Turan Dursun’a cevaplar II

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

-Yazının ilk bölümüne, “Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodun eleştirisi” adlı yazıdan ulaşabilirsiniz.

“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için (İlahi mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya kalkışırlar: böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor. Böyle birine mesajlarımız aktarıldığında, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış da onları hiç duymamış gibi, küstahça yüz çevirir: işte ona (öteki dünyada) acıklı azabı haber ver!” (Lokman, 7-8); “İnandıktan sonra kafirliğe sapıp sonra ‘inkarcılıkta daha ileri gidenlerin’ tövbeleri asla kabul edilmeyecektir.” (Ali İmran, 90) 

(Aşağıdaki yazı “Bahattin Sağlam ve İsmail Acarkan’ın  ‘Turan Dursun ve Din’ ve Prof. Süleyman Ateş’in ‘Gerçek Din Bu 1-2’ adlı eserleri temel alınarak hazırlanmıştır.)

Din nedir?

Allah (cc) tarih boyunca hep aynı emir ve yasakları insanlara bildirmiştir. Bununla beraber dinin ‘pratikleri’ geldiği toplumun düşünsel, kültürel ve sosyal yapısına göre farklılık gösterir. Bu farklılık kainattaki diyalektiğin gereğidir. Gönderilen her dinde inanç esasları (Allah’ın varlığı ve birliği, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı vs) birdir. İbadet ve insanlar arasındaki ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümler ise toplumdan topluma değişiklik gösterebilir. Din, kişiyi kendi hayatında tam bir mutluluk, uyum ve barış içinde geçirebileceği mükemmelliğe ulaştırabilecek ve toplumda barış ve adalete dayalı bir yapı oluşturabilecek mükemmel bilgidir (tümel akıl) ve Allah tarafından gönderilmiş bu bilgiler, çağlar boyu doğruluğu değişmeyecek emir ve  yasaklar bütünüdür. Batılı din tarihçilerinin varsayımlarının tersine insanlığın ilk dini animizm veya totemizm gibi “ilkel” dinler değil, Kur’an’ın deyimiyle İslam’dır. İsiam, insan olmak noktasında her zaman aynı özü taşıdığından Allah’ın insanlar için gönderdiği dindir ve temelde (özde) aynı ve tek olmuştur. Hz. Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed gibi tüm resullerin getirip duyurduğu, nebilerin de uyup tatbik ettiği din her zaman aynıdır. Ama her defasında birtakım olumsuz sebeplerle bu dinden uzaklaşan insanlar yine temelde, değişen dinler üretmişler ve bunun sonunda da “ilkel, batıl, şirk dinleri” ortaya çıkmıştır. Nitekim Hinduizmin kutsal metinlerinden olan Vedaları inceledikten sonra, Alman filozofu Schelling şöyle demiştir; “Bütün insanlık önceleri tek varlıktı (bir ümmetti). Ve tek bir Tanrıya inanıyordu. Sanki en eski din (yani el-İslam) yıldız yıldız parçalanmış.” (Ali Ünal, Din etrafında, s. 60) Din, İnsanı mutlak güzelliğe, barışa ve iyiliğe çağıran,  akıl sahiplerinin özgür iradeleri ile kabul ettikleri ilahi kurallardır. Din aynı zamanda koruyucu bir kurumdur. İslam bilginleri bu korumayı beş bölümde incelerler; Ruhsal Yapıyı Koruma, Nefsi Koruma, Nesli Koruma, Malı Koruma, Aklı Koruma. Bu konularda detay için ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ , ‘İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazıları tavsiye ederiz.

Din Afyon mudur?

İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din (İslam) afyon olabilir mi? İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem”d iyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur? Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz. Ömer’i çıkaran din mi afyondur? Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz. Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur? 15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur? Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur?

Âlem sevgi üzerine yaratılmıştır

Rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan (Araf, 156); Rahman ve Rahim  (Bağışlayan) , Vedud olan (Karşılıksız seven), Ümitsizliği ve ziyana uğrama korkusunu insanın kendi kendine zulmetmesi olarak nitelendiren (Zümer 5); İnananları ayrıca seven ve onlarca da sevilen
 (Maide 54, Bakara 165, Meryem 96) Allah (cc) aynı zamanda kendinden korkulması gereken de yüce bir yaratıcıdır. Bu korkunun temelini ise ‘O’nun rahmetini, şefkatini kaybetme, O’nun sevgisinden uzak kalma korkusu’ oluşturur. Düşünsenize her şeyimizi verenin sevgisini kaybetmekten daha korkunç ne olabilir? Bizi yoktan var edip, her türlü nimeti veren, cennete gidelim diye her defasında nankörlük-isyan edip, gönderdiği peygamberleri öldüren, kitaplarını bozan insanlara yine de acıyıp; ölünce cennete gitmelerine neden olacak, dünyada da mutlu yaşamalarına neden olacak emir yasakları gönderen yine O Allah (cc)’dir.

Kız çocukların diri diri gömülmesi yalan mı?

Nahl 58-59. ayet mealleri: “Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar! “O dönemdeki Arapların bir kısmı, kız çocuğunu ileride savaşamayacağı, ailenin şeref ve namusuna leke getirebileceği düşüncesiyle, kızları olduğu zaman üzülürlerdi. Bu düşünceden dolayı Arapların ilkel bazı kabileleri, çocuklarını öldürürlerdi. (İbni Habib, el- Munammak, s. 336; el- Halebi, İnsan, I/201) Bunun birkaç nedeni vardı: Birinci neden; ekonomik idi. Fakirlik korkusu. İkinci; kız çocukları savaş zamanlarında işe yaramadıkları gibi korunmaları da gerekiyordu. Kız çocuklarını öldürme âdeti Kinde, Temim gibi bazı ilkel Arap kabilelerinde vardı. (Süleyman Ateş, Din Bu 1, s. 80; İslam Ans. Cahiliyye mad.) Kureyş ve diğer Mekke kabilelerinde bu yanlış ve çirkin davranış yoktu. Çünkü Mekke civardaki çöl kabilelerine göre zengin sayılırdı. İşte bu nedenle Arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır. Ferezdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin bu yaptığı işten (öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtarması) dolayı övünmüştür; “Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler” Dursun’un iddiasına göre, Arapların hiçbirinde bu adet yokmuş. Şimdi düşünelim; Kur’an hiç yapılmayan bir şeyden bahseder mi idi? Bahsederse kendini yalanlamaları için kafirlere büyük bir koz vermiş olmaz mıydı? Halbuki Kur’an böyle bir adetin yapıldığını söylemiş, hiç kimse de ‘bu yapılmıyor’ diye itirazda bulunmamıştır. İşte bu âdetin Kur’an’da yasaklanması çok önemli bir devrimdir. Dursun bu konunun sonunda (s. 244) kız çocuklarını öldürmekle ilgili bir rivayeti aktarıyor: “Kız çocuğunu öldüren de ölen de ateştedir”

Halbuki kendisini hadis alanında da uzman ilan eden Dursun’un, metodolojik olarak ‘aynı konudaki tüm rivayetlerin bir arada değerlendirilmesi’ kuralını bilmesi gerekirdi. “Peygamber cennettedir; bebeklik çağında ölen çocuk cennettedir; gömülerek öldürülen kız çocuğu cennettedir.” ve “Gömülerek öldürülen kız çocuğu cennettedir.” diyen peygamberimizin (İbn Kesîr, IV, 478) eğitiminden geçen İbn Abbas’ın da, müşrik çocuklarının ahiretteki durumu hakkında: “Müşriklerin çocukları cennettedir. Kim onların cehennemde olduklarını iddia ederse yalan söylemiş olur.” (İbn Kesîr, IV, 478) Zaten hadis usulünde şöyle bir kuraldır: Kur’an’a zıt rivayetler senedi ne kadar sağlam olursa olsun kabul edilemez, reddedilir! Ayrıca, Tekvir 8-9: “İnleye inleye toprağa gömülen kız çocuğu, hangi günahtan öldürüldü? diye sorulunca.” ayeti de ortadadır. Ayetçe kınanan bir durumun zıttına bir hadisi efendimizin söylemesine asla imkan yoktur. Ayrıca hadisin senedi de zayıftır. Aynı nedenledir ki Hıristiyanlar ‘her doğan çocuk günah doğar, ta ki vaftiz olana dek’ anlayışını İslam reddetmiş, her doğan çocuğu masum ve temiz, günahsız hatta İslam üzere doğar kabul edecek kadar temiz olduğunu ilan etmiştir. Turan Dursun, hiçbir anne babanın böyle bir şey yapamayacağını, bunun doğaya aykırı olduğunu da söylemektedir. Ama günümüzde henüz dünyaya gelmemiş de olsa anne karnında gelişimini tamamlamış, dünyaya gelmek için hazırlanmış binlerce çocuğun, kürtaj yoluyla katledilmekte olduğunu, yine doğurduğu çocuğu öldürüp çöp bidonlarına atan yahut sağ olarak cami duvarına bırakanlar bulunduğunu hiç düşünemiştir. “Eski Araplarda kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler vardı” (N. Çağatay, İslâm dönemine dek Arap tarihi, s. 135) Weil, kızların öldürülmesinin seyrek olmadığını, fakirlik ve zilletten korunmak için uygulandığını söyler. (Weil, Mohammed Der Probhet, s. 20) Margoliouth, Arapların şecereye – atalarının soy kütüğüne -önemde Farslardan ilerde olduğunu belirtir. Hicaz bölgesinde ise Kureyş kabilesinin dominant durumda olduğunu ifade eder. Margoliouth ayrıca kızlardan utanç duyma ve öldürme adetinin mevcut olduğunu da kaydeder. (D. S. Margoliouth, Mohammad, s. 28-30) 1880’li yıllarda yazılan bir kitapta da, İslam Afrika’da ilerledikçe, “Bir zamanlar bütün Afrika’yı saran yamyamlık, ‘diri diri çocukları’ gömme gibi en kötü işler süratle ve bir daha geri gelmeyecek şekilde ortadan kaybolmakta.” (R. Bosworth, Mohammedanism in Africa, s. 798-800)  olduğu kaydedilmiştir. Lesley Hazleton, “Eğer Hz Muhammed kız olarak doğmuş olsaydı, doğar doğmaz sessizce boğdurulurdu.” (Hazleton, İlk Müslüman, s. 31) derken de bu olayın gerçekleştiğini kabul etmektedir. Dursun’un sonradan kaydığı materyalist dünya görüşüne sahip Maxime Rodinson bile, “Kız çocuklarının öldürülmesini de yasaklamıştı.” (Rodinson, Muhammed, s 267) diye yazarken acaba Dursun ve taraftarları hiç mi sıkılmamışlardır! Karen Armstrong da aynı olaya dikkatleri çeker: “Kızlar hiç acımadan öldürülüyordu.” (Amstrong, İslam Peygamber’inin biyografisi Hz Muhammed s. 81) ‘Yüyılların doğurduğu ölüm’ olmakla övünen Dursun ve kitaplarını basanlar bu gerçekleri OKUmamıştır ne yazık ki! Günümüzde bile durum pek değişmemiş ve kürtaj illeti her yeri sarmıştır: “Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 2011 Gallup anketine göre, yalnızca bir çocuk sahibi olmanıza izin verilseydi katılımcıların %40’ı bir erkek çocuğu tercih edeceklerini söylerken yalnızca %28’i bir kızı tercih etmekte idi. (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 315) Peki, sadece o zamanki Arabistan mı bu melanet geçerli idi? Hala ve her yerde!
Ülkemde de çöp kutularından, batı ülkelerinde bebek bırakma kutularından (Hürriyet, 9 Mart 2000; Radikal, 14 Haziran 2012; Evrensel, 6 Haziran 2015; Cumhuriyet, 24 Ekim 2017) hiç bahsetmeden günümüzden birkaç örnek verelim: 

 

“Hindistan’da doğan her 10 dişi bebeğin 4’ü ölüme terk edilmektedir.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 141) “Hindistanın Ladhya Pradesh eyaletindeki ormanlık alanda yeni doğmuş bir kız bebek toprağa yarı gömülü halde bulundu. Ülkede son yıllarda ailelerinin kız bebeklerin katledilişi sıkça görülüyor.” (Sabah, 25 Eylül 2013) “Hindistan’ın Uttar Pradeş eyaletinde bir mezarlıkta, ölen kızını gömmek için toprağı kazan baba, diri diri gömülmüş bir kız bebeği mezardan sağ çıkardı.” (Euronews, 14.10.2019) “Adıyaman’da kan donduran olay!” (CNN TÜRK, 26 Eylül 2021) 

2522014

kizcocuklari-diridiri-1

1

.

Cehennem İşkence Yeri mi, Yoksa İlahi Tedavi Merkezi mi?

Cennet ve Cehennem bizim duyu organlarımızla algılayamadığımız gerçekler oldukları için; bize ‘simgelerle’ anlatılmıştır. Cennet mükemmelliğin, güzelliğin, pozitifliğin merkezleştiği ilahi sevgi ve rahmet ortamıdır. Cehennem ise eksikliğin, çirkinliğin, negatifliğin merkezleştiği yerdir! Dünyada insana en çok acı veren şey ise ateştir. Bu nedenle cehennem ateşle simgeleştirilmiştir. Allah korkusu, Kur’an’ın genel mantığı içinde Allah’ın sevgisini yitirmekten çekinmektir. Yoksa yüksekten korkmak ve yılandan korkmak anlamındaki korkmak değildir. İslam’da temel olan sevgidir.

Cehennem Nedir?

Bilgisiz insanlar, nasıl hekim ve hastabakıcıları işkence yapanlar gibi görebilirse cehennem ehli de, çektikleri tedavi ızdırabını önceleri işkence sanırlar ama sonra gerçeği görürler. Dünyada nasıl bazı hastalıkların tedavisi için acı ilaçlar, pansumanlar, dağlamalar, yakıcı merhemler, söktürücü sıvılar, serumlar gerekiyorsa, cehennem tedavi merkezinde de zakkum simgesiyle belirtilen acı ilaçlar, değişik işlemler, serumlar vardır. Cehennem nasıl sonsuz ruhsal yükselme ortamı ise cehennem azabından amaçta işkence değil, insanı temizlemek ve onu ruhsal yükselmeye layık bir duruma getirmektir. Cehennem, bu hayatta kendilerine verilen fırsatı kaybeden insanların, ilahi adalet kanununa bağlı olarak yaptıklarının karşılığını görmelerini ve bu sayede kendi elleriyle ruhlarında meydana getirdikleri hastalıklardan kurtulmalarını ifade eder. “Sizden önce nice topluluklara elçiler gönderdik; onları varlığa ve sıkıntıya uğrattık ki doğruyu görsünler.” (Enam, 42) Buradan anlaşılıyor ki, cezadan kasıt yola gelmek, uyanmak ve daha yüksek bir hayata kavuşmaktır. Cehennem cezasının hedefi işte budur. Cehennem, bütün dehşeti ile birlikte günahkarlar için “Mevla”: Dost (Hadid 15) ve “ümm”: Anne (Karia, 9) olarak Kur’an’da geçer. Cehennem asiler ve günahkarların dostudur. Onlar cehennemin sinesinde yeniden yetişecekleri için cehennem onların anaları olmuştur.

Allah Gökte midir?

“Men fi’s-semâi”: gökte olan anlamına gelir ve Dursun bundan kastın Allah olduğunu, Allah’ın göklerde olduğunu iddia eder. Halbuki burada gökte olandan maksat meleklerdir. “Men” sözcüğü tekil olmakla birlikte anlam olarak çoğuldur, genelleme anlamını verir. Dursun’un iddiasının aksine Fahrettin Razi tefsirinde men’den kasıt “Allah’tır” dememekte, “Allah’tır” diyenlerin görüşünü alıp yanıt vermektedir. Çünkü kendisi Eşari’dir. Eşariler Allah’a mekan isnat etmeye şiddetle karşıdırlar. Bakara, 210’da geçen “Allah’ın gelmesi mi bekliyorlar?” deyimini ise bütün İslam düşünürlerince “Allah’ın azabının gelmesi” olarak yorumlanmıştır. Ayetin ayetle tefsiri kuralı gereği bu anlam, Nahl Suresinin iki ayetinde çok belirgin olarak görülmektedir. Bilindiği gibi Allah’ın azabı, radyasyon, zehirli yanardağ dumanları, şiddetli fırtınalar olarak bulutlar şeklinde görünür ve gelir: “Onlardan öncekiler düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah, binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Azap, onlara farketmedikleri yerden geldi.” (Nahl 26); “Onlar kendilerine yalnız meleklerin veya senin Rabbinin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Nahl, 33) Evet, Dursun tefsir alimidir de (!) ama daha tefsir metodolojisinden habersizdir!

Neden Ay ve Güneş?

İslam ay ve güneşi ölçü tutmuştur. Bunun birçok hikmeti vardır; İnsanların çoğu teknik bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla vakitleri daima güneşe göre ayarlarlar. Bu asırdaki gibi saat imkanı da her zaman bulunmaz.  Vakitlerin esnek, kaygan olması insan ruh ve sağlığı için çok önemli bir unsurdur. İlk olarak insanı sıradanlıktan kurtardığı gibi, canlı, esnek bir düzen verir.  Dünyanın 24 saati, senenin 4 mevsimi, bu 4 mevsimdeki gün ve gecelerin kısalık ve uzunluğun değişkenliği, doğallığı ve bu değişkenlik içinde sürekli bir ibadet ortamı nerede, Sabah saat 8.00, akşam 17.00 monotonluğunun bunaltıcılığı nerede?  İnanmış insan vaktin kısalığına, uzunluğuna, sıcağına, soğuğuna bakmadan, her halükarda günlük görevlerini yerine getirir. Böyle bir durum ise, insana güçlü bir eğitim ve sağlık verir. Eğer Ramazan orucu aya göre, namaz güneşe göre ayarlanmasa idi dünyanın bir tarafı hep sıcak günlerde oruç tutacak ve hep sıcak saatlerde namaz görevini yerine getirmek zorunda kalacaktı. Kur’an’da İsra 78. ayetini  “Güneş için namaz kıl!” şeklinde tercüme etmek ise Kur’an’ın tümüne zıt bir açıklama olmaktadır. Burada ‘Lam harfi’ illet içindir. Amaç, tahsis değildir. Yani “Güneş batıya dönünce namaz vacip olur” demektir. Yoksa “Güneş batıya dönünce güneşe ibadet edin” demekle Kur’an’ın tek Tanrı inancı ve sıfatları hakkındaki ayetleri; Kur’an’ın güneşe tapanları yeren kısımlarını görmemek tam bir cahillik olur. “Güneş doğunca uyan, batınca yat” denildiğinde acaba uyumak ve yatmak Güneş için mi olmaktadır?

Ümmet- Ulus İkileminde İslam’ın Konumu

Arap dil bilgini İbn Manzur, Lisanül Arap’ta ümmet sözcüğü hakkında şunları söyler: “Ümmet insan nesli demektir. Her elçinin ümmeti, tebliğ için gönderildiği bütün insanlardır.” İslam’a göre ümmet sözcüğünün kavramsal anlamı, “aynı amaç ve kurallara bağlı olarak bir arada olan topluluk” demektir. Kur’an-ı Kerim kavimlerin (milletlerin) çokluğunu kaynaşmaya vesile sayar. İslam’da hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Son elçinin Arapların içinde ve onlardan biri olarak gelmesi Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Ulus ise daha çok kan, dil, toprak ve kültür birliğine dayalıdır. İslam insanlık alemini aynı barış ve adalet kuralları çevresinde birleştirmek için gönderilmiştir. Evrensel olmak, tüm insanlığın acı ve ızdıraplarını ve doğal olarak sevinç ve mutluluklarını benliğinde duyabilmeye bağlıdır. Yalnızca kendi topluluğunu, ırkını, bölgesini düşünenler evrensel olamazlar. Hz. Peygamber’in Taif’teki insanları iyiye, doğruya ve güzele çağırmasına karşılık Taifliler O’nu taş yağmuruna tutup bedenini kanlar içinde bırakmışlardı. O ise ellerini açarak şöyle yakarmıştı: “Rabbim, benim şu ‘topluluğuma’ doğruyu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” Sizi kanlar içinde bırakanlara benim topluluğum demek, bir başka deyimle düşmanlarınızı bile kendi benliğinizin bir parçası gibi görerek ruh enginliğine ulaşmak. Evrensellik işte budur.

Din ve Millet Sözcükleri

Kur’an’da milletle din kelimesi arasında şöyle bir ilişki vardır: Kur’an’da millet Allah’a değil kişilere izafe edilir. Sözgelimi hiçbir zaman Allah’ın milleti denmez. Buna karşılık ‘İbrahim milleti’ deyimi birçok yerde geçer. Millet sözcüğü Elmalılı Hamdi Yazır’ın belirttiği gibi, ‘dinin toplumsal yanını’ ifade eder. Yani tarih boyunca Müslümanlar İbrahim’in milleti üzere olmuşlardır. Hz. İbrahim dahil İslam’ı din kabul eden ve bu din üzerinde bir millet halinde ümmet oluşturan insanlar hep kardeştirler. ‘Dinden ümmete giden yolun adıdır millet’, yani millet bir gidiş, bir yol tutuş demektir. İslam terminolojisinde milletin bugün Türkçede kullanıldığı sekliyle ulus, ırk, kavim ve yabancı dillerdeki ‘nation’ kelimeleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

Müslüman’dan Başkası Cennete Giremez mi?

Hz. Muhammed’den önce gelen peygamberlerden herhangi birine inanarak onun getirdiği ilahi mesajı yaşayan insanlar sonsuz mutluluğa erişmeye hak kazanmışlardır. Yine Hz. İsa’nın devrinden Hz. Muhammed’in zamanına kadar olan süre içinde Hıristiyan olarak yaşayan insanlar sonsuz mutluluk yeri olan cennete gireceklerdir. Peygamberlerin mesajını işitmeyen insanlara gelince, bunlar hakkındaki detay, “Kur’an’daki bilimsel hatalar, çelişkiler iddiasına cevap” adlı yazımızda ele alınmıştır.

İslam savaş hukuku – İslam’da cihat niçin yapılır?

Cihat, ‘çaba, mücadele, gayret’ anlamlarına gelen bir kavram olup sözlü ve fiili düşünsel, psikolojik ve fiziksel tüm çaba ve mücadeleleri içine alır. İslam’da savaş asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah’ın emri açıktır. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256) Savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır. Bu konuda Kur’an’ın şu ayetini görüyoruz. “Kim sizin üzerinize saldırırsa, sizde tıpkı onların saldırdıkları gibi (saldırılarına karşılık olarak) saldırın. Allah’tan sakının. Ve, Allah’ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin.” (Bakara, 194) “Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi men’etmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder.” (Mümtehine, 8-9) Resulullah’ın bulunduğu savaşlardan birinde bir kadın ölü bulundu. Bunun üzerine Resulullah kadınlarla çocukların öldürülmesinin İslam’da yasak olduğu söyledi. (Ebu Davud, Hds. No:2668, Buhari Cihad 147-148, Müslim Cihad 25-26, Tirmizi Siyer 19, İbni Mace Cihad 30, Darimi Siyer 24, Muvatta Cihad 29, Ahmed Bin Hanbel c. 2: 23-22, 76, 91)  Yani “savaşta, savaşmayan insanlarla savaşılmaz, silahsız insanlara dokunulmaz.” (Aliyyül Kari, Mirkatül Mefatih, IV/237) Bu konuda, “İslam savaş hukuku” adlı yazımıza bakılabilir

Din Özgürlüğü ve Mürted Konusu

Kur’an’da mürtedin (İslam’ı terkedip başka bir dine girenin) öldürülmesini emreden bir ayet yoktur. Tersine Kur’an bunun cezai müeyyidesinin ahirette verileceğini birçok ayette ifade etmiştir. Ali İmran, 90: “İnandıktan sonra inkar edip, inkarda aşırı gidenler var ya, onların tövbeleri kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.”; Nisa, 137: “Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri, sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.”; Maide  54: “ Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçakgönüllü, inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.” Görülüyor ki, bu ayetlerde iman ettikten sonra küfre sapanlara dünyevi herhangi bir ceza yoktur. İslam’da mürtedin öldürülmesi ancak ‘Müslümanlarla savaşması’ şartına bağlıdır. Açıkçası öldürülme nedeni İslam’dan dönmesi değil, Müslümanlarla savaşmasıdır. Hz. Ebubekir’in mürtedlerle savaşması dinden dönmelerinden dolayı değil, İslam toplumunu parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışmalarındandı. “Dinini değiştireni öldürünüz” rivayeti de bu düzlemde anlaşılmalıdır! İslam dininden dönen eski Arap müşrikleri direkt olarak Müslümanlarla savaş haline geçiyorlardı.  Ayrıca bazı Yahudiler insanların Müslüman olmalarını önlemek için şöyle bir yol bulmuşlardı: Önce Müslüman olduklarını ilan ediyor, bir süre sonra da dönüyorlardı. Ki bu yolla Müslümanlar aleyhine konuştukları şeyler inandırıcı olsun. Kur’an’da Ali İmran suresinin 86-91. ayetlerine bakınca, 89. ayette dinden dönenlerden tevbe edenlerin tevbesini Allah’ın bağışlayacağı, 91. ayette ise kafir olarak ölenlerden bahsedildiği görülür. Dinden dönenlerin direk öldürülmesi hükmü olsa idi, tevbe etmeleri veya ölene dek kafir yaşamalarından Kur’an’ın bahsedilmemesi gerekirdi. Zaten içinden dinden dönen ama dışarıdan Müslüman yaşayanların münafık olacağı ortadadır ki, Kur’an’ın buna teşvik etmesine imkan yoktur. Yani, İslam’da dinden dönen değil, dinden döndükten sonra İslam devletine karşı ‘Siyasi, sosyal ve ekonomik’ faaliyetler içinde bulunup terör eylemleri gerçekleştirenlere ceza uygulanır. Bu konudaki diğer delilleri şöyle sıralayabiliriz: Bernard Lewis, “Din alimlerinden kafirlik suçlaması yüzünden yargılanıp suçlanan ve hüküm giymiş yok gibi görünmektedir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 154) demektedir. Riddet; toplumsal, siyasal başkaldırı ve terör anlamına haiz bir kavramdır. (Meriç, s. 157) Bernard Lewis, “Mürtedler, siyasal bir anlamlılık kazanmış olmaktadır.” (Meriç, s. 164) “Montogomery Watt da, “Ridde hareketlerinde dini ve siyasi faktörler birbirinden ayrılmayacak şekilde iç içe girmişlerdi. İslam’ın dini, siyasi ve sosyal, ekonomik sisteminden uzaklaşma hareketiydi ve bu yüzden de İslam karşıtı bir hareketti.” demektedir. Ureyne kabilesine yönelik uygulanan cezanın kısas olduğu ve onların çobanlara yaptıkları eziyetin aynı ile cezalandırıldıkları görülmektedir. Bu kişiler hasta idiler, efendimize gelirler, efendimiz onların yanlarına bir deve çobanı vererek iyileşene dek onları Zü’l-Hader denen bölgede misafir eder. Bu kişiler iyileşince çobana işkence ederek öldürür ve kaçarlar. Bu kişilerin bir terör faaliyeti, eşkıyalık uygulamasında bulundukları açıktır.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 166, 167) O nedenle de dinden döndükleri için değil, kısas gereği işledikleri suçun cezası kendilerine verilmiştir. Buhari’de geçen “dinini değiştireni öldürün” (Buhârî, Cihâd, 149) hadisine gelince. Rivayet, haberi vahittir ve ravi İkrime rivayetlerinde cehr edilmiş; reddedilmiştir. (Meriç, s. 172) Biz, “Böyle bir hadis yoktur, hadis delil değildir” diyerek kolayca işin içinden çıkabiliriz. Ama biz ehli sünnet olarak hadisleri delil kabul etmekteyiz. O halde bu hadisi nasıl anlamalıyız? Bir kere “Hz Muhammed’in siyasi terör faaliyetine bulaşmamış bir mürtedi öldürdüğüne dair örnek yoktur. Bu rivayetin en çok gündeme geldiği konu, Hz Ebubekir döneminde yaşanan kitlesel irtibat savaşları dönemidir. Burada durumun silahlı bir isyan, siyasi bir başkaldırı olduğu açıktır. Hz Ebubekir ortaya çıkan isyanı bastırma çabasıyla kılıç çekmiştir. Terör faaliyetini bırakıp tekrar eski haline döndüklerinde ise onlar affedilmiştir.” (Meriç, s. 168- 169) Efendimiz diğer bir hadisinde, “Müslümanı öldürmek, şu üç sebep hariç helal değildir… İslam’dan çıkarak ‘Allah ve Resulü ile harbe tutuşan’ kişi ya öldürülür ya asılır ya da sürgün edilir.” (Ebu Davud, Hudut, 1; Nesai, Kasame, 14) hadisin mesajı da açıktır: Dinden dönen savaş açarsa öldürülür! Ayrıca kadınlara mürted cezasının uygulanmaması meselesi de önemlidir! Kadınların “savaş gücü oluşturmadıkları için” onların dinden dönmesinde ceza uygulanmayacağı söylenmiştir. İbn Abbas’ın irtidat eden kadının öldürülmeyeceği yönündeki ifadesini, Ömer Bin Abdülaziz’in irtidat eden bir kadına ölüm cezası vermediği rivayeti destekler. Piri fani (hayli yaşlı) irtidat etse de öldürülmez. (Haskefi, ed-Dürrü’l-Muhtar, III/224) fetvası da bu görüşü destekler! (Meriç, s. 172) Özetle, mürtetle ilgili ceza bireysel bir inanç değişikliğinden ziyade kılıçla bir başkaldırı anlamı taşıyan ve modern hukukta “terör suçlarına denk gelen” suçlar için öngörülmüş bir cezadır. Bu yüzden irtidat konusu, Serahsi’nin Mebsut’u gibi önemli bir eserde “devlet hukukuna dair” Kitabüs- Siyer bölümü içinde ele alınır. Yani riddet kelimesi ile “siyasi içerikli silahlı bir terör faaliyeti” kastedildiği açıktır. (Meriç, s.174-176) Özetle, “Mürtedin öldürülmesinin sebebi olarak ileri sürülen gerekçeler, “mürted dinden döndüğü için öldürülür” tarzındaki bir sebepten ziyade, toplumsal hayatı bozması, ifsad etmesi ve İslam Devletiyle savaşması gibi birtakım nedenlere dayanmaktadır.” (Maşallah Turan, İslam’da İrtidat, Kadim Akademi SBD, II/9) 

“Müslüman olmayanlar” Müslümanların Koruması Altındadır

“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiş gibidir” (Maide, 32)  Gaşiye 22. Ayette, “Sen ancak bir hatırlatıcısın, onlara zor kullanacak değilsin.” Buyurulurken Yunus 22. Ayette ise, “Sen mümin olmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?” buyurulmaktadır. Bir İslam toplumunda herkes, dilediği inanç ve görüşü seçme hakkına ve seçimine göre yaşama imkanlarına sahiptir. Bu ve başka temel hükümler İslam’ın temel insan hakları bağlamında, insan olan herkese tanıdığı hak ve özgürlüklerdir. Elbette bir İslam toplumunda gayri müslimler de olacak ve onların da temel hak ve özgürlükleri bulunacaktır. Hz.Ali’nin formüle ettiği gibi Müslüman olmayanlar “bizim yaratılışta eşlerimizdir.” Bu genel tanım içinde Müslümanlar, farklı din ve siyasi görüş sahiplerinden sadece genel asayişe itaat ve onlara götürülecek hizmetler karşılığında, güçleri oranında vergi (cizye) isterler. Siyasi görüşlerin açıklanması ve siyasal katılım kanalları açıktır. Ancak bir fikri zor ve şiddet kullanarak benimsetmek yasaktır. Meşru bir yönetime karsı silahlı eylemde bulunan (bağy) aynıyla karşılık görür. Ama devlete karşı islenmiş suçlar olmadığı için, silahlı eylemden vazgeçenler (ayetin tanımıyla tevbe edenler) kendi hallerine bırakılırlar. Bu arada adam öldürmüş, kan akıtmışsa bunun hesabını verir. Şüphesiz bunlar en ekstrem durumlardır. Asıl normal sistemde yürürlükte olan ise, akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı bir özgürlüktür. İslam, ilke olarak gayri müslim her dini veya kültürel grubu kendi hukukuyla başbaşa bırakır. Peygamberimiz Yahudilerin anlaşmazlığında onlara; “Size hüküm vermemi ister misiniz? İnandığınız Tevrat’a göre mi, yoksa Kur’an’a göre mi?” diye sormuş ve talepleri üzerine Tevrat’a göre onlara hüküm vermiştir. Bu, tam anlamı ile dini ve adli/hukuki özerkliktir. Şimdi bu konuda gayri müslim bir tarihçi olan Lübnan Hıristiyanlarından Prof. Philip K. Hitti’nin tanıklığına başvuralım; “Müsamaha gören dinlere mensup olanlar, yani vahye dayanan kitaplara sahip dini camialardan meydana gelir ki, Hıristiyan, Yahudi ve Sabii olan bu gibi kimselere ‘Ehlu’z-Zimme’ adı verilir. Müslümanlar, bu gibi kimselerle çeşitli şartlar taşıyan anlaşma yapmışlardı. Kitap sahibi dinlerin mevcudiyetlerinin bu şekilde tanınmış olması, Hz.Muhammed’in getirdiği en basta gelen yeniliklerden biridir. Bu dinlere mensup olanlar, İslam toplumunda silah taşımayacaklar ve İslam devletinin kendilerine tanıdığı “himaye” (zimmet) hakkına mukabil ona vergi (cizye) ödemeye rıza göstereceklerdi. Bu hukuki statü muvacehesinde zimmiler zümresi, arazi vergisi (haraç) ve cizye ödemelerine mukabil, geniş surette müsamaha gördüler. Bir Müslümanın taraf olduğu hukuki ihtilaflar müstesna, bu teba zümresi, hukuk davalarında ve hatta ceza davalarında kendi dini başkanlarının adli teşkilatlarına ve usullerine tabi tutuldular. İslam hukuku bu çeşit gayri müslimlere tatbik edilmekten alıkonulmuştur. Bu ayrı statüye tabi tutulma (adli muhtariyet) sistemi, Osmanlı devletinde son devirlere kadar, Irak’ta ve Filistin’de kurulan İngiliz manda idaresinde meriyette kalmıştır. Köken itibariyle Kur’an-ı Kerim de (9/19, 26/105 ve 109, 36/69-72 vd) gösterilen Ehli Kitaba hasredilen ve ilk İslam devletlerinde meriyette tutulan bu müsamahakar statü, daha sonraları Müslümanlar tarafından Harranlı Sabiiler ve Berberiler’e teşmil edilmiştir” Hz. Ömer yoksul ve çalışamayacak durumda olan gayri müslimlere devlet bütçesinden maaş (işsizlik sigortası) bağlamıştır. Bu dine mensup olanlar ile ateşe, yıldıza, ineğe, bir nesneye (fetişist) tapanlar arasında İslam bakış açısına göre mahiyet farkı değil, biçim farkı vardır. İlk Halifeler ve büyük müçtehidiler Mecusi, Sabii, Yezidi, Budist, fetişist vb din mensuplarını Ehli Zimmet içinde ele aldıklarına ve onlara Zimmi Hukuku’nu uyguladıklarına göre, bizim de, modern zamanların çağdaş din müntesiplerini aynı kategoride ele almamız mümkündür. Gerçek şu ki, eğer tarihte Müslümanlar bu yolu seçmeseydi, bugün Asya’da ve Afrika’da tek bir Mecusi, Budist, Brahmanist vb din müntesibi kalmaz, hepsini kılıçtan geçirip bir soykırıma girişmeleri gerekirdi. Ama Müslümanların böyle yapmadıklarını biliyoruz; bu dinlerin hala yaşıyor olması bunun açık bir kanıtıdır. Bugün İran’da yüzbinlerce Mecusi var ve İran parlamentosunda temsil ediliyorlar. Dahası, Allah’ın en büyük düşmanı Şeytan’a tapan Yezidiler bile güvenlik içinde yaşamışlar. Bugün hala Mardin-Midyat yöresinde ve Musul taraflarında Yezidiler varlıklarını sürdürüyorlar. Eğer bu bölgeye tarihte İslam değil, Hıristiyanlık hakim olsaydı, Kilise hepsini ateşe atıp yakardı. Nitekim kendileri şeytana tapmadıkları halde bilimsel düşüncelerinden dolayı nice insan ateşe atıldı, özellikle kızıl saçlı ve yeşil gözlü kadınlar “içlerinde şeytanı taşıdıkları” iddiasıyla aynı akıbete uğradı. İslam ise şeytana tapanları kendi hallerine bıraktı, tapınaklarına dokunmadı. Kur’an “yeryüzünde fitne çıkaranlar”ın zor kullanarak bastırılması hükmünü getirir. Siyasal rejime muhalefet bağlamında burada sözü edilen “fitne” herhangi bir siyasi görüsü anlatma, açıklama, taraftar toplama veya seçimle işbasına gelmeye çalışma değil, doğrudan şiddet ve baskı yöntemlerine başvurma eylemidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile durum bundan farklı değil ve siyasi terör örgütleri kurulu demokratik rejimlerin silahıyla mukabele görmektedirler. Schumpeter ve Gaarder da sözgelimi bugünkü marxizmin gerçek anlamda bir din tanımına girebileceğini, hatta buna “Materyalist Teokrasi” denebileceğini söylemektedirler. (Kitap Dergisi, Mart 1990)  Cizye konusu, ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ adlı yazımızda da ele alınmıştır.

Küfür ve Kafir Kavramları

Sanıldığı gibi küfür basit bir inkar değildir. Bu kavramın içinde düşünsel ve eylemsel bir olumsuzluk bulunmaktadır. İmanın iyi anlaşılması için onun tersi olan ve ondan önce gelen “küfr” kavramının iyi bilinmesi ve iyi tahlil edilmesi gereklidir. Küfr, “Ke-Fe-Ra” eylem kökünden mastar olup, sözlükte “bir şeyi örtmek” anlamına gelir. Bu açıdan düşünüldüğünde kafir; yüce değerlerin özünü, özündeki güzelliği ve mükemmelliği örten anlamını taşır. Bazı ibadetler ve tevbe, birtakım günahları örttüğünden bunlara “keffaret” denilir. Allah’ı, ayetlerini ya da hükümlerini örten, daha çokta Allah’ı evrenden silmeye çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri “yok” sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları rastlantı, zorunluluk gibi birtakım hayali etkenlere bağlayan, bilmeden her zerreyi ilahlaştıran veya Allah’ın ayetlerinin birini, birkaçını ya da tamamını bu şekilde tanımamaya yönelenlerin artık, kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez (muhakemeleri sağlıksızdır), dilleri hakkı söylemez duruma gelir. (Araf 101,179) Görülüyor ki, küfür düşünsel ve eylemsel bir negatifliktir. Buna karşılık iman varlık ve oluş noktasında olumluluğu, pozitifliği içinde barındırır, yani iman; pozitif kutuptaki düşünsel ve fiili bir kategoridir!

Zina ve Cezası

Kur’an’da uzak durulması gereken bir eylem olarak ifade edilen zinaya (ceza olarak), tarafların her birine yüzer kez vurulması emredilmiştir. (Nur, 2) Bu vuruştan maksat öldürmek değil, toplumsal bir kınama ve bu kınamanın insanda meydana getireceği yaptırımdır. Zina denince akla gelen recm (taşlama) cezası Kur’an’da geçmemektedir.

İslam’da recm var mıdır?

Nur Suresi’nin 2. ayetinde zina edenlerin cezası belirtilirken evli veya bekar olmaları arasında bir fark konulmamıştır. Hepsine aynı ceza verilmiştir. Evli olanların zina yapması halinde recm edileceğine ilişkin bazı hadisler nakledilmiştir ki: kendi aralarında çelişkili ve Kur’an hükümlerine ters düşen bu sözlerin gerçekten Peygamberin sözleri olduğu düşünülemez.

Bir rivayette Peygamberin emriyle bu cezanın uygulanması sırasında suçlunun kaçmaya çalıştığı fakat yakalanıp öldürüldüğü Peygambere aktarılınca; “keşke bıraksaydınız” dediği anlatılır. Oysa Nur Suresi’nin 3. ayetinde «Cezaları uygularken şefkatiniz size engel olmasın.» denilmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber, bu durumda (rivayete göre) Allah’ın hükmünü uygulamamış oluyor ki, bu Peygambere bir iftiradır. Peygamberimizin ceza konusundaki anlayışı açısından şu rivayet gerçekten dikkate değer: “Ebu’l-Yesar diye bilinen Abbad isimli, Ensarlı bir adam, başından geçen bir olayı Peygambere şöyle anlatmış:  Ey Allah’ın Elçisi, ben kentin kenar bir semtinde bir kadınla yalnız kalıp onunla seviştim. Cinsel ilişki dışında ondan yararlandım. İşte şimdi huzurundayım. Hakkımda istediğin hükmü uygula! Ömer bin Hattab:  Allah seni gizlemiş, sen de kendi hatanı gizleseydin! demiş; fakat Peygamberimiz, cevap vermemiş. Adam yürüyünce ardından birini gönderip onu çağırtmış ve ona: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür “ (Hud, 114) ayetini okumuştur. Bir adam kalkıp: “Bu yalnız ona mı mahsustur?” diye sormuş. Peygamber;  Hayır, bütün insanlara mahsustur, demiştir. (Tirmizi, Tefsir 12) Bu konu ayrıca, ‘İslam’da had cezaları’ başlığı altında ele alınmıştır.

Yaratılışın Altı Devresi 

Kur’an’da gün kelimesinin kullanımı ve 6 gün kavramı. Bu konu “Kur’an’da çelişki iddialarına cevap” başlıklı yazıda ele alınmıştır.

İskenderiye Kütüphanesini Kim Yaktı?

Öncelikle bu iddianın ilk kaynağı olarak gösterilen, E. F. Gregorios tarafından yazılan ‘Devletlerin Kısa Tarihi’ adlı kitabın ‘ilk baskısında’ ve Süryanice’ye tercüme edilen ‘İslam Fetihleri’ adlı bölümde böyle bir iddia asla yoktur. Ne zamanki kitap İngilizceye çevrilir, kitapta bir anda bu iddia yer alır ve sonra da dünyaya yayılır! Kısaca bu iftiranın yer aldığı kaynağın içeriği zaten bizzat sorunludur! (Ali çankırılı, Batıda İlmi Skandallar, s. 45) Halbuki gerçekte, “Bizans, dönemin en büyük kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açılmıştır.” (Soner Yalçın, Hürriyet, 10 Ekim 2010) Alanında sayısız eser veren Adnan Adıvar’da “İslam ve İlim” konusunda bunun bir iftira olduğunu belirtir. Princeton Üniversitesi Doğu tetkikleri kürsüsü başkanı Prof. Philip K. Hitti ise şöyle demektedir: “Halifenin (Hz.Ömer’in) emriyle Amr İbn As’ın altı ay boyunca şehrin çok sayıdaki hamamlarında, ocaklarında İskenderiye Kütüphanesindeki kitapları yaktığına dair anlatılanlar, tamamen hayali ve farazi tatlı hikayelerden ibaret olup tarihi gerçeklerle alakası yoktur. Büyük Plotemy Kütüphanesi pek erken bir devirde daha M.Ö. 48 senesinde Julius Sezar tarafından ateşe verilmişti. Yeni İskenderiye Kütüphanesi ise İmparator Teodoius emri üzerine takriben M.S. 389 yılında ikinci defa ve tamamen yok edilmiştir. Bu duruma göre İslam fetihleri esnasında İskenderiye’de önem taşıyan herhangi bir kitaplık mevcut olamazdı ve ayrıca o çağda yaşamış hiçbir tarihçi ne Amr’a ne de Ömer’e bu konuda bir suç atfetmez.” (İslam Tarihi, I/251; Ayrıca Seyyid Hüseyin Nasr, islam’da bilim ve medeniyet, s. 198; Adem Pak, İskenderiye Kütüphanesi’nin Akıbeti Üzerine Değerlendirmeler, İslami Araştırmalar Dergisi, 2003, XVI/I, 176-183; Mehmed Mansur, İskenderiye Kütüphanesini Müslümanlar mı Yaktı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları; Nuray Yıldız, Eskiçağ Kütüphaneleri, 90-94; Mustafa Fayda, `Hz.Ömer Devri`, DGBİT, II/100-104) İskenderiye Kütüphanesi üstüne araştırmalar yapan Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Tuncer Tuğcu, İskenderiye Kütüphanesi”nin yakıldığı günü şöyle anlatıyor: “414 yılının Lent bayramında, Hypatia”nın konuşmalarından etkilenen halk kütüphanenin önünde toplandı. Piskopos Cyril”in rahipleri bu kalabalıktan rahatsız oldu ve silahlı güçleri çağırdı. İlk Hypatia tutuklandı, eziyet edilerek öldürüldü. Daha sonra İskenderiye Kütüphanesi”ndeki kitaplar toplatıldı ve hamamlarda ateşe verildi. Ve kütüphane alevler arasında sonsuz bir sessizliğe gömüldü. Böylece insanlık tarihinin bu eşsiz bilim ve kültür hazinesi yok oldu, dünyanın eski çağlarına ait pek çok değerli bilgi bir daha elde edilmeyecek şekilde ortadan kalktı.” Bernard Lewis de konu hakkındaki makalesinde, kütüphanenin Müslümanlar tarafından yok edildiği hikayesini bizzat Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi Batılı ilim adamlarının reddettiğini yazmaktadır. (Mostafa El-Abbadi ve Omnia Mounir Fathallah, What Happened to The Ancient Library of Alexandria?, s. 214) Yazar Dr. Sigrid Hunke, İskenderiye Kütüphanesinin Başkumandan Amr’ın emri ile yakılması iddiasının tamamen çirkin bir iftiradan ibaret olduğunu açıkça ifade eder. (Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi, s. 255) ve Kahire Kütüphanelerinde iki milyon yüz cilt sayısına ulaşan eserlerin, eski İskenderiye kütüphanesindeki kitap mevcudunun yirmi misline ulaştığının altını çizer. Lord John Davenport, ‘Hz Muhammed ve Kur’an’ı Kerim’ adlı eserinde bu konuda şunları söyler: “Hz Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yakma yalanı sonradan uydurulmuş bir iftiradır. Çünkü Batlamyus’ların Kütüphanesi, Julius Sezar’ın bir seferi sırasında yakılmıştır. Müslümanlar fen, tarih, şiir, felsefe ve başka konulara ait eserleri saklayarak bunlardan faydalandıkları meydandadır ki değil ki yakmak. Hz Ömer’in kütüphaneyi yaktığını söyleyen Ebulfereç dahi bu uydurma olaydan altı yüz sonra yaşamıştır. Halbuki daha önce yaşayan Hıristiyan ve mısırlı tarihçiler böyle bir şeyden bahsetmezler. Gibbon’olay zamanında yaşayan hırisityan ve Yahudilerin bu konuda Ömer’den bahsetmemelerinin altını çizer. İskenderiye Kütüphanesi üzerine uzman olan Saint Croix, bu iftiranın bir hurafe olduğunu çünkü İskenderiye kütüphanesi dahil bir çok kütüphanenin dördüncü yüzyıldan sonra yaşamadığını ifade eder. Bu iddianın aksine, Araplarca yazılan tarih, tıp, ziraat ve başka ilimlewre ait eserleri, Kur’an nüshalarıdır diye yakan kardinal Ekzimen veya Çin İmparatorunun eserlerini yok edenler nasıl oluyor da böyle bir hareketi suç olarak ileri sürebiliyorlar?” (Davenport, s. 59-60) “Bazı kaynaklar Amr’ın İskenderiye Kütüphanesini yaktırdığını yazar, ancak bu şehirdeki kitapların  büyük kısmının 392 yılında Patrik Theophile zamanında harap edildiğini kaydetmek yerinde olur.” (Will Durant, İslam medeniyeti, s. 170) Ünlü İslam düşmanı “Ernest Renan bile, Hz Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırmadığını itiraf etmektedir.” (Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi, s. 28) Aslında gerçek olan bu iddiaların kaynağı olan tarafta bu işin normal sayılmasıdır: “Kitap yasaklama ve yakma olayları, bilhassa Katolik Roma kilisesi’nin tarihinin de bir parçasıdır.” (Prof. Adnan Bülent Baloğlu, Son hurafe Deizm, s. 140); “Haçlılar Trablusşam’a girdiklerinde 3 milyon kitabı yakmışlardı.” (Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri, s. 104) “Engizisyon mahkemesinin kararıyla Gırnata’da 1 milyon cilt kitap yakılmıştır.” (Taceddin Ural, Papa bir puttur, s. 93); “Yunan Kralı İskender Babil’de, bir kitap hariç, bir çok bina ve kütüphaneleri yakmıştır.” (Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Oluşumu, s. 48) Kısacası, “Hazreti Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktığı iddiasının aksini ispat eden kesin deliller meydanda iken, bu iddiayı kimse ciddiye almaz.” (Haydar Bammat, Batı medeniyetinin kuruluşunda Müslümanların rolü, s. 45) Ama bu gerçekler hiç bir zaman, yalan olduğu defalarca ispatlandığı halde, Hz Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktığı iftirasının binde biri kadar dillendirilmemiştir! Ve kütüphane yakmakla meşhur olan dindaşlarını Hıristiyanlar savunurken, ülkemizin ‘uzman din alimi’ olan ateistleri de onların içimizdeki borazanlığını yapmakta bir sakınca görmemektedirler!

iskenderiyekutuphanesinikimyakti-2

“Hz Ömer’e kütüphane yaktı!” iftirası atanlara güncel cevap, Asıl kütüphane yakanlar; bizzat ve hala kendileri; Hristiyan batı medeniyeti!

Allah’ın şekli olur mu?

Dursun, mecaz anlamda kullanılan kelimeleri asıl anlamı ile alarak,  “Allah’ın şekli, eli-kolu vardır.” iddiasında bulunmaktadır ama  “Hiçbir şey onun benzeri değildir” (Şura, 11) gibi ayetlerle birlikte değerlendirildiğinde bu ayetlerdeki el, kol kelimelerinin sembolik oldukları rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Allah’ın “eli, yüzü ve gözün”den bahseden ayetler; (Bakara, 115; Raman, 27; Sad, 75; Maide, 64; Hud, 37) “El”, güç ve kuvvet demektir. Maide suresinde de “iki eli” diye ayet bulunur. Dünya ve ahiret veya menfi, müsbet bütün imkanların Allah’ın elinde olduğuna işarettir. Dilimizde dahi “falanın eli uzundur” denilir. ‘İmkanları bol’ manasında söylenir. “Yüz”, bir varlığın yüzü, onun ‘kendisi’ demektir. Allah’ın yüzü de ‘kendisi’ demektir. Yüzüne bakmak nasıl Türkçede kullanılırsa benzer şekilde başka dillerde de kullanılmaktadır:  “Göz” ve “Gözlerimiz” (Taha, 39; Hud, 37); “kontrol ve müşahedemiz altında tutmak” demektir. Bu iki kelimenin geçtiği ayetin meali şöyledir; “Ey Nuh sen gemiyi, bizim gözlerimiz (kontrolumuz) ve vahyimiz ile yap” (Hud, 37) Nitekim bizim Türkçede de casuslara “kulak” ve “göz” denilir. Mecazı asıl anlamı ile alanlar tarih boyunca hep sapıtmışlar ve hakikatten uzaklaşmışlardır: Allah’na çocuk izafe etme, bazı yaratılmışlarla ulu Tanrı arasında benzerlikler kurma ve onlara ilahlık izaâfe etme gibi sapkın inanç ve düşünceleri tarih boyunca görülmüş ve İslam nazarında reddedilmiştir. (Zemahşerî, III/399; Râzî, XXVII/150-154; Elmalılı, VI/4225-4226) Bu konuda” Kur’anda mecaz” konusuna bakılabilir.

İsrail milleti üstün mü idi? (Bakara 47, 122)

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi diğer toplumlara üstün kıldığımı hatırlayın.” Ayette kastedilen üstünlük, ırk üstünlüğü değil ‘bilinç ve imandaki üstünlüktür.’ Maide, 20: “Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı.” Bunun yanında ayet, Yahudilerin tarih boyunca gösterdikleri etkinliğe işaret etmektedir. Ayet, İsrailoğullarını Firavunun baskısından kurtarıp onlara İlahi mesajı gönderdiğini hatırlatmakta, bu sayede zalim topluluk karşısında onları yücelttiğini ifade etmektedir.  Kısaca, alemde hakiki iman israiloğullarına emanet edilmiş, iman kuvveti onları isteselerdi hem dünya hem ahirette üstün yapabilecekken, onlar azgınlaşmayı seçmiş, üstünlük vesilesi olan vahyi bozmuş, dolayısı ile üstünlük özelliklerini kaybetmişlerdir! Zaten Bakara, 122. Ayette geçmiş zaman kibi ile üstünlükten bahsedilmektedir: “Ey İsrâiloğulları! ‘Geçmişte’ (Enamtü) size verdiğim nimetimi ve sizi diğer topluluklara üstün kıldığımı hatırlayın.” Ayrıca üstünlük, tüm vahye muhatap olanlara verilen bir meziyettir: Enbiya, 105: “Andolsun, biz zikirden sonra Zebur’da da: “Şüphesiz ‘yeryüzüne’ salih kullarım varisçi olacaktır” diye yazdık.”; Enam 86. ayette de yüce Allah (cc) ” İsmail’i, Elyasa’yı, Yunus’u ve Lut’u da hidayete eriştirdik. Onların hepsini ‘alemlere üstün’ kıldık.” buyurmaktadır. Görüldüğü gibi vahye muhatap olup hidayete ermek, Kur’an’ın deyimi ile “üstün” olmak demektir ve bu her vahiy alan toplum için geçerlidir! “Ayette geçen ‘f-z-l’ kökü ile ifade edilen üstünlük” başka birçok ayette de geçmektedir. Mesela Bakara 253. ayette yüce Yaradan bazı peygamberleri başkalarına üstün kıldığını aktarır ve yine aynı “fzl” fiilini kullanır: ” İşte o Resûllerden bazısını bazısından daha üst özellikli kıldık.” Bu fazilet her bir peygambere vahiy ile verilen mertebelerdir ve ortak paydaları da, vahye muhatap olmalarıdır. Ali İmran 110. ayete de baktığımızda ‘hayırlı ümmet’ (Hayr; “Mutlak ve mukayyet anlamda iyilik ve üstünlük anlamlarını ihtiva etmektedir.”: Havva Özata – Zülfikar Durmuş, Hayr Kelimesi, Tefsir Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1, Yıl: 2022, Nisan, s. 30) olmanın, ‘Kur’an’a uygun emir ve yasaklara uyma ve bunları tebliğ etme ile Allah’a inanma olduğu’ belirtilmektedir: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, kötü olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” Maide 12. ayet ise Yahudilerin neyi yapınca üstün oldukları ve artık neden üstün olmadıklarını açıkça belirtilmektedir: “Ve Allah onlara: “Gerçekten Ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup desteklerseniz ve Allah’a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır.”; Maide Suresi, 12-13: “Andolsun, Allah İsrailoğullarından kesin söz (misak) almıştı. Onlardan oniki güvenilir-gözetleyici göndermiştik. Ve Allah onlara: “Gerçekten ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup-desteklerseniz ve Allah’a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır. Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. ‘Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar.’ Kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.” Görüldüğü gibi, İsrailoğulları’nın, Dursun’un iddia ettiği manada, bir ırk olarak üstün kılınmaları sözkonusu değildir. Allah’ın Hz. İbrahim’e olan vahyini bildiren bir ayette bu gerçeği açıkça vurgulamaktadır: Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemişti. O da tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): “Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım” dedi. (İbrahim) “Ya soyumdan olanlar?” deyince (Allah:) “Zalimler benim ahdime erişemez” dedi. (Bakara Suresi, 124)  Görüldüğü gibi Allah (cc) Hz. İbrahim’in soyundan olanları bir ırk olarak üstün kılmamış, aksine bu ırktan olup da zalim olanların Allah’ın ahdine, yani İsrailoğulları’na verdiği (vahiyden kaynaklanan) üstünlük ahdine dahil olmayacağını bizlere bildirmiştir. Allah’ın Hz. İbrahim’e ve soyuna verdiği üstünlük, ırk manasında bir üstünlük değil, her kim Hz. İbrahim’in yolunu izler, onun ahlak ve inancını sahip olursa, devralınacak ‘manevi bir üstünlüktür.’ Nitekim Allah “doğrusu, insanların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü’minlerin velisidir” buyurarak (Al-i İmran Suresi, 68) çağımızda Hz. İbrahim milletinin adının Müslümanlar olduğunu bizlere de bildirmiştir. “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Ali İmran, 139) Ayrıca Dursun gibi materyalistler, eğer ırkçılığın kaynağının ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyorlarsa, kendi dünya görüşlerinin temelini oluşturan evrim teorisini incelemelidirler. Çünkü yeryüzündeki ırklar arasında kalıtsal “üstünlükler” bulunduğu, bazılarının “ileri” bazılarının ise “geri” olduğu iddiasının kaynağı, Darwin’in evrim teorisinden başka bir şey değildir. Bu konuda, ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazı da faydalı olacaktır.

‘Allah bildi, anladı’ ne demektir?

Dursun, bazı ayetlerde geçen ve Türkçeye “Allah anladı, bildi “ diye tercüme edilen ayetlerden hareketle okuyucuyu yanıltmaya çalışmaktadır. Dursun, bütüncül muhakeme ve yargıdan yoksun, Arap dilinin temel özelliklerini bilmeyen, garazlı ve çarpıtıcı bir kişiliğe sahiptir. Yukarıda verilen örneklerde bu açıkça görülmektedir zaten. Ayrıca; tüm Kur’an’da Allah’ın tüm zaman zamanları aştığını bildiren birçok ayet vardır: “Biliniz ki, Allah içinizdeki sırları bilir. Ondan sakının.” (Bakara 235); “O, göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bilir.’ (Ali İmran: 29); “Göklerde de O’na İbadet edilir, yerde de. Allah açığa vurduğunuzu ve gizlediğinizi bilir. Ne kazandığınızı da bilir.” (En’am, 3) Görüldüğü gibi Allah’ın ilmi sonsuzdur. Zaman ve madde Allah’ın yaratıkları olduğu için, Allah maddeden de, uzaydan da münezzehtir.  Arapçanın bir dilbilgisi kuralı olarak te’kit  (Pekiştirme)  çok kere ‘geniş zaman ve geçmiş zaman’ kipleri ile kullanılır. Bunun çok örnekleri vardır: “Biz geçmişleri de bildik (biliyoruz), gelecekleri de bildik (biliyoruz)” (Hicr, 27);  “(Ya Lut) Sen bildin; (biliyorsun) Senin kızlarında bizim bir hakkımız yok.” (Hud, 79); “Siz cahil iken Yusuf’a ne yaptığınızı bildiniz mi? (bilmiyor musunuz)”,  “Biz, Yusuf hakkında iyilikten başka bir şey bilmedik (bilmiyoruz)”  (Yusuf,  51) Tıpkı bunlar gibi, Bakara Suresi 187 ve 235’te geçen “Allah bildi” ayetlerinin bizim dilimizdeki karşılığı ‘Allah biliyor’dur. Olay, “Hem insanlara göre o olayın zamanı geçmiş olduğundan, hem de İlahi ilmin kesinliğini” dile getirmek için, “bildi” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Beda”‘ (görüş değiştirme) ise, Allah hakkında muhaldir, İslami metinlerde böyle bir görüşü destekleyecek bir bilgi yoktur. “Allah, İstediğini siler, İstediğini sabit bırakır. Ana kitap onun katındadır.” (Rad, 39) ayetinin ise “Beda” ile hiç ilgisi yoktur. Ayetin Anlamı: “Evrenin temel yasaları ve planları vardır. Bir ağacın çekirdeğinden çiçek verişine kadar, yüzlerce yasaları, planları var, ağaç büyük bir bütünlük içindedir. Evren de, bir ağaç gibi, ilk temel elementlerden, insanın yaradılışına kadar her şey birbirine bakar, birbirini bütünler.” Bu yasalar, planlar, programlar olmakla beraber, Allah onlara bağlı değildir, o planlardan istediğini siler, (zamanı dolduğu için silinir) istediğini de sabit bırakır. Onun sonsuz kudret ve bilgisi olduğu gibi, sonsuz iradesi de var, her an her şeyi yeniden yapabilir. “Kur’an’da istikbal (gelecek) anlamında mazi (geçmiş) sıgasının (kipinin) kullanılması, manayı pekiştirmek içindir.” (Yardımcı Doçent Doktor Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 280) Allah’ın İlim ve hikmet sahibi olduğunun geçmiş zaman fiili ile ifade edilmesi konusuna gelirsek: “Geçmiş zaman eki” olan Arapça ‘Kâne’ fiilinin anlamı: “Kâne, yani o hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Tam tersine burada ezeliyet murattır.” (Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s. 28)  ‘Kâne’ fiili ‘devamlılık’ (Suyuti, el- İtkân, II/726-728) bildirir. (Flamur Kasami, Kur’an’da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 42) “Kur’an’da kâne fiili 5 anlamda (Öncesiz ve sonsuzluk, geçmiş zaman (Neml, 48), şu an (Ali İmran, 110), gelecek ve ‘Sâre’ fiili (Sâd, 74) anlamında) kullanılmıştır. Bunlardan biri de, ezel ve ebed (Öncesiz ve sonsuz)  bildirme anlamıdır.  Nisan Suresi, 103. ayet: “Namaz müminlere, belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” İnsan suresi, 7. Ayet: “Adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olacak bir günden korkarlar.” Burada ‘Kâne’ fiili, İstikbali (Geleceği) ifade eder.” (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 183-184) Allah için kullanılan ‘Kâne’ fiili, belirli bir zaman için değil, ‘ezel ve ebedi/öncesiz ve sonsuzluğu’ ifade anlamında kullanılmıştır. (Razi, Ebubekir, Enmuzec fi Esile ve Ecvibe min Geraibi Ayi’t-Tenzil, s. 96-97)  Tur suresi, 20. ayet: “Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” Henüz gerçekleşmediği halde, neden ayette geçmiş zaman ifadesi kullanılmıştır? ‘Gerçekleşmesi kesin’ olan bir konu için ‘geçmiş zaman’ kullanılır. (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 425) Görüldüğü gibi konu, ana dildeki dilbilgisi kuralları ile alakalıdır. Yoksa ortada kimsenin bilmediği veya suç/hata isnat olunacak bir durum söz konusu değildir! Peki Dursun bunları bilmekte midir? Bilmiyorsa cahil, biliyor da gizliyorsa haindir!

Allah görüş değiştirir mi?

Allah kendilerine mesaj gönderdiği toplumun yapısına göre bazı hükümleri toplumsal değişime bağlı olarak kaldırabilir, yerine daha uygununu getirebilir. Yani bazı hükümler deyim yerindeyse geçici maddelerdir. Bazıları ise kalıcıdır. Mesela her devirde insanlara emredilen ibadet şekillerinde ve sürelerinde farklılık olmuştur. Fakat ibadet (Allah’a yönelme faaliyeti) gerçeğinde bir farklılık olmamıştır. Örneğin, Müslümanlar Peygamberimiz döneminde ilk zamanlar Kudüs’e yönelerek namaz kılıyorlardı. Daha sonra Kabeye yönelmeleri emredildi, önce Kudüs’e sonra Mekke’ye yönelmesi, Hz. Muhammed’e gelen vahiyle ondan önceki vahyin (Musa ve İsa’ya gelen) birbirlerine bağlı olduğuna, ikisi arasında inanç noktasında çelişki bulunmadığına, önemli olanın tek Allah’a inanmak ve O’na yönelmek olduğuna işaret etmekti. Bu konu, “Kur’an’da çelişki yoktur” adlı yazımızdaki ‘Allah verdiği sözleri zaman içerisinde değiştirebilir mi? -Nesh Konusu -’ adlı yazımda ve “Ateistlere cevap” adlı yazımızdaki ‘Kıblenin değiştirilmesi’ adlı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır.

Sâbilik ve Oruç

İbrahim Peygamber, yıldızı görür, yıldıza , “Tanrım” der; Ay’ı görür, Ay’a “Tanrım” der. Bu gökcisimlerinden Güneş’i daha büyük ve daha parlak görünce, “İşte Tanrım budur, bu daha büyüktür” diye konuşur. Ne var ki, “Tanrı” dediklerinin tümü batınca, onların “Tanrı” olmadığının farkına varır. (En’am, 76-78) Dursun bunları aktardıktan sonra, aklınca Hz. İbrahim’in Yıldızları ve Güneşi Tanrı olarak kabul eden Sabii’lerden etkilendiğini ima etmektedir. Ancak En’am suresinin 78. ayetinin anlamını vermemekte kısa bir cümleyle geçiştirmekte okuyucuya ‘dürüst olduğunu göstermek’ içinde sadece 78. ayetin numarasını vermektedir. Kendisini zamanın en büyük alimi olarak lanse etmiştir ya.  Ama nedense ayetlerin devamı ve sonucu olan “Fakat güneş de batıp gidince ey kavim demişti, benim, sizin şirk koştuğunuz şeylerle hiçbir ilgim yok.” Dursun ayetin devamı olan 79. Ayetten ise hiç bahsetmez: “Ben, her dinden geçip yalnız hakka eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” dedi. Ayetlerden de anlaşılacağı gibi Hz. İbrahim’in Rabbini araması, gerçek yaratıcıyı bulmasıyla son bulmuştur. Dursun devam eder: “İbrahim Peygamber’i Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar paylaşamaz. Ali İmran Suresi, O’nun için “hanif” ve “müslim”di der. İbn Nedim’in ünlü “El Fihrist” adlı eserinde “Hanifler” şöyle tanıtılır: “Hanifler, İbrahimci (el İbrahimmiye) Sabiilerin ta kendileridir. Abdest, namaz, cenaze namazı, fıtr bayramı, kurban, hac, Kabe’nin kutsallığı gibi inançların hepsi, yıldızlara ve Güneşe tapan Sabiilik’te var.” diye de devam eder. İslam’ın, Yüce Allah tarafından gönderilen dinlerin bir devamı olduğu, Âdem’den (a.s) beri gönderilen peygamberlerin hep birbirini desteklediğini, azıcık İslami bilgisi olan herkes bilir. Konu, “Tüm dinlerin özü İslam’dır.” adlı yazıda ele alınmıştır.

Dursun, bazı İslami kavramların Sabilikten alındığını iddia eder. Mesela, “melek” kelimesinin Sabilerden alındığını iddia eder. Ama ilginçtir Sabilerde Melek inancı yoktur. Bir dildeki kavramların bir diğer dile geçmesi, bir dildeki kavramın bir başka dilde de aynı olması yadırganacak bir durum değildir. Arapçaya, Arapça olmayan birtakım kelimeler de karışmıştır. Bunların bir kısmının harfleri azaltılarak değiştirilmiş, Arapça olmayan kelimelerin ağır söylenişleri hafifletilmiş ve Araplar bu kelimeleri şiirlerinde, karşılıklı konuşmalarında kullanmış, nihayet bu kelimeler sahih Arapça kelimeler gibi kullanılır olmuştur. İşte bu noktada Kur’an-ı Kerim’de bu gibi kelimeler kullanmıştır. Bu konu, Ateistelre cevaplar başlığı altında, ‘Kur’an’da yabancı kelimeler var’ adlı yazımızda ele alınmıştır.

“Ramazan ayında Müslümanların tuttuğu oruç da Sabiilik’ten geliyor. Müslümanlıkta, “farz” oruçlar bir aydır. Bu ay da kimi zaman 29, kimi zaman 30 gün çeker. Sabiilik’te de aynen böyle.” der Dursun. Sâbiîlikte oruç var Müslümanlıktaki oruç ta oradan gelmiştir. “E Hristiyanlıkta ve Yahudilikte de oruç var, onlardan gelmiştir” demesi daha mantıklı olmaz mıydı peki? Hem Yahudilik, sâbiîlikten daha önce gelmiş, Sabiilik, Yahudilik içinden çıkmıştır. (ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/sabiilikmandeizm) Nitekim Yüce Allah: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.”  (Bakara, 183) buyurur. Oruç Hz. Âdem’den beri ola gelen bir ibadettir. Yazar “el-fihrist”teki sâbiîlikle ilgili bir bilgiyi alarak istediği gibi evirip çevireceğini sanmaktadır. Halbuki Sâbiîlik’te 9 Aralık’ta başlayan ve 9 gün devam eden bir oruç vardır ama bu İslam’da yoktur! Hz. Peygamberin tuttuğu ve tavsiye ettiği Pazartesi, Perşembe orucu var, her kameri ayın 13–14–15’inde tuttuğu oruç var, aşure orucu var receb ve şaban aylarında tavsiye edilen oruçlar var ama sâbiîlikteki 9 günlük, 7 günlük, 16–17 günlük oruç yok, ne olacak şimdi? Şimdi de sâbiîlik’teki orucun nasıl bir ibadet olduğunu görelim: “Sâbiî geleneğinde oruç önemli bir yere sahip değildir. Sâbiîlikte oruç, diğer dinlerin bazılarında yer alan yeme-içme ve cinsi münasebetten uzak durmak şeklindeki oruçtan farklı olarak günah ve kötülüklerden uzak durmak şeklinde değerlendirilir.” İnananlar günah, kötü fiil ve davranışlardan kaçınma ile oruç tutmaya çağrılır. Günümüzde Sabiiler, yılın bazı günlerinde et yememek suretiyle oruç tutar! “Namazlarında, Kabe’ye, El Beyt’ül Haram’a dönerler. Mekke’ye ve Kâbe’ye saygı gösterirler.”  der Dursun. Sâbiîlikte, yalnızca dua etmekten ibaret olan namaz İslam’daki namazdan  oldukça farklıdır. Şekil olarak İslam’daki namazla hiçbir ilişkisi yoktur. Dua sâbiîlerin bütün yaşantılarına baştan sona hakim olan bir unsurdur. (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s. 159) Kâbe’ye sadece sâbiîler değil müşrik Araplar da saygı gösteriyordu. Hatta “Biz günah işlediğimiz elbiselerle Kabe’yi tavaf etmeyiz” diyor ve çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Şimdi Dursun, Hz. Peygamberin Kâbe’ye saygıyı müşriklerden aldığını söylese daha mantıklı olmaz mıydı? “Bilindiği gibi, Kabe bir Güneş tapınağı olarak yapılıp kullanılmıştı. İslam’ın yapısını oluşturan inanç ve ibadet biçimlerinin tümüne yakını “güneşe tapma” ağırlıklı Sabiilik’ten kaynaklandı.” İddiasında da bulunur Dursun. Kabe’nin güneş tapınağı olarak yapıldığı ve kullanıldığı bilgisine nereden ulaşabiliyor, bilinmez. Tarihin hangi döneminde güneş tapınağı olarak kullanılmıştır, kimin tarafından ne için yapılmıştır? Sâbiîlik konusunda Türkiye de otorite olan ve onların kaynak kitaplarını okuyabilecek derecede dillerine vakıf olan Doç Dr. Şinasi Gündüz, Sâbiîlerin inanç sistemlerinin gnostik din anlayışının bütün özelliklerini taşıdığını söyler ve şöyle devam eder:  “Gnostik bir dualizm esasına dayalı olan teoloji, demiurg inancı, ruh tasavvuru, kutsal gizli bilgi (gnosis) ve kurtarıcı (redeemer) doktriniyle Sâbiîlik derli toplu tipik bir gnostik geleneği sergiler.” (Sâbiîler-son gnostikler-Şinasi Gündüz, s. 64) “Sâbiîler yıldızlara tapıyorlardı. Yıldızların içinde de en başta, Ay ve Güneş sayılıyordu” diyen özellikle de güneşe taptığını söyleyen Dursun’a cevabı bizzat Sabiiler verdsin: “İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısında Iraklı yazar Abdurrezzak el-Hasanî, Sâbiîlerin kim oldukları nerede yaşadıkları, inanç ve ibadetleri hakkında bir çalışma yayınladı. Bu çalışmasında Sâbiîlerin yıldızların uluhiyetine inanan bir topluluk olduğunu ve yıldız ve gezegenlere tapınmanın Sâbiîlerin temel ibadet şekilleri arasında bulunduğunu söyler. Bu çalışmanın yayınlanması, Irak’ta yaşayan ve Arap komşularınca Sâbiî olarak isimlendirilen topluluk içinde büyük huzursuzlukların yayılmasına neden olur. Zira bu itham, yani Sâbiîlerin yıldız ve gezegenlere tapanlar olduğu iddiası, Sâbiîler için dinlerinin temel inanç esaslarına zıt, kabul edilemez ağır bir suçlamaydı. Bunun üzerine Sâbiî toplumu bu Arap yazar aleyhine mahkemede dava açar. İçlerinde bir de Ganzibra’nın (baş rahip) bulunduğu bir grup, yanlarına kutsal kitapları Ginza Rabba, Qolasta ve diğerlerini alarak mahkemeye gider. Mahkemede, Sâbiî teolojisinde yıldız ve gezegen kültünün kesinlikle reddedildiği ve yıldızlara ve gezegenlere tapanların lanetlendiği ifadeler, bu kutsal kitaplardan Arapçaya tercüme edilerek, yazarın iddiaları aleyhine delil olarak sunulur ve yazar aleyhine tazminat davası açılır.” (Abdurrezzak el-Hasanî, es-Sâbi’ûn fî Hâdirihim ve Mâdîhim, Sayda (1955). s.7-8; Drower, E.S., The Mandaeans of Iraq and Iran, Oxford (1937), ss.xvii vd.; Şinasi Gündüz, Kur’an’daki Sâbiîlerin Kimliği Üzerine Bir Tahlil ve Değerlendirme, Türkiye I. Dinler Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (24-25 Eylül 1992), Samsun 1992, s. 43-81) İslam öncesinin Mekke’sinde, “puta taparlar” diye adlandırılan bir topluluğun ibadetleri arasında “oruç” da vardı. Bunu, Buhari’nin yer verdiği bir hadiste de açıkça görüyoruz: “Aişe anlatıyor: İslam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı.” (Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm, 1) Burada sorulması gereken şudur: ”Putlara taptıkları” söylenen müşrikler “oruç” tutarlarken “hangi Tanrı” için tutuyorlardı? Müşrik kelimesinin, kafir-ateist kelimesiyle aynı olduğunu düşünen büyük araştırmacı (!) burada da yanılmıştır. Mekke’li müşriklerin, Allah’ın varlığını kabul etmediklerini sanmış ya da işine öyle geldiği için bilmemezlikten gelmiştir. Araplar Allah’ı biliyordu, bunun en basit örneği Hz. Peygamberin babasının isminin Abdullah (Allah’ın kulu) olmasıdır. Ancak şefaat edecekler düşüncesiyle putlara taparak Allah’a şirk koşuyorlardı. Yani Araplar tanrıya inanıyordu. “Namaz gibi oruç da “Güneş”e ayarlı. Tabii, gecenin ve gündüzün aylarca sürdüğü yerler, kutuplar hesaba katılmamış.” diyor ateist Dursun. 15 asır önce gelen bir peygamber namaz ve oruç vakitlerini dijital saate göre mi ayarlayacaktı? İslam’da namaz, hac ve oruç vakitleri, modern toplumlardan en gelişmemiş toplumlara kadar her zaman ve mekanda geçerli olan ve her yerden görülebilen güneş ve aya göre tayin edilmiştir. “Kutuplar hesaba katılmamış” diyerek aklınca Dursun İslam’da hata bulduğunu zannediyor ki kendisi için bir hayli geç ama peşinden gidenlere “deccal hadisini” ve ondan çıkan hükümleri okumalarını tavsiye ederiz; normal şartlara uymayan bölgelerde namaz ve orucun nasıl olması gerektiğini buradan öğrenirler. “Muhammed, 53 ya da 54 yaşında oruç buyruğunu aldığını söylemiş, 632 yılının ramazan ayına varmadan ölmüştür. Tuttuğu ramazanın günleri kısa olan kış aylarına rastlamıştır. Eğer, uzun yaz günlerinde de oruç tutturacak kadar tecrübesi olsa idi, muhtemelen, orucun katı kurallarını biraz daha yumuşatır, insanı sıcak yaz günlerinde uzun saatler boyu aç ve susuz bırakacak kadar sağlıksız bir adet koymazdı dinine.” diye yazan Dursun, Hz. Muhammed’in az oruç tuttuğu ve bunun da zaten kış günlerinde olduğunu söyleyerek, kendisinin yiyip içtiğini, orucun zorluklarını da  Müslümanların çektiğini ima etmek ve yalan yanlış bilgilerle dolu olan yazısını bu şekilde sona erdirmektedir. Halbuki Hz. Peygamber haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tutar, Receb ve şaban aylarında çok fazla oruç tutardı. O (sav) bazı günler açlıktan, diğer sahabeler gibi karnına taş bağlardı. Efendimizin dünyaya önem vermediği ile ilgili hayatından örneklere, ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ adlı yazıdan ulaşabilirsiniz. Müftü (!) keşke oryantalist kadar İslam’a objektif yaklaşabilse idi: “Müslümanlık insanları azizlere, resimlere tapmaktan, manastırlarda yalnız yaşayıp nefsi kırmaktan alıkoyar. Böyle bir dinin putperestlik, Zerdüştlük ve sabiliği yok etmesine şaşmamak gerekir.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s. 50) 

Kısas

Dursun, “Eğer bir topluluğa azap edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azab edin.’ Nahl Sûresinin 126. âyetinde böyle emrediliyordu. Kısasa kısas uygulanarak organ kesme türünden cezalar yanında, kırbaçlamak gibi gene ezaya dayanan cezalar da vardı.” (Din Bu, s. 58) demekte  ama yine kendine yakışanı yapıp ayeti tam vermemektedir. “Failinin işlediği fiil cinsinden ve ona denk bir ceza ile cezalandırılmasına” kısas denir. (DİA, Kısas Maddesi) “Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, fakat sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.” (Nahl, 126) Evet, Dursun amacına uygun okuyucuyu yönlendirebilmek için ayeti yine tam vermemiştir! Ayetin sonundaki “Sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!” cümlesini aktarmamıştır. Ayet, affetmeyi, öc almaya tercih etmektedir. Yapılan kötülüğü ‘cezalandırmanın gayesi’, intikam almak, kin ve öfkeyi tatmin etmek değil, ‘toplum düzenini korumaktır.’ Ayet de, toplum düzenine zarar vermeyecekse suçu bağışlamak öğütlenmektedir. Ayetin asıl amacı, suçlara misliyle karşılık verip intikam almak değil, işlenen bir suça, ‘hak ettiğinden daha ağır bir ceza vermeyi önlemektir.’ Yani ayet, intikamı değil, adaletten ayrılmamayı emretmektedir. “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan kötülük kadar, işlenen suç kadar ceza verin; ama affederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! “Bu ifadenin asıl gayesi, işlenen bir hatayı, ondan daha ağır bir ceza ile cezalandırmayı önlemektir. Çünkü bazı kimseler, ailesinden veya yakınlarından bir adam öldüreni öldürmekle kalmaz, onun çoluğunu, çocuğunu, yakınlarını dahi öldürerek intikam alırlardı. Kur’an, bu tür aşırı davranışları yasaklamıştır. Suçun cezası, ancak dengi ile olur. Suça daha ağır ceza vermek zulümdür. Bu prensip: “Biri size saldırırsa, siz de onun saldırdığı kadar ona saldırın, Allah’tan (c.c) korkun ” (Bakara, 194) ayetinde de ifâdesini bulmuştur.

Arşı taşıyan sekiz keçi?

Dursun, “Hakka suresinin 17. ayetinde: “Rabbinin arşını onların üzerinde taşıyanlar sekizdir” buyruluyor. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizi’nin sünenlerinde ise yukarıdaki ayeti bir  hadisle te’lif etmiş. Hadisin metni şöyle: “Dünya ile birinci gök katı arasındaki uzaklık; 71-73 yıllık. Her iki gök katı arasında da bu kadar bir uzaklık var. Sonra 7 kat sema, sonra yedincinin üstünde bir deniz. Derinliği iki gök katı arası kadar. Bunların üstünde de 8 keçi var. Her birinin çatal tırnaklarıyla omuzları arasındaki uzaklık, iki gök katı arasındaki uzaklık kadar. Sonra onların sırtlarında Arş varsa Sonra Allah bunun üzerindedir.” diye açıklayarak güya İslam’a saldırabileceğini düşünmektedir.  Hadisin senetinde -Hadisi rivayet eden zincirde-  ismi geçen Abdullah b. Amira yalancılığıyla ve hadis uydurmasıyla tanınmış birisidir. Ayrıca Abdullah b. Amira’dan, Simak’dan başka hiç kimse hadis alıp rivayet etmemiş. Sahabeden bu hadisi rivayet eden Hz. Abbas (ra) ile Abdullah b. Amira arasında kopukluk var. Bu açığı kapamak için araya “Ahnef” sokulmuştur. Fakat Ahnef’le Abdullah b. Amira’nın görüşmüş olduğuna dair bir rivayet yok. Hafız Münzirî, Sünen-i Ebu Davud’un şerhinde; rivayetteki ravilerden el-Velîd b. Ebî Sevr’in güvenilir olmadığını, onun rivayet ettiği ‘hadisin delil olamayacağını’ söylemektedir. Bu râvi hakkında İbn Kayyim’da aynı tespitleri ileri sürmüştür. Bu rivayeti metin yönünden incelediğimizde ise mesele tamamıyla açıklık kazanmaktadır. Selef âlimlerinden, büyük hadisçilerden; İbn Maîn, Ahmed b. Hanbel, İmam Buharı, İmam Müslim, İmam Nesâî, İbn Adiyy, İbnü’l-Aziz, İbnü’l-Cevzi bu rivayetin ‘sahih olmadığı konusunda ittifak ediyorlar.’ İbnü’l-Aziz, Sünen-i Tirmizî’nin şerhinde, bu rivayetin ehli kitaptan geçmiş olduğunu, sahih hadislerde ‘aslı olmadığını’ söylemektedir. Ebû Hayyan, Hakka Suresinin 17. ayetini tefsir ederken; “Buradaki sekiz için yalan şekiller uyduruldu. Biz bundan sekiz safha anlıyoruz” demektedir.  Büyük ihtimal Yahudi ve Hıristiyan alimler Müslüman olunca, geçmiş kitaplarda veya efsanelerde mevcut bulunan bazı rivayetleri, ayet ve hadisleri açıklarken araya sokuşturmuşlardır. (Zahid Kevseri, Makâlât, s. 308) Görüldüğü gibi bu rivayetin sahih olmadığı açıktır. Zaten rivayeti kitaplarına alan imamlar da “garip” olduğunu ayrıca belirtmişlerdir.

Bedir savaşının nedenleri

Dursun ticaret kervanını yağmalamak için  Bedir savaşının yapıldığını iddiasındadır. Mekkeli müşrikleri işkencelerle dolu 13 sene zulmettikleri Müslümanların Medine’ye hicret etmeleri üzerine Müslümanların Mekke’de kalan ev, eşya, mal ve toprak ürünlerine çökerler. Daha sonra da bu malları Suriye’de satmak için ticaret kervanları oluştururlar. Hz Peygamber sadece bu kervanlara karşı harekete geçmiş ve Arap yarımadasında “Mekkeliler dışında hiçbir ticaret kervanına” müdahale etmemiştir. Ayrıca Mekke dışında diğer Müşrik kabilelerle de barış antlaşması imzalamıştır. Gelelim Dursun’un iddiasına. Bedir savaşını asıl müsebbibi Ebu Cehil’dir. Dursun’un iddia ettiği gibi kervan savunmaya geçmemiş, ‘kervan güvenli bir yere ulaştıktan sonra bile’ bizzat savaş için müşrik ordusu yola devam etmiştir. Ebu Süfyan, Kays bin İmrü’l-Kays ismindeki adamını Kureyş’e gönderip; “Ey Kureyşliler! Siz kervanınızı, adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için Mekke’den yola çıkmıştınız. Biz tehlikeden kurtulduk. Artık geri dönünüz!” der. Ebu Cehil ise; “Yemin ederim ki, Bedir’e varıp üç gün üç gece şenlik yapıp, develer boğazlar, şarap içeriz. Etraftaki kabileler bizi seyrederek, halimize imrenirler ve hiç kimseden korkmadığımızı görürler. Bundan sonra, heybetimizden, kimse bize saldırmaya cesaret edemez. Ey yenilmez Kureyş ordusu! Yürüyün.” diye orduyu savaşa teşvik eder. Dursun: “İki birlik Mekke ve Medine arasındaki Bedir denilen bir bölgede savaşa tutuşmuş ve Müslümanlar galip gelmiştir. Yaklaşık 70 Mekkeli müşrik bu savaşta öldürülmüş ve Muhammed’in emriyle hepsinin cesedi bölgedeki bir kuyuya balık istifi atılmıştır.” der. 313 kişilik İslam ordusuna karşı Mekkeli putperestler 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 kişiydi ve çoğu zırhlı ve ağır silahla donatılmıştı. Savaş sonunda Hz. Peygamber birçok Müslüman mücahit yaralı olmasına rağmen Arabistan çölünün kavurucu sıcağında kâfirlerin cesetlerini ortada bırakmamış, büyük bir çukur kazdırarak oraya gömülmesini emretmiştir. Yani yazara göre kendilerini öldürmeye gelen düşmanlarının cesetlerini çölün ortasında açıkta bırakması ve Medine’ye dönmesi daha iyi olmuş olabilirdi, beklide! O zaman da Dursun öyle yaptığı için eleştirecekti, o da ayrı bir mesele. “Hz Peygamberin Bedir’e gidişinin temel sebebi, müşriklerin Müslümanlara yönelik savaş kararı almaları ve bunun akabinde Şam bölgesine gönderdikleri kervandan elde edecekleri geliri, Müslümanlarla yapılacak savaşta harcamayı kararlaştırmış olmalarıdır.” (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 220) “Müslümanların Mekke’de kalan mallarına el koyan Kureyş kervanı, Medine civarından geçince Resulullah da misilleme yapmak istemiştir.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 79) Hz Peygamber bir meydan Savaşı yapmak üzere buraya gelmemesine rağmen, ortaya çıkan durum üzerine müşriklerle karşılaşmadan buradan ayrılmanın doğru olmayacağını düşünmüştür. Bu bir anlamda hem Müslümanlar ile müşrikler açısından psikolojik bir eşikti. Müşrikler, sadece bazı Müslümanların canlarını değil birçok Müslüman’ın malına zarar vermişlerdi. Ayrıca “Hz Peygamber, Abdullah b. Cahş’ın saldırısı sırasında ele geçirilen malları iade etmek istemiş, esir edilen Osman bin Abdullah b. Muğire ile Hakem bin Keysan’ı serbest bırakmak ve öldürülen Abdullah Bin el-Hadramî’nin diyetini ödemek istemiş, ancak müşrikler Allah’ın elçesinin önerilerine kabul etmemişlerdi.” (Demircan, s. 222) Savaşın nedeni,  hem Mekke’den göç eden 80-100 civarındaki Müslüman’ın evlerinin ve mallarının Mekkeliler tarafından yağmalanması hem de Mekke’den hicret edip Medine’ye gelen ama orada da Mekke’li müşriklerin rahat bırakmayıp müşrikler tarafından Medine’ye kadar gönderilen çapulcu birliklerinin Müslümanlara zarar vermesine bir misilleme ve kervan parasıyla da silah, kiralık asker ve gerekli teçhizat alarak Müslümanları imha harekâtına geçmelerini önlemektir. “Hz Muhammed kendilerinden yağmalanan malları geri alabilmek için Mekkelilerle Bedir’de karşılaşmıştır, onlardan mallarını istemiş, kabul edilmemiş ve böylece savaşmıştır.” (Ey misyonerler cevap verin, Adnan Şensoy, s. 109) Zulüm altında baskı görüp, işkence, hakaret, saldırılara  yıllarca göğüs gerip başka çıkış yolu kalmayınca inandığı dava uğruna doğduğu yerleri terk edip geride tüm mal varlıklarını terkedip başka yerlere hicret eden ama oralarda da rahat yüzü gösterilmeyenlerin tepki vermesinden rahatsız olanların  acaba Mekke’li müşriklerle aralarında ne benzerlik vardır? Zaten Dursun kitabının bir yerinde “Göç eden Müslümanların evini yağmalamaktan dolayı bütün Mekke halkı sorumlu tutulamaz.” derken, yanında durduğu safı açıkça ilan etmektedir. Unutmayalım ki, “Mekke aristokrasisinin savaş çıkarma kararı almasında sonra”  içinde Müslümanların evlerinden yağmalanmış  mallarında olduğu ve “savaş hazırlıkları için çıkarılmış  bu kervana” karşı tepki vermemek açıkça saflık olurdu. Bedir savaşının fakirlik yüzünden çıktığını iddia eden Dursun, yanı başlarındaki zengin Yahudilerle savaşmayıp Medine’de bile çapulcu saldırıları yetmezmiş gibi kendilerine savaş kararı alan müşriklerin, kendi yağmalanan malları ile bu savaşı finanse etmelerine tepki vermelerini ne kadar ters mantıkla okuyucuya sunmakta olduğu artık anlaşılmıştır umarız!

Hz. İbrahim’in Babası Azer mi, Tareh mi?   

Dursun, Hz. İbrahim’in babasının isminin aslında Azer değil de Terah olduğu Hz. Muhammed’in “Yahudilerin kutsal bildikleri Tevrat ve Talmud gibi kitapları bilenlerden bilgi edinirken böyle bir yanılgıya düştüğünü” yazmaktadır. Dursun’un Tevrat’ın bu konudaki ayetinden hareket ederek efendimize Kur’an’ı yazmakla itham edecek sonuçlara varması da kendi içinde paradoks barındıran bir bakış açısıdır. Madem dini metinler delil kabul edilecek, neden Yahudilerinki delil kabul ediliyor? Madem delil değil, Kur’an ayetleri neden Dursun tarafından reddediliyor? Cevap çok basit aslında; İslam’ı karalayacak malzeme nereden gelirse, Dursun onu kaynak kabul etmektedir. Bu konuda detay, “Kur’an’da çelişki yoktur!” adlı yazımızda, ‘Hz. İbrahim’in babası Azer mi Tareh mi?’ adlı yazımızda bulabilirsiniz.

‘Rahman arş’a istiva etti’ ne demektir?

“İstevâ ale’l-Arş” (Tahtını arşa kurmak) ifadesi bir deyimdir. ‘Mülk sahibi olma, hakimiyeti altına alma, mülkü idare etme’ anlamlarına gelir. (ibn Hazm, el Fasl, ll/123) “İstivâ, hâkimiyeti altına alma anlamındadır.” (Eş’arî, Makalâtu’l İslâmiyyîn, Kahire 1969, 1, 285; İbn Hazm, el-Fısal fi’l-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, 11, 123) “Arapça’da padişah memleketindeki işleri düzene koyunca, “isteve’l melikü ala arşihi” denir. İşleri bozulunca da, “sülle arşuhu” ifadesi kullanılır. Bu, Melikin üzerine oturacağı bir kanepesi bulunmasa dahi, durumun ifadesi için böyle kullanılır.” (ibn Abbas, Camiu’l Ahkami’l- Kur’an, 11, 12, 14) Tantavi de, “Kürrelerin düzeni, şekil vermesi, idaresi, onlardaki malılukatın sonsuz, nisbet, devr ve ilgilerinin intizam altına alınması, istiva cümlesi içindedir.” demektedir. (Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, V/422) “İstiva hâkimiyet; el güç anlamını gelir.” (Soner Duman, Allah’ım sorularım bitmedi, s. 35) Bu deyim aslında, ‘Allah arşı ve tüm kâinatı yönetir’ anlamına gelir. Nasıl ki Türkçe de, mesela “ Etekleri zil çalmak” deyiminin kelimeleri asıl anlamlarını kaybedip olarak yeni bir anlam kazanmışsa, aynı durum Arapçada da geçerlidir. Ama Dursun ayrıca Kur’an’da geçen “Melik” kelimesine de “Kral” anlamını vererek, sonra da bu kelimeyi taht manası verdiği yukarıdaki ayetler irtibatlandırarak; “İslâm’ın Tanrı’sı sarayındaki tahtına kuruldu” şeklinde, hiçbir İslam aliminin ifade etmediği bir sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Halbuki “Melik” asıl manası itibariyle “Mülkün sahibi” demektir. Yani Melik, bütün bu kâinat mülkünün sahibi olan Allah-ü Teâlâ’nın bir ismidir. (Lisanu’1-Arab) Zaten “Kur’an ve mecaz” isimli yazımız okunursa, Dursun’un çarpıtmaları daha iyi anlaşılır. A’raf, 54 ve  Tâhâ, 5. ayette geçen bu kelimeleri şimdi tek tek irdeleyelim: Arş kelime olarak; ‘yükseklik, yücelik, üstünlük’ ifade eder. Terim olarak ise; ‘her şeyi kuşatan bütün âlemleri içine alan, en dıştaki tabaka’ olarak tarif edilir. Bu durumda “Rahman Arş’a istiva etti” denildiğinde Allah-ü Teâlâ bir mekâna izafe edilmiş olmaz çünkü “Arş” ile belirli bir mekân ifade edilmemektedir. O halde ‘Arş’ın üstünde’ demek, bütün âlemin dışında, bütün mekânların, cihetlerin üstünde, aliyyü’l-a’lâ demektir (Yazır. Elmalılı Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili. IV/54) Ayet-i Kerime, ‘Allah-ü Teala’nın kâinatı tasarrufu altında tutması, idare etmesi ve her şeyin onun emriyle hareket etmesi’ anlamlarına gelmektedir. Zaten istiva veya arş kelimelerinin geçtiği ayetlerin hemen devamında Allah (cc) tüm yönetimin, hakimiyetin kendi emri altında olduğuna dair ayetlerle istivadan maksadın ne olduğunu bizlere örneklerle ifade etmektedir. Mesela Araf 54. ayette: “O Allah  istiva etti. O Allah, geceyi durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneş, ay ve yıldızlar emrindedir. İyi biliniz ki yaratma ve emir O’nundur.” buyurarak aslında istiva’dan amacın mecazi anlamda ‘işleri idare eden, yürütür, yöneten’ anlamında kullandığını bizlere anlatmaktadır. İstiva geçen diğer ayetlerde de aynı bakış açısının hakim olduğu görülür: Rad, 2: “Allah, arşa istiva edendir, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür.”;  Yunus, 3: “Rabbiniz Allah arşa istiva etti. İşleri düzenleyen O’dur.”; Bakara, 255: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. O, kulların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.”;  Bakara, 29: “Allah göğe istiva etti, yöneldi, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi.”; Taha, 6: “Rahman, Arşa istivâ etmiştir. Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O’nundur.” Aynı kullanım Şura, 12. ayette de geçer. Arşa istiva etmek yerine bu defa ‘anahtar’ kelimesi ayette kullanılır: “Göklerin ve yerin anahtarları, O’nundur. Dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, her şeyi en iyi bilendir.” Görüldüğü gibi anahtar kelimesi bir sonraki ayette açıklanır; ‘rızkı vermek veya kısmak’ Kur’an’ın mecaz-benzetme örnekleri ile dolu olduğunu ifade ettik. “Nerede olursanız, o sizinle beraberdir.” (Hadid, 4); “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) ayetlerini acaba nasıl değerlendirirdi Dursun veya bu ayete ne derdi acaba? “O, insanların vasıflandırdığı şeylerden uzak, büyük ve yücedir.” (Enam, 100) Netice olarak, Allah (cc) zatı itibariyle, mekandan, zamandan, şekilden münezzehtir. O yarattığı bütün şeylerden, âlemlerden, arşlardan, mekânlardan ayrıdır, hepsinin dışında, hepsinden yücedir. Fakat O, ilmiyle, kudretiyle, hâkimiyetiyle her yerdedir, her şeyi kuşatmıştır. O yücelerden yüce, ötelerin ötesindedir. Hiçbir şey O’nu ihata ve idrak edemez ama O her şeyi ihata eder (Talâk, 12)

Rüşvetle Müslüman olmak mı?

“İslam dinini kabul edenlerde aranan özelliğin bir menfaat peşinde olmaksızın gerçekten inandığı için İslam’ı seçmesidir.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 122) İman kalp işidir. Hucurat 14. ayette dil değil gönül işi olan imanın önemini vurgular: “Bedevîler, “İman ettik” dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” Zaten, “Güçlünün zayıfa verdiği güvence, iyilik rüşvet değil ikramdır.” (Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu 1, s. 123) Rüşvet güçlü kişiye iş yaptırmak için verilir. Peygamberimiz de, uzun süre İslam’a saldıran, Müslümanlara kötülük yapan ama sonunda yenilenleri öldürmemiş, onlara hediyeler vermiştir. Zaten kötülüğe iyilikle karşılık vermek Kur’an’ın emridir. (Fussilat, 34) Buna rağmen Dursun, Taberi’de geçen rivayetten hareketle, rüşvetle insanların Müslüman yapıldığını ileri sürer. Taberi’nin kullandığı “Reşa” sözcüğü bütün sözlüklerde “İp” manasına gelir. (Müncid, Muhtarussihah) Dursun dediği gibi rüşvet manasına gelmez. Taberi’nin ifadesinin tam tercümesi “Ebubekir iktidara gelince, (Müellefe-i kulubu İslama bağlayan) ip koptu” şeklinde iken, Dursun bu kelimeyi rüşvet olarak tercüme etmiştir. Dursun, savaş sırasında elde edilen mal, gümüş ve altın, insanlara dağıtılınca bunu rüşvet olarak kabul ediyor. Dağıtılmayınca; savaşların ganimet elde etmek için yapıldığını söylüyor. Peygamberimiz elde edilen mal ve parayı yakıp yok mu etseydi? Ki o zaman Dursun “İslam yok edicidir, Her şeyi yakıp yok ediyor.” demeyecek miydi? Safvan, “Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz.” (İbni Esir, III/24) demektedir. Safvan bir süre sonra Müslüman olur. O daha sonra şöyle diyecektir: “Allah elçisi bana bu bağışta bulununcaya kadar insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim başka bir kimse yoktu. Ama bu bağıştan sonra insanların bana en sevgilisi haline geldi. (Sad, V/449) Ensar’dan bazı gençler bu olaya tam vakıf olamadıkları için ileri geri konuşular. Savaşların kötülüğü ortadan kaldırmak için yapıldığını, ganimet elde etmek için yapılmadığını, İslam’ın ruhunu tam anlayamayan bu gençlere peygamberimiz durumu açıklar. (Hişam, IV/142-143; lbn-i Sa’d, II/154; Ahmed lbn-i Hanbel, III/77-188, Buhari, III/69; Taberi, III/138) ve sonunda Peygamber Efendimizin  samimi, muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar. Öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı. Artık kesin kararlarını vermişlerdi: “Biz, ganimet payı olarak Resûlullah’a razıyız! Başka hiç bir şey verilmezse bile!”  Kısaca  Müellefe-i kulüp denilen insanlara ganimet ve zekâttan pay verilmesi, o insanlara İslam’ın sosyal adaletini, evrensel sevgisini, merhameti göstermek içindir. Ayrıca: Savaşta elde edilen ganimetlerin Müslüman olmayan insanlara dağıtılması, T. Dursun’un  başka yerlerde iddia ettiğinin (Din Bu, 101-108) aksine savaşın ganimet elde etmek amacıyla yapılmadığının en açık ve net bir delilidir. Ayrıca eklemek gerekir ki, kendi menfaatleri için bazı insanlar Müslüman oluyor iddiası da temelsiz bir görüştür çünkü cizye (İslam ülkesinde gayrimüslimlerden  alınan vergi) ile Müslümanlardan alınan vergi (Zekat) arasında pek bir fark yoktur ki, bunu ünlü oryantalistler Ignaz Goldziher ve Asin Palasios’ta kabul etmektedir.

Cinler görülebilir mi?

A’raf suresinin 27. ayetinde, şeytandan söz edilirken: “Sizin onları görmeyeceğiniz yerlerden, o ve topluluğundan olanlar sizi görürler.” denilmektedir. Bundan şu çıkıyor açıkça: Şeytan ve topluluğundan olanlar, insanları görürler. İnsanlarsa ne şeytanı, ne de onun topluluğundan olanları görebilirler. “Şeytan ve topluluğu (huve ve kabiluhu)” anlatımının kapsamı içinde, Kur’an yorumcuları, “cin”leri de görürler. Müfessir Razi bu düşüncededir. Gelin görün ki, Muhammed, “Şeytanı”, “Cini”, hem de somut bir biçimde gördüğünü söyler: “Şeytanı yere yatırdım, boğuyordum” Nesei’nin Aişe’den aktardığı bir hadise göre Muhammed şöyle der: “Namaz kılarken şeytan geldi. Hemen yakaladım, yere yatırdım, boğuyordum onu. O denli ki, onun dilinin soğukluğunu elimin üzerinde duydum.” Şeytanın “yatırılması”, “boğulması” ve “dilindeki soğukluk, bu soğukluğun elde duyulması”, “beş duyu” içine giren, somut durumlardır. Muhammed’in “şeytanı boğarken onun salyasının eline bulaştığını, elinde bunu duyduğunu (hissettiğini)”anlattığı da aktarılır. (Dursun, 2000’e Doğru Dergisi, 8 Nisan 1990, Yıl 4, Sayı 15) “Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık.” (Araf, 27) Ayetin gerek meal ve gerekse tefsirlerine baktığımızda müfessirlerin büyük çoğunluğu cinlerin ve/veya şeytanların insanlarca görülebileceğini ifade etmektedirler. Oysa Dursun her yerde yaptığı gibi burada da psikolojik bir teknik kullanarak, henüz konuyu sunarken girişte yazdığı yazısıyla “Bundan şu çıkıyor” diyerek, cin ve şeytanların insanları görebileceği oysa “insanların bunları göremeyeceğini’’ bir ‘ön kabul’ olarak okuyucuya sunmakta ve sanki tek açıklama’ buymuş gibi, okuyucunun dimağını ‘böyle düşüneceksin’ diye yönlendirmektedir. Dursun, ‘elin görün ki’ şeklinde başlayıp, “Muhammed şeytanı cini gördüğünü söyler’’ maksatlı çarpıtmasıyla, sanki Peygamber aleyhisselam, müfessirlerin görüşlerine uymak zorundaymış gibi, kendince çelişki olduğu izlenimini okuyucunun zihninde oluşturmaya çalışmaktadır. Dursun müfessir Razi ile ‘çelişik’ göstererek, Peygamber Muhammed aleyhisselamın Razi’nin yorumlarına uyması gerektiği imasında bulunmaktadır. Dursun, Peygamberin hayatıyla sabit olan vakaları ve Kur’an’daki cinlerin görülebileceğine dair ayetleri acaba neden göz ardı etmektedir? Örneğin, Neml, 39; Sebe, 12-13. Ayetler gibi! Dursun’un bahsettiği ayette zaten cinlerin ‘mutlak’ manada ve ’hiçbir zaman’ görülemeyeceği değil, onların gözetleme işi ve “gizlenmeleri”  ve bunu yaparken ‘görülemeyecekleri’ anlatılmaktadır. Konuyla ilgili hadislere baktığımızda da bu açıkça görülmektedir: Buhari, Vekalet 10; Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 3; Müsned, 5/423;6/52, Müslim, Selam, 139; Muvatta, İ’tisam, 33; Ebu Davud, Edeb, 174; Tirmizi, Ahkam, 2 gibi. Dursun, cinler hakkında Kur’an’a genel bir açıdan bakmayıp sadece ‘işine geldiği’ yerlerini almış, gerisini bırakmıştır. Müfessirler hakkında da, işine gelen bir konuda işine gelen tefsirciyi ki burada Razi’yi almış, diğerlerini, hatta büyük çoğunluğun görüşünü almayı bırakın, görmemiştir bile! Ayrıca Dursun, başka yerlerdeki iddialarına cevaplar veren bu müfessirin o cevaplarını da okuyucularından gizlemiştir. Kaldı ki biz bahsi geçen müfessirlerin hepsine hürmet göstermekteyiz ama sonuçta, bir müfessir her zaman ‘isabet’ edecek diye bir kural olmadığı gibi, kalkıpta Peygamberin ümmetinden olan bir müfessirin tefsirini sanki ‘’Peygamber bu tefsire uymak zorunda’’ gibi dayatılmasınında ne ilmi ve ne de akli bir yönü bulunmadığı ortadadır. Sonuç itibari ile çelişki asıl Dursun’un kendisindedir.

İnsanın Çamurdan Yaratılması

“Kutsal kitaplarda sözedilen “insanın çamurdan yaratıldığı” fikri, kutsal kitapların ortaya atılmasından çok daha önceki çağlarda yaşayan insanların eserlerinde ve efsanelerinde görülmüştür. Bu durum, kutsal kitapların içine bu eser ve efsanelerden alıntı yapıldığının göstergesidir. Bu efsane ve kutsal kitapların ifadeleri şu şekildedir: Gılgamış Destanı, Sümer, Çin Efsaneleri, Mısır’da Luxor Tapınağı’nda bulunan kabartma bir resim, Hesiodos Destanı, Yunan Efsaneleri, Tevrat ve Kur’an.” Dursun, her medeniyet yaratılışın topraktan olduğunu kabul etmiştir, o halde hepsi birbirinden iktibas ederek inançlarını şekillendirmişlerdir tezini ileri sürmektedir. Allah azze ve Celle Kur’an’da, “Andolsun biz her kavme, Allaha itaat edin ve tağuta kulluktan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl, 38) buyurmaktadır. Yani her topluma Allah hep İslam’ın emir vwe yasaklarını bildirmiştir. Detay için, ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ Adlı yazımıza bakılabilir. Özetle, medeniyetlerin birbirinden iktibası bir gerçektir. Bu iktibas açıkça Allah’ın elçilerinden yapılmış bir iktibastır. Çünkü Allah farklı zamanlarda farklı kavim ve gruplara mutlaka elçilerini göndermiştir. Nasıl Hz. Muhammed bize Nuh’un Tufanını, Musa’nın Kıssasını, Yusuf, Yakub, İbrahim, Adem, Hud, Salih ve Şuayb peygamberlerden ve de yaratılıştan bahsetti ise, o dönemde insanlığa müjdeci olarak gelen nebiler de bu kıssaları kendi toplumlarına anlatmışlardır. Evet, gerçek şudur ki, Allah insanlara hatırlatıcı olarak elçilerini göndermiş ve onların bilinç altlarında yatan inanç küllenmelerini közlendirmiş ve alevlendirmiştir. Ayrıca tüm toplumlar eğer aynı şekilde bir konuyu açıuklamışlarsa bu tevatür olur çünkü, “bu kadar farklı kültürü temsil eden insanların tek meselede bu kadar ortak beyanda bulunmaları, yalan üzere ittifak etmeleri” mantıken mümkün olamaz. Çünkü bunların bu halleriyle böylesi bir yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu konuda ayrıca “Ahiret, beden-ruh ilişkisi” ve “ Kur’an’ın kaynağı Sümerler mi?” başlıklı yazılarımızı öneririz.

Peygamberimiz ve Tıp İlmi

Dursun, peygamberimizi” tükürüklü ve tükürüksüz” biçimleriyle tedavi ettiğini yazmış ve bununla alay etmiştir. (Din Bu, s. 263) “İslam dünyasında en sağlam kabul edilen kaynaklardan aldığını” söylediği sağlam hadislerin sağlamlıktan öte sahih bile olmadıklarının altını çizmeliyiz. Hele peygamberimizin iyileştirdiği insanlardan ücret aldığıyla ilgili bırakın sahihi zayıf rivayet bile bulamaz Dursun ve bu konuda bilinen tek bir örnek dahi yoktur. Sadece iyileşen hastaların gönüllü olarak getirdikleri hediyeler vardır, bunlarında önemli bir kısmını efendimiz iade etmiştir. (Darimi Sünen, I/10, Hanbel, Müsned, IV/170) “Biz sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Bizim ecrimiz âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir” (Şuara,127, 145, 164, 180) Ayrıca Dursun Peygamberimiz zamanında tedavisi yapılan hastalıkların “Biyolojik ve fizyolojik” olduklarını vurgulamakta ve “Bunların psikolojik tedavi ile ne ilgisi var?” diye sormaktadır. Hâlbuki günümüzde stres ve sıkıntının başta ülser, gastrit, migren, şeker, kanser gibi hastalıklara neden olduğu bilinmektedir. Psikolojik olarak huzurlu olan insanların hastalıklardan daha kolay iyileştiği günümüzde tıbbi bir gerçekliktir. Ayrıca ruhsal bir takım rahatsızlıkların da tıp ilminin meşgul olduğu sahaya girdiği bir gerçektir. Dursun’un Efendimizin maddi hastalıkları üfürük yoluyla tedavi ediyor iddiası çok hatalı bir görüştür. “Ey Allahın kulları tedavi olunuz.” (Ebu Davut, Tıb,1/11, Tırmizi, Tıb,2, İbn-i Mace Tıb,1, Hanbel, Müsned, 3/156, 4/278) diyen peygamberimiz, insanın maddi ve manevi iki yönü olduğunu bildiği için tedavilerinde de psikolojik ve biyolojik her iki metodu da kullanmış, birisi için diğerini feda etmemiştir. Zamanın şartlarına göre ilaç, pansuman, dağlama vs. gibi bir takım tıbbi yöntemlere başvurarak hastalıkları tedavi ederken aynı zamanda hastanın ruhsal yapısını güçlendirici, iç dünyasını teskin edici mahiyette dua maksatlı okuma-üfleme metotlarını da kullanmıştır ki artık günümüzde bırakın insanları, bitkilerin bile kendilerine söylenen sözlerden etkilendiği bilinmektedir. Dursun özellikle belli rivayetleri ele almış, bütünlüğünden kopardığı parça rivayetlerle her zaman olduğu gibi İslam’a saldırmaya çalışmıştır. Bu metodun aynen oryantalistler tarafından da kullanıldığını hatırlatalım! Yine Dursun, Peygamberimizin göz değmesi, zehirli hayvan sokması ve nemle denilen yaraları üfürükle tedavi ettiğini ileri sürmüştür. Bu konuda kaynak olarak ileri sürdüğü hadis şudur “Şifa binti Abdillah: “Ben, Hafza’nın yanında bulunduğum bir sırada Hz. Peygamber yanıma geldi ve bana, ‘Hafsa’ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi nemle hastalığının rukyesini de öğretmez misin?’ diye sormuştur.” (Ebu davud, Tıb,18/3887, Hanbel, Müsned, 6/286) Eğer nemle hastalığının tedavisi için uygulanan rukye, okuma-üflemeden ibaret olsaydı bunu Peygamberimizden daha iyi yapacak kim vardı? Bunu da Hz. Hafza’ya bizzat kendisi öğretebilirdi. Peki nemle (egzama türü bir) hastalığı Şifa binti Abdillah nasıl tedavi etmekteydi? “Şifa, za’ferân ağacına alır, buna yedi defa rukye yapar, sonra temiz bir taşa koyup ufalar, üzüm sirkesiyle karıştırdıktan sonra nemle yaralarının üzerine sürerdi” (İbni Esir, Üsdü’l Gabe, VII/163, İbni Hacer, el İsabe, VIII/121) Kısaca, bitkisel bir kürü dua eşliğinde uygulardı Şifa binti Abdillah. Aslıda aynı konudaki tüm rivayetler bir araya toplanıp öyle değerlendirme yapılsa ortada bir sorun kalmayacaktır ama Dursun okuyucuyu bilgilendirmek değil, yönlendirmek hatta yanıltmak istemektedir. Devam edelim. Dursun, Hayber savaşında yaralanan Ekva oğlu Seleme’nin Peygamberimizce üç kere okuyup üflenmesi ve Seleme’nin “Artık şikayetinin kalmadığını” anlatırken, “yaralanmış, gelmiş, nefes etmiş, kalmamış” gibi -mış’lı kelimelerle hafife anlattığı bu olay kaynaklarda (Buhari,Meğazi,38, Ebu Davud, Tıb, 19/3894) bakın nasıl geçer. Seleme’nin “yarasının sarılıp akan kanının durdurulup” bundan sonra psikolojik destek amaçlı efendimiz tarafından kendisine dua edilerek üflendiğini anlamayan Dursun, yine olayı eksik ve tarafgir olarak okuyucuya aktarmıştır. Bunu nereden anlıyoruz, Hendek savaşında yaralanan Sâd bin Muaz’ın yarasını bizzat Hz. Peygamber, “kanını durdurmak için dağlamış” ve aynı savaşta kolundan yaralanan Ubey bin Ka’b’ı da “dağlayarak” tedavi etmiştir (Müslim, Selam,74) Peygamberimiz kılıç yarasını okumakla tedavi etseydi, Sâd ve Ubey’i niçin okuyup üfleyerek tedavi etmemiştir? Peygamberimiz biyolojik yaraları önce maddi yöntemlerle tedavi etmiş, manevi olarakta hastanın rahatlaması için okuyup üflemiştir. Sadece maddi tedavi veya sadece manevi tedavi (okuma-üfleme) İslam’da yoktur, İslam her ikisinin birlikteliğini savunur. Duanın faydaları, okumanın bilimsel faydaları için sitemizdeki “İslami emirler ve hümanizm” başlıklı yazımıza bakılabilir. Dursun, Hz. Ali’nin göz ağrısını tükürüğü ile tedavi etmesini de diline dolamıştır. Dursun’un “İlginçtir ki” diyerek başlayan cümlesinin aslında hiçte ilginç olmadığını ispat edelim. Önce bu olayın savaş başlamadan hemen önce, anormal şartlar hakim olduğu bir anda, hızlı tedavinin gerektiği bir ortamda geçtiğini unutmayalım (Buhari, Cihat,102; Müslim, F. Sahabe, xxxıv/2406) Dursun, aşağıdaki haberi hem de ağrıya iyi geldiği detayını okusa idi ne hissederdi? “Tükürüğün bilinmeyen faydaları! Yapılan araştırmada, insan ve fare tükürüğünde doğal olarak bulunan, morfin kadar etkili ağrı kesici özelliğe sahip “opiorfin” adlı molekülün depresyona karşı da etkili olabileceği ortaya kondu. Opiorfin molekülünü 2006’da keşfeden Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’nden Catherine Rougeot ve ekibi, genetiği insana yüzde 99 benzeyen fareler üzerinde deney yaparken buldukları molekülün bazı antidepresanlar kadar etkili olduğunu belirledi. Molekül üzerinde sürdürülen araştırmalarda, “Opiorfin”in depresyona karşı etkili olabileceği de tespit edildi. “Journal of Physiology and Pharmacology” adlı dergide iki makale yayımlayan bilim adamları, opiorfinin morfin kadar etkili olmasının yanı sıra, yan etkilerinin çok daha az olduğunu belirtti. Araştırmacılar ayrıca bu molekülün “İmipramin” adlı antidepresan kadar etkili olduğuna ve yan etkisinin bulunmadığına dikkati çekti.” (Milliyet, 3.09.2010)

Tükürük içindeki enzimlere baktığımız (Meydan Larousse, 12-33) zaman tükürükteki Pityalin adlı enzimle, dezenfektan etkisi gösteren, dolayısıyla ağzı enfeksiyonlardan koruyan Lizozim adlı kimyasal maddenin hafif bir antiseptik etki gösterdiği görülmektedir. (Doktorumuz, Tıp Ansiklopedisi, 7-2350) Parapsikolojide bazı insanların özel yeteneklerle doğduğu anlatılmakta ve bu konu ilmi olarak ispat edilmektedir. Peygamberimizin de böyle özel kişilerden olduğu sabittir. Ayrıca Peygamberimizde tükürük ile tedaviyi hiçbir zaman emretmemiştir. İslam tarihinde de böyle bir metoda hiç rastlanılmamaktadır. Tükürük, salgı bezini terk ettiğinde doğal olarak sterildir; mikropsuzdur. Tükürük salgısı içerdiği kimyasal ve biyolojik ajanlar sayesinde anti mikrobik (mikrop yok edici) etki yaparak ağız-diş sağlığında koruyucu rol oynar. Son bulgular, tükürüğün çok sayıdaki zararlı organizmaya karşı bizi savunan karmaşık bir madde olduğunu ortaya koyuyor. (Milliyet, 11 Ekim 2011; CNN Türk, 11 Mart 2022; Posta, 24 Şubat 2022) “Tükürüğün antiseptik özelliği, yani mikropları öldürücü etkisi de vardır.” (Rahmi Turan, Sözcü, 27.08.2015) Tabii bir de “yüzüne bile tükürülmeyecek” canlılar vardır, o ayrı bir konu!

Hz Hasan, evlilikleri ve Hz Muhammed

Bu konuya ‘Turan Dursun’un Metodunun eleştirisi’ adlı yazımızda değinip cevaplamıştık. Ayrıca aynı konuyu ateist yazar İlhan Arsel’de dile getirmiştir. Arsel’e verilen cevaplarda konuyu kısaca yeniden ele alacağız! Dursun, efendimizi gençliğinde bile yapmadığı anormal davranışları onun 50 küsur yaşından sonra yaptığını iddia edebilmiştir, hem de rivayetleri çarpıtarak! Yine Dursun, Hz. Enes’ten gelen bir rivayeti tahrif ederek, “Peygamber 9 ya da 11 karısı varken, gecenin veya gündüzün belli saatlerinde tümünü dolaşıyor ve hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu.” (Din Bu, s. 45) demektedir. Hâlbuki Dursun’un delil gösterdiği Tecridi sarih Tercümesi Hadis No: 192’de, “Hepsiyle cinsel ilişkide bulunuyordu.” ifadesi geçmemektedir. Efendimiz aile reisi, imam, ordu komutanı, peygamber ve aynı zamanda kadınların özel sorularını cevaplamak üzere eşlerinin evlerinde toplantılar yaptığı, oldukça meşgul olan biri idi. Ev ihtiyaçları dâhil her türlü gereksinimi için hanımlarını ziyaret etmesi çok normaldir. Zaten Dursun’da başka rivayetlerde “40 erkek gücünde olduğu bildirilir, bunda bir abartma olduğu açık”  (Din Bu, s. 6-47) demektedir. Mademki bunlar doğru değil; abartma. O halde neden doğru imiş gibi bunlara dayanarak efendimiz hakkında menfi bir izlenim bırakmaya çalışmaktadır? Dilinden düşürmediği “ Bilim ve aydınlanma “ bu mudur?

Ateist oryantalist ittifakı

Oryantalistler de ateistler de kaynak olarak gösterdikleri eserlere hiçbir utanma hissetmeden ekleme yapar, çıkarırlar. Onları bilimsellik veya gerçeğe ulaşma duygusu değil, ideoloji ve önyargı onları yönlendirmektedir. Efendimizin Hz Zeynep ile evlenmesi ile ilgili örnek verelim: “Gençliğinin bütün taraveti içinde utanç ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilen bu dağınık kıyafetli güzel kadın.” (Emile Dermenghem, Muhammed’in hayatı, s. 367- 370). Bu da Türk ateistlerden T Dursun’a ait: 2000’e Doğru dergisinden “Yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.” Hâlbuki her iki ekleme de hiçbir rivayette geçmez ama oryantalist ve ateistlerin kafa yapısını ve okuyucuyu yönlendirmeye çalışmalarını göstermesi açısından ilginç bir örnektir. Din bu 1 sayfa 41’de oryantalist  Leoni Caetani’den alıntı yapan Dursun,  42. sayfada ise  “Ne ölçüde doğru, kesin bir şey söylenemez kuşkusuz” diyerek alıntıların gerçekliğinden kendisinin de emin olmadığını itiraf etmektedir. Ama İslam düşmanlığı bu dayanışmayı zorunlu kılmaktadır. Gerek deist gerekse ateist olduğunu iddia eden iki siteden görüntüyü aşağıda görüyorsunuz. Her iki site de misyonerlik propagandası yapmaktadır. ‘Sitemizin Amacı’nı açıkladığımız yazıdan benzer örneklere ulaşabilirsiniz. 

Dursun’un ve diğer ateist yazarların tüm iddiaları ilgili konu başlıkları altında cevaplanmıştır.

.

Gelen sorular ve cevaplarımız:

Soru: Selamın Aleyküm saygıdeğer mümin kardeşim size bir soru sorucam www.td–.com/forumlar/showthread.php?t=208 bu linkteki iddialar doğrumudur? (Hz Ömer hakkındaki iddialar ve cevapları )

Cevabımız: Resmin tamamına bakınca !

İslam tarihindeki bazı olayları ve zayıf rivayetleri alt alta sıralayıp, İslam’ın Şii yorumunu haklı çıkarma gayreti içinde imiş gibi gösterip aslında ateizm propagandası yapan, önyargı ve tek taraflı bakış açısı ile kaleme alınmış bir yazı örneğidir uzantıdaki yazı. Kaynak olarak devamlı tek kişinin kitabından alıntı yapma gayreti içinde olup, 1000 küsur senedir sahabeyi kötüleyip güya ehli beyti yüceltme izlenimini vermeye çalışan ve bunu ateist bir sitede yapan bu zihniyetin değerlendirmesini birazdan ele alacağız. “Ehlibeyt Hz. Muhammed’in cenaze işleri ile meşgulken, öbür taraf biat işini organize ediyordu” şeklindeki bir mesaj vermek isteyen bu tür bir yazı  ile ilk kez karşılaşanların tereddüt geçirmeleri mümkündür. Ama resmin tamamını görenler, amacın aslında ehli beyt taraftarlığı görüntüsü altında sahabenin büyük kısmını ağza alınmayacak iftiralarda bulunan bir kesimin asıl amacının İslam’a saldırmak olduğunu rahatlıkla görecektir. Zaten ateist bir sitede bu yazının kaleme alınması da gerçeği arayanlar için önemnli bir göstergedir. Bu zat bunlarla yetinmemiş ve daha sonra sanal bir sözlükten “Kur’an’ın gerçek yazarı olduğu düşünülen kişi” diye Hz Ömer’den bahsedildiğini aktarıp, bu yorumu yapanı da övmektedir. Daha sonra ise bu şahıs bununla da yetinmeyip bir de şu iddiada bulunmaktadır: “İslamiyet’in gerçek kurucusu bana göre Ömer’dir.” Bu konudaki iddialara cevabı, “Ateist ve oryantalistlerin ‘Kur’an’ın kaynağı’ ile ilgili iddiaları” adlı yazımızda bulabilirsiniz. Arap soyundan olup Akad kralının adı olanSargon’ müstear ismini kullanan bu kişi “Yukardaki film gibi birçok öyküde despotluk sembolü “kılıç” ile adalet nasılsa birleştirilmiş” diye yorum yaparken acaba adaletin temsil edildiği heykelin elinde ne olduğunu bilmemekte midir? “Hind’te, Araplarda kadınların yönetici konumlara kadar çıkabildiğini gösteren bir örnek aynı zamanda” diyerek, savaşta şarkı söyleyip insanları savaşa kışkırtmak ve efendimizin amcasının ciğerlerini elleri ile kesip çiğnemek dışında tarihe bir not düşülmeyen -Ama yinede efendimizce daha sonra af edilen bu kadını bu kişi nasıl oluyor da “yönetici” olarak nitelendirebilmektedir? Savaşmadığı için miras hakkı olmayan, diri diri toprağa gömülen, çadırlarda bedeni satılan kadınları, sadece İslam’a saldırabilmek için yönetici konumunda gösteren bu kişi ne kadar bilimsel, tarafsız biri olabilir? Bu zatın verdiği kaynakları sıra ile incelemeye başladığımızda hiç birinin uzantısının açılmadığı görülüyor. Sadece 4. sıradaki kaynak verdiği siteden, eleştiri konusu yaptığı rivayeti okuyabiliyoruz. Bu zat aynen şunları yazıyor: “Komedi burda da bitmiyor.” Aslında bu arkadaş herkesle dalga geçmektedir. Hz Ömer’in adını da Ömer bin Abdülaziz diye yazmaktadır, hâlbuki adı Ömer bin Hattab’dır. Bu şahıs güya Ömer b. Hattab hakkında kendi deyim ile “masal uyduruldu” diye aktardığı ve aslında Hz Ömer’in torunu Ömer b. Abdülaziz hakkındaki örnek ahlaki özelliklerin Ömer b. Hattab için uydurulduğunu zannederek, aslında kendi cehaletinide ortaya koymaktadır. Uzantı sitede sadece Hz. Ömer’in devlet malı olan mumu kullanması olayı torun Ömer için aktarılmaktadır, geri kalan tüm rivayetler zaten torun Ömer için tarihi kitaplarda da aktarılmaktadır. Bu şahıs ise tüm riayetleri Ömer b. Hattab’a -kaynak sitede böyle bir iddia yokken- isnat etmekte, sonra kendi çarpık ve yanlış mantığını doğru kabul edip eleştiriye yönelmektedir. Kısaca yazı ile Şiilik kılıfı altında ateizm propagandası yapılmaktadır. İşin ilginci efendimizin vasiyet yazmak istemesi ile ilgili “İslami kaynakları delil gösteren” bu mezhepçi ateist, iş Hz Ömer’i takdir eden rivayetlere gelince bunları masal diye nitelemekte, torunu hakkındaki rivayetler ile Hz. Ömer karıştırıldı gibi sübjektif yorumlarda bulunmaktadır. Kısaca insan ateistse açıkça ateistliğini ilan etmeli, ne diyecekse kimliğini açıkça ortaya koyup öyle söylemelidir. Bu kişi İslam’a saldırmaya çalışırken ki, amatörce ve oryantalist zihniyetle bunu yapmaya çalışmakta ve bunu hiçte becerememektedir. Murted müstear ismini kullanan ateist site yöneticisi de aynı metodu kullanmakta ve “Şiilerin tutumu yani bir tarafı lanetleyip diğerine taraf olmaları çok daha tutarlı.” Demektedir. Zaten daha sonra yazılanlar sadece Hz. Ömer’i değil efendimize de kapsayan hakaretler yapmaktadırlar.

Soru: Maalesef mürted yazısı beni tatmin etmedi. Burada mürted ile ilgili şunu yazayım o halde. Mürted olan bir insan iyi ve ahlaklı biri olamaz mı? Dinsiz birisi ahlaklı olamaz mı? Ben dinsiz olup ahlaklı olan bir sürü insan tanıyorum. Zaten tarikat ve cemaatleri anlatmaya gerek yok. İslam ülkeleri belli. Ali İmran ve Nisa Surelerini örnek vermişsiniz. Bu ayetlere göre, Mevlana’nın “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” cümlesi çelişmiyor mu? Bu insanlar inansa, tevbe etse bile yandı bitti kül oldu yani?

Cevabımız: Mürted yazısının amacı dindendönenin öldürülüp öldürülmeyeceği meselesine cevap vermektetir. Ama anladığım sizin bu konuya farklı bir açıdan yaklaştığınız; kafir birisinin ahlaklı olup olamayacağı meselesi. İyilik nedir? Ahlak amakime göre ahlak? Öncelikle “Dinsiz ahlak olur mu?” adlı yazıyı okumanızı tavsiye edeceğim. İslam ülkelerinin hali İslam nedeni ile değil İslam’sızlıktan bu haldedir!  “İslam ülkeleri neden geri” adlı yazıyı tavsiye ederim bu konuda. Cemaat ve tarikat konuları uzun konular. Celalettin Rumi’nin sözünü de iyi anlamalıyız. İnsan hata yapar, bu onu ümitsizliğe sevk etmemelidir, tevbe et sonra gel ama; Coma/tea’l değil; geri dön: Return/İrci’ demektedir merhum üstadımız. Günahlarından tevbe edip eski hallerini terk edenleri tabii ki -eğer isterse- Allah azze ve celle af eder. Bu konuda birçok ayet vardır. “Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler ve gizledikleri gerçekleri açıklayanlar başka; ben onların tevbesini kabul ederim. Çünkü ben, tevbeleri çokça kabul eden ve merhameti bol olanımdır.” (Bakara, 160);”Allah, kullarının tevbesini kabul eder, günahları affeder ve yaptıklarınızı bilir.” (Şura, 25); “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Sakın siz, günah işlemekte ısrar ederek dâvetimden yüz çevirmeyin!” (Hud, 52); “Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenler müstesnâdır.” (Ali İmran, 89); “Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak câhillikleri sebebiyle günah işleyip de, o günahtan çarçabuk vazgeçenlerin tevbesidir. İşte Allah, böylelerinin tevbesini kabul buyurur. Allah her şeyi hakkıyla bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisa, 17); “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisa, 110); “Kim işlediği bu haksızlıktan sonra tevbe eder ve hâlini düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Maide, 39); “Ümidinizi kesmeyin, fakat tepenize o azap inmeden önce de tevbe edip Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Aksi halde kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer, 54); “Ancak günahlarından vazgeçip Allah’a yönelen, iman eden ve sâlih amel işleyenler, işte bunlar, cennete girecek ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.” (Meryem, 60); “Şu da muhakkak ki ben, günahlarından tevbe ile vazgeçen, iman edip sâlih ameller işleyen, bundan böyle de doğru yol üzere hareket eden kimseyi elbette bağışlarım.” (Ta-ha, 82) Ayrıca, Kasas, 67; Ali İmran, 128; Nisa, 146; Maide, 34; Araf, 153; Tevbe, 11; Hud, 90; Nur, 5… vd. Hadislerde de birçok örnek bulunmaktadır. Mesela; “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11); “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30); “Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mace, Zühd 30) gibi.

Özetle; “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 53) Rabbimiz Rahman, Rahim’dir! Ama Turan Dursun “inadi küfür” denilen, bilerek; kin ve önyargı ile hareket ederek gerçekleri örten (Kafir) birisidir! Metot ve eserleri yazımızda değerlendirilmiştir. Ayrıca bizim ‘imanometre’miz yoktur! Bu yazıyı yazan -Allah muhafaza- imansız ölebilir, en kafiri iman edip cennete gidebilir. “Dünyada Müslüman olanlar” adlı yazımıza bir bakıver, örnekler dolu! Ama söz konusu ettiğimiz kişi “kendi tercihi ile” imansız ölmüştür. Sonuçta herkes kendi tercihlerinin “sonuçlarına” katlanacaktır! “Son an gelmeden yapılan tevbeleri” bi-iznillah rabbimiz kabul eder. Allah bizim için kötülük istemez: “Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar.” (Yunus, 44) Ama Rabbimiz adil olandır, iyi ile kötüyü ve hele kötülükte çığır açanları bir tutmaz: “Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip salih ameller yapanlarla bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları, ölümleri ve ölümden sonraki durumları aynı olacak, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Casiye, 21) Hadiste de belirtildiği gibi; Efendimiz şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.” Sahabi; “Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de “Evet ben de, meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun.” (Buharî, Rikak, 18; Müslim, Münafikîn, 71-73) Rabbim iyi yolda yürüyen, iyilik yapan ve iyilerle beraber olup ahirette de bizi iyiler zümresinden eylesin inşallah: “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al.” (Ali İmran, 193) AMİN…

Soru: bir dünya yazı yazmışsınız. İyi güzel peki adam hayattayken neden karşısına çıkıp iki kelam eden olmadı defalarça tartışacak adam arıyorum dediğinde kimse meydana çıkamadı bunun sebebi nedir.

Cevabımız:  Sitemizdeki ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda bir küçük paragraf geçer, dikkatinizden kaçmış olabilir: “Dursun yazdığı yazılarda “Müslümanların Pehlivanı yok diyerek” uzun süre havasını attı. Ama Molla Sadreddin Yüksel’in yazdığı “Makaleler” adlı kitap, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin ortaya çıkıp tarafsız bir zeminde tartışmayı kabul etmesini görmezden gelir. Diyanet’in ” Muhatap alıp reklam yapmama” kuralını ise istismar eder. Ahmet kekeç’in karşılıklı sohbetini tahrif ederek dergide yayınlar!” Dursun gibi bir çok ateist ve asıl ağa babaları oryantalistler İslam’a saldırmışlardır. Ama onların adları tarihin tozlu sayfalar arasında unutulurlarken, İslam hala güncelliğini korumakta ve aydınlık ışığını insanlığa yaymaya devam etmektedir. Dursun öldürüldükten sonra eserleri ile karşılaştığım ve ömrümün 30 küsür yılını o ve avanesine cevapla geçirdiğim, bu nedenle sol ve misyonerlik ile oryantalizmi de araştırdığım göz önünde bulundurulursa en azından bu eleştiriyi kişisel olarak üzerime almadığımı da ifade etmek isterim. 

 

 

turan_dursuna_cevaplar-2-1

5 Comments