Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodun eleştirisi

Giriş
Turan Dursun nasıl ateist oldu?
Dursun, eline süpürge alır, su dolu kovaya batırır duvara sürter, şekiller oluşur. Acaba canlılarda böyle tesadüfen oluşmuş olamaz mı der ateist olur! İyi de, o şekilden daha zor olan insan, kova, su, duvar nasıl oluştu? Bunu yorumlayacak akıl, bilinç, düşüncenin kökeni nedir?
Turan Dursun nasıl Kuran’ı reddetti?
Kuran’da geçen kıssaların aynılarını İncil-Tevrat’ta da görünce, Muhammed bunları İncil-tevrattan çaldı der e ateist olur! İyi de ey Kuran tefsiri uzmanı (!) Dursun, Kuran’da zaten birçok yerde Allah, İncil-Tevrat’ı da Allah gönderdi, onlar bozulunca Kuran gönderildi, Tüm peygamberler hep aynı emir ve yasaklarla gönderildi diye bir çok ayet var, OKUmadın mı?
.
Eski deist Mehmet Salim Öztoksoy: “İnsanları dinden çıkarmak için kaleme alınmış bir kitap, rabbimin lütfüyle bana bir hidayet vesilesi olacaktır.
Turan Dursun’u ateist yapan eser
Her şeyin çözümünü Marxizmde görüp, ‘Biricik ve bilimsel dünya görüşü’ olarak Marxist felsefeyi ileri süren ( S:18), Materyalizmi dünyanın gerçek yüzünü görmekle eşdeğer ve Marxizmi ise bilimsel silah ilan ederken (S:20) tüm bunlardan sonra Marksist teori dogma değildir ( S:22) diye yazabilen bir adamın eseridir bu kitap. Aksiyonun şartlarını dikkate almamak dogmatiktir ( S:46) yazar ne yazık ki toplumun temel dinamiği dine tamamen karşı olduğu ideolojisi ile bizzat kendisi dogmatizmin merkezine oturmaktadır. Mutlak bilgi diye bir şey yoktur (S:82, 95) diyen yazar diyalektik materyalizmi dogma haline getirdiğinin farkında bile değildir.
Çelişkinin toplumsal boyutunun ‘hak- batıl’ arasında olduğunu fark edemeyen yazar klasik marxist terminolojiyi kullanarak ilkel-feodal…komünal toplum sıralamasını (S:91) yaparak yine tarihi toplumsal gelişimi dogmalaştırarak dondurur.
Bilim ilerledikçe tanrının varlığının delillerini daha gün yüzüne çıktığı -DNA’nın keşfinden Big bang’a…Detay sitemizde – günümüzde tanrıyı hayal ürünü ( S:26), gereksiz (S:142) dolayısı ile yaratıcı olmayan (S:141) kabul eden, Hegel’in öğrencisi Marx’ın ( S:31) diyalektiğinin temeli olarak ileri sürdüğü 3 nedenin artık tam tersine materyalist felsefeyi redde götürdüğünü yazar o zamanlar görememiştir. Bu 3 neden: Hücrenin keşfi ( Tam teşekküllü bir şehir gibi çalışan hücre nasıl ateizme delil olabilir? ), Enerjinin dönüşümü (Var olanı en güzel şekilde ve devamlı kullandıran bu sistem ayarlayan – düzenleyen olmadan kurulabilir mi idi?) , Darwinizm ( “Evrim teorisi ” adlı yazımızı tavsiye ederiz.)
O zamanlar bilimsel (!) olan görüşün ömrünün bu kadar az olması, dini kabul eden sosyalizmi bile reddetmesi (S:22) ve hayatını adadığı ideal uğruna feda etmesi de yazar açısından ayrı bir trajedidir. Diyalektik materyalizmin daha önce ortaya çıkmamasını bilimsel gelişmelerin eskiden ileri düzeyde olmamasına, mesela ‘bir türün başka bir türe ‘ geçmesinin bulunamamasına bağlayan (S:33) yazar aslında aradan geçen yaklaşık bir yüz yıla rağmen hala bunun ispat edilememesi aksine yaratıcının delillerinin daha da berraklaşması karşısında aslında kendi ideolojisinin çöplüğe gittiğini ne yazık ki görememiştir. Tabiatı karşıtların mücadelesi olarak ifade eden ( S:76) yazar ne yazık ki parçaya bakıp bütüne hakim olamamış, tabiattaki ‘mücadele’ değil uyum – dengeyi fark edememiştir. Bizzat kendi kitabında (S:95) verdiği güneş ile gezegenler örneği bile kendi kendini yalanlamaktadır.
Bilimi siyasi görüşlerine alet eden ama bilimin de durmadan değiştiğini ( Bu konudaki yazımıza ” Bilim yanılmaz mı?” adlı çalışmamızdan ulaşabilirsiniz )
ideolojisine olan bağnazlığı nedeni ile ile fark etmeyen yazarbilim ilerledikçe materyalizmin de ilerlediğini ileri sürebilmiştir (S:134)
Yazar metafizik terimini kitabında kullanırken aslında İslam’ın tamamen zıddına, Hıristiyan teolojisinden hareketle dine saldıran yazar bazen İslamî olan görüşleri de materyalist görüş olarak kitabında ileri sürebilmektedir (Mesela S:39, 40, 78, 81, 82, 144…) Hıristiyan metafiziğini ilerlemeye engel gören- ki haklı- yazara göre her sorunun cevabı materyalist felsefededir ki kitabı boyunca bu iddia her zaman ileri sürülür ve metafizik ise hiç bir şeye cevap veremez. Hıristiyan teolojisi – Metafiziği- için söyledikleri için yazar haklı iken ne yazık ki kendi ideolojisi de aynı şekilde tamamen bilim ışı ve sorunlara çözüm olmaktan uzaktır!
Pr. Dr. Arman Kırım, Dursun’u ateist yapan bu eser için bakın ne yorum yapmaktadır: ” Gençliğin bakış açısını daraltan, kalıplaştıran bir kitap Politzer’in Felsefenin temel ilkeleri. Bu kitabı özümseyerek okuduğum için uzun yıllardır derin bir pişmanlık duyarım. ” der. ‘Az felsefe dinsiz çok felsefe dindar yapar.’ prensibi gereği, her şeyincevabını içinde bulduğunu zannettiği Dursun’un bu yeni kutsal kitabı da aslında bir dogma kaynağı olmak dışında bir özelliği olmayan, belli bir zaman aralığında insanlara tesir etmiş sıradan bir kitaptır o kadar. Zaten kitapta bir çok solcu tarafından Sovyet propagandası yapmak ve yanlı olmakla itham edilmiştir. İşte hareket noktası bu kadar çok eleştiri alan bir kitap olan Dursun’un bundan sonraki yoluda, ilk düğmesini yanlış ilikleyen insanın sonraki her hareketinin yanlış olması gibi olmuş, hep aşırı, fanatik ve yanlı olmuştur.
Politzer’e selam!
Ateist filozoflardan Georges Politzer’in -ateizme giriş elkitabı sayılan- “Felsefenin başlangıç ilkeleri” kitabından:“ Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde evren’in tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evren’in yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce evren’in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir.”
Bilim bize tüm evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığını ortaya koymaktadır. Big Bang adı verilen bu teoriye göre evren günümüzden yaklaşık 15 milyar yıl önce tekil bir noktanın patlamasıyla hiçlikten yaratılmıştır. İlk patlamadan planck zamanı denen ve saniyenin 10-43‘ü kadar geçen süre fizik kanunlarının geçerli olmadığı fizik ötesi bir durumdur. Bu süreden sonra madde ve fizik kanunları oluşmuştur. Planck zamanından önce ve büyük patlamadan önce madde ve mekânın olmadığı, hatta zamanın da olmadığı, hiçlik ortamından mekan, zaman ve madde yaratılmıştır.
O Allah evren’i (gökleri) ve yeryüzünü yoktan yaratandır ( Bakara, 117)
Kendisi de bir agnostik olan gök bilimci Robert Jastrow, God ve astronomers isimli kitabında şöyle söylemektedir: “Aklın gücüne inancıyla yaşamış olan bilim adamı için hikaye kötü bir rüya ile biter. O cahillik dağlarına tırmanır; zirveyi ele geçirmek üzeredir; son kayaya tutunarak kendini yukarı çektiğinde orada yüzyıllardır oturmakta olan bir grup din adamı tarafından selamlanır.” ( Robert Jastrow, God and the astromers, s. 250)
Ek : Materyalist ideoloji taraftarı ateistlerde nedense tek kitap üzerinden her şeye çözüm bulma kolaycılığı hayli fazladır. ‘Kutsal kitap’ ayarında kabul edilen bu tür kitaplarla ilgili yaklaşıma bir örnek daha verelim. ” Selahattin Okur, Münir Ramazan Aktolga’dan bir sene önce üniversite kazanmış ve Kusinnen’in ‘Diyalektik materyalizm’ isimli kitabını okuyup solcu olmuştu. Kitabı Münir’e tavsiye ederken, ‘orada her şeyin açıklaması var.’ diye tanıtımını yapmıştı. Münir de kitap okuyunca, ‘ben de ne din kaldı ne de iman’ diye açıklama yapıyor. ( Aktolga, Hatıralar, s. 26) Daha sonra bu yüzeysel yaklaşımını bol bol hatıralarında eleştiri konusu yapar Aktolga.
T. Dursun’un ateist makalelerini yazdığı dergilerin gerçek yüzü
T. Dursun’un ilk ateistlik eseri
İki kulle – Ölçü birimi, bir bakıma testi – su pislik barındırmaz mealindeki hadisten yola çıkarak gençlik çağlarında medresede yaşadığını iddia ettiği olumsuzlukları anlattığı romanın adı.
İnsanımızın dini öğrenmeye verdiği önemi göz ardı edip, bilimsel ve pedagojik formasyon almalarına izin vermedikleri kişilerin gizli yerlerde kurduğu ekisk- yetersiz altyapı, desteğin olmadığı bu tür kurumlarda olumsuzluk yaşanmasında suç bizatihi dinin, İslam’ın değil, bu ortamın oluşmasına neden olan halktan kopuk yönetici kadro, mantalitelerinin sonucudur.
Kitaba adını veren “Kulle” meselesini ve bu konudaki hadis metinlerini anlamayan bu kişiye verilecek cevaba gelelim:
“Sakın sizden kimse ‘durgun ve akmayan’ suya küçük abdestini yapmasın ve sonrada onu kullanmasın” (Müslim, Tahare:94, Tirmizi; Tahare:51, Nesai,Tahare:49, İbni Mace, Tahare:25, Ahmet b. Hanbel, Müsned:II, 288, 464, 532, IV, 241,350, Ayrıca Buhari,Vudu68, Muslim, Tahare:94, 95,96, Ebu davud, Tahare, 36…) hadisi görmeyen, Kulle kelimesinin ‘Bir adamın boyu’ anlamına geldiğini de o çok bildiğini iddia ettiği Arapçası ile bilmeyen, en önemlisi de Hz. resul (sav)’in: ‘Rengini veya kokusunu veya tadını’ değiştirmesi müstesna suyu hiç bir şey necis etmez.” (İbni Mace, Tahare:76, Darekutnî, Sünen, I, 28, 29 ) hadisinden habersiz, bir çok fakih, müctehid, mezhep ileri gelenlerinin ictihat- fetvalarını ( Suyun temizlenmesi ile ilgili bu detay fetvaları buraya alıp yazıyı şişirmeyeceğiz!) duymayan bu adam; Kısaca yazarın İki kulle’den maksadın ‘iki insan boyunu geçen ayrıca durgun olmayan ve rengi, kokusu, tadı bozulmayan’ nehir gibi suların kastedildiğini anlamadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Diğer eserlerine ise cevap sitemizde mevcuttur.
(Bu konuda mesela İmamı Tahavi’nin Şerhul menari’l-Âsâr (Hadislerle İslam Fıkhı) adlı eseri veya İbni Kuteybe’nin Te’vilu muhtelifu Hadis (Hadis Müdafaası) adlı eserini tavsiye edebilirim)
Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodu
Aşağıda okuyacağınız gibi T. Dursun daha çocuk yaşta en tanınmış olmak üzere ‘Koşullanır.’ Zorlu bir çocuklukla beraber ve içselleştiremediği bu bilgileri, eğitim için uygun olmayan mekanlarda – yasak olduğu için denetimden uzak medrese ortamında – alır. Türkçe bilmediği için çağdaş bilimden ve teknolojiden uzak ve bi-haber yetişir. Çocukluğunda geçirdiği zorluklar ve buna bağlı travmalar, zamanla tepkisel bir karaktere bürünmesine neden olur: Eşini döver, müftü iken farklı bir imaj çizer ve TRT’de çalışırken çevresince de tepki çeken çalışmalara girişir. Kısaca sevgisiz bir ortamda yetişen ve istemeden, babasının zorlaması ile yaptığı her şeye zamanla tepki gösterir ve bu kişiliğini oluşturan en büyük etken olur. Buna psikolojide, ‘Bilişsel çelişki’ denilmektedir; Tüm çocukluk ve gençliğini verdiği ve önünü açacağını umduğu ‘Klasik medrese eğitimi’nin pratik hayatta hiç bir karşılığı yoktur! Bu durum zamanla onu, içselleştiremediği ve özümseyemediği, istemeden edindiği bu bilgileri tepki amaçlı kullanmaya yöneltir; zorlama tepkiye dönüşür!
Duygusal ateizm, genellikle hayatta karşılaşılan zorlu olaylara verilen tepkilerin bir ürünüdür. Deneysel veriler ile desteklenen çalışmalar göstermiştir ki, ‘zorluklarla başa çıkmakta zorlanan bazı kişiler, Tanrıdan soğumakta, O’ndan nefret etmekte, en sonunda da onun olmadığına inanmaya başlamaktadır.’ ( Ralpy W. Hood JR ve Zhuo Chen, Conversion and Deconversion, s. 542)
Konuya farklı bir pencereden yaklaşarak özetleyelim: Yazdığı kitap ile, son tahlilde Dursun’u haklı çıkaran bir imaj çizen yazar Sırrı Ataman, Turan Dursun’un ön yargılı yaklaşımı itiraf etmekte ve onun bu ön yargılı yaklaşımının nedenini çözemediğini söyleyip, “Buna neden gerek duymuş olduğu karanlıktır.” (Sırrı Ataman, Unutturulan Ayetler, s. 10) demektedir. Halbuki sebep, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Dursun’un, çocukluğunu ve gençliğini verdiği dini eğitim sürecinin karşılığını, babasının yönlendirmesiyle de beklediği şekilde gerçekleşmeyince, tüm kinini dine yöneltmesine neden olmuş, yazdığı kitaplar ile dine, “acımasız bir tarzda eleştiri ile yaklaşmış, dine duyduğu tepki.” (Ataman, s. 9) sonucu din karşıtı olmuştur. “Dursun’un bazı kereler keyfi yorumlarda bulunduğu da bir gerçektir. Ayetlerin bir kısmını tahrif ederek, hoşgörü sınırlarını zorlamıştır. Zaman zaman kindar ve garazkar bir tutum sergiler gibi görünen Turan Dursun’un bu duygusallığı”nın ( Ataman, s. 10) kökeninde, aslında hep bu çocukluk dönemindeki güdülenme yatmaktadır. Ali İmran suresi 7. ayetin, 1400 sene önce bize bildirdiği, ” kalbinde eğrilik olup fitne çıkarmak isteyenler ” olarak tarif ettiği kimselerden olan Turan Dursun’un bu psikolojik halini Ataman, farkında olmadan da olsa, şu cümlelerle aktarmaktadır: “Kuran’ın içinden özellikle cımbızdan seçercesine bazı ayetleri almış”tır. ( Ataman, s. 10)
Aslında Turan Dursun’un psikolojisi en iyi anlatacak kavram ‘suskunluk sarmalı’dır. Uygun ortamı bulana kadar görüşlerini içinde saklamış, uygun ortamı bulunca kendisini ‘dışlanma korkusundan soyutlayıp’ içinde sakladıklarını ortaya saçmıştır. Bulduğu uygun çevrede, sağa sola mektuplar yazıp, “İslamcıların Pehlivanı Yok” diyerek uzun süre çevresine hava atar. Ama Molla Sadreddin Yüksel’in yazdığı “Makaleler” adlı kitabını, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin tarafsız bir zeminde tartışmayı kabul etmesini görmezden gelir. Diyanet’in (Peygamberliğini ilan eden Evrenesoğlu’na yaptığı gibi) “Muhatap alıp reklam yapmama” kuralını ise istismar eder. Ahmet Kekeç’le yaptığı sohbeti ise tahrif ederek dergide yayınlar!
Aslıdan bu psikolojik tepki Dursun’a özel değildir. Mesela, Alman filozof Schopenhauer, annesinin ilgisizliğinden dolayı hayatı boyunca kendisini etkileyecek psikolojik davranışlar sergiler ve bu fikirlerine de yansır. Yine D. Diderot adlı filozofta, çocukluk yaşlarında iken yaşamını kaybeden rahibe ablasının ölümünden kiliseyi sorumlu tutar. Daha sonra gençlik çağlarında cizvit tarikatından da kovulunca ateistliğe yönelir. F. Büchner ateist yazarda çocuk denecek yaşta ailesinden kopar ve yatılı okullarda okur. Babasının yönlendirmesi ile doktor olur ama işini hiç sevmez. İlk fırsatta da ailesinden kopar ve bir daha onları asla aramaz. Benzer bir örneği bir tanıdığımdan vereyim. Yıllarca tarikatçı bir çevrede yaşamış bu arkadaşım, bulunduğu ilin tarikat temsilcisinden adaletsiz bir tutum görür. Hayatının merkezinde olan tarikatlara bir anda soğur ve hala namazında, ihlaslı bir Müslüman olmasına rağmen, İslam düşmanı olan insanların bakış açısı ile artık tarikatlara bakmaya başlar. Aslında tüm bu örnekler bizi tek bir yere götürür: Geçmişte yaşanılanların insan hayatında bıraktığı izler ve bunun nerede ve ne oranda zamanla ortaya çıkacağı meselesi. Ve daha da önemlisi verdiğimiz tepkilerin doğru ve haklı bir alana kanalize edilebilmesi, sapla samanın karıştırılmaması…
Günümüzde – 1990’lı yıllardan beri! – ateist ideoloji taraftarı olan kesim, oryantalist söylem ve iddialardan genelde habersiz oldukları için, Dursun’un tüm iddia ve söylemlerini büyük bir mutluluk ve hayranlık içinde karşılamışlardır. Halbuki bu iddialar asla yeni bir şey değildir ve batı Hıristiyan dünyasında yüzyıllardır ifade edilmektedir! Sorun bundan habersiz olan ve dine uzak bu kesimin cahilliği ve Dursun’un söylemleri ile Amerikayı yeniden keşfettiklerini zannetmelerinden ibarettir. Şimdi gerek oryantalist, gerekse içerideki minik sözcülerinden olan Dursun’a cevaplara geçebiliriz:
Turan Dursun 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe (Yapıaltı) köyünde Kürt asıllı bir anne ile köy imamlığı yapan Türk bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 8-17 yaşları arasında klasik medrese eğitimi görür. Okuma yazma bilmemektedir. 1955-57 yılları arasında askerde iken Türkçe okuma yazma öğrenir. Modern ilim ve aktüel İslami gelişmelerden habersiz iken 1958 yılında Müftülüğe başlar. 1966 yılında ise TRT’de çalışmaya başlar. Emekli olunca İstanbul’a yerleşir ama ekonomik zorluklarla karşılaşır. Tam bu sıralarda ateist İlhan Arsel ile beraber çalışmaya başlar. Çalışmalar için, Arsel aracılığıyla tanıştığı Amerika’da yaşayan Erkan Boynuince Dursun’a ayda beş yüz dolar maddi katkıda bulunmaya başlar – Bir çok ateistin ABD’de yaşaması ve Türkiye’ye yönelik İslam düşmanlığı yapması ilginçtir: Ateizm sitesi sahibi Aydın Türk, İlhan Arsel ) Bundan sonra 1987- 1990 yılları arasında onu meşhur edecek eserleri yazar. Ne ilginçtir ki onu dar bir çevre tanırken ve tam eserlerini bitirip basacakken öldürülür ve bir anda ülke çapında meşhur olur.
Kitaplarını basan kurum bile artık cinayetin Gladio tarafından, ülkeyi karıştırmak amacı ile yapıldığını kabul etmektedir!
Günümüzde ( 2012 ) aktüel bir konu olan kontgerilla- Ergenekon konusunu düşününce reklâmın iyisi kötüsü olmaz mantığı ile tam da eserle basılmak üzere iken yoldaş bildiklerince katledildiğini düşünmek hiçte yadırganmaması gereken bir bakış açısı olduğunu düşündüğümüzü belirtelim.
Bu yıllarda ateist kesimce bol övgü ve destek alır. Sonunda aradığını bulmuştur. Artık Türkiye’de parmak ucu ile gösterilen ender şahsiyetlerdendir ( En azından belli kesimlerce bu böyledir) O dar çevrede kendine edindiği yere göre yazmaya, üretmeye başlar. Yıllardır özlediği ortamı bulmuştur, kendine “Savaşımcı”, “Dava insanı”, “Yüzyılların doğurduğu ölüm” sıfatlarını koyar ve artık ve o dünyayı tek başına değiştirecektir. Çevresi de ona gaz vermekten geri kalmaz zaten: “İslâmiyet konusunda dünya çapında bir otorite”, “Aydınlanma savaşçısı” olarak tanıtılır. Zamanla aldığı klasik medrese eğitimi bile onun için bir hava basma vesilesi olacak, “ Başkalarının uzun yıllar harcayarak öğrendiğini birkaç senede öğrendiğini ifade edecektir. Halbuki klasik medrese ortamını bilen herkes bu eğitimlerin sıkı bir çalışma ile 3-5 sene bitirilebileceğini bilir. Hele ki babanın özel ilgi, yönlendirmesi varsa. Kendine en çok yardım edenler de, sol kesimce bol bol ajanlıkla suçlanan ve en son Ergenekon davasından içeride yatan eski Mao’cu şimdi ulusalcı biri ve akrabası G. T., yine adı Ergenekon davasında geçen bir derneğin o zamanki genel sekreteri ve tabii ki İlhan Arsel!
Babası daha doğmadan onun için kitaplar satın almaya başlamıştır. “Basra’da ve Kufe’de bulunmayacak ölçüde büyük bir din alimi ” olacaktır. Küçük yaşta sıkıntılara maruz kalır. Çocukluğunu yaşayamaz. Tüm bu zorlukları ve bunlara neden olan babasına olan öfkesini ilk eseri Kulleteyn’i yazarak dışarı yansıtır. Bütün olumsuzlukların sebebi olarak, annesine ve kendisine şiddet ve baskı uygulayan, sürekli “Abdul Hoca” diye bahsettiği ve dinle özdeşleştirerek “zalim baba” şeklinde nitelendirdiği babasını gösterir. Diğer yandan mâsumâne, insanî duygu ve güdülerini de din karşıtı bir bağlamda konumlandırır ve kendisine şefkatle davranan annesi ile özdeşleştirir. Babasının zulmünden kurtulup, insanî ideallerini gerçekleştirmek için çok okuyup ‘en öne’ geçmesi gerektiğini düşünür.
“Ne yapıp edip herkesi geçmeye “ ve “Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirmeye” karar vermiştir. Ama aldığı klasik medrese eğitimi gerek güncel hayata cevap vermemektedir. Zaten Türkçe okuma-yazmayı bile henüz bilmeyen, yaşadığı dünyadan habersiz olan Dursun’un, hem de daha çocuk yaşta, kelam, felsefe ve mantık ile ilgili eserleri kavraması beklenemez. Bundan dolayı okuyup ezberlediği bu eserler çoğu zaman onun kafasını karıştırır, zaman zaman kendi deyimiyle Tanrı’yla “kavga” eder; okuduğu kitaplarda “Adem’in topraktan, Havva’nın onun kaburga kemiğinden, Hz. Muhammed’in nurdan, Hz. İsa’nın Cebrail’in üfürüğünden, kendisinin ise meniden yaratıldığını” okur ve bunu haksızlık olarak yorumlar. Özürlü bir kızı, ormanda başı kesilmiş bir insanı, nehri geçerken boğulan arkadaşını, kurbağayı yutan yılanı gördüğünde bütün bunlardan dolayı sorumlu tuttuğu Tanrı’yı rüyasında görür ve O’na yaptığı işleri beğenmediğini söyler. Çocukluğunda koşullandığı ” En önde olma” , ” Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirme ” tutkuları ve din adına yaşadığı bütün negatif tecrübeleri ileride bilinç altından çıkacak büyük ölçüde şahsiyetini ve dine bakışını etkisi altına alacaktır.
Dursun için “din ve ilim” sözü edilen duygular denkleminde hayatı boyunca hep “araçsal” bir niteliğe sahip olmuştur. Tüm bunlar hakikatte dini anlayıp kavramasına, Tanrı ile içsel bir iletişim kurmasına hayatı boyunca aşamayacağı bir engel oluşturmuştur. Bundan dolayı onun dini inanç ve anlayışının, aslında hayatının hiçbir döneminde, dinin özü olan Allah’a duygusal yakınlık ve içten bağlılık düzeyine ulaşmadığı anlaşılıyor.
Yıllarını harcayıp aldığı eğitim gerçek hayatta hiçbir işine yaramamakta, toplumca bir saygı görmemektedir. Sonunda hırçın ve saldırgan biri olur. En son çalıştığı TRT’den emekli olmasına gerekçe olarak ” Bunalım içine düşmek, iş çevresi ile uyumsuzluk, psikolojik dengesizlik ” olarak gösterilecektir.
Kuran’ı biraz okuyan kimsenin Tevrat ve İncil’i Allah’ın gönderdiğini bilir. Bozulan çoğu yerine rağmen az da olsa bozulmamış yerlerde ortak ifadeler hala bulunmaktadır. Bozulmayan yerlerindeki benzerlikler bu nedenle gayet doğal kabul edilir ve bu tüm dini eserlerde yer alır. Ama Dursun bunu hayatının son döneminde fark edip dinsiz olmaya karar verdiğini ifade etmektedir. Bu tabii çok komik kaçmaktadır.
Turan Dursun ateist olma nedenlerinden birini de Kuran’daki bazı ayetlerin Tevrat-İncil ile ortak mesaj ilettiğini, Kuran’ın alıntı olduğunu (!) görünce ‘fena olduğunu’ anlatır Şule Perinçek ile yaptığı röportajda. Ne ilginçtir ki tüm oryantalistler de Kuran’ın Tevrat ve/veya İncil’den kopyalandığını ileri sürer.
Psikolojik sorunları ve ahlaki zafiyetleri deşifre eden yazıları
Halbuki Kuran, İslam’ın ilk insandan itibaren gelen din olduğunu, zamanla bozuldukça benzer kuralların peygamberlerce insanlara yeniden hatırlatıldığını defalarca bahseder. ( İslam tüm dinlerin özüdür, adlı yazımıza bakılabilir. ) Kuran uzmanı (!) bir adam daha bunu fark edemeden İslam’ı, Kuran’ı inkara kalkışmıştır.
Amerika’da yaşayan Hıristiyan tarihçi bizlerin tüm kitap ve peygamberlere iman ettiğimizi kavradı müftü geçinen din alimi (!) bundan habersiz yıllarca müftülük yaptı: “Bütün Müslümanların Muhammed’den önceki peygamberlerin de peygamberliğine inanması lazımdır. Müslümanlar Tevrat ve İncil’de, Kuran’la uyuşmayan şeylerin sonradan eklenen ve bozulan şeyler olduğuna inanırlar.” ( Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 45-46 ) Yine ABD’den bir sosyoloji profesörüne kulak verelim: “İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikle birlikte, İbrahimi inancın temel bir varyantı olarak ele alınabilir.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 107)
Bu da Almanya’dan bir oryantalist’in yazdıkları: “Hz Muhammed, insanlığın babası Adem’den başlayan uzun peygamber zincirinin sonuncusu, önceki bütün vahiyleri içeren ve aynı zamanda en duru hallerinde onları özetleyen son vahyi getiren kimsedir.” (Annemarie Schimmel, Ve Muhammed O’nun elçisidir, s. 17)
Bir de Katolik akademisyenden alıntı yapalım: “Kuran’da beni en çok etkileyen ise çok kapsayıcı bir Kutsal Kitap olması oldu. İslamiyet’in Yahudilik ve Hristiyanlıktan daha kapsayıcı olduğunu kesinlikle fark ettim. Diğer iki din pek çok peygamberi ve yaşantısını kabul etmez iken, İslamiyet hepsini ediyor. ” (Gary Wills, Kur’an’ın Anlamı nedir?)
Bu da İngiliz bir oryantalist: “İslam’ın kökleri ile Yahudilik ve Hıristiyanlığın kökleri aynıdır ve değerlerinin birçoğu da ortaktır.” ( Jack goody, Avrupa’da İslam damgası, s. 127)
Bir başka İngiliz yazardan devam edelim: “Kuran Allah’ın elçilerinden herhangi birini inkar etmenin, Kuran’ın kendisini de inkar etmek anlamına geldiğini açıkça ifade eder.” ( Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 41) “Muhammed’den yapılması istenen şey, Adem’e verilmiş eski mesajın kendi devirlerine uygun bir şekilde basit bir tekrarını yapmaktır. İslam’ın, İnsanların en eski dininin yeniden imarından başka bir şey olmadığı ortadadır.” ( s. 67) “İslam, İbrahim’in dininin saflığını yeniden ikame etmiştir.” ( s. 87) “Eski peygamberlerden söz edilmesinin amacı, Hz Muhammed’e verilen mesajın süreklilik açısından yabancı ya da garip hiçbir şey içermediğini kanıtlamaktadır.” ( s. 159)
Sonradan Müslüman olmuş bir batılı ile devam edelim: Kur’an, kendisinin önce inen kitaplara her Müslüman’ın inanmasını emreder. (Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, s. 8)
“Kuran, Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar tüm vahiy sürecini bir bütün olarak ele alır.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 26) ” De ki, ben gelen ilk peygamber değilim.” (Ahkaf, 9); ” Allah Kuran’ı, Tevrat ve İncil’i tastikleyici olarak indirdi.” (Ali İmran, 3) Christiaan S. Hurgronje, İslam düşmanı bir oryantalist olmasına rağmen Hz Muhammed’in hiçbir zaman yeni bir din öğretisi getirdiğini iddiasında bulunmadığını anlayabilmiş ve eserine bunu yazmıştır. (Mohammedanism, s. 50) Evet, oryantalist bile bunu anladı, müftü iddiasındaki kişi anlamadı… “İslamiyet, Hz Adem ile başlayan ve Hazreti Muhammed ile son bulan vahiy sürecinin bütünün mirasçısıdır. İslamiyet’in önceki dinler ile benzerlik arz etmesi elbette doğal ve hatta zorunludur. Aslında bu konuda tuhaf ve yanlış karşılanması gereken şey: İslam dininin önceki dinler ile benzerlik arz etmesi değil, etmemesi durumudur. Bütün İlahi dinler elbette kaçınılmaz olarak Allah’a ve ahiret, ceza ve mükafat, ibadet, iman, inkar, kitap, peygamber gibi kavramları kullanacaklardır. Bu dinleri gönderen kaynağın bir olduğunu gösterir. Toplumlar, peygamberlerin öğütlerini unutmaya yüz tutunca, Allah mesajını tekrar güncellemiştir ve bu süreç Hz Muhammed’e dek devam etmiştir.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, 97-98, 107) “Kur’an ilk insandan tutunda son peygambere kadar gelen bütün dinlerin aynı hakikatleri dile getirdiğini vurgular.” (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 124); İslam ilk insandan tutunda, son peygambere kadar gönderilmiş olan tek dindir. (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s. 189) Kur’an’ın çok temel mesajlarından biri, tarih boyunca gelen peygamberlerin Hz. Muhammed ile aynı mesajı getirdikleridir. (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 133) Ahkaf, 9: “De ki ben elçilerin ilki değilim.” Kur’an, tarih boyunca aynı hakikatin aynı yöntemle yani, insan elçilere vahiy yoluyla bildirildiğini söyler. Kur’an’da ortak öze de göndermeler mevcuttur. (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 19, 250 ); “Hz. Peygamber kendisinden önce gelen Peygamberlerin getirdiği esasları yıkıp yok etmemiştir.” (Flamur Kasami, Kur’an’da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 146 ); Allah’ın her peygambere vahyettiği kitabın temel konuları da birdir. (Dr Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s.145) Hz Adem’den (a.s.) son Peygamber Hz Muhammed’e (s.a.s.) kadar gönderilen ilahi dinlerin ortak adı İslam’dır.(Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 99 ) ; “İslam dini, Hz. Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e (s.a.s) kadar göndermiş olduğu tek dindir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 24, 108)
Musevilik ve Hıristiyanlık; tevhid, nübüvvet, vahiy, ahiret inancı ve varlık anlayışı gibi temel konularda İslam’dan apayrı bir anlayışa sahiptir. (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s.123)
Son örnekte Yahudi iken sonradan Müslüman olan Muhammed Esed adlı gazeteciden verelim. Secde suresi 23.ayeti Esed şöyle meallendirir ( Kısa açıklama ile tercüme eder ): ” Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa’ya (da) tevdi etmiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (hakikat) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık.” Sonradan Müslüman olan da hatta olmayanlar da anladı ama ‘yüzyılların doğurduğu, bir çok ilim dalında uzman (!) olan’ bu alim (!) anlayamadı…!!!
“Hiçbir ümmet yoktur ki kendilerine bir peygamber gönderilmemiş olsun.” (Fatır, 24) diyen Kuran’ın, Müslümanların başka kültürler hakkındaki algılamalarını derinden etkilediğini söyleyebiliriz. ( Doç. İbrahim Kalın, İslam ve Batı , s. 38) “İslam yeni bir din olduğunu iddia etmemiş, Kuran Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar uzanan bir peygamberlik tarihi hakkında detaylı bilgiler vermiştir.” ( s. 46) “İslam inancına göre gerçek din, Hz Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e kadar bildirilen dinin tek olduğunu kabul eder.” ( Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 55) “Semavi dinler aslında hepsi aynı kaynaktan gelmeleri itibariyle tek bir dindir. Peygamberlerin ve kitapların kendilerinden öncekileri tasdik etmesi, ilahi kökenli bir dinin yapısına ve mantığına tamamen uygundur.” (Selçuk Kütük, Ateizm Yanılgısı, s. 22, 35) “Hz Muhammed kendinden önceki peygamberlere izleyip onların görevlerine varis olmuştur. Peygamber, İslam’ın ilk geldiği zamanlardan hayatının sonuna kadar, daha önce gönderilen peygamberlerin de benzer ilahi vahiyler aldıklarına kesinlikle inanıyordu. ( Fazlur Rahman, Kuran, s. 262, 298) “Bilindiği gibi İslam dini, sadece Hazreti Muhammed’e gelen vahiylerin toplamı değil, Hz Adem’den Muhammed’e dek gelen vahiylerin ortak bir bileşkesidir.” (Namık Kemal Okumuş, Sağlam kulpa Tutunamayanlar, Ahlak, eşcinsellik ve deizm üzerine, s. 196) “Hz Muhammed, yeni bir din getirmediği, tersine İbrahim ve İsmail’e vahiy olunan dini ihya’ya geldiğini söyledi.” (Operatör Doktor Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 87)
Vahiy, daha önceki peygamberlerin yani Adem, İbrahim, Musa ve İsa peygamber zamanındaki saf ve basit dinlerin en son şeklini alması ile, Allah’ın son peygamberi Muhammed’e gönderilmiştir. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 22)
Hz. İsa: “Havarilere, ‘Bana ve peygamberime inanın’ diye bildirmiştim, ‘İnandık, bizim Müslimler olduğumuza şahit ol’ demişlerdi.” ( Maide, 111 ) Hz. İbrahim:” O’nun ortağı yoktur. Ve ben bununla emrolundum. Ve ben, Müslümanların (teslim olanların) ilkiyim.” ( Enam, 163 ) “ Hz. İbrahim, Yahudi veya nasrani olmadı. Fakat hanif (Allah’ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O’na ulaştırılmasının ve Allah’a teslim olmanın farz olduğuna inanan), (Allah’a teslim olmuş) bir Müslümandı. Ve o müşriklerden olmadı.” ( Ali İmran, 67 ) Hz. Yusuf: “Rabbim bana mülk verdin. Ve olayların (sözlerin, rüyaların) tevîlini (yorumunu) bana öğrettin. Semaları ve yeryüzünü yaratan, Sen benim dünyada ve ahirette velimsin (dostumsun). Beni Müslüman (Allah’a teslim-i küllî ile teslim olan) olarak vefat ettir ve beni salihler arasına kat.” ( Yusuf, 101 )
“Kuran’ın kelimeleri ve cümleleri birbirine bakar. Kuran’ın bazen bir kelimesi on yere bakar. Kuran’ı anlamak için Kuran’ın kelimeleri arasındaki irtibatı, kelimelerin diğer ayet ve cümlelere bakan yönünü bilmek gerekir. Kuran’da kelimeler birbiri ile münasebetli ve tamamı gözetilerek anlamlandırılabilecek şekilde yerleştirilmiştir.” (Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kuran ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar, s. 109) Devamı “ İslam tüm dinlerin özüdür” adlı yazımızda.
Ayrıca Allah’ın varlığını da çok komik bir deneyle (!) reddetmiştir. Tüm bunlar şahsiyetinin belirleyici yönlerinden biri olan ve İslâm’a karşı şekillenen “kin, nefret ve saldırganlık” duygularını besler. Bunu kendisi de ifade etmekten çekinmez: “O an bende öyle bir hınç oluştu ki, çünkü o (din, peygamber) benim gençliğimi, çocukluğumu aldı, onun yüzünden çocukluğumu yaşayamadım. Hiçbir hastalığın, kanser AİDS vb. hiçbir felâketin korkunçluğu, dinden gelen korkunçluk kadar korkunç değildir. O dakikadan itibaren dinle savaşa girdim.” Bundan dolayı Dursun’un önerdiği dünyada öncelikle dinsizlik olacaktır. (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor) Dursun aslında sadece dinle kavgalı değildir. Çevresiyle de uyumsuzdur. Gerek müftülüğü gerekse TRT’deki görevi esnasında yaşadığı sürgünlerin gerçek sebebi de bu olsa gerektir. TRT’den emekli olmasına sebebiyet veren son sürgüne gerekçe olarak “bunalım içine düşmek”, “iş çevresiyle uyumsuzluk” ve “psikolojik dengesizlik” gibi nedenlerin gösterdiğini yine kendisi anlatır (Abit Dursun, Babam Turan Dursun) O hayatının her döneminde bulunduğu yer ve konumla uyumlu görüşleri, en sivri ve uç düzeyde savunmuştur. Müftülüğü döneminde aydın, ilerici din adamı olarak tanınırken, TRT’de “katı laiklik, akılcılık, bilimcilik” gibi temaları ön plana çıkarır, emekliliğinde ise ilişkide olduğu çevre ve yazılarını yayınladığı dergiler paralelinde keskin bir “din karşıtı” ve “Aydınlanma savaşçısı” kesilir. Öyle görünüyor ki, hayatının her döneminde onu “mücadele etmek durumunda kalan bir muhalif” konumuna düşüren iddiaları değil, iddialarında kullandığı sert, katı ve agresif üslûbu ve tarzıdır. Dursun’un kişiliğinde belirgin olarak öne çıkan unsurlardan birisi de cinsel içerikli tecrübeleridir. Kulleteyn isimli romanında köpeklerin, koyunların çiftleşmesi gibi anlatımlara doğal görünmeyen bir tarzda yer verirken, koça masturbasyon yaptırdığını da anlatır. Rüyasında gördüğü peygamberden, sevdiği kızı elinden alacağı endişesiyle kaçar. Çocukluğunu anlattığı bu çalışmasında yazar, bazen aynı sayfada onlarca olmak üzere, yüzlerce defa argo ve iğrendirici ifadeye yer verir. Çoğu zaman da bu kullanımlarla İslâmî kavram ve değerler arasında irtibat kurar. Bütün bunlar aynı zamanda onun çocukluğunda din adına yaşadıklarının kişiliğinde bıraktığı derin izlerin işaretleri olarak görülebilir. Dursun’un bu üslûbu sadece bu romanında değil, başta Hz. Muhammed’i tanıtırken olmak üzere bütün yazılarında öne çıkar. Uslûp ve ifade tarzının sahibiyle alakası direkt ve tartışmasızdır. Onun değerlendirmeleri çoğu zaman hamâsi, agresif, hatta isterik denebilecek özellikler gösterir. Hatta ünlü solcu İlhan Selçuk için “İslâmcı Marksist” diyecek kadar sübjektif bakış açısına sahip biri olduğunu belirtirsek, tamamı ile düşman olduklarına suçlama da hiç sınır tanımayacağı kesinlikle anlaşılabilir. Dursun’un İslâm’ı değerlendirme konusundaki tavrı hiçbir zaman bilimsel, nesnel ve samimi olmamıştır. Muhammet Altaytaş ( Hangi Din )
Turan Dursun’un Metodunun eleştirisi
T. Dursun’un eserlerinde daha çok İslam’ın temelinden ( Kuran ve onun ruhuna uygun hadislerden ) olmayan kitaplardan eleştirebileceği parçaları alıp aynı yerlerdeki İslam’a yaptığı saldırılara verilen cevapları görmezden gelmesi, onun belli bir bilimsel metot kullanmak yerine tamamen yukarıda bahsettiğimiz tepkisel, hırçın kişiliğini eserlerine yansıttığının delilidir.
Mesela; Şeytan ayetleri masalını anlatırken işine gelen 3-4 İslam aliminin kitaplarından alıntı yaparken bunu reddeden onlarca alimi ve eserlerini görmezden gelir (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni,…vs) Arap dilindeki mecazi (benzetme, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çeviriler yapmaktadır. Mesela Allah’ın gözetlemesi demek olan “Allah’ın gözü” deyimini “insanın gözü gibi göz” diye tercüme etmiştir. Kelimelerin özellikle zihninde olumsuz anlamlar uyandıracak şekilde çeviriler yapar. Mesela eş kelimesi yerine karı kelimesi gibi. Mekr düzen demekken tuzak diye çeviri yapması gibi. Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları göz ardı etmekte, herhangi bir tefsirde istisnai görüşü İslam’ın görüşüymüş gibi vermektedir. Mesela: Ayın yarılması konusunda (s .217) İbnül Cevzi’nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmektedir. s.230’da ise İbnül Cevzi’yi güvenilir bir müfessir olarak kabul etmektedir. Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunda “güvenilir” dediği tüm tefsirleri bir çırpıda arkasına atıyor, reddediyor ve şöyle diyor: “Tefsirler Ferezdak’ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması gözönünde tutulursa sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir (s204)” . Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda nedense yapmıyor. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler 20 değişik şekilde aktarılmıştır. Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır deseydi T. Dursun’un samimiyetine inanabilirdik. Bu onun bilimsellikten- objektiflikten uzak, tepkiselciliğine ve sübjektifliğine işaret etmektedir. Nefislerinizi öldürün ayetini mecburi anlayış istikameti gibi kendinizi (birbirinizi) öldürün diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, insanın eğilimleri olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçluyor (s222). Halbuki aynı kitabın 254. sayfasında Şerif Cürcani’nin Tarifat’ından aldığı tanımda nefsin doğal eğilim anlamına geldiğini söylüyor. Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak öne sürüyor. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul ediyor. “Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur” (2.Kitap, s158) Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğunu zorlar nitelikte; işte ilginç soruları: “Neden son peygamber bir Arabi” Başka bir milletten olsa idi yine aynı şekilde soracaktı halbuki.
Görülüyor ki, T. Dursun’un kitapları bir metottan yoksundur. Sadece İslam’a duyduğu tepkiden doğan kimi yerde duygusal, kimi yerde muhakemesiz yargılardır. O, Yanlış aktarılmış bazı hadisler ve israiliyattan etkilenmiş tefsirlerle dini kötüleyebileceğini düşünüyordu. Mesela Peygamberimizin savaşta kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunulmamasını emreden yüzlerce hadisini görmezlikten geliyor, buna karşın uydurma birkaç hadisle bunun aksini iddia ediyor. İşine gelen yorumları – İstisna, uydurma farkı gözetmeden – alıntılar ile kitaplarını oluşturmuştur. Dinlerin tek bir ilahi kaynaktan geldiğini göstererek aralarında bu yüzden benzerlik olacağını söylediğimiz halde, o hala kutsal kitapların birbirinden kopyalandığını söylüyor. Halbuki aynı kaynaktan gelmiş şeylerin aynı özellikleri taşımasından daha doğal ne olabilir. Ona göre Kuran’daki hiçbir bilgi Tevrat, Zebur ve İncilde geçmemeli. Geçerse kopyaladığını iddia ediyor. Geçmese, herhalde birbirinden farklı şeyler nasıl aynı kaynaktan olabilir, diyecekti.
T. Dursun İslam’ın akıl ve ilimle olan bağlantısını çarpıtıyor, düşünce ve akılla ilgili yüzlerce ayeti göz ardı ederek şöyle diyor: “Din varken kafanızı daha ileri daha güzel şeyleri yapmaya kullanamıyorsunuz. Kullandığınız zaman engeller çıkıyor” (s16) Harizmi (9 yy) sıfırı bulup kullandığında İslam buna engel mi oldu? El-Cezeri tarihte ilk robotları yaparken, Abdüsselam kendisine 1979 Nobel Ödülünü kazandıran teoriyi düşünürken din engel mi oldu? Bu konuda “ Müslüman ilim öncüleri” isimli yazıyı tavsiye ederiz.
T. Dursun’un İddiaları kendi orijinal ürünü değil yıllardır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Usul bilgisi konusunda da subjektiftir. İşine geldiği gibi kaynakları kullanmıştır: Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden habersizdir. Haberi Vahid’le, Haberi mütevatir’in farkından habersizdir. Rivayetlerden işine gelenleri okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır. Alaycı, edepten yoksun ifadelerle işlediği konuda hiçbir bilgisi olmayan okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
Kısaca, kişinin karakteri ve yapısının çocukluk devresinde aldığı eğitim ve ailesinin tavrı ile yakından alakalı olduğu bilinen bir gerçektir. Don Kişotvari bir tavır sergileyen Dursun Allah’la ile iplerinin kopmasını da şöyle açıklar; “allah’la kavgam ondan. rüyamda allah’ı görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor. herkes çevresine toplanmış. ben bir fırsatını buldum, sokuldum. “kim bu?” diye sordum. allah, dediler. “peki, söyleyeceklerim var” dedim. önce kızmaması için yemin ettirdim. yemin etti. “valla billa kızmam” dedi. “ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. senin yerinde olsam bunları yapmazdım. madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın’? sonra safi’yi çok güzel yaratmışsın. sabo, safi’nin ablası çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. çok üzülüyordum, acıyordum,”neden öyle yaptın” dedim. böyle bir tartışmamız olmuştu. o zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. kargalık’ taydım.” Bozulmuş Tevrat’ın, Yakub peygamberi Allah’la güreş tutturmasından çok etkilenmiş anlaşılan. Dursun, biraz akaid okusaydı dediği şartlarda Allah’ın rüyada görülmeyeceği, onun şeytan olduğunu anlardı. Genç yaşta gerek ilişki yaşamıştı:” kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. kız soyun, işte şöyle, böyle”, yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda.” Sağlıksız ortamda, formasyonsuz , ezbere dayalı, anlamadan uzak, küçük yaşta cinsellikle – ki sapık cinsellik dahil, Kelleteyn’de anlatıyor,buraya almıyoruz – tanışan, normal bir çocukluk geçirmeyen, psikolojisi bozuk ve aslında yıllarını verip çocukluğunu yaşatmayan eğitim ortamının aslında pratik hayatta bir karşılığının olmadığını görünce ve tüm bunlara ek olarak okumayı bile askerde öğrenip, ilkokul diplomasını dışarıdan alıp hayata sıfırdan başlaması onda büyük bir kin oluşturmuş, hırçın biri yapmıştır. Evlenir, eşi ile de sorunları olur. Başkasına kaçırmayı düşündüğü kadın zamanla eşi olur ama başkalarına aşık olmaktan bunlar alıkoymaz Dursun’u. İşin ilginci eşi Dursun’u Allah’tan daha yüksek görmektedir. Tabii bunlar sorunlu bir bünyenin dışa yansımalarıdır. Eşini döverniy di? “Molla döneminde ilk zamanlarda oldu” diyerek sanki İslam’ın kadın dövmeyi dini eğitimle öğrenmiş gibi okuyucuda bir izlenim oluşturmak istemiştir. ” Madem papayla konuşacağım,..” Güya Türkiye’den Papa ile konuşması için onu seçmişler. Diyanet başkanı bile daha yeni onunla görüşebildi. Hem Dursun vazgeçti ise onun yerine neden biri gönderilmedi. Madem görüşme ayarlanmıştı? ( Alıntılar, hayatını anlattığı Şule Periçek ile röportajından ve oğlunun babasının hayatını anlattığı kitaptandır. )
Dursun’un Arapça seviyesi ve bilerek çarpıtmalarına örnekler
Turan Dursun kendini her alanda uzman ilan ediyor. Halbuki bir ilahiyat profesörü uzman olduğu alan için yıllarca çalışıyor, Arapça dışında en az İngilizce bir tane daha yabancı dil biliyor, yurtdışında araştırmalar yapıyor ama hala boş uzman olduğu alanla ilgili boş kaldığı yerler olabiliyor. Ama İlkokulu dışarıdan bitirmiş, Türkçeyi sonradan öğrenmiş; Arapça bilmek dışında bir özelliği olmayan bir kişi, kendini ‘her alanda’ uzman ilan edebiliyor… Cahil cesur olur!
Sarfı, Nahvi, bedi-beyanı, tefsiri, hadisi, fıkhı, kelamı, mantıkı, sıhahı, usulü hadisi, usulü tefsiri, usulü fıkıhı, aruzu, İslam Tarihini,astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu olan (Din Bu I/ 97) yazarın bunları ne derece bildiğini de ayrı bir konudur: Dursun, Hz, Peygamber’in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor( I, 34 ) ve burada “Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur” ( Mâ aleyküm ellâ te’falû ) şeklinde tercüme ettiği cümle aslında tam tersine “Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz” demektir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir. Yapmamanızda bir sakınca yoktur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ mâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman “Neden yapmayacaksınız?” anlamını verir. II/46. sayfasından: “Birçokları gibi lbn Hazm’ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var: (lbn Hazm, el Fasl, 1/88) “
Dursun, yine Hz. Muhammed’in, güya şehvetperestliğini kanıtlamak hevesiyle, Gazali’nin İhyasında yer alan bir rivayete tutunmaktadır: Ali’nin oğlu Hasan’ın, bir alışta “altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed’e anlatıldığında, Muhammed’in: ‘O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor’ dediğini” söylüyor. Yazar, Gazali’nin ibaresini tahrif etmiş. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan’ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildi. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştu. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için “O yaratılışta da, huyda da bana benziyor” demesi mümkün müdür? Yazar Hasan’ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü okurlarının aklına yerleştirmek istemiştir.
Ahzab 51. ayet inince güya Hz. Aişe şöyle demiştir: “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke”: “Görüyorum ki, senin Allah’ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe’nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.”
Ahzab 51. ayet inince güya Hz. Aişe şöyle demiştir: “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke”: “Görüyorum ki, senin Allah’ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe’nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” A davudoğlu tercümeyi şu şekilde yapar: “Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum.” (A Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402) Son zamanlarda yetişen en büyük âlimlerden olan Molla Sadreddin YÜKSEL şöyle der: “Hz. Âişe’nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber’e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah c.c. gerçekten Onun arzu ve isteğini —meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını— süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O’nu da —Peygamberi de— rahatsız edebilirdi.” Ayrıca Molla S.Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin(a.s) huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kuran’dan Cevaplar, S. Yüksel, 8-9) Dursun yine bir çarpıtmaya gider ve: ”Muhammed’in çok karısı vardı 1.2.3.4.5…Böyle gidiyor. Yaşlanmış olan Şevde Bint Zem’a’nın dışında hepsi genç, hepsi güzel. Ve hepsi de cinsel istekli. “Adalet” olsun diye, Muhammed’in bunlarla cinsel birleşmesi “sıra”ya konmuştur. Sevde’nin dışında kimse, sırasını başkasına kaptırmak istemiyor, işte bu böyleyken, “âyet” geliyor; durumu değiştiriyor. “ diye yorum yapar. Dul, yaşlı ve çocuklu olan manevi annelerimiz ile ilgili tarafgir iftiralarına cevap için “Efendimizin hanımları ve evlilikleri “ konusunu okuyucularımıza öneririz.
Çarpıtmalarından bir örnek daha: “Peygamberin döneminde “gece baskınları” düzenlenirdi. Peygamberin emriyle “Öldür, öldür!” şiarları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd/102, hadis 2638; ibn Mace, Cihâd/30, hadis 2840) Filistin’de “Übnâ (sonraları ‘Yübnâ’)” denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu:- Sabahleyin Übnâ’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve “Übnâ” köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.”(Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124’teki 2’nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948) Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler de yakılır, ya da kesilirdi. Peygamber Benû Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı.Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber’in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir: Sabahleyin Übnâ’ya baskın yap, sonra yak!” (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31) Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc’nin yaptığı açıklama böyledir (2/948, not: 2843). Turan Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapıyor: “Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte.” Hâlbuki hadisle köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame’nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz. Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere dokunulmaz, ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir’in de emri vardır. Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamak idi. Gerçekten adamlar savaşsız olarak Peygamber’in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlar ve bu toprak Müslümanların eline geçmiştir. Fakat Peygamber bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirdi. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul ettiler. Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Turan’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi bilinmez?
T. Dursun’un kaynak gösterdiği hadis kitaplarında veya İslam alimlerinin eserlerinin asıllarında olmadığı halde yazdığı kitaplara, alıntı yaptığı eserlerde varmış gibi yaparak eklediği ifadelerden bazılarını buraya sunuyoruz. Dursun’un psikolojik yapısı ve okuyucuyu yönlendirme çabalarına örnek teşkil etmeleri açısından önemli göstergelerdir bu çarptırmaları:
Hz. Âişe’nin “dünyada ne kadınlar varmış!” gibi bir sözü hiçbir kaynakta yoktur. “Senin Allah’ın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor” sözü ise Hz. Âişe’nin ağzından asla çıkmamıştır. O’nun söylediği sözün kelime kelime tercümesi şudur: “Rabbin, senin arzunu hemen yerine getiriyor” Buradaki arzu ise cinsellik değil, taşıdığı ağır yükle alâkalıdır.
“Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” diyerek aktardığı: “Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.” Böyle bir rivayet asla hiçbir eserde geçmez.
Cüveyriye ile evlenmesi ile alakalı: “Tutsaklar arasında… nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir âyet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır. Kaynak dediği Buhari’de böyle ifadeler yoktur.
Safiyye ile evlenmesi. “Safiyye’nin güzelliği Peygamber’in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber’e lâyık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadîslere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrâil bana nikâhladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, ‘bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü’ diye anlatır.” Bu kısım için verilen kaynaklara baktığımızda ne “Cebrâil’in nikâhlamasından, ne Dihye’nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye’nin güzelliğine vurulmaktan söz ediliyor!
Esmâ ile evlenmesi: Eş’as isimli birisi Peygamberimiz’e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) “aldım gitti” demiştir. Yazarın iddiasının aksine Buhârî ve Müslim’de böyle bir hikâye yoktur.
“Kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hacc esnasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın…” Halbuki ihramın belli bir yeri ve müddeti vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile yatmak yasaktır, bunun dinî cezası bile vardır. Yazının altında gösterdiği kaynakları yazar da okusa ve ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi hâdisenin şundan ibâret olduğu anlaşılacaktı: Peygamberimiz (sav) yalnızca hacc etmeyi niyet ederek gelen ashâbının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de yatabileceklerini, sonra Arafât’a çıkılacağı zaman yeniden ihrama gireceklerini bildirmiştir. Müslim’in Sahîh’inde, hadîsi Câbir’den nakleden Atâ, bu emrin mâhiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye, nasıl da güzel açıklamıştır: “Peygamberimiz (sav) bu emri ile ashâba, ille de karılarınızla yatın demedi, yalnızca bunun helâl olduğunu onlara bildirdi.” Bu konuları işlediğimiz peygamberimizin hanımları konusunda detay bilgiler vardır.
Kısaca T. Dursun ayet ve hadisler, kaynaklardan aldığı bilgileri çarpıtmış ayrıca kendisinden önce batılı İslam düşmanı müsteşriklerin İslam hakkında yazdıkları yazıları kendine has bir üslupla bir araya getirmiş ve kitaplarını bu şekilde oluşturmuştur.
Turan Dursun nasıl ateist oldu?
Yüzyıl Dergisi, sayı 6’da kendi ağzından bunu şöyle anlatır: “Allah’a inanıyordum. Ancak deneyimler yaptım kendi kendime. Su dolu kovanın içine süpürgeyi batırıp duvara sürdüm. Şekiller bir rastlantı.. Dünya’nın oluşumu da öyle olmasın.. Bu arada o da tümden silindi.”
T. Dursun duvardaki şekillere bakarak, dünyanın da böyle bir rastlantı sonucu olabileceğini savunuyor. Yani duvardaki şekiller = dünyadaki düzen. Aklı ve mantığı olan hiçbir insan bunu kabul etmez. Bir düşünün güneş sistemi, gezegenler, dünyanın etrafını saran atmosfer ve tüm bunları kıyasladığı duvardaki şekiller! Tabii bu arada sormak gerekiyor o şekilleri oluşturmak için bile bir kova, süpürge, su ve aklı başında (!) bir adam lazım değil mi? Aslında bu bile tersine yaratıcıyı işaret etmez mi?
T. Dursun’un bu deneyi aslında tanrının varlığının da delili olmaktadır. Bu metodu kullanırsak, bir süpürge darbesi ile yapılan şekil bir resme benzemedi, bir daha dene, sonra bir süpürge darbesi daha o da benzemedi ve bu sonsuza dek gitse. Bir milyonuncu denemede şekil bir resmi andırmaya başlasa ve desek “tamam oldu!” Bu aslında şu demektir, bir milyonuncu şekil bir resme benzediğine göre, bu bir milyonuncu bir adet şekil, tanrının olmadığının delili ise, geri kalan 999.999 adet şekil tanrının olduğunun delilidir. Yani bir milyonda bir olasılıkla tanrı yoktur, geri kalan olasılık ihtimali daha çok değil mi?
“Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kovadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer. Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.” (Bilim ve Teknik, Sayı 201, s.16)
DURSUN’CULARIN HER ŞEYİ YALAN
16.07.2016, 15 Temmuz darbe girişimi olmuş, millet birlik için darbecilere karşı mücadele ederken, dursun’cular hala yalan i,le milleti birbirine kırdırma peşinde, işte o önemli anlarda yaptıkları bir paylaşım:
.
.
.
.
Allah razı olsun güzel bir yazı . Bu siteyi takdir ediyorum gayet kanıtlı mantıklı bir yazı.
AMİN! Allah razı olsun M. EHAD
Allah razı olsun güzel bir çalışma olmuş
CEVABEN,
AMİN MEHMET KARDEŞİM, CÜMLEMİZDEN RAZI OLUR İNŞALLAH.