İslam barış, hoşgörü dinidir

1.178 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

   Tarihi süreç içinde örnekleri ile, ‘İslam’ın kılıç zoru ile yayılmadığını’ anlatan yazıyı da özellikle tavsiye ederiz!

İslâm kelimesi ‘s-l-m’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı olarak ‘Barış, esenlik, güven, huzur, kurtuluş, itaat ve teslimiyet’ (Bâkıllânî, et-Temhîd, s. 392; Mâtürîdî Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 394) anlamlarına gelmektedir. (Büşra Refas Türkmen,  İslâm Kelimesinin Semantik Analizi) Buna göre İslâm: barış ve huzur içinde yaşamak için Allah’ın kanunlarına (Kuranı Kerim’e) teslim olmak, demektir. (MEB, Dinî Terimler Sözlüğü, s. 17; T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 187-207) “İslam Allah’a teslim olmak yoluyla, barış ve huzura kavuşmak anlamına gelir. İslam medeniyetinin ‘ötekine’ karşı müsamahalı ve hoşgörülü bir tavır sergilediği tarihi bir gerçektir.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 25, 36)

“Lâikrahe fiddin: Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256); “Leküm dinikum veliyedin: Sizin dininiz size, bizim ki bize” (Kafirun, 6); “Ey İnananlar! Hep birden barışa girin.” (Bakara, 208); “Kuran’ı sıkıntı için değil, ancak almak isteyenlere bir öğüt olsun diye indirdik.” (Taha, 2; Sad,29; Kamer,32; İbrahim, 52); “Dileyen inansın, dileyen tanımasın.” (Kehf, 29);  “Kim yola gelirse sadece kendi için gelmiş olur. Kim de yolunu kaybederse sadece kendi aleyhine kaybeder. Hiç bir günahkar başkasının günahını çekmez. Biz de bir elçi gönderinceye kadar azab etmeyiz.” (İsrâ, 15) ilahi prensiplerini kendine önder kabul edip İslam’ı doğru anlayıp uygulayanların hakim olduğu her yerde barış ve huzur olmuş, İslamiyet’in olmadığı veya eksik, yanlış, hatalı uygulandığı her yerde de kan, gözyaşı, sömürü, huzursuzluk var olmuştur. Bu iddiaların şahidi tarihtir:

Pierre bayle, Osmanlı devletinin her türlü dini düşünceye gösterdiği hoşgörüyü Hıristiyanlara örnek olarak gösterir: Osmanlı zamanında İspanya Yahudilerini kabul etmiş, daha sonra Macaristan ve Transilvanya Kalvinistlerini, Silezya Protestanlarını, Rusya’nın eski dinine bağlı kazaklarını, kısaca Katolik veya Ortodoks baskısından kaçanların sığınağı haline gelmiş bir devlet olmuş idi. (Oryantalizmin kısa tarihi, Yücel Bulut, s. 74); “Avrupalılar hereticleri canlı canlı yakarak idam ederken, Kanunî Sultan Süleyman ülkesindeki Hıristiyanlara ve Yahudilere din, inanç, kimlik, kültür hürriyeti vermiştir.” (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 28.11.2012)

Doktor Jaafer İdris, İslam’ın diğer inanç türleri üzerindeki duruşunu şöyle özetler: “İslami olmayan inanç türlerine mensup topluluklar ile çatışmaksızın var olabilmek, Kuran’ın temel kuralıdır.” Kudüs başpapazı Theodosius, “Sarazenler (Müslümanlar) bize karşı çok iyi davranıyorlar.” demektedir. (Hamza Andreas Tzortzis, Hakikatin izinde, Din bilim Ateizm, s.  42); Lübnan’lı Hıristiyan yazar Amin Maalouf’un Ölümcül Kimlikler adlı kitabında şöyle demektedir: “Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yasamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya’daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler.”

Mısır ve Filistin’i gezen seyyah bir kesiş olan Bernard the Wise izlenimlerini şöyle aktarır: “Hıristiyanlar ve paganlar (Müslümanları kastediyor) arasında bir barış ortamı vardı. Başlarında bir bekçi olmadan mallarını ortada bırakıp başka işlerine gidebiliyorlardı.” (C. J. Walker, Islam and the West, s. 17); İspanya’daki barış ortamı için de Dozy şunları söyler: “Hıristiyanlar, Fransızlardansa Müslümanların idaresi altında olmayı tercih etmişlerdir.” (R. Dozy, A History os Muslims in Spain, s. 235) “İbrahimî dini mensuplarının bir arada yaşadığı Kudüs, Haçlı istilasına uğradığı yıllar hariç, yüzlerce yıl boyunca dini ve etnik çoğulculuğun, seyahatin, estetik duyarlılığı ve çok uluslu ticaretin merkezi haline gelmiş ve diğer İslam şehirlerine ilham kaynağı olmuştur. Haçlılar dönemi ve bugün devam eden İsrail işgali, Kudüs’ün tarihinde karanlık birer sayfadır.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 236-237) 

“Bedir Savaşı zaferle sonuçlandığı zaman, Müslümanlara önceden işkence edenler onların esiri olmuştu. Ama onlar intikam almak için bu durumu kullanmadılar. Peygamberimiz cesetlerin uzunluklarını kesmeyi yasakladı. Düşman askerlerin cesetleri, Müslümanlarla beraber defnedildi. Müslüman askerler kendi ekmeklerini esirlere vermiş, bineklerine bildirmişlerdi. Bazı esirler fidyesiz olarak evlerine gönderilmişti. Bu yaklaşım daha sonraki nesillere, asker ve idarecilere örnek olmuştur.” (Prof. Dr. Mehmet Paçacı, Şiddet karşısında İslam, Komisyon, DİB, s. 151); Armstrong, İslâm’ın bir savaş dini olmadığı, sadece savunma amaçlı savaşlara izin verildiği, Peygamberin şiddete başvuran bir kişi olmadığını, Batılıların onun (sav) yaşamına dengeli bir şekilde yaklaşması gerektiğini vurgular. (Karen Armstrong, Muhammad, 6-7, 125)

Fatih Sultan Mehmet Bosna’daki Latin papazlarına şu fermanı yayınlar: “Mezburlara (Ruhbanlara) ve kiliselerine kimse mâni ve müzâhim olmayıb…” Müslümanlardan bu kadar müsamaha ve inançlarına saygı gördükleri halde, devir değişip de kendilerini biraz daha güçlü hissetmelerinden sonra Haçlı ruhu ne yazık ki, Müslüman kanı akıtmaktan zevk almış bulunmaktadır. (Halil Halid, Hilal ve Haç Çekişmesi, s. 50, 51)

“Kilise, İslam’da olduğu gibi ‘isteyen kabul etsin isteyen inkar etsin’ deyip insanları serbest bırakmamış, kendi prensiplerini kabul etmek istemeyen insanlara şiddet uygulamış, itirazlarını hayatlarıyla ödetmiştir.” (Kerim Aytekin, Misyonerlere kanmayın, s. 146) İlk haçlı ordusu 1095’te harekete geçti, Kudüs’e kadar geldiler. Rene Rousset diyecektir ki: “Haçlılar Kudüs’te o kadar çok Müslüman öldürdüler ki, atların ayakları kan deryasına battıkça insan etleri duvarlara sıçrıyordu.” Meşhur Pierre Lermit, 1097 Antakya kuşatmasında; ‘tuzlayıp pişirerek Türklerin etini yiyebilirsiniz’ diyordu. Şeyhülislam Abdurrahman Efendi’nin 18 Haziran 1647 tarihli fetvasında ise şöyle diyordu; ‘Hıristiyan ahalinin ibadetleri engellendiği takdirde İslam ibadetinin engellenmesi halinde verilecek cezalar tatbik edilecektir.’ Tarihçi “Haçlılar, Kudüs’te ölen Müslümanların kanının ayak bileği hizasına çıktığını söylüyordu.” (G.E. Perry, The Middle East, s. 78) “Batılı tarihçi Rudolp of Caen şöyle yazıyordu: Askerlerimiz Ma’arra adlı şehirde putperest (Müslüman) yetişkinleri yemek kazanlarında kaynar su ile haşladılar, çocukları şişleri geçirip öldürdüler ve ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, the Crusades Through Arab Eyes, s.39)

Aynı tarihlerde Avrupa’da, mezhep savaşları yüzünden oluk oluk kan dökülmektedir. 1240’ta yüzlerce Protestanı yakan Wilhelm Arnaldi, 1866’da papa IX. Pius tarafından Azizliğe yükseltilmişti. Papa III. İnnocenz’in Güney Fransa’daki Katharer tarikatının yok etmekle görevlendirdiği kardinal Henri, Beziers’te ‘Herkesi öldürün, Tanrı imanlı ile imansızı kendi ayırsın.’ derdi. Protestan Calvincilerde İsviçre’de, ilahiyatçı Michel Servet’i yakıyordu. Tarihçi Preserved Simit’in dediği gibi ‘Protestanlarda ceza verme gücüne erişir erişmez, bu gücü kullandılar ve Avrupa tamamen mezarlığa dönüştü.’ Papaz Bleda bir defasında savaş ortamından kaçıp yollara dökülen 140.000 Endülüs’lü Müslüman’dan 100 bininin öldürüldüğünü yazar. 700 yıl boyunca tek bir Hıristiyan ya da Yahudi zorla Müslüman yapılmadığı halde, Müslümanlar kılıç zoruyla vaftiz edildiler, zorla Hıristiyan yapıldılar. Montgomery Watt: “Endülüs’te Müslümanların kültürel üstünlüğü karşısında ezilen ve çoğu rahiplerden oluşan oryantalistler, kendi halklarına her şeye rağmen Hıristiyanlığın üstün olduğunu gösterebilmek için İslam imajını çarpıttılar.” der. (Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 17-18, 20)

Kapitalizm, servetlerin sermaye sahiplerinin elinde toplamasına yol açtı. Kapitalistler, sermayenin faizini kendisine mal ettiler. Kapitalizm üretimi ona uygun tüketim için değil, kazanmak için yapar. Bu yüzden senelerin geçmesi ile mallar birikir, kapitalist devletler imalatlarını sarf etmek için yeni pazarlar ararlar, böylece sömürgecilik ve onu takip eden hammadde kaynakları ve pazarları etrafında boğuşmalar ve didişmeler doğar. Nihayet bu durum yıkıcı ve parçalayıcı harplerle sona erer. Kapitalizm istismarcılığa, sömürüye ve harplere götürür. İslam bir grubun elinde malların toplanması izin vermez. “Servetlerin, içinizden sadece zenginler arasında el değiştiren bir şey olmamasını” (Haşr 9) ister. (Prof. Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 107, 111, 115 )  

Yer Mekke: Mekke’ye Ehli küfür, şirk, gayri İslami bir dünya görüşü hâkimken, yönetim İslam olmayanların elinde iken Mekke’de kadını mmetalaştırma, içki içme, putlara tapma, halkın inançlarını sömürme, kan davası, asabiyet (ırkçılık) vd. hakim idi.  Bunlara karşı olan İslam bir din olarak ortaya çıkınca, menfaat çarklarının bozulacağını anlayan, sömürülerinin son bulmasından endişe duyan yöneticiler, Müslümanlara işkenceye, baskıya başlarlar.   Önce Müslümanlar dövülür, hakarete maruz kalır, hapsedilir. Zamanla can-mal güvenlikleri kalmaz. Aç-susuz, yıllarca toplu olarak bir arada yaşamaya mecbur edilirler. İçlerinden şehit edilenler olur. Öyle ki artık Müslümanlar mal, mülk, anılarını geride bırakıp Mekke’yi terk etmeye zorlanırlar. Aile ve akrabalarından, her türlü mallarından, çocukluk, gençlik anılarından uzaklaşıp, parasız, maddi hiçbir destekleri olmaksızın, sadece inançları için bir bilinmeyene doğru yolculuğa çıkarlar. Hicret edilen yer Medine. Yeni bir mekan, yeni bir çevre, yeni şartlar ve hayata sıfırdan, yeniden başlanır. Ama zorluklar bu kadarla da sınırlı değildir: Mekke’li müşrikler Müslümanların geride bıraktıkları malları satmak için bir ticaret kafilesi kurarlar. Müslümanlar buna engel olmak isteyince Bedir savaşı olur, sayıca-silahça az olmalarına sonuçta savaşı kazanırlar. Bedir savaşı, kervan kurtarıldığı halde Ebu Cehil’in baskısıyla savaş kararı verilince gerçekleşmiştir. Halbuki Hz Muhammed’in savaşı önlemek amacı ile müşriklere elçi olarak gönderilmişti. Zaten Watt, savaşın nedeni olarak Ebu Cehil’deki ‘bir defada ve kesin biçimde Hz Muhammed’den kurtulma arzusuna’ vurgu yapar. (M. G. Watt, Muhamad at Mecca, s. 11) Hartmut Bobzin’de savaş için neden kalmadığı halde savaşta ısrar eden Ebu Cehil’e dikkat çeker. (Bobzin, Muhammed, s. 100) Sonra Uhud savaşı olur. Bedir’in intikamını almak için savaşı başlatan taraf yine müşriklerdir. Nöldeke, Paret, Watt ve Grimme gibi birçok oryantalistte savaş nedeni olarak Mekke’li müşriklerin ‘öç alma, intikam duygularına’ dikkat çekerler. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 265, 266, 268, 269) Hiç bir şekilde başarıya ulaşamayan müşrikler Medine’yi kuşatıp (Hendek Savaşı) İslam’ı yok etmeye çalışırlar.  Mekke’deki şrirk bataklığı kurumadıkça müşriklerin saldırılarını önlemek imkansız hale gelmiştir. Hz. Resul Mekke’ye sefere çıkar ve Mekke’yi ssavaşmadan fetheder. Tüm müşrikler Hz. Resul’ün mübarek ağzından çıkacak sözlere göre muamele göreceklerdir. Daha 10 yıl önce korkutma, sindirme, iftira, öldürme, açlık ile yıldırılamayan bir hareketin lideri, karşısındaki yenik müşrik topluluğuna bir konuşma yapar ve en son olarak onlara şunu sorar: “Siz benden ne gibi bir davranış bekliyorsunuz?” Mekke’li müşrikler; “Biz seni adil biri olarak tanıdık ve senden ancak adalet bekliyoruz” derler. Hz. Resul, zalim olan bu topluluğa: “Ben de size Yûsuf’un kardeşlerine söylediği gibi, “Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok.” (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” (İbn Hişâm, 4/54; İbnü’l-Esîr, 2/252; Zâdü’l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341, Köksal, XV/288-289)  buyurur ve böylece rahmet peygamberi olduğunu bir kere daha ispat eder. “Sir William Muir: Peygamber, bir Fatih olarak Mekke’ye girdi, şehre hoşgörü ve cömertlikle muamele etti.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 321)
Benzer soruyu Malazgirt savaşını kazanan Alparslan’da Romen Diyojen’e sorar: Nasıl bir davranış bekliyorsun? Diyojen ihtimalleri sıralar: Öldürülmem, zincire vurulup gezdirilmem veya az bir ihtimal bağışlanmam! Alparslan “Sizi serbest bırakacağım” der. (İbnü’l Esir, cilt 10, s. 72-73) Sınıra kadar da ona eşlik eden 2 komutan ve 100 askeri ile güven içinde ülkesine gönderir!

Yer Kudüs: Haçlı seferleri başlamıştır. Avrupa’dan yola çıkan ve hapishaneden çıkartılmış, hırsız, katillerden oluşturulan ordu Kudüs’ü işgal eder. Ve dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Şehirdeki tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle “buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürürler, erkek veya kadın, hepsini katlettiler.” (Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, s. 91; Karen Armstrong, Holy War, MacMillan, s. 30-31) Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti “övünerek” şöyle anlatır: Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları – ki bunlar en merhametlileriydi – düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu. (August C. Krey, The First Crusade, The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, s. 261; S. F. Mahmud, İslam tarihi, s.198) Peki Müslümanlar Kudüs’ü fethethettiklerinde nasıl davranırlar ve bu davranışlarının altında yatan ‘temel etken’ nedir? İslam orduları Kudüs’ü fethetmişlerdir. İslam ordusu komutanı, Halife (Hz. Resul’den sonraki İslam devletinin lideri) Hz. Ömer’e haber gönderir. “Kudüs fethedildi, anlaşma gereği şehir size teslim edilecektir, buyurun gelin.”İsmi adaletle özdeşleşmiş olan bu yüce insan, bir devlet başkanı, yeni bir şehri fetheden orduların lideri olarak özel korumalarla, süslü elbiselerle kibir ile şehre girmez. Bir deve ve bir hizmetçi ile yola çıkar. Deveye sıra ile binilmekte, yürüyen kişi deveyi ve yularını tutmaktadır. Nöbetleşe binilerek Kudüs’e yaklaşılır. Deveye binme sırası hizmetçiye gelmiştir. Hizmetçi, “Ben sıramdan vazgeçtim, buyurur siz binin.” der. Fakat Hz. Ömer bunu kabul etmez ve hizmetçisini deveye bindirir. Yeni fethedilen şehrin ahalisi ve İslam ordusu yaklaşmakta olanları seyretmektedir: Hizmetçi deveye binmiş, devlet Başkanı Hz. Ömer devenin yularını tutmuş şehre doğru yaklaşmaktadır. Çevresinde ne muhafız alayı ve ne süslü elbiseleriyle yardımcıları. Karşılarında sadece adil bir lider vardır; Hz. Ömer. Halife Ömer şehre bu şekilde girer. (İbnü’l-Esir, II/457-460) Hz. Ömer Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’ne gittiğinde, öğle namazı vakti gelmiştir.  Kudüs patriği: “Buyurun kilisemiz de namaz kılın.” der. Hz. Ömer ibretlik ve ince düşüncenin mahsulü bir cevap verir: “Ben kilise de namaz kılarsam, Müslümanlar benim burada namaz kıldığımı duyarlar ve burayı cami yaparlar. Halbuki biz, fethettiğimiz yerlerdeki insanların inançlarına karışmadığımız gibi onların ibadethanelerine zarar da vermeyiz.” (Radi Dikici, Bizans İmparatorluğu Tarihi, s. 172; Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 83)  Daha sonra Hz. Ömer Kudüs’e cami yaptırır. (Karen Armstrong, Holy War, MacMillan, s. 30-31) Sonra tüm gayrimüslimleri serbest, ibadetlerinde hür bırakan Emanname’yi  (636) yayınlar: “Bu sözleşme, müminlerin emiri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İliya halkına verilen bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır. Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar gelmeyecek ve yurtlarına Yahudiler iskân olunmayacaktır.” Haçlıların işgalindeki Kudüs ve İslam ordularının fethettiği (barış ve huzura açtığı) Kudüs arasındaki fark ortadadır. Zaten bu nedenledir ki, “Haçlı Seferleri sırasında doğulu Arap ve Hıristiyanlar ile Yahudiler Müslümanların yanında yer almış ve Müslümanların elinden zulüm gören ve Roma-Papa idaresini arzulayan bir doğu Hıristiyan cemaati, hiçbir zaman var olmamıştır.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 76) 2 Ekim 1187’de Selahaddin ve ordusu Kudüs’e fethettiklerinde ise; (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı. Kuran’da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiç bir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu. Kuran’da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiç bir fidye almadan serbest bıraktı. Selahaddin’in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini -acınacak durumda olduklarını gördüğü için- karşılıksız olarak serbest bıraktı. Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti. (Karen Armstrong, Holy War, s. 185 )

Gai Eaton tarafından yazılan, ‘İslam ve İnsanlığın Kaderi’ adlı eserden alıntılayacağımız bu kısa bölüm gerek ateist gerek oryantalistlerin anlamamakta ısrar ettiği birçok gerçeği açıkça ifade etmektedir: “İslam’ın yayılışı son derece şaşırtıcı bir hızla gerçekleşmiştir ve daha da şaşırtıcı şey, hiçbir yerin surlarının kanla boyanmış olmaması, hiç bir savaş meydanının cesetlerle dolup taşmış olmamasıdır. (s. 36)  Müslümanlar doğulu Hıristiyanları, Hıristiyan dindaşlarının ellerinden işkence görmekten kurtarmışlardır. (s. 86)   Hz Muhammed, içinde doğmuş olduğu ve çok sevdiği şehirden ayrılmak zorunda bırakılmış, daha sonra muzaffer olarak geri döndüğünde, insanlık tarihinde bir eşine daha rastlanmayan bir merhamet örneği ortaya koymuştur. (s. 127)  Peygamberin kumandasındaki güçler şimdi en büyük sınavlarının veriyorlardı, zira öcünü alacak çok şey yaşamışlardı.  Muhammed  Mekke’ye girmiş ve derhal genel bir af ilan etmiştir.  O, yıkmaya değil ıslaha gelmişti ve tekrar asil bir halk doğmuştu. Bu merhametli davranışın sayılamayacak kadar çok tarihi sonuçları olmuştur. Takip eden yüzyıllarda hiçbir fetihçi Müslüman komutan, mahvolma pahasına merhametli davranmak zorunda olduğunun bilincinde olmadan, herhangi bir toprak ya da şehre girmemişti ve bu bu örnekten hoşgörüyü öğrenmiş bulunan insanlar arasında sayısız insan Müslümanlığa geçmiştir.” (s. 240-241) Peki Hıristiyanlar ne yapmıştı, yine ünlü bir batılı yazardan alıntı ile cevaplayalım: “Hz Ömer Kudüs’ü 636’da, Selahattin Eyyubi, 1187’de aldığında gösterdiği hoşgörüye karşılık bu iki tarih arasında, Rum imparatoru Nicephore 965’te Tarsus’u işgal ettiğinde, bütün camileri yıktırmış, Kuran’ları yaktırmıştı. Sicilya’nın Normanlar tarafından işgali (1060- 1091) ve aradan geçen zaman adadaki İslam izlerini giderek sildi. Kont Roger, harikulade bir zevk ve sanatla inşa edilmiş olan Müslüman şehir ve saraylarını yerle bir etmekle iftihar ediyordu.” (Durant, s. Will Durant,  İslam Medeniyeti, s. 76, 86)

Yer İspanya (Endülüs): Haçlı Avrupa devletleri İspanya’da bulunan Endülüs Emevi İslam ülkesine saldırırlar. Üç tarafı da deniz ile çevrili ülkede Hıristiyanlar işgal ettikleri yerleri yakıp yıkarlar. Akdeniz’den gemilerle Afrika’ya veya Osmanlıya kaçıp sığınan kurtulur, geri kalan tüm Müslümanlardan ve Yahudilerden dinlerini değiştirmeli istenir ve kabul etmeyenler Avrupalı barbarlarca katledilir. (Gustave le Bon, Civilasition des Arabes, s. 129, 160; Feridun Bilgin, Gırnata’nın işgali sonrasında Endülüs’teki Müslümanların asimilasyonu; Mahmut Yaşar, Bir etnik kıyım hikâyesi: Moriskolar, Mecra, 03 Haziran 2022) “1492 yılında son İslam beldesi de işgal edilince, Endülüs’te yaşayan Müslümanlar üç tercihle karşı karşıya bırakılmıştır: Hicret, cebren Hıristiyanlığa geçme veya ölüm. 1609 yılına gelindiğinde İspanyol kardinal bütün Moriskoların  (Endülüslü Müslümanların) şüpheli bir grup olarak, öldürülmesi yahut İspanya’dan sürülmesi için fetva verir.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 97, 101) “İspanya kralı “Müslümanları ne yapalım, onlarla beraber yaşamamızda bir sakınca var mıdır ?” diye papazlara sormuştu. Papazların cevabının ‘Biz Hıristiyan’ız, onlar ise Müslüman’dır. Biz Muhammedilere düşmanız. Onların bizim aramızda durması hatadır. Onlardan kim Hıristiyan olursa ne güzeldir. Hıristiyan olmayanı ateşte yakarım dersin ve dönmeyeni yakarsın.’ olması üzerine Kral, bir emir çıkararak ne kadar kız, oğlan Müslüman çocuğu varsa kiliselere taksim edilerek İncil öğretilmesini, büyüklerden de Hıristiyan olmayanların yakılacağını emreder. Kralın bu fermanını öğrenen Müslüman halk : “Biz oğlumuzu, kızımızı vermeyiz. Müslüman olarak birimiz kalıncaya kadar cenk ederiz. Ölenimiz şehit, kalanımız gazi olur” (Barbaros Hayrettin Paşa Hatıraları, II/96-97, 1001 Temel Eser) diyerek boyun eğmezler. Fakat daha sonra kilise-kral işbirliği sonunda İspanya’da bir tek Müslüman kalmaz. Halbuki Emevi Müslümanları İspanya’yı fethettiklerinde ülke baştan sona bir ilim- kültür merkezi haline getirilmişti.  (Nil Ünsal, Kont Lucanor, s. 53-54) Avrupa’dan öğrenciler Endülüs’e ilim tahsiline gelirlerdi. Mesela Avrupa’nın profesörlerinin Kurtuba’da imtihan edilirlerdi.” (Otto Spies, “Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri”, Ate Dergisi, Ankara 1974, s. 6) Avrupa ülke krallarının saray kütüphanelerinde var olan kitap sayılarının çok daha fazlası bir Müslüman âlimin mütevazı evinde bulunmakta idi. Haçlı işgalinde (her zaman olduğu gibi) kan ve ölüm ülkesi olan İspanya, İslam fütuhatında ise ilim, kültür merkezi olmuştu. Yer aynı ama kıstas, prensip, fikir, hareket noktası, örnek alınan lider farkı sonuçları da farklı kılıyordu. Hoşgörü ve toleransa bir başka örnekte şudur: Endülüs devleti başkenti Kurtuba’da, I. Abdurrahman bir katedralin alınması için yüz bin dinar (Beş milyon mark) öder. Hiçbir engel yok iken bir mabedi yıkıp başka bir mabed yapmak yerine yapılan bu jest gibi ünlü fatih Tarık b. Ziyad’ta Aziz Vinzens katedralini zamanında tamir ettirmişti. (Dr. Sigrid Hunke, Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi, s. 371)   

“Kazananlar, yenilenlere büyük yumuşaklık gösterdiler. Sadece kendilerine şiddetle karşı koyanların topraklarını vergilendirdiler, diğerlerine dokunmadılar; vergileri Vizigot krallarının koyduğu vergiden daha yüksek tutmadılar ve İspanya’ya o zamana kadar görülmemiş bir din serbestliği getirdiler.” (Durant, s. 188)  İspanya, hiç bir devirde, Müslüman fatihlerin zamanında olduğundan daha sirayetli, daha adaletli ve daha güzel yönetilmemiştir. Gelirler vergiden değil ticaretten elde edilirdi. Zengin ailelerin arazileri köylülere dağıtılır. (s. 199) Müslüman olmayanların diledikleri dini itikada sahip olmaları serbestti. Vizigotlar tarafından haşin bir şekilde kovulan Yahudiler Müslüman fatihlerle birlikte barış içinde yaşadılar ve servet ve kültür sahibi oldular. Müslümanlar İspanya’yı Avrupa’nın en medeni ülkesi haline getirdiler. (s. 202) Gece 10 kilometre uzunluğundaki aydınlatılan yolda yürümek mümkündü. (s. 204)   

“Orta çağlarda Avrupalı Yahudiler büyük zulümlere maruz kalırken, Müslüman idaresinde önemli bir Yahudi entelektüel geleneği gelişmişti.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 225) 

“İspanya’da Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler uzun yıllar boyunca yan yana yaşamışlardır.” (Jack Goody, Avrupa’da İslam Damgası, s. 114)  “Müslümanların Kudüs’e gelen Hıristiyan hacılara karşı hoşgörülü davranmışlardır. Gırnata 1492 yılında Hıristiyanlar tarafından alınınca Müslümanlar din değiştirmeye zorlanmıştır. Sonraları toprakları ellerinden alınmış, Arapça konuşmaları yasaklanmış, gelenek ve görenekleri engellenmiş, mezarları kapatılmış, hatta hamamlarını kullanmalarına engel olunmuş, domuz eti yasağına riayet etmelerine ve kuskus yemeklerine de yasak getirilmiştir. Tüm moriskolar (Müslümanlar) 1609 yılında ülkeden atılmıştır.” (Jack Goody, Avrupa’da İslam Damgası, s. 54, 56-58)

“Katolik kilisesi, Ortodoksları ve ileriki zamanlarda Protestanları katlederken, “vahşi siyah yüzlü, eğri kılıçlı, çöl yabanisi, tarlaları ezen, kasabaları ortadan silen” şeklinde gösterilen Araplar ise, sekiz yüz yıl boyunca ispanyada hüküm sürdürdükleri halde Hıristiyanlığı bu ülkede silmemişlerdir.  Her sınıftan halka refahı ulaştırmışlar, bilim, kültür, sanat alanlarında batının çok üstüne çıkmışlardır. Endülüs İslam devleti, ticaretten bilim tekniğe, sağlık ve hijyenden devlet organizasyon ve sanata birçok alanda batıyı etkilemiş ve batının bu alanlarda gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır.”  (Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, s. 459-461)

Yer İstanbul: Haçlı seferlerinin 4. yapılmaktadır. Avrupa’dan gelen (Katolik) haçlılar Avrupa’dan gelip İstanbul’u işgal eden Katolik haçlılar, Ortodoksların şehri İstanbul’da kiliseleri yağmalamaya, Hıristiyanları katletmeye başlarlar, hırsızlığa, tecavüze başlarlar. Salahaddin Eyyûbi’nin Kudüs’ü zabtı esnasında Müslümanların Batılılara merhamet ettiklerini, kadınlarının peşlerinden koşmadıklarını, İsa’nın mezarını kirletmediklerini belirten Niketas, İsa’nın düşmanı olarak gördüğü Müslümanların Kudüs’ten ayrılan Hristiyanlara serbestçe gitme izni verdiğini, can ve mallarına dokunmadıklarını, kılıç çekmeden, aç bırakmadan, yangın çıkarmadan ve eziyet etmeden merhametli davrandıklarını da ekler. (Khoniates Niketas, İstanbul’un Haçlılar Tarafından Zaptı, s. 110, 152; Geofroi de Villehardouin, Konstantinopolis’te Haçlılar, s. 64) Steven Runciman “tarihte İstanbul’daki yağmanın örneği yoktur” der. (Erhan Afyoncu, Sabah, 27.05.2018, Haclıların yıktığı İstanbul’u fatih yeniden imar etti.) “Şehrin yağmalanmasına bizzat şahit olan Bizanslı tarihçi Niketas şu cümleleri sarfediyordu: “Hıristiyan topraklarında kan dökmeden geçip gideceklerine, sadece Müslümanlar’ın üzerine yürüyeceklerine yemin edenler İstanbul’da katliamın en dehşetlisini yaptılar. Haçı omuzlarında taşıdıkları sürece evlenmeyeceklerine yemin edenler kendilerini Tanrı’ya adayan rahibelerimize tecavüz ettiler. Kudüs’teki Kutsal Mezar’ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler”. Bizans’ın en büyük mabedi olan Ayasofya’yı yağmalamak amacıyla kiliseye atlarıyla giren Haçlılar, beraberlerinde getirdikleri katırlara kilisenin değerli eşyalarını yüklediler. Tarihçi Niketas’ın en içerlediği sahne bir fahişenin patriğin vaaz verdiği kürsüye oturarak açık saçık dans edip şarkılar söylemesi olmuştu. İstanbul’un işgali sonrasında servetlerini sakladıkları gerekçesiyle pek çok Bizanslı’ya işkence edildi. Haçlıların asilleri, saraylarda ve kiliselerde bulunan en değerli eşyaları kendilerine ayırırken, askerlere hamam tasları, bakır çanaklar gibi basit eşyaları bırakıyorlardı. Yağmalanan bu eşyaların büyük bir kısmı İtalya ve Fransa gibi ülkelerde dindarlara fahiş fiyatlarla satıldı” (Erhan Afyoncu, Sabah, 12.06.2016) 

Bu Latin Katolik devleti 57 yıl ayakta kalır daha sonra Ortodokslar tarafından yeniden geri alınır. Ve yıl 1453. Fatih Sultan Mehmet on binlerce şehit vererek İstanbul’u fetheder. On binlercesi okla, kızgın yağla, taşla, işkence ile şehit edilmesi pahasına Müslümanlarca fethedilebilen İstanbul’a Fatih S. Mehmet girerken, Hıristiyan kızlar ona çiçekler sunmaktadırlar. Fatih Sultan Mehmet kendi dindaşlarının yaptıklarını İstanbul’lu Ortodokslara reva görmez. İstanbul’un fethinden sonra “Haşmetle şehre giren ve doğru Ayasofya’ya giden genç hükümdarı, burada toplanmış olan halk ve papazlar karşılarında gördükleri vakit ağlayarak yerlere kapandılar. Padişah onlara sükût etmelerini söyledikten sonra Patrik’e: “Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” dedi” (Dr. Selahattin Tansel Osmanlı Kaynaklarına göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri  Faaliyetleri, s. 103) “Fatih Sultan Mehmet, Rum patriğine verdiği hak ve imtiyazları aynen Ermeni patrikliğine de lutfeder.” (Veysel Eroğlu, Ermeni Mezalimi, s. 29-30) Herkesi, tıpkı peygamberi ve rehberi Hz. Resul gibi fethedilen tüm gayri müslim beldeleri gibi, din, ibadetlerinde özgür bırakır. (Feridun Emecen, “İstanbul (istanbul’un Fethi)”, DİA, XXIII, 218; Yeorgios Francis, Şehir Düştü, s. 105, 107, 109; Ayrıca bk. Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, s. 106-107) Ayrıca dikkat çekicidir ki, fetihten sonra Batı’ya kaçan ve orada barınamayıp sefalete düşen bazı Rum büyükleri tekrar İstanbul’a dönmüşlerdir. 1464-1472 tarihlerinde Rum bilginlerine Fâtih’in sarayında özel bir ilgi gösterildiği bilinmektedir. (Halil İnalcık, “II. Mehmed”, DİA, XXIIX/395-407) Aynı özgürlük Yahudilere de tanınır. (Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, s. 35-36) Bu hoşgörü Osmanlı tarihi boyunca devam eder. Gibbons’un şu tespiti oldukça manidardır: “Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve Engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar idareleri altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı.” (Ziya Kazıcı, “Osmanlı Devleti’nde Dinî Hoşgörü”, Kültürlerarası Diyalog Sempozyumu, İstanbul 1998, s. 111) J.J.Rousseau, Emile adlı eserinde Türk müsamahakârlığını şöyle ifade etmiştir: “Türkler dinleri icabı kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakâr ve misafirperverdirler.”  Will Durant Müslümanlardaki bu hoşgörü nedeni ile “Bizanslı tarihçiler, Hıristiyan cemaatinin Bizanslı idarecilerin yerini alması için Selçukluları davet ettiğini yazar.” demektedir. (Durant, İslam Medeniyeti, s. 222) 

Peki, tam bu tarihlerde Papalık doktoru, botanikçi ve Accademia dei Lincei üyesi Viyana Piskoposu Johann Faber/Fabri bakın Müslümanları Avrupa’da nasıl anlatmaktadır: ”Dünyada yaş ve cinsiyet ayrımı yapmadan çocuk yaşlı herkesi kesen, hatta ana rahmindeki bebeği bile katleden Türkler kadar acımasız ve kaba bir ırk yoktur” (Turkey, Sweden and the EU Experiences and Expectations”, Report by the Swedish Institute for European Policy Studies, Nisan 2006, s. 6) Bu yaklaşım tarzının örneklerini ‘Oryantalizm yanılgısı’ adlı yazımızda bol miktarda görebilirsiniz.

      

islambaris-dinidir-1-1

 

 

bulgar-tarihci-osmanli-1

Yer Bosna: 1990’lı yıllar. Yugoslavya devleti yıkılmış, üçe ayrılan devletin Hıristiyan olan Sırp ve Hırvat tarafları hem birbirleri ile ama her ikisi birden Müslüman olan Bosnalılarla savaşa başlar. Yıllarca yan yana yaşadıkları Müslümanlara hoşgörü, acımak yoktur. İnsan (Hıristiyan) hakları beşiği Avrupa’nın ortasında 4 yıl bir halk topluca işkenceye tabi tutulur. Avrupa’nın ortasında namus kavramını kutsal sayan Müslümanlara, planlı bir şekilde saldırılar yapılır. 3 yaşından 70 yaşına tek çocuk, kız, kadın, nineye tecavüz edilir. Erkekler boğazlanarak, kırık cam şişeleri ile bedenleri, sert cisimlerle başları parçalanarak öldürülür, çocuklar canlı canlı doğranır. “Etnik temizlik denilen sorun, dini bir farklılığa dayanmaktadır. Söz konusu sorunlar pek de ‘etnik’ değildir. ‘Etnik’ kavrama çoğu zaman gerçek nedeni örten bir işlev görmektedir. Yugoslavya’daki, Kıbrıs’taki çatışmalar esas itibarıyla bir sınıf çatışması değildir, her iki bölgedeki ayrılığın asıl nedeni dîni idi. (Jack Goody, Avrupa’da İslam Damgası, s. 162, 164) Osmanlılar ise, Yugoslavya’da 400 yıl hakimiyet sürmüşlerdi. İslami yönetimde geçen yüzyıllar boyunca Hırvat ve Sırplar dinlerinden dönmeye zorlanmazlar. Özgürlük-hoşgörü sınırları çerçevesinde barış içinde dinlerini yaşarlar. Bosnalılar kendi istekleri ile Müslüman olmuşlardı. İstenirse planlı bir çalışma ile 20-30 senede tüm Balkan devletleri zorla Müslüman yapılabilecekken – İslam dini zorla Müslüman yapılmasına karşı olduğu için – tüm dinler bir arada, zorlama olmadan barış içinde yüzlerce yıl bir arada yaşarlar. Yüzyıllarca İslam hâkimiyetinde barış içinde yaşamış Hıristiyan toplumlar Osmanlının yıkılması ile 1900’lü yıllarda ve Yugoslavya’nın baskıcı rejimin çökmesi üzerine 1990’li yıllarda tek taraflı olarak Müslümanlara karşı savaş, işkence ve zulme başlarlar. Sırplar 300 sene Osmanlı idaresinde yönetilmişlerdi. Günümüzde Sırpça hala bir dil olarak kullanılmaya devam etmektedir. Peki ya İspanyollar Sırbistan’ı işgal etse idi acaba sonuç aynı olur mu idi? Emin olun şimdi Sırplar İspanyolca konuşur ve mezhepleri de Katoliklik olurdu. Günümüzde Brezilya’da yerli halkın dili kaybolmuştur. Çünkü oraları İspanyollar keşfetmişti (!) Günümüzde dünyada 29 ülkede resmi dil Fransızca, 22 ülkede İspanyolcadır. İngilizceye girmiyoruz bile. Ve bir de bize insanlık, insan hakları dersi vermeye çalışanların tarihine bakın…

“Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de, Müslüman mezalimine duçar olan Osmanlı memleketlerinin Hıristiyan kavimleri (Bulgar ve Ermeniler) namına kıyameti koparan o merhametli insan sever Hollandalılar, Müslümanlara reva gördükleri zülme hiç de seslerini çıkarmamaktadırlar. Ya Rabbi, medeniyet ve insaniyet hizmetçisi olmak üzere meydana çıkıp söz söyleyen bu adamlar ne kadar da sahtekar mahluklar imiş! Avrupa toprağında, Müslümanlığa daima insaf ve şefkat duygularından yoksun bir şekilde muamele ede gelmiştir. Hıristiyan aleminin işlediği barbarlıklara, medeniyet ıslahatları ve insanlık hizmetleri adları takılıyor! Avrupa Hıristiyanlığının nüfuzu altında İslam’a mensup kavimlerin, Avrupa tarafından bir insani kardeşlik muamelesiyle muamele edilmeleri ihtimali yoktur.” (Halil Halid, Hilal ve Haç Çekişmesi, s. 282, 283)

Günümüzden ve batılı araştırmacılardan, kaynağını İslam’dan alan Osmanlı hoşgörüsü ile ilgili birkaç anektot ile konuya devam edelim.

“Emeviler, Zımmilere (Başka dinden olanlara) Günümüz Hıristiyan dünyasında bile az olarak görülen bir hoşgörü gösterdiler. Zımmıler yılda 4.75 veya 19 dolar arası vergi veriyor buna karşılık her türlü korumaya sahiptiler. Müslümanların verdiği yüzde iki buçuk vergiden de muaftılar. Rahip, kadın, çocuk, köle, yaşlı, kör ve fakirler de bu vergiden muaftı. (Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 55) Ortadoğulu Yahudiler, Müslümanları kurtarıcı gibi karşıladı. Halife Me’mun zamanında (813-833) İslam dünyasında 11.000 kilise olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde yüzlerce sinagog ve ateş tapınağı da vardı. Patrikler tarafından zulme uğrayan bir kısım Hıristiyanlar Müslüman kanunları altında tam bir hürriyet ve emniyet içinde varlıklarını devam ettirme imkânı buldular. Doğu Hıristiyanları, Müslümanları, Bizans kilisesine çoktan tercih ediyorlardı. (Durant, s. 56-57) Moğollar, Macarlar, İskandinav haydutları gibi onlarda her tarafı mahvedebilir, el koyup müsadere edebilirlerdi. Onlar böyle yapmadılar, basit vergiler koymakla yetindiler.” Mısır Hıristiyanları, Bizans idaresinden usanmıştı, bu bakımdan İslam’ı bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Onların Menfis’i almalarına yardım ettiler, onları İskenderiye’ye götürdüler. (Durant, s. 72, 170)

Yunan rahip Papanikolaou​: Türkler olmasaydı Ayasofya düşerdi, manastırları kapatan bizim yöneticilerimiz değil miydi? Yunanistan’da Evangelos Papanikolaou adında bir rahip, Yunanistan tarihinde pek çok kilise ve manastırın kendi yöneticileri tarafından kapatıldığını hatırlatan rahip, ‘Girit’te Türkler bir tane bile manastır kapatmadı. Bu yüzden insanlar ‘Latin serpuşu yerine Türk sarığı görmeyi tercih ederim’ diyordu. Ben de olsam Türk’ü seçerim. Ayasofya’yı Türklerden başka kim koruyabilirdi?’ ifadelerini kullandı. (Yeni Şafak, 27 Temmuz 2020)

Macaristan Cumhurbaşkanı: Türkler tarafından 150 yıl idare edilmemizi şans olarak tanımlıyorum. Cumhurbaşkanı Schmitt, “Türkler tarafından 150 yıl boyunca idare edilmemizi şans olarak tanımlıyorum. Ülkemiz Türkler değil de başka bir millet tarafından alınsaydı, dilimizi ve dinimizi değiştirmemizi isteyeceklerdi, biz de asimile olacaktık. (Hürriyet, 25 Ocak 2011)

Fransız Prof.’tan Macron’a tarih dersi: Osmanlı vasi, Fransa işgalciydi. Fransa cumhurbaşkanı Macron’un ‘Cezayir’i Osmanlı sömürdü’ yalanına karşı çıkan Fransa’nın önemli üniversitelerinden Science-Po’da görev yapan tarih profesörü M’hamed Oualdi, ünlü Le Monde gazetesinde yayınladığı makalesinde, Cezayir’in Osmanlı vesayetindeyken korunduğunu; Fransa sömürgesiyken ise işgal edildiğini, insanların öldürüldüğünü belirtti. 1830’da 3 milyonluk Cezayir nüfusundan, 1875 yılına kadar geçen sürede yaşanan ölüm rakamı 825 bin olarak tahmin ediliyor. (Akşam, 31 Ekim 2021)

Bulgar tarihçi: Bizi yok olmaktan Osmanlı kurtardı.Osmanlı’nın Bulgarları yok olmaktan kurtardığını belirten Stoyan Dinkov, aynı zamanda ünlü Bulgar şair İvan Dinkov’un oğlu. Yeni çıkan ”Osmanlı – Roma imparatorluğu, Bulgarlar ve Türkler” adlı kitabında şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen hiç bir millet yoktur. Osmanlı idaresi altına girip de Osmanlı devletinden dolayı etnik kökenini kaybeden millet yoktur. Bulgaristan’ın Osmanlı idaresi altına girmesi milletimizi korumuştur. Eğer Osmanlılar gelmeseydi tüm zayıfların başına gelen Bulgaristan’ın da başına gelecekti.” (Dünya Bizim, 24.01.2012)

Tarihi Osmanlı itirafı: ‘Keşke yapmasaydık’ Sırbistan ile Osmanlı arasında yaşanan savaşları hatırlatan Sırbistan Başbakanı Daçiç, ‘100 yıl sizinle savaşarak Avrupa’yı fethetmenizi engelledik. Keşke yapmasaydık’ dedi. (Star, 10 Ekim 2013)

Yıl 2004, Hrant Dink Fransa’ya gider. Marsilya’da bir konferansta Ermeni bir Piskopos söz alır: “Biz bunca yıldır altı milyon Cezayirli Müslümanı entegre edemedik, onlara Fransız isimleri bile aldıramadık.” der. Dink cevap verir: İyi ki siz Türkiye’de yaşayan çoğunluk değilsiniz yoksa bizi Müslümanlaştırmak ve de isimlerimizi dahi değiştirmek için elinizden geleni ardınıza koymazdınız.” (Tûba Çandar, Hrant, s. 498 )  Yıl 2016, fark yıllar geçtikçe  artıyor: Aşırı sağcı Wilders’ten Hollanda’da camileri kapatma vaadi. Hollanda’da aşırı sağcı siyasetçi Geert Wilders liderliğindeki PVV, program taslağında ülkedeki camileri kapatmayı, Kur’an-ı Kerim’i yasaklamayı ve sığınmacılara verilen oturma izinlerini iptal etmeyi vaat etti. (AA, 26.08.2016)

islambaris-2016-1

bosna-katolik-fatih1-2

blahim-kavga-papaz-1

1000 küsur yıldır İslam yönetimi altında ayakta olan dünyanın en eski 3. kilisesi Aziz Porphyrios kilisesi, siyonist yönetimin 75. yılında 20 Ekim 202 tarihinde bombalarla yerle bir edilir.

Emile Dermenghem: Resulullah esirlerin tümünü, özgürlüğüne kavuşturup akrabalarına verdi. Ashab da ona uyarak bütün Hevazinli esirleri serbest bıraktılar. Bu davranışlar karşısında Hevazinliler, Müslüman oldular. (Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s. 370);  Thomas Bauer: İslam toplumları şaşırtıcı derecede bir hoşgörü sergilemeleri ile batıdan farklılaşırlar. İslam toplumunda yabancı düşmanlığı diye bir şey bilinmiyordu. (Bauer, Orta Çağ, s. 18, 74);  Levis: Fatihler, fethettikleri bölgelerin sakinlerinin dinlerine ve iç işlerine karışmıyorlardı. İdarenin Bizans’tan Araplara geçmesi, bölge halkları tarafından genellikle sevinçle karşılanmıştır. (Levis, Tarihte Araplar, s. 40); Emile Dermenghem: Hz. Ömer Kudüs’ü fethederken Hristiyanlara nasıl davranmıştı, haçlılar ise yine bir Hristiyan olarak Kudüs’ü Müslümanların elinden aldıklarında nasıl bir davranış sergilemişlerdi? ( Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s.337) ; Bodley: İspanya’ya Hristiyanlar yeniden hakim oldukları zaman, Müslüman müsamahalarının yerini, Mukaddes engizisyon mecburi din değiştirmeleri aldı. ( Bodley, Hz Muhammed s.346); Keşiş Michon, doğuda dini bir seyyah adlı eserinde diyor ki, “şunu esefle ve açık kalplilikle ifade ediyorum ki, ümmetler arasında sevgiyi, Müslüman Hristiyanlara öğretmiş ve davetin nasıl bir müsamaha ile yapılacağını göstermiştir.” (Dermenghem, Hz. Muhammed ve Risaleti, s. 378) Emessa halkı, kapılarını Heraklius ordusuna kapatmış ve Müslümanlara, sizin yönetiminizi ve adaletinizi, Rumların adaletsizliklerine ve baskılarına tercih ederiz demişlerdi. (Arnold, İslam’ın Tebliğ Tarihi, s83-84)

Batı tarihinde Hz Muhammed’i savunan ilk eser, Henyr Stubbe (ö. 1676) tarafında yazılan ‘An account of the rise and progress of Mahometanism’ adlı eserdir. Basılmamış olsa da bu eser Hz Muhammed etrafında oluşturulan efsaneleri alaycı bir üslupla reddeder. Çok eşlilik, cennet zevkleri, savaş ve şiddet, düzenbazlık reddettiği konuların başında gelir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 47) Thomas Carlyle (ö. 1881) ise gerek konferanslarında gerekse yazdığı Heroes adlı eseri ile Hz Muhammed’in Hz Hatice ile evliliği, İslam ve kılıç, cennet, şehvet gibi iddialara cevaplar verir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 51) Müslümanlar arasında yaşayıp 1650’li veya 1800’lü yıllarda Avrupa’da yaşayan Henry kadar dinini bilmeyen hasanlar dolu ülkem ne yazık ki! 

Bosna’daki Katolikler özgürlüklerini Fatih’e borçlu. Osmanlı’nın çeşitli dinlere, milletlere ve kültürlere karşı hoşgörüsünün en iyi örneklerinden birini Saraybosna’ya 60 kilometre uzaklıktaki Fonitsa kentinde Fransisken manastırında muhafaza edilen Fatih Sultan Mehmed’in ‘Ahidname’ olarak adlandırılan fermanı gösteriyor. Şehirde yaşayan Hıristiyanlığın Katolik mezhebine bağlı Fransisken tarikatı üyeleri, Fatih Sultan Mehmed’in kendilerine özgürlük bahşeden fermanı sayesinde bugüne kadar ayakta kalmış. Farklı inançlara özgürlük hakkı tanıyan ferman, insanlık tarihindeki ilk insan hakları belgesi olarak kabul edilen 4 Temmuz 1776 tarihindeki ABD Anayasası’ndan tam 324 yıl önce kaleme alınmış. (Timeturk, 26 Mayıs 2010)

Papazlar kilisede birbirine girdi. Hıristiyanlar için en kutsal mekânlardan biri olan Filistindeki Beytüllahim’deki Milad Kilisesi’nde Noel temizliği yapan farklı mezheplerden papazlar birdenbire kavgaya tutuştu. Ellerindeki süpürgelerle tekme tokat kavga eden papazları ayırmaya kalkan polis zor anlar yaşarken, çok sayıda papaz ise yaralandı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sultan Abdülmecid çekişmeye son veren çözüm bulmuştu. Sultan Abdülmecid, 1852’de kilisenin kapısındaki kilidi değiştirtti ve bir fermanla anahtarın papazlarda değil, Beytüllahim’in önde gelen bir Müslüman ailesinde bulunmasını emretti. Aynı işi Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’nde de yaptı, bu kilisenin anahtarları da Müslümanlar’a verildi. Her iki mabedin kapısı, tam 150 sene boyunca her sabah Müslümanlar tarafından açıldı ve Hıristiyanlar da rahat etti. (TRT Haber, 28.12.2011)

Mısırlı Hıristiyan Kıptî rahiplerin 327 yıl önce Osmanlı’nın koyduğu bir kuralı bilmeden bozan bir rahip yüzünden birbirine girdi, yaralananlar oldu. (03.08.2002)

“Hıristiyan azınlıklar Selçuklu devleti hudutları içinde Müslümanlarla her ne kadar aynı haklara sahip olmamışlarsa da hiçbir zaman Bizans’ta olduğu gibi dinsiz avına tabi tutulmamışlardır. İdareleri altındaki Rum ve Ermenilerin hiçbir dini inancına karışmayan Türkler, büyük bir tolerans göstermişlerdir.” (F.K. Kienitz, Büyük Sancağın Gölgesinde, s. 129)

“Avrupa Katolik kilisesinin yanında diğer kiliselerin kurulması olayları, kan gövdeyi götürme pahasına olurken, Türkler dini bakımdan büyük bir müsamaha gösteriyorlardı. Osmanlı devletinin kuruluşundan beri onunda idaresine giren halk, dilediği gibi din törenleri yapabilirdi. Bu serbestlik Avrupalıları o kadar kıskandırmıştır ki, reformun babası olan Luther, Almanya üzerinde Türk idaresinin kurulmasını bile istemiştir.” (Doç A. Mansel, Doç C. Baysun, Prof. E. Z. Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi, s. 84)

“Girit Adasının fatihleri olan Türkler, yerli ahalinin cemaat işlerine karışmayarak, onları dini merasimlerini ifade ve ruhani müesseselerini idarede tamamen serbest bıraktılar. Dini bakımdan böyle mutlak bir hürriyete sahip olan Girit halkı, aynı zamanda her türlü tetkik ve teftişten muaf kalarak, mektepleri ile adet ve göreneklerinin tanzim ve idaresi hususları da kendilerine bırakıldı. Anadilleri her türlü müdahaleden masun kaldı.” (Prof. Cemal Tukin, İslam Ansiklopedisi, IV/794 )

“Bursa’nın zabtını müteakip halka karşı gösterilen yumuşaklık ve teslim şartlarına riayet edilmesi, İznik’in tesliminde de gösterildi. Şehir ve kaleyi teslim alan Orhan Bey, halktan arzu edenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Hatta bu müsaade daha ileri giderek İznik halkının kendi tebaasından olmak ve yalnız cizye vermek şartıyla adet ve ananelerini muhafaza edebileceklerini ilan etti. İznik muhafızı olan Rum Beyi deniz yoluyla İstanbul’a gittiyse de halktan çoğu gitmedi.” (Ord. Porf. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I/121)

Fransız tarihçisi Albert Malet: “Türkler yendikleri milletlere dinlerini, kanunlarını, adetlerini ve dinlerini kabul ettirmek için zorlamadılar. Onların kiliselerini, okullarını, dillerini, yaşayışlarını ve kanunlarını olduğu gibi bıraktılar.” (Kadir Can Kaflı, Türkiyenin Kaderi, s.46) “Osmanlılar fethettikleri topraklarda halkları sistematik bir şekilde dinlerini değiştirmeye zorlamadılar.” (Ömer Baharoğlu, Oryantalizm İslam ve Türkler, s. 115)

Dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. Edward Said,  İsrail’de yayınlanan Ha’aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu’da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için “Osmanlı Millet Sistemi”ni önermiştir. Said’in yorumu şöyledir: Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür. Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir. (Ha’aretz, 18.8.2000)

Çağdaş tarih felsefecisi Arnold Toynbee, Tarih Üzerine Bir Etud adlı eserinde boşuna, “Eflatun’un ideal devletine en fazla yaklaşabilmiş sistem Osmanlı sistemidir” dememektedir.

Sloven Marksist Sosyolog Slavoj Zizek: “İslam her zaman hoşgörülü bir din oldu; 18. ve 19. yy’da İstanbul’a gelen Avrupalı gezginler, buradaki dini hoşgörüden şaşkına dönmüşlerdi. İslam’ın ve özellikle de Osmanlı’nın özgün anlamıyla hoşgörüye sahip olmak anlamında çok gerilere giden bir tarihi var. Eğer çok kültürlülük konusunda bir şey öğrenmek istiyorsak, bu yüzden sizin tarihinize bakmamız gerektiğinin çok açık olduğunu söylüyorum. Osmanlı Devleti kimseye din dayatmadı. Dil bile dayatmadı. Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğü Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da, Güneydoğu Avrupa’da yerli halkların dilleri değiştirilmedi. Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Romenler, Macarlar, Hırvatlar, Boşnaklar, Arnavutlar Türkçe konuşmazlar. Ama İngilizlerin, Fransızların, Portekizlilerin sadece 100 sene kaldıkları memleketlerde bile onların dilleri konuşulur. Farklı din ve kültürlere saygı konusunda ders verecek medeniyet İslam medeniyeti, ders alması gereken medeniyet Batı medeniyetidir. Batı medeniyetinin İslam dünyasına öğrettikleri, her şeyden ırkçılık, etnik bozgunculuk, soykırımcılık, asimilasyonculuk ve ulus devletçilik olmuştur. Esenlik içinde yaşadıkları Osmanlı ülkesini parçalamaya kalkışan Hıristiyan unsurlar da, onlara zulmeden Müslüman kadrolar yahut Müslüman evladı kadrolar da Batı’nın rahle-i tedrisinden geçmiştiler.  (Radikal, 18.10.2011)

Rusya’nın resmi televizyon kanalı ‘Kultura TV’de ünlü gazeteci Vitali Tretyakov’un sunduğu “Çto Delat” (Ne Yapmalı) programında Türkiye ve Osmanlı tarihi tartışıldı. Programda Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Vitali Naumkin, Şarkiyat Enstitüsü Türkiye Masası Başkanı Natalya Ulçenko, gazeteci Maksim Şevçenko katıldı. Akademisyen Naumkin de, Osmanlı’da herkesin eşit din özgürlüğüne sahip olduğunun altını çizerek, ülkede azınlıkların özgür yaşadığını vurguladı. Naumkin, “Başka ülkelerle kıyaslandığında Osmanlı’da diğer halklardan fazlasıyla din özgürlüğü vardı. Artı Osmanlı’nın tolerans açısından örnek ülke olduğunu da unutmamak lazım” dedi. Gazeteci Şevçenko’da Osmanlı’nın o dönem çok demokratik ve özgür devlet olduğunu belirterek, “Ben Türk imparatorluğundan ziyade Osmanlı sözünü kullanmayı tercih ediyorum. Macaristan’da o dönem din çatışması vardı ve Macarlar Sultan’a müracaat ederek kendisinden hamilik istedi. Macaristan savaşsız ve çatışmasız Osmanlı’ya katılmıştı. Kosova Savaşı’nda da Sırplar gönüllü olarak Osmanlı saflarına katılmıştı. Peki neden? Çünkü Osmanlı o dönem yasa, ulusların dayanışma, din ve başka özgürlükler bakımından en örnek devlet idi” dedi. Akademisyen Natalya Ulçenko ise Osmanlı’nın uzun asırlar boyu ayakta kalabilmesini imparatorluk içinde mevcut olan çeşitli özgürlüklerle ilişkilendirdi.  (17.11.2011)

Oryantalist Lord John Davenport’un ‘Hz Muhammed ve Kuran’ı Kerim’ adlı eserinden: Hz Muhammed Müslümanlığı bildirmiş, fakat onu zorla kabul ettirmek için bir davranışta bulunmamış ve bu yolda her zaman Kuran’ın emirlerini yapmıştır. (s. 33)  Kureyş, Muhammed’in düşmanlarına yardım edince Hudeybiye anlaşmasını bozmuş olduğundan bir ordu hazırlanır ve Mekke fethedilir. (s. 30) Mekke fethedilince, Havazin kabilesi silahlanır ve Müslümanlarla savaş için Huneyn ovasına dek gelirler. Savaşta yenilirler. 6.000 tutsak, 24.000 at, 4.000 küheylan ve birçok gümüş ele geçer. Havazin delegeleri gelerek, savaşa katılan ailelerin yoksulluğa uğramaması için peygambere başvururlar. Peygamber savaşçıları toplar: “Ben bu yalvarmayı kabul ediyorum. Siz de kabul ederseniz kalbimi sevinçle doldurursunuz.” der. Bütün tutsaklar serbest bırakılır. (s. 31) Müslümanlık hiçbir zaman engizisyon mahkemesi kurmamış, Müslümanlık kendini sunmuş ama hiç kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştır. (s. 50) İslam yalnızca Müslümanlığı kabul edenlere değil, yenilmiş uluslara da adaleti yaymıştır. (s. 51) Eğer batı beyleri, Araplarla Türklerin yerinde, yani doğuda hüküm sürseler, Müslümanların Hıristiyanlara gösterdikleri toleransı, Müslümanlara kesin surette göstermezlerdi. Catfield diyor ki: ‘Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar Hıristiyanlara karşı, batılı ulusların Müslümanlara güttükleri hareketin aynısını gütmüş olsalar, doğuda Hıristiyanlıktan eser kalmazdı.’ Jourio diyor ki: “Müslümanların Hıristiyanlara karşı hareketi ile papalığın gerçek inanmışlara karşı cevaz verdiği işkenceler hiçbir surette karşılaştırılamaz. Vodova’lara karşı yapılan savaşta, ya da Saint Bartelmy katliamlarında o kadar kan döküldü ki,  yalnız bu kanlar Müslümanların döktükleri Hıristiyan kanından pek çok fazladır. Müslümanlığın zulüm eden bir din olduğu üzerine beslenen taassuplu düşüncelerde insanları kurtarmak gerekir. Bunların düşüncelerine göre Müslümanlık ya ölüm ya da Hıristiyanlığı bırakmakla korkutarak yayılmıştır. Bunun aslı ve esası yoktur. Papalığın yamyamlık ve yabaniliğe varan zulüm ve işkencesine bakılarak Müslümanların hareketi en yumuşak ve en alçak gönüllü hareket idi.” (s. 53) Taassuptan kurtulmuş olanların hepsi de kabul ederler ki ilahlara insan kanı dökmek yerine, ibadet ve sadakayı koyan İslam dini, insanlara iyiliksever ruhu aşılamış, topluma dönük erdemli davranışları kuvvetlendirmiş ve böylece medeniyet üzerine önemli bir etki yaparak doğu âlemi için bir nimet olmuş, kanlı silahlara gerek duymamıştır. (s. 55)  Endülüs’te İslam devletinin yıkılmasından kim acı duymuştur? Düşmanlarının tarihçileri bile sekiz yüz yıllık hükümeti sırasında bir tek zulmünü bile kaydetmedikleri o yüksek ruhlu ve cömert ulusun çalışma ürünleri olan felsefe, edebiyat ve matematik eserlerini yakmalarında hangi yüz kızarmamıştır? (s. 61) Elimizde Müslüman padişahlarla çağdaş olan Hıristiyan krallarının işkencelerine dair bol bol belgeler vardır ama iyilikseverlikleri üzerine bir şey var mıdır?  (s. 65)

Osmanlı modeli ‘öfke’yi dindirir. Wall Street Journal gazetesinde yer alan haberde, ABD’de bir aydır kapitalizme karşı süren protestolara karşı “Osmanlı vakıf sistemi” önerildi. (Vatan, 18.10.2011)

Osmanlı’dan ders alın. Chomsky, Orta Doğu’da yaşanan problemlerin çözümünde Osmanlı’nın bu bölgede yüzlerce yıl yürüttüğü yönetim anlayışında yattığını söyledi. (Türkiye, 01.10. 2013)

1978’de Zagrep’te “Dünya Şiir Günleri” tertip edildi. Bu toplantının son günündeki müşterek yemekte bir Sırp tiyatro artisti, Yavuz Bülend Bakiler’e bakarak misafirlere şu mealde konuştu: Ben hesap ettim, siz Türkler bizi 550 sene idare ettiniz. Yine hesap ettim ki bu süre zarfında Osmanlı idaresi, her gün bir Hıristiyan aileyi ortadan kaldırsaydı, 20. asra Balkanlardan bir Hıristiyan bile gelemezdi. Üstelik bunu yapsaydı kimsenin ruhu bile duymazdı. Fakat Osmanlıların yapmadığını Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birinci Dünya Harbi’nde üç buçuk sene içerisinde yaptı. (Yavuz Bülend, Üsküp’ten Kosova’ya)

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin 1993’te 1-5 Şubat tarihleri arasındaki toplantısında “Demokratik Toplumda Dinî Toleransa Dair” aldığı 16 maddelik tavsiye kararları var. Bunun 6. maddesinde teokratik idarelerde bile dinî toleransın olabileceğini tarihin bize gösterdiği söylenmekte, örnek olarak Osmanlı idaresi ile Endülüs İslam Devleti’nin tutumları gösterilmektedir. Çünkü Hıristiyan dünyasında bunun örneği yoktur.

Benzer örneklerin devamı için, ’İdealler ve tarihten pratik realiteler’ adlı yazımıza bakılabilir.

Tabii, tüm bu hoşgörünü temelinde Kur’an ayetleri ve onun pratiği olan sünnet uygulamaları gelmektedir. “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”  (Nisa, 58); “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.”(Nisa, 135)

İslam barış dinidir, barışın dinidir. Hâkim olduğu yerde huzur barış vardır. Olmadığı yerde ise kan ve zulüm. Günümüzde dünya geneline baktığımız zaman kanı akan tüm toplumların Müslüman oldukları görülür: Irak, Suriye, Azerbaycan, Kıbrıs, Keşmir, Filistin, Kosova, Bosna, Çeçenistan, Libya, Cezayir, Tunus, Afganistan. Kan akıtan tarafa bakınca, ülke ismi farklı olsa da dinlerinin hep aynı olduğunu görürüz: Gayrimüslimler. Demokrasi adı ile girerler, petrolü alıp çıkarken öldürülen yüz binler, göç ettirilen milyonlar ve arkada fitne tohumu olarak ektikleri mezhep- ırk savaşlarını bırakıp giderler.

Bu böyle devam edecektir ta ki biz Müslümanlar Kur’an’a teslim olana, dolayısıyla barışa, huzura tabi olana dek.  

İspanya da ki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara?  Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler. (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, s. 50) “Bir Bizanslı, kendisini Kahire veya Bağdat’ta Paris, Goslor veya hele Roma’da olduğundan çok daha rahat hissediyordu.” (Steven Runcıman, Haçlı seferleri tarihi, I/67)

İslâm, barış ve Allah’a teslimiyet dinidir. Alman şairi Goethe bunu çok güzel ifade eder:
“Wenn islam Gott ergeben heisst Im İslam, leben und sterben wir alle: “Eğer İslâm teslim olmak anlamına geliyorsa Allah’a, hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslâm’da” (Haarmann, Maria (Hrsg): Der islam (Ein Lesebuch). München: Beck, 1992, s. 36)  

vatan-2011-10-18-1 

                                     

Kanadalı TikTok yayıncısı bir video paylaşarak “Sabırsızlıkla bizi Müslümanların yönetmesini bekliyorum, onların sistemi adil’ dedi. Osmanlı dönemindeki Filistin’de üç dine mensup toplulukların bir arada barış içinde yaşadığına dikkat çeken Kanadalı adam “Gayrimüslim olarak cizye ödemek şu an ödediğimiz vergilerden daha adil’ ifadelerini kullandı. 15.12.2023 

  Osmanlı adaleti konusuna ek bilgi için  “İslam ülkeleri neden geri?”   başlıklı yazımıza gelen bir soruya verdiğimiz cevaba da bakılabilir.

“İslam, barışı esası almıştır. Ancak fitne ve zulümlere mani olmak için savaşı da onaylamıştır. Fakat ona da hak ve hukuk kuralları getirmiştir. İnsaf ile tarihi gözden geçirenler, Müslümanların savaş hukukuna uyduğunu, fethedilen bölgelerdeki halkın sevincini, din ve vicdan hürriyetini, yaşanan huzur ve saadeti inkar edemez.” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 164-165)

İslam insana büyük değer vermiştir. Dinde zorlama yapılamayacağını ilan eden tek din olan İslam’a göre, “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur” (Maide, 32)  Kur’an keyif için ve sebepsiz yere savaş çıkarılmasına da karşı çıkmıştır. (Hac, 39) Ancak Müslümanlara saldırıldığı zaman savaşmaya izin verilmiştir. Haksız yere saldırmak ve savaş açmak, Müslümanlara da yasaklanmıştır. (Bakara, 190) Bilindiği gibi tüm devletlerin savaş ve barış hukukları vardır ve bunlar ayrı ayrı kurallardır. Savaş esnasında uyulacak kurallar barış esnasında uygulanmaz ve barış esnasında uyulanacak kurallar da savaş esnasında uygulanmaz. Barış dini olan İslam’ın, savunma merkezli izin verdiği savaş için bile ortaya koyduğu kuralların seviyesine bugün hala hiçbir batılı devlet ulaşamamıştır. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında olduğu gibi, savaş kaçınılmaz olduğunda, savunma amaçlı olamk şartı ile savaşa izin veren ve bu savaşı bile belli hukuk kurallara bağlayan İslam’ın savaş hukuk kurallarına “İslam savaş hukuku” başlıklı yazımızdan ulaşabilirsiniz.

Savaşların nedeni din midir?

William T. Cavanaugh, ‘Dini şiddet miti’ adlı eserinde, ulus devletlerin meşrulaştırılması gayesi ile yapılan savaşların ‘dini olmayan’ nedenleri göz ardı edilmiş ve ‘bu savaşlar dini savaşlar olarak tanımlanmıştır.’ demektedir. (Cavanaugh, The Myth of Religious Violence, s. 177) Aslında tarihte din adına yapıldığı iddia edilen birçok savaş, ekonomik çıkar elde etmek amacıyla yapılmıştır. (Alper Bilgili, Bilim ne değildir? s. 96) Ateist Pol Pot’un, Mao’nun, Stalin’in milyonlarca kişiyi öldürmesinden ateizmi sorumlu tutmayan ateistler, 20. asırda dine referansın azalmasına rağmen savaşların bitmemesini de dikkatlerden kaçırmaktadırlar. Sadece I. ve  II. Dünya Savaşlarında yaklaşık, 70. milyon kişi yaşamını yitirmiştir.  (Bilgili, s. 98) Bu sayıyı 125 milyon olarak veren araştırmalar da vardır. (Selçuk Bulut, Milliyet, 01.12.2022) Dinlerin başka ideolojiler tarafından yerinden edildiği 20. Asırda, beklenen refah ve barışa yaklaşılamamıştır. Russell’da, ‘İnsanlığın yarını var mı?’ (Bilgili, s. 119) isimli eserinde benzer hisleri paylaşır ve hayal kırıklığını dile getirir. 

                                            EncyclopediaofWar-1

Alan Axelrod ve Charles Phillips’in hazırlamış olduğu Savaş Ansiklopedisi’nde savaşların %7’si din savaşıdır. Onların da altında ekonomik nedenler yatar. Charles Philips ve Alan Axelrod’un Şavaş Ansiklopedisinde 1763 tane savaş tescil edilmiştir ve bu savaşlardan yalnızca 123 tanesi din kaynaklıdır. Geri kalanı din dışı başka kaynaklıdır. (Phillips, Charles, and Alan Axelrod. 2004. Encyclopedia of Wars) “Dini savaşlar bile, Marx’a göre iktisadidir.” (Prof. Ebu’l Hasen Ali En-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti, s. 250) Savaşların sebebi faşizm, sömürü, petrol gibi nedenlerdir. Dinin demode olduğunu savunan ülkelerin birbirlerine savaş açtıklarını görmüyor muyuz? (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 74) “İnanç eksenli çatışmalar daha çok siyasidir. Bilimsel ve teknolojik icatların hızla geliştiği günümüzde buna inat kötülüklerde çoğalmaktadır. İnsanlık dinden en uzak zamanları yaşarken, en barbar dönemlerini de gariptir, şimdilerde yaşamaktadır.” (Aliye Çınar, Deizm ve ateizm üzerine, s. 112, 275) “Savaşların temelinde dini inançlardan ziyade siyasi menfaatler vardır.”  (Selçuk Kütük, Deizm, s. 56) “Ganimet amaçlı savaşlar, iktidar savaşları, dıştan gelen saldırıya karşı değil de ülke içinde girişilmiş iç çatışma ve savaşlar cihat olarak değerlendirilemez.” (Metin Karabaşoğlu, Adaleti Emreden Namaz, s. 33) “Dinden kaynaklandığı iddia edilen eşitsizlik, modern hayatın ekonomik ve politik eşitsizliğine terk edilmiştir.” (Neşet Toku, Kültürel rölativizm zemininde insan, Düşünen siyaset, sayı 15, s. 78) Görüldüğü gibi dinin etkisinin ‘toplum hayatında’  azaldığı günümüzde, seküler hayat ve bilim hayatın her alanına hakim olduğu halde halam ve çok daha fazlası ile sömürü, savaş, zulüm devam etmektedir. Bu da, savaş ve yıkımların din değil ekonomik ve ahlaksızlık temelli olduğunu göstermektedir!

 “Yeni ateistler şiddetin en büyük kaynağının din olduğunu söyleyebilmişlerdir. Sosyal adaletin yok sayıldığı dünyada şiddetin öfkenin olması değil olmaması sürpriz olur. İçinde bulunduğumuz düzen, İslam öncesi Arap coğrafyasında cahiliye olarak tanımlanan toplum yapısı ile bazı yönlerden paralellik arz etmektedir. Dünyanın süper güçleri, Orta Doğu petrolünü ele geçirmek için bu ülkeler üzerinde türlü oyunlara başvurmaları, sebep oldukları yıkım ve sömürülerden kaynaklanan çatışmaların sorumluluğunu, sömürdükleri ülke insanlarının omuzlarına yüklemektedir. Terörist nitelemesi, gücü elinde bulunduran devletlerin kendi ideolojik amaçlarına karşı çıkan muhaliflerine yaptıkları bir yakıştırma olarak kabul edilmiştir.” (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 111, 117-119)  “Stalin ve Mussolin, Hitler gibi din düşmanı kişiler yüzünden 70 milyondan fazla insanın katledilmesini ve doğanın tahrip edilmesini hiç konuşmuyorlar. Ateistler, komünist ülkelerin neredeyse tamamının neden baskıcı birer diktatörlüğe dönüştüğünü izah edemiyorlar. Dünyanın en kanlı savaşı olan II. Dünya Savaşı’nın aktörleri ya ateist ya da dindar olmayan kişilerdi. Demek ki dinler devre dışı bırakıldığında insanlık daha iyiye gitmiyor, kurdukları bütün ideolojiler başarısız oldukça hırçınlaşıyorlar.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 57, 59) “Din kaynaklı bilinen savaşlar dine değil başka çıkar ve menfaatlere dayalı olarak ortaya çıkmıştır.  Savaşlar daha ziyade çıkar güç devşirme gibi niyetlere niyetlerle ortaya çıkar.”  (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 31, 116) 

Carl von Clausewitzin; Savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır, özlü cümlesinden tam 11 asır önce Hz Muhammed, onun tam tersini sergilemiş, savaşla elde edilemeyen kazanımları barışla elde etmiştir. Bundan daha iyisini ne Gandi ne de Makyavel yapabilirdi. (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 300)

Ateizm, deizm ve sekülerizm de acımasızlık, vahşet vardır. Endülüs’te, kafkasya’da, Bosna’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Myanmar’da bunları gördük ve hala görüyoruz. (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 51) Komünizm ve sosyalizm partili bir azınlığa hizmet etti; kapitalizm ve liberalizm ise tröstler ve kartellere. (Topbaş, s. 25) Kapitalist dünyada merhamet kazınmış, hodgam/bencil bir vahşet devreye girmiştir.  (Topbaş, s. 55) Kapitalist, sosyalist, faşist ve Siyonistler dünyayı kan gölüne dönüştürmüşlerdir. Dünya Savaşının en ufak bir dini sebebi var mıdır? Hitler’in, Missolini’nin herhangi bir dini gayesi var mıydı? Stalin’in bir dini var mıydı? Atom bombasını dindarlar değil, demokrasi, insan hakları gibi mefhumları dava eden ülkeler kullanmışlardır. (Topbaş, s. 168) Kürtaj kimilerine göre hak ve hürriyettir. Cinayeti haklı olarak gören bir ahlak kabul edilebilir mi? Cinsi sapkınlıklara hürriyet namına yol veren hatta teşvik eden akıl savunulabilir mi? Birleşmiş Milletler’de 5 vetocu ülke, kayırmak istediği ülkelerin zulmüne koruyucu oluyor. Bu idarecilerin hepsi materyalist, hümanist, kapitalist veya sosyalist zihniyet sahibidir. Çevre tahribatı, nesli tükenen canlılar, kitle imha silahları, sömürgeler; Bütün bunlar akıl ve bilim temelli dünyanın eseri değil midir? (Topbaş, s. 187)

20. yüzyılda ekonomik ve ideolojik nedenlerle yapılan yerel ve dünya çapındaki savaşlar, ‘İleri’ addedilen devletlerin son 300 yılda Afrika, Asya, Amerika’da yaptıkları katliam, sömürge, köleleştirme faaliyetleri, batılı ülkelerin kendi aralarında yüzyıl süren savaş, mücadele, katliamlar hesaba katıldığında bu sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır aslında. Sosyalizm, faşizm, demokrasi (!) adına yapılan savaş, terör, katliamlar, ayrıca Lenin ile Mao, Stalin ile Troçki, M. Belli ile H. Kıvılcımlı, Beyaz Proletar Aydınlık ile  Kırmızı Proletar Aydınlık, hatta Fidel Kastro ile Che  arasındaki mücadele hangi kefeye konacaktır? Sadece I. Ve II. Dünya Savaşlarındaki ölüm oranı tüm insanlık tarihindeki savaşlarda ölenlerden katbekat fazladır. Rant, Şahsi menfaat, makam, sömürge elde etmek için yapılan savaşlar, din adına yapılıyormuş gibi gösteriliyorsa bu dinin değil, iki yüzlü insanların suçudur! Hele ki ‘Bâtıl Din’ kapsamına giren dinlerin savaşlarından da en azında biz Müslümanlar sorumlu değiliz! Oksidentalizm merkezli, ‘batı medeniyeti’ ve ‘Hırisityanlık’ konularını ele alan yazılarımızda bu konu tekrar ele alınacaktır. 

                                                  

Fetih ile işgal arasındaki fark

İşgal, savaş ile alınan yerlerde katliam, tecavüz, hırsızlık, sömürü yapmak, inanç hürriyetini sonlandırmaktır. Fetih ise yine savaşla alınan yere barış, huzur, adaleti getirmek, inanç özgürlüğünü sağlamaktır. Örnekleri ise yukarıda mevcuttur. Müslüman fetheder, Müslüman olamayanlar ise işgal! Yukarıda batılıların itiraflarından bazılarını verdik zaten.

“İslami fetihler Avrupalıların birbirine yaptığı gibi Avrupa’yı yıkıp geçmiyor, fethedilen ülkelerde ticari, ekonomik ve kültürel bir düzen kuruyor ya da var olan düzeni devam ettiriyordu.” (Baykan Sezer, Türkiye sosyolojisi, seminer notları I, s. 211) “Araplar bu topraklarda zengin, adil ve huzurlu devletler kurmuştur.” (Yücel Bulut, Oryantalizmin kısa tarihi, s. 28)

“Balkan topraklarındaki durum neredeyse emsalsizdir. Bir din başka bir dine, bir dil başka bir dile, bir kültür başka bir kültüre beş asır boyunca hükmetmiştir. Böyle bir hakikat hiç yaşanmamış gibi, beş asır sonra o milletler tekrar ayağa kalkmıştır. Felakete uğramadıkları, kayda değer bir şey kaybetmedikleri görülmüştür. Osmanlı devleti asimile etme, kendine benzetme, yurdundan uzaklaştırma siyaseti takip etseydi, sonuç böyle mi olurdu? Dünyada bunun başka bir örneği var mıdır? Beş yüz yıldan, yani elli kuşaktan bahsediyoruz. Buna karşılık batı dünyası ne yapmıştır? İşgal ettiği yerlerdeki inanç, kültür ve nüfus yapısını hızlı bir şekilde değiştirmiştir. İşgalin adı bazen keşif olmuştur, bazen uygarlığa kavuşturma. Daima kan ve gözyaşı getirmiş, toplu kıyımlara imza atmışlardır. Bugün İnka, Aztek, Maya medeniyetlerine arkeolojik bir bulgu olarak rastlanıyor. Batı, mezalim demektir. Güncellersek, Amerikan işgaline maruz kalan Afganistan ve Irak’ın vaziyeti ortadadır. Cinnet haline varan siyonist yayılmacılığı, Filistin topraklarını cehenneme çevirmiştir. Rusların Kırım ve Kafkaslarda neler yaptığı da aşikârdır.” (İbrahim Tenekeci, Yeni Şafak, 3.2.2018) 

Kısaca, “Avrupa, Osmanlı’nın Avrupa’da Hıristiyanlara yapmadığı zulüm ve asimilasyonları Müslümanlara reva görmeyi vazife saymaktadır.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 86) Konu hakkındaki diğer örneklere Atam Osmanlı adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz.

 Osmanlı adaleti konusuna ek bilgi için  “İslam ülkeleri neden geri? ” , ” Savaşta uyulması gereken kurallar” ve Atam Osmanlı”  başlıklı yazımıza gelen bir soruya verdiğimiz cevaba da bakılabilir.

 

İddialar, gerçekler

Kim hoşgörülü? Üç dinin bir arada yaşadığı yerler neden hep İslam ülkeleri? Vatikan’da neden havra veya cami yok mesela?!

 

 

Müdeccen ya da Morisko Alfabesi Aljamiado (el-Acemiyye)

Endülüs’ün 1492’e kaybedilmesinden bir süre sonra İspanya Krallığı, idaresi altında kalan Müslümanlara Arapça konuşmayı ve yazmayı yasakladı. Zor durumda kalan Müslümanlar da, yeni bir tarz geliştirdiler: Aljamiado. Yani, İspanyol dilinin Arap Alfabesiyle yazılmasıyla oluşan edebî literatür. İşte o edebiyatın alfabesi.

 

                                     IV. Haçlı Seferi, İstanbul’u işgal eden haçlılar

Teori, pratik; İddialar, gerçekler
Hatay, İstanbul, Edirne,  Makedonya, Bosna

Antakya, dinlerin, kültürlerin kardeşliğini simgeleyen, Musevi, Hıristiyan ve Müslüman toplumlarının yaşadığı 23 yüzyıllık geçmişi olan kentimizde  üç semavi dinin mensuplarının mezarları da  yan yanadır. İsa’ya inananlara Hıristiyan kelimesinin ilk kez verildiği St. Pierre kilisesi, Papa VI. Paul tarafından hac yeri ilan edilmiş. Bu nedenle, Hıristiyan dünyası için çok büyük önem taşıyan ilimizde, bu mağara kilisenin yanı sıra, eski bir Antakya evi restore edilerek oluşturulan bir Katolik kilisesi ve bir Ortodoks katedrali vardır. Antakya, Hıristiyanların üç dinî merkezinden biri olup diğer ikisi Vatikan ve Kudüs’tür. Aynı caddenin bir köşesinde Hıristiyanlığın ilk yıllarında kilise olan Habib-i Neccar Camii, Katolik Kilisesi ve Yahudi Sinagogu bulunmakta ve günün bazı saatlerinde ezan, çan ve hazzan  sesleri birbirine karışır. (AA, 6.12.2020)

Üsküdar Kuzguncuk’ta aynı sokak üzerinde sıralanan cami, kilise ve sinagog görenlerin ilgisini çekiyor. 3 inancın bir arada yaşandığı Kuzguncuk, hoşgörü kültürüyle ön plana çıkıyor. Cami ile kilisenin neredeyse aynı bahçede olduğu hoşgörü semtindeki bu manzara ise havadan görüntülendi. (Hürriyet, 20 Temmuz 2019)

Makedonya’da konuşan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’den batıya din dersi. Batıda 100-150 sene önce cami, kilise, sinagog ve havranın bir arada görülemeyeceğini söyledi. Görmez, bir süre Makedonya’da restorasyonu tamamlanan caminin açılışı sırasında dikkatini çeken bir konuyu şöyle anlattı: “Caminin altında bir kilise, onun da altında bir sinagog var. Caminin üzerindeki tarih 1492’yi gösteriyor. Farklı ülkelerin büyükelçileri de var. Onlara dedim ki biz bugün sadece bir caminin açılışını yapmıyoruz. Caminin üzerine kazınmış tarihe dikkatinizi çekmek istiyorum. 1492. Bu tarih size neyi hatırlatıyor? Amerikanın keşfedildiği yılı. Avrupa’dan Yahudilerin sürgün edildiği, hepsinin gidip İstanbul’a sığındığı tarihi gösteriyor. Biz öyle bir medeniyetin çocuklarıyız ki bundan Batılı dostlarımız lütfen alınmasınlar, bundan 100-150 sene önce Batı’nın hiçbir başkentinde siz camiyi, kiliseyi, sinagogu, havrayı yan yana göremezdiniz. Ama 4-5 asır önce İstanbul’da, Bursa’da, Edirne’de cami, sinagog kilise yan yana barış içersinde yaşayabilmiştir. (AA, 7 Nisan 2013)

Bunlarda bize demokrasi, özgürlük, medeniyet dersi veren batıdan birkaç haber başlığı:

Biz kiliseleri onarıyoruz onlar camileri kapatıyor: Avusturya’nın camileri kapatma ve imamları sınır dışı etmeye yönelik ırkçı kararını eleştiren vatandaşlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert tepkisine tam destek verdi. (Sabah, 11.6.2018)

Eyvah anneciğim Türkler geliyor: F.Bahçe’nin Lazio zaferi başta İtalya olmak üzere Avrupa ve dünya basınında geniş yer buldu. İtalyan devi Lazio’yu yerle bir eden Fenerbahçe, Çizme’de şok etkisi yarattı. La Gazzetta dello Sport, “Eyvah anneciğim Türkler geliyor (Mamma li Turchi)” deyimini başlığa taşıdı. (EnSonHaber, 06.04.2013)

Müdeccen ya da Morisko Alfabesi Aljamiado (el-Acemiyye): Endülüs’ün 1492’e kaybedilmesinden bir süre sonra İspanya Krallığı, idaresi altında kalan Müslümanlara Arapça konuşmayı ve yazmayı yasaklaması ve zor durumda kalan Müslümanların da, yeni bir tarz geliştirdiler üzerine ortaya çıkarılan alfabre: Aljamiado. Yani, İspanyol dilinin Arap Alfabesiyle yazılmasıyla oluşan edebî literatür.

‘Gerçek bir Türk‘ (‘C’est un vrai Turc‘): Kaba ve acımasız insanları betimlemek için kullanılan ırkçı bir Fransızca deyişi; İtalyancada “bestemmia come un Turco” (“Türk gibi küfretmek”) ve “puzza come un Turco” (“Türk gibi pis kokmak”) deyimi; Macaristan Ulusal Müzesinde bulunan ve bir Osmanlı’yı çocukları katlederken resmeden 16. yüzyıla ait bir çizim; İsrail, Batı Şeria’da cami duvarına ırkçı slogan, Belçika’da camiye saldırı, Fransa’da cami duvarına ırkçı yazı, Hollanda’da camiye molotoflu saldırı, Batı Trakya’da camiye taşlı saldırı, Avustralya’da cami arazisine haçlı, domuzlu saldırı gibi haberler aslında tarihten ders almadığımızı ve hiç birşeyin değişmediğinin göstergelerini oluşturmaktadır. Detayı, “İslamofobi” ve “Batı medeniyeti” adlı yazılarımızda.

 

islambaris-dinidir-1-2-1  

 

İslam barış, hoşgörü dinidir Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz


Yukarı Çık