İslam kılıç zoru ile yayılmadı!

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

“Kur’an ayetlerinin kılıçla yayıldığını sanmak korkunç bir hatadır. İslam dini kanlı silahlara gerek duymamıştır.” (Lord John Davenport, Özür Diliyorum, s. 55) Pickthall: “Fetihlerden sonra çok sayıda Hristiyan Müslüman olduysa da bu iddia edildiği gibi kılıç zoruyla değil kendi ilgi ve inanmaları ile olmuştur.” (Kemal Kahraman, Muhammed M. Pickthall,s. 41)

“Tarih gösteriyor ki, dünyayı süpüren ve hâkimiyetleri altına aldıkları ırkları kılıcın ucuyla İslâm’ı kabule zorlayan fanatik Müslümanlar masalı, tarihçilerin tekrarlaya geldikleri en fantastik ve en saçma hurafelerden biridir.” (De Lacy O’leary, Islam at the Crossroads, Londra, 1923) “İslam’ın yayılması bir istila şeklinde, sömürgecilik niteliğinde asla olmamıştır. İslam’ı bir kılıç dini gibi göstermek için kullanılan bütün ayetler kesinlikle bağlamlarından koparılmış metinlerdir.” (Roger Garaudy, İslam’ın vadettikleri, s. 47-48)

Karen Armstrong, Mohammed adlı eserinde şöyle der: “Muhammed’in bizim gibi insan olmasını sevdim. İlk siyerciler onun hayatının her yönünü yazmışlar. Sadece mutlu taraflarını değil, sıkıntılarını da anlatmışlar. Muhammed’in zorluklarla mücadele edişini sevdim. Bir topluma ‘şiddet kullanmadan, barış ve huzur getirmesini’ sevdim. Muhammed mücadeleyi ‘şiddetle değil, şiddete karşı olmakla’ kazanmıştır.” (Prof. Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 352) ‘Four Treatises Concerning the worship of Mahometans’ (Müslümanların Doktrini, Disiplini ve İbadetine İlişkin Dört İnceleme, s. 93) adlı eserde, “Hz. peygamberin insanları kendisine inanması için zor kullandığı iddiasının, Müslümanların tarihsel uygulamalarıyla çeliştiğini” söylenmekte, Henry Stubbe ise, “Hz. peygamber kimseyi İslam girmesi için zorlamamıştır. ” (Stubbe, An Account of the Rise, s.193) demektedir. Ünlü oryantalist ve İslam düşmanı William Muir bile, “şimdiye kadar Muhammed, insanları İslam’a girmeye zorlamamış ve bu dini kabul etmediklerinden dolayı da cezalandırmamıştır.” (Muir, Life of Mahomet, III/282) demektedir. 

Armstrong: “Fethedilen yerlerde, halk üzerine asla İslam inancı empoze edilmedi ya da zorlama yapılmadı. Batıda Muhammed’i İslam inancını zorla yaymak için kılıcını çeken bir savaş lideri olarak görme eğilimindeyiz. Oysa gerçek, bundan çok uzaktır. (Armstrong, İslam Tarihinin Biyografisi Hz Muhammed, s. 38, 243) Hodgson: Müslümanlar din değiştirmeye zorlamadılar. (Hodgson, İslam Serüveni, s. 257) Maxim’e Rodinson: Araplar, dinlerini zorla kabul ettirmeyi hiçbir zaman denememişlerdir. (Rodinson, Muhammed, s. 336)

Thomas Carlyle, İslam’ın kılıç yoluyla yayıldığı iddialarını ciddiye almaz. Saksonların Hıristiyan yapılması vaaz yoluyla olmamıştır, der. (Thomas Carlyle, kahramanlar, s. 99-100)

“Hıristiyanlık her zaman bir devletin himayesinde olacak şekilde yayılmış” (Derin Tarih, s. 30, sayı: 79, Ağustos 2019) iken İslam ise, 300 sene yönettiği balkanlarda kimseyi din değişmeye zorlamamış, uzak doğuda ise devlet olmadan, tüccarların edep ve ticaret ahlakı vesilesi ile yayılmıştır. 

“İslam toplumları tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş ama insanları zorla Müslüman yapma gibi bir çabanın içine girmemiştir.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 117)

1735 tarihli ‘Reflections on Mohammedanism and the Conduct of Mohammed’ adlı anonim çalışmada, İslam dininin şiddetle yayıldığının söylenmesini cehalet örneği olarak açıklanır. Hz Muhammed tek seçenek kaldığında kılıç kullanmıştır. Hatta kendini savunurken bile intikam duygusu ile hareket etmemiştir. O, Büyük İskender’le kıyaslandığında bir melek gibi gözükür. Kendi zamanının kilise babalarından herhalde daha dürüst idi. Onun koyduğu kanunlar, bedeni zevkleri tatmin amaçlı değildi. Evlilik sıkı bir şekilde düzenlenmiş, zina yasaklanmıştır. Keza kumar oynamak ve içki içmek de yasaklar arasında idi. Namaz, oruç, hac  gibi ibadetler de az meşakkatli değildir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 84) İslam düşmanı Voltaire bile, ‘İslam’ın sadece kılıçla değil, Hindu, Türkler ve zenciler arasında ikna yoluyla yayıldığını anlatır. (A. Gunny, Images of Islam in Eighteenth Century Writings, s. 150)

İngiltere’de, kanser tedavisi gördüğü sırada kendisiyle ilgilenen Müslümanların vesilesiyle İslamiyet’le tanışan ve şehadet getirerek İslam’la şereflenen Anthony Mark Wainwright isimli adam, şehadetinden 24 saat sonra vefat etti. Ailesi olmadığı ifade edilen İngiliz adamın, henüz yeni tanıştığı Müslüman arkadaşları tarafından defnedildiği kaydedildi. (01.08.2023) Merhum Anthony Mark Wainwright hem İslam’ın kılıçla yayılmadığını ve Müslümanların İslam’ı yaymadaki amaçlarının ganimet ve dünyalık olmadığını gösterdi hem de ‘Şu kişi Müslüman değil ama iyi biri, o şimdi cehenneme mi gidecek?’ diyenlere bir günlük Müslümanlığı ile cevap verdi. Tıpkı 1913 doğumlu Fransız Komünist Partisi genel sekreteri iken ve 80 öncesi sol hakkındaki kitapları Türkçeye çevrilen Roger Garaudy’nin 70 yaşında Müslüman olup İslam hakkında pek çok eser yazması gibi. Mekanları cennet olsun!

İslam’ın kılıçla yayıldığını, savaşçı ve teslisi reddeden bir din olduğunu söyleyen hıristiyanlara Thomas Paine ile yanıt verelim: ” Hristiyanlık kılıçla kurulmuştur. İncil zalimlik ve cinayeti insanlara öğretmiştir, teslis tek tanrı inancını zayıflatmıştır.” (T. Paine, Akıl çağı, s. 216-224) İslam’da ise, “Zorla din değiştirmek, İslam ve kılıç arasında tercihe zorlanmak diye bir şey yoktur. ‘Şeriat, bu tür şeyleri yasaklamıştır.’ (İslam topraklarında yaşayan gayri müslim) Zimmiler, kendi dinlerini yaşamakta özgür idiler.” (Michael Bonner, Jıhad in Islamic History, s. 90)

Şunu kesin olarak ifade edelim ki; İslam’ın zayıf olduğu her ortamda inananları ezilmiş ve baskı altında din değiştirmeye zorlanmıştır. İslam’ın güçlü olduğu her dönemde ise, İslam topraklarında yaşayan ve kendilerine ‘zımmi’ denen gayri müslim halklar özgürce dinlerini yaşamış ve hiç bir baskı görmemişlerdir. Yani, ateist ve oryantalistlerin iddia ettiği gibi, “Ya Müslüman olacaksın ya da öldürüleceksin” gibi bir anlayış asla İslami yönetimlerde olmamış tam aksine bu anlayış Müslümanların zayıf olduğu her toplumda Müslümanlara karşı uygulanmıştır. Mekke’den Endülüs’e, Balkanlardan Anadolu’da tarih bunun kanıtları ile doludur.

“İslam barış dinidir, Batı medeniyeti, Savaş esnasında uyulması gereken kurallar, Tevbe suresi 5. ayet, Ateistlere cevaplar, Kur’an’da çelişki yoktur, Turan Dursun’a cevaplar II, Turan Dursun, İlhan Arsel, Erdoğan Aydın, Server Tanilli’ye Cevaplar” başlıklı yazılarda her yönü ile bu konu ele alınmış ve delilleri ile ispat edilmiştir.

İslam’ın Tebliğ Tarihi

İngiliz Oryantalist Thomas Walker Arnold’un (1864-1930) ‘İslam’ın Tebliğ Tarihi’ adlı eserinden hareketle İslam’ın kılıç zoru ile yayılmadığını ispat etmeye çalışacağız. Yeri geldikçe Müslüman veya oryantalist yazarlardan delil getirmeye de devam edeceğiz. (Bu ve birçok oryantalist eserlerdeki ‘Hz, sav’ şeklindeki hürmet ifadeleri daha sonradan,  mütercimler tarafından eserlere ilave edilmiştir!)

Önemli not: Yazar Arnold, ‘Müslüman olanlarla’ ilgili tüm tutanak ve evrakların daha çok Hristiyan kaynaklardan, Hristiyan görevlilerin raporlarından elde edildiğinin altını defalarca (s. 117, 130, 132, 240, 223, 241, 284,287, 326, 347, 350, 367, 378, 414, 421, 436, 452, 454, 467, 476, 478, 516, 552) çizer! Bu yazarlar din değiştirenler üzerindeki etkili olan nedenler olarak mümkün olan en kötü ithamlarda (Basit karakterli olma, cezalardan kaçma, dargınlık, kadına düşkünlük, çaresizlik, dünyalık menfaat, cehalet (s. 123, 137) vb. gibi) bulunmuşlardır. İslam’ı  seçen bir Hristiyan’ın samimi bir inançtan dolayı din değiştirme ihtimali, herhalde bu yazarların zihinlerinde hiç bir zaman yer bulmamıştır. (s. 132) Thomas, “Kaynakların özellikleri gereği bu bilgilere şüphe ile bakmak gerektiği söylemeye bile gerek yoktur; özellikle din değiştirmede etkin olan nedenlerle ilgili olanları eksik ve yanlış bilgiler barındırır. Bu zamanın din adamları için, İslam’ın samimi bir kanaatle kabullenmek hemen hemen imkansızdır.” der (s. 241) ve ekler; ‘Kaynakların Hristiyan katipler elinde bozuldukları konusunda pek şüphe yoktur. (s. 552) Yazar, Müslüman olanların ‘istatistik ve Müslüman olma nedenleri’ gibi konular dışındaki bilgilerde, İslami kaynaklara da başvurarak,  bu açığı kapatmaya çalışır.

Hamiş: Misyonerlik ile İslam’ın tebliği arasında büyük farklar vardır. İslam tebliği, mesajı duyurup, kararı muhatabına bırakmak şeklinde ifa edilir. Zorlamaz asla olmaz, yasaktır! Meşru bir din tebliğinde, “eğip bükmeden, aldatmadan, hiçbir şeyi gizlemeden, insanların zaaf ve ihtiyaçlarını istismar etmeden yapılan anlatım” (H. Karaman, Misyonerlik, 20 Mart 2005) vardır. Misyonerlikte ise sadece duyurma değil, ‘Ne yapıp edip insanların Hristiyanlığa kazandırılması’ (Korintoslular’a Birinci Mektup, 9/20; Ö. Harman, Genel olarak misyonerlik, Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri, s. 34) faaliyeti vardır. Bu konu, ‘Misyonerlik dosyası’ adlı yazımızda ele alınmıştır. 

Giriş

İslam Gırnata’da İspanyollarca haraç ödemeye mahkûm edildiği dönemlerde bile Sumatra, malay adalarında zafer kazanmaya devam etmiştir. Müslümanlar hiçbir güç kullanmaksızın inançlarını Orta Afrika, Çin ve Doğu Hint Adaları’nın içlerine kadar götürmeyi başarmışlardır. (s. 19) İslam çağrısının barış yolu ile yapılmasını emreder: “Bana düşen ancak Allah’ın sözünü tebliğ etmek ve O’nun hükümlerini size bildirmektir.” (Cin, 23); “Kitap ehli (Yahudi ve Hıristiyanlarla) güzel üslupla tartışın ve onlara deyin ki: Biz, size indirilene de bize indirilene de iman ettik.” (Ankebut, 46); “Ey Nebi, Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik. Sana düşen görev, sadece tebliğ etmektir.” (Şura, 48); “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256); ” Resulümüzün apaçık tebliğden (İlahi mesajı iletmekten ve açıklayıp göstermekten) başka bir sorumluluğu yoktur.” (Teğabun, 12); “Her geçen gün onların hıyanetlerini haber alıyorsun. Yine de onları affet.” (Maide, 13); “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış.” (Nahl, 125); “Senin vazifen ancak tebliğ etmektir.” (Ali İmran, 20); “Sizden hayra davet eden bir topluluk bulunsun.” (Ali İmran, 104); “İnsanları rabbine davet et.” (Hac, 67)

İslam’ın tebliğ ruhunun delillerini, ‘ne bir elinde kılıç bir elinde Kur’an’ efsanevi şahsiyete sahip Müslüman savaşçılar, ne de zalim ve bağnaz kimselerin öfkelerinde aranmalıdır. Aksine, dinlerini dünyanın her tarafına taşıyan vaiz ve tüccarların sakin ve ikna edici gayretlerinde aranmalıdır. (s. 22) Şartman’ın kılıç zoruyla yaptırmış olduğu faaliyetler, Danimarka’da paganların kökünü kazıyan Kral Cnut, Prusyalıları Hristiyanlaştıran Brethren of the Sword (Kılıç kardeşleri) ve Haçlı seferleri (s. 25);  Norveç’te Kral Olaf Trygvesson tarafından dinini kabul etmeyenlerin ya kılıçtan geçirilmiş ya da el ve ayaklarını kestirilmiş veya sürgüne gönderilmiş olması (s. 26);  Afrika’nın bir kısmının zorla vaftiz edilerek Hristiyanlığa sokulması (s. 447, 448) gibi durumlar dışında misyonerlerin ikna metotları kullanıp dinlerine döndürdükleri kişilerde vardır. Emevi Halifesi Mervan, ‘Mısır halkından her kim dinime girmezse onu kılıçtan geçirip çarmıha gererim.’ demiştir. (s. 27) Ama bu pratikte uygulanmamıştır. Halife el-Mehdi’de, Halep yakınlarında bir mahallede ikamet eden Hristiyanlar olduğunu öğrenince öfkelenmiş ve İslam’a girmelerini emretmiştir. (s. 77) Bu gibi ‘istisnalar’ dışında İslam’da zorlama olmadığının ise birçok örnekleri bulunmaktadır

İslam’ın tebliğcisi olarak Hz Muhammed’in hayatı

İslam’ın tebliğ ruhu daha başlangıçtan itibaren dinin içine nüfuz etmiştir. (s. 29) Mekke’li müşriklerin büyük çoğunluğu şüphesiz, yeni dine karşı gizliden gizliye ilgi duyuyor, fakat onun zafere ulaştığı güne kadar düşüncelerini açıklamıyorlardı. Düşmanlığını ilan edenler, bu yeni dinin kendi zenginlik kaynaklarını (Putları ve onlara verilen hediyeleri) yok edeceği (s. 33) ve statülerini kaybedecekleri (s. 41) anlamına geldiğini fark etmişlerdi.

İslam’ı tebliğ sırasında Taif dönüşünde Hz Muhammed’in ümitleri her zamankinden daha zayıflamıştı ve ruhundaki ıstırap, Nuh peygamberin söylediklerinin ağzından dökülmesine neden olmuştu: ”Ey Rabbim! Ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat davetim sadece onların benden kaçışmalarını artırdı. Kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh, 5-7) Akabe biatlarına neden olan olayda da peygamberimiz Medine’li 6 veya 7 kişi ile karşılaşır. Onlara, ‘Öyleyle biraz otursanız da sizinle konuşsam.’ (s. 40) der. Peygamberimiz II. Akabe biatında onlardan, ‘Kendisini, tıpkı hanımlarını ve çocuklarını koruyormuşçasına savunmalarını’ ister ve böylece Medine dönemi bu şekilde başlar. (s. 47) Medine’de İslam’ın tebliği öyle bir aşk ve samimiyetle yapılıyordu ki, şair Ebu Kays el-Eslet’in tesirinde kalarak uzak duran Evs kabilesinin bir kolu hariç, her kabileden birçok kişi bu dine giriyordu. (s. 45)

Bazılarının bizi inandırma çabası içinde olacağı gibi, Hazreti Muhammed bir tebliğci iken birdenbire elde kılıç, her rastladığını dinine kabule zorlayan bir mutaassıp durumuna gelmemiştir. Avrupalı yazarlar tarafından Hazreti Muhammed, hicretten itibaren yepyeni bir karaktere bürünmüş gösterilir. Peygamberin, bazı arkadaşlarını dini anlatmaları için görevlendirdiği ve bunlardan bazılarının bir hayli başarısız olmaları, zorlamaya başvurmadıklarının işaretidir. (s. 58)

İslam’ın Batı Asya Hıristiyanları arasından yayılması: Kılıç, Hıristiyan tarihçiler tarafından Müslümanların propaganda aleti olarak gösterilmiş ve bu sebepten İslam’ın gerçek tebliğ faaliyeti gözlerden uzak tutulmuştur. (s. 73) Hıristiyanlarla Müslüman Araplar arasında var olan dostane ilişkilerden dolayı, bu din değiştirmelerdeki belirleyici etkenin güç kullanma olmadığı hükmü çıkartılabilmektedir. Hz Muhammed bazı Hıristiyan kabilelere dinlerini serbestçe yaşayabileceklerine dair teminat vermişti. (s. 74) Hıristiyan Araplar İslamiyet’e girme ya da cizye ödeme konusunda tercihte serbest bırakılmışlardı. Kesinlikle dinlerini terk etmeye zorlanmayacaklardı.

Cizye: canları ve mallarının korunması, güvenliklerinin sağlanması karşılığında alınan bir vergi idi. (s. 77) Müslüman vatandaşlar için zorunlu olan askerlikten kendilerini muaf tutan bu cizyeyi ödemek onlara çok ağır bir yük olarak görünmüyordu. İslam dinine girdiğinde cizye yerine zekat ödemek zorunda kalıyordu ki bu zekat bütün taşınır ve taşınmazlara uygulanan yıllık bir vergiydi. (s. 89) Cizye sadece erkeklere konurdu. Fakir, yaşlı, hasta, papaz, kadın, çocuk, kör, dilenci, sakatlar muaf tutulurdu. (s. 90, 184) Papaz Laura Veglieri diyor ki; Yenilenlerin hakları, malları ve hayatları Müslümanların sahip oldukları korunma şeklinde korunup gözetiliyordu. (Thomas Carlyle, Peygamber Kahraman Muhammed, s. 11) Halid b. Velid, Hire civarındaki bazı kasaba halkıyla yaptığı anlaşmayı şöyle yazdırır: “Eğer sizi korursak cizye hakkımızdır; eğer koruyamazsak bunu hak edemeyiz.” İmparator Herakliyus büyük bir ordu toplayıp Müslüman ordusu ile savaşa hazırlanınca, Arap komutan Ebu Ubeyde valilerine mektup yazarak topladıkları cizyeyi iade etmesini emretmiş ve halka şöyle hitap etmiştir: “Anlaşmaya göre sizleri korumamız gerekiyor, fakat şimdi bu bizim gücümüzü aşıyor. Bu sebepten sizden aldıklarımızı geri veriyoruz. Bu sebepten devlet hazinesinden yüklü miktarda ödemeler yapıldı. Hıristiyanlar, Müslümanların reisleri için dua etti: Allah size, bizi tekrar yönetmeyi nasip eylesin ve sizi Romalılar üzerine muzaffer kılsın; sizin yerinizde onlar olsaydı, elimizdekileri de alırlardı.” (s. 91) Cizye sayesinde Hıristiyanlar askerlikten muaf tutuluyorlardı. (s. 92) Diğer taraftan Mısır köylüleri Müslüman olmalarına rağmen, askerlikten muaf sayıldıkları için, Hıristiyanlar gibi vergi ödemeye mecbur tutulmuşlardı. (s. 93) İslam’ın kabulüne neden olarak Marco Bizzi üç neden ileri sürer: Dünyalık menfaatlerin cazibesi, cizye ödemekten kurtulma ve ülkede yeteri din adamının olmaması. (M. Bizzi, Arcivescovo,  s. 38) Bu yorumu, Müslüman olmayı gönüllü ve içtenlikle kabul etmenin mümkün görülmediği Hıristiyan din adamlarının gözü ile bir abartılı yorum olarak görmemek imkansızdır. Bir asır sonra (1703’te) baş vergisi erkekler için 6 real idi ve bu yılda 3 real olarak konulan vergi hariç, Hıristiyanlara mahsus tek vergi idi. Bu gibi hafif bir maddi nedenle din değiştirmek için, dinlerine zaten çok az bağlılık olması gerekmektedir. Günümüzde bile Arnavutlukta bulunan büyük bir Hıristiyan kitlenin varlığı, ‘dinsizliği’ seçmeye zorlama olmadığının göstergesidir. Ayrıca bu vergi yükleri Hıristiyanlar kadar Müslümanların üzerinde de var olan bir külfettir. (s. 245) Arazi vergisi, hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için aynıydı. (s. 209) Cizye ki sadece 6 real idi, tüm vergiler Müslümanlar için de geçerli idi. (Vincenzo Zmaievich, Notizie universali, arcivescovo, s. 5) Zerdüştlerin baskılarından bıkan halk, Arapların idaresi altında, her çeşidi ile tüm inançlarını yaşayabilecekleri ve çok az bir vergi karşılığı kendilerine askerlikten muafiyet getiren bir yönetim altından yeniden nefes alabileceklerdi. (s. 275)

Zoraki din değiştirmeler yönünde teşebbüsler olsaydı, Hıristiyanların, Abbasi halifeleri dönemine kadar Müslümanların arasında yaşamaları mümkün olamazdı. (Caetani, Annali dell’Islam, II/828) İslam’ı kabul eden Hıristiyan kabileler bunu kendi tercihleri ve hür iradeleri ile yapmışlardır. (Caetani, V/4) J. L.  Burckhardt, son asırda bile Hıristiyan olarak hayat süren Bedevi ailelerinin hala mevcut olduğunu söylemiştir. (Burckhardt, Travels in Syria and the Holy Land, s. 564)

Roma imparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar, Katolik Romalıların zulümlere başvurabileceğinden korkmuşlar, bu sebeple, seve seve hatta iştiyakla, kendilerine dini müsamaha sözü veren yeni efendilerini kabul etmişlerdir. Büyük Mihail olarak bilinen Antakya Yakubi patriği, ‘işte Allah’ın intikamı böyle olur. Romalılar kilise ve manastırlarımızı talan ettiler, bize acımasızca suçlu muamelesinde bulundular. Bunun içindir ki O, güneyden İsmailoğullarını (Müslümanları) getirerek bizim kurtuluşumuza vesile kılmıştır. Romalıların azgınlıklarında kurtulmamız az bir şey değildir.’ demiştir. (Michael the Elder, Chronique de Michael le Syrien, II/412; Bizans askerlerinin II. Constans zamanında dindaşlarına yapmış olduğu zulümler için bakınız: Michael the Elder, II/443)

Arap ordusu Ürdün’e ulaştığında, ülkede yaşayan Hıristiyanlar Araplara şöyle mektup yazıyorlardı:” Ey Müslümanlar! Biz sizleri Hıristiyanlara tercih ediyoruz; her ne kadar onlar dindaşlarımız olsalar da, siz bizim dinimize daha çok sahip çıkıyor, bize daha merhametli ve adaletli davranıyorsunuz. Zira onlar, mallarımız ve evlerimizi elimizden alıyorlardı. Emessa halkı kapılarını roma ordusuna kapamış ve Müslümanlara, ‘ Sizin yönetiminizi ve adaletinizi, Rumların adaletsizliğine ve baskılarına tercih ederiz.’ demişlerdi. Çünkü Müslümanların yiğitliği sayesinde çabucak ele geçirilen Bizans şehirlerinde halka son derece müsamahalı davranıldığını gördüler. Bu onların, yüzlerce yıldır alışık olmadığı bir şeydi. Dinlerini serbestçe ve rahatsız edilmeden yaşayabiliyorlardı. Sadece sürtüşme çıkmasın diye bazı kısıtlamalara gidiliyordu. (s. 84)

Hz Ömer Kudüs’ü aldığında bir anlaşma yayınlar: Bu Kudüs halkına verilen bir emannâmedir. Bütün halkın can ve malları korunacak, ibadet yerleri ve haçlarına dokunulmayacaktır. Onlara ne bir baskı yapılacak ne de onlara bir zarar verilmeyecektir. (Taberi, Tarih, I/2405) Patrik, Ömer’e Kilisede namaz kılmasını rica etmiş, O, ihtiyatlı davranarak, burada namaz kılarsa daha sonra orayı ibadethaneye çevrilebilir diye endişe ederek geri çevirir ve cüzzam olan Hıristiyanlara da para ve gıda yardımı yapar. (Radi Dikici, Bizans İmparatorluğu Tarihi, s. 172; Belazuri, Tarih, s. 129 )

Büyük şehirlerde bazı kiliseler mescide çevriliyordu. Bu hal, Müslümanların sayısının arttığı, Hıristiyanların ise aynı oranda azaldığı bir dönemde olduğu için bu yönde alınan tedbirlere itiraz edilemezdi. (s. 96)

Hıristiyan mezheplerinin hepsi de, Müslüman yönetimler tarafından benzer şekilde müsamaha görüyor, hatta birbirlerine karşı saldırılarına engel olunuyordu. (E.Von Dobschütz, Die confessionellen Verhaltnisse in Edessa unter der Araberherrschaft, s. 391)

Bütün Hıristiyan topluluklarla adil bir şekilde ilgilenmek Müslümanların büyük gayretlerinden biri olmuştur. Yakubiler Ortodoks kilisesini gasp etmeye çalışmışlar, bu kilise Müslümanlar tarafından gerçek sahiplerine iade edilmişti. (s. 101)

İslam’ın ilk dönemlerinde Hıristiyan topluluğa gösterilen bu hürriyetçi tavır göz önüne alındığında, din değiştirmede kılıç gücünün etkin olduğu yönündeki yaygın varsayımın pek de tatmin edici olmadığı görülmektedir. (s. 102)

Zorlama oldu mu? İslam’a geçişler varsayıldığı gibi zorlama ve şiddetle gerçekleşmemiştir. (s. 107) İslam memleketlerinde Hristiyanların gördükleri zulümlerin çoğunu, yerli Hristiyanların yabancı Hristiyanlarla veya İslam düşmanlarıyla işbirliği içerisinde çevirdikleri entrikalardan (Örneğin, Bizanslılara kapılarını açan Kıpti Hristiyanlar, buna rağmen onlardan kötü muamele görmüştür, s. 149) ya da Hristiyanların  resmi görevlerini kötüye kullanmalarında (s. 113) ve  Müslümanlara karşı girişilen zalimane ve gaddarca muameleler sebebiyle ortaya çıkan kötü izlenimlerde aramak gerekir. (s. 111) Haçlılarla vatana ihanet sayılacak yazışmalar yapanlar, hiç de dini zulüm sayılmayacak şekilde, kendilerine karşı tedbirler alınmasına neden olmuşlardır. (s. 113) Türkler tarafından bir Hristiyan sert bir muamele görmüşse, bu genellikle Türklerin düşmanlarıyla haince haberleşmesi şüphesinden ileri gelmiştir. (Vincenzo Zmaievich, Notizie universali, arcivescovo, s. 141) Mesela Avusturyalılar, Sırpları isyana ikna etmişler, başarısız olunca göç etmek zorunda kalmışlardı. (s. 261) Şam ve diğer şehirlerdeki Hristiyanların Moğol Hanedanı’nın desteğini gördükleri kısa dönemde işlemiş oldukları aşırılıklar, Batı Asya’da Hristiyanlığın adını bir hayli kötüye çıkarmıştı. (s. 295) İran ve Asya’nın diğer bölgelerinde Hristiyanların, ilerleme kaydettikleri veya Moğol idarecilerini zamanında takındıkları kibirli ve aşağılayıcı tutum, Haçlı Seferleri sırasında doğudaki Hristiyanların çoğu zaman batıdan gelen İşgalci dindaşlarını desteklemeleri, Yunan bağımsızlık harekâtı sırasındaki mezalimler bu örneklere eklenebilir. (s. 536 ) 

Gayrimüslimleri zorla İslam dinine kabul ettirmeye yönelik organize teşebbüslere veya Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için sistemli bir mezalime dair hiçbir kayda rastlamıyoruz. Halifeler böyle bir şeyi yapmayı kararlaştırsaydılar, Ferdinand ve Isabelle’nın Müslümanları İspanya’dan kovması veya XIV. Louis’nin Protestanlığı Fransa’da suç sayması ya da Yahudilerin 350 yıl İngiltere’den uzak tutulması kadar kolay bir şekilde Hıristiyanlığın kökünü kurutabilirlerdi. Doğu kiliselerinin günümüze kadar fiilen varlıklarını sürdürebilmeleri, genel olarak Müslüman yönetimlerin bunlara göstermiş olduğu hoşgörülü tavrın en kuvvetli delilidir. (s. 115) Bunun tam aksi örneklere devam edersek, İstanbul 1204 yılında Haçlılar tarafında yağmalanmış, Harran manastırı da 1184 yılında Emassa Lordu Kont Goscelin tarafından yine yağmalanıp talan edilmişti. (Barhebraeus, Gregorii Barhebraei Chronicon Ecclesiasticum, II/508) Nasturi patriği III. İshoyabh’ın, Rev Ardeşir piskoposu  ve pers başpiskoposu Simeon’a hitaben yazdığı mektupta:” Tanrının dünya imparatorluğunu bahşettiği Araplar, Hıristiyanlığa saldırmıyorlar; aksine dinimize, rahiplerimize ve azizlerimize hürmet gösteriyorlar. O halde Merv halkı neden Araplar için kendi dinlerini terk etti? Hem de Merv halkının kendi ifadelerine göre, Araplar dinlerini terke zorlamamıştı.” demekte idi. (Pers Prime, s. 330-331)

Halife el-Me’mun, İslam’ı yaymak için büyük gayretlerde bulunmuş fakat iktidar gücünü kötüye kullanarak kimseyi dinini zorla kabul ettirmeye çalışmamıştır. (s. 122 )

St. Denis Manastrı Mensuplarından Deuil’li Odo: “İkinci Haçlı Seferi sırasında yenilgiye uğrayan Haçlılar geri çekilince, hasta ve yaralı olanlar ile hacıların büyük çoğunluğu geride bırakılmıştı. Rumlar hemen, çaresiz hacıların durumunu Türklere haber verir. Müslümanların kalpleri, o sefaleti ve felaketi görerek acıma duygusu ile kaplanır. Geri kalan Haçlı kafilesinin yaralıları tedavi edilir, fakirleri ve açları doyurulur ve sıkıntıdan kurtarılır. Hacıların, imansızlardan gördükleri nazik muamele ile Hıristiyan dindaşları Rumlardan gördükleri durum arasındaki o büyük tezat sonucu, çoğu kendilerini kurtaranların dinine seve seve kabul etmesine sebep olur. Ah Merhamet! Her türlü ihanetten daha zalimsin. Bunlardan hiçbirini dininden dönmeye zorlamadıkları kesindi.” (Odo de Diogilo. De Ludovici VII. Itinere, Migne, Patrologia Latina, c. CXCV/1243)

1565 yılında Kahire’de bulunan Fürer von Haimendorf, Leipzih üniversitesinde tahsil görmüş bir alman bilim adamının din değiştirmesinden bahseder: “Stevenius Germanus Hamelensis adlı bu adam Hıristiyanlığı terk etti. Bu bilge bir adam idi. Bu mürted adam bize göre çok fazla akıllı. Yanında bir saniye durmamalı.” (s. 133)

Haçlılar döneminde İslam dinine geçişin eskisi kadar yaygın olmadığı anlaşılabilir. Müslümanlar kutsal topraklarda hâkimiyeti ellerine aldıkları zaman, önceden gösterdikleri müsamahayı Hıristiyanlara yine göstermişler ve onların cizye ödeyerek ‘barış ve huzuru satın almalarına’ müsaade edilmiştir. (s. 135) ‘Yerli Hıristiyanlar kesinlikle Müslümanların yönetimini haçlılarınkine tercih ediyorlardı.’ (H. Prutz, Kulturgeschichte der Kreuzzüge, s. 146,150) Anadolu Hıristiyanlarının çoğu da, nefret ettikleri Bizans İdaresi’nden kendilerini kurtaracaklar umuduyla baktıkları Selçuklu Türklerini sevinçle karşılamaya yönelmiştir. Sadece baskıcı vergi sisteminden dolayı değil, mezheplerin baskıcı ruhundan dolayı da Buna yönelmişlerdir. Anadolu’nun İç bölgelerindeki küçük kasaba Sakinleri, Türklerin hâkimiyetinde bulunan yerlere göç ediyorlardı. (G. Finlay, History of Greece, III/359)

İslam’ın Afrika Hıristiyanları arasında yayılması: Afrika’ya giren Arapların çok kısa sürede başarı elde etmelerini sebebi, Bizans idaresine karşı dini inançlarından dolayı hissetmiş oldukları kin ve nefret hisleriydi. Mısır Hıristiyanları olan Yakubiler, Bizans Sarayının Ortodoks mensupları tarafından, çok kaba bir şekilde muamele görüyordu. Sürgüne gönderiliyorlar, gerçek inançlarını gizlemek zorunda kalıyorlardı. Müslümanların elde ettikleri zaferler Kıptî denen bu Yakubi Hıristiyanlara, yüz yıldır yaşamadıkları bir din özgürlüğü sağlamıştır. Cizye ödemeleri şartıyla, Amr isimli komutan, dini hayatlarında özerklik garantisi vermişti. Dini hayatlarında, kiliselerden hiçbirine dokunulmamış, yağma ve talan işine asla müsaade edilmemişti. Din değiştirmelerine yönelik kendilerine herhangi bir baskı ve eziyetin uygulandığına dair bir delil bulunmamaktadır. (s. 144) Gönüllü olarak din değiştirenler için Nikiu patriği John, Hıristiyan gözle yaptığı yorumda, ‘Mısırlılar, tanrının düşmanı Müslümanların dinine girmekle, o amansız Muhammed’in kötü inancını kabul ediyorlardı. Böylece onlar putperestlerin sapıklığını paylaşıyorlardı.’ (Chronique de Jean, Eveque de Nikiu, s. 585) demektedir.

Kıptiler, ilk defa 646 yılında ayaklanmışlar ve kapılarını Bizans askerlerini açmışlardı. Fakat Bizanslılar, Kıptilere düşman muamelesi yapmıştı. (s. 149) Kilisenin barış içinde yaşadığı dönemler de birçok Hıristiyan, Müslümanlar zümresine dahil olmuştur. (s. 150) Kıptiler, Müslüman Mısır sultanına rüşvet teklif etmişler fakat ret cevabı almışlardır. (s. 151)  Hıristiyanların kiliselerini tamir etmelerine ve yenilerini yapmalarına müsaade ediliyordu. Böylesi hadiselerin, İslam’a adam kazandırmak maksadıyla yapılan bir taktik türü olduğunu söylemek zordur. (s. 152)

Nübe krallığı’nda İslam’ın yayılması: İslam’ın gelişmesi sürekli olarak Müslüman Tacirler ile oraya sık sık seyahat eden ziyaretçiler tarafından sağlanıyordu. (s. 154, 157, 163)
Habeşistan: 1370’larda Kral Ar’âd, Hıristiyanlığı kabul etmeyenleri ya öldürüyor ya da sürgüne gönderiyordu. Bazı Müslüman toplulukları, Habeşistan kralına haraç ödüyordu. Her yılda, yeni Hıristiyan olmuş genç bir kızı krala vermek zorunda idiler. Habeşistan’da 17. yüzyıl boyunca bile İslam varlığını devam ettirebilmiştir. Bunun sebebi birbirine rakip durumundaki Hıristiyan kiliselerinin ortak düşmanlarıyla değil de birbirleriyle uğraşmaları (s. 161);  kilise mensupları arasındaki büyük ahlaki çöküş, tembellik, birbirleriyle bitmek tükenmek bilmeyen kavgalar idi. (s. 163) Zamanla Habeşistan Hıristiyanlarının reislerinden bazıları, açıktan açığa, Portekizlilerle ittifak etmektense, Müslümanlara teslim olacaklarını söylüyorlardı. İslam’ın başarılı olmasının başlıca sebeplerinden birisi, Habeşistan Hıristiyan nüfusu ile kıyaslandığında Müslümanların sahip olduğu ahlaki üstünlüklerdi. (s. 163) Kral Yohannes, bütün ülkede Müslümanların 3 yıl, putperestlerin beş yıl içinde boyun eğmesi gerektiğini emreder. Müslümanların vergi ödemelerini emretmekle kalmamış, Müslümanlara vaftiz olmaları ve resmi görevli olanların da ayrılmaları içinde üç aylık süre tanınmıştı. (s. 165) Hıristiyanlık menfaatine alınan zalimane tedbirler, İslam dininin 19. yüzyıldaki artan gücünü durdurmayı başaramamıştır. (s. 167) Hıristiyanlara bunca azizler ve büyük ilahiyatçılar kazandıran meşhur Afrika kilisesine ne olmuştu? Alışılagelen iddia Müslüman savaşçıların, zorbalıkla din değiştirme çabalarına bağlanır. Asıl dikkat edilmesi gereken şudur; Arapların Habeşistan’a girmesinden 800 yıl sonra, yerli Hıristiyan Kilisesi’nin varlığını devam ettirmesi, gösterilen hoşgörü ve dini serbestliğin varlığına delil teşkil eder. (s. 168, 179) Hıristiyanlığın, Arian mezhebinden olan Vandallar, Yüzyıl’a yakın süre boyunca Ortodokslara şiddetli eziyetler de bulunmuşlar, kendi mezheplerine yanaşmayanlara zulüm etmişlerdir. (s. 170)
Fas: Fas’ta Hanedan kurucusu İdris’in 789 da Hıristiyanlar ve Yahudileri zor kullanarak Müslüman olmaya zorladığı söylenir fakat yerli Kuzey Afrika Kilisesi’nin tarihinde böyle bir olayın benzerine rastlanmamıştır. Bu kiliselerin çöküşünün çok yavaş oluşu bile, gördükleri hoşgörü ve müsaadeye bir delil teşkil eder. 300 yıl kadar sonra bile, hala ayakta bulunan 40 kadar piskoposluk bölgesi bunun göstergesidir. (s. 174) Sakiyetül’-Hamra’daki kadiri tarikatı şeyhi müritlerine şunu söyler: ” Hıristiyanlara gidin, onlara Hıristiyanlıkta olduğu gibi kirli-yıkanmaksızın yaşamanın Allah nazarında affolunmayı gerektiren bir durum olmadığını anlatın.” (s. 176) 1566 yılında, Madrid’de Hıristiyan askerler, yayınladığı bildiride şöyle derler: “Müslümanların ne kendileri, ne de başka hiç kimsenin, evde ya da başka yerde banyo yapmalarına müsaade edilmemeli ve bütün hamamların yıkılıp tahrip edilmesi gereklidir.” (J. Morgan, Mahometism Explained,  II/256)

İslam’ın İspanya Hıristiyanları arasında yayılması: Müslüman İspanya’nın getirdiği etki, yeni bir edebiyat ve kültürün doğmasına yol açmıştır. (s. 180)  İslam’dan önce İspanya’da, Katolik Hıristiyanlar yerleşmiş bulunuyordu. Katolik mezhebi dışında hiçbir din ve mezhebin varlığına müsaade edilmiyordu. (s. 181) Başka mezheplerin itirazları yasaklanmış, yasaklara uymayanların mülklerine el konulmuş, ömür boyu hapisle cezalandırılmışlardır. Yahudilere de eziyet ve zulümler yapılıyordu. (s. 181) Alt ve orta sınıflardan gönülden inandıkları için İslam dinini kabul edenler çoktur. (s. 182)

Arapların zaferlerini ilk günlerinde, dini baskı veya zoraki din değiştirmelere dair hiçbir olaya rastlanmamıştır. Gerçekten de, onların Hıristiyanlara gösterdiği hoşgörü o kadar büyük ölçülerde oluyordu ki, bu da ülkenin ele geçirilmesini kolaylaştırıyordu. (s. 184) Tüm Hıristiyan mezhepler, kendi dinlerine göre yaşama konusunda tamamen serbest bırakılmışlardır. (s. 184) 854 yılında, İslam’ın bağnaz bir düşmanı olan  bir İspanyol yazar  şunları söylemektedir: “Kuran’ın hayran olunacak kadar anlamlı ve güzel bir şekilde yazılmış olduğunu kabul etmek gerekir. Hıristiyan gençlerimiz Arap edebiyatı ile karıştırılmış, kafirlerin ilimleri ile şöhret peşindeler. (s. 188) Arapların Üstün adetleri içerisinde, yiğitlik ve mertlik gibi faziletlerin sergilenebildiği serbest bir alan vardı ki bu durum Hıristiyan İspanyol halk arasında pek rastlanmayan bir özelliklerdi.” (s. 191)

1610 yılında, (İspanyol hâkimiyeti altında yaşayan ve eğer domuz eti yemezse, Cuma günü evini temizlerse, çocuğuna Müslüman ismini verirse, ‘Allah’ veya ‘Muhammed’ derse, Ramazan ayında kendine sunulan bir yemeği yemezse, Arapça konuşursa ya da yatak odasında haç bulundurmazsa engizisyon mahkemesine sevk edilip zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslümanlara verilen isim ile) Moriskoların arta kalanlarından biri şöyle demektedir: “Muzaffer atalarımız Hıristiyanlığı bu ülkeden silip atma teşebbüsünde bulundular mı hiç? Ayinlerinizi serbestçe yapma özgürlüğü tanımadılar mı? Engizisyon mahkemelerinin bir örneği rastlanabilir mi tarihimizde? Kuran, bize vicdanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklıyor.” (s. 195) Belensiye Başpiskoposu’nun, yerli Müslümanların İspanya’dan ihraç edilmelerini tavsiye etmek maksadıyla kaleme aldığı ve 1602 yılında III. Philip’e takdim ettiği, ‘Moriskolların dinlerinden dönmeleri ve ihaneti’ konulu muhtırada bile itiraflar bulunabilmektedir: “Bütün dini meselelerde, hiçbir hususa vicdan hürriyetine önem verdikleri kadar önem vermiyorlar. Bütün Muhammedîler tebaalarına sınırsız vicdan hürriyeti bahşediyorlar.”   (Morgan, Mahometism Explained, II/310)

İslam’ın, Türklerin hâkimiyetindeki Avrupa Hıristiyanları arasında yayılması: Fatih Sultan Mehmet Rum kilisesinin koruyucusu olduğu Hıristiyanların bağlılığını sağlamak için, onlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamıştır. Davalarına patriğin mahkemesinde bakılmasına izin vermiş, sonuçta Rum piskoposlar, Ortodoks nüfus üzerinde Osmanlı valisi imiş gibi davranmışlardır. (s. 199) Camiye çevrilmesi üzere istimlak edilen kiliselerin kullanım hakkı tekrar Ortodokslara geri verilmiştir. Rumların, Rumeli’de Türklere sayıca üstün olmalarına rağmen, kendilerine tanınan dini hoşgörü ve sahip oldukları can ve mal güvenliği sebebiyle yeni amirlerine alışmış ve Sultan’ın hâkimiyetini herhangi bir Hıristiyan devletin idaresine tercih etmişlerdir. (s. 201) Osmanlı fatihleri, Rumlar tarafından, Fransızlar ve Venediklilerin açgözlü ve zalim yönetimlerinden kurtarıcılar olarak karşılanıyordu. Kâfir Türkler dinden sapmış Katoliklere tercih ediliyordu. Örneğin, 1508 yılında tüm Kıbrıs halkı, Venediklilerin kölesi durumundayken ve kazançların üçte birini devlete vermek zorunda kalıyor, her erkek haftanın iki günü devlete çalışmak zorunda iken ve gelmedikleri gün için de para cezasına çarptırılıyordu. Ayrıca bir miktarda yıllık vergi ödemek zorunda idiler. Bir Rus tarihçi şöyle der: “Rab, emanete ihanet etmeyen kadıları olan Sultan 2. Mehmed’i aziz kıldı.” (N. M. Karamsin, Histoire de l’Empire cle Russiel, V/437)  Fatih Sultan Mehmet, Rumların önceki hallerinden çok daha iyi bir durumda olmalarını sağlamıştır. Bizanslılarla kıyaslandığında, ödedikleri vergi çok önemsiz kalıyordu. Türklerin yönetimi altındaki yerler, Hıristiyan Avrupa’nın çoğu yerinden kesinlikle daha iyi yönetiliyordu. (s. 203) Yabancı devletler, Bizans imparatorları zamanında almadıkları Rum tacirleri limanlarına kabul etmeye mecbur kalıyordu, çünkü şimdi onlar, Osmanlı bandırası altında seyahat ediyorlardı. (G. Finlay, History of Greece, V/157)

Devşirme: Devşirilen çocukların çoğu yetim idi. Aksi halde perişan olup giderlerdi. Belirlenen çocukların toplanmasın da görevli memurların zor kullanmasına gerekmiyordu. Aileler, çok parlak bir mesleği kazanacakları, daha iyi bakılacakları için bu işe evlatlarını kaydettirmeyi arzulu bir şekilde kabulleniyorlardı. (David Chytraeus, Oratio de statu ecclesiarum hoc tempore in Graecia, s. 14) Zira bu küçük esirler, Sultan’ın kendi çocukları gibi yetiştirilmekteydiler. (Sir E. S. Creasy, History of the ottoman Turks, s. 99; Thomas Smith (An Account of the Greek Church, s. 12) Bazı kimseler çocuklarından ayrılmaya dünden hazırdılar. “Üstün yetenek ve ahlaka sahip olan birçok Rum, devşirme olarak seçilmekten kurtuldukları zaman bile Muhammed’in dinini gönüllü olarak benimsemişlerdir.” (G. Finlay, History of Greece, V/29) 

Hıristiyanların en kötü durumda olduğu zamanlarda İslam dinine geçişlere dair pek bir kayda rastlamıyoruz. On sekizinci yüzyılda hemen hemen hiç din değiştirme olayı görmüyoruz. (s. 210) Herhangi bir haksızlık olmuşsa herkese eşit oranda yansımıştır. (Finlay, VI/4-5) Müslümanların muhatap olduğu fakirlik, Hıristiyanlarınkinden daha kötü olabiliyordu. (W. Forsyth, The Slavonic Provinces South of the Danube, s. 157-158) Baskı veya sefalet Müslüman nüfus ve Hıristiyanlara eşit oranda yansıyordu. Hıristiyanların en alt sınıfı Türklerin aynı sınıfından daha kötü durumda değildi. (W. M. Leake, Journal of a Tour in Asia Minor, s. 7) Rumların iki asır süreyle Osmanlı padişahlarından gördükleri muamele, o dönemdeki Avrupa’nın geri kalan kısmında görülmedik bir müsamaha örneği sergilemektedir.  Macaristan ve Erdel Kalvinistleri, Üniteryan hanedanının eline düşmektense Türklere tâbi olmayı bir hayli zamandır arzu ediyorlardı. (De la Jonquierr, s. 333) İspanyol Yahudileri sığınmak için yine Osmanlı ülkesine gelmişlerdi. Kazaklar, Hıristiyan kardeşlerinin kendilerinden esirgediği hoşgörüyü Osmanlı sultanının memleketinde bulmuşlardı. (De la Jonquierr, s. 34) 17. yüzyılda Antakya patriği olan Macarius, Katolik Polonyalıların, Doğu Ortodoks Kilisesine uyguladığı korkunç gaddarlığı şöyle anlatıyordu: “Ey taş kalpliler! Rahibeler ve kadınlar size ne yapmıştı? Kızları, çocukları, kundaktaki bebekleri niçin öldürdünüz? Şimdi ben Polonyalılara lanet etmeyeyim de ne yapayım? Çünkü onlar Ortodoks adını dünyadan silmek hayaliyle kendilerinin putperest sapıklardan daha alçak ve şerefsiz olduklarını gösterdiler. Allah Türklerin İmparatorluğu’nu ebediyen daim eylesin. Zira onlar vergilerini alırken din ayırımı gözetmezler. (Macarius, Travel of from the Arabic of the Archdeacon Paul, I/165, 183)  Hatta İtalya’da bile Hıristiyan yönetimi altında mahrum bırakıldıkları dini özgürlük ve hoşgörüyü, tebaları olma durumunda yaşayabilecekleri ümidinde olan bazı kimseler Türkleri hasretle bekliyorlardı. (Ioannis Ludovici Vivis De Conditione Vitae C. sub Turca, s. 220, 225) 1578’te İngiliz Tacir Richard Staper: “Hem rum hem de latin kiliselere gitmelerine müsamaha gösterilmekte, din ve vicdan hürriyetlerini rahat bir şekilde kullanılmasına müsaade edilmektedir. Hıristiyan İspanya’da ise, bunun tam zıttı olarak, bizlere zoraki olarak Katolik adetlerini uygulanmakla kalmadılar, can mal güvenliğimiz her an tehlikede olmuştur.” (M. Epstein The Early History of the Levant Company, s. 57) demektedir. Osmanlı ülkesinde İslam Kılıç zoruyla yayılmamıştır. İlginç olan da en çok din değiştirmenin olduğu dönemin, bu ilk iki asırda olmuş olmasıdır. Türkler aralarında  22 yıl esir kalan birisi şöyle söylenmektedir: “Türkler, kimseyi dininden dönmeye zorlamamıştır. (Turchicae Spurcitiae Suggillatio, s.17) Türcken-Schrifft’in yazarı, ‘Türk, hiçbir ülkeyi zorbalıkla dininden döndürmeye zorlamaz. Din değiştirmeye zorlanmadıklarına göre Hıristiyanlar, kendileri İslam’a dönmüş olsalar gerek.’ (J. Scheffler, s. 51,53) demektedir. Askeri bir harekat sırasında, ülkede yaşayan insanlardan yağmalandıkları veya kadınların kötü muamele gördükleri yönünde hiçbir şikayet de bulunulmamıştır. (Paul Rycaut, Histoire de l’etat presentde I’empire Ottoman, I/689) O Türk, tanrının kullarını günahları dolayısıyla cezalandırmak için bir felaketidir, şeytanın zincirinden boşanmış gücünü temsil eder. (Turchicae Spurcitiae Suggilatio, s. 12) Arnavutlar: Birçok kadın cüzzam, büyü ve kurtların saldırılarına karşı en tesirli ilaç olarak vaftiz olduğuna inanıyordu. (s. 243) Ülkede Türk zulmü yoktu, zira 4 Fransisken misyoneri tüm ülkeyi baştan sona gezebilmiş ve kutsal görevlerini hiçbir engel ile karşılaşmadan yerine getirebilmişlerdi. (s. 249) Müslümanlar, Hıristiyan çocukların vaftiz ayininde vaftiz babası olarak kabul ediliyorlardı. (s. 251) Hıristiyanlara baskı yapılmayışı ve İslam’ın kabul edilmesi için bir zorlamanın yapılmaması çok dikkat çekici bir gerçektir. (s. 252, 254) Hıristiyan iki kardeşten biri Müslüman olmuş, diğeri rahiplik okumaya karar vermişti. Bu örnek bile, Müslümanların, Hıristiyanlara kötü muamelede bulunmadıklarına bir göstergedir. Arnavutluğun paşası, dört ayrı kasabadan vergiyi kaldırmıştı. (s. 255) Sırbistan: Sırp prensi kız kardeşini Sultan Beyazıd ile evlendirir. Niğbolu savaşı sırasında Sırp destek kuvvetleri, savaşın sallantılı sonucunu Türklerin zaferine dönüştürmüştür. Yine Timur tarafından esir tutulunca Osmanlı tarafında yer almaya devam etmişlerdir. (s. 258) Macaristan’da İslam, Kral Charles Robert’in Hıristiyan olmayanların Hıristiyan olmaları, kabul etmeyenlerin ülkeyi terke zorladığı 1340 yılına dek etkisini sürdürmüştür. (s. 259) Rum kilisesine olan bağlılıkları Sırpları, Müslümanların müsamahasını, Latinlerin zoraki ”din değiştirme” zihniyetine tercih etmesine götürmüştür. Semendria Sırpları, kendilerini 1600 yılında Katolik komşularının idaresinden kurtaran Türk birliklerini sevinçle karşılamışlardır. (s. 260) 1703 yılında, dönemin iş başındaki keşişi Daniel Petroviç, kabileleri bir araya toplayıp, ülkeler ve dinleri için tek umudun aralarında yaşayan bütün Müslümanların katledilmesi olduğunu söyledi. Noel arifesinde, Müslümanlığı kabul eden bütün Karadağlılar’dan Hıristiyanlığa dönmeyenler vahşice katledildi. (s. 264) 
Bosna:  Bosna nüfusun çoğunluğu olan Bogomiller, aykırı görüşlere sahip bir Hıristiyan mezhebine bağlıydılar. Roma Katoliklerinin baskılarına maruz kalmışlardır. Papalık birkaç kez bunlara karşı haçlı seferi yapılması yönünde telkinde bulunmuştu.  Bogomiller, bakire Meryem’e tapınmayı hiçbir şekilde kabul etmiyorlar ve dini tasvirlerin önünde eğilmenin şirk olduğunu düşünüyorlardı. (s. 264) Giritliler: Latin (Katolik) din adamlarının,  adanın nüfusunun onda dokuzunu oluşturan Rum asıllı Hıristiyanlara hakaret etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları, Giritlileri özellikle hayal kırıklığına uğratıyordu. Giritlilerin yaygın olarak din değiştirilmesinde şiddetin etkin olduğunu düşünmek, akla ve mantığa uygun bir durum değildir. (s. 270, 272) Girit’te Balkan harbinin ardından, Müslüman nüfus üzerindeki Hıristiyan yönetimin baskısı artmış, adayı Müslümanlar için yaşanmaz kılmıştır. (s. 273, Dipnot)

İslam’ın İran ve Orta Asya’da yayılması: İran’daki devlet dini Zerdüştlüğün baskıcı politikalarından dolayı halkın yöneticilere sempatisi azalmıştı. Bu durum Arapların buralara gelmesini kurtuluş olarak görmelerine neden olmuştu. (Caetani, II/910) Her çeşidi ile tüm inançlar, kendilerine din özgürlüğü ve çok az bir vergi karşılığı askerlikten muafiyet getiren bir yönetim altından yeniden nefes alabilecekti. (s. 275) Korkunç şartlar, insanların zihinlerini din değiştirmeyi kolaylaştıran bir ortama doğru itmişti. İslam  inancının sadeliği ve mükemmelliği, bütün sis bulutunu (üst üste gelen felaketleri, sinir bozucu ihtilafları, manevi azaptan çıldıran insanların keşmekeşliğini) bir darbe de silip atmıştı. (s. 276) Etrafında toparlanacakları başka bir merkezi olmayan bu dinin bağları için, İslam’a geçiş çok kolay geliyordu, çünkü eski dinleri ile girdikleri din arasında pek çok benzerlik vardı. (s. 277) Hz Ali’nin oğlu Hüseyin, Sasani Hanedanı’nın son hükümdarının kızı ile evlenmişti. Bu nedenle Farisiler (İranlılar) Hz Ali’nin mezhebine hararetle bağlanmıştır ve şiiliğin ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkışına neden olmuşlardır. Müsamaha anlayışının hala kendi eski dinlerine sıkı sıkıya sarılan kimleri kapsayacak kadar genişletilmesi, din değiştirmenin bu kadar yaygın olmasının, zorlama ve şiddetle olmadığını açıklığa kavuşturmaktadır. (s. 278) El-Mu’tasım zamanında (ö. 842) bir ateş tapınağını yıktırıp yerine cami yaptıran bir imam ile müezzin kırbaçlattırılmıştır. (D. Chwolsohn, Die Ssabier und der Ssabismus I/287) Günümüzde bile İran’ın bazı bölgelerinde, ateşe tapan bazı küçük topluluklar bulunmaktadır. İran’ın teslim alınmasından 300 yıl sonra bile, her vilayette ateş tapınaklarının bulunduğu görülmekteydi. İslam’ın kabulünün barışçıl yollarla ve gönül rızasıyla gerçekleşmiş olduğu görülmektedir. (s. 279) Türkler: İslam’ın Türk kabileleri arasında kabullenilmesi onuncu asrın ortasına kadar yavaş ilerlemiş gibi görünmektedir. (s. 284)

İslam’ın Moğol ve Tatarlar arasında yayılması: İslam tarihinde hiç bir olay, getirdiği dehşet ve yıkım bakımından Moğol İstilası ile kıyaslanamaz. (s. 289) İslam, önceki azametinden kalan küllerinden yeniden canlanıp ayağa kalkacak ve tebliğcileri vasıtasıyla, bu vahşi istilacıları imana getirecektir. (s. 291) Müslümanlar, Moğol istilalarının fırtınasından diğer din mensuplarına oranla çok daha fazla etkilenmişlerdir. Moğol yöneticileri arasında İslam’a karşı farklı derecelerde nefret besleyenler bulunmaktaydı. (s. 297) Ancak bütün işkence, eziyetlere rağmen sonunda, Moğollar ayakları altında çiğnemiş oldukları Müslüman halkların dinine girmiş ve onu kabullenmişlerdir. (s. 299) İslam’ı ilk kabul eden Moğol hükümdarı Berke Han idi ve 1256’dan 1267 yılına dek Altın Ordu devletini yönetmiş idi. (s. 300) Hülagu’nun en sevdiği eşi Hıristiyandı ve doğu Hıristiyanları ile ittifak kurmuş idi. Oğlu Teküdar ise, İslam’ı ilk kabul eden İlhanlı hükümdarı idi. Aslında Hıristiyan olarak yetiştirilmiş fakat Müslüman olup Muhammed adını almıştır. (s. 303) İslam’ın Çağatay Moğolları tarafından genel kabul görmesi, 1326 yılında, Tarmaşirin han’ın Müslüman olması ile gerçekleşmiştir. (s. 309 )

Ortodoklar, Ruslar: Bulgarlar, İslam’ın sünnet olma ve şarabın yasaklanmasına karşı muhalefetini aşamamışlardı. (s. 318) Ruslar ise, özellikle sarhoş edici içkilerin kullanımının İslam şeriatında yasak oluşu nedeni ile İslam’a mesafeli durmuşlardır. (s. 320) On sekizinci asırda Rus hükümeti, İslam’a geçen Tatarları Hıristiyanlaştırma için özel çalışmalar sarf eder. Fakat kısa süre sonra, sözde vaftiz edilen tatarlar yeniden, Hıristiyanlığı terk edip İslam’a geçerler. (s. 324) Rus ceza sistemi, Ortodoks kilisesinden ayrı düşenlere karşı ciddi yaptırımlar içerisindeydi. (s. 325) Müslümanlara ‘Sünnetli köpekler’ denilerek işkence edilir, köylerden sürer, cami yapmalarına izin vermezlerdi. (s. 327) Yine de İslam’ın yüksek ahlakı sayesinde tatarlar arasında İslam başarı sağlar. (s. 326) Sibirya’ya gelen tebliğciler şehit edilir. (s. 329)

İslam’ın Hindistan’da yayılması: Mühtediler (sonradan Müslüman olanlar) genelde İslam’a kendi hür iradeleri ile girmişlerdir. (s. 333) Kimi büyük imparatorlukların kurucusu için Hindistan’ın alınması kutsal bir savaştı. Gazneli Mahmud veya Timur’un zihinlerini bu düşünce meşgul ediyordu. (s. 334) Üzerine herhangi bir saldırı düzenlemeden önce inançsız Hinduların genellikle İslam’a davet edildikleri doğrudur. Korku bazen din değiştirmeye sebep olmuştur. Bu tür din değiştirmeler, en azından Müslüman ilhakların ilk zamanlarında, genellikle kısa süreli olmuş ve ordu geri çekilince etkisini kaybetmiştir. (s. 335) Genellikle sert mizaçlı olan Moğol ve Tatarlardan oluşan Halaçlar, Tuğluklar ve Lûdîler sürekli iç ve dış savaşla meşgul olduklarından irşad ve tebliğe zaman bulamıyorlardı. İslam onlarda kökleşmiş bulunmuyordu ve ilk Arap sancaktarlarına ilham kaynağı olan iştiyakın tesirinde kalmamışlardı. Kurdukları imparatorluklar tam anlamı ile askeri idi ve Hindistan’ı İslamlaştırma özelliklerinden uzak idiler. (Sir Alfred C. Lyall, Asiatic Studies, s. 289)

İslam’ın yayılışında Müslüman idarecilerin zor kullanmasının tesirinin ne kadar az olduğu, Delhi ve Agra gibi Müslüman iktidarın merkezlerinde bile günümüzde Müslümanların onda biri ancak geçmesinden, sonrakinde nüfusun dörtte biri oluşturamamasından tahmin edilebilir. (Sir W. W. Hunter, The Religions of India, The Times, 25.02.1888) İslam, en büyük ve en uzun süreli tebliğ zaferlerini, siyasi gücünün en zayıf olduğu zaman ve mekânlarda elde etmiştir. (s. 343) Malabar sahillerinde yüzlerce yıl süren tebliğ ve irşad çalışmalarının baş aktörleri çoğunlukla Arap tacirler idi. (s. 346) Şüphesiz, alt tabakaya mensup kast sınıfından sürekli olarak, gönül rızasıyla İslam’a geçişler olmuştur. (s. 349) Maldiv adalarının sakinleri Müslüman olmalarını Arap ve Fars (İran) tacirlere borçludurlar. (s. 351) Din değiştirmelerin temelini gönüllülük esasına dayanmaktadır. Araplar, ilk şiddetli hücumlardan sonra tebalarına karşı müsamahakâr tutum takınmışlardır. Mesela, Brahmanların geçim kaynağı olan tapınaklarını tamir etmelerine müsaade edilmiş ve kimse dinini yaşamaktan alıkonmamıştır. (H. M. Elliot, The History of India, I/186) Hem iç hem sahillerde İslami tebliğ Müslüman tacirler tarafından gerçekleştirilmiştir. (s. 355) İslam’ın artışının ancak barışçı tebliğ yollarıyla vücuda getirildiği muhakkaktır. (s. 356) On sekizinci asrın başlarında Bengal Valisi olan Mürşid Kuli Han bir kanun çıkarır. Vergisini ödemeyen ya zararı telafi eder ya da karısı ve çocukları ile beraber Müslüman olmaya razı olur. (s. 361) Bengal, alt kast Hindular ile dışlanmış kimselerin bol olduğu yerlerdi. Bunlar fakir balıkçı, avcı, tarım işçileri idi. İslam onlara Allah’ın birliği yanında insanların eşitliği mesajını da getiriyordu. İslam alt Bengal’de kalıcı başarısını zorlamaya borçlu değildi. (s. 363) Sayıları inanılmaz artan mühtedilere etki eden en baş amil, sosyal hayatlarında var olan kurallarda bulunmakta idi. (s. 373) İslam’ın Hindistan’da yayılmasının en temel nedeni, sınıf önyargısına, kast sistemine sahip olmamasıdır. (s. 378) Müslüman tebliğcilerin çoğu, sokakta tebliğ, broşür dağıtımı ve başka yollarla Hıristiyan misyonerlerin metotlarını benimsemişlerdi. (s. 370) Kast sorunu nedeni ile insanlar hiçbir ayırım gözetmeksizin herkesi kabul eden ve denk bir statü sunan bu dine temayül, doğal olarak olacaktır. (s. 374) Kuzeydoğu vilayetleri ve Oudh’ta, 1891 yılında, toplam Hindu nüfusunun %5.78’i Müslüman velilere dua etmekte idi. (Census of India, 1891, WVI, dlm 1, s. 217. 244, Allahabad 1894) İslamiyet Tibet’e de, Keşmir’li tacirler vasıtasıyla sokulmuştur. (s. 380)

İslam’ın Çin’de yayılması: İslamiyet Çin’e Müslüman tacirler tarafından sokulmuştur. (s. 383) 1731 tarihli Çin Hükümdarı Yung Çen tarafından yayınlanan bir ferman: ‘Müslümanlar kutsal kitaplarımızın hükümlerine uyum sağlamışlar, edebiyat imtihanlarını geçmişler ve hukukun fedakârlıklarını yerine getirmektedirler.’ (s. 393) Müslüman nüfusun artışı sadece yabancı göçlerle veya nüfusun artışı ile izah edilemez. (s. 395) Dini yayma gayretleri oldukça derinden ve sessiz olmuştur. Aleni tebliğ yapanlar işkencelere uğramakta idi. (s. 396)

İslam’ın Afrika’da yayılması: İspanya’yı fetheden Tarık b. Ziyad ve beraberindeki 7.000 kişi Berberi asıllı Müslümanlardan oluşuyordu. (s. 405) Berberiler inatçı kişilerdi ve İslam’ı benimsemeleri zaman almıştı. İslam’ın kuzeydoğudan yayılışı son derece yavaş olmuştur. Asırlar boyu Müslüman idaresi altında bulunan sınırların ortasında kayda değer sayıda puta tapan grupların kalışı (s. 415) Baghirmi’nin ilk Müslüman hükümdarı Sultan Abdullah 1568 ile 1608 arasında yönetimde bulunması ama halkın çoğunun Müslüman olmasının 18. Asrın ikinci yarısına dek sürmesi (s. 417) İslam’ın zorlama ile yayılmadığının delilleridir.

Eğer bir Müslüman devletin diğerinin yıkımına çalışmasına sebep olan ve her iki tarafı da yok eden savaşlar olmasaydı, bunlar çok daha hızlı büyüyen Müslüman bir nüfusun oluşmasına katkıda bulunurdu. Müslüman imparatorluklar katliamlarla yıkılırken, putperestlik kaybetmiş olduğu zeminin çoğunu geri almıştı. (s. 416)

Sudan’da wehhabi tesiri Şehy Osman Dan Fodio ile başlamıştır. (s. 418) Güney Nijerya’da Ticani tarikatı, Müslüman tesirlere sert bir şekilde direnen putperest kabileler arasında nüfuz edinebilmişti. (s. 420) Güney Nijer’deki putperestleri İslam’a sevk etmek için bir hayli başarılı tebliğ çalışması yapılmıştır. (s. 422) Afrika’nın batısında İslam’ın yayılmasında özellikle yararlı olan iki tarikat olmuştur; Kadiriyye ve Ticaniyye. (s. 423) Kadiri tarikatının Sudan’daki tebliğ faaliyetleri tamamı ile barışçıl olmuştur. Ticanilerin dine insan kazanma projeleri ise kılıçla olmuştur ve maalesef onların savaştaki şöhreti, barışçıl propagandaları başarısını gölgede bırakmıştır. (s. 425) Oysaki barışçıl iş görenlerin çalışmaları, İslam’ın yayılmasında, ehemmiyetsiz ve kısa ömürlü hanedanlıklar kurmaktan daha etkili olmuştur. Silahlı hareketlerin tarihi şu bakımdan önem taşımaktadır: Hıristiyan misyonerlerinin sık sık yaptıkları gibi, hâkimiyet kurmak için yapılan savaşlar, misyonerlik faaliyetlerine yeni alanlar açmıştır. (s. 426) İslam’ın ilerlemesine en fazla katkı sağlayanın askeri başarılar değil, açık tebliğ faaliyetleri olmuştur. (s. 429) Senusi tarikatının irşad ve tebliğleri hiçbir şekilde şiddet ve savaşla ilişkili olmamış ve din hizmetinde sadece, barış ve ikna sanatlarını kullanmıştır. (s. 430) 1800’lü yılların sonlarında Nijer’den Orta Sudan’a seyehat eden Joseph Thomson, şu gözlemlerini aktarır: “Fetişizm, yamyamlık ve içki ticareti, yerini gözle görülür bir ilerlemeye bırakır: Bunlar ortadan kalkmış, kıyafet bol ve edebli olmuş, temizlik, vakur tavır ve ahlaki düzelme gözle görülür şekilde artmıştı. Duyduğunuzda belki şaşıracaksınız ama bu unsurların kaynağı Muhammedîliktir. Medeniyete doğru muazzam ilerleme kaydetmiş bir halk.”  (Thamson, Note on the African Tribes of the British Empire, s. 185) Her Müslüman ve tüccar fiilen tebliğcidir. (s. 436, 464) Fetişe tapan bütün kabileler, kendilerinden daha yüksek olarak gördükleri bir medeniyeti taklit etme neticesinde İslam’a geçerler. (s. 437) Ne kadar önemsiz ve aşağılanmış olsa da, putperest zenci, Hazreti peygamberin düsturlarını kabul etmeye isteklilik gösterir göstermez, eşit birisi olarak derhal cemaatlerine kabul edilirler. (s. 438)

922 yılında, Zenc ülkesine gelen tüccarlar hükümdarı köle olarak tutsak eder ve uzak bir ülkede satarlar. Birkaç yıl sonra bir fırtına neticesi aynı ülkeye geldiklerinde tutsak edilirler. Hükümdar, köle olarak satıldığı yerde İslam’ı öğrenmiş, Müslüman olmuş ve sonra kaçmış ülkesine dönmüştür! Tutsak edilen tüccar esirleri kral bağışlar ve Allah ihsan ettiği için ve dolaylı da olsa dinini değiştirmesine vesile oldukları için, ‘sizin canınızı bağışlıyorum’ der ve bu arada halkına da İslam’ı öğretir. (s. 442) Gallalı biri çocukken evinden kaçırılmış, köle olarak satılmıştır. Oryantalist Doughyt ona, ‘Seni köle olarak satanlara karşı kalbinde bir kin var mı?’ diye sorduğunda şu cevabı alır: Ancak bir şey bütün acımı unutturdu bana; inançsızlar gibi cahiliyede kalmadım! Allahu Teâlâ’nın hikmeti, ben Resulullah’ın ülkesine geldim ve dinden haberdar oldum.” (s. 448) “Bu Afrikalılar, kendilerini köleleştirenlere karşı bir kırgınlık duymamaktadırlar. Köle edilmeleri sayesinde kurtuluş dinine girdiklerinden dolayı ’bu Allah’ın lütfüdür.’ diyenler bulunmaktadır. Bedenlerinin bir zamanlar köleliğe satılmış olmasından dolayı Allah’a hakikaten şükrederler. (s. 532)

Putperestliği bırakıp Müslümanlığa döndürülen insanların sayısı, samimi misyonerlerin iştiyaklı çabalarına rağmen, Hıristiyanlığa döndürülenlerden daha fazladır. (s. 452) Müslüman din adamı daha az bir gayretle etrafına daha çok kimseyi toplamaktadır. (s. 453) Afrika’daki Müslüman tebliğ hareketini büyük ölçüde barışçı metotların tavsif ettiği görülmektedir. (s. 454) İslam’ın günümüz Afrika’sında hızla yayılmasında Müslüman davetçilerinin sakin ve sabırlı gayretlerinin, şiddet içerikli tedbirlerden çok daha fazla işe yaradığına birçok şahitler bulunmaktadır. Şiddet içerikli tedbirlerle rakiplere son verilmiş olabilir, fakat din değiştirmeler barışçıl yollarla gerçekleşmiştir. (s. 455) Müslüman tebliğciler sadece Allah ile kul arası ilişkilerden bahsetmek ile kalmayıp, Atlantik’ten Çin Setti’ne kadar muhafaza ve muavenet (Koruma ve yardımlaşma) pasaportu olan, sosyal-siyasi dayanışma parolasını aktarmaktaydılar. (s. 458) İslam’ın Negritia’da ilerlemesi hiç şüphesiz zenciye karşı hiçbir tiksinti hissinin olmayışı ile sağlanmıştır. Gerçekten de İslam, çok üzüntü verici şekilde Hıristiyanlıkta sıkça görülen durumun aksine, zenciye hiçbir şekilde aşağılayıcı gözle bakmamıştır. (s. 458)

Hidayete vesile olan ile mühtedi arasında uçurum yoktur. Her ikisi de Allah’ın katında eşittir ve bu yalnız teoride değil uygulamada da böyledir. İnsanlık kardeşliği ilkesi hayata geçirilir. İslam’ın Güney Nijerya’da yayılması esas itibariyle sosyal bir harekettir. (s. 460) , “Bir zamanlar bütün Afrika’yı saran yamyamlık, ‘diri diri çocukları’ gömme gibi en kötü işler süratle ve bir daha geri gelmeyecek şekilde ortadan kaybolmaktadır.” (R. Bosworth, Mohammedanism in Africa, s. 798-800) İslam’ın sadece silah zoruyla ilerleme kaydetti ifadesinde, ne kadar az doğruluk payı vardır. (A. Merensky, Mohammedanismus und Christentum in Kampfe um die Negerlander Afrikas, s. 156)

İslam’ın Malay Takımadalarında yayılması: Müslümanlar, İspanyolların 16. Asırda yaptıkları gibi, işgalci olarak gelmediler ve kılıcı din değiştirme vasıtası olarak kullanmadılar; yerli halkı ezmek ve baskı altında tutmak gibi kendilerine üstün ya da hâkim ırk imtiyazı iddiasında bulunmadılar. Yaptıkları tek şey, ticaret adamı gibi gelerek sahip oldukları üstün bilgi ve medeniyetlerini dinlerinin hizmetinde kullanmak olmuştu. Bu üstünlüklerini, kendilerini yüceltmek ya da servet yığmada bir araç olarak kullanmamışlardır. (s. 469) Wehhabi öğretilerini yayan Arap davetçilerinin türbelerine günümüzde de hürmet gösterilmektedir. (s. 481) Cava’da İslam’ın kabulü tüccarlar ve küçük muhacir grupların liderlerinin uzun süreli gayretleri sonucunda gerçekleşmiştir. (s. 482) Bazı istisnalar dışında Cava nüfusu tamamen Müslümandır. Bu uzun süreli din değiştirme faaliyeti barışçıl bir tebliğ sonucu olmuştur ve dinin yayılması davetçilerin faaliyetleri ile gerçekleşmiştir. (s. 494) Putperest Dyaklar, Hıristiyan misyonerlerin telkinlerinden ziyade Müslüman tebliğcilerin sözlerini kabule meyilli idiler. (s. 501) Portekizliler tarafından Katolik mezhebine döndürülen Alfurlar, Hollanda’lılar tarafından Protestanlığa döndürülmüşlerdir. (s. 502) İslam, Bugiler arasında şüphesiz ağır ve tedrici surette yayıldı. Fakat bu yeni dini bir kere benimseyince, din onları, Araplarda olduğu gibi harekete geçirmiş ve birdenbire Takımadanın en cesur insanları, en girişimci tacirleri ve denizcileri haline getirmişti. (s. 506) Hâkim Bagus ve İmam Tuweko adında iki tacir davetçi, dinlerini ülkenin geri kalan kısmının tamamına yaymak için işe koyulmuşlardı. (s. 507) Lombok adasının Sasakları da din değiştirmelerini Bugilere borçludur. Din değiştirmeleri tamamen barışçıl ve içtenlikle gerçekleşmiştir. İslam’ın Hıristiyanlık’la kıyaslandığında Filipinlerde başarı elde etmesi, büyük ölçüde bu iki dinin yerlilere takdim edilişindeki farktan kaynaklanmaktadır. İspanyolların şiddet yanlısı ve müsamahasız oluşları, Müslüman tebliğcilerin uzlaştırıcı tavırlarına tamamen tezat teşkil ediyordu. Müslüman tebliğciler ne ayrıcalıklı bir ırka has hakları olduğu iddiasını gütmekte ve ne de yerli halkı alt kast tabakası durumuna düşürmektedirler. İspanyolların aşırı derecede paraya düşkün ve açgözlü oluşları, dinlerinden nefret edilmesine neden olmuştur. Diğer yandan, İspanyollarca “dinin propagandası, siyasi hegemonyanın vasıtası olarak” tasarlanmıştı. (s. 511) Filipinlerde, Amerikan işgalinden sonra, İslam’ın tesiri önemli ölçüde daraltılmıştır. (s. 513) Papau Yeni Gine’de İslam, yerli halk arasına Müslüman tüccarların tebliği ile sokulmuştu. (s. 514) Bu yeni dine bağlılıkta kadınlar, erkeklerden daha sıkı oldukları söylenmektedir. (s. 515) Malay atkın adalarında son altı asır esnasında, İslam inancının yayılması adına barışçı tebliğ gayretlerinin mevcudiyetini gösterecek kadar delil bulunmaktadır. Tebliğ faaliyetinin ana özelliği irşad (Doğru yolu göstermek) ve ikna olmuştur. Çoğunlukla, dillerini öğrenerek, adetlerini benimseyerek, kalplerini kazanarak, evlilik yolu ile ve iş bağlantıları yaparak, sakin ve yavaş bir biçimde tebliğ faaliyeti gerçekleşmiştir. (s. 516) Buckle’in tebliğciler hakkında söylediği gibi: ”Müslüman misyonerler çok basiretli kimselerdir.” (Buckle’ Miscellaneous, Helen Taylor, I/594) Hıristiyan bir misyoner de şöyle söyler: ”Hacılar, sayıca kazandıklarını kalitede asla kaybetmemektedirler.” (Report of Centenary Conference on Protestant Missions, I/21,1888; G. K. Niemann, Inleiding tot de kennis van den Islam, s. 407)

Sonuç

Günümüz Hristiyan Dünyası için misyonerlik faaliyeti denince akla, misyoner cemiyetleri, ücretli vazifeliler, yardım paraları gelmektedir. Hristiyan Kilisesi, başlangıcından bu yana propagandasının yapılması için ödenek ayırmıştır. İslam’da, herhangi bir türde papazlığın olmayışı, tebliğ gayretlerini çok daha farklı şekillerde sergilenmesine yol açmıştır. Özel olarak eğitilmiş görevliler olmasa da, çabaların sürekliliği vardır. Özellikle tahsis edilen bir Ruhban sınıfının olmayışı ile ortaya çıkabilecek zararlar, Mümin fert üzerine yüklenen mesuliyet duygusu ile telafi edilmektedir. Müslüman ile Allah’ı arasında bir aracı bulunamayacağından, kurtuluş mesuliyeti yalnızca şahsın kendi üzerinde bulunmaktadır. Netice itibariyle, kural gereği, dini vecibeleri yerine getirmede daha sıkı ve dikkatli olmaktadır. Her Müslüman misyoner değil tebliğcidir: Tacir, müdür, ciltçi, işçi, bu kimseler günlük işlerini tamamladıktan sonra, kendilerine kalan vakitlerini dinlerini tebliğe adam adamaktadırlar. (s. 521-523)

Orta Afrika’da, Belçikalılar tarafından ölüm cezasına çarptırılan bir Arap reisi, kendisini teselli etmek için gönderilen Hristiyan misyonerini, hayatının son dakikasına kadar İslam’a sevk etmek için uğraşmıştır. (D. Cawford, Thinking Black, s. 202)

İslam’ın başarısına katkıda bulunan nedenler

En önemlisi, İslam inancının sadeliğidir. (Maracci, Alcorani textus-tranaslatus, s. 9) Ruhani meclislerin olmayışı, herhangi bir sembolü zorlamadıkları gibi, inancın ortalama zekânın anlama kapasitesi içerisinde bulunması, İslam inancının akla dayalı yapısı gibi. (s. 527) Profesör Montet, ‘İslam, özünde akılcı bir dindir. Aklî veriler temeline dayanan doktrinleri bir araya gelişinin tüm özelliklerini taşır. İslam inancı; Allah’ın birliğine, onun peygamberine ve ahirete inanmaktır. (Edouard Montet, La Propagande Chetienne et ses Adversaires Musulmans, s. 17-18)

Hac: Hz Peygamberin tek tanrıcı tebligatının ortasında, putperestliğin garip bakiyesi olduğu gerekçesiyle çoğu zaman karşı çıkılmıştır, fakat ona göre bu görevin, dinini ıslah etmekle vazifeli olduğu Hz İbrahim’den intikal ettiği unutulmamalıdır. Beş vakit namaz: Müslümanın dini sürekli kendisi ile beraberdir. Bu durum yalnızca ibadeti edeni değil, onu seyretmekte olanı da tesir altına alır. 1298 yılında İslam’ı kabul eden İskenderiyeli Yahudilerden Sa’id b.  Hasan, ”Müslümanların safları bana meleklerin safları gibi göründü. Müslüman olarak yaratıldığıma kanaat getirdim.” demekte idi. (s. 533) İslam düşmanı Ernest Renan bile, ‘Yüreğimin müteessir olmadan ve hatta diyebilirim ki Müslüman bulunmadığına teessüf etmeden bir camiye girdiğim vaki olmamıştır.’ (Renan, L’ıslamisme et la Science, s. 19) Hristiyan bir piskoposun sözleri de ilginçtir: “Müslümanlarla temasa geçen birisinin bu görüntü karşısında tesir altında kalmaması ya da böyle bir sistemi oluşturan gücü hayalinde canlandırmaması düşünülemez. Diğer taraftan, her gün vakitli olarak okunan ezanlar aynı mesaj ile yüklüdür.” (Dr G. A. Lefroy, Mankind and the Church, s. 288) Oruç: İslam’ın nefsani (Bedeni) arzulara hitap ederek cazibe oluşturan bir din olduğu şeklindeki görüş aleyhinde güçlü bir delildir. Carlyle’nin dediği gibi: ”Onun dini kolay bir din değil: Sıkı bir oruç, yıkanmalar, günde beş vakit namaz ve içkiden uzak durma; Bu din kolaylığından dolayı başarıya ulaşmadı. Böylesine sıkı ve basit dille beyan edilen inancı, akla fazla yüklenmemekte ve ibadetlerin kesin, olumlu ve öz oluşu, inanan kimseyi ne yapacağı konusunda şüphe içerisinde bırakmamaktadır. Bu vazifeler yapıldığı zaman da,  şeriatın bütün gereklerini yerine getirmiş olmanın tatmini yaşanmaktadır. İslam, akılcılık ve kulluğun birlikteliğidir. (s. 534)

Mesela bir bütün olarak alındığında, gayrimüslimler ‘yakın zamanlara kadar’ (!)  Avrupa’da bulunamayacak türden bir hoşgörüyü Müslüman yönetimleri altında görmüşlerdir. Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, kişileri din değiştirmeye zorlamak yasaklanmıştı. Bakara 256: ‘Dinde zorlama yoktur’; Yunus 99-100: ‘Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın?’ vd. Asırlar boyunca İslam hâkimiyetinde bulunan ülkelerde çok fazla sayıda Hristiyan mezhep ve cemaatlerin bulunuyor olması, yaşamış oldukları hoşgörünün canlı şahidi durumundadır. Bazı zamanlarda çekmiş oldukları zulümler, müsamahasızlık, daha çok, bazı özel ve mahalli şartlardan kaynaklanmıştır. (Zorlama oldu mu; başlıklı yazıya bakılabilir! )

Kuran, dini yaymanın yegâne meşru yolu olarak tebliği emretmiştir. Kadı el-Fadıl Abdurrahman Bin Ali, zorla İslam’a döndürülmüş olan bir kimsenin Müslüman kabul edilemeyeceği hükmünü vermiştir. Gazan Han, Budist keşişlerin zaruret dolayısıyla Müslüman göründüklerini anlayınca, isteyenin Tibet’e gitmesine izin vermiştir. Tebriz şehrinde, Ermeni bir tacire Müslüman olması için ısrarda bulunan birisi, tacirin reddetmesi üzerine, başına öldürücü bir darbe indirmiş, sonra yakalanıp, ‘Ne demek! İslam dini bu şekilde mi yayılacak?’ diyen vali tarafından cezalandırılmıştır. (s. 538)

Doğu Hristiyanları çoğunlukla silahsız ve savunmasız idiler. İslam hükümdarlarının herhangi birisi için, İspanyolların Endülüs Müslümanlarına yaptığı gibi, Hristiyan halkın kökünü tamamen kazınması çok kolay olurdu. Fakat hükümdarlarını bu gibi zalimce maksatlardan döndüren müftüler, böylelikle İslam şeriatının ve Müslüman hoşgörüsünün en güzel örneğini sergilemişlerdir. (A. De la Jonquiere, Histoire, s. 203, 213, 312) Yine 17. Asırda Almanya’da hayli rağbet gören, ‘Cuius regio eius religio’ prensibi (‘Kim hakimse, halk onun dininden olmalıdır’ anlayışı) hiçbir Müslüman idarece benimsenmemiştir. (E. Charveriat, Histoire, II/s. 615, 625)

İslamî tebliğin tesirinde en önemli yer tutan özellik, Müslümanların yaşadıkları takva hayatının etkisidir. Dominikli misyoner Ricoldus de Monte Cruis, aralarında çalışmış olduğu Müslümanlara övgüler (J.C.M.Laurent, Peregrinatores Medii Aevi Quatuor, s.131) yağdırmakta, ‘Aşırı olmamalarını ve Hıristiyanlara göre ahlaki bakımdan üstünlüklerini’ övmektedir. Siyasi gücün ve maddi refahın kaybolması, tebliğ çalışmalarının en gerçekçi nedenleri durumundaki daha hoş manevi özelliklerin ön plana çıkmasına neden olmuştur. (s. 543) İnanmayanlarla Müslümanların tartışmalarının ilk örnekleri en başta bizzat Kuran’da bulunmaktadır. (s. 553) Tebliğin teşkilatlı yürütülmesi, cemiyetlerin oluşturulması, İslam tebliğ tarihinde yeni bir gelişmedir. (s. 555)

Genel bilgiler
1- Marco Polo: 1254-1324; İbni Batuta: 1304-1377
2- İlk dört halifenin hilafet yılları
Hz Ebu Bekir: 623-634
Hz Ömer: 634-644
Hz Osman: 644-656
Hz Ali: 656-661
3- Emevi- Abbasi devletlerinin hüküm yılları
Emevi: 661-750: 89 yıl
Endülüs:756-1031: 275 yıl
Gırnata:1232-1492:260 yıl
Abbasi:750-1258:508 yıl
4- Moğol ve Hunlar
Moğol-Cengiz Han,1200
Hunlar-Atilla, 400
Cengiz’in soyu-Timur, 1350

1 Comment