Turan Dursun’a cevaplar I

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

Ateist yazarlar ve eserlerindeki iddialara cevaplar I

1990 yılında eserlerini okuduğumda beni ateizmin kıyısına kadar yaklaştıran ilk eserlerin yazarı olan Turan Dursun’un eserlerine ve hayatına, bu şahsi tecrübemden ötürü özel yer ayırıyorum. Ama şahsen, daha sonra deizm, misyonerlik ve özellikle oryantalizm üzerine yaptığım araştırmalar sonucu, Dursun’un eserlerini zamanında gözümde fazla abarttığımın da artık farkındayım. Değil Dursun, oryantalist ordusu bile İslam’ın nurunu yüzlerce yıldır söndürememiştir, yerli ateistlerimiz onların yanında ancak çömez kalmaktadırlar!

Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodun eleştirisi

Giriş

Turan Dursun nasıl ateist oldu?

Dursun, eline süpürge alır, su dolu kovaya batırır duvara sürer, bazı şekillerin oluştuğunu görür. ‘Acaba canlılarda böyle tesadüfen oluşmuş olamaz mı?’ diye düşünür ve sonra ateist olur! Tabii, “bu şekillerden oluşması çok daha zor olan ‘insan, kova, su, duvar’ ve Tüm bunları yorumlayacak ‘akıl, bilinç, düşünce’ nasıl oluşmuştu?” gibi basit ayrıntıları Dursun gözden kaçırmıştı. (Bu konu, ‘Ateist akıl’ adlı yazımızda da ele alınmıştır.)

Turan Dursun Kur’an’ı nasıl reddetti?

Kur’an’da geçen kıssaların benzerlerini İncil-Tevrat’ta da görünce, ‘Muhammed bunları İncil-Tevrat’tan aldı’ diye düşünerek Kur’an’ı reddeden ‘Kur’an/İslam uzmanı’ Dursun, Kur’an’da zaten birçok ayette, İncili ve Tevrat’ı da Allah’ın gönderdiğini, onlar bozulunca Kur’an’ı da gönderdiğini, Tüm peygamberlerin ‘hep aynı emir ve yasaklarla’ gönderildiğini nedense fark edememişti!

 

Eski deist Mehmet Salim Öztoksoy’un, “İnsanları dinden çıkarmak için kaleme alınmış bir kitap, Rabbimin lütfüyle bana bir hidayet vesilesi olacaktır.” dediği kitabın yazarı Dursun’u ateist yapan eser ise, politzer’in ‘Felsefenin Temel/başlangıç İlkeleri’ adlı eseridir. Esere kısa bir göz atalım ve insanı ateist yapacak bir içeriğe sahip olup olmadığını görelim.

fbi-pol-2-3-4

‘Biricik ve bilimsel dünya görüşü’ (s. 18) olarak tanımladığı Marxist dünya görüşünü her şeyin çözümünün anahtarı olarak sunan, Materyalizmi dünyanın gerçek yüzünü görmekle eşdeğer,  Marxizmi de bilimsel silah kabul eden  (s. 20) ve tüm bu yazdıklarından sonra da ‘Marksist teori dogma değildir’  (s. 22) diyen, “aksiyonun şartlarını dikkate almamak dogmatiktir” (s. 46) yazan ama ne yazık ki toplumun temel  dinamiği olan dine tamamen karşı olduğu ideolojisi ile bizzat kendi ideolojisini dogmatizmin merkezine oturtan, “Mutlak bilgi diye bir şey yoktur” (s. 82, 95) yazarken diyalektik materyalizmi dogma haline getirdiğinin farkında olmayan yazar, toplumsal mücadelenin ‘hak- batıl’ arasında olduğunu fark edememiş, klasik marxist terminolojiyi kullanarak ilkel-feoda-komünal toplum sıralamasını (s. 91) kabullenerek, tarihi toplumsal gelişimi dogmalaştırarak dondurmuştur. Bilim ilerledikçe tanrının varlığının delillerinin daha çok gün yüzüne çıktığı günümüzde tanrıyı  “hayal ürünü”  (s. 26), “gereksiz” (s. 142) yaratıcı olmayan (s. 141) ilan edip, Hegel’in öğrencisi Marx’ın  (s. 31), diyalektiğinin temeli olarak ileri sürdüğü üç nedenin artık tam tersine, bilimin, materyalist felsefeyi reddeden bir noktaya geldiğini yazar o zamanlar görememiştir. Bu üç neden: Hücrenin keşfi, Enerjinin dönüşümü (Var olanı en güzel şekilde ve devamlı kullanılır kılan sistem ayarlayan, düzenleyen olmadan var olabilir ve devam edebilir mi?), Darwinizm.  (‘Evrim teorisi’ ve ‘Ateizm Yanılgısı’ adlı yazılarımızı tavsiye ederiz.)

O zamanlar bilimsel materyalizm adı altında sunulan bu dünya görüşünün ömrünün bu kadar az olması, dini kabul eden sosyalizmi bile yazarın reddetmesi (s. 22) ve hayatını da adadığı ideali uğruna feda etmesi de yazar açısından ayrı bir trajedidir. Diyalektik materyalizmin daha önce ortaya çıkmamasını bilimsel gelişmelerin eskiden ileri düzeyde olmamasına, mesela ‘bir türün başka bir türe’ dönüşmesinin bulunamamasına bağlayan (s. 33) yazar aslında, aradan geçen yaklaşık yüz yılı aşkın zamana rağmen hala bunun ispat edilemediğini, aksine yaratıcının delillerinin daha da netleşirken kendi ideolojisinin tarihin çöplüğe gittiğini ne yazık ki görememiştir.  Tabiatı, “karşıtların mücadelesi” olarak ifade eden (s. 76) yazar ne yazık ki resmin bir parçasına takılıp bütüne hakim olamamış, tabiattaki ‘mücadele’ değil  uyum-dengeyi fark  edememiştir. Tabiatta salt mücadele olsa, avcı hayvanlar avlarını yer ve bir süre sonra av bitince de avcılar da açlıktan ölürdü. Ama en basiti ile örnek verirsek; avcılar hasta, zayıf avları yakalarken güçlü ve sağlıklı olan av hayvanlarına daha çok besin kalmasına neden olmakta, bu da türlerin devamını sağlamaktadır! Bizzat kendi kitabında (s. 95)  verdiği güneş ile gezegenler örneği bile kendi kendini yalanlamaktadır. Bilimi siyasi görüşlerine alet eden ama bilimin de devamlı değiştiğini (Bu konudaki yazımıza ‘Bilim değişmez mi?’ adlı çalışmamızdan ulaşabilirsiniz) ideolojisine olan bağnazlığı nedeni ile  ile fark etmeyen yazar, bilim ilerledikçe materyalizmin de ilerlediğini, Big Bang, kuantum’dan habersizce ileri sürebilmiştir. (s. 134) Yazar metafizik terimini kitabında kullanırken, aslında İslam’ın tamamen  zıddına, Hristiyan teolojisi üzerinden hareketle dine saldırmakta, bazen İslam’a uygun olan görüşlerini de materyalist görüş olarak ileri sürebilmektedir. (Mesela s. 39, 40, 78, 81, 82, 144 vd.) Hristiyan metafiziğini haklı olarak ilerlemeye engel gören yazara göre her sorunun cevabı materyalist felsefededir ki, kitabı boyunca yazar bu iddiayı devamlı tekrar etmiştir. Hristiyan teolojisi/metafiziği için söylediklerinde yazar haklı olsa da, ne ironiktir ki kendi ideolojisi de aynı sonu paylaşmış ve o da tamamen bilim dışı bir dünya görüşü olarak sorunlara çözüm olmaktan uzak kalmıştır!       

Pr. Dr. Arman Kırım, Dursun’u ateist yapan bu eser için şöyle demektedir: “Gençliğin bakış açısını daraltan, kalıplaştıran bir kitap Politzer’in  Felsefenin temel ilkeleri. Bu kitabı özümseyerek okuduğum için uzun yıllardır derin bir pişmanlık duyarım.” Az felsefenin insanı Tanrıtanımazlığa, derinlemesine felsefenin de Tanrı’ya götürdüğü  (Aliye Çınar, Deizm ve ateizm üzerine, s. 127; E. Gilson, ateizmin çıkmazı, s. 80; Nedim Cisr, İlim felsefe Kur’an’ın ışığında, s. 150; Prof. Nihat Keklik, Filozofların özellikleri, I-B; Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 58) prensibi gereği, Dursun’un her şeyin cevabını içinde bulduğunu zannettiği bu yeni kutsal kitabı da, belli bir zaman aralığında insanları etkisi altına almış sıradan bir dogmatik ideolojik kitaptır.  Zaten kitap da, bir çok solcu tarafından dahi, ‘Sovyet propagandası yapmak ve yanlı olmakla’ itham edilmiştir. Böyle bir kitabı kendine kılavuz kabul eden Dursun’un bundan sonraki hayatı da, gömleğinin ilk düğmesini yanlış ilikleyen birinin sonraki her hareketinin yanlış olması gibi, hep aşırı, fanatik, marjinal bir şekilde devam etmiştir. Bu yanlışlığa sadece Dursun düşmüş değildir tabii li. Selahattin Okur, Münir Ramazan Aktolga’dan bir sene önce üniversite kazanmış ve Kuusinen’in ‘Diyalektik materyalizm’ isimli kitabını okuyup solcu olmuştu. Kitabı Münir’e tavsiye ederken, ‘orada her şeyin açıklaması var.’ diye tanıtmakta idi. Münir de kitap okuyunca, ‘ben de ne din kaldı ne de iman’ diye açıklama yapıyordu. (Münir Ramazan Aktolga, Hatıralar, s. 26) Daha sonra bu yüzeysel yaklaşımını bol bol hatıralarında eleştirecektir Aktolga. Çünkü gelişen bilim materyalizmi yerle bir etmiştir. Georges Politzer’in ateizme giriş el kitabı sayılan “Felsefenin başlangıç ilkeleri” kitabında, “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde evrenin tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evren’in yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce evren’in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir.” demekte idi. Halbuki bilim artık bize evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığını ispat etmektedir. Big Bang adı verilen bu görüşe göre evren, günümüzden yaklaşık 15 milyar yıl önce tekil bir noktanın patlamasıyla hiçlikten yaratılmıştır. İlk patlamada ışık hızında hareket eden bir fotonun, bir Planck uzunluğundaki mesafeyi kat edeceği süre olan saniyenin 10−43‘ü kadar geçen süre geçer ki, fizik kanunlarının geçerli olmadığı fizik ötesi bir durumdur bu. Ancak bu süreden sonra madde ve fizik kanunları oluşmuştur. Planck zamanından ve büyük patlamadan önce madde ve mekanın olmadığı, hatta zamanın da olmadığı, ‘hiçlik ortamından mekan, zaman ve madde’ yaratılmıştır. (Devamı için ‘ateist akıl’ adlı yazımıza bakılabilir.) Bu nedenle de gök bilimci Robert Jastrow, ‘God ve astronomers’ isimli kitabında şöyle demektedir: “Aklın gücüne inancıyla yaşamış olan bilim adamı için hikaye kötü bir rüya ile biter. O cahillik dağlarına tırmanır; zirveyi ele geçirmek üzeredir; son kayaya tutunarak kendini yukarı çektiğinde orada yüzyıllardır oturmakta olan bir grup din adamı tarafından selamlanır.”  (Robert Jastrow, God and the astromers, s. 250)

T. Dursun’un ateist makalelerini yazdığı dergilerin gerçek yüzü 

dursununyazilari-dergilerinasilyuzu-1

2000’e Doğru dergisi, 8 Ekim 1989, Yıl 3, Sayı: 41, 3 Aralık 1989, Yıl 3, Sayı: 49, 18 Eylül 1988, Yıl 2, sayı: 39, 15 Eylül 1991; Yüzyıl Dergisi, 24 mart 1991, Yıl 2, Sayı: 2 vd. Dergi kapak manşetlerinden bazıları: Kürdün ateşle imtihanı, Kürtlerin yeniden doğuşu, Gerillalar albayın kapısındaki nöbetçiyi dağa kaldırdı, PKK ordulaşıyor, Gerilla barınmasın diye ordu ormanı yakıyor. “SP’den Kürt sorununa çözüm: Demokratik federal emekçi cumhuriyeti! Kürt milleti, kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterlerse ayrı bir devlet kurabilir.” Ve diğerleri: Türk askerleri Cudi de kimyasal silah kullanıyor. (23Temmuz 1989), PKK ordulaşıyor: Doktor Baran, komando taburuna meydan okuyor: “Gelin buradayız” diyor. Karakol komutanı erzaklarını PKK ile paylaşıyor. (6 Ağustos 1989), Öldürülen PKK gerillaları efsaneleşiyor, kimse öldüklerine inanmıyor. (24 Eylül 1989), PKK kamp komutanları anlatıyor: Hedefimiz çocuklar değil (3 Aralık 1989), Nusaybin’de Kürt intifadası (18 Mart 1990), Hakkari’nin küçük generalları. (21 Mayıs 1990)  Söylemeye gerek yok, dergilerde Kürt’ten kastedilenler PKK terör örgütü militanları idi!

T. Dursun’un ilk ateistlik eseri

kulleteyn-1-2-3

 

mechul_gladyo_cinayetinin_23_yili_h14630

dinsiz-cenaze-t-2                                                                                        Milliyet, 06.09.1990

“İki kulle -bir ölçü birimi- su pislik barındırmaz” mealindeki hadisten yola çıkarak gençlik çağlarında medresede yaşadığını iddia ettiği olumsuzlukları anlattığı romanın adı ‘kulleteyn’dir. İnsanımızın dini öğrenmeye verdiği önemin göz ardı edildiği 1940’lı yıllarda, bilimsel ve pedagojik formasyon almalarına izin verilmeyen kişilerce gizli yerlerde kurulan, eksik ve yetersiz altyapı ve hiçbir ekonomik desteğin olmadığı merdiven altı kurumlarda yaşanan olumsuzlukların suçunu bizatihi İslam’da arayan Dursun’un kitabına adını verdiren ‘Kulle’ konusunu bir açıklama getirelim. “Sakın sizden kimse ‘durgun ve akmayan’ suya küçük abdestini yapmasın ve sonrada onu kullanmasın” (Müslim, Tahare:94, Tirmizi; Tahare:51, Nesai,Tahare:49, İbni Mace, Tahare:25, Ahmet b. Hanbel, Müsned:II/288, 464, 532, IV/241,350, Ayrıca Buhari,Vudu, 68, Muslim, Tahare: 94, 95,96, Ebu Davud, Tahare, 36…) hadisi görmeyen,  Kulle kelimesinin  ‘Bir adamın boyu’ anlamına geldiğini de o çok bildiğini iddia ettiği Arapçası ile bilmeyen ve en önemlisi de Hz. Resulün: “Rengini, kokusunu veya tadını değiştirmesi müstesna, suyu hiç bir şey necis etmez.”  (İbni Mace, Tahare:76, Darekutni, Sünen, I/28, 29)  hadisinden habersiz, bir çok fakih, müctehid, mezhep ileri gelenlerinin ictihat-fetvalarını (Suyun temizlenmesi ile ilgili bu fetvaları buraya alıp yazıyı şişirmeyeceğiz!) duymayan bu alim (!) İki kulle’den maksadın ‘iki insan boyunu geçen ve ayrıca  durgun olmayan ve rengi, kokusu, tadı bozulmayan’ nehir gibi suların kastedildiğini anlamadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Konu ile ilgili gelen bir soru: Kulleteyn hadisi ne demek? Hadisi bana yazar mısınız? ne anlatıyor? Turan dursunda hanefı ımıs ve dınden cıkmıs bu hadıs den dolayı. açıklar mısınız

Cevap: Çölün ortasında, suyun az bulunduğu bir ortam için söylenen bir söz, günümüzde nasıl uygulanmalıdır? “Bir köpek, bir kabı yalayınca 7 kere yıkanmasını” (Müslim, 279) emreden; “Temizliği imandan” (Müsned, 5-342; Müslim, taharet, 1)  sayan bir dinin peygamberinin bu sözlerini de düşününce, söz konusu hadisin hangi zemin ve şartlarda söylendiğini ve geçerli olduğunu iyi tespit etmek gerekmektedir. Hadise gelince; Tanınmış alimlere ve özellikle akranlarına karşı aşırı tenkitleriyle tanınan İbni Hazm’ın “hadis ilminin imamı” diye övdüğü (TDVİA, XIX/269) İbn Abdilber, ‘et-Temhid’inde şöyle demektedir: “Kulleteyn hadisi hakkında İmam Şafi’nin görüsü usul açısından zayıf, rivayet açısından ise sahih değildir. Zira, alimlerden bir grup hadisi eleştirmiş, kulleteynin özelliği ve miktarı hususunda rivayet veya icma yoluyla herhangi bir bilgi bulunamamıştır. Abdilber, el-İstizkar adlı eserinde ise: “Hadis illetli/sorunludur, İsmail el-Kadi onu eleştirmiş ve reddetmiş” demektedir. Tahavi de ‘kulleteynin miktarı belirli olmadığı için ona göre amel edemeyiz’ görüşünü ileri sürmüştür. İbn Hacer el-Askalani’nin en çok bilinen tahric çalışması olan ‘et-Telhisü’l-Habir’de (I/5) zikredildiği üzere, bu hadisin isnadında bulunan Muğire b. Saklab, münkerü’l-hadis (rivayetlerinin çoğu münker/reddedilmiş) olarak nitelendirilmiştir. Onun hakkında Nüfeyli, “Rivayetine güvenilmez”, İbn-i Adi ise, “genelde rivayetleri desteklenecek durumda değildir” demişlerdir. Hadislerde geçen ‘küp’ kelimesi de alimler arasında da tartışmaya neden olmuştur.

İslam fıkıh ekolünde kuraldır; Bir konuda tüm hadisler ve ayetler bir araya toplanıp sonuca ulaşılır. İslam, temizlik dinidir! Dolayısı ile, imkanların kısıtlı olduğu bir ortamda söylenen bu hadisi günümüz şartlarında doğru yorumlayamayan bazı ateistlerin varacağı sonuç, bu kişilerin bakış açılarının yüzeyselliğini ve ufuklarının darlığını gösterir. İslam’ın temel hedefi, hem maddi hem manevi temizliğe ulaşmaktır! Şartlar, imkanlar ölçüsünde bu hedeflere ulaşmak, İslam’ın ana gayesidir. Bu amaçlar değişmezken, araçlar ise haram olmadıkça değiştirilebilir! Olayı farklı bir örnekle açıklayalım: I. Dünya Savaşı’nda Avrupalı askerler, zehirli gazlara karşı, idrarlı bezlerle yüzlerini kapatırlardı. İdrarın içindeki amonyak, zehirli gazlara karşı nötralize edici etkiye sahipti. Daha sonra gaz maskesi üretimine başlanır. Bu, o zamanın şartları ile alakalı bir durumdur ve geçici bir çözümdür. Ama hiçbir ateistin aklına, bu istisna üzerinden Avrupayı eleştirmek gelmemiştir! Sonuç olarak Batı dünyasına yıkanmayı öğreten Müslümanlara hiç kimse, temizlik konusu üzerinden saldıramaz! Denerse, bu sadece önyargı ve cehaletinin göstergesi olur ki, 2022 Katar Dünya Kupası için Katar’a giden Avrupa ve Amerikalıların taharet musluğuyla tanışmaları üzerinden daha 2-3 yıl geçmedi. Bu konuya ‘Dinsiz ahlak olur mu?’ adlı yazımızda da kısaca değindik!

Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodu

Aşağıda okuyacağınız gibi T. Dursun daha çocuk yaşta, ‘en tanınmış olmak’ üzere ‘koşullanmıştı!’ Zorlu bir çocuklukla beraber ve içselleştiremediği bilgileri, eğitim için uygun olmayan mekanlarda -dini eğitimin yasak olduğu bir dönemde denetimden uzak, eğitime uygun olmayan ortamlarda- alır. Türkçe bilmediği için çağdaş bilimden ve teknolojiden uzak ve donanımsız bir şekilde yetişir. Çocukluğunda geçirdiği zorluklar ve buna bağlı travmalar, onu zamanla tepkisel davranışlara yöneltir: Eşini döver, müftü iken farklı imajlar çizer ve TRT’de çalışırken çevresince de tepki çeken çalışmalara imza atar! Kısaca sevgisiz bir ortamda yetişen ve istemeden, babasının zorlaması ile ‘klasik eğitimini’ aldığı her şeye zamanla tepki gösterir ve bu kişiliğini oluşturan en büyük faktör olur. Buna psikolojide, ‘Bilişsel çelişki’ denilmektedir. Tüm çocukluk ve gençliğini verdiği ve meşhur olmasının önünü açacağını umduğu ‘Klasik medrese eğitimi’nin pratik hayatta hiç bir karşılığının olmaması onu, içselleştiremediği ve özümseyemediği, istemeden edindiği bu bilgileri tepki amaçlı kullanmaya yöneltir; zorlama, tepkiye dönüşür! Zaten “Duygusal ateizm de, genellikle hayatta karşılaşılan zorlu olaylara verilen tepkilerin bir ürünüdür. Deneysel veriler ile desteklenen çalışmalar göstermiştir ki, ‘zorluklarla başa çıkmakta zorlanan bazı kişiler, Tanrıdan soğumakta, O’ndan nefret etmekte, en sonunda da onun olmadığına inanmaya’ başlamaktadır.” (Ralpy W. Hood JR ve Zhuo Chen, Conversion and Deconversion, s. 542) Yazdığı kitap ile son tahlilde Dursun’u haklı çıkaran bir imaj çizen Sırrı Ataman, Turan Dursun’un ön yargılı yaklaşımı itiraf etmekte ve onun bu ön yargılı yaklaşımının nedenini çözemediğini söyleyip, “Buna neden gerek duymuş olduğu karanlıktır.” (Sırrı Ataman, Unutturulan Ayetler, s. 10) şeklinde bir yorum yapmaktadır. Halbuki sebep, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Dursun’un çocukluğunu ve gençliğini verdiği dini eğitim sürecinin karşılığının babasının yönlendirmesiyle de beklediği şekilde gerçekleşmemesidir ki, bunun üzerine tüm kinini dine yöneltmiş, yazdığı kitaplar ile dine “acımasız bir tarzda eleştiri ile yaklaşmış, dine duyduğu tepki.” (Ataman, s. 9) ile sonuçta ateizme kaymıştır. “Dursun’un bazı kereler keyfi yorumlarda bulunduğu da bir gerçektir. Ayetlerin bir kısmını tahrif ederek, hoşgörü sınırlarını zorlamıştır. Zaman zaman kindar ve garazkar bir tutum sergiler gibi görünen Turan Dursun’un bu duygusallığı”nın (Ataman, s. 10) kökeninde, hep bu çocukluk dönemindeki ‘en tanınmış olma’ güdülemesi yatmaktadır. Ali İmran suresi 7. ayetin, 1400 sene önce bize bildirdiği, “kalbinde eğrilik olup fitne çıkarmak isteyenler” olarak tarif ettiği kimselerden olan Turan Dursun’un bu psikolojik halini Ataman, farkında olmadan da olsa, şu cümlelerle bizlere aktarmaktadır: “Kur’an’ın içinden özellikle cımbızla seçercesine bazı ayetleri almış”tır. (Ataman, s. 10) Aslında Turan Dursun’un psikolojisi en iyi anlatacak kavram ‘suskunluk sarmalı’dır. Uygun ortamı bulana kadar görüşlerini içinde saklamış, uygun ortamı bulunca kendisini ‘dışlanma korkusundan soyutlayıp’ içinde sakladıklarını ortaya saçmıştır. Bulduğu uygun ortamdan aldığı güçle de, sağa sola mektuplar yazıp, “İslamcıların Pehlivanı Yok” diyerek uzun süre çevresine hava da atmıştır. Ama Molla Sadreddin Yüksel’in yazdığı “Makaleler” adlı kitabını,  Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin tarafsız bir zeminde tartışma teklifini görmezden gelmiştir. Diyanet’in (Peygamberliğini ilan eden Evrenesoğlu’na yaptığı gibi) “Muhatap alıp reklam yapmama”  kuralını  ise sonuna kadar istismar etmiştir. Ahmet Kekeç’le yaptığı sohbeti ise tahrif ederek dergide yayınlamıştır! Aslıdan bu psikolojik tepki Dursun’a da özel bir durum değildir. Mesela, Alman filozof Schopenhauer, annesinin ilgisizliğinden dolayı hayatı boyunca kendisini etkileyecek psikolojik davranışlar sergilemiş ve bunu fikirlerine de yansıtmıştır. Yine D. Diderot adlı filozofta, çocukluk yaşlarında iken yaşamını kaybeden rahibe ablasının ölümünden kiliseyi sorumlu tutmuş, gençlik çağlarında cizvit tarikatından da kovulunca ateistliğe yönelmiştir. F. Büchner adlı  ateist yazarda çocuk denecek yaşta ailesinden kopmuş ve yatılı okullarda okumuştur. Babasının yönlendirmesi ile doktor olmuş ama işini hiç sevmemiştir. İlk fırsatta da ailesinden kopup bir daha da onları asla aramamıştır. Benzer bir örneği bizzat ben kendi tanıdığımdan da verebilirim. Yıllarca tarikatçı bir çevrede yaşamış bu arkadaşım, bulunduğu ilin tarikat temsilcisinden adaletsiz bir tutumla karşılaşmıştı. Hayatının merkezinde olan tarikatlara bir anda soğuyan bu kardeşimiz hala namaz niyazında ihlaslı bir Müslüman olmasına rağmen, İslam düşmanı olan insanların bakış açısıyla paralel bir şekilde tarikatlara bakmaya başlar! Aslında tüm bu örnekler bizi tek bir sonuca götürür: Geçmişte yaşanılanların insan hayatında bıraktığı izler ve bunun nerede ve ne oranda zamanla ortaya çıkacağı konusu. Ve daha da önemlisi, verdiğimiz tepkilerin doğru ve haklı bir alana kanalize edilebilmesi, sapla samanın karıştırılmaması! Günümüzde ateist ideoloji taraftarı olan kesim, oryantalist söylem ve iddialardan genelde habersiz oldukları için, Dursun’un tüm iddia ve söylemlerini  büyük bir hayranlıkla izlemişlerdir. Halbuki bu iddialar hiçte yeni şeyler değildir ve Batı dünyasında ‘yüzyıllardır’ dile getirilmektedir! Sorun, bundan habersiz olan ve dine mesafeli bu kesimin cehaleti ve Dursun’un (Ve benzeri diğer ateist yazarların) söylemleri ile Amerikayı yeniden keşfettiklerini zannetmelerinden kaynaklanmaktadır. Şimdi gerek oryantalist, gerekse içerideki sözcülerinden olan ateistlere, bu yazımıza özel olarak Dursun’a cevaplara geçelim.

Hayatı: Turan Dursun 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe (Yapıaltı) köyünde Kürt asıllı bir anne ile köy imamlığı yapan Türk bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 8 ile 17 yaşları arasında ‘klasik medrese eğitimi’ görmüştür. Türkçe okuma yazma ise bilmemektedir. 1955-57 yılları arasında askerde iken ancak Türkçe okuma yazmayı öğrenir. Modern ilim ve aktüel İslami gelişmelerden habersiz iken, 1958 yılında müftülüğe atanır. 1966 yılında ise TRT’de çalışmaya başlar. Emekli olunca İstanbul’a yerleşir ama ekonomik zorluklarla karşılaşır. Tam bu sıralarda ateist İlhan Arsel ile karşılaşır ve beraber çalışmaya başlarlar. Arsel aracılığıyla tanıştığı Amerika’da yaşayan Erkan Boynuince, Dursun’a ayda beş yüz dolar maddi destekte bulunmaya başlar. (Muhammet Altaytaş, Hangi Din, s. 21) Sırası gelmişken belirtelim ki, birçok ateistin ABD’de yaşaması ve Türkiye’ye yönelik İslam düşmanlığında önde olması da hayli ilginçtir: Ateizm sitesi sahibi Aydın Türk, İlhan Arsel bunların başında gelmektedir… Bundan sonra Dursun 1987-1990 yılları arasında onu meşhur edecek eserleri yazar. Yine ne ilginçtir ki, onu sadece dar bir çevre tanır. Taki, öldürülene dek! Bir anda dergideki yazıları kitap haline getirilir, basında tanıtımı yapılır ve ülke çapında meşhur edilir. Konunun daha da ilginci, kitaplarını basan kurumlar bile artık bu cinayetin Gladyo (NATO tarafından gizli olarak örgütlenen kontrgerilla operasyon birimi) tarafından, ülkeyi karıştırmak amacı ile yapıldığını itiraf etmesidir!

“Aydınlanmacı Din Bilgini Turan Dursun bundan 22 yıl önce Gladyo tarafından katledildi. Devrimci aydınımız Turan Dursun, yenilikçi din söylemleri yüzünden, 22 yıl önce Gladyo tarafından katledildi. Dursun, 4 Eylül 90’ında çalıştığı “2000’e Doğru” dergisi binasına gitmek üzere çıktığı evinin önünde Gladyo’nun kurşunlarına hedef oldu.” (Ulusalkanal, 4.9.2012) “Dursun’un ölümü Gladio suikastlarının başlangıcıydı.” (Ulusalkanal, 4.9.2013) Dursun, 4 Eylül 1990’da dergi binasına giderken, Gladyo’nun sıktığı 7 kurşunla aramızdan ayrıldı. (Ulusalkanal, 4 Eyl 2021) Amerikancı Gladyo’nun cinayetleri: Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok. (Aydınlık, 5.7.2018) Büyük aydınlanmacı Turan Dursun’u, katledilişinin 34. yılında saygıyla anıyoruz. (Bilim ve ütopya, 4.9.2020)  Bunca itirafa rağmen cinayet suçunun hep İslami kesime atılmış olması da ayrı bir inceleme konusudur!

Katledilmesinden 2 gün sonraki gazete haberi, aslında ülkemizde yeni bir oyunun da oynandığının habercisi idi! “Öte yandan yazarın geçen hafta piyasaya çıkan ve 12 yaşına kadarki yaşamını anlattığı “Kulleteyn” adlı belgesel romanın ilk baskısı tükendi. Dursun’un 2000’e Doğru ve Yüzyıl dergilerindeki yazılarından oluşan “Din Bu” adlı yeni kitabı da önümüzdeki hafta içinde yayınlanacak.” (Milliyet, 06.09.1990) Evet! Ülkemiz dinden uzak, ateist bir iklimin kucağına itilmeye başlanıyordu. Bunun zirve noktasını da 28 Şubat 1997’de ‘postmodern darbe’ ile gerçekleştireceklerdi!

Dursun 1990’lı yıllara dek ateist kesimce bol övgü ve destek alır. O sonunda aradığını bulmuştur. Artık Türkiye’de parmakla gösterilen ender şahsiyetlerdendir. O, dar bir çevrede kendine edindiği yere ve makama göre yazmaya, üretmeye başlamıştır artık. Yıllardır beklediği çevreyi sonunda bulmuştur! Kendine “Savaşımcı”, “Dava insanı”, “Yüzyılların doğurduğu ölüm” sıfatlarını takar. Artık dünyayı tek başına değiştirecektir! Çevresi de onu gaz getirmekten geri kalmamaktadır: “İslamiyet konusunda dünya çapında bir otorite”, “Aydınlanma savaşçısı” olarak tanıtılır. Zamanla, aldığı klasik medrese eğitimi bile onun için bir tanınma vesilesi olacaktır: “Başkalarının uzun yıllar harcayarak öğrendiğini birkaç senede öğrendiğini” ifade eder. Halbuki klasik medrese ortamını bilen herkes bu eğitimlerin sıkı bir çalışma ile 3-5 yılda elde edilebileceğini bilir. Hele ki babanın özel ilgi, yönlendirmesi varsa! Kendine en çok yardım edenler de, sol kesimce adı sıkça ajanlıkla suçlanan eski bir Mao’cu, akrabası G. T. ile adı siyasi davalarda geçen bir derneğin o zamanki genel sekreteri ve tabii ki İlhan Arsel’dir!

Babası daha doğmadan Dursun için kitaplar satın almaya  başlamıştı. O, “Basra’da ve Kufe’de bulunmayacak ölçüde büyük bir din alimi” olacaktı. Dursun küçük yaşta sıkıntılara maruz kalır. Çocukluğunu yaşayamaz. Tüm bu zorlukları ve bunlara neden olan babasına olan öfkesini ilk eseri Kulleteyn’i yazarak dışarı vurur. Bütün olumsuzlukların sebebi olarak, annesine ve kendisine şiddet ve baskı uygulayan, sürekli “Abdul Hoca” diye bahsettiği ve dinle özdeşleştirerek “zalim baba” şeklinde nitelendirdiği babasını gösterir. Diğer yandan masumane, insani duygu ve güdülerini de din karşıtı bir bağlamda konumlandırır ve bunu kendisine şefkatle davranan annesi ile özdeşleştirir. Babasının zulmünden kurtulup, insani ideallerini gerçekleştirmek için çok okuyup ‘en öne’ geçmesi gerektiğini düşünür. “Ne yapıp edip herkesi geçmeye “ ve  “Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirmeye” karar vermiştir. Ancak aldığı klasik medrese eğitimi, güncel hayata bile cevap verememektedir. Zaten Türkçe okuma yazmayı bile henüz bilmemekte, yaşadığı dünyadan habersizce yaşamını sürdürmektedir. Dursun’un, hem de daha çocuk yaşta, kelam, felsefe ve mantık ile ilgili eserleri kavraması da zaten beklenemezdi. Bundan dolayı okuyup ezberlediği bu eserler çoğu zaman onun kafasını karıştırmış, zaman zaman kendi deyimiyle Tanrı’yla “kavga” eder hale gelmiş; okuduğu kitaplarda “Adem’in topraktan, Havva’nın onun kaburga kemiğinden, Hz. Muhammed’in nurdan, Hz. İsa’nın Cebrail’in üfürüğünden, kendisinin ise meniden yaratıldığını” okumuş ve bunu haksızlık olarak nitelendirmiştir. Özürlü bir kızı, ormanda başı kesilmiş bir insanı, nehri geçerken boğulan arkadaşını, kurbağayı yutan yılanı görmüş, bütün bunlardan sorumlu tuttuğu Tanrı’yı da bir gün rüyasında görmüştür! Dursun, rüyasında gördüğü tanrıya yaptığı işleri beğenmediğini söyleyecektir. Onun, çocukluğunda koşullandığı “En önde olma”, “Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirme” tutkuları ve din  adına yaşadığı bütün negatif tecrübeleri, ileride bilinçaltından çıkacak ve büyük ölçüde şahsiyetini ve dine bakışını etkisi altına alacaktır. (Turan Dursun, Kulleteyn, s. 101)

Dursun için ‘din ve ilim’, sözü edilen duygular denkleminde hayatı boyunca hep “araçsal” bir niteliğe sahip olmuştur. O, bütün bu öğrendiklerini kendisini “hedefine götürecek bir basamak” olarak görür. (Ş. Perinçek, Turan Dursun Hayatını, Anlatıyor, s. 21) Tüm bunlar hakikatte dini anlayıp kavramasına, Yüce Yaradan ile içsel bir iletişim kurmasına hayatı boyunca aşamayacağı bir engel oluşturmuştur. Bundan dolayı onun dini inanç ve anlayışının, aslında hayatının hiçbir döneminde, dinin özü olan Allah’a duygusal yakınlık ve içten bağlılık düzeyine ulaşmadığı, girdiği her işte yaptıkları ile rahatlıkla görülmektedir. Yıllarını harcayıp aldığı eğitim gerçek hayatta hedefine ulaşmakta bir araç olamamakta, toplumda da umduğu ölçüde bir saygı görmemektedir. Tüm bunlar, sonunda onun hırçın ve saldırgan biri olmasına neden olur. En son çalıştığı TRT’den emekli olmasına gerekçe olarak sunulan “Bunalım içine düşmek, iş çevresi ile uyumsuzluk, psikolojik  dengesizlik” (Abit Dursun, Babam Turan Dursun, s. 52) gibi nedenler de bunun göstergesidir. (Detay için, Muhammed Altaytaş’ın ‘Hangi Din?’ adlı eserine bakılabilir!)

Kur’an’ı biraz okuyan herkes, Tevrat ve İncil’i de Allah’ın gönderdiğini hemen anlar. Bozulan çoğu yerlerine rağmen az da olsa bozulmamış bölümlerinde, Tevrat ve İncil’in orjinali olan Kur’an’la ortak ifadeleri hala bünyelerinde taşırlar. Bozulmayan yerlerindeki benzerlikler bu nedenle gayet doğaldır ve bu durum da konu hakkındaki tüm İslami eserlerde açıkça ifade edilir. Ama Dursun, ‘bunu hayatının son döneminde fark edip bu nedenle de dinsiz olmaya karar verdiğini’ ifade etmektedir. Bunun komik bir gerekçe olduğu açıktır!

“Aydınlanma Savaşçısı Turan Dursun. Sivas’ta ‘Nur Cemaati’nin bir kolu olan Süleymancılarla’ çatışma başladı. Bu çatışma, Sivas’ın zenginlerinin de Süleymancılar adına yer alması nedeniyle sürgünle sonuçlandı. Bir telgrafla önce Manisa’ya, oradan da Tokat’a sunuldu. Ama tahsis işlemleri ‘TSK’daki paşaların araya girmesiyle’ durduruldu ve Turan Dursun Sivas’taki görevine iade edildi. 1966’da ‘sözü geçen birinin mektubuyla’ TRT’ye alındı. 1968’den 1976’ya kadar çeşitli programlar yaptı ve yönetti. Sürekli sürgün yedi durdu Turan Dursun. Sonra da defalarca sürüldü Turan Dursun.” (Maxist THKO  çizgisine sahip ‘Halkın Kurtuluşu’ sitesi, 06 Eylül 2014) Süleymancılar bile nurcu olduklarını (!) bilmediklerine eminiz. Evet, bu komik bilgi dağarcığına sahip materyalist arkadaşların verdiği diğer bilgiler Dursun’un kimi kesimce korunduğunu da gösermesi açısından ilginçtir!

Şule Perinçek’in Turan Dursun’la yaptığı 30 kasım 1999 tarihli röportaj’dan alıntı ile devam edelim: “Hafızlar Kuran’ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. Ama ben hemen bilirim… Bir bakıyorum, Tevrat’ın filanca yerinde şunlar var. Aaa filanca surede aynen var, ya da değiştirilmiş biçimiyle var. Levililer’de şu var, ona bakıyorum o da var. Hatta İncil’ine bakıyorsun oda öyle. Zaten epeydir de sorular vardı. “Tamam” dedim “bu adam sahtekardır.” Ama ne fena oldum. Öyle bir hınç oluştu ki! Çünkü o benim gençliğimi aldı, çocukluğumu aldı. Ben ondan dolayı gençliğimi, çocukluğumu yaşayamadım.” Halbuki, “Osmanlı Usulü denilen hafızlık sistemi ile Hafızlar sayfaları kodlarlar. Bu kodlama sayesinde de hafızlar hangi ayetin nerede olduğunu kolaylıkla bulurlar.” (ehad.org.tr/kurani-kerim-hafizlik) İslam cahili bir kitleye kendini bu şekilde pazarlayan Dursun’un ‘aynısını’ bulduğu için ‘hınçla’ ateist olmasına neden olan benzerlikler konusuna değinelim.

Turan Dursun ateist olma nedenlerinden birini de Kur’an’daki bazı ayetlerin Tevrat ve İncil ile ortak noktaları olduğunu, bunun da Kur’an’ın alıntı olduğuna işaret ettiğini ileri sürer. Bunu farkedince ‘fena olduğunu’, Şule Perinçek ile yaptığı röportajda anlatır. (Ş. Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 35) Ne ilginçtir ki tüm oryantalistler de Kur’an’ın Tevrat ve/veya İncil’den kopyalandığını ileri sürerler! Oryantalistlerin bu konuda iddiaları ve cevaplar için, ‘Oryantalizm yanılgısı’ ve‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazılarımıza bakılabilir.

Dursun’un bu keşfi aslında hayli ilginçtir! Çünkü Kur’an, İslam’ın, ilk insandan itibaren gelen din olduğunu, zamanla bozuldukça aynı kuralların peygamberlerce insanlara yeniden hatırlatıldığından defalarca bahseder. Ateizmden İslam’a dönen A. C. Meriç bunu farketmiş ama Kur’an uzmanı bir Müslüman (!) iken ateist olan Dursun bunu kavrayamamıştır! “Hz Adem’den itibaren İslam’ın gönderilmiştir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 133-135) “Hz Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e kadar gönderilen ilahi dinlerin ortak adı İslam’dır.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 99) Sonradan Müslüman olan bir İngiliz yazarla devam edelim: “Kur’an, Allah’ın elçilerinden herhangi birini inkar etmenin, Kur’an’ın kendisini de inkar etmek anlamına geldiğini açıkça ifade eder.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 41) “Muhammed’den yapılması istenen şey, Adem’e verilmiş eski mesajın kendi devirlerine uygun bir şekilde basit bir tekrarını yapmaktır. İslam’ın, İnsanların en eski dininin yeniden imarından başka bir şey olmadığı ortadadır.” (Eaton, s. 67) “İslam, İbrahim’in dininin saflığını yeniden ikame etmiştir.” (Eaton, s. 87)  “Eski peygamberlerden söz edilmesinin amacı, Hz Muhammed’e verilen mesajın süreklilik açısından yabancı ya da garip hiçbir şey içermediğini kanıtlamaktadır.” (Eaton, s. 159) Sonradan Müslüman olmuş Fransız Bilimler Akademisi üyesi ile devam edelim: “Kur’an, kendisinin önce inen kitaplara her Müslüman’ın inanmasını emreder.” (Dr. Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, s. 8) Bu da Müslüman olan başka bir Fransızdan: “Hz Muhammed’i peygamber olarak kabul ettiğinizde, ondan önceki bütün peygamberleri tanımış oluyorsunuz. Çünkü kendisi onların devam ettiricisidir.” (Prof. Dr. Eva de Vitray Meyerovitch, İslam’ın Güler yüzü, s. 62) “İslam dini, Hz. Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e (s.a.s) kadar göndermiş olduğu tek dindir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 24, 108) “Kur’an her peygamberin kendinden önceki peygamberi tasdik ettiğini; İncil’in Tevrat’ı, Kur’an’ın ise hem İncil’i hem de Tevrat’ı tasdik ettiğini” bildirir. (Dr. Osman Kara, Kur’an’ın kutsal kitaplarla ilişkisi, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013/2, sayı: 4, s. II/149) “Kur’an, Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar tüm vahiy sürecini bir bütün olarak ele alır.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 26) “De ki, ben gelen ilk peygamber değilim.” (Ahkaf, 9) “Allah Kur’an’ı, Tevrat ve İncil’i tastikleyici olarak indirdi.” (Ali İmran, 3) “İslamiyet, Hz Adem ile başlayan ve Hazreti Muhammed ile son bulan vahiy sürecinin bütünün mirasçısıdır. ‘İslamiyet’in önceki dinler ile benzerlik arz etmesi elbette doğal ve hatta zorunludur.’ Aslında bu konuda tuhaf ve yanlış karşılanması gereken şey: İslam dininin önceki dinler ile ‘benzerlik arz etmesi değil, etmemesi’ durumudur. Bütün İlahi dinler elbette kaçınılmaz olarak Allah’a ve ahiret, ceza ve mükafat, ibadet, iman, inkar, kitap, peygamber gibi kavramları kullanacaklardır. Bu dinleri gönderen ‘kaynağın bir olduğunu’ gösterir. Toplumlar, peygamberlerin öğütlerini unutmaya yüz tutunca, Allah mesajını tekrar güncellemiştir ve bu süreç Hz Muhammed’e dek devam etmiştir.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, 97-98, 107) “Kur’an ilk insandan tutunda son peygambere kadar gelen bütün dinlerin aynı hakikatleri dile getirdiğini vurgular.” (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 124) “İslam ilk insandan tutunda, son peygambere kadar gönderilmiş olan tek dindir.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s. 189) “Kur’an’ın çok temel mesajlarından biri, tarih boyunca gelen peygamberlerin Hz. Muhammed ile aynı mesajı getirdikleridir.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 133) “Kur’an, tarih boyunca aynı hakikatin aynı yöntemle yani, insan elçilere vahiy yoluyla bildirildiğini söyler. Kur’an’da ortak öze de göndermeler mevcuttur.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım?  s. 19, 250) “Hz. Peygamber kendisinden önce gelen Peygamberlerin getirdiği esasları yıkıp yok etmemiştir.” (Flamur Kasami, Kur’an’da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 146) “Allah’ın her peygambere vahyettiği, kitabın temel konuları da birdir.” (Dr Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s.145) “Hiçbir ümmet yoktur ki kendilerine bir peygamber gönderilmemiş olsun. (Fatır, 24) diyen Kur’an’ın, Müslümanların başka kültürler hakkındaki algılamalarını derinden etkilediğini söyleyebiliriz.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı,  s. 38) “İslam yeni bir din olduğunu iddia etmemiş, Kur’an Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar uzanan bir peygamberlik tarihi hakkında detaylı bilgiler vermiştir.” (Kalın, İslam ve Batı,  s. 46)  “İslam inancına göre gerçek din, Hz Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e kadar bildirilen dinin tek olduğunu kabul eder. (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 55)  “Semavi dinler aslında hepsi aynı kaynaktan gelmeleri itibariyle tek bir dindir. Peygamberlerin ve kitapların kendilerinden öncekileri tasdik etmesi, ilahi kökenli bir dinin yapısına ve mantığına tamamen uygundur.” (Selçuk Kütük, Ateizm Yanılgısı,  s. 22, 35) “Hz Muhammed kendinden önceki peygamberleri izleyip onların görevlerine varis olmuştur. Peygamber, İslam’ın ilk geldiği zamanlardan hayatının sonuna kadar, daha önce gönderilen peygamberlerin de benzer ilahi vahiyler aldıklarına kesinlikle inanıyordu. (Fazlur Rahman, Kur’an, s. 262, 298) “Bilindiği gibi İslam dini, sadece Hazreti Muhammed’e gelen vahiylerin toplamı değil, Hz Adem’den Muhammed’e dek gelen vahiylerin ortak bir bileşkesidir.” (Namık Kemal Okumuş, Sağlam kulpa Tutunamayanlar, s. 196) “Hz Muhammed, yeni bir din getirmediği, tersine İbrahim ve İsmail’e vahiy olunan dini ihya’ya geldiğini söyledi.” (Operatör Doktor Mehmet Ali Derman, Çürütme, s. 87) Vahiy, daha önceki peygamberlerin yani Adem, İbrahim, Musa ve İsa peygamber zamanındaki saf ve basit dinlerin en son şeklini alması ile, Allah’ın son peygamberi Muhammed’e gönderilmiştir. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 22) Aslında sadece Maide, 44-48. ayetleri okumak bile bu konu hakkında bilgi sahibi olmaya yeterlidir. Bu konuda özallikle ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza tavsiye ederiz!

Hadi bu yazarlar Müslüman, Müslüman olmayan yazarlar bile bu gerçeğin farkına varmışlardı!

 

Amerika’da yaşayan Hristiyan tarihçi bizlerin tüm kitap ve peygamberlere iman ettiğimizi kavramıştır ama müftü geçinen din alimi bu uzman arkadaş bundan habersiz yıllarca müftülük yapmıştır! “Bütün Müslümanların Muhammed’den önceki peygamberlerin de peygamberliğine inanması lazımdır. Müslümanlar Tevrat ve İncil’de, Kur’an’la uyuşmayan şeylerin sonradan eklenen ve bozulan şeyler olduğuna inanırlar.” (Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 45-46) Yine ABD’den bir sosyoloji profesörüne kulak verelim:  “İslam, Hristiyanlık ve Yahudilikle birlikte, İbrahimi inancın temel bir varyantı olarak ele alınabilir.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 107) Bu da Almanya’dan bir oryantalist’in yazdıkları: “Hz Muhammed, insanlığın babası Adem’den başlayan uzun peygamber zincirinin sonuncusu, önceki bütün vahiyleri içeren ve aynı zamanda en duru hallerinde onları özetleyen son vahyi getiren kimsedir.” (Annemarie Schimmel, Ve Muhammed O’nun elçisidir, s. 17) Bu da Katolik bir akademisyenden: “Kur’an’da beni en çok etkileyen ise, ‘çok kapsayıcı’ bir Kutsal Kitap olması oldu. İslamiyet’in Yahudilik ve Hristiyanlıktan daha kapsayıcı olduğunu kesinlikle ‘fark ettim.’ Diğer iki din pek çok peygamberi ve yaşantısını kabul etmez iken, İslamiyet hepsini ediyor.” (Gary Wills, Kur’an’ın Anlamı nedir? Alınıt: Risale Haber, 23 Ekim 2017)
Bu da bir İngiliz oryantalistten: “İslam’ın kökleri ile Yahudilik ve Hristiyanlığın kökleri aynıdır ve değerlerinin birçoğu da ortaktır.” (Jack Goody, Avrupa’da İslam damgası, s. 127) Christiaan S. Hurgronje, İslam düşmanı bir oryantalist olmasına rağmen Hz Muhammed’in hiçbir zaman yeni bir din öğretisi getirdiği iddiasında bulunmadığını anlayabilmiş ve eserine de bunu yazmıştır. (Mohammedanism, s. 50) Evet, oryantalist bile bunu anladı, müftülük makamını işgal eden bu uzman kişi anlamadı! Bir de  ABD’li film artistinden örnek verelim. Will Smith: “Ben tüm kutsal kitapları okudum, her birinin nasıl tek bir hikaye olduğuna şaşırdım, Tevrat’tan İncil’e, oradan da Kur’an’a. Daha önce bunu asla anlamamıştım, evet hiç anlamamıştım, Ama şimdi sanki çizgiyi ilk kez görüyormuşum gibi, biliyorsun, asla tam olarak anlamamıştım, baba olarak İbrahim ve sonra İshak ve İsmail ile ayrılma; bu anlayışın tamamlanmasını kavramak güzeldi.” (Milliyet, 20.03.2024) Amerikalı artist bile anladı!

Son örneği de, Yahudi iken sonradan Müslüman olan Muhammed Esed (Leopolde Weiss) adlı gazeteciden verelim. Secde suresi 23. ayeti Esed şöyle meallendirir (Meal: Kısa açıklama ile tercüme etmek): “Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa’ya (da) vermiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (gerçek) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık.” Sonradan Müslüman olan da hatta olmayanlar oryantalistler dahil bu gerçeği anladığı ama ‘yüzyılların doğurduğu, bir çok ilim dalında uzman (!) olan’ bu müftü (!) anlayamamıştı! Zaten zamanla bozulan “Musevilik ve Hristiyanlık; tevhid, nübüvvet, vahiy, ahiret inancı ve varlık anlayışı gibi temel konularda bile İslam’dan apayrı bir anlayışa.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s.123) sahip hale gelmişti. Bunuda mı fark edememişti acaba?! Aşağıdaki ayetlerde konumuz ile paralel içeriğe sahiptir: Hz. İsa: “Havarilere, ‘Bana ve peygamberime inanın’ diye bildirmiştim, ‘İnandık, bizim Müslimler olduğumuza şahit ol’ demişlerdi.” (Maide, 111) Hz. İbrahim:” O’nun ortağı yoktur. Ve ben bununla emrolundum. Ve ben, Müslümanların (teslim olanların) ilkiyim.” (En’am, 163) “ Hz. İbrahim, Yahudi veya nasrani olmadı. Fakat hanif (Allah’ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O’na ulaştırılmasının ve Allah’a teslim olmanın farz olduğuna inanan), (Allah’a teslim olmuş) bir Müslümandı. Ve o müşriklerden olmadı.” (Ali İmran, 67) Hz. Yusuf: “Rabbim bana mülk verdin. Ve olayların (sözlerin, rüyaların) tevilini (yorumunu) bana öğrettin. Semaları ve yeryüzünü yaratan, Sen benim dünyada ve ahirette velimsin (dostumsun). Beni Müslüman (Allah’a teslim-i küllî ile teslim olan) olarak vefat ettir ve beni salihler arasına kat.” (Yusuf, 101)

Dursun’un şahsiyetinin belirleyici yönlerinden biri olan ve İslam’a karşı odaklanmış bulunan “kin, nefret ve saldırganlık” duyguları gerçeği görmesine engel olmuştur. Bunu kendisi de ifade etmekten çekinmemiştir zaten: “Ben sürekli Tanrı kavramına başkaldıran bir yapıyı taşıdım. Bu bir evrimsel süreç içinde bir gelişme niteliğinde oldu. Söylerdim, Tanrı ile kavga ederdim… O an bende öyle bir hınç oluştu ki, çünkü o (din, peygamber) benim gençliğimi, çocukluğumu aldı, onun yüzünden çocukluğumu yaşayamadım. O dakikadan itibaren dinle savaşa girdim.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 34)  Bundan dolayı Dursun’un önerdiği dünyada öncelikle dinsizlik olacaktır. (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 61)  Aslında Dursun sadece dinle kavgalı değildir. O çevresiyle de uyumsuzdur. Gerek müftülüğü gerekse TRT’deki görevi esnasında yaşadığı sürgünlerin gerçek sebebi de bu olsa gerektir. TRT’den emekli olmasına sebebiyet veren son sürgüne gerekçe olarak “bunalım içine düşmek”, “iş çevresiyle uyumsuzluk” ve “psikolojik dengesizlik” gibi nedenlerin gösterildiğini yine kendisi anlatır. (Abit Dursun, Babam Turan Dursun) “O ‘hayatının her döneminde bulunduğu yer ve konumla uyumlu görüşleri, en sivri ve uç düzeyde’ savunmuştur. Müftülüğü döneminde aydın, ilerici din adamı olarak tanınırken, TRT’de “katı laiklik, akılcılık, bilimcilik” gibi temaları ön plana çıkarır, emekliliğinde ise ilişkide olduğu çevre ve yazılarını yayınladığı dergiler paralelinde keskin bir “din karşıtı” ve “Aydınlanma savaşçısı” kesilir. Öyle görünüyor ki, hayatının her döneminde onu “mücadele etmek durumunda kalan bir muhalif” konumuna düşüren iddiaları değil, iddialarında kullandığı sert, katı ve agresif üslubu ve tarzıdır. Dursun’un kişiliğinde belirgin olarak öne çıkan unsurlardan birisi de cinsel içerikli tecrübeleridir. Kulleteyn isimli romanında köpeklerin, koyunların çiftleşmesi gibi anlatımlara doğal görünmeyen bir tarzda yer verirken, koça masturbasyon yaptırdığını da anlatır. Rüyasında gördüğü peygamberden, sevdiği kızı elinden alacağı endişesiyle kaçar. Çocukluğunu anlattığı bu çalışmasında yazar, bazen aynı sayfada onlarca olmak üzere, yüzlerce defa argo ve iğrendirici ifadeye yer verir. Çoğu zaman da bu kullanımlarla İslami kavram ve değerler arasında irtibat kurar. Bütün bunlar aynı zamanda onun çocukluğunda din adına yaşadıklarının kişiliğinde bıraktığı derin izlerin işaretleri olarak görülebilir. Dursun’un bu üslubu sadece bu romanında değil, başta Hz. Muhammed’i tanıtırken olmak üzere bütün yazılarında öne çıkar. “Uslup ve ifade tarzının sahibiyle alakası, direkt ve tartışmasızdır.” Onun değerlendirmeleri çoğu zaman hamasi, agresif, hatta isterik denebilecek özellikler gösterir. Hatta ünlü solcu İlhan Selçuk için “İslamcı Marksist” diyecek kadar sübjektif bakış açısına sahip biri olduğunu belirtirsek, tamamı ile düşman olduklarına suçlama da hiç sınır tanımayacağı kesinlikle anlaşılabilir. Dursun’un İslam’ı değerlendirme konusundaki tavrı hiçbir zaman bilimsel, nesnel ve samimi olmamıştır.” (Muhammet Altaytaş, Hangi Din, s. 29)

Dursun’un babası, 8–9 yaşlarındaki Dursun’u aileden ayırarak çok zor yaşam koşullarına sahip olan bir medreseye teslim eder. Çevresi başka ırktan insanlarla doludur ve kendisine ‘Türko’ denmektedir. (Dursun, Kulleteyn, s. 15) Bir ara camide birkaç gün yalnız kalmak durumunda olan Dursun, camideki tabut ve gece karanlığından çok korkar. (Kulleteyn, s. 91) Çocukluk ve gençlik arzularını yaşayamayan Dursun, içinden peygambere büyük bir kin duyar. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 36) “Sivas’ta müftüyken alışılmamış bir müftüydüm. Sekreterim çok güzel bir kızdı.” diyen Dursun daha o yıllarda, “Devrim Ocakları”nın kurucuları arasında da yer almıştı. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 36) Bir ara komünist bir öğretmen de ona çok yardım etmişti.  Ondan bazı eserler alıp okumuş ve “ürkecek bir şey de yokmuş” sonucuna ulaşmıştı. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 34) From, “Kişinin inancının yıkılmasına tek bir olaydan çok, küçük küçük birçok deneyimin birikmesi yol açar.” (Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 25–26) demektedir. Spranger ise ateizmden bahsederken “büyük bir düş kırıklığına uğramış dini dürtü”den söz eder. (İnsan Tipleri, s. 175) Sonuç olarak Dursun; olumsuz çocukluk dönemi deneyimleri, bu deneyimlerin bir sonucu olarak yaşadığı zihinsel ve duygusal çöküntüler, yetişkinlik döneminde yaptığı ‘farklı’ çıkışlar ve bundan dolayı doğal olarak çevresinden aldığı olumsuz tepkiler, bu zorlukları yaşarken materyalist çevrelerden gördüğü yakın ilgi ve en önemlisi “beklenti ve ideallerine ulaşamaması” (Doç. Dr. Hasan Kayıklık, Dini İnkar Bağlamında Turan Dursun, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5 (1), 1-14) onu yavaş yavaş dinden uzak bir yaşama yöneltmiştir.

Dursun’un psikolojik sorunlarını, ahlaki zafiyetlerini deşifre eden açıklamaları ve dini bilgileri daha 10 yaşından itibaren kendi nefsi amaçları için kullandığınına deliller

Dursun 14-15 yaşlarında bazı hadisler uydurarak esans satar (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 28) ve daha hayatının çocukluk dönemlerinde dini kullanarak çıkar elde etmeyi ve gerektiğinde yalan söylemeyi adet haline getirir. Zaten yazdığı eserlerde de buna dair pek çok kanıtlar mevcuttur. “Babam ‘kafama koymuştu’: “Basra’da, Kufe’de bile bulunmayacak ölçüde büyük alim olacak oğlum.” Hatta, babam daha evlenmeden Adana’ya gitmiş. Adana’dan armağanlar getirmiş anasına. Tabii Adana’da biraz çalışmış. Armağanlardan başka kendisine de bir şeyler almış. Ninem “Peki kendine ne aldın?” diye sormuş. “Kendime bir iki kitap aldım” demiş. O zamanki dinsel kitaplardan. “Ana, aslında ben bu kitapları oğluma aldım” demiş. Daha evlenmemiş! Anası, “Daha evlenmedin, oğlun nerede?” demiş.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 18) “Dünyayı ‘değiştireceğimi’ biliyordum bir ölçüde. Birçokları bana, “ya olur mu? Sen? Dünyayı?” diyordu. ‘Belki bir tepkiden doğmuştur.’ Hani, ikide bir bana, “sen mi bu dünyayı değiştireceksin, sen mi bu dünyayı…” Tamam, kardeşim ben, bu dünyayı değiştireceğim! Başka bir yolu yok, ben bu dünyayı değiştireceğim. Kimsenin kararı değil. ‘Bu dünyayı ben değiştireceğim diye yola çıktım.’ Hiç kimse bana yer vermezken, yer verilmezken, bu savı ileri sürüyorum. Yıldırım’a [Aktuna] bile sormuştum: “Bak sen deli doktorusun, ne dersin… Yani ben dünyayı değiştireceğimi söylüyorum. “Gülmüştük.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 15) “İlk don giydiğim zaman Adana’daydım. Donumu görsünler diye… Şişman bir kız sevmiştim karşıda oturuyor, şişman mişman, kız olsun da ne olursa olsun, gördüm beğendim. Bu kıza nasıl kendimi beğendiririm, donumu görürse… Dama çıkmıştım, çabalıyorum ki, kız bana doğru baksın. Kız bir türlü bakmıyordu. Yani epeyce çaba harcamıştım, kızın ilgisini çekmek için, donuma baksın diye… 7 yaşındayken aşık olmuştum. Bir de Kargalık köyündeyken aşık olmuştum. Safi diye bir kız. Allahla kavgalaştığım zamanlardan birindeydi kızla arkadaşlığım. Sevgili olmuştuk. Kız beni ayartmıştı. Ailesi bizim evlenmemizi istiyordu. Kız beni hep ayartırdı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. Kız “soyun, işte şöyle, böyle”, yani benim hiç bilmediğini şeyleri kız göstermişti o sıralar. ‘Epeyce ilişkiler’, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda. Fakat kızın bir ablası vardı çarpık çurpuk, Allahla kavgam ondan. Rüyamda Allahı görmüştüm. Bir söğüdü yontuyordu. Bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. Dallarını falan yontuyor. Herkes çevresine toplanmıştı. Ben bir fırsatını buldum, sokuldum. “Kim bu?” diye sordum. Allah, dediler. “Peki, söyleyeceklerim var” dedim. Önce kızmaması için yemin ettirdim. Yemin etti. “Valla billa kızmam” dedi. “Ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben senin yerinde olsam bunları yapmazdım. Madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın? Sonra Safiyi çok güzel yaratmışsın. Sabo, Safi’nin ablası. Çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. Çok üzülüyordum, acıyordum, “neden öyle yaptın” dedim. Böyle bir tartışmamız olmuştu. O zamanlar 10-11 yaşlarındaydım.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 32-33) “İçerledi Tanrı’ya. Kendisi Tanrı olsaydı öyle yapmazdı.” (Turan Dursun, Kulleteyn,  s. 73) “Kız: Bak seni tanıyorum. Sana bu köyde “Türko” diyorlar. “Çok da zekimişsin.” Kim söylüyor? “Herkes. Büyük Hoca Molla Nasır da söylüyormuş. “Bu çocuk, büyük alim olacak” diyormuş” Olacağım elbette. “Kufe’dekiler”den, “Basra’dakiler”den daha büyük. Sen gördün mü onları? Görmedim, ama biliyorum. Nasıl biliyorsun? Kitaplarda okuyorum. Babam da söylemişti. Konuşurken sorup birbirlerinin adlarım da öğrendiler. Kızın adı: Safo.” Safo’nun göğüsleri ilgisini çekti. Göğüs kapalı ve giysi kalın olsa da çıkıntılar belli oluyordu. Göstermesini istese kız gösterebilir miydi? Gösterse, o da baksa, kimse” bir şey der miydi? “Memeleri yeni tomurcaklanrmş kız”mış. Kur’an da geçiyor. Cennet kızlarındanmış. -Ya?!!! – Vallaha! senin “meme”lerin de onlarınki gibi mi? Göster de göreyim! Burada olmaz, gel! Evde, anamdan başka kimse yok.” (Turan Dursun, Kulleteyn,  s. 74-75) “Safo fistanını çıkardı, peynir tulumunun üstüne koydu ve çıkıp üstüne oturdu. Ayaklarını sallamıştı yine. Çırılçıplak. Haydi gel bak memelerime. Baktı, elini dokundurdu. Çok, çok hoşlanmıştı. Haydi em! Ben bebek miyim? Dudaklarını kızın memelerine dokundurdu. Daha da hoşuna gitmişti. Kız çıplaktı, ama nedense bacaklarını birleştirmişti. Bacaklarının arası nasıldı acaba? Kıza bacaklarını ayırmasını söyledi. – Olmaz! – Niçin? -Vallaha birşcy yapmam ben. Öyleyse niye görmek istiyorsun? “Fıkıhta, Şeriat’te, “ferc”den sözediliyor. “Ferci dahil (kadınlık organının iç kesimi), “ferc-i hariç” (kadınlık organının dış kesimi) diye geçiyor. “Nasıl olurmuş, görüp öğrenmek istiyorum.”  Öyleyse dışını gör! Tamam! Orada biri gelip o durumu görse, çok doğal biçimde ve içtenlikle, “bir ‘fıkıh konusunu’ incelediğini söylerdi ona.” Kız bacaklarım biraz ayırdı. O da, yaklaşıp baktı. Daha çok bir incelemeci gözüyle.” (Turan Dursun, Kulleteyn,  s. 76-77)  “Safo’ların evinin önündeki yıkık duvarın üstüne çıkıp oturdu. Ve ayaklarını salladı. Daldı: Safo yanındaydı. O da ayaklarını uzatmıştı. Sonra soyunmuştu… Kurbağalarda, tosbağalarda da görmüştü. Tavuklarda, kazlarda, “culuk”larda da. Koyunlarda, sığırlarda da.. Atlarda, eşeklerde de… Hele atlardaki durum, çok belirgin vc şaşılasıydı. Derenin uygun bir yerinde aygırlar, kısraklara “çckilir”di. O şuada aygırların bacaklarının altından, soba borusu gibi ve up-uzun bir nesne; aşağı yukarı iner kalkar; tam kıvamına gelince de iki ön ayaklarını kaldıran aygır, kısrağa “atlar”dı. Hem de nc atlama. Daha görkemlisi olamaz.” (Turan Dursun, Kulleteyn,  s. 84-85) “İçlerinde bir görkemli: Koç. Ne ki, en çok ilgilendiği şey, başka: Egemenliğindeki koyunlardan, üstüne atlamasını isteyenlerin “gel, atla!” anlamındaki çağrısı. Çağrıyı alır-almaz; hemen gidip atlıyor. Ön ayaklarını dişinin üstüne koyarken, arka ayaklarıyla yere basıyor ve upuzun, sip sivri nesnesini, sokmak istediği yere kolaylıkla sokuyor. Çok geçmeden de güçleri birkaç saniyelik erkekler gibi fişeğini atmış, işini bitirmiş olarak iniyor. Biraz otluyor, bir daha. Biraz otluyor, bir daha. Bir daha, bir daha.. İki atlayış arasında biraz otlamadan edemiyor. Atlama gücünü otlardan alıyor sanki. Bunları izliyordu hep. Hava da oldukça güzeldi. Koçun koyuna atlayışını izlerken, köpeklerde tanık olduğu çiftleşmeyi, köpeğin kancığına atlayışını anımsayıp göz önüne getirdi. Karşılaştırdı. Benzerlikleri vardı, ama benzemezlikleri de vardı. Erkek köpeğin cinsel organı, koçunkine oranla hem kalın, hem de topuzlucaydı. Koça yaklaştı. Eliyle sırtını, okşadı. Sonra eğilip o sivri nesnesini tuttu. Yuvasına çekilmiş olan nesneyi, üstündeki derinin üzerinden o yana bu yana kıpırdatmaya, deriyi ileri-geri etmeye ve itmeye başladı. Koçunkini de elle kusturup kusturam ayacağını görmek istiyordu. Ve görüyordu: Kusturuyordu koçunkini de. Koçunki de atı atıveriyor, “fırtığını” fırlatıveriyordu. Denemesinden ve sonucundan memnun olmuştu.” (Turan Dursun, Kulleteyn,  s. 219) “Sonra “kutsal kitaplarla karşılaşınca, Kur’an’dan önceki kitaplarla tanışınca, Muhammed’in aktarmacılığını birden kavradım.” Hiç aradan zaman geçmedi. Daha önce Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgim vardı ama İslam’ın aktardıklarıyla biliyordum. Kendi kaynaklarından bilmiyordum. Tevrat’tan ve İncil’den söz edilirdi. Kendi kaynaklarıyla 1960’lı yıllarda tanıştım. “Türkiye Gençlik Teşkilatı’nın” bana bir çağrısı, önerisi olmuştu. Götürelim, “Papa ile tanıştıralım”, demişlerdi. Onların amaçları şöyleydi. “Bakın bizde de böyle aydın bir din adamı var.” Nadir Nadi’nin sütununda yazı yazdırmışlardı. “Baş sayfalarda” yer alıyordum. Çok popüler bir müftüydüm. Bir yere gittiğimde Sivas Müftüsü, aydın müftü Turan Dursun İstanbul’a geldi, Ankara’ya gitti… O zaman “valiye yer vermezlerdi, bana” yer verirlerdi.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 39-40) “Aaa, daha ilk elime aldığımda sahtekârlığını görebildim. İlk elime aldığımda! Hafızlar Kur’an’ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. Ama ben hemen bilirim. Çünkü dünyam olageldi. Bir bakıyorum, Tevrat’ın filanca yerinde şunlar var. Aaa filanca sürede aynen var, ya da değiştirilmiş biçimiyle var. Levililer’de şu var, ona bakıyorum o da var. Hatta İncirine bakıyorsun o da öyle. Zaten epeydir de sorular vardı. “Tamam” dedim “bu adam sahtekârdır.” Ama ne fena oldum. Öyle bir hınç oluştu ki! Çünkü o benim gençliğimi aldı, çocukluğumu aldı. Ben ondan dolayı gençliğimi, çocukluğumu yaşamadım. Ve o dakikadan başlayarak hemen savaşa giriştim. Savaşmam için mesleğimi bırakmam gerekir. Mesleğimin doruğundayım. Rasgele bir müftü değilim. Hani, vardır aydın müftü, gâvur imam falanca, ama toplumda saygı görmezler. Çünkü dini bilmezler. Ben hem aydın çevrelerde, aydın müftü olarak son derece büyük saygı görüyorum. Kimi zaman önümde eğiliyorlar. Böyle saygın bir yerim de var. Eli öpülen bir durumum var. Sivas’ta müftüyken bir sekreterim vardı. Alışılmamış bir müftüydüm. Sekreterim çok güzel bir kızdı. Müftü Vekili olarak koymuştum.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 41) “Dinsiz, pardon Muhammed’siz peygambersiz olduğum dakikadan başlayarak açıkça söyledim. “Deneyler yaptım” kendi kendime. Tanrının olmadığına ilişkin. “Rastlantılar üzerinde durdum. Rastlantı öğeleri üzerinde durdum.” Evde, karım gene şaşırmıştı. “Sen delirdin mi” demişti. “Kovaya su doldurdum. Süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rasgele serptim. Baktım. Bakıyorum duvarlarda çeşitli biçimler oluşuyor. İnsan resmi, hayvan resmi, ağaç… Kuruyor. Ben bir daha serpiyorum.” Kadıncağız orada öyle bakıyor. “Ne yapıyorsun sen” diyor. “Neden yapıyorsun?” Allah var mı, yok mu onu bulamaya çalışıyorum” dedim. Anlayamıyordu, suyla süpürgeyle duvara serpmeyle Allah’ın ne ilişkisi var. “Onlarla bir kanıt bulmuştum.” Bu duvarlarda çeşitli resimler oluşuyor. Hayvan resmi. “Gerçi süpürge benim elimde, su da. Suyu serpen de benim.” Rastlantısal oluyor. Demek ki rastlantılar. “Öyleyse neden insanlar da evren de rastlantısal” olmasın. Bu Allahlılık iki üç yıl daha sürdü. Birden tümden o da silindi. O gelişmeler artık Tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle sıçrama gösterdi. Tanrıyı inkar etme demiyorum, olan bir şey yok ki inkâr edeyim. Tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o sıçrama, birkaç yılımı aldı. “Çöpçülüğe” başvurmuştum. “Bir arkadaşımın önerisiyle TRTde göreve başladım,” bir sürü program yaptım.” (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 42-43)

Turan Dursun’un Metodunun eleştirisi

Dursun da tıpkı oryantalistler gibi, İslami kitaplardan eleştirebileceği parçaları alıp aynı yerlerdeki İslam’a yönelik yaptığı diğer iftiralara verilen cevapları görmezden gelmiştir. Bu durum da, onun belli bir bilimsel metot kullanmak yerine tamamen yukarıda bahsettiğimiz tepkisel, hırçın kişiliğini eserlerine yansıttığını göstermektedir.

Mesela; Şeytan ayetleri masalını anlatırken işine gelen 3-4 İslam aliminin kitaplarından alıntı yaparken bunu reddeden (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni gibi) onlarca alimi ve eserlerini görmezden gelmiştir. (Bu konuya cevap için de, ‘Garanik olayı veya Şeytan ayetleri’ adlı yazımıza bakılabilir!) Arap dilindeki mecazı (benzetme sanatını, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çevirilerle okuyucuya sunmuştur. (Mecaz konusunda detay için, ‘Teşbih, mecaz’ adlı yazımıza bakılabilir.) Mesela ‘Allah’ın gözetlemesi’ manasındaki “Allah’ın gözü” deyimini “insanın gözü gibi göz” diye tercüme etmiştir. Kelimelerin özellikle zihninde olumsuz anlamlar uyandıracak şekilde çevirilerini yapmıştır. Mesela ‘eş’ kelimesi yerine ‘karı’ kelimesi kullanması gibi. Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları göz ardı etmiş, herhangi bir tefsirde ki istisnai/aykırı görüşü İslam’ın görüşüymüş gibi okuyucuya sunmuştur. Mesela ayın yarılması (Bu konu için, ‘Kur’an ve bilim 2, Kur’an’daki bilimsel ayetlere itirazlara cevaplar’ başlığı altındaki ‘Ay yarıldı mı?’ adlı yazımıza bakılabilir) konusunda (Din Bu, s. 217) İbnü’l-Cevzi’nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmiştir. Ama kitabının 230. sayfasında ise İbnü’l-Cevzi’yi güvenilir bir müfessir olarak yine kendisi tanıtmıştır.  Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken, nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunu anlatan ve kendisinin de “güvenilir” kabul ettiği tüm tefsirleri bir çırpıda göz ardı edip şöyle yazabilmiştir: “Tefsirler Ferezdak’ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması gözönünde tutulursa, sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir.” (Din Bu, s. 204) Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda yapmaz ama. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler ‘20 farklı şekilde’ aktarılmıştır. ‘Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır’ deseydi, Dursun’un samimiyetine inanabilirdi. Tüm bunlar onun  bilimsellikten ve objektiflikten uzak,  tepkiselciliğine ve sübjektifliğine işaret etmektedir. ‘Nefislerinizi öldürün’ ayetini mecburi anlayış istikameti gibi, ‘kendinizi (birbirinizi) öldürün’ diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, ‘insanın zararlı eğilimleri’ olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçlayan da yine kendisidir. (Din Bu, s. 222) Halbuki aynı kitabının 254. sayfasında Şerif Cürcani’nin ‘Tarifat’ından aldığı tanımda nefsin, ‘eğilim’ anlamına geldiğini de kendisi söylemektedir! Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak kullanan da yine kendisidir. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul etmektedir: “Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur.” (Din Bu, s. 158) Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğununu bile  zorlar niteliktedir. “Neden son peygamber bir Arabi?” Sanki başka bir milletten olsa, yine aynı soruyu kendisi sormayacaktı?!

Görüldüğü gibi, T. Dursun’un kitapları bir metottan yoksundur. Sadece İslam’a duyduğu tepkiden doğan, kimi yerde duygusal, kimi yerde doğru olmayan ve mantıksız yargılarda bulunmuş, yanlış aktarılmış bazı hadisler ve tefsirlerdeki israiliyattan (Yahudi kaynaklarından tefsirlere geçen ve islami açıdan reddedilen bilgilerden) etkilenmiş bilgilerle dini kötülemeye çalışmıştır. Mesela Peygamberimizin savaşta kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunulmamasını emreden birçok hadisini görmezlikten gelmiş, buna karşı gerçekliği tartışmalı birkaç haberle bunun aksini iddia etmeye çalışmıştır. İşine gelen yorumlardan -İstisna, uydurma farkı gözetmeden- alıntılarla kitaplarını doldurmuştur. Dursun, İslam’ın akıl ve ilimle olan bağlantısını çarpıtıp, düşünme ve akılla ilgili yüzlerce ayet ve hadisi göz ardı ederek şöyle de diyebilmiştir: “Din varken kafanızı daha ileri, daha güzel şeyleri yapmaya kullanamıyorsunuz. Kullandığınız zaman engeller çıkıyor.” (Din Bu, s. 16) Halbuki Harizmi sıfırı bulup kullandığında İslam buna engel mi olmuşdu? El-Cezeri tarihte ilk robotları yaparken, Abdüsselam kendisine 1979 Nobel Ödülünü kazandıran teoriyi geliştirirken din engel mi olmuştu? (Bu konuda “Müslüman ilim öncüleri” isimli yazıyıa bakılabilir.) Dursun’un iddiaları da zaten kendi orijinal görüşleri değil, yüzlerce yıldır Hristiyan ve Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece bu fikirlerin pazarlamacılığını yapmıştır. Dursun, usul/metodoloji bilgisi konusunda da subjektiftir. İşine geldiği gibi kaynakları kullanmıştır. Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden de habersizdir. Hadis ilminde, ‘haberi vahid’le, ‘haberi mütevatir’in farkından bile habersiz gözükmektedir. Rivayetlerden ‘işine geleni’ okuyucuya doğru olarak sunmuştur.  Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır. Alaycı, edepten yoksun ifadelerle ele aldığı konularda okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.

Don Kişotvari bir tavır sergileyen Dursun, Allah ile iplerinin kopmasını da şöyle açıklamaktadır: “Allah’la kavgam ondan. Rüyamda Allah’ı görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. Bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor. Herkes çevresine toplanmış. “Ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. Senin yerinde olsam bunları yapmazdım. Madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın’? Sonra Safi’yi çok güzel yaratmışsın. Sabo, Safi’nin ablası, çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. O zamanlar ‘10-11 yaşlarındaydım.’ (Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 32) Bozulmuş Tevrat’taki, Yakub peygamberin Allah’la güreş tutmasından (!) çok etkilendiği anlaşılan Dursun biraz akaid okusaydı, Allah’ın rüyada görülmeyeceği (A’raf, 143) o görülenin şeytani bir varlık olduğunu hemen anlardı. O çok genç yaşta gerçek ilişki de yaşamıştır. “Kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. Kız soyun, işte şöyle, böyle”, yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. Epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda.” (Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 32)  Sağlıksız ortamda, formasyondan uzak, ezbere dayalı, anlamadan, küçük yaşta cinsellikle ki, sapık cinsellik dahil (Kulleteyn, s. 85), tanışan, normal bir çocukluk geçirmeyen, psikolojisi bozuk olan Dursun’un, yıllarını verip öğrendiği bilgilerin pratik hayatta bir karşılığının olmadığını görmesi, bir de üstüne okumayı bile askerde öğrenip, ilkokul diplomasını dışarıdan alıp hayata sıfırdan başlaması onda büyük bir kin oluşturmuş, hırçın biri haline getirmiştir. Başkasına kaçırmayı düşündüğü kadın zamanla eşi olmuş (Abit Dursun, Babam Turan Dursun, s. 21) ama başkalarına aşık olmaktan da bunlar onu alıkoymamıştır. Eşi ile de sorunlar yaşamıştır ama eşi, ‘Dursun’u Allah’tan daha yüksek’ görmektedir. (Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 36) Eşini dövmüş ama bunu da “Molla döneminde ilk zamanlarda oldu” diye dine bağlamıştır. (Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 35) Yine ona göre, Türkiye’den Papa ile konuşması için onu seçmişler ama sonra Dursun bundan vazgeçmiştir!

Dursun’un Arapça seviyesi ve  bilerek çarpıtmalarına örnekler 

Turan Dursun kendini her alanda uzman ilan eder. Halbuki bir ilahiyat profesörü uzman olduğu alan için yıllarca çalışır, Arapça dışında en az İngilizce gibi bir tane daha yabancı dil öğrenir, yurtdışında araştırmalar yapar ama uzman olduğu alanla ilgili hala öğrenmeye de devam eder.  İlkokulu dışarıdan bitirmiş, Türkçeyi sonradan öğrenmiş; Arapça bilmek dışında bir özelliği olmayan Dursun ise kendini ‘her alanda’ uzman ilan edebilmiştir!

Sarf-Nahv, bedi-beyan, tefsir, hadis, fıkıh, kelamı, mantık, ıstılah, usul, aruz, İslam Tarihi, astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu (!) olduğunu iddia eden (Din Bu I/97) Dursun, Hz, Peygamber’in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktardıktan sonra (Din Bu I/34), “Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur; yapmayabilirsiniz” (Ma aleyküm ella te’falu) şeklinde tercüme ettiği cümlenin aslında tam tersine “Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz” demek olduğunun bile farkında değildir. Hatta ‘ma nafiye’ (olumsuz edatı) da olabilir ki, o zaman “Neden yapmayacaksınız?” anlamına da gelir hadis.  Yine kitabında (Din Bu II/46) “Birçokları gibi lbn Hazm’ın da, sabiilerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var.” dedikten sonra, “Ancak onlar, 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar.” şeklinde Hazm’dan alıntıda bulunur. Ama, “Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, “duman, buhur, tütsü” anlamına gelir. Yani, tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, günümüzde de yapıla gelmektedir. Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir.” (Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu I/11-14) Yine Dursun, Hz. Muhammed’in güya ‘şehvetperestliğini kanıtlamak’ hevesiyle, Gazali’nin İhya’sında yer alan bir rivayeti aktarır: Ali’nin oğlu Hasan’ın, bir alışta “altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed’e anlatıldığında, Muhammed’in: ‘O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor.” Aslında Dursun yine Gazali’nin ibaresini tahrif etmiştir. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan’ın, dört kadın değil, bir kadın alması bile mümkün değildir. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştur. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için “O yaratılışta da, huyda da bana benziyor” demesi mümkün müdür? Dursun, Hasan’ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü okurlarının aklınca ispatlamak istemiştir! Ahzab 51. ayet inince,  güya Hz. Aişe şöyle demiştir: “Ma era (ura) rabbeke illâ yüsariu hevake”: “Görüyorum ki, senin Allah’ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Dursun’un çarpıtarak verdiği özün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” A. Davudoğlu tercümeyi şu şekilde yapar: “Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum.” (A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. VII/ 402) Molla Sadreddin Yüksel şöyle demektedir: “Hz. Aişe’nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber’e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah gerçekten O’nun arzu ve isteğini -Mesela eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını- süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O’nu da -Peygamberi de- rahatsız edebilirdi.” Ayrıca Molla Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a”  davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (S. Yüksel, Kur’an’dan Cevaplar, 8-9) Çarpıtmalarından bir örnek daha verelim: “Filistin’de “Übna” denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu: Sabahleyin Übna’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve “Übna” köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.” (Ebu Davud, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124’teki 2’nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948) Aslında Übna baskını, durup dururken yapılmış değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini de öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsame kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsame Peygamber’in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir: Sabahleyin Übna’ya baskın yap, sonra yak!” (Ebû Davud, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31) Hadisin metni sadece bu kadardır. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Macc’nin yaptığı açıklama da şekildedir. (II/948, not: 2843) Dursun, hadis metninde olmayan şu ilaveyi eklemektedir yazısına: “Übna köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte.” Halbuki hadiste köy halkının yakıldığından söz edilmez. Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere  ile savaşta dokunmak yasaktır. Ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebu Bekir’in de emri vardır. Yine Dursun’un diline doladığı diğer örnekle devam edelim: Peygamberimiz savaşta ağaçların kesimini emretmiş. Gerçekte olan ise, kendileri ise savaş halinde olunan Nadir oğullarının birkaç hurma ağacını peygamberimizin kestirmesinden ibarettir ve maksatta onları korkutup kan dökülmeden teslim olmalarını sağlamaktı. Bu metot amacınaulaşmış ve onlar savaş olmadan Hz Peygamber’in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlardır. Zaten Peygamberimiz de bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirmişti. Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Dursun’a göre her iki taraftan da yüzlerce kişinin ölmesi,  kendisini daha mı mutlu edecekti?! Dursun’un psikolojik yapısını ve okuyucuyu yönlendirme çabalarına örnek teşkil etmesi açısından önemli göstergeler olan, kaynak gösterdiği hadis kitaplarında veya İslam alimlerinin eserlerinin asıllarında olmadığı halde Dursun’un yazdığı kitaplara eklediği çarptırmalarla örneklerimize devam edelim: Hz. Aişe’nin “dünyada ne kadınlar varmış!” gibi bir sözü hiçbir kaynakta yoktur. “Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” şeklinde aktardığı: “Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.” şeklindeki rivayet de hiçbir eserde asla bulunmamaktadır! Cüveyriye ile evlenmesi ile alakalı, “Tutsaklar arasında nefes kesen bir kız. Aişe, bunu Peygamber görür de yine bir ayet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır.” Dursun’un kaynak olarak gösterdiği Buhari’de böyle ifadeler yoktur. Safiyye ile evlenmesi olayında aktardığı, “Safiyye’nin güzelliği Peygamber’in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber’e layık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadislere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrail bana nikahladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, ‘bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü’ diye nakleder Dursun. Sözler için verilen kaynaklara baktığımızda ne “Cebrâil’in nikahlamasından, ne Dihye’nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye’nin güzelliğine vurulmaktan söz edilmektedir! Esma ile evlenmesinde ise, “Eş’as isimli birisi Peygamberimiz’e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) “aldım gitti” demiştir.” Yazarın iddiasının aksine Buhari ve Müslim’de böyle bir hikaye yoktur. Yine Dursun şöyle yazmaktadır: “Kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hac esnasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın.” Halbuki ihramın belli bir mekanı ve zamanı vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile beraber olmak yasaktır! Bunun dinen cezası bile vardır. Dursun’un gösterdiği kaynakları yazar okusa veya Dursun ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi, hadisenin şundan ibaret olduğu görülecekti: Peygamberimiz yalnızca hac etmeyi niyet ederek gelen ashabının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de beraber olabileceklerini bildirilmiştir. Müslim’in Sahih’inde, hadisi Cabir’den nakleden Ata, bu emrin mahiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye nasıl da güzel açıklamıştır: “Peygamberimiz bu emri ile ashaba, ille de eşlerinizle yatın demedi, yalnızca bunun helal olduğunu onlara bildirdi.” Kısaca Dursun, ayet ve hadislerden aldığı bilgileri çarpıtmış, kendisinden önce İslam düşmanı oryantalistlerin İslam hakkında yazdıklarını ‘kendine has bir üslupla’ yeniden bir araya getirmiş ve kitaplarını bu şekilde oluşturmuştur. Dursun’un tüm iddiaları da, kendi konu başlıkları altında ele alınıp bu çalışmamızda tek tek cevaplanmıştır!

Turan Dursun nasıl ateist oldu?

Dursun, Yüzyıl Dergisinin 6. sayıda bunu şöyle anlatmaktadır: “Allah’a inanıyordum. Ancak ‘deneyimler yaptım’ kendi kendime. Su dolu kovanın içine süpürgeyi batırıp duvara sürdüm. Şekiller bir rastlantı. Dünya’nın oluşumu da öyle olmasın? Bu arada o da tümden silindi.” Dursun duvardaki şekillere bakarak, dünyanın da böyle bir rastlantı sonucu olabileceğini savunmaktadır. Yani duvardaki şekilleri dünyadaki düzene denk kabul etmektedir. Hakbuki aklı ve mantığı olan hiçbir insan bunu asla kabul etmez. Bir düşünün güneş sistemi, gezegenler, dünyanın etrafını saran atmosfer, dünyada birbiri ile uyumlu yaşamını devam ettiren makro ve mikro alem ve tüm bunların dengi olarak kıyasladığı duvardaki bir şekil! Tabii bu arada sormak gerekir; o şekilleri oluşturmak için bile bir kova, süpürge, su ve aklı başında (!) bir insan olması gerekmez mi?! Aslında bu örnek bile, Dursun’un amacının dışında, bir yaratıcıyı işaret etmekte değil midir? “Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kovadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer. Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.” (Bilim ve Teknik, Sayı 201, s.16)

Dursun’cular hala daha yalanlarla halkı aldatmaya çelışmaktadırlar: Tarih: 16.07.2016. 15 Temmuz darbe girişimi olmuş, millet birlik için darbecilere karşı mücadele ederken, Dursun’cular hala yalan ile milleti birbirine kırdırma peşinde, işte o önemli anlarda yaptıkları bir paylaşım: 

herisinizyalan-1

 

.

.

.

.

kuran-1-1-2-2  

 

2 Comments