Türkiye’de ateist solun din söylemi -Makale-

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

    Giriş

Marx (1820-1895) ve Engels’in (1820-1895) 1848 yılında başlattıkları modern sosyalist hareket, ateizmi toplumsal yapıdan hareketle ön plana çıkarmış ve açıklamaya çalışmıştır. Bu durum ‘sosyo-politik ateizm’[1] olarak da isimlendirilir. Aslında sosyalizmin öncelikli amacı dini yok etmek olmadığı gibi onun karşıtı da teizm değil, kapitalizmdir. Buna göre dinle soyut ve saf entelektüel sâiklerle değil, sosyalist ideallerin engeli olması sebebiyle mücadele edilmelidir. Sosyalist ideolog ve siyasetçiler toplumu yeniden yapılandırma sürecinde dini en büyük engel olarak görmüşlerdir. Lenin (1870-1924) 1905 yılında yazdığı bir makalesinde şu ifadelere yer verir:

“Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni, işçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulması adına mücadele etmek için kurduk… Bizim propagandamız tamamen bilimsel, dahası materyalist dünya görüşü üzerindedir… Fakat
bu hiçbir zaman yeri olamadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir.”[2]

Sosyolojik bir olgu olarak algılanan din, mülkiyetin ve sınıf çatışmalarının olmadığı bir toplum düzeni -yani sosyalizm- kurulup, toplumsal bütünün rahatsızlıkları tedavi edildiğinde kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Marx’a göre yahûdiler seyyar satıcı hayatından kurtarılabilirse, Yahûdilik kolayca yok olacaktı.[3]

Son iki yüzyılda dinin tamamen sosyolojik bir olgu olduğu ve ortadan kaldırılabileceği şeklindeki tasavvur, bazı dışa kapalı, katı ideolojik yapı ve toplumlar dışında, günümüzde artık önemini ve geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş, düşünce, inanç ve teşebbüs hürriyetine dayalı ılımlı bir liberalizm ön plana çıkmışsa da ülkemizde 19. yy.’da olduğu şekliyle sosyalist teorilere büyük ölçüde bugün de bağlılığını sürdüren ve bu sâikle bütün dinî inanç ve değerlerin ortadan kaldırılacağına inanan ve bunun mücâdelesini veren kesimler mevcuttur. Eskiden Sovyetler Birliği’nde ve sosyalizmin hakim olduğu bazı üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de bazı sosyalistler ateizmi ideolojilerinin ayrılmaz bir parçası ve propaganda aracı olarak değerlendirmekte ve bilimsel ateizm olarak takdim etmektedirler.Bu makalede, mümkün olduğunca sınırlayıcı tanımlamalardan uzak kalmaya çalışarak bu ideali paylaşan çevrelerin, yazarların görüşlerinden örnekler vermek sûretiyle, eleştirel bir üslûpla, onların din söyleminin koordinatlarını belirleme amacını güdeceğiz.

Şunu da ifade etmeliyiz ki, inceleme konusu yaptığımız bu söylem, sol düşünceye sahip bütün ateistlerin din anlayışını yansıtmamaktadır. Kendilerine ve eserlerine atıfta bulunacağımız isimlerin[4] ortak özelliği ateizmi ve İslâm’a karşı mücadeleyi bayraklaştırmalarıdır. Ancak bu mücadelede Erdoğan Aydın ve Doğu Perinçek gibi bazılarında sosyalizm, İlhan Arsel ve Turan Dursun[5] gibi bazılarında ise akılcılık ve bilim vurgusu öne çıkar.

 1. Din Algısı

Batı’da özellikle sosyal bilimlerde ilerlemecilik söylemi, pozitivist dogmatizm ve evrimci materyalist ideolojinin hakim olduğu XVIII: ve XIX. yüzyıldan itibaren Jhon Lubbock (1834-1913), E. B. Taylor (1832-1917), E. Durkheim (1858-1917) gibi sosyal bilimciler dinin kaynağını psiko-sosyal etmenlere indirgemişlerdir. Bu söylem sosyalist ideolojinin de benimsediği bir söylem olmakla birlikte, onlar dini daha çok sınıflar arası mücadelelerin bir ürünü olarak görmüşlerdir. Doğaya yenik düşen ilk insanlar tanrılara, şeytanlara, mûcizelere vb. şeylere inanmışlardır. Din, yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada cennet umudunu sürdürmeyi öğretir.[6] Bu yönüyle Max’ın en ünlü sözleriyle din; “kalpsiz dünyanın kalbi, acı çeken kitlelerin afyonu (veya ağrı kesicisi) dur.”[7] Buna göre halkı uyutan, sömürü ilişkilerini kolaylaştıran, zihni uyuşturan dinle mücadele edilmelidir.

Dine ilişkin bu tasavvuru -belki de biraz daha vulgarize versiyonuyla- ülkemizdeki ateist sol yayınlarda görmek mümkündür: Buna göre din insanların anlayamadıkları, karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, tasarladıkları doğa üstü gizemsel nitelikli güçlerle açıklamaya yönelmeleri ile ortaya çıkan toplumsal ve tarihsel bir olgudur.[8] İnsanların çaresizlik ve bilgisizliklerinden yararlanılarak üretilmiş olan dinler, insanın ölüm, cehennem ve tanrı korkusunu sömürerek yaşamaktadır.[9] Din sayesinde inanmaya elverişli yoksul insanlar, tanrının kendilerini denediği sanısıyla içinde bulundukları duruma katlanmaları sağlanarak zenginler yararına uyutulmaktadır.[10] Dinler çok tanrıcılıktan tektanrıcılığa doğru evrilmiş olup insanlık tarihine göre oldukça yeni sayılırlar. Din ne ezelidir ne de ebedî, gelecek zorunlu olarak dinsiz olacaktır[11] Kapitalizmin yıkılması sonucu, dine destek olan koşullar da yok olunca, süreç içinde dinin kaybolup gitmesi de kaçınılmazdır. Batı aydınlanmasında olduğu türden dinin dogmaları yerle bir edilmeden bilim, felsefe, özgür düşünce, laik ve demokratik bir hayat özetle aydınlığa giden yollar açılmayacaktır.[12]

Cüretkâr bir hareket ve tarafgir bir kısmî üstünlük ile sosyoloji, psikoloji ve kültürel antropoloji dinin doğuşunu ve özünü açıklamaya yönelik teoriler kurdu. Bazı çevrelerin tabulaştırdığı bu açıklayıcı teori rüyası ya da hayali artık bitmiştir.Kanaatimize göre bunun sebebi sadece nazarî ispatların kusuru değil, beşerî ilimlerin tabiatları gereği yargılama yetkisinin sınırlı oluşudur.[13] Zira sosyal bilimler insan dışında kalan olguları veya insan eyleminin yöneldiği dünyayı değil, bu yönelme eyleminin kendisini inceler.[14]

 2. İslâm Algısı

Sözünü ettiğimiz sol kesimin İslâm’a ilgisi, anlam arayışının veya bilgi ve hakikat sevgisinin güdülediği bir anlama kaygısından ziyade, İslâm’ın, ideolojilerine engel teşkil ettiğini düşünmelerinden ve halkı din konusunda aydınlatma hevesinden kaynaklanmaktadır. Zira müslümanlar genel kültürden, akılcı düşünceden ve pozitif bilimden mahrum olmaları nedeniyle kendi dinlerini değerlendirebilecek yetkinliğe sahip olmadıklarından içeriğini bilir göründükleri şeriattan da habersizdirler.[15] Dolayısıyla İslâm’ın değeri ancak dışarıdan nesnel bir bakışla, aydınlanmış zihinlerce, layıkıyla takdir edilebilir. Ancak bu nâdir şahsiyetler, müslüman halka İslâm’ın ne kadar ilkel bir din olduğunu göstermek ve onları aydınlatmak için dahi olsa İslâm’ın orijinal kaynaklarını ve dilini öğrenmek adına yıllarını ve emeklerini israf etme lüksüne sahip değildirler. Bundan dolayı yüzyılda birkaç tane dahi olsa, yıllarını vererek medreselerde, ilkel koşullarda İslâm geleneği içinde yetişmiş Turan Dursun ve Arif Tekin[16] gibi aydınlanma kahramanları İslâm kaynaklarından malzeme sağlamaları bakımından iyi değerlendirilmelidir. Hedef ve yönteme ilişkin bu ön açıklamadan sonra söylemlerinde İslâm’a dair öne çıkan vurgularını açıklamaya geçebiliriz.

 2.1. “İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlık Kaynaklıdır.”

Bu söylemin sahipleri ilahi kitaplar arasındaki benzerlikten hareketle İncil, Tevrat ve şerhlerini Kur’an’ın ve İslâm’ın en önemli kaynakları olarak görmektedirler. Ancak Tevrat ve İncil de ilahi kökenli değildir. Turan Dursun’a göre, İslâm’ın da Yahudilik ve Hristiyanlığın da asıl kaynağı dinlerin en eskisi olan Sabiîlik’tir[17]. Muazzez İlmiye Çığ ise Sümer din ve edebiyatı ile Tevrat İncil ve Kur’an’daki benzerliklerden hareketle bu dinlerin asıl kaynağı olarak Sümer kültürünü gösterir.[18]Ancak ateist sol söylemi örneklemesi bakımından Erdoğan Aydın’ın yorumu daha karakteristiktir: Hristiyanlığın toplumsallaşıp devletleşemediği, Yahûdîliğin de kavimler üstü bir anlayışa sahip olamadığı Ortadoğu’da, tektanrıcı kültürün çok tanrıcı kültüre göre ileri ve üstün bir kültür olması nedeniyle, tek tanrıcı bir din için ortam hazır idi. İşte İslâm bu olanakları değerlendirecek bir yapıda ortaya çıktı. Egemen sınıfların dini olarak ortaya çıkan İslâmiyet, bölgenin egemen üretim ilişkilerine muhalif olmayıp, kölecilik dahil, sömürü ilişkilerini kutsaması ve ticareti önemsemesi nedeniyle kısa sürede Ortadoğu’ya egemen oldu.[19] İslâm dininin Yahudilik ve Hristiyanlık kaynaklı olduğu iddiası Batı’da özellikle XII. yüzyılda Haçlı seferleri sırasında bir savaş propagandası olarak işlev görmüştür. XX. yy.’da bazı müslüman âlimlerce ve müsteşriklerce ilmî ciddiyetle yapılmış çalışmalara kadar Hristiyan dünyada savunulagelmiş ve genel kabul görmüş bu yaklaşıma bugün şarkiyatçılar dahi iltifat etmemektedir.

Kur’an’ın sunduğu tarih perspektifinde İslâm, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği ve esası tek Allah’a ve âhirete iman ile güzel ahlâk olan Allah’ın dininin genel adı olarak sunulmuştur. İlahi kitaplar, farklı ilahî dinler vaaz etmekten ziyade, tek ilahi dinin farklı şeriatları (Musevî, İsevî) olarak konumlandırılmıştır. Bu nedenle İslâm dini ile başta Yahudilik ve Hristiyanlık gibi ilahî dinler olmak üzere, İslâm’ın dejenere olmuş versiyonu olarak görülebilecek Sabiîlik gibi bazı dinî gelenekler arasındaki benzerlik, bu dinlerin kaynağının özde “Bir” olduğunun işareti olarak görülebilir. Şu halde dinler arası benzerlik Kur’an’ın sunduğu İslâm tasavvurunu zayıflatması bir yana güçlendirmektedir.

 2.2. “İslâm Şeriattır, Şeriat İse Çağdışı Bir Devlet Modelidir.”

İslâm’ın öncelikle bir devlet modeli ve şeriat olarak algılandığı, İslâm’la şeriatın özdeşleştirildiği bu söylemin kurgusunu şöylece özetlemek mümkündür:

Şeriat demek, İslâm demek olduğu gibi şeriat devleti demek de teokratik devlet demektir ve İslâm’la teokrasi aynı paranın iki yüzü gibidir. Bu yönetim şeklinde, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olan halife, iktidarı Tanrı adına kullanmaktadır, halkına değil Tanrı’ya karşı sorumludur ve iktidarını kötüye kullansa, halkına zulmetse dahi ona itaat edilir. Cumhuriyet kuruluncaya dek 1400 yıl boyunca Müslümanlar bu despotik, monarşik yönetimlerle ilkel toplum şartlarında koyun sürüsü gibi yönetilmişlerdir. [20]

Diğer yandan şeriat kuralları değişmez özelliktedir; dinamik değildir ve evrensel olamazlar. Yaşamsa sürekli değişim içindedir. Beliren yeni gereksinimler yeni karşılıklar ister. Değişmeyen sabit bir hukukla ilerlenemez ve çağdaş olunamaz. Bundan dolayıdır ki, gerçek anlamıyla bir hukuk devletinde ve çağdaş toplum yaşamında egemenlik, geleneklere din ve inançlara verilemez. Verilirse hukuktan ve çağdaşlıktan söz edilemez.[21] İnsan hakları, laiklik, demokrasi gibi çağdaş insanlık değerleri ile uzlaşması mümkün olmayan İslâmcı akımlarla hesaplaşmak zorunludur; çünkü sadece cumhuriyetin kurumları değil, iki yüzyıllık geçmişe sahip olan ulusal aydınlanma hareketimizin bütün değerleri tehlikededir. Çağdaşlaşmak için aydınlanma zorunludur. Aydınlanma, aklın inançtan bilimin dinden bağımsızlaşması, aklın ve bilimin öncülüğüne, insan haklarına ve demokrasiye yöneliştir.[22] Batı bugünkü gelişimini, ilerlemesini ve uygarlığını din adamlarının saltanatına ve mel’anetine son vermekle sağlamıştır. İnsanlık tarihinin en önemli aşamaları insan aklının dinin tasallutundan kurtarılmış olduğu son üç dört yüzyıl içerisinde kendisini göstermiştir. Batı’da bu durum aydının dine karşı mücadelesinin bir sonucudur. Toplumlar ve kişiler ancak bağlı ve saplı bulundukları inançlarının temelsiz ve boş şeyler olduğunu gördükleri zaman değer sistemlerine ve ideolojilere yönelirler.[23] Türkiye’de emekçi halkın siyasal ve ekonomik mücadelesi hiç kuşkusuz ideolojik ve kültürel alanda aydınlanma mücadelesiyle el ele gelişecektir. Bundan dolayı şeriata karşı savaşmak kendini aydın bilen her insan için kutsal bir görevdir[24]; bu savaşa katılmayan aydınlarımız hıyanet içerisindedir.[25]

Bu söylem sahiplerinin aydınlanma, akıl, bilim, çağdaşlık, kavramlarıyla kurguladıkları retorik, Batı’nın kendi tarihsel koşullarında yaşadığı, bugün bir çok açıdan sorgulayıp aştığı bir dönemdeki tecrübelerinin evrenselleştirilip kutsanmasına dayanmaktadır. Onların XVIII. veya XIX. yüzyılda ve Hristiyan dünyada yaşamadığımızı fark etmeleri bir yana, pozitivizme ve marksizmin hazır kalıplarına ayarlanmış zihinleri, kutsadıkları aydınlanma dönemini dahi layıkıyla anlamalarına engel olmaktadır.

Her din, ideoloji ve felsefe ancak kendi mâkuliyeti içinde ve tarihsel koşullarında doğru kavranabilir. Bu nedenle İslâm’ın ilahi kitabı Kur’an-ı Kerim’in ana konuları olan inanç, ahlâk-hukuk ve ibadetlerin İslâm’ın değer yapısındaki yerinin doğru kavranması birçok açıdan önemlidir. Oysa sol söylem İslâm’ı, “evrensel, ilâhî ve ebedî hakikatin olmadığı, her şeyin tarihsel ve konjonktürel zorunluluklarca şekillendiği” ön kabulüne dayanan materyalist tarihselci perspektiften okumaktadır. Bu durumda tarihsel olanın evrenseli, konjonktürün ilkeyi, sınırlı olanın mutlak ve ilâhî olanı belirlediği öncelikle kabul edilmiş oluyor. Erdoğan Aydın’ın, namaz, oruç, kurban gibi ibâdetleri, “Arap toplumundaki ‘köle-efendi’ diyalektiğinin ‘Allah-kul’ ilişkisi olarak kurgulanması”; zekât ve sadaka ibâdetini, “İslâm’ın zengin ve fakir ayrımını dolayısıyla eşitsizlik toplumunu kutsallaştırıp meşrulaştırması ve sömürüyü teşvik etmesi” şeklinde yorumlaması İslâm’ı “tersinden okumasının” sonucudur. Oysa İslâm nazarında tarihsel koşullar sadece birer etkileyicidir, yani ilâhî hitap tarihsel olanı dikkate alır, fakat belirleyici ve asıl olan, sınırsız, mutlak ve hakîm varlık olan Allah’tır. Aynı şekilde Kur’an’ın fiili yasama ile ilgili az sayıdaki hukukî kuralları veya İslâm’ın belli bir tarihsel dönemdeki uygulama formu anlamıyla “şeriat” kavramı ile İslâm’ı özdeşleştirmek İslâmî değer yapısını tersine çevirmek veya İslâm’ı tersinden okumak demektir. Bu tavrın sebebi maddeyi ve sosyal pratikleri esas alan maddeci, marksist felsefenin mutlaklaştırılıp adetâ dogmalaştırılması ve İslâm’ın da bu bağlamda değerlendirilmesidir.

Genel kabûle göre hukuk ile ilgili ayetler -ortalama bir değerlendirmeyle- Kur’an-ı Kerim’in % 4’üne karşılık gelmektedir. Diğer yandan, Kur’an’ın hemen bütünü inanç, ahlâk üzerinde durmakta, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak, dünya ve âhiret saadetini temin için izlenecek “doğru yolu” konu edinmektedir. Bu gerçekler ışığında öyle anlaşılmaktadır ki; Kuran’ın içerdiği inanç ve değerleri görmezden gelip, İslâm’ı, sadece onun somut/fiili uygulama ile ilgili emirlerini veya tarihin bir kesitindeki pratiğini kastederek “şeriat” olarak tanımlayıp gündeme getirmek, tartışmak bilgi yetersizliğinden kaynaklanmıyorsa kasıtlı bir saptırmadır. Mehmet Aydın’ın deyişiyle, Kur’an’ın temel hedefi herhangi bir “şeriat devlet modeli” değil, “müslüman toplumdur”.[26] Veya F. Rahman’ın da işaret ettiği gibi, “Kur’an özünde iyiyi tavsiye edip kötülükten kaçındıran, canlı bir Allah bilincine sahip fertlerden oluşmuş, iyi ve âdil bir toplum oluşturmayı hedefleyen dinî ve ahlakî bir metindir.[27].

2.3. “İnsanlığın İlerlemesini Belirleyen Din Değil, Bilimdir”

Konu ettiğimiz sol yaklaşımın İslâm ile bilim ve akıl ilişkisindeki temel vurguları şöylece özetlenebilir:

İnsanlığın ilerlemesini belirleyen din değil, bilimdir. Din, bilim ve felsefe ile uzlaşmaz. Çünkü bilim ve felsefe özgür aklın işlediği konulardır ve dogmalara karşıdır.[28] Bilim maddeyi, din ruhu esas alır. Bilimsel bilgi doğrulanabilir, dini bilgi ise fantastik imgelerde ifadesini bulan dogmatik bir bilgidir.[29] Akıl-dışılık İslâm şeriatının temel eğitim ilkelerinden biridir ki, kişiyi düşünme gücünden ve yaratıcı zekâdan yoksun kılar.[30] Bilim geliştikçe insanlık metafizik düşüncenin avutucu etkisinden kurtulacaktır. Gerçek bilim felsefesi olan diyalektik materyalizmin, hayatın her öğesine ilişkin süregelen aydınlatma sürecinin henüz kanıtlayamadığı olgular, tanrının varlığını kanıtlayan olgular olmaktan çıkmıştır. Bilimin henüz tam anlamıyla açıklayamadığı olguların, öncekilerin izlediği evrim ışığında açıklanacağına “bilimsel anlamda mutlak bir inanç” beslenir olmuştur.[31] 

Bu söylemin sahipleri genel görüşleri çerçevesinde İslâm’ın inanç esaslarını, insanın yaratılış öyküsünü, peygamber kıssalarını, mucizeleri değerlendirmeye tabi tutarak Kur’an’ın verileriyle bilimsel ve tarihi verilerin çeliştiğini uzun uzun ıspatlamaya çalışırlar.[32]

Oysa İslâm’ın İlâhî Kitabı, insanın duyu akıl gibi yetileri sayesinde bilgi edinebileceği fizik alana dair bilimsel bilgi veya geçmişe yönelik tarihî bilgi vermeyi amaçlamamaktadır. İlâhî bilginin asıl amacı insanı Tek Yaratıcı’nın varlığı ve nitelikleri konusunda bilgilendirmek ve bütün ilişkiler örgüsünü (Allah-insan-alem) buna göre düzenlemektir.[33] Kur’an’ın yer, gök, insanın ve alemin yaratılışı, yağmurun yağması, gemilerin yürütülmesi gibi fizik olaylardan bahsetmesinin sebebi, bu konularda pozitif (bilimsel) bilgi vermek değil, o dönem Arap toplumunun gözlemlediği fizik olaylardan hareketle varlığın anlamlandırılması konusunda insana yol göstermektir.[34] Kur’an ” tabiata ilişkin açıklamalarda bulunurken, tabiî sebepleri inkâr etmez; onun reddettiği, tabiî sebeplerin nihaî sebepler olarak görülmesidir.” Özetle Allah’ın insanlara vahiy aracılığıyla verdiği bilgi temelde; varlığın fizik değil, metafizik boyutu (gayb) hakkında bize yol gösterir. Zira tanrı veya varlığın, hayatın anlamı üzerine pozitif bilimin sınırlarında söylenebilecek çok şey yoktur. İnsanların metafizik alana dair geliştirdiği felsefelerin bilgisel bir değeri vardır, fakat nihaî olarak bu felsefelerin doğruluğunun delili yoktur[35]İnsan açısından, varlığı kavrama iddiasında olan, başka bir deyişle metafizik alana giren her bilgide, bilgi ile inancın bütünleşmesi, hatta birbirine dönüşmesi kaçınılmazdır. Duyu ve akıl seviyesindeki bilgi, sınırlılığı sebebiyle mutlak bilgiyi kuşatma imkânına sahip olmadığından, bu alana ilişkin bilgilerimiz pozitif bilgi gibi objektif olamaz. Fizikten metafiziğe, başka bir deyişle somut bilgiden soyut bilgiye doğru gidildikçe, bilgiyi test etme olanakları, nesnellik azalır, öznellik artar, hatta bir noktadan sonra imkânsızlaşır. Bu hem insan bilgisinin sınırları, hem de varlık âleminin yapısıyla ilgilidir.[36] Ancak bu durum, öznel bilginin değersiz ve önemsiz, nesnel bilginin ise değerli ve önemli olduğu anlamına gelmez. Bilginin değeri sadece onun yöntemine değil, kaynağına ve insan için ifade ettiği anlama da bağlıdır. Vahiy bilgisi mutlak ve kuşatıcı bilginin sahibi Allah’tan kaynaklanır. Diğer yandan ilâhî kaynaklı olmasa dahi metafizik bilgi insan için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.[37] Çünkü insan yaşayabilmek için varoluşunu anlamlandırmak durumundadır. İnsan için varlığın anlamlandırılması ise -ister dinî olsun ister din dışı- metafizik[38] bilginin konusudur. Tarih boyunca insanlığın, fizik doğaya ilişkin bilimsel nitelikli bilgilere sahip olmadan pekâla yaşamış olmasına karşın, varlığı anlamlandırma bağlamında inançlardan ayrı kalamaması bu tezimizi destekler niteliktedir.

 2.4. “İslâm İnançları Adâlete, Bilime ve Akla Aykırıdır.”

Söz konusu ateist söylemin kurgusunun kavranması bakımından İslâm dininin inanç konularına ilişkin yaklaşımlarından örnekler vermenin yararlı olacağı kanaatindeyiz:

İslâm’ın bütün inanç esasları gibi Allah’ın varlığının da gözleme ve deneye dayanarak bilimsel yöntemle ispatı mümkün değildir. Allah kendi varlığını, O’na inanmamızı gerektirecek açıklıkta ortaya koymamıştır. Tanrı’nın mutlak egemeni olduğu dünyada, binlerce yıldan beri süregelen adaletsizlik ve zulüm, O’nun yokluğunu göstermeye yeterlidir. Eğer mutlaka bir tanrı varsa onun adil bir tanrı olmadığını düşünmek gerekir.[39] Tanrı’nın varlığı gibi metafizik iddiaların meşru karşılandığı zamanlardan bugüne kadar geçen uzun yıllar sonrasında artık bilim, yaşamın doğa üstü bir güç tarafından yaratılmayıp, milyarlarca yıllık bir evrim içinde oluştuğunu göstermiş bulunmaktadır. Somut gerçeklerden hareketle, materyalist mantıkta ifadesini bulan biricik yaratıcı güç, uygun maddî koşullar üzerinde yükselen insan bilinci ve emeğinden başkası değildir.[40]Gerçekte peygamberlik diye bir kurum olmadığı gibi olması da gereksizdir. Üstelik vahyi ilhamdan ayırmak olanaksız olup, vahyin Allah’tan geldiği iddiasının bilimsel bir dayanağı yoktur. Çünkü ruh diye bir varlığın olmadığı, her şeyin yüksek düzeyde maddî varlık olan beynimizde başlayıp beynimizde bittiği, dolayısıyla insan düşüncelerinin, sezgilerinin, duygularının, karakterinin, heyecanlarının  insan üstü güçlerce değil; “insanî ve maddî süreçlerce belirlendiği”, bilimsel gerçeği ışığında tanrıdan gelen vahiy düşüncesi, tipik bir VII. yy. insanı yargısıdır[41]. Kur’an, yeni peygamberler ortaya çıkmasının, ideolojik ortamını kurutmak, iktidar parçalanmasının önüne geçmek, ideolojik ve anayasal boşluğu gidermek ve kazanılmış egemenliği koruyup genişletmek gibi doğrudan siyasi gereksinimleri karşılamak üzere toplanıp kitaplaştırıldı.[42] Kur’an’ın iç yapısının, dil, üslûp ve metin kurgusunun, mûcize oluşu bir yana, onun sistemsiz ve çelişkilerle dolu bir kitap olduğunu söylemek gerekir. Bilimsel açıdan bakıldığında ahiret inancı verili yaşamdaki doyumsuzluğun sonucu olarak, insanın tüm beklentilerinin karşılandığı koşullarda, süreğen yaşama özleminin, basit bir yansımasından ibarettir. Ahiret inancı, insanlara “nasıl olsa öbür dünyada hak yerini bulacak; iyilerin tüm özlemleri gerçekleşecek, kötüler cezalandırılacaktır” düşüncesini aşıladığından egemenlerin sömürü düzenine hizmet eder: Bu durumda insanlar; zulme, sömürüye, eşitsizliğe karşı örgütlenip haklarını arayacaklarına ibâdete ve tevekküle yönelirler. Bundan dolayı tarih boyunca öbür dünya inancı; emekçi, dar gelirli ve ezilen kesimlerin sömürü düzenine yedeklenip, avutulması ve uyuşturulmasını kolaylaştırmıştır.[43] Kur’an’da tasvir edilen cennet yaşamı, tam anlamıyla asalak bir Arap aristokrat yaşamıdır. Diğer yandan dehşetli ve korkunç cehennem tasvirleri, zaman ve mekân üstü, bilge, erdemli ve merhemetli bir tanrıya değil, olsa olsa VII. yy. Arap insanına ait olabilir.Sözünü ettiğimiz kesim ‘kader’ inancını, daha çok ‘insanın özgürlüğü’ ve ‘rızık’ konuları bağlamında tartışır. Onlara göre Kur’an’ın sunduğu kader anlayışında, her şey Tanrı tarafından belirlenmiş ve hiçbir ahlâkî, hukukî, değer ve norma bağlı olmaksızın, Tanrı’nın ‘keyfi gereği’ gerçekleşmektedir. Bu işleyişte insanın herhangi bir katkısı olmadığı gibi, maddî şartların da belirleyiciliği yoktur. Şu halde insanın kaderini belirleyen Allah’ın insanı sorumlu tutup cezalandırması da zulümdür[44]. Diğer yandan rızkı Allah’ın paylaştırdığı inancı, sömürünün ve eşitsizliğin kutsanmasını ve inanırların pasifize edilmesini sağlamaktadır.

Hiç kuşkusuz bu ateist söylem sahiplerinin en önemli zaaflarından biri inanç kavramının ontolojik gerçekliğinin farkında olmayışlarıdır. İnanç insanın bigâne kalamayacağı hayatî bir  gerçekliktir. Her dinin, ideolojinin temel, şartsız ön kabulleri vardır ve bunların tümü inanç kapsamındadır. Kişinin inancında rasyonel, somut, bilimsel etkenler söz konusu olsa da inanç, mahiyeti gereği hiçbir zaman düşünüşümüzün kurallılığı ve somut olanla, bilimle sınırlandırılamaz. Bundan dolayı inanç, ilkece nesnel doğrulanmayı, denetlenme ve gerekçelenmeyi beklemeyen kabuldür. Bir takım ön kabulleri benimsemeden fen bilimlerinin bile kurulamayacağının, tabiata ilişkin bilgilerimizin dahi nihaî, kesin bilgiler olmadığının kabul edildiği günümüz dünyasında, ateistler kendi ideolojilerinin materyalist ön kabullerini hangi nesnel kritere göre ispatlayabilirler?Öncelikle ifade etmeliyiz ki, mahiyetinin ve üslûbunun farkında olunmadığında Kur’an’ı ve tabi ki İslâm inançlarını da doğru anlama ve değerlendirme imkânı peşinen yitirilmiş olur. Bundan dolayı yazarların İslâmî inanç ve değerlerle ilgili olarak Kur’an’a atfen ileri sürdükleri görüşleri, çoğu zaman, kendi önyargıları ve yanlış İslâm tasavvurlarının ürünü olup hakikatle ilgisi yoktur.[45] Öte yandan Tanrı, vahiy, melek, ahiret, gibi inanç ve değerler, metafizik (gaybî) olgular hakkında gerek savunmak gerekse reddetmek gayesiyle pozitif bilimlerin ölçülerine göre değerlendirmeler yapmak bilim değil, yalnızca bilim söylemiyle “metafizik” ya da “verimsiz spekülasyon” yapmaktır. Bu açıdan bakıldığında İslâm inançları bilim dışı değil bilim ötesi olduğunu söylemek mümkündür.

 3. Söylemin Genel Karakteri ve Başlıca Zaafları:

Konu ettiğimiz ateist sol söylem özetle, İslâm’ı pozitivist ‘bilim ve akıl’ ile ‘çağdaş insanlık değerleri’ ve Marksist teoriler ölçütünde değerlendirir. İslâmî değerlerin bu ölçülere ters düştüğü, çağın gerisinde kaldığı, modernleşme imkânı olmadığı gibi modernleşmemizi de engellediği, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği sonucuna varır. Ayrıca dinin sömürü ilişkilerinin devamını sağladığı, dogmatik bir yapıda olduğu, özgür ve yaratıcı düşünceyi engellediği de sıkça vurgulanır. İslâm’a yöneltilen bu eleştirel söylemin bir yönüyle XIX. yy.’ın son ve XX. yy.’ın ilk yarısında pozitivizmin Türkiye’ye girişiyle[46],Abdullah Cevdet(1869-1932),Hüseyin Cahit Yalçın(1874-1959) gibi pozitivistlerce İslâm’a karşı yöneltilen söylemin[47] –biraz daha vulgarize- bir versiyonu ve kendi geleneğimiz bakımından “köksüz” olduğunu söyleyebiliriz. Oryantalizm adına İslâm’a yöneltilen eleştirilerin adetâ sözcülüğünü üstlenen Batı kökenli bu söylemin en önemli zaaflarından birisi de İslâm ve Hıristiyanlığı “din” adı altında aynı kefeye koyup aynı ölçülerle değerlendirmesidir.Sosyalizmden çok ateizme vurgu yapan, katı pozitivizmden beslenen bu söylemin sahipleri ateizmi felsefi bir problem olmaktan ziyade, ideolojik bir dünya görüşü ve politik bir yaşam biçimi olarak sunmaktadır. Toplumumuzun kimliğinin ve kültürünün ana unsurunu yok etmeyi, anlam kaynağını kurutmayı hedefleyen, deyim yerindeyse ‘müslüman mahallede salyangoz satmaya’ çalışan bu söylemin, sosyalist ideallerden çok kapitalist emellerin ekmeğine yağ sürdüğü söylenebilir.Bulundukları konumları itibariyle “dünyevî makam ve imkânlara” kavuşan solcuların önemli bir kısmı, önceleri geçilmesi gereken zorunlu bir aşama olarak gördükleri kapitalizmin, gençliğinde okudukları kitaplarda anlatıldığı kadar da kötü bir şey olmadığını fark ettiler, sosyalist ideallerinden vazgeçtiler.” Söylem düzeyinde ideallerini sürdüren bir diğer kısmının fiili konumları ise tartışma konusu; zira bir dönem sağ, milliyetçi, muhafazakar çevreleri “yeşil kuşak” teorisine payandalık etmekle suçlayan sol söylem, bugün “seküler kuşak” stratejisindeki konumunu sorgulamaktan oldukça uzak görünmektedir. Diğer yandan var olduğu toplumun, tarihinin ve kültürünün mayasına –dinine- ve ezici çoğunluğuna –dindarlarına- karşı dayatmacı bir hedefi idealleştiren; buna karşın özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi çağdaş değerleri kutsayan bu söylemin, paradoksal bir biçimde kendisini inkar üzerine kurulduğunu ve totalitarizmi içselleştirdiğini söylemek mümkündür.”  Bu söylem sahiplerinin ılımlıları her ne kadar kalbin sınırlarındaki dine saygı duyulması gerektiğini ifade ediyorlarsa da, bunun lâf cambazlığından başka bir şey değildir; zira ” kalbe hapsedilmiş bir din, inanç ve ideoloji tasavvurunun gerçekliği yoktur. Türk solu kendi benliğinden vazgeçerek başka bir “şey” olma idealini, imkansızı sürdürebilme uğruna konjonktürün estirdiği rüzgârı, gücü arkasına almaktan da çekinmez.” Öte yandan, yerli ve kendisi olamayan her durumda nesne olma, başkalarının dümen suyuna kapılma zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

Müslüman bir toplumda İslâm eleştirisi sadece entelektüel, felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda bir kültür, medeniyet, değer ve kimlik eleştirisidir. Elbette farklı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek kendi kültürümüzü eleştirebilir, zenginleştirebilir ve geliştirebiliriz. Ancak böyle bir faaliyet, yeni katılan unsurların kodlarını kendi değer sistemimizle bütünleştirerek başarılı olabilir. Asırlar boyunca oluşan ve derin anlam boyutları kazanan semboller dünyamızda ve tarih bilincimizde ani ve köksüz değişimler, toplumda onulmaz yaralar açabilmekte, aşılması güç problemler doğurabilmektedir. Fert ve cemiyet planında beşerî şahsiyetin devamı önemlidir. Bu istikrar ile oynamak toplumun şuuru ve kollektif bilinciyle oynamaktır. Bu durum toplumsal bunalımlara, benlik ve kültür krizlerine sebep olabilmektedir.” Bu söylem sahipleri İslâm’ı değerlendirirken “bilim” ve “akıl”ı temel ölçüt alırken “bilim”i “Bilimcilik”, “akıl”ı “Akılcılık ” ile karıştırmak suretiyle zaman zaman “dogmatizm” olarak nitelendirilebilecek “katı ideolojik” bir yaklaşım sergilerler.” Felsefi ve metafizik konular mahiyeti itibariyle deney ve tecrübenin, dolayısıyla pozitif bilimin konusu olmadığı halde -bilimin çağımızdaki otoritesinden yararlanmak amacıyla- dinî inançları çoğu zaman bilimsel ölçülere göre değerlendirirler. Din ve bilim felsefesi açısından değeri olmayan, bilimi kutsallaştıran[48] bu yaklaşım “tabu” diye niteledikleri dinin yaklaşımından daha dogmatik bir anlayıştır. Tarihin hiçbir döneminde bilim kendisini dine karşı bir  “kurtuluş yolu” olarak görmedi. Bilimin yegâne “yol gösterici” olduğu görüşü, çağımızda modern pozitivizmin güçlendirdiği bir inançtır. Bilgi imkânları tecrübî alanla sınırlı olan bilim, tasvir edici konumdan irşâd edici konuma gelerek, hakikat alanını da kendi ufkuyla sınırladı. Bilim kendisini pozitivizmin doğal mensubu olarak gören ülkemiz aydınlarının önemli bir kısmının kutsalları arasında yer almaktadır. Oysa bilimin ne’liği yerli yerince sorgulanmadan, dinin bilim adına sorgulanması ve hakkıyla değerlendirilmesi mümkün görünmemektedir.

Modern Batı Felsefesi ilk olarak insanı, “bilen özne” olarak tanımladı; bilen özne (insan), ile nesneyi (madde) birbirinden ayırdı ve bir ilke getirdi: “Matematikle ifade edilemeyen bilinemez.” Fakat ‘özne’yi, ‘ben’i matematikle ifade edemedi. Bundan sonra öznel olanın ‘düşsel’, ‘gerçek dışı’, ‘yanılgı ürünü’ olduğu sonucuna ulaştı. Bir yanda güvenilmez ‘özne-llik-’ diğer yanda matematikle ifade edilebilen ‘nesne-llik-’: Hayalî, gerçek dışı, uçan ruh (ben), sahici ve sabit madde. Bu felsefe, ikinci aşamada ise ‘ben’i organizma saymayı benimsedi.[49] Böyle bir bilgi anlayışının varacağı yer ‘madde dünyasının’, ‘beni’ belirlemesi olabilirdi ve öyle oldu. Sonuç: “Özne’nin yitimi, insanî değerlerin tahribi ve maddenin hakimiyeti”.

Bu söylem sahiplerinin tezlerinden birisi de İslâm’ın çağdaş insanlık değerlerine karşı olduğu, modernleşme imkânının bulunmadığı, değerini yitirdiği, hatta modernleşmemizin önünde engel teşkil ettiği ve dolayısıyla reddedilmesi gerektiğidir.Tanrı’ya, dine ve kutsala rağmen insanî kazanım ve hak iddiası Antik Yunan kültürü ve onun üzerine inşa edilen Batı kültür ve medeniyetine ait bir tasavvurdur ve bugün de anlaşıldığı üzere bir yanılsamadan ibarettir. İslâm kültür ve medeniyeti perspektifinden bakıldığında, bugün insanlığın “evrensel insanlık değerleri” olarak nitelendirilen kazanımları “Allah’a rağmen” değildir. Çünkü İslâm nazarında, vahiy gibi insan aklının kullanımı da ilahi bir buyruktur...Ancak gerek tarihi tecrübeler gerekse günümüzde yaşananlar bize göstermektedir ki, asıl önemli olan ahlâk teorileri, evrensel bildirgeler vs. değil, bunların hayata geçirilmesidir. Bunun için de evrensel bildirgelerin, “evrensel ödevler ve ahlakî sorumluluklar” bakımından desteklenmeye ihtiyacı vardır. Bu da ancak değer üreten sistemler ve dinlerle mümkündür. Aslında başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere, ilahi kitaplar incelendiğinde dinî öğretilerin asıl amacının insanlara ahlâk ve değerler konusunda bilgi vermek değil, onları ahlakî ve değer sahibi yaşam konusunda eğitmek ve onlara yol göstermek olduğu görülür. Bundan dolayı İslâm’ın modernleşmesi, modernizme teslim olup işlevsizleşmesi değil, evrensel mana ve ruhunu modern hayata vererek, ona muhteva ve anlam katmasıdır.Ancak bu ateist söylemin zaafları inananlar olarak bizlerin din söylemlerinin sağlıklı oluşunun göstergesi sayılmayacağı gibi bu iki söylemin uç versiyonlarının çoğu zaman birbirini beslediğini söylemek dahi mümkündür…Bu problemlerin aşılması için öncelikle yönlendirici, araçsal bir din eğitiminden çok objektif, baskısız ve seviyeli bir din eğitimine önem verilmesi gerekmektedir. Diğer yandan, “fikri ve vicdanı hür” fertler yetişmesi için, din veya bilim öğretiminde, bilginin mahiyeti, sınırları ve hiyerarşisinin kavranması, bunun için de “Din ve Bilim Felsefesi” öğretimine önem verilmesi zorunludur. Aksi durumda toplumda özgür düşüncenin gelişmesi, din veya bilim kaynaklı dogmatizmin hafiflemesi beklenmemelidir.

Kanaatimizce dünya standartları ve bilimsel ölçüler dikkate alınarak, gerek müslüman ilim adamları, gerekse şarkiyatçılar tarafından yapılmış çalışmalara kıyasla değerlendirmek gerekirse bu eleştirel söylemi, “ideolojik kavram ve şablonlar”, “bilimsellikten uzak”, “avamî, kaba, ham, hamasî” bazen de “agresif” unsurların belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Daha da üzücü olanı şu ki, bu söylem düzeyinde şekillenen din anlayışı, aralarında bazı aydınların da bulunduğu, azımsanmayacak bir kesimin, çoğu zaman medyada ve siyasi düzlemde gündeme gelen din anlayışının da düzeyine işaret etmesidir. Aslında toplum olarak bizim kendi kültür tarihimiz, inanç ve değerlerimiz konusundaki amatörlüğümüzün de bir işareti olarak görülebilecek bu durum, sadece itikadî bakımdan değil, sosyal, siyasî ve iktisadî bakımdan da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak profesyonellerce belirlenen dünya arenasında, hem “milli varlığımızı” ortaya koymamız zorlaşmakta hem de aleyhimizdeki kültürel ve siyasî tehlikeleri fark etme konusundaki basiretimiz bağlanmaktadır.[50]

Mehmet Aydın’ın da işaret ettiği gibi, “Bugün hem İslâm’ı hem de modern hayatı bilen inanmış aydınların yeniden düşünmek, İslâm’ın fikrî yapısını modern bilim ve düşünceyi dikkate alarak yeniden kurmak gibi zor ama şerefli bir görev ve sorumlulukları vardır.”[51]

 Kaynaklar:

1] Aydın Topaloğlu, Teizm Ya da Ateizm, İst., 2001, s. 54.[2] Bk., V. Ilich Lenin; “Sosylizm ve Din”, Novaya Zihn, (Eriş yayınları tarafından düzenlenmiştir) sayı: 28, 1905.[3] Marxist Düşünce Sözlüğü, “Din” md., İstanbul: İletişim yay. 1993, s. 138.[4] Ateist solun din söylemini tespit etmeye çalışırken eselerine atıfta bulunacağımız başlıca isimler şunlardır.: Doğu Perinçek, İlhan Arsel, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, Muazzez İlmiye Çığ.[5] Aslında Turan Dursun sol dünya görüşüne sahip değildir. Fakat, kendi din söylemlerine hizmet ettiği için sözünü ettiğimiz müfrid sol ekol onu büyük bir iştiyakla bağrına basmıştır. Sol eğilimli yirmi dört aydın ve yazarın Turan Dursun’a ilişkin değerlendirmelerinin derlendiği Turan Dursun ve Aydınlanma (İst. 2000) isimli kitapta o, “Doğu ve İslâm dünyasının Luther’i, Rousseau’su”, “aydınlanma savaşçısı” gibi sıfatlarla anılmaktadır. Diğer yandan o, biraz da teröre kurban gitmesinin yarattığı popülarite ile sosyalizm adına yayıncılık kulvarında mücadele yürüten bazı yayınevlerinin ve çevrelerin de, deyim yerindeyse, din üstadıdır. Bundan dolayı onun söylemi konumuz açısından bize önemli veriler sağlayabilir.[6] Lenin, agm.[7] Marxist Düşünce Sözlüğü, “Din” md., s. 137.[8] Erdoğan Aydın, Kur’an ve Din, Ankara 1996, s.10.[9] Turan Dursun, Kutsal Kitapların Kaynakları 1, İstanbul 1997, s. 15.[10] Dursun, ae., s. 47.[11] Server Tanilli, İslâm Çağımıza Yanıt Verebilir mi, İst. 1991, s. 14.[12] Server Tanilli, “Turan Dursun’un Ardından”, [Abit Dursun, Turan Dursun ve Aydınlanma, İst. 2000 içinde] s. 129.[13] Bkz., Antoine Vergote, Din İnanç ve İnançsızlık, İst. 1999 s. 11[14] Lucien Goldman, İnsan Bilimleri ve Felsefe, (trc. Afşar Timuçin) İst. 1997, s. 21.[15] İlhan Arsel, Kur’an Eleştirisi, İst. 1999, s. 21.[16] Turan Dursun, Arif Tekin [İkisi de uzun yıllar Diyanet teşkilatında üst düzeyde din hizmeti vermişlerdir] ve Erdoğan Aydın hayatlarının bir dönemini dindarca yaşamış, sonradan İslam’a karşı mücadeleye girişmişlerdir. Bu kişiliklerin oluşmasına olanak sağlayan geleneksel din anlayışının ve din eğitiminin bu vechesi çok yönlü olarak incelenmeyi gerektirmektedir. Bu bağlamda Turan Dursun ve Erdoğan Aydın’ın inanç serüvenlerini ve yetiştikleri ortamı da dikkate alan bir “otobiyografik tahlil denemesi” için bk., Muhammet Altaytaş, Hangi Din, İstanbul: Eylül Yayınları 2001, s. 15-34.[17] Bk., Turan Dursun, Din Bu 2, İst. 1995. (Kitabın tamamı bu konuya ayrılmıştır.)[18] Bk. Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni, İst. 1995.[19]E. Aydın, Kur’an ve Din, s. 25.[20] Bk., İlhan Arsel, Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına; Ankara 1975, s. XVIII-XXII[21] Turan Dursun, Din Bu 1, İst. 1998, s.259.[22] Tanilli, age, s. 9.[23] Bk., Arsel, “Giriş Bölümü”, Toplumsal Geriliklerimizin Sorunları, Ankara 1972. [24] Doğu Perinçek, “Önsöz” [Turan Dursun, Hayatını Anlatıyor, İst. 1997 içinde] [25] Arsel, agy.[26] Mehmet Aydın, “İrtica Üzerine Bazı Düşünceler”, İçe Kritik Bakış, İstanbul 1999, s.162.[27] Bk., Adil Çiftçi, Fazlur Rahman ile İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Ankara 2000, s. 231.[28] Tanilli, age, s. 19.[29] E. Aydın, İslâmiyet ve Bilim, Ankara 1996, s. 39.[30] İlhan Arsel “Sunuş”, [T. Dursun, Şeriat Böyle, İst. 1997 s. 5.][31] Bk.,Erdoğan Aydın, age, 10[32] Bu konuda ayrıntılı bilgi ve önekler için, bk., E. Aydın, İslâmiyet ve Bilim, T. Dursun, Din Bu 1 s. 190-217; S. Tanilli, age, 59-98.[33]Mehmet Aydın, “İlim-İslâm Münasebeti”, Bilgi-Bilim ve İslâm, I, İstanbul 1992, s. 74.[34] “Göklerin ve yerin yaratılışında akıl sahipleri için alınacak öğütler(âyet) vardır. Onlar ayaktayken de otururken de yan gelip yatarken de Allah’ı anarlar ve göklerin, yerin yaratılışı konusunda düşünürler. Rabbimiz! Bunları boşa yaratmadın sen, derler.” (Âl-i İmrân 3/190, 191)[35] Bizim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur. Ölür ve yaşarız. Bizi öldüren zamandan başka bir şey değildir.” (el-Casiye 45/24) diyen müşriklere Kur’an: “Onların kesin bilgileri yoktur, onlar sadece zannediyorlar” (el-En’am 6/148) der.[36]Kadir Canatan, “İslâm Epistemelojisinin Temelleri”, İslâmiyât (2000) III, 155.[37] Felsefeciler tarafından metafizik, ilimlerin en değerlisi, yücesi olarak görülmüştür. Bk., Mehmet Bayraktar, İslâm Felsefesine Giriş, Ankara 1997, s. 146.[38] Burada “metafizik” kavramı vahyi ve rasyonel bilgiyi, başka bir deyişle din ve felsefeyi kapsayacak şekilde, geniş anlamıyla kullanılmaktadır.[39] Erdoğan Aydın, İslâmiyetin Ekonomi Politiği, Ankara 1996, s. 55.[40] Erdoğan Aydın, ae., s. 68.[41] Erdoğan Aydın, Kur’an ve Din s. 121, 122.[42] Erdoğan Aydın, ae., s.81. [43] Erdoğan Aydın, İslâmiyet ve Bilim., s.1-3.[44] E. Aydın Kur’an ve Din, s. 37, 38.[45] Bilgi için bk., Muhammet Altaytaş, age, s. 152.[46] Pozitivizmin Türkiye’ye girişi ile ilgili öz bilgi için bk., Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin İthali”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul 2001, I, 214-222.[47] Bk., Ahmet İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının Dine Bakışı, İstanbul 2000 (basılmamış doktora tezi)[48] Örneğin Erdoğan Aydın metafizik konuların tartışıldığı 175 sayfalık, Kuran ve Din isimli kitabında, “bilim ortaya koymuştur ki…”, “bilimsel veriler ispatlamıştır ki…”, “çağdaş insanlık değerlerine göre…” şeklindeki ifadeleri 60 defa kullanmaktadır.[49] Bk., İsmet Özel, “Müslüman ve Bilgi”, Bilgi-Bilim ve İslâm II, İstanbul 1992, s. 60.[50] Günümüzde, Turan Dursun ve Erdoğan Aydın örneğinden hareketle İslâm’a yöneltilen eleştirel söylem ve bunun ilmî değerlendirmesi için bk., Muhammet Altaytaş, age.[51] Mehmet Aydın, İslâm’ın Evrenselliği, İst. 2000, s. 21. Geniş bilgi için özellikle İslâm’ın evrenselliği ve modernleşmesi konularında yararlandığımız ufuk açıcı bu esere bakılabilir.
                                                          (Muhammet Altaytaş İslamiyat Dergisi)

6 Comments