler: İspanya, Küba, Arjantin, Bolivya, Kolombiya, Kosta Rika, Şili, Ekvador, Guatemala, Ekvator Ginesi, Honduras, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Porto Riko, Dominik Cumhuriyeti, El Salvador, Uruguay ve Venezuela. (Hürriyet, 12.08.2022)
Resmi Dili Portekizce Olan Ülkeler: Angola, Doğu Timor, Brezilya, Yeşil Burun Adaları, Portekiz, Mozambik, Ekvator Ginesi, Sao Tome ve Principe. (Hürriyet, 12.08.2022)
Afrika’da şu anda 20 kadar ülkede Fransızca birinci resmî dil, bir o kadar ülkede de İngilizce resmî dil. 10 kadar ülkede Arapça, beş ülkede Portekizce ve Ekvator Ginesi’nde ise İspanyolca resmî dil. Bu ülkeler arasındaki mevcut sınırların 25 bin kilometresini Fransa, 21 bin kilometresini İngiltere çizmiş. Yani Afrika’daki sınırlar Paris’te Londra’da çizilmiş. Yeryüzünde hiç ekilmemiş arazilerin yüzde 60’ı Afrika’da bulunuyor. (Prof. Dr. Ahmet Kavas, Lacivert Dergi, 14.06.2019)
“Batılı ülkelerin tarih boyunca Afrika’ya yaklaşımı, bütün bir Avrupa tarihinin, modernliğinin, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi cilalı değerlerinin altındaki gerçek yüzünü görmek için çok önemli bir tarih sunuyor. Bugünün dünya düzeni tam da bu sömürü, işgal ve tahakküm ilişkisine dayalı olarak kurulmuştur. Modern Avrupa’nın, Aydınlanmanın, demokrasisinin, eşitliğin ve insan haklarının beşiği Fransa’nın tüm bu değerleri Avrupa’da doğurup büyütürken, Afrika’da ortaya koyduğu sömürü pratiği tarihin en utanç verici sayfalarından birini oluşturuyor. O pratikte, ırkçılık var, insanın bütün inanç ve değerleriyle birlikte aşağılanması, özgürlüklerinin vahşice sınırlanması, en cani işkenceler, tecavüzler, katliamlar, soykırımlar, tehcirler var.” (Yasin Aktay, Yeni Şafak, 03 Mart 2018 )
“16. yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar olan dönemde, sömürgeci ekonomik kalkınmanın bilinen temel öğelerinden olan işgücü ihtiyacı, Afrika’dan zorla getirilen zenci köleler vasıtasıyla karşılandı. Köle ticareti, 1650-1713 yılları arasında, Danimarkalı, Norveçli, Fransız, Hollandalı, İspanyol, İngiliz ve Portekizli köle tacirleri tarafından çok kârlı bir ticaret alanına dönüştürülmüştü. Avrupalılar yaptıkları köle ticareti vasıtasıyla kendi ekonomilerini geliştiriciler ama Afrika halklarının mevcut kültür, gelenek ve sosyal düzenlerine büyük darbeler vurdular. (Sefa M. Yürükel, Batı tarihinde insanlık suçları, s. 32, 38) Birçok medeniyeti ortadan kaldırdılar.
İslam aleminde bağımsızlık hareketleri henüz tamamlanmamıştır. Ne zamanki ekonomik ve kültürel bağımsızlıkta tam kazanılır işte o zaman, yukarıdaki soru da anlamlı hale gelebilir. Eli kolu bağlanmış olan ve henüz ekonomik ve kültürel zincirlerden kurtulamayan Müslümanlar için, tarihteki hümanist ve bilimsel üstünlüklerinin günümüzde neden devam etmediği asıl soru olmalıdır ki, gidişat bu günlere hızla yaklaşıldığını göstermektedir. Yeter ki öz benliğimize, özümüze tam olarak sahip çıkalım, gerisi kolay; tarih buna şahittir! Bu konuda, ‘İslamî bilim, felsefe ve Batıya etkisi’, ‘’İslam barış dinidir’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
ABD, Irak örneği
Önce dezenformasyon ile uluslararası kamuoyunda bir ülke işgal edilecek kıvama getirilir. Sonra mezhep ve ırk savaşları başlatılır. Ya eğitimle, ya iç savaşla ülke dize getirilir. Sonra işgalci ülke geri çekilir ama yerli görünümlü bir vali ve kendi kanunlarını geride bırakarak! Artık o ülke bağımsızlığını kazanmış bir sömürgeye dönüşmüştür.
Irak işgali öncesinde hazırlanan raporda, Saddam yönetiminin kitle imha silahı ürettiği iddiasının teyidi için delil olmadığının dönemin ABD Başkanı Bush’a bildirildiği ortaya çıktı. Bush yönetimi ise savaş öncesi açıklamalarda, istihbarat raporlarının sarsılmaz biçimde Irak’ta kitle imha silahı bulunduğunu teyit ettiğini savunmuştu. Raporda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Donald Rumsfeld’in, Irak rejimi ile El Kaide arasında işbirliği olduğuna ilişkin “kesin kanıtları olduğu” iddiası da teyit edilmiyor. Bush yönetimi 2003 yılında kitle imha silahları olduğu gerekçesiyle Irak’ı işgal etmiş ancak söz konusu silahlar bulunamamıştı. 20 Mart 2003 tarihinde başlatılan Irak işgali ülkede etnik ve mezhepsel bölünmeyi körüklemiş, işgal neticesinde ortaya çıkan kaos nedeniyle yüzbinlerce kişi hayatını kaybederken, milyonlarca insan ise mülteci olarak yaşamak zorunda kalmıştı. (20 Mart 2015)
BATI = MENFAAT!
ABD başkanı George W. Bush, Irak’a demokrasi getirdiklerini vurguluyor, “Irak’ta demokrasi doğuyor” diye açıklama yapıyordu: ABD Başkanı George Bush, Silahlı Kuvvetler Radyo ve TV’si tarafından uydu aracılığı ile yayınlanan konuşmasında, “Henüz zafer kazanmadık, ama halkı özgürleştirmek için, onların özgürlüğü güvence altına alınıncaya kadar kalacağız” dedi. Konuşmasında sık sık askerlere övgü dolu sözler söyleyen Bush, “Irak, Afganistan ve bütün dünyada demokrasinin yükselmesine yardım ederek insanlara acı ve nefretin alternatifini veriyorsunuz. Bu, dünya barışı için çok önemli. Uzak yerlerde teröristlerle savaşarak yurttaşlarınızın ülkelerinde onlarla karşılaşmamalarını sağlıyorsunuz” diye konuştu. (NTV, 16 Haziran 2004) Bir sene sonraki konuşmasında ise, “ Irak zaferinin, Beyruttan Tahrana kadar demokratik reformculara ilham verdiğini” savunuyordu. ( 20.03.2005)
Hâlbuki demokrasi, insan hakları gibi kavramlar batı için sadece sömürü için kullanılan aparat konumundaki kavramlar idi: “Myanmarlı akademisyen ve aktivist Prof. Dr. Maung Zarni, “Nobel Barış ödüllü Aung San Suu Çii liderliğindeki NLD’nin Myanmar’daki seçim zaferini ilan etmesiyle Batılı sermaye sahipleri Myanmar’a yatırım yapmak için şimdiden sıraya girdiler. Batının çıkarları, insan hakları ihlallerinin önünde gelir. Batı, insan hakları ve demokrasi konusunda samimi değil. Çifte standart uyguluyor. Seçimlerin yapıldığı 8 Kasım günü dahi Myanmar ordusu, ülkenin doğusunda yaşayan bazı etnik gruplara hava saldırısında bulundu. Fakat batı medyasında masum sivillere karşı hava saldırısı haberleri yerine, ‘Suu Çii liderliğindeki NLD’nin seçimi kazandığı, dolayısıyla demokrasinin ilerlediğini ve Myanmar’ın yatırım için çok önemli bir ülke haline geldiği’ haberlerine yer verildi. ABD ve İngiltere’nin Myanmar pazarına girmek için “insan hakları” ve “demokrasi” terimlerini işine geldiği gibi kullandığını iddia eden Zarni, sözlerini şöyle sürdürdü: “NLD’nin seçim zaferi, Batı’nın bu ülkede nüfuzunu artırması için bir fırsat çünkü gücü elinde tutan Myanmar ordusu, Çin’in kontrolünde. Batılı güçlü ülkeler, bir ülke ile ilişkilerini normalleştirmek için ‘insan hakları ihlalleri’ de dâhil her türlü argümanı kullanıyor. Ne kadar kötü olduğuna bakmaksızın kendi çıkarları için ordu, sivil ve dikta gibi her türlü yönetimle işbirliğine gidebiliyorlar. Batı’nın demokrasi konusunda çifte standart izlediğini herkes biliyor. İnsan hakları ve demokrasi konusunda samimi değiller.” Suu Çii’nin, Arakanlı Müslümanlar’a karşı uygulanan şiddeti “Budistler, Müslümanlardan korktuğu için şiddete başvuruyor” şeklinde savunduğunu kaydeden Zarni, Pentagon’un, Myanmar’ı Çin’e karşı Pasifik üssü yapmak istiyor” diye konuştu. (13 Kasım 2015)
Sağ-sol, demokrasi, gibi piyon kavramlar ve ABD ile dünya Yahudi sermayesi arasındaki mücadele konusunda ara bir bilgi verip konumuza devam edelim: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bertton Woods’ta Amerika ile Avrupa anlaştı. Dolar geçerli para olacaktı. Amerika dolar basacak, karşılık olarak da kasasında altın bulunduracaktı. Mesela Almanya ya da Fransa gibi bir ülke, 44 doları götürüp Amerikan Merkez Bankası’na verdiği an 44 ons altını alacaktı. Anlaşma buydu. Amerika ilerleyen süre içinde bu kuralı bozdu. Fazla basılan dolarlar Avrupa’ya yığıldı. Dolar bolluğu yaşandı. Haklı olarak Avrupalı devletler, ABD’ye “Al arkadaş dolarını, ver altınımızı!” dedi. Tabii verecek altın yoktu. Gider çok, gelir azdı. Bunun için dışarıdan kaynak bulmalıydı. Altını veremeyince düğmeye bastı. Petrol fiyatlarını tavan yaptırdı. Petrol temel ihtiyaç olduğu için fazla dolarlar, Avrupa’dan Ortadoğu’ya aktı. Onlar da ya silah alarak ya da “güvenli liman” diye Amerikan bankalarına paraları yatırarak yeni sistemin kurulmasına yol açtı. Bankalar; yatırım bankası, sigorta ve aracı finans kurumları Avrupa’dan kaçan, Çin ve Japonya’dan gelen fazla dolarları toplamaya başlayınca Amerika içinde Amerika’ya kafa tutan bir güç doğdu! Bunların fabrikası, yatırımı, işletmesi yoktu! Ancak para bunlardaydı. Vatanları, memleketleri, bayrakları, sınırları, milli marşları yoktu. Çıkar neredeyse bunlar oradaydı. Devletlere, ordulara, sınırlara ve kanunlara karşıydılar. Barış ve tüketim istiyorlardı. Tabii faiz de. Devletlerin üzerinde egemenlik kurmak için elele yürüyorlardı. Amerikalılar hem Avrupa’yı hem de bu sermamyeyi kıskaca almak zorunda. Yaşaması için kendisine ait olmayan kaynakları kullanması gerekiyor. Lüksün, ihtişamın, Hollywood’un ayakta kalabilmesi için başka ülkelerdeki artı paraların kendisine akması şarttı!” (Ergün Diler, Takvim, 14.11.2015) “Amerika önce düşmanını meydana getiriyor, buna güç katıyor, algı ile bu oluşumu tavan yaptırıyor sonra bunlarla savaşa başlıyor ve gitmeyi düşündüğü yerlere gidiyordu! İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Avrupa’ya geldiler! Rusya ve komünizm tehlikesini zıplattılar sonra da NATO’yu genişletip egemenliklerini sürdürdüler. El Kaide ile dünyayı titrettiler. I. Dünya savaşına girdik ve kaybettik. Her mağlup olan ülke silahını, parasını, ordusunu, toprağını verirken biz tarihimizi verip kurtulduk. Yıllardır bizi içeride tutan ve sınırlarımızla uğraştıran bir akıl vardı.” (Ergün Diler, Takvim, 05.12.2015) “İçimizde uzun yıllardır Avrupa Birliği için yanıp tutuşan insanlar vardır. Çok severler Avrupa’yı. Bizi kabul eden yoktu, içeri buyur eden ise hiç. Ama mutluyduk. Oysa bizi yıkan avrupa’ydı! Katilimize âşık oluyorduk. Tarihimizi, dilimizi değiştiren, dinimize musallat olanlar onlardı. Osmanlı’yı yıktıktan sonra bizi 100 yıl içeride sorunlara boğdular. Devlet kendi vatandaşını izlemekten, fişlemekten, özgürlüğünü kısıtlamaktan oyunu göremedi. Osmanlı yıkıldıktan sonra Avrupa tamamen Ortadoğu’ya girmiş ama öğündüğü demokrasi gibi değerleri buralara taşımamıştı. Her ülkenin başına aileler dikip kontrolü onlarla sağladı. Söz dinlemeyen ve yoldan çıkanlar da darbelerle götürüldü. İngilizler Osmanlı’yı petrol bölgelerinden kovmak için düğmeye bastı. Bu birinci dünya savaşı idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan askeri kurtarıcı olarak geldi ve çıkmadı. Bütün Avrupa’da artık vardılar. Ortadoğu’ya da indiler. Sultan Abdülaziz’i katlederek çıktıkları yolda Abdülhamit’i devirdiler, Osmanlı’yı bitirdiler. Şimdi geri dönüş zamanı. “Hatırlamayacağız!” diye söz verdiğimiz geçmişimizi tekrar hatırladığımız için saldırılıyor!” (Ergün Diler, Takvim, 09 Aralık 2015) “Basının itiraf edemediği bir gerçekte, bölgedeki bütün çatışmaların İngiltere ve Amerika’nın örtüşen gündemlerinin sonucunda ortaya çıkmasıdır.” (Osman Nuri Gündeş, İhtilallerin ve anarşinin yakın tarihi, s. 499)
Yarışmacı cevabı bilmiyor, joker bilmiyor, seyirciler, Yol gösteren ve indirilen seçeneklerini tercih etti.
Bu altyapı bilgilerinden sonra konumuza dönelim, İslam ülkeleri neden geri kaldı?
1- İlk sebep İslam’a uyduğumuz için değil, İslam’ı kendimize uydurduğumuz için.
Prof. Fuat Sezgin, İslam dünyasının ilimde geri kalmasının sebebi olarak İslam ya da İslam düşüncesini değil, siyaseti ileri sürer ve Moğol ve Haçlı istilaları, İslam medeniyetinin birikimlerinin yok olmasına neden olduğunu söyler.
“Moğollar Merv şehrini baştan başa yakar. İslam aleminin iftiharı olan kütüphaneler ateşe atılarak yakıldı, katliam 13 gün devam etti, 1 milyon 300.000 kişi öldürüldü.” (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri, s. 16) Rey şehir halkının tamamı öldürüldü. 1258’de Hülagü ve askerleri Bağdat’a girdiler, şehir halkından 800.000 kişi öldürüldü, binlerce alim, fen adamı ve şair kılıçtan geçirildi. Tarihte hiçbir medeniyet böyle ani ve tahrip edici bir felakete uğramamıştı. (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri, s. 94-95) Moğollar 40 yıl içinde gelip gittiler, onların arkasında tehlikeli surette dağılmış bir ekonomi, bozulmuş veya tıkanmış kanallar, yakılıp kül haline getirmiş okul ve kütüphaneler, çok parçalanmış fakir ve zayıf hükümetler, yarıya inmiş bir nüfus bıraktılar. (Will Durant, The Age Of Faith, s. 338-341) II. Cihan harbindeki bütün insan zayiatı, Moğolların öldürdükleri insan sayısı kadar bile değildir. Haçlı seferleri, I. Haçlı seferi 1096-1.099; 8. Haçlı seferi 1270-1270. Ayrıca, 5- 6 -7 ve 8. Haçlı seferleri Moğol istilası ile aynı tarihlere tesadüf etmektedir. (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri, s. 103) 1099 yılında Kudüs’e girdikleri zaman şehirde kalan bütün Müslümanları öldürmüşler ve 1109 yılında Trablusşam’a girdiklerinde 3 milyon kitabı yakmışlardı. (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri, s. 104)
“İslam ülkelerinde ilim ve felsefenin eski parlaklığında kalmamasını gerektiren sebepler, o kadar gizli bir şey midir? Haçlılar ve Tatar müşriklerinin İslam ülkelerine, vahşi kabilelerin Avrupa’da olan zararlarından bin kat fazla zarar verdikleri bilinmiyor mu? Mevcut olan kitaplarının, alimlerinin binde biri kalmayan bir kavim, kaç asırda kendini toparlayabilir? Özellikle Avrupalılar, İslam ülkelerinin hangi tarafında asayişten eser bıraktılar ki?” (Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi, s. 55)
Tabii, iğneyi de kendimize batırmamız gerekir: İbn Rüşd’e, İmam-ı Azam’a, Ahmed bin Hanbel’e yapılanlardan, Takiyyüddin’in Rasathanesi’nin siyasi çekişmelere kurban gitmesine; Viyana kuşatmasının başarısızlık sebebinden (Kırım Han’ı Murat Giray’ın Merzifonlu Mustafa’yı çekememesi) haçlı seferleri sırasında komutanların tek çatı altında savaşamamasına (Sultan Tapar’ın iki komutanı Çavlı ile Musul valisi Çökürmüş arasındaki ve sonrasında Çavlı ile Rıdvan arasındaki mücadele ve her ikisinin Hıristiyanlardan yardım talebi) dek sebep hep aynı; Menfaat, komutanlar arası rekabet, nüfuz ve iktidar mücadelesi. Dış güçlerde suç aramak yerine Müslüman olarak üzerimize düşen görevleri yapmamamız! Tabii ki herkes tarih sahnesinde gönüllü üstlendiği göreve göre de ahirette karşılığını alacaktır!
“Kelime-i şehadeti, her gün okunan ezanın ‘adını’, ayet, farz, sünnet, 4 kutsal kitap nedir?, Sabah namazındaki rekat sayılarını, Kur’an’ın kelime anlamını, Kabe’nin nerede olduğunu, İslam’ın şartlarını bilmeyen, Kevser Suresini okuyamayan, dua veya sure arasındaki farkı, peygamberimizin doğum tarihini bilmeyen”; deprem olunca kirayı, pandemi döneminde ürünlerin fiyatını, ramazanda gıda fiyatlarını artıran; Zina edip cünüp gezmeyen, haram yiyip domuz eti yemeyen, teravih kılıp farz namaz kılmayan, sadaka verip zekât vermeyen, ölünün yanında örtünüp dirinin yanında açılıp saçılan Müslümanların her yaptığından, ne yazık ki sonuçta dinimiz İslam’ın sorumlu tutulmakta, cahil Müslüman değil, İslam suçlanmaktadır. İşlerine gelince seküler hayat tarzının savunuculuğunu yapanların, savundukları sistemin sonucu oluşan sorunlardan Müslümanlığı sorumlu tutmaları da ayrı bir çelişki oluşturmaktadır. Sanki İslam’ın kamu hukuku ve ceza hükümleri uygulama safhasında imiş gibi, toplumsak bozukluğun faturası İslam’a kesilmektedir.
Hıfzı topuz, 1957 yılında, Akşam gazetesi adına Yunan adalarına gider ve Girit belediye kütüphanesine uğrar. Müdür Niko Stavrinidis ona bir kütük defteri uzatır, ‘Bakın, okuyun.’ der. Topuz: ‘Ben, eski harfleri bilmem’ diye cevap verir. Niko, ‘Ah siz cahiller! Ben Osmanlıyım, Osmanlı! Siz sonradan yetiştiniz. Ama şimdi siz Türk oldunuz, ben Yunanlı!’ (Topuz, Gülümseyen anılar, s. 74-75) diyerek köksüzleştiğimizi yüzümüze vurur. Evet, oryantalizmin hedeflediği toplum artık her alanda kendini göstermektedir. Bu konuda ‘Oryantalizm yanılgısı’ başlıklı yazının okunmasını özellikle tavsiye ederiz.
Kur’an ve hadis, “Oku, iki günün eşit olmasın” derken, ne yazık ki, İslam’ın onaylamadığı siyasal çekişme, çekememezlik, ırkçılık, mezhepçilik vb nedenler ümmetin geri kalmasına neden olmuştur. Sorun İslam’da değil, Müslüman’da, Müslümanlık seviye-kalitemizdedir! Tabii kalitenin düşmesinin iç ve dış nedenleri de vardır ve bu yazıda daha çok dış, “Müslümanların iç sorunları” adlı yazımızda da iç sorunları ele alıp ilerleyen konularda da çözüm önerilerini sunacağız inşallah.
“Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul.” (İnşirah, 7); ” Ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 77); “İki günü eşit olan zarardadır.” (Beyhaki , Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 323); “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9); “Allah içinizden iman edenlerle, ilme sahip olanların derecelerini yükseltir.” (Mücadele 11); “Sakın cahillerden olma (En’am, 35) “Cahillerden yüz çevir.“ (A’raf, 199); “Çin’de bile olsa ilmi alınız. Çünkü ilim kadın erkek herkese farzdır.” (Keşful Hafa-1/138); “İlim ve hikmet mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır.” (Keşful Hafa-1-363); “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı hem ahreti isteyen yine ilme sarılsın. (Tirmizi, Sünen, Daavat, 68); “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslüman’a farzdır.” (İbn-i Mace, I/81); “Dünya işlerinizi ıslah edip yoluna koyunuz, ahiretinizi de ihmal etmeyip onun için çalışınız.” (İbn Mâce, 2142; Beyhâki, Sünen, V, 264; Müstedrek, II/3 ); “Kim ilim tahsiline yönelirse, Allah (c.c) o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19); “(Ey Muhammed) de ki: Rabbim, benim ilmimi artır.” (Taha, 114); “Ya Öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen, ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma (yani bunların dışında kalma) helâk olursun” (Dârimî, Mukaddime, 26; Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevaid, I/122.) vb yüzlerce ayet ve hadis varken okuma konusunda hala gerilerde isek (Dünyada 18. Sırada; Akşam, 13 Ekim 2021) İlk emri ve ilk ayet ‘Oku’ (Alak, 1) olan, İlk öğretenin Allah olduğu (Bakara, 31); Peygamberinin öğretmen olarak görevlendirildiği (İbni Mâce, Mukaddime, 17); Bedir savaşında esir edilenlerden okuma yazma bilenler okuma bilmeyenlere okuma öğretilince serbest bırakılan (Şiblî, İslâm Tarihi, Asrı Saadet, I/ 346) bir dinin temsilcisi olma konusunda sorunlu olduğumuz ortadadır. “Akıl etmez misiniz?” (Hud, 51); “Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.” (Nahl, 12); “Hiç düşünmez misiniz? “ (En’am, 50); “Düşünüp öğüt alan yok mu?” (Kamer, 17) şeklinde düşünme, okuma, araştırmayı emreden yüzlerce ayeti, “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur” (Taberanî, Mu’cem, II/158; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, II/36) gibi ilkeleri hayatlarında soyutlayan, günümüzde ilimde ileri giden Batıdan ‘ilim dışında’ kültürümüze aykırı her türlü adet, davranış, yaşam biçimini alıp taklit bataklığına saplanan, Osmanlı parçalandıktan sonra tek tek Batı emperyalist devletlerinin ele geçirip, iktidarda tuttuğu kuklaları ile yönettiği Müslümanlar, hem batılı gibi olmadılar hem Müslüman kimliğini pratik hayatlarından çoğunlukla soyutlayıp arafta kaldılar ne yazık ki! Kimlik sorunumuz özümüze aykırı, Batı kaynaklı ideolojilerle giderilmeye çalışıldı, doku uyuşmazlığı oldu, İslam’ın reddettiği ırkçılık ve mezhep taassubu hortladı, sonuçta İslam’ı temsilden uzak ama her yaptığı İslam’a mal edilen bir toplum ortaya çıktı.
“Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” (Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünün, I/51;A. Akseki, İslam, Fıtri Tabii ve Umfuni Bir Dindir, s. 332) ve “İki günü eşit olan zarardadır.” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2/276) prensibleri İslam ümmetini birkaç yılda en ileri toplum yapmaya yetecek kurallardır. Yıllardır aynı hataları yapıp farklı sonuçlara ulaşma ümidinden vazgeçmeliyiz. Unutmayalım ki “Bir mümin, bir delikten iki defa sokulmaz.” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63)
İki dünya savaşının ardından tüm İslam ülkeleri işgal edilmiştir. Daha sonra tek tek bağımsızlıklarını kazansalar da işgal güçleri geri çekilirken İslam ülkelerinin başlarına, halkının değerlerine yabancı, batılı değerler içinde yetişmiş kendi işbirlikçilerini bırakır. Bu yöneticiler halkı baskıcı- despot bir şekilde yönetirler. Aşağıdaki haberler Müslüman halkı yöneten insanlarla halkının birbirine ne kadar yabancılaştığının kanıtlarını sunmaktadır. Dolayısı ile henüz kendi değerleri ile barışık bir toplum bilincine kavuşamamış halkların maddi kalkınma alanındaki sorunlarının nedenini dine bağlamak tarihi bilmemek, emperyalizmi okuyamamak ve mantık fukaralığı ile tanımlanabilir. Unutmamalıdır ki bu din, ortaçağda batı karanlık içinde iken insanlığın bilim- medeniyet-ilerleme meşalesini elinde tutmuş toplumun dini olmuştur. Mesele o dinin bilime verdiği önemi yeniden kavramakla ilgilidir, diğer yorumlar sadece önyargı- temenni karışımı değerlendirmelerdir.
2024 İsrail’in Gazze’de uyguladığı katliamı göstermiştir ki, dünyada “Gazze dışında dünyada her yer işgal altındadır.” Halkı Müslüman olan hiçbir ülke İsrail’e bırakın ‘karşı’ olmayı, uluslararası mahkemeye bile şikayette bulunamamıştır. Bunu yapan ise dünyada sadece Güney Afrika Cumhuriyeti olmuştur! İslam’ın sosyal ekonomik hayatta uygulama safhasına çıkarılmasına izin vermeyen ve Müslüman halkları askeri yönetim, krallık ve darbelerle baskı altında tutan sömürgeci devletleri görmemezlikten gelen ateist kesim bir de, “İslam ülkeleri neden geri?” diyerek sosyal ve ekonomik alandaki sorunlardan İslam’ı sorumlu tutmaktadırlar! Evet, İslam ülkeleri geri çünkü İslam’ın siyasi sahada uygulanmasına izin verilmemektedir! “Vicdan ve camiye sıkıştırılmış” bu din anlayışının sosyal ve siyasal alanda neden “işe yaramadığını” sorgulamak ta bizim ateist kesime nasip olmuştur!
Mısır’da seçim yapılır. Cumhurbaşkanı Mursi seçilir. Asker darbe yapar. Halk darbeye karşı Adeviyye meydanında sivil eylem yapar. Asker ateş eder ve yüzlerce ölü, binlerce yaralı olur. Halk tamamen sivildir ve asla karşılıklı silahlı bir çatışma söz konusu değildir. İşte iki yorum: Önce Haçlılar’ın 1097’de Kudüs’ü işgal edince yaptıkları katliamdan bir sahneyi aktaralım: “Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.” ( August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 261 ) Şimdide tarih 28 Temmuz 2013. Yer Mısır. İngiltere’de yayımlanan Independent Gazetesi’nin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk hastanede gördüklerini yazıyor: “…Bizim ayakkabılarımızın da kan içinde kalması uzun sürmedi… Bu bir katliam mı? Kesinlikle.. Ölenlerin hepsinin Müslüman Kardeşler’den olduğu söylendi.” Haçlılar gibi Müslüman katleden iktidarların ülkeyi sürüklediği sonuçtan, ateistler sizce kimi suçlamaktadır?!
Peki, her darbenin arkasından çıkan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler kendi menfaatlerine aykırı olarak bir darbe olursa ne yaparlar?: “Kuklaları devrilince darbeyi hatırladılar. Mısır’da seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesi dâhil, Afrika’da yaşanan 5 darbede de cuntacıların yanında yer alan sömürgeci Batı, Nijer’deki darbe sonrası, darbeyi tersine çevirmek için çırpınıyor. ABD, Fransa, Almanya darbeyi kınadı.” (Akit, 1.8.2023)
“Müslüman ülkelerde demokratik rejimlerin olmaması, Müslüman toplumların otoriter ve kapalı bir sistem arzusu içinde olduğunu değil, İslam ülkelerinde siyasi meşrutiyeti olmayan, dış destekli rejimlerin hüküm sürdüğünü gösterir. Üstelik batılı ülkelerin otoriter rejimler destek verdiğini herkes bilmektedir. İslam ülkelerinde demokratik ve insani bir siyasi yapının temelleri bulunmadığından, dışarıdan müdahale etmeliyiz türünden bir yaklaşım, 19. yüzyılın medenileştirmesi misyonundan farksız bir tutumdur. Mısır, Türkiye, Cezayir’deki dış destekli darbe örnekleri ortadadır. Ayrıca, ortaya çıkan gerginliklerin başlıca sebeplerinden biri de İsrail ve onun ideolojisi olan siyonizmdir. İslam dünyasında var olduğu ileri sürülen antisemitizm yani Yahudi düşmanlığı, bir din ya da ırk mensuplarına duyulan nefretten çok, izlenen politikalara ve ırkçı söylemlere karşı verilen bir tepkinin sonucudur. İslam ülkelerinde bir antisemitizm olsaydı, Yahudi birey ve cemaatlerine karşı toplu kıyım hareketleri yapılırdı.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 169-171)
Eskiyi, Osmanlı’yı, İslam’ı gericilik görüp aydınlanmayı bunlara düşman olma zanneden sığ enteller… Hıfzı topuz, 1957 yılında, Akşam gazetesi adına Yunan adalarına gider. Girit belediye kütüphanesine uğrar. Müdür Niko Stavrinidis ona bir kütük defteri uzatır, ‘Bakın, okuyun.’ der. Topuz: Ben, eski harfleri bilmem, diye cevap verir. Niko, ‘ Ah siz cahiller. Ben Osmanlıyım, Osmanlı. Siz sonradan yetiştiniz. Ama şimdi siz Türk oldunuz, ben Yunanlı.’ (Topuz, Gülümseyen anılar, s. 74-75)
2- “Avrupalılar, sanayileri için birinci derecede gerekli olan hammadde uğruna, İslam alemini, Asya ve Afrika ülkelerini sömürerek soyup soğana çevirmişlerdir.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 18) “Bağımsızlık hareketlerine daha fazla direnemeyen batılı sömürgeciler yerlerine menfaatlerini koruyacak idareciler bırakarak yerlerini terk etmişlerdir.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. VII) “Sonrada sömürgeciler inanç ve kültür olarak kendilerine bağlı idareciler bırakarak yerlerini terk ettiler.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 26) Ve sonuç olarak da, “İslam ülkelerinin hemen hepsinde halk, idarecilerin sevketmek istediği istikamete gitmeyi istemedikleri gibi, idareciler de halkı, halkın istediği istikamette yönetmeye hazır değillerdir. İşte İslam’ın bugünkü durumu budur.” (Mevdudi, Bugünkü İslam, s. 57)
“İslam dünyası dine ve dinin emirlerine bağlı kalsaydı, Batı, silah, teknoloji ve yöneticilikteki üstünlüğüne karşın bu kadar çabuk ve bu kadar kapsamlı bir tahribat gerçekleştiremezdi. Avrupalılar çekip gittiler fakat zehirli iğnelerini geride bıraktılar. Özgürlüklerine yeni kavuşmuş uluslar kendi yapılarına hiç uymayan hükümet sistemleri ve yönetim şekillerini uygulamaya zorlamak suretiyle, Avrupalılar ayrılırken dahi görevlerinin yerine getirmişlerdir.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 43-44)
Halkı ile paralel düşünmeyen, Batılı yönetim- istihbarat örgütlerinin piyonu olan yerli uşaklar yüzünden uğradığı kültür erozyonunun ‘farkında olmayan’ toplumlar, sömürü çarkını da kırılamadığı gibi bu çarkın farkına dahi varamayıp çift kimlikli olarak yaşamlarına uzun süre devam etmişlerdir. Yönetim halktan, halk ise özünden uzaklaşmıştır. “Sizden önceki milletleri karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz, hatta onlar (Yahudi ve Hristiyanlar) kertenkele deliğine girseler, siz de peşlerinden gireceksiniz. (Buharı, İ’tisâm, 14; Enbiyâ, 50; Müslim, İlim, 6) hadisi tam da, ne yazık ki, günümüz Müslümanlarını tasvir etmektedir!
Ali Bulaç’ın konumuza açıklık getirecek yazısından alıntı ile devam edelim: “NATO’nun yeni dönemde kendine belirlediği ana stratejik hedefler, “İslam Dünyası’nın Batı karşısında -veya Batı’nın izni dışında- güç birliği oluşturmasına imkan vermemek; Batı’ya karşı koyabilecek herhangi bir gücün teşekkülüne engel olmak; Bölgede İsrail’den daha güçlü ve daha etkin bir gücün oluşmasına fırsat vermemek. İslam Dünyası’nın enerji kaynaklarını, enerji nakil hatlarını, beşeri ve tabii zenginliklerini kontrol etmek; İslam’ın sosyo-kültürel bir din, alternatif bir medeniyet ve bölgesel-küresel bir sistem olarak iddia sahibi olmasının önüne geçmek” ise, Türkiye’nin bu konseptte yeri, misyonu ve rolü nedir? Gayet açıktır: 21. yüzyılın ilk yıllarından bu yana NATO, İslam ülkelerini işgal etmekte, yurdu için savaşan insanları ve masum sivilleri öldürmektedir. Kimi yerde “kitle imha silahlarını, kimi yerde demokrasi ve özgürlük getirme vaadi, kimi yerde terörü ve teröristleri önleme, kimi yerde kadını özgürleştirme” bahanesiyle operasyonlar yürütmektedir.” (09.04.2012); “Çark iyi kurulmuş, dişlerin arasına giren küçük engeller dişler arasında ezilmektedir. Toplu uyanış ve birlik ruhu oluşmadıkça da bu sömürü çark işlemeye devam edecektir. Kaybolan da bizim geleceğimiz olacaktır.” (25 Kasım 2015)
Mısır’da seçim yapılır. Cumhurbaşkanı Mursi seçilir. Asker darbe yapar. Halk darbeye karşı Adeviyye meydanında sivil eylem yapar. Asker ateş eder ve yüzlerce ölü, binlerce yaralı olur. Darbecilerin yaptıkları ile yüzyıllar önce haçlıların yaptıkları birbirini hatırlatmaktadır: Önce Haçlılar’ın 1097’de Kudüs’ü işgal edince yaptıkları katliamdan bir sahneyi aktaralım: “Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.” (August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, s. 261) Şimdide tarih 28 Temmuz 2013. Yer Mısır. İngiltere’de yayımlanan Independent Gazetesi’nin Ortadoğu muhabiri Robert Fisk hastanede gördüklerini aktarıyor: “Bizim ayakkabılarımızın da kan içinde kalması uzun sürmedi. Bu bir katliam mı? Kesinlikle. Ölenlerin hepsinin Müslüman Kardeşler’den olduğu söylendi.” Haçlılar gibi Müslüman katleden iktidarların ülkeyi sürüklediği sonuçtan, ateistler sizce kimi suçlamaktadır?!
Amerikalı uluslararası hukuk uzmanı Prof. Dr. Richard Falk “halklar filistin’i hükümetler israil’i destekliyor” israil müttefiklerine güvenmiyor mu? israil, halklarla değil hükümetlerle ittifak kuruyor. ortadoğu’daki halkların tamamı filistin yanlısı ve israil aleyhtarı. israilliler de bu gerçeğin farkındalar. Asıl olan, hükümetlerin neye inandığı değil, toplumun neye inandığıdır. israil, bu anlamda bölgede kendini güvende hissetmiyor. (Aljazeera, 23 Tem 2014) derken aslında Müslüman halkı yönetenlerin kime hizmet ettiğini de ilan etmektedir.
Pek çok İslam ülkesi hala yerli görünüşlü işgalciler tarafında yönetiliyor! Dünya savaşlarından sonra işgal edilen İslam ülkeleri eğitim, kültür emperyalizmi ile dinlerinde uzaklaştırıldılar. Savaşla bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin başına ise halka ve inançlarına yabancı hatta düşman liderler getirildi. Müslüman halk yıllarca baskı altınca tutuldu. Bağımsızlık hareketleri, demokrasi ile söz sahibi olma çabaları ise darbe, katliam ile önlendi. Seçimle başa gelen hükümetler, mesela Cezayir, Mısır’da darbe ile yıkıldı, Suriye’de katliam yapıldı. Arap ülkelerinde askeri rejim ve krallıklar ile ve Türki cumhuriyetlerde halkın dini duyguları ile uyuşmayan rejimlerce yönetilen halk hiç bir zaman kendi inançlarını pratik hayata tam olarak geçiremediler. Ortalama 100 yıldır bu halde olan Müslüman halka bir de tüm bu olayların sebebi olan Batılı ülkelerin bilim adamları olan oryantalistler de, “Müslüman halk neden geri?” diye sorma yüzsüzlüğünü gösterebilmektedir. El-cevap, “Sizin yüzünüzden!” Ama başarısızlığa mazeret olmaz, 1400 senelik İslam tarihinde 100 sene teferruattır, detaydır. İleri, okuyan, aydın, medeni ve barış temelli Müslüman nesil yeniden ortaya çıkmaktadır ve bu kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an her türlü olumsuzluklara rağmen güncelliğini, tazeliğini korumakta ve Müslümanlara yeniden ve bir kez daha ışık tutmaya, yol göstermeye devam etmektedir. İçki içen, Kumar oynayan, zina eden, fala inanan, erkek çocuktan neslin devam ettiğine inanan vb cahil ve İslam’dan habersiz nesil yerini, Kur’an ve sahih sünnet eksenli okuyan, aydın Müslüman nesline bırakmaktadır. İslam değil ama Müslüman’ın geri kaldığı dönem artık sona yaklaşmaktadır, bi-iznillah!
Kısaca; tarihte İslam ülkelerinin medeniyete öncülük ettiği dönemler olmuştur fakat günümüzde maddi anlamda İslam ülkelerinde bir gerilik göze çarptığı da bir gerçektir. Bunun nedeni İslam’ın teorileri değil Müslüman ülkelerin emperyalist ülkeler tarafından işgal ve kontrol altında tutulmalarıdır, yani ‘İslam ülkeleri neden geri?’ sorusu yerine ‘İslam ülkeleri nasıl bu emperyalist zincirleri kırmalıdır?’ sorusu öncelenmelidir. Bu gerçekleştiğinde, tarihte olduğu gibi, İslam ülkeleri yeniden her yönüyle çağa öncülük edecek nitelikli nesiller yetiştirecektir! Bu ilkelerin başında tevhid, adalet, emanet, ahlak ve tefekkür gelmektedir.
3- Batılı devletler nasıl ilerledi? (Konu hakkında öncelikle “Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi, İslam felsefesinin özgünlüğü, İslam ve bilim, İslam Biliminin Rönesans’a Etkileri” gibi konularındaki yazıların okunmasını tavsiye ederiz!) Batı medeniyetinin temeli, kan, sömürü, gözyaşı üzerine kurulmuştur ve bu hala devam etmektedir. Afrika köle ticareti, altın-elmas madenlerinin sömüren, Amerika İnka-Aztek-Maya medeniyetlerini yerle bir edip, yapılan kıyımlar ve madenleri talan edilen, Asya ve Afrika’yı işgal edip işgali, sömürü ile yeraltı zenginlikleri ve tarımsal dahil her türlü gelirlerini sömüren Batı, günümüzde de, “Demokrasi getirmek.” kılıfı ile, petrol için mezhep-ırk holiganlığı ihraç etmeye devam etmektedir.
“Avrupa’da var olduğu iddia edilen bilim, din çatışması İslam medeniyetinde geçerli olmamıştır. Gazali sonrası dönemi için bile bu iddia doğru değildir. (Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Oluşumu, s. 240) Halbuki Batı’da tam tersi olmuş ve dedjenere olan dinin de teşviki ile Batı dünyayı sömürge alanına çevirmiştir. “Avrupa’daki tüm kraliyet makamları ve çevreleri, sömürgelerinden gelen altın, gümüş, bedava köle, işgücü ve doğal kaynaklarla dolup taşar.” (Saliba, s. 247) Bilimsel çalışmaların hiçbir maliyeti yoktu çünkü yatırım ile ilgili sermaye ve işgücü, ‘keşfedilmiş’ sömürgelerden geliyordu. (Saliba, s. 248) Avrupa’daki bilimsel gelişmeler, yeni dünyanın ‘keşfi’ ile başlatılan dinamik zenginlik döngüsünün ürünüydü. Zenginlik bilimsel üretimi, bilimde daha fazla zenginliği getiriyordu.” (Saliba, s. 249) Halbuki “İnsanlar sömürmediği takdirde, yeryüzünde açlık diye bir şey söz konusu olmaz, hele israf ve lüks kalksa yeter de artardı bile.” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 18)
“Batı, sömürgecilik sayesinde maddi potansiyeli gücünü arttırmıştır. Batı, dünya iktidar merkezini ele geçirdikten sonra, kendi dışındaki tüm toplumlara karşı sistemli ve eyleme dönük bir sömürgeci mantık yürütür. (Ömer Baharoğlu, Oryantalizm İslam ve Türkler s. 90, 96) Tarafsız bir bakış açısı ile değerlendirme yapıldığında, emperyalizmin, Doğu dünyası üzerinde yaptığı ağır tahribat rahatlıkla sezinlenecektir.” (Baharoğlu, s. 106) Frantz Fanon bu konuda şöyle demektedir: “Asırlardan beri Avrupa, kendisi dışında kalan insanların gelişmelerini durdurmakta, onları köleleştirmektedir.” (Fanon, Yeryüzünün lanetliler, s. 24)
Batılılar daha sonra da, “Sürümünü arttırmak, yerli sanayini ortadan kaldırmak amacıyla, Müslümanlarla ticari ilişkiye girmişler.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 41) Bu ilişki sonunda da “Kapitalizmin çevresindeki toplumlar, kapitalist toplumlar ve çok uluslu şirketler tarafından sistemli bir şekilde geri bırakılmıştır.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 34) İslam aleminde yıllardır süren anarşi ve dağınıklığının temelinde yatan sebebe ışık tutan Fransız oryantalist Louis Massignon’un şu itiraf da çok önemlidir: “Müslümanların her şeyini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hale geldiler.” (Said, Oryantalizm, s. 8; Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 44)
ABD halkı zayıflamak için yılda 5 milyar dolar, kedi-köpek maması için 17 milyar dolar harcarken Avrupa’nın parfüm için harcadığı para 13 milyar dolardır. (Akit, 10 Ekim 2018) BM Tarım ve Gıda Örgütü (FAO)’ya göre şu anda dünya üzerinde 690 milyon kişi gıda sıkıntısı çekiyor. (BBC, 14 Tem 2020) Dünyadaki açlığın ve temel sağlık problemlerinin en asgari ölçüde halli için 13 milyar dolar yeterlidir. (Akit, 10 Ekim 2018) Yani Avrupa’nın parfüme harcadığı kadar, ABD’nin kedi-köpeğe harcadığından 4 milyar dolar daha az! Sömürülen altın ve elmasların paraları parfüm olarak havaya veya mama olarak köpeklere verilirken asıl sahiplerinden esirgenmesi, rızıkların Allah tarafında verilmesinde değil, kullar arasında paylaşılmasında sorun olduğunu da göstermektedir. Zaten Müslüman da bu adaletsizliğe itirazı olana kimseye denir! (Tevbe, 14; Ali İmran Suresi, 104; Müslim, İman 80)
Batı nasıl zengin oldu?
1400’lü yılların sonuna doğru, Haiti’yi beyaz adam keşfettiğinde ülke nüfusu yarım milyon idi. Sadece 10 yıl sonra bu sayı 60 bine iner. Fransızlar adaya hâkim olunca adada büyük tarım alanları kurallar. Ancak çalışma zorlukları halkın nüfusunu iyice azaltır. Gine ve Kongo’dan buraya köleler getirilmeye başlanır. Bu sayı zamanla bir milyonu bulur. Öyle zaman gelir ki, Fransa’da 25 milyon kişi bu kolonyal ticaretten geçinmeye başlamıştır artık! Ulusal Meclis’in %15’i koloni ve köle sahibi idi. Geriye kalanlar ise zaten bu ticaretten geçiniyorlardı. Bu örnek sadece adı duyulmamış bir ülke olan Haiti’den örnektir. Buna Amerika kıtası, Afrika’nın tamamını, Asya’nın özellikle Çin, (O dönemde Pakistan-Afganistan dâhil) Hindistan, Japonya gibi ülkeleri eklersek; kısaca Avrupa hariç tüm dünyayı sömürerek batı bugünkü seviyesine bu sömürü-kan-zulüm ile ulaşmıştır. Batı sadece can, mal sömürüsü yapmamış, dil-kültür-dini de değiştirmiştir. Özellikle Hıristiyan Katolik mezhebi zorla kabul ettirilmiştir. Günümüzde dünyasında İngilizceyi (Ülke nüfusu 53 milyon) 427 milyon, İspanyolcayı (Ülke nüfusu 47 milyon) ise 266 milyon insan konuşmaktadır. (Sabah, 12 Mayıs 2013)
Victoria Gölü’ne bırakılan balığın adı “Nil levreği”. Bırakıldığı andan itibaren göldeki bütün balıkları yiyerek 200 balık türünü de bir anda yok ediyor. Bir anda oluşan “balık sektörü” Hintli kalantorların ilgisini çekiyor ve Hindistan’dan kalkıp Tanzanya’da fabrika kuruyorlar. Doğu Afrika’nın rantını yiyen kalantor Hintliler, değer verdikleri 3 şeyi şöyle sıralıyorlar: “Balık, para ve çocuklarımız.” Balık Avrupa ve Japonya’ya; paralar İsviçre’ye; çocukları da Amerika ve Kanada’ya gidiyor. Kurtlanmış kılçıklar Tanzanyalılara para karşılığında satılıyor! “Creme de la creme” yani! Avusturya’dan Hubert Sauper bir belgesel yapıyor: Rus pilotlar tarafından kullanılan uçaklar günde 55 ton balık filetosunu bu fabrikalardan Avrupa ve Japonya’ya taşıyor. Ve aynı uçaklar Tanzanya’ya gelirken Kongo ve Ruanda’daki “iç savaş” için Kalaşnikof ya da bomba getirip balık götürüyorlar. Sauper, “Bu uçaklar, gündüzleri sığınmacıların karnını doyuran nohutları, geceleri de onları öldüren bombaları taşıyordu! Bu benim için dehşet verici bir ayrıntıydı.” diyor. ABD yardım uçağı 45 bin ton nohut, Rus kargo uçağı 50 bin ton balık yüklüydü. Nohut, BM kamplarındaki mülteciler içindi, balıksa AB ülkelerine gidiyordu, inanılır gibi değildi. İnsanların açlıktan öldüğü, protein eksikliğinden çocukların karınlarının şiştiği bu bölge, Avrupa ülkelerine tonlarca balık gönderiyordu. Nasıl oluyor da insanların aç olduğu bu bölgeden bu değerli yiyecek uçup gidiyor?” Sauper, “Aynı filmi Sierra Leone’de de yapabilirdim. O filmde balığın yerini elmas alırdı. Honduras’ta muz, Irak, Nijerya ya da Angola’da ise ham petrol… Nijerya’nın bir köyünün 10 kilometre ötesinde verimli bir petrol kuyusunun bulunması, o köylüler için ölüm fermanının imzalanması anlamına gelir. “Sadece Doğu Kongo’da bir tek günde savaşta hayatını kaybedenlerin sayısı, 11 Eylül’de New York’ta ölenlerin sayısına eşit. Bu savaşlar ya görmezden geliniyor ya da Ruanda, Burundi ve Sudan’dakiler gibi ‘kabile çatışmaları’ olarak nitelendiriliyor. Savaşların arkasındaki nedenin, doğal kaynaklara yönelik emperyalist çıkarlar olduğu ustaca gizleniyor! Afrika’da savaş, fuhuş, açlık, AIDS, sokak çocukları gibi sorunlar olduğunu söyleyen ben değilim. Bunları herkes biliyor. (Diriliş Postası, 25.5.2015)
Avrupa ülkelerinde rüşvet ve hırsızlık hiç olmaz (!) çünkü, tüm ihaleyi devlet kapmıştır!
İşte en geri (!) İslam ülkelerinden biri Afganistan. Acaba neden geri kaldı?
Biri Filistinli diğeri Afgan! Onlarca yıldır ülkeleri işgal altında! Ama emperyalist ülkelerin yaşam tarzını kendisine model alan ateistler sormaktadır: “İslam ülkeleri neden geri?” Acaba içimizdeki Batı karşısında ezik olan ve Müslüman halka baskı yaparken ülkeyi emperyalistlerin hizmetine sunan yöneticiler yüzünden olmasın!?
1900’lerden 2000’lere …!
Dağınık İslam alemi tek tek avlanıyor!
İşte en geri (!) İslam ülkelerinden biri Afganistan. Acaba neden geri kaldı?
Yıl 1839. İngiltere Afganistan ile savaşa tutuşur ve ülkeyi işgal eder. 1919 tarihine dek işgal ve savaşlar devam eder. Yıl 1979, SSCB Afganistan’ı işgal eder. Yıl 2001 Amerika Afganistan’ı işgal eder. Ve nihayet 2021 tarihinde işgal son bulur. Nerede ise 200 yıldır sürekli işgal ve savaşlarla ülke harap hale gelir, halk eğitimsiz ve fakir kalır. Yer altı ve üstü zenginlikleri hep sömürülür. NATO,’dan Afganistan’da 13 sivil itirafı, Kadınlara tecavüz edildi. NATO Afganistan’da yine sivilleri öldürdü, ABD yine yanlışlıkla sivil öldürdü, ABD Afganistan’da yine sivil öldürdü, Çocuk katili NATO, ABD uçakları 37 sivili öldürdü. Rakamlar haberlerde devamlı değişir; 13-6-19-45-100… Ülke adları da değişir (Libya, Irak, Hindistan, Arakan, Mısır, Filistin) ama katleden hep gayri müslim, katledilen hep Müslümandır! (Devamı ‘Batı Medeniyeti’ adlı yazımızda)
“Batı, Nijerya için işgal kararı aldı. Ortadoğu’yu kaosa sürükleyen ve üç yıldır Suriye’deki trajediye seyirci kalan Batılı ülkeler, ve maden zengini Afrika’nın devi olarak gösterilen Nijerya’ya müdahalede hiç vakit kaybetmiyor. Önceki gün Fransa’nın başkenti Paris’te bir araya gelen ülkeler, jet hızıyla Nijerya’yı işgal kararı aldı. İşgalin bahanesi ise 200 genç kızı kaçıran Boko Haram örgütüyle mücadele olarak açıklandı. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın ev sahipliğinde düzenlenen zirveye Nijer, Nijerya, Kamerun, Çad ve Benin liderleri katıldı. ABD ve İngiltere de toplantılarda temsilci bulundurdu.” (19.05.2014)
Batı’nın görmezden geldiği Müslüman katliamı: Ermenilerin 1915 olaylarına ilişkin iddialarını birçok vesileyle gündeme getiren Batı ülkeleri, Osmanlı Devleti’nin son döneminde Balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere geniş bir coğrafyadan Anadolu’ya dönmek zorunda bırakılan ve katledilen milyonlarca Müslümanın acısını çifte standartlı bir yaklaşımla görmezden geliyor. ABD’nin Louisville Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1995’te yayınlanan “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi” adlı kitabı, 1821-1922 yıllarında Balkanlar, Kafkasya, Kırım ve Anadolu’da yaşanan Müslüman halkların uğradığı katliamlara ve sürgüne ışık tutuyor. McCarthy, kitapta 1800’lerin başında Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan Anadolu, Kırım ve art bölgeleri, Kafkasya’nın büyük bölümü, Arnavutluk ve Bosna’dan Karadeniz’e uzanan çizgide Güneydoğu Avrupa’nın tümünü kapsayan bir coğrafyada Müslümanların, bazı bölgelerde çoğunluk bazı bölgelerde azınlık olarak yaşadığına dikkati çekiyor. Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak dağılma sürecine girmesiyle bu bölgelerde Müslüman nüfusun topraklarından çıkarıldığını ya da katledildiğini kaleme alan McCarthy, 1821-1922 yıllarında 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğünü, sürgün edilen ya da göç etmek zorunda kalan Müslümanların bir kısmının, yolllarda açlık ve hastalıktan yaşamını yitirdiğini vurguluyor. Öte yandan Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Anadolu’daki Müslümanların uğradığı katliamının tarihçesiyle ilgili Batı ülkelerinde herhangi bir yayına rastlanmıyor, kayıplar ders ve tarih kitaplarında yer almıyor. Justin McCarthy’nin kitabında, Batı Trakya’daki Türklerin, Yunanlara ait bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına engel olarak görüldüğü için 1800’lerin başında silahlı milliyetçi grubun hedefi olduğu, 1821’de, köy ve kasabalarda yaşayan Türklerin, yerleşim merkezlerinin dışına götürülüp kıyımdan geçirildiği ve bu süreçte 25 binden fazla Batı Trakya Türkünün öldürüldüğü belirtiliyor. McCarthy’nin kitabına göre, 19. yüzyılın başında bölgedeki Ruslaştırma politikası çerçevesinde Nogay ve Kırım Tatarlarına iki seçenek sunuldu: Ya Rusya’nın iç bölgelerine sürgün ya da Osmanlı’ya göç. Kitapta, Nogay Tatarlarının göçünün 1860’lı yıllar boyunca sürdüğüne, en az 300 bin Tatarın, topraklarından ayrılarak göç etmek zorunda kaldığına, yine 19. yüzyılda Kafkasya ve Osmanlı’nın doğu illerindeki dengenin, Rus istilaları, Ermeni ayaklanmaları ve Kafkasyalı Müslümanların zorla göç ettirilmeleri nedeniyle altüst olduğuna dikkat çekiliyor. Rus istilasından önce, Kafkasya’daki Müslüman halk, Azerbaycan-Erivan bölgesindeki Türklerden ve bölgenin geri kalanındaki Çerkezler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ve Dağıstanlılar gibi diğer gruplardan oluşurken, 1864’te Rusların Kafkasya’da kontrolü ele geçirmesiyle bölgedeki Müslümanların göçe zorlandığı belirtilen kitapta, yurtlarını terk etmeye zorlanan Müslüman Çerkezlerin ve diğer Kafkasya halklarının, Rus denetimindeki limanlarda gemilere doldurulduğu, Osmanlı topraklarına ulaşıldığında ilk uğranılan liman olan Trabzon’da, hastalık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybedenlerin sayısının 30 bini bulduğu ifade ediliyor. Justin McCarthy, Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerinde ve Kafkasya’da 1877-1914 yılları arasında yaşanan katliamlarla, Müslümanların yurtlarının Ruslar tarafından zapt edildiğini, Ruslardan kalan topraklara da ayrılıkçı Ermeniler tarafından el konulmaya çalışıldığını gözler önüne seriyor. McCarthy, kitabında, Doğu Anadolu’da Müslümanlar ve Ermeniler arasındaki savaşta, Van vilayetindeki Müslümanların yüzde 62’sinin, Bitlis Müslümanlarının yüzde 42’sinin, Erzurum Müslümanlarının da yüzde 31’i yok olduğunu vurguluyor. Tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1877-1878 yıllarında yaşanan Rus-Türk Savaşı’nın Bulgaristan’da yaşayan Türkler için bir felakete dönüştüğünü, Bulgar ve Rus birliklerinin katliamları, açlık, hastalık ve göçmenlerin yerleştirildiği kamplardaki koşullar nedeniyle ölümlerin yaşandığını ifade ediyor. Kitapta, Bulgaristan’daki Türk varlığına tümüyle son vermek isteyen Rusların, bölgeden göç etmek zorunda kalan Türklerin evlerini yakarak, geri dönmelerini engellemek üzere Bulgarlarla işbirliği yaptığının, 1911 yılına gelindiğinde Balkanlar’daki nüfus dağılımının tümüyle değiştiğinin, Balkan Savaşları sırasında yaşanılan kayıplarla birlikte, Müslümanların, Balkanlar’da çoğunluk olma vasfını kaybettiğinin altı çiziliyor. McCarthy’nin kitabında, 15 Mayıs 1919 tarihinde Batı Anadolu’da yaşanan Yunan işgali sırasında, İzmir’e yapılan çıkarmayla kitlesel bir Türk kıyımına başlandığı vurgulanıyor. Müslümanların, o dönemde Batı Anadolu nüfusunun yüzde 80’ini oluşturduğu, işgal sırasında Türk köylerinin, yerleşim merkezlerinin yakılıp yıkıldığı, 1912’den İstiklal Harbi’nin sonu olan 1922’ye kadar Batı Anadolu’da bir milyon 246 bin 68 Müslümanın hayatını kaybettiği belirtilen kitapta, bu savaşlar sona erdiğinde Balkanlarda yaşayan kalabalık Türk nüfusunun epey azaldığı, Kafkasya’da Çerkezlerin, Lazların, Abazaların, Türklerin ve daha küçük Müslüman toplulukların yurtlarından sürülüp çıkarıldığı anlatılıyor. Kitapta, Sırbistan’dan Kafkasya’ya uzanan bölgede birçok ulus devlette sağlanan etnik ve dini birliğin, Müslümanların bu topraklardan sürülmesiyle sağlandığına dikkati çeken McCarthy, tarih kitaplarının çoğunda, azınlıklara duyulan nefret üzerinden bir okumayla yalnızca Osmanlı Ermenilerinin zorunlu göçünden bahsedilirken, tarihsel gerçeklere rağmen, Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşananların göz ardı edildiğini vurguluyor. Kitapta bu dönemde Balkanlar’da, Kırım’da, Kafkasya’da ve Anadolu’da 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğü, Rusların 100 yıl boyunca Müslümanları, yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmaya dayalı politikalar yürüttüğü, Kırım Tatarlarını ve Çerkezleri göçe zorlarken, Güney Kafkasya’da Türklerden boşalan bölgelere Ermenileri yerleştirdiği kaydediliyor. (AA, 25.04.2015)
“Avrupa endüstri devriminin temelini Avrupa dışı toprakların sömürülmesi ile gerçekleştirmiştir.” (Yücel Bulut, Oryantalizmin kısa tarihi, s. 86) “Tüm kraliyet makamları ve çevreleri, sömürgelerden gelen altın, gümüş, bedava köle, işgücü ve doğal kaynaklarla doldu taştı. Bilimsel çalışmaların hiçbir maliyeti yoktu çünkü yatırım ile ilgili sermaye ve işgücü ‘keşfedilmiş’ sömürgelerden geliyordu. Avrupa’daki bilimsel gelişmeler, yeni dünyanın ‘keşfi’ ile başlatılan dinamik zenginlik döngüsünün ürünüydü. Zenginlik bilimsel üretimi, bilimde daha fazla zenginliği getiriyordu. Sürmekte olan sömürge döneminde, askeri gücün dünyayı boyun eğdirmek için kullanılması, Avrupa’da yarışı körükledi.” (Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesansı’nın Oluşumu, s. 247-249) “1800 yılında İngilizlerin 16’dan 100 topa kadar donatabildikleri savaş gemileri neredeyse 800 civarındaydı. (Mirza Ebu Talep Han, Oksidentalizm, Doğulu bir gezginin gözlemleri, s. 126) “Avrupa bugünkü seviyesine sömürgecilikle gelmiş, günümüzde de kendisi dışındaki tüm toplumları küçümsemektedir. Avrupa, zamanı, mekanı ve tarihin akışını, kendini merkeze alarak tanımlamıştır.” (Abdullah Metin, Oksidentalizm, İki Doğu İki Batı, s. 21-38) Kısaca; Batı, ekonomik kalkınmasını öncelikle Amerika’nın keşfinden sonra oluşturdukları sömürü düzenine bağlıdır ki, daha sonra elde ettiği bu ekonomik güç ile teknolojik atılımları gerçekleştirmişler ama bu atılımları da yine sömürülerinde bir araç olarak kullanmışlar ve Amerika’dan sonra Asya ve Afrika ve en son Orta Doğu ülkeleri işgal edilip, yeraltı ve yer üstü kaynakları yanında zihinleride işgal etmişler, bu sömürü çarkı korumak için teknolojik ilerleme adı altında, ekonomiden uzay teknolojisine, kültürden gıdaya sömürmeye devam etmişlerdir. Kısaca Batı için ilerleme, teknolojik gelişim sömürgecilik ile at başı gider ve hatta sömürgecilikteki bu paylaşım kavgası tüm dünyayı mahveden dünya savaşlarına da neden olur. Ve günümüzde de bu savaş görünür veya görünmez enstrümanlarla devam etmektedir.
Kısaca, “Mağlup bir medeniyet ekonomisi ve sosyal koşulları ile kınanamaz. Mağlubun halinin çok kötü olması galibin ahlaksızlığını gösterir. Bunun için Endülüs’ün Müslümanlar fethedildikten sonraki haliyle Hıristiyanlardan sonraki haline bakmak yeterlidir. Yahut Kudüs’ün Müslümanlar fethettikten sonraki haliyle Hıristiyanlardan sonraki haline bakabiliriz.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 43)
Ne yapmalı?
“Biz şu anda İslam’ı tam olarak yaşayan bir toplumda bulunmuyoruz. Tam olarak derken, İslam’ın hem ahlakını hem de hukukunu kastediyorum. Müslümanlar çok uzun zamandır bundan mahrum kaldılar. Başları ve ulül-emirleri yok. Ulül-emr yerine geçecek âlimler ittifakı da yok. Herkes başına buyruk hareket ediyor, en iyisini ben bilirim, benden başkası anlamaz düşüncesi âlimlerimizin çoğunda var. Yani önümüzde model bir İslam toplumu olmadığı gibi, her biri canlı İslam diyeceğimiz, görüldüklerinde Allah’ın hatırlanacağı, birlikte düşünebilen yeterli derecede âlimlerimiz de yok. Buna bağlı olarak bugün bizim yaşadığımız ortamlarda ve kültürlerde İslam’a ait diyebileceğimiz çok az şey var. İnsan, içinde yaşadığı gerçekliğe ve kültüre göre düşünmek zorundadır. Modern ya da popüler kültürlerde yaşayıp müslümanca düşünebilmek kolay değil. Cinsellikle ilgi ahkâmdan gıda rejimine kadar bizi kuşatan her şey şu anda bize yabancı. Modern kültür bizi vakum gibi evirip çevirip yutuyor, ya da fırlatıp hayatın dışına atıyor. Kendi içinde çok kolay olan din, günümüzde bu vakumdan kurtulabilmemizi de gerektirdiği için zorlaşıyor. Allah tasavvurumuzdaki değişme ve ahiret inancımızdaki belirsizleşme de bizim İslam’ın geriye kalan ahkâmını anlamamızı zorlaştıran sebeplerden oluyor.” (Faruk Beşer, Yeni Şafak, 02 Aralık 2016)
“Efendiler, sorumluluğu alakasız kişilere atıp sıyrılmanın peşini bırakın. Ulema bilim adamlarına ve teknokratlara âyetler okuyarak, hadisler okuyarak dünya bilim ve teknolojisinde daha güçlü olmak için çalışmanın farz olduğunu söylüyorlar. Din âlimi ve avam (halk) ne atom bombası, ne uçak, ne ince teknolojik icat ve buluşlar yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük dolgun maaşlar alan, titrleriyle çalım satan ama Batı’nın koşturduğu atların nallarını toplayan bir kısım yerli (sözde) bilim adamlarına ve teknokratlara aittir. ABD, İngiltere, İsrail, Fransa başta olmak üzere Batı, yıllarca Doğu’yu sömürdü, insanlarını kaçırıp köle yaptı, altın, elmas, petrol vb. servetlerini gasp edip ellerine İncil tutuşturdu. Sözde insan hakları sözleşmelerinden sonra zorlarına gitse de askeri işgale son verdiler ve sözde bağımsızlık lütfettiler, lakin bu defa da kukla yönetimlerle sömürüye devam ettiler, ediyorlar. Eğer bir yönetici onların yörüngesinden çıkmaya teşebbüs ederse onun işini bitiriyorlar. Yardımda, yurt ve yuvasızlara kapılarını açmada siyah ile beyazı, Müslüman olanla olmayanı ayırıyorlar, ayrımcılık yapıyorlar, Müslümanların ömürlerini alıp en zor ve pis işlerini gördürdükten sonra şimdi ülkelerinden atmak için çabalıyorlar, yabancı düşmanlığı yapıyorlar, uyduruk İslâm tehlikesini istismar ediyorlar. Dünya hayatını zahmetsiz yaşayabilmek için ortaya koydukları düzene din gibi uyuyorlar, ama bizim anladığımız manada ahlâk, din ve ibadette sınıfta kalmış bulunuyorlar.” (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, 08.05.2022)
Sonuç olarak, İslam ülkeleri gerçek anlamda özgür olsa, halkı ile barışık idareler başta olsa ve işgal, ambargo olmadan birkaç yıl ülke ayakta dursa ve sonra bu soru, “Neden geri Müslümanlar?” diye sorulsa, soruya biz de hak vereceğiz. Ama özellikle, ortalama 100 yıldır siyasi ve fikri işgal altındaki, İslam’ı bırakın yaşamayı, en basit bilgilerinden bile habersiz insanların hatalarından İslam’ı sorumlu tutmaya çalışmak, adalet, objektif, tarafsızlık ile asla açıklanamayacak bir yaklaşım tarzıdır. Hâlbuki Hz Muhammed çok daha kötü şartlarda olan Mekke toplumunu 23 senede dini-siyasi-fikri alanda inkılap gerçekleştirmiş ve yeni bir medeniyet kurmuştur. Bize düşen o ilk Müslümanların kendilerine kaynaklık eden ilkelere (Tevhid, adalet, emanet, ahlak, şura vd) dönmek ve onları prariğe aktarabilmektedir!
Konuyu tamamlayan ” Kuran ve bilim” ve ” Müslüman ilim öncüleri” adlı yazıları tavsiye ederiz.
batılı devletlerin medeniyetleri kan sömürü gözyaşı üzerine kurulmuş. peki islamiyet nasıl kuruldu, başından beri savaşla kılıçla (bedir, uhud, hendek ve sonrki binlercesi). edinilen savaşlardan toplanan ganimetler, zorla vergiye bağlanan, müslüman olursa zekata mecbur olan, müslüman olmazsada cizye vermeye zorlanan ve sömürülen ülkelerle islamiyet büyüdü,semirdi. buhara türklerini 300 sene boyunca akınlar düzenleyerek katleden emeviler, zorla müslüman yaptılar…maveraunnehirin iki yakası türk kellerlerinden köprü olmuştu. bütün yayılmacı devletler, kanla, kılıçla sömürüyle beslenmiştir. buna islamiyet de dahil.
CEVABIMIZ:
İnsan bilmeyebilir ama bilmediğini bilmesi de bir erdemdir!
Bir gayri müslim kadar objektif olamayanların bilgiçlik taslaması üzücü:
https://islamicevaplar.com/islam-kilic-zoru-ile-yayilmadi.html adlı adresi okuyuculara özellikle tavsiye ederiz.
Bedir, uhud, hendek savaşları ise kısaca http://islamicevaplar.com/islam-baris-dinidir.html ve http://islamicevaplar.com/turan-dursuna-cevaplar-2.html adreslerimizde ele alınmıştır. Bu savaşları başlatan taraf asla Müslümanlar olmamıştır. Müslümanlar daima savunmada kalmış, en sonunda müşrik saldırılarının bitmeyeceği anlaşılınca ve Hudeybiye anlaşması da onlar tarafından ihlal edilince Mekke bir iki istisna dışında kansız bir şekilde fethedilip bataklık kurutulmuştur.
Müslüman olanların vergi vermesi doğaldır, vergisiz hangi devlet vardır. Ayrıca bu Müslümanların iç meselesidir, sizi neden ilgilendirir. Müslüman olmak için kimse zorlanmaz- Kuran yasaklamıştır bunu- kendi isteği ile Müslüman olan ise zekatı kabullenip bu dine girer.
Cizye ise Müslüman olmayanlardan alınan vergidir ve bir bakıma zekatın diğer adıdır. Müslüman olanların mal-can-namus-akıl ve dinlerini korumaya karşılık – Detay islami emirler ve hümanizm adlı konuda – ayrıca vatandaşa yapılan diğer hizmetler ve askere alınma zorunluluğu bile yokken vb tüm hizmetlere karşılık tabii ki ülke vatandaşı ülkesine vergi verecektir. Galiba sizi adları fazla korkutmuş bunlar kısaca vergidir, telaşlanmaya gerek yok!
İslam asla sömürüye izin vermez. Hatta Osmanlı fethettiği ülkelere aldığı vergilerden çok hizmet götürdüğü* ( Osmanlı ile ilgili ek bilgi aşağıda ) için eleştirilir. İşe bakın, hizmet fazla olur eleştirilirsin, vergi çok olsa, sömürücü ilan edileceksin, kurtuluş yok; önyargıların dilinden!
Emevilerin zorla halkı Müslüman yapması yoktur aksine”yapmaması ” vardır ve tüm İslam tarihinde bu yüzden ‘eleştirilirler.’ Yani yukarıdaki gibi aynı yanlış mantık: Müslüman yapsa idiler ki aksine engel oldular; zorla yaptılar diyecektiniz ki diyorsunuz, zorla yapmamak için uğraştılar, kestiler diyorsunuz. Neyse niyet iyi olmayınca “önyargıları kırmak ” imkansız. Bu konuda kısaca http://islamicevaplar.com/turkler-hakkindaki-uydurma-hadisler-ve-turklerin-musluman-olmasi.html adlı yazımızda ele alındı.
yazdıklarınızdan İslam dostu olmadığınız belli, artık hıristiyan veya ateist… Bana kimliğinizi söylese idiniz size sömürüyü kimin yaptığını tarihi belgeleri ile açıklardır. Ama sömürü ve İslam kelimelerini yanyana kullandığınıza göre daha önce başka konuları ele almak gerekli, …
Aşağıdaki konuları bir inceleyin isterseniz, okur, hala sorunuz olursa adresimiz belli.
http://islamicevaplar.com/islami-emir-yasaklar-ve-humanizm.html
http://islamicevaplar.com/idealler-ve-tarihten-pratik-realiteler.html
http://islamicevaplar.com/islam-sevgi-toplumu.html
http://islamicevaplar.com/dogu-bati.html
* OSMANLI
22 Eylül 2003 tarihinde İstanbul Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirilen “Osmanlı Vizyonu ile Balkanlar’a Bakış” adlı konferansta konuşan eski Kültür Bakanı Agah Oktay Güner: “Başta Sultan Murad olmak üzere tüm Osmanlı padişahları bölgede bir hoşgörü medeniyeti kurdu. Osmanlı aldığı verginin iki katını harcayarak bölgede yatırım yaptı.”
Örneğin Osmanlı devletinin hakimiyeti altında bulunan avusturya’dan aldıgı vergi 3 milyon osmanlı altını iken aynı bölgeye yaptıgı yatırımın toplamı ise 11 milyon osmanlı altını değerindedir.
Osmanlı Hükümeti feth ettiği bölge halkına istimalet adı verilen bir uygulama ile yönetimleri altına almıştır. Bu uygulamanın asıl amacı feth edilen bölge halkının güvenini sağlamak ve ellerinde bulunan mülkleri ve dini inançlarını istedikleri şekilde kendilerine
bırakmakta yatmaktadır. Osmanlı devletinde hiçbir zaman bölge halkına zorlama yapılmamıştır. Böyle olunca da Osmanlılara karşı herhangi bir direniş söz konusu olmamıştır. Osmanlı devleti erken dönemlerde başlatmış olduğu bu fetih metodunu klasik dönemde de sürdürmüş ve büyük başarılar elde etmiştir. Zaten Osmanlıların balkanlarda tutunmasında en büyük etken uygulamış oldukları bu yöntem olmuştur. ( Halil İnalcık,” Ottoman Methods of conquest”, Studia Islamica,2, (1954), 103-129 )
Balkanlar’da dini ve feodal baskılardan bıkmış olan köylüler Osmanlı Devleti’nin merkeziyetçi sistemini ve uygulamış olduğu siyasi rahatlığı benimsemişlerdir. Balkanlar’da dini baskı Katolik kilisesinden gelmekteydi. Katolik kilisesi Ortodoks balkanlara karşı dini baskı yapıyor ve mezhep değiştirmelerini istiyordu. Böyle bir durumda Osmanlı Devleti Ortodoks kilisesini kendi kontrolü altına almış ve onu baskılardan kurtarmıştır. Bu adaletli sistem fetret dönemlerinde bile balkanların Osmanlı’ya bağlı kalmasında etken olmuştur. Mesela 1402’de Ankara savaşında yenilen Osmanlı orduları Anadolu üzerindeki hâkimiyetlerini geçici olarak kaybetmiş olsalar da Rumeli’deki bütünlüğü ve siyasi iktidar bütünlüğünü sağlamıştır.
“Bulgar Milleti kulları beşyüz seneden beri Osmanlı idaresi altında mesut olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin tecavüzünden muhafaza edilmiştir. Halbuki diğer memleketlerde yaşayan güçsüz ve fakirler, zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz kaldıkları gibi kendilerine her türlü haksız muamele de reva görülmüştür. Zira Osmanlı idaresi altında yaşayan kuvvetliler tarafından güçsüzlere hiçbir şekilde eziyet edilmemiş, güçlüler ve zayıflar devletin bahşettiği adalet ve hakkaniyetten aynı nisbette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit muamele edilmiştir.” (Başbakanlık Arşivi, Bulgaristan İdare Kataloğu, nr. 89, Prof. İsmet Miroğlu: Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları)
Florida Üniversitesi’nden Balkan tarihçisi Maria Todorova: “Osmanlı devleti 19. yy kadar uluslarüstü bir devletti. Balkanlar’da Osmanlı mirasını aramak anlamsızdır. Bizzat Balkanlar Osmanlı mirasıdır” (Osmanlı’nın Balkan mirası)
Eski Dışişleri Bakanlarından Hikmet Çetin: 1992 yılında Bosna-Hersek konusunda bir toplantı yapılıyordu. Türkiye de çağrıldı. Miloseviç, Karadziç hepsi oturuyorlardı. Benim yanımda Amerika Dışişleri Bakanı vardı. Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış. Bana dönerek ‘Siz bu felaket yerlerde 500 yıl nasıl kaldınız?’ dedi.”( İsmail Yediler, Osmanlı’nın yani İslam’ın, 22 Eylül 1994, Zaman Gazetesi)
Yunanlı yazar Michel de Grece: “Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü. Osmanlı Devleti dünya dengesini ayakta tutan bir güç olmuştu ve sevilsin ya da sevilmesin. Osmanlı’nın çöküşünden itibaren Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılar durmak bilmiyor.” ( Türkiye Gazetesi. 11 Ocak 1995; Tarih ve Medeniyet Dergisi, Şubat 44. İsmail Yediler )
Tunuslu Prof Dr. Abdülcelil Temimi: “Bugün Osmanlı’nın tabiî sınırları içerisinde mevcudiyetini sürdüren otuzu aşkın ülkenin, patlamaya hazır bomba olmaktan bir türlü kurtulamaması rağmen Osmanlı’nın buralarda asırlar süren boyunduruğun altına nasıl imza attığının sırrını; büyük bir hoşgörü harmonisi içerisinde, hâlen tartışması yapılan demokrasi, özgürlük, âdil yönetim gibi modern mefhumları doruk seviyede tatbik etme maharetine bağlamaktadır. Osmanlı’nın dışında, yeryüzünde gelmiş hiçbir imparatorluğun, bu mikyasta büyüklüğe sahip devletleri yönetmeye muvaffak olamadığını söylemektedir.” (Zaman, 5 Kasım 1994, s. 5 ) Bu sözler ne kadar da Çağdaş tarih felsefecisi Arnold Toynbee’in ,Tarih Üzerine Bir Etud adlı eserindeki ifadelerini andırmaktadır: “Eflatun’un ideal devletine en fazla yaklaşabilmiş sistem Osmanlı sistemidir” demektedir.
Devamı için ‘ İslam barış dinidir’ adlı yazımıza bakılabilir.
Orhan Gazi de, Bursa’nın fethinde Rumlara şehri niçin teslim ettiklerini sorduğunda şu cevabı almıştı:“Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini ve bizim devrimizin geçtiğini anladık. Babanızın İdaresine geçen köylülerin memnun kalıp bir daha aramadıklarını gördük ve biz de bu rahatlığa heves ettik.” Göynük ve Yenice tarafları fethedilip, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa yöre Hıristiyanlarına çok adaletli davrandığında ise, Yerli ahali ona şöyle şükranlarını sunmuştu: “Ne olaydı bunlar (Osmanlılar) bize daha önce bey olaydı!” (Aşıkpaşazâde, Tevarih-i Al-i Osman. İst. 1332, s. 30. 43) De la Croix’de bu konuda şunları söylemektedir: “Orhan Gazi’nin İznik fethinde şehir halkına gösterdiği müsamaha ve hepsine yaptığı güzel muamele onları çok memnun ettiğinden göç etmedikleri gibi, Türklerin himayesinde kalarak bahtiyar bir hayat geçirmeye karar vermişlerdi.” (De la Croix. Osmanlı Takvim-i Tevârihi, C. 1, s. 90-92 )
Bizans tarihçisi Dukas:” II. Murad düşmanına karşı babasından daha yumuşak davranırdı. Allah bilir ki, Murad halka karşı daima iyilikte bulunurdu. Bu iyiliğini yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil Hıristiyanlara da gösterir.” (Dukas, Bizans Tarihi, İst. 1956, s. 139)
“Gayrimüslimlerden alınan vergiler, hâkimiyet müddetince daima, kamu hizmetlerini ifâ etmek, güvenliklerini sağlamak için kullanılmıştır. Hizmetleri görülmez, güvenlikleri sağlanamazsa. Toplanan vergiler iade edilirdi. Nitekim, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra, Selanik elden çıkınca, orada ikamet eden gayri Müslimlere, o yıl için toplanan vergiler geri verilmiştir.” (Mehmed Niyazi, “Yedi Yüzüncü Yıl İçin”. Zaman Gazetesi. 9 Ocak 1997, s. 2)
Amerikalı Tarihçi W. McGowan da. Yaptığı araştırmalar sonucunda; Osmanlı idaresindeki Sırbistan’da nüfus başına düşen gıda mahsulünün, Avrupalı devletlerin sömürgelerindeki köylülerin elinde kalan gıda mahsulünden çok daha fazla olduğunu ortaya çıkarmıştır. (Bruce W. McGovvan, “Food Supply and Taxation on the Taxation on the Middle Danube 1568-1579”. Archivum Ottomanicum, I. s. 139-196, Niyazi, “Ciddi Yanlışlar”. Zaman Gazetesi, 19 Eylül 1996, s. 2)
Macaristan İlimler Akademisi üyesi olan Tarihçi Kaldy-Nagy tarafından ortaya çıkarılıp yayınlanan bir belgede belirtildiğine göre. Osmanlı Devleti, Macaristan’a hâkim olduğu devirlerde, 1558 ile 1560 yılları arasında halktan topladığı 6 milyon akçe vergiye mukabil; aynı dönemde. 23 milyon akçe tutarında yatırım yapmıştır. (Kaldy-Nagy. “The Cash Book of the Ottoman Treasury in Buda in the years 1558-1560”, Açta Orientalia Hungarica, XV. S. 173-182; Yavuz Bülent Bakiler, Üsküpten Kosovaya)
Kanuni’nin Macaristan’da heykelinin dikilmesi münasebetiyle, Macaristan’ın 1961-1965 yıllarında arasında Ankara Büyükelçisi olan İmren Czekman şu anlamlı değerlendirmeyi yapmıştır: “Osmanlı Devleti’nin, İslâm hoşgörüsü, milletleri kaynaştırmak suretiyle Balkanlarda 500 yıl devam etti. Her topluma kendi kültürünü üretme ve o kültüre göre yaşama serbestisini verdi.Dünya tarihinde ilk defa, Fethedilen bir ülke, Fethi yapan kişinin heykelini dikiyor. Bunun elbette derin bir anlamı vardır.” (Kemal H. Karpat, “Kossuth in Turkey: The Impact of Hungarian refugees in the Ottoman Empire. 1849-1851”. Yay. Haz. Jean-Louis Bacque-Grammont, İlber Ortaylı, Emeri von Donzel, CIEPO Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Uluslararası Komitesi VII. Sempozyumu Bildirileri. Peç: 7-11 Eylül 1986, Ank. 1994. TTK. Yay., s. 109. 113; , Süleyman Beyoğlu, “Kahraman Düşmanın Torunları”, Tarih ve Medeniyet Dergisi. Aralık 1997. Sayı: 45, s. 8-12; İsmet Bozdağ, “Zigetvar’da Şanlı Mazimizi Yaşadık”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Ekim 1994. Sayı: 8, s. 15-19; Selim Yıldız. Vilayetlerin Sultanlığından Faziletlerin Sultanlığına Osmanlı, İst. 2004, s. 194-195 )
“Şüphesiz Allah size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah size ne güzel öğüt veriyor.Doğrusu Allah işitendir, görendir.” (Nisa Suresi, 58)
Muhammed EHAD
NOT: Bu cevap eklentiler ile ve yeni bir başlıkla konu olarak sitemize eklenmiştir.
Teşekkür ederim! oldukça yararlı bilgiler