Ateist yazarlar ve eserlerindeki iddialara cevaplar I
Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodun eleştirisi
-1990 yılında eserlerini okuduğumda beni ateizmin kıyısına kadar yaklaştıran ilk eserlerin yazarı olan Turan Dursun’un eserlerine ve hayatına, bu şahsi tecrübemden ötürü özel yer vereceğim. Ama şahsen, daha sonra deizm, misyonerlik ve özellikle oryantalizm üzerine yaptığım araştırmalar sonucu Dursun’un eserlerini zamanında gözümde fazla abarttığımın da artık farkındayım. Değil Dursun, oryantalist ordusu bile İslam’ın nurunu yüzelrce yıldır söndüremedi, yerli ateistlerimiz onların yanında çömez kalırlar!-
Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodun eleştirisi
Giriş
Turan Dursun nasıl ateist oldu?
Dursun, eline süpürge alır, su dolu kovaya batırır duvara sürer, bazı şekillerin oluştuğunu görür. ‘Acaba canlılarda böyle tesadüfen oluşmuş olamaz mı?’ diye düşünür ve ateist olur! Tabii, o şekilden daha zor olan ‘insan, kova, su, duvar’ ve Tüm bunları yorumlayacak akıl, bilinç, düşünce nasıl oluşmuştu? Bu gibi basit ayrıntıları Dursun gözden kaçırmıştı. (Bu konu, ‘Ateist akıl’ adlı yazımızda ele alındığı için detaya girmiyoruz)
Turan Dursun nasıl Kur’an’ı reddetti?
Kur’an’da geçen kıssaların benzerlerini İncil-Tevrat’ta da görünce, Muhammed bunları İncil-tevrattan çaldı diye düşünerek Kur’an’ı reddeden ‘Kur’an/İslam uzmanı’ Dursun, Kur’an’da zaten birçok ayette, İncil-Tevrat’ı da Allah gönderdiğini, onlar bozulunca Kur’an’ı da gönderdiğini, Tüm peygamberler hep aynı emir ve yasaklarla gönderildiğini nasıl bilemez?!
Eski deist Mehmet Salim Öztoksoy’un, “İnsanları dinden çıkarmak için kaleme alınmış bir kitap, rabbimin lütfüyle bana bir hidayet vesilesi olacaktır.” dediği kitapların yazarı Dursun’u ateist yapan eser ise, politzer’in ‘Felsefenin Temel/başlangıç İlkeleri’ adlı eseridir.
Her şeyin çözümünün Marxizmde, ‘Biricik ve bilimsel dünya görüşü’ olarak Marxist felsefenin olduğunu ileri süren (s. 18), Materyalizmi dünyanın gerçek yüzünü görmekle eşdeğer ve Marxizmi ise bilimsel silah ilan eden (s. 20) tüm bunlardan sonra ‘Marksist teori dogma değildir’ (s. 22) diyen, “aksiyonun şartlarını dikkate almamak dogmatiktir” (s. 46) yazan ama ne yazık ki toplumun temel dinamiği dine tamamen karşı olduğu ideolojisi ile bizzat kendi ideolojisini dogmatizmin merkezine oturtan, “Mutlak bilgi diye bir şey yoktur” (s. 82, 95) diyen ama diyalektik materyalizmi dogma haline getirdiğinin farkında olmayan yazar, toplumsal mücadelenin ‘hak- batıl’ arasında olduğunu fark edememekte, klasik marxist terminolojiyi kullanarak ilkel-feoda-komünal toplum sıralamasını (s. 91) yaparak yine tarihi toplumsal gelişimi dogmalaştırarak dondurmaktadır. Bilim ilerledikçe tanrının varlığının delillerinin daha çok gün yüzüne çıktığı günümüzde tanrıyı “hayal ürünü” (s. 26), “gereksiz” (s. 142) yaratıcı olmayan (s. 141) ilan edip, Hegel’in öğrencisi Marx’ın (s. 31) diyalektiğinin temeli olarak ileri sürdüğü 3 nedenin artık tam tersine, materyalist felsefeyi redde götürdüğünü yazar o zamanlar görememiştir. Bu 3 neden: Hücrenin keşfi (Tam teşekküllü bir şehir gibi çalışan hücre nasıl ateizme delil olabilir?), Enerjinin dönüşümü (Var olanı en güzel şekilde ve devamlı kullandıran bu sistem ayarlayan – düzenleyen olmadan kurulabilir mi idi?), Darwinizm (“Evrim teorisi ” adlı yazımızı tavsiye ederiz.) O zamanlar bilimsel (!) olan dünya görüşünün ömrünün bu kadar az olması, dini kabul eden sosyalizmi bile reddetmesi (s. 22) ve hayatını adadığı ideali uğruna feda etmesi de yazar açısından ayrı bir trajedidir. Diyalektik materyalizmin daha önce ortaya çıkmamasını bilimsel gelişmelerin eskiden ileri düzeyde olmamasına, mesela ‘bir türün başka bir türe’ dönüşmesinin bulunamamasına bağlayan (s. 33) yazar aslında, aradan geçen yaklaşık bir yüz yıla rağmen hala bunun ispat edilemediğini, aksine yaratıcının delillerinin daha da netleşirken kendi ideolojisinin tarihin çöplüğe gittiğini ne yazık ki görememiştir. Tabiatı, “karşıtların mücadelesi” olarak ifade eden ( s. 76) yazar ne yazık ki parçaya bakıp bütüne hakim olamamış, tabiattaki ‘mücadele’ değil uyum-dengeyi fark edememiştir. Bizzat kendi kitabında (s. 95) verdiği güneş ile gezegenler örneği bile kendi kendini yalanlamaktadır. Bilimi siyasi görüşlerine alet eden ama bilimin de durmadan değiştiğini (Bu konudaki yazımıza ” Bilim yanılmaz mı?” adlı çalışmamızdan ulaşabilirsiniz)
ideolojisine olan bağnazlığı nedeni ile ile fark etmeyen yazar, bilim ilerledikçe materyalizmin de ilerlediğini ileri sürebilmiştir. (s. 134) Yazar metafizik terimini kitabında kullanırken aslında İslam’ın tamamen zıddına, Hıristiyan teolojisinden hareketle dine saldırmakta, bazen İslamî olan görüşleri de materyalist görüş olarak kitabında ileri sürebilmektedir. (Mesela s.39, 40, 78, 81, 82, 144 vd.) Hıristiyan metafiziğini ilerlemeye engel gören -ki haklı- yazara göre her sorunun cevabı materyalist felsefededir ki, kitabı boyunca bu iddiayı devamlı tekrar etmiştir. Hıristiyan teolojisi -Metafiziği- için söyledikleri için yazar haklı iken ne yazık ki kendi ideolojisi de aynı şekilde tamamen bilim dışı ve sorunlara çözüm olmaktan uzaktır!
Pr. Dr. Arman Kırım, Dursun’u ateist yapan bu eser için bakın ne yorum yapmaktadır: “Gençliğin bakış açısını daraltan, kalıplaştıran bir kitap Politzer’in Felsefenin temel ilkeleri. Bu kitabı özümseyerek okuduğum için uzun yıllardır derin bir pişmanlık duyarım.” Az felsefe dinsiz, derinlemesine felsefe dindar yapar prensibi gereği, her şeyin cevabını içinde bulduğunu zannettiği Dursun’un bu yeni kutsal kitabı da, aslında bir dogma kaynağı olmak dışında bir özelliği olmayan, belli bir zaman aralığında insanları eetkisi altına almış sıradan bir dogmatik ideoloji kitabıdır. Zaten kitapta, bir çok solcu tarafından Sovyet propagandası yapmak ve yanlı olmakla itham edilmiştir. İşte hareket noktası bu kadar çok eleştiri alan bir kitap olan Dursun’un bundan sonraki hayatı da, ilk düğmesini yanlış ilikleyen insanın sonraki her hareketinin yanlış olması gibi olmuş, hep aşırı, fanatik ve yanlı olmuştur. Ateist filozoflardan Georges Politzer’in -ateizme giriş el kitabı sayılan “Felsefenin başlangıç ilkeleri” kitabından: “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde evrenin tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evren’in yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce evren’in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir.”
Bilim artık bize evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığını ortaya koymaktadır. Big Bang adı verilen bu teoriye göre evren günümüzden yaklaşık 15 milyar yıl önce tekil bir noktanın patlamasıyla hiçlikten yaratılmıştır. İlk patlamadan planck zamanı denen ve saniyenin 10-43‘ü kadar geçen süre fizik kanunlarının geçerli olmadığı fizik ötesi bir durumdur. Bu süreden sonra madde ve fizik kanunları oluşmuştur. Planck zamanından önce ve büyük patlamadan önce madde ve mekânın olmadığı, hatta zamanın da olmadığı, hiçlik ortamından mekan, zaman ve madde yaratılmıştır. Daha fazla bilgi için ateist akıl adlı yazımıza bakılabilir. Gök bilimci Robert Jastrow, ‘God ve astronomers’ isimli kitabında şöyle söylemektedir: “Aklın gücüne inancıyla yaşamış olan bilim adamı için hikaye kötü bir rüya ile biter. O cahillik dağlarına tırmanır; zirveyi ele geçirmek üzeredir; son kayaya tutunarak kendini yukarı çektiğinde orada yüzyıllardır oturmakta olan bir grup din adamı tarafından selamlanır.” (Robert Jastrow, God and the astromers, s. 250) Materyalist ideoloji taraftarı ateistlerde nedense tek kitap üzerinden her şeye çözüm bulma kolaycılığı hayli fazladır. ‘Kutsal kitap’ ayarında kabul edilen bu tür kitaplarla ilgili yaklaşıma bir örnek daha verelim.” Selahattin Okur, Münir Ramazan Aktolga’dan bir sene önce üniversite kazanmış ve Kusinnen’in ‘Diyalektik materyalizm’ isimli kitabını okuyup solcu olmuştu. Kitabı Münir’e tavsiye ederken, ‘orada her şeyin açıklaması var.’ diye tanıtımını yapmıştı. Münir de kitap okuyunca, ‘ben de ne din kaldı ne de iman’ diye açıklama yapıyor. (Aktolga, Hatıralar, s. 26) Daha sonra bu yüzeysel yaklaşımını bol bol hatıralarında eleştiri konusu yapar Aktolga.
T. Dursun’un ateist makalelerini yazdığı dergilerin gerçek yüzü
T. Dursun’un ilk ateistlik eseri
“İki kulle -Ölçü birimi, bir bakıma testi- su pislik barındırmaz” mealindeki hadisten yola çıkarak gençlik çağlarında medresede yaşadığını iddia ettiği olumsuzlukları anlattığı romanın adıdır kulleteyn. İnsanımızın dini öğrenmeye verdiği önemi göz ardı edip, bilimsel ve pedagojik formasyon almalarına izin vermedikleri kişilerin gizli yerlerde kurduğu eksik- yetersiz altyapı ve hiçbir desteğin olmadığı bu tür kurumlardaki yaşanan olumsuzlukların suçu bizatihi dinin, İslam’ın değil, bu ortamın oluşmasına neden olan halktan kopuk yönetici kadrosuna aittir. Kitaba adını veren “Kulle” konusunu da açıklayalım.
“Sakın sizden kimse ‘durgun ve akmayan’ suya küçük abdestini yapmasın ve sonrada onu kullanmasın” (Müslim, Tahare:94, Tirmizi; Tahare:51, Nesai,Tahare:49, İbni Mace, Tahare:25, Ahmet b. Hanbel, Müsned:II, 288, 464, 532, IV, 241,350, Ayrıca Buhari,Vudu68, Muslim, Tahare:94, 95,96, Ebu davud, Tahare, 36…) hadisi görmeyen, Kulle kelimesinin ‘Bir adamın boyu’ anlamına geldiğini de o çok bildiğini iddia ettiği Arapçası ile bilmeyen, en önemlisi de Hz. resulün: ‘Rengini veya kokusunu veya tadını’ değiştirmesi müstesna suyu hiç bir şey necis etmez.” (İbni Mace, Tahare:76, Darekutnî, Sünen, I/28, 29) hadisinden habersiz, bir çok fakih, müctehid, mezhep ileri gelenlerinin ictihat-fetvalarını (Suyun temizlenmesi ile ilgili bu detay fetvaları buraya alıp yazıyı şişirmeyeceğiz!) duymayan bu alim (!) İki kulle’den maksadın ‘iki insan boyunu geçen ayrıca durgun olmayan ve rengi, kokusu, tadı bozulmayan’ nehir gibi suların kastedildiğini anlamadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Gelen bir soru ve cevabımız: Kulleteyn hadisi ne demek? Hadisi bana yazar mısınız? ne anlatıyor? Turan dursunda hanefı ımıs ve dınden cıkmıs bu hadıs den dolayı. açıklar mısınız?
Cevap: Çölün ortasında, suyun az bulunduğu bir ortam için söylenen bir söz, günümüzde nasıl uygulanmalıdır? “Bir köpek, bir kabı yalayınca 7 kere yıkanmasını” (Müslim, 279) emreden; “Temizliği imandan” (Müsned, 5-342; Müslim, taharet, 1) sayan bir dinin aynı peygamberinin bu sözlerini de düşününce, söz konusu hadisin hangi zemin ve şartlarda söylendiği ve geçerli olduğunu iyi tespit etmek gerekir. Hadise gelince; Tanınmış alimlere ve özellikle akranlarına karşı aşırı tenkitleriyle tanınan İbni Hazm’ın “hadis ilminin imamı” diye övdüğü (TDVİA, XIX/269) İbn Abdilber et-Temhid’inde şöyle der: “Kulleteyn hadisi hakkında İmam Safi’nin görüsü usul açısından zayıf, rivayet açısından ise sahih değildir. Zira âlimlerden bir grup hadisi eleştirmiş, kulleteynin mahiyeti ve miktarı hususunda rivayet veya icmâ yoluyla herhangi bir bilgi bulunamamıştır. el-Istizkar adlı eserinde ise: “Hadis illetli/sorunludur, Ismail el-Kâdî onu eleştirmiş ve reddetmiş” demektedir. Tahâvî de ‘kulleteynin miktarı belirli olmadığı için ona göre amel edemeyiz’ açıklaması yapmıştır. et-Telhîsü’l-Habir’de (I, 5) zikredildiği üzere, bu hadisin isnadında bulunan Muğire b. Saklâb, münkerü’l-hadîs (rivayetlerinin çoğu münker/reddedilmiş) olarak nitelenmiştir. Onun hakkında Nüfeylî, “Rivayetine güvenilmez”, Ibn-i Adi ise, “genelde rivayetleri desteklenecek durumda değildir” demişlerdir. Hadislerde geçen ‘küp’ kelimesi de alimler arasında da tartışmaya neden olmuştur. İslam fıkıh ekolünde kuraldır; Bir konuda tüm hadisler ve ayetler bir araya toplanıp sonuca ulaşılır. İslam, temizlik dinidir! Dolayısı ile, imkânların kısıtlı olduğu bir ortamda söylenen bu hadisi günümüz şartlarında doğru yorumlayamayan bazı ateistlerin varacağı sonuç, bu kişilerin bakış açılarının yüzeyselliğini ve ufuklarının darlığını gösterir. İslam’ın temel hedefi hem maddi hem manevi temizliğe ulaşmaktır! Şartlar, imkânlar ölçüsünde bu hedeflere ulaşmak, İslam’ın ana gayesidir. Bu amaçlar değişmez, araçlar haram olmadıkça değişebilir! Olayı farklı bir örnekle açıklayalım: I. Dünya Savaşı’nda Avrupalı askerler, zehirli gazlara karşı, idrarlı bezlerle yüzlerini kapatırlardı. İdrarın içindeki amonyak, zehirli gazlara karşı nötralize edici etkiye sahipti. Daha sonra gaz maskesi üretimine başlanmıştır. Bu, o zamanın şartları ile alakalı bir durumdur ve geçici bir çözümdür. Sonuç olarak Batı dünyasına yıkanmayı öğreten Müslümanlara hiç kimse, temizlik konusu üzerinden saldıramaz! Denerse, bu sadece önyargı ve cehaletinin göstergesi olur ki, 2022 Katar Dünya Kupası için Katar’a giden Avrupa ve Amerikalıların taharet musluğuyla tanışmaları üzerinden daha birkaç yıl geçmedi. Bu konuya da ‘Dinsiz ahlak olur mu?’ adlı yazımızda kısaca değindik!
Turan Dursun’un hayatı ve kitaplarındaki metodu
Aşağıda okuyacağınız gibi T. Dursun daha çocuk yaşta, ‘en tanınmış olmak’ üzere ‘koşullanmıştı!’ Zorlu bir çocuklukla beraber ve içselleştiremediği bilgileri, eğitim için uygun olmayan mekanlarda -yasak olduğu için denetimden uzak, eğitime uygun olmayan ortamlarda- alır. Türkçe bilmediği için çağdaş bilimden ve teknolojiden uzak ve donanımsız yetişir. Çocukluğunda geçirdiği zorluklar ve buna bağlı travmalar, zamanla tepkisel bir karaktere bürünmesine neden olur: Eşini döver, müftü iken farklı bir imajlar çizer ve TRT’de çalışırken çevresince de tepki çeken çalışmalara imza atar. Kısaca sevgisiz bir ortamda yetişen ve istemeden, babasının zorlaması ile klasik eğitimini aldığı her şeye zamanla tepki gösterir ve bu kişiliğini oluşturan en büyük etken olur. Buna psikolojide, ‘Bilişsel çelişki’ denilmektedir; Tüm çocukluk ve gençliğini verdiği ve önünü açacağını umduğu ‘Klasik medrese eğitimi’nin pratik hayatta hiç bir karşılığının olmaması onu, içselleştiremediği ve özümseyemediği, istemeden edindiği bu bilgileri tepki amaçlı kullanmaya yöneltir; zorlama tepkiye dönüşür! “Duygusal ateizm, genellikle hayatta karşılaşılan zorlu olaylara verilen tepkilerin bir ürünüdür. Deneysel veriler ile desteklenen çalışmalar göstermiştir ki, ‘zorluklarla başa çıkmakta zorlanan bazı kişiler, Tanrıdan soğumakta, O’ndan nefret etmekte, en sonunda da onun olmadığına inanmaya’ başlamaktadır.” (Ralpy W. Hood JR ve Zhuo Chen, Conversion and Deconversion, s. 542) Yazdığı kitap ile son tahlilde Dursun’u haklı çıkaran bir imaj çizen Sırrı Ataman, Turan Dursun’un ön yargılı yaklaşımı itiraf etmekte ve onun bu ön yargılı yaklaşımının nedenini çözemediğini söyleyip, “Buna neden gerek duymuş olduğu karanlıktır.” (Sırrı Ataman, Unutturulan Ayetler, s. 10) diye yorum yapmaktadır. Halbuki sebep, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Dursun’un, çocukluğunu ve gençliğini verdiği dini eğitim sürecinin karşılığının, babasının yönlendirmesiyle de beklediği şekilde gerçekleşmemesi üzerine tüm kinini dine yöneltmiş, yazdığı kitaplar ile dine “acımasız bir tarzda eleştiri ile yaklaşmış, dine duyduğu tepki.” (Ataman, s. 9) sonucu din karşıtı olmuştur. “Dursun’un bazı kereler keyfi yorumlarda bulunduğu da bir gerçektir. Ayetlerin bir kısmını tahrif ederek, hoşgörü sınırlarını zorlamıştır. Zaman zaman kindar ve garazkar bir tutum sergiler gibi görünen Turan Dursun’un bu duygusallığı”nın (Ataman, s. 10) kökeninde, hep bu çocukluk dönemindeki ‘en tanınmış olma’ güdülemesi yatmaktadır. Ali İmran suresi 7. ayetin, 1400 sene önce bize bildirdiği, “kalbinde eğrilik olup fitne çıkarmak isteyenler” olarak tarif ettiği kimselerden olan Turan Dursun’un bu psikolojik halini Ataman, farkında olmadan da olsa, şu cümlelerle aktarmaktadır: “Kur’an’ın içinden özellikle cımbızdan seçercesine bazı ayetleri almış”tır. (Ataman, s. 10) Aslında Turan Dursun’un psikolojisi en iyi anlatacak kavram ‘suskunluk sarmalı’dır. Uygun ortamı bulana kadar görüşlerini içinde saklamış, uygun ortamı bulunca kendisini ‘dışlanma korkusundan soyutlayıp’ içinde sakladıklarını ortaya saçmıştır. Bulduğu uygun çevrede, sağa sola mektuplar yazıp, “İslamcıların Pehlivanı Yok” diyerek uzun süre çevresine hava atmıştır. Ama Molla Sadreddin Yüksel’in yazdığı “Makaleler” adlı kitabını, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin tarafsız bir zeminde tartışmayı kabul etme teklifini görmezden gelmiştir. Diyanet’in (Peygamberliğini ilan eden Evrenesoğlu’na yaptığı gibi) “Muhatap alıp reklam yapmama” kuralını ise istismar etmiştir. Ahmet Kekeç’le yaptığı sohbeti ise tahrif ederek dergide yayınlamıştır! Aslıdan bu psikolojik tepki Dursun’a özel değildir. Mesela, Alman filozof Schopenhauer, annesinin ilgisizliğinden dolayı hayatı boyunca kendisini etkileyecek psikolojik davranışlar sergilemiş ve bunu fikirlerine yansıtmıştır. Yine D. Diderot adlı filozofta, çocukluk yaşlarında iken yaşamını kaybeden rahibe ablasının ölümünden kiliseyi sorumlu tutmuş, daha sonra gençlik çağlarında cizvit tarikatından da kovulunca ateistliğe yönelmiştir. F. Büchner adlı ateist yazarda çocuk denecek yaşta ailesinden kopmuş ve yatılı okullarda okumuştur. Babasının yönlendirmesi ile doktor olmuştur ama işini hiç sevmemiştir. İlk fırsatta da ailesinden kopup bir daha da onları asla aramamıştır. Benzer bir örneği bir tanıdığımdan vereyim. Yıllarca tarikatçı bir çevrede yaşamış bu arkadaşım, bulunduğu ilin tarikat temsilcisinden adaletsiz bir tutumla karşılaşır. Hayatının merkezinde olan tarikatlara bir anda soğur ve hala namaz niyazında ihlaslı bir Müslüman olmasına rağmen, İslam düşmanı olan insanların bakış açısına paralel bir şekilde tarikatlara bakmaya başlamıştır. Aslında tüm bu örnekler bizi tek bir yere götürür: Geçmişte yaşanılanların insan hayatında bıraktığı izler ve bunun nerede ve ne oranda zamanla ortaya çıkacağı meselesine. Ve daha da önemlisi, verdiğimiz tepkilerin doğru ve haklı bir alana kanalize edilebilmesi, sapla samanın karıştırılmamasına… Günümüzde ateist ideoloji taraftarı olan kesim, oryantalist söylem ve iddialardan genelde habersiz oldukları için, Dursun’un tüm iddia ve söylemlerini büyük bir hayranlıkla yaklaşmışlardır. Halbuki bu iddialar yeni bir şey değildir ve Batı dünyasında yüzyıllardır ifade edilmektedir! Sorun bundan habersiz olan ve dine mesafeli bu kesimin cehaleti ve Dursun’un söylemleri ile Amerikayı yeniden keşfettiklerini zannetmelerinden ibarettir. Şimdi gerek oryantalist, gerekse içerimizdeki sözcülerinden olan Dursun’a cevaplara geçelim.
Hayatı: Turan Dursun 1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe (Yapıaltı) köyünde Kürt asıllı bir anne ile köy imamlığı yapan Türk bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 8-17 yaşları arasında klasik medrese eğitimi görmüştür. Türkçe okuma yazma bilmemektedir. 1955-57 yılları arasında askerde iken Türkçe okuma yazmayı öğrenir. Modern ilim ve aktüel İslami gelişmelerden habersiz iken, 1958 yılında Müftülüğe atanır. 1966 yılında ise TRT’de çalışmaya başlar. Emekli olunca İstanbul’a yerleşir ama ekonomik zorluklarla karşılaşır. Tam bu sıralarda ateist İlhan Arsel ile karşılaşır ve beraber çalışmaya başlarlar. Arsel aracılığıyla tanıştığı Amerika’da yaşayan Erkan Boynuince Dursun’a, ayda beş yüz dolar maddi destekte bulunmaya başlar. (Muhammet Altaytaş, Hangi Din, s. 21) Birçok ateistin ABD’de yaşaması ve Türkiye’ye yönelik İslam düşmanlığında önde olmaları ilginçtir: Ateizm sitesi sahibi Aydın Türk, İlhan Arsel bunların başında gelir. Bundan sonra Dursun 1987- 1990 yılları arasında onu meşhur edecek eserleri yazar. Ne ilginçtir ki, yine onu dar bir çevre tanır sadece. Taki, öldürülene dek. Bir anda dergideki yazıları kitap haline getirilir, basında tanıtımı yapılır ve ülke çapında meşhur olur. Konunun daha da ilginci, kitaplarını basan kurum bile artık cinayetin Gladio tarafından, ülkeyi karıştırmak amacı ile yapıldığını kabul etmektedir!
Tahlil: Dursun 1990’lı yıllarda ateist kesimce bol övgü ve destek alır. Sonunda aradığını bulur. Artık Türkiye’de parmakla gösterilen ender şahsiyetlerdendir. O dar çevrede kendine edindiği yere göre yazmaya, üretmeye başlar. Yıllardır özlediği ortamı bulmuştur artık! Kendine “Savaşımcı”; “Dava insanı”; “Yüzyılların doğurduğu ölüm” sıfatlarını takar. Artık dünyayı tek başına değiştirecektir! Çevresi de ona gaz vermekten geri kalmaz zaten: “İslâmiyet konusunda dünya çapında bir otorite”; “Aydınlanma savaşçısı” olarak tanıtılır. Zamanla aldığı klasik medrese eğitimi bile onun için bir tanınma vesilesi olacaktır: “Başkalarının uzun yıllar harcayarak öğrendiğini birkaç senede öğrendiğini” ifade edecektir. Halbuki klasik medrese ortamını bilen herkes bu eğitimlerin sıkı bir çalışma ile 3-5 sene bitirilebileceğini bilmektedir. Hele ki babanın özel ilgi, yönlendirmesi varsa! Kendine en çok yardım edenler de, sol kesimce bol bol ajanlıkla suçlanan eski bir Mao’cu, onun akrabası G. T. ve adı siyasi davalarda geçen bir derneğin o zamanki genel sekreteri ve tabii ki İlhan Arsel! Babası daha doğmadan onun için kitaplar satın almaya başlamıştı. O, “Basra’da ve Kufe’de bulunmayacak ölçüde büyük bir din alimi” olacaktır. Küçük yaşta sıkıntılara maruz kalır. Çocukluğunu yaşayamaz. Tüm bu zorlukları ve bunlara neden olan babasına olan öfkesini ilk eseri Kulleteyn’i yazarak dışarı yansıtır. Bütün olumsuzlukların sebebi olarak, annesine ve kendisine şiddet ve baskı uygulayan, sürekli “Abdul Hoca” diye bahsettiği ve dinle özdeşleştirerek “zalim baba” şeklinde nitelendirdiği babasını gösterir. Diğer yandan masumane, insani duygu ve güdülerini de din karşıtı bir bağlamda konumlandırır ve bunu kendisine şefkatle davranan annesi ile özdeşleştirir. Babasının zulmünden kurtulup, insani ideallerini gerçekleştirmek için çok okuyup ‘en öne’ geçmesi gerektiğini düşünür. “Ne yapıp edip herkesi geçmeye “ ve “Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirmeye” karar vermiştir. Ama aldığı klasik medrese eğitimi güncel hayata cevap vermemektedir. Zaten Türkçe okuma-yazmayı bile henüz bilmemekte, yaşadığı dünyadan habersiz yaşamaktadır. Dursun’un, hem de daha çocuk yaşta, kelam, felsefe ve mantık ile ilgili eserleri kavraması beklenemez. Bundan dolayı okuyup ezberlediği bu eserler çoğu zaman onun kafasını karıştırır, zaman zaman kendi deyimiyle Tanrı’yla “kavga” eder; okuduğu kitaplarda “Adem’in topraktan, Havva’nın onun kaburga kemiğinden, Hz. Muhammed’in nurdan, Hz. İsa’nın Cebrail’in üfürüğünden, kendisinin ise meniden yaratıldığını” okur ve bunu haksızlık olarak yorumlar. Özürlü bir kızı, ormanda başı kesilmiş bir insanı, nehri geçerken boğulan arkadaşını, kurbağayı yutan yılanı görür. Bütün bunlardan sorumlu tuttuğu Tanrı’yı rüyasında görür ve O’na yaptığı işleri beğenmediğini söyler. Çocukluğunda koşullandığı “En önde olma”, “Kendisinden herhangi bir şekilde söz ettirme” tutkuları ve din adına yaşadığı bütün negatif tecrübeleri, ileride bilinçaltından çıkacak ve büyük ölçüde şahsiyetini ve dine bakışını etkisi altına alacaktır.
Dursun için ‘din ve ilim’, sözü edilen duygular denkleminde hayatı boyunca hep “araçsal” bir niteliğe sahip olmuştur. Tüm bunlar hakikatte dini anlayıp kavramasına, Yüce Yaradan ile içsel bir iletişim kurmasına hayatı boyunca aşamayacağı bir engel oluşturmuştur. Bundan dolayı onun dini inanç ve anlayışının, aslında hayatının hiçbir döneminde, dinin özü olan Allah’a duygusal yakınlık ve içten bağlılık düzeyine ulaşmadığı, girdiği her işte yaptıkları ile rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yıllarını harcayıp aldığı eğitim gerçek hayatta hedefine ulaşmakta bir vesile olamamakta, toplumda da umduğu ölçüde bir saygı görmemektedir. Tüm bunlar sonunda onun hırçın ve saldırgan biri olmasına neden olur. En son çalıştığı TRT’den emekli olmasına gerekçe olarak “Bunalım içine düşmek, iş çevresi ile uyumsuzluk, psikolojik dengesizlik” gibi nedenler de bunun göstergesidir.
Kur’an’ı biraz okuyan herkes Tevrat ve İncil’i de Allah’ın gönderdiğini hemen anlar. Bozulan çoğu yerlerine rağmen az da olsa bozulmamış bölümlerinde, Tevrat ve İncil’in orjinali olan Kur’an ile ortak ifadeler hala bulunmaktadır. Bozulmayan yerlerindeki benzerlikler bu nedenle gayet doğal kabul edilir ve bu durum da tüm dini eserlerde açıkça ifade edilir. Ama Dursun, ‘bunu hayatının son döneminde fark edip bu nedenle de dinsiz olmaya karar verdiğini’ ifade etmektedir. Bunun komik bir gerekçe olduğu açıktır!
Turan Dursun ateist olma nedenlerinden birini de Kur’an’daki bazı ayetlerin Tevrat ve İncil ile ortak noktaları olduğunu, bunun da Kur’an’ın alıntı olduğuna (!) işaret ettiğini ileri sürer. Bunu farkedince ‘fena olduğunu’, Şule Perinçek ile yaptığı röportajda anlatır. Ne ilginçtir ki tüm oryantalistler de Kur’an’ın Tevrat ve/veya İncil’den kopyalandığını ileri sürer. Bu konuda iddia ve cevaplara ‘Oryantalizm yanılgısı’, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazılardan ulaşılabilir.
Dursun’un psikolojik sorunlarını ve ahlaki zafiyetlerini deşifre eden açıklamaları:
Halbuki Kur’an, İslam’ın ilk insandan itibaren gelen din olduğunu, zamanla bozuldukça benzer kuralların peygamberlerce insanlara yeniden hatırlatıldığından defalarca bahseder. “Hz Adem’den (a.s.) son Peygamber Hz Muhammed’e kadar gönderilen ilahi dinlerin ortak adı İslam’dır.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 99); “İslam dini, Hz. Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e (s.a.s) kadar göndermiş olduğu tek dindir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 24, 108); “Hz Adem’den itibaren İslam’ın gönderilmiştir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 133-135)
“Kur’an her peygamberin kendinden önceki peygamberi tasdik ettiğini; İncil’in Tevrat’ı, Kur’an’ın ise hem İncil’i hem de Tevrat’ı tasdik ettiğini” bildirir. (Dr. Osman Kara, Kur’an’ın kutsal kitaplarla ilişkisi, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013/2, c. 2, sayı: 4, s. 149) Sadece Maide, 44-48. Ayetleri okumak bile bu konu hakkında bilgi sahibi olmaya yeterlidir. ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakılabilir. Kur’an uzmanı (!) bir adam daha bunu fark edemeden İslam’ı, Kur’an’ı inkara kalkışmıştır.
Dursun’a inananların gözlerini ve kalplerini açacağını umduğumuz alıntılarla devam edelim:
Amerika’da yaşayan Hıristiyan tarihçi bizlerin tüm kitap ve peygamberlere iman ettiğimizi kavradı müftü geçinen din alimi (!) uzman bundan habersiz yıllarca müftülük yaptı: “Bütün Müslümanların Muhammed’den önceki peygamberlerin de peygamberliğine inanması lazımdır. Müslümanlar Tevrat ve İncil’de, Kur’an’la uyuşmayan şeylerin sonradan eklenen ve bozulan şeyler olduğuna inanırlar.” (Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 45-46) Yine ABD’den bir sosyoloji profesörüne kulak verelim: “İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikle birlikte, İbrahimi inancın temel bir varyantı olarak ele alınabilir.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 107) Bu da Almanya’dan bir oryantalist’in yazdıkları: “Hz Muhammed, insanlığın babası Adem’den başlayan uzun peygamber zincirinin sonuncusu, önceki bütün vahiyleri içeren ve aynı zamanda en duru hallerinde onları özetleyen son vahyi getiren kimsedir.” (Annemarie Schimmel, Ve Muhammed O’nun elçisidir, s. 17) Bu da Katolik akademisyenden: “Kur’an’da beni en çok etkileyen ise, çok kapsayıcı bir Kutsal Kitap olması oldu. İslamiyet’in Yahudilik ve Hristiyanlıktan daha kapsayıcı olduğunu kesinlikle fark ettim. Diğer iki din pek çok peygamberi ve yaşantısını kabul etmez iken, İslamiyet hepsini ediyor.” (Gary Wills, Kur’an’ın Anlamı nedir? Alınıt: Risale Haber, 23 Ekim 2017)
Bu da İngiliz bir oryantalistten: “İslam’ın kökleri ile Yahudilik ve Hıristiyanlığın kökleri aynıdır ve değerlerinin birçoğu da ortaktır.” (Jack goody, Avrupa’da İslam damgası, s. 127) Bir başka İngiliz yazardan devam edelim: “Kur’an, Allah’ın elçilerinden herhangi birini inkar etmenin, Kur’an’ın kendisini de inkar etmek anlamına geldiğini açıkça ifade eder.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 41) “Muhammed’den yapılması istenen şey, Adem’e verilmiş eski mesajın kendi devirlerine uygun bir şekilde basit bir tekrarını yapmaktır. İslam’ın, İnsanların en eski dininin yeniden imarından başka bir şey olmadığı ortadadır.” (Eaton, s. 67) “İslam, İbrahim’in dininin saflığını yeniden ikame etmiştir.” (Eaton, s. 87) “Eski peygamberlerden söz edilmesinin amacı, Hz Muhammed’e verilen mesajın süreklilik açısından yabancı ya da garip hiçbir şey içermediğini kanıtlamaktadır.” (Eaton, s. 159) Sonradan Müslüman olmuş bir batılı ile devam edelim: “Kur’an, kendisinin önce inen kitaplara her Müslüman’ın inanmasını emreder.” (Dr. Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, s. 8) Christiaan S. Hurgronje, İslam düşmanı bir oryantalist olmasına rağmen Hz Muhammed’in hiçbir zaman yeni bir din öğretisi getirdiği iddiasında bulunmadığını anlayabilmiş ve eserine bunu yazmıştır. (Mohammedanism, s. 50) Evet, oryantalist bile bunu anladı, müftülük makamını işgal eden uzman (!) bilir kişi anlamadı!
Bir de ABD’li film artistinden örnek verelim. Will Smith: “Ben tüm kutsal kitapları okudum, her birinin nasıl tek bir hikâye olduğuna şaşırdım, Tevrat’tan İncil’e, oradan da Kur’an’a. Daha önce bunu asla anlamamıştım, evet hiç anlamamıştım, Ama şimdi sanki çizgiyi ilk kez görüyormuşum gibi, biliyorsun, asla tam olarak anlamamıştım, baba olarak İbrahim ve sonra İshak ve İsmail ile ayrılma; bu anlayışın tamamlanmasını kavramak güzeldi.” (Milliyet, 20.03.2024) Amerikalı artist anladı ama müftü anlamadı!
“Kur’an, Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar tüm vahiy sürecini bir bütün olarak ele alır.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 26) “De ki, ben gelen ilk peygamber değilim.” (Ahkaf, 9); ” Allah Kur’an’ı, Tevrat ve İncil’i tastikleyici olarak indirdi.” (Ali İmran, 3) “İslamiyet, Hz Adem ile başlayan ve Hazreti Muhammed ile son bulan vahiy sürecinin bütünün mirasçısıdır. ‘İslamiyet’in önceki dinler ile benzerlik arz etmesi elbette doğal ve hatta zorunludur.’ Aslında bu konuda tuhaf ve yanlış karşılanması gereken şey: İslam dininin önceki dinler ile ‘benzerlik arz etmesi değil, etmemesi’ durumudur. Bütün İlahi dinler elbette kaçınılmaz olarak Allah’a ve ahiret, ceza ve mükafat, ibadet, iman, inkar, kitap, peygamber gibi kavramları kullanacaklardır. Bu dinleri gönderen kaynağın bir olduğunu gösterir. Toplumlar, peygamberlerin öğütlerini unutmaya yüz tutunca, Allah mesajını tekrar güncellemiştir ve bu süreç Hz Muhammed’e dek devam etmiştir.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, 97-98, 107); “Kur’an ilk insandan tutunda son peygambere kadar gelen bütün dinlerin aynı hakikatleri dile getirdiğini vurgular.” (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 124); “İslam ilk insandan tutunda, son peygambere kadar gönderilmiş olan tek dindir.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s. 189) “Kur’an’ın çok temel mesajlarından biri, tarih boyunca gelen peygamberlerin Hz. Muhammed ile aynı mesajı getirdikleridir.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 133) “Kur’an, tarih boyunca aynı hakikatin aynı yöntemle yani, insan elçilere vahiy yoluyla bildirildiğini söyler. Kur’an’da ortak öze de göndermeler mevcuttur.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 19, 250); “Hz. Peygamber kendisinden önce gelen Peygamberlerin getirdiği esasları yıkıp yok etmemiştir.” (Flamur Kasami, Kur’an’da çelişkili gibi görünen ayetler, s. 146); “Allah’ın her peygambere vahyettiği kitabın temel konuları da birdir.” (Dr Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s.145) “Hiçbir ümmet yoktur ki kendilerine bir peygamber gönderilmemiş olsun. (Fatır, 24) diyen Kur’an’ın, Müslümanların başka kültürler hakkındaki algılamalarını derinden etkilediğini söyleyebiliriz.” (Doç. İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 38) “İslam yeni bir din olduğunu iddia etmemiş, Kur’an Hz Adem’den Hz Muhammed’e kadar uzanan bir peygamberlik tarihi hakkında detaylı bilgiler vermiştir.” (İslam ve Batı, s. 46) “İslam inancına göre gerçek din, Hz Adem’den son Peygamber Hz Muhammed’e kadar bildirilen dinin tek olduğunu kabul eder.“ (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 55) “Semavi dinler aslında hepsi aynı kaynaktan gelmeleri itibariyle tek bir dindir. Peygamberlerin ve kitapların kendilerinden öncekileri tasdik etmesi, ilahi kökenli bir dinin yapısına ve mantığına tamamen uygundur.” (Selçuk Kütük, Ateizm Yanılgısı, s. 22, 35) “Hz Muhammed kendinden önceki peygamberlere izleyip onların görevlerine varis olmuştur. Peygamber, İslam’ın ilk geldiği zamanlardan hayatının sonuna kadar, daha önce gönderilen peygamberlerin de benzer ilahi vahiyler aldıklarına kesinlikle inanıyordu. (Fazlur Rahman, Kur’an, s. 262, 298) “Bilindiği gibi İslam dini, sadece Hazreti Muhammed’e gelen vahiylerin toplamı değil, Hz Adem’den Muhammed’e dek gelen vahiylerin ortak bir bileşkesidir.” (Namık Kemal Okumuş, Sağlam kulpa Tutunamayanlar, Ahlak, eşcinsellik ve deizm üzerine, s. 196) “Hz Muhammed, yeni bir din getirmediği, tersine İbrahim ve İsmail’e vahiy olunan dini ihya’ya geldiğini söyledi.” (Operatör Doktor Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 87) Vahiy, daha önceki peygamberlerin yani Adem, İbrahim, Musa ve İsa peygamber zamanındaki saf ve basit dinlerin en son şeklini alması ile, Allah’ın son peygamberi Muhammed’e gönderilmiştir. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 22)
Son örnekte Yahudi iken sonradan Müslüman olan Muhammed Esed adlı gazeteciden verelim. Secde suresi 23. ayeti Esed şöyle meallendirir (Kısa açıklama ile tercüme eder): “Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa’ya (da) tevdi etmiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (hakikat) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık.” Sonradan Müslüman olan da hatta olmayanlar oryantalistler dahil bu gerçeği anladı ama ‘yüzyılların doğurduğu, bir çok ilim dalında uzman (!) olan’ bu alim (!) anlayamadı…! Zaten zamanla bozulan “Musevilik ve Hıristiyanlık; tevhid, nübüvvet, vahiy, ahiret inancı ve varlık anlayışı gibi temel konularda bile İslam’dan apayrı bir anlayışa.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s.123) sahip hale gelmiştir. Aşağıdaki ayetlerde konumuz ile paralel içeriğe sahiptir: Hz. İsa: “Havarilere, ‘Bana ve peygamberime inanın’ diye bildirmiştim, ‘İnandık, bizim Müslimler olduğumuza şahit ol’ demişlerdi.” (Maide, 111) Hz. İbrahim:” O’nun ortağı yoktur. Ve ben bununla emrolundum. Ve ben, Müslümanların (teslim olanların) ilkiyim.” (Enam, 163) “ Hz. İbrahim, Yahudi veya nasrani olmadı. Fakat hanif (Allah’ın tek oluşuna, ölmeden önce ruhun O’na ulaştırılmasının ve Allah’a teslim olmanın farz olduğuna inanan), (Allah’a teslim olmuş) bir Müslümandı. Ve o müşriklerden olmadı.” (Ali İmran, 67) Hz. Yusuf: “Rabbim bana mülk verdin. Ve olayların (sözlerin, rüyaların) tevîlini (yorumunu) bana öğrettin. Semaları ve yeryüzünü yaratan, Sen benim dünyada ve ahirette velimsin (dostumsun). Beni Müslüman (Allah’a teslim-i küllî ile teslim olan) olarak vefat ettir ve beni salihler arasına kat.” (Yusuf, 101)
Dursun’un şahsiyetinin belirleyici yönlerinden biri olan ve İslâm’a karşı odaklanmış bulunan “kin, nefret ve saldırganlık” duyguları gerçeği görmesine engel olur. Bunu kendisi de ifade etmekten çekinmez: “Ben sürekli Tanrı kavramına başkaldıran bir yapıyı taşıdım. Bu bir evrimsel süreç içinde bir gelişme niteliğinde oldu. Söylerdim, Tanrı ile kavga ederdim… O an bende öyle bir hınç oluştu ki, çünkü o (din, peygamber) benim gençliğimi, çocukluğumu aldı, onun yüzünden çocukluğumu yaşayamadım. Hiçbir hastalığın, kanser, AIDS vb. hiçbir felâketin korkunçluğu, dinden gelen korkunçluk kadar korkunç değildir. O dakikadan itibaren dinle savaşa girdim.” Bundan dolayı Dursun’un önerdiği dünyada öncelikle dinsizlik olacaktır. (Şule Perinçek, Turan Dursun Hayatını Anlatıyor, s. 34) Dursun aslında sadece dinle kavgalı değildir. Çevresiyle de uyumsuzdur. Gerek müftülüğü gerekse TRT’deki görevi esnasında yaşadığı sürgünlerin gerçek sebebi de bu olsa gerektir. TRT’den emekli olmasına sebebiyet veren son sürgüne gerekçe olarak “bunalım içine düşmek”, “iş çevresiyle uyumsuzluk” ve “psikolojik dengesizlik” gibi nedenlerin gösterdiğini yine kendisi anlatır. (Abit Dursun, Babam Turan Dursun) “O hayatının her döneminde bulunduğu yer ve konumla uyumlu görüşleri, en sivri ve uç düzeyde savunmuştur. Müftülüğü döneminde aydın, ilerici din adamı olarak tanınırken, TRT’de “katı laiklik, akılcılık, bilimcilik” gibi temaları ön plana çıkarır, emekliliğinde ise ilişkide olduğu çevre ve yazılarını yayınladığı dergiler paralelinde keskin bir “din karşıtı” ve “Aydınlanma savaşçısı” kesilir. Öyle görünüyor ki, hayatının her döneminde onu “mücadele etmek durumunda kalan bir muhalif” konumuna düşüren iddiaları değil, iddialarında kullandığı sert, katı ve agresif üslûbu ve tarzıdır. Dursun’un kişiliğinde belirgin olarak öne çıkan unsurlardan birisi de cinsel içerikli tecrübeleridir. Kulleteyn isimli romanında köpeklerin, koyunların çiftleşmesi gibi anlatımlara doğal görünmeyen bir tarzda yer verirken, koça masturbasyon yaptırdığını da anlatır. Rüyasında gördüğü peygamberden, sevdiği kızı elinden alacağı endişesiyle kaçar. Çocukluğunu anlattığı bu çalışmasında yazar, bazen aynı sayfada onlarca olmak üzere, yüzlerce defa argo ve iğrendirici ifadeye yer verir. Çoğu zaman da bu kullanımlarla İslâmî kavram ve değerler arasında irtibat kurar. Bütün bunlar aynı zamanda onun çocukluğunda din adına yaşadıklarının kişiliğinde bıraktığı derin izlerin işaretleri olarak görülebilir. Dursun’un bu üslûbu sadece bu romanında değil, başta Hz. Muhammed’i tanıtırken olmak üzere bütün yazılarında öne çıkar. Uslûp ve ifade tarzının sahibiyle alakası direkt ve tartışmasızdır. Onun değerlendirmeleri çoğu zaman hamâsi, agresif, hatta isterik denebilecek özellikler gösterir. Hatta ünlü solcu İlhan Selçuk için “İslâmcı Marksist” diyecek kadar sübjektif bakış açısına sahip biri olduğunu belirtirsek, tamamı ile düşman olduklarına suçlama da hiç sınır tanımayacağı kesinlikle anlaşılabilir. Dursun’un İslâm’ı değerlendirme konusundaki tavrı hiçbir zaman bilimsel, nesnel ve samimi olmamıştır.” (Muhammet Altaytaş, Hangi Din, s. 29)
Dursun’un babası, çocuğunun okuması için 8–9 yaşlarındaki çocuğu aileden ayırarak çok zor yaşam koşullarına sahip olan bir medreseye teslim eder. Çevresi başka ırktan insanlarla dolu idi ve kendisine ‘Türko’ demektedirler. (Dursun, Kulleteyn, s. 15) Bir ara camide birkaç gün yalnız kalmak durumunda olan Dursun, camideki tabut ve gece karanlığından çok korkar (Kulleteyn, s. 91) Çocukluk ve gençlik arzularını yaşayamayan Dursun, içinden peygambere büyük bir kin duyar. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 36) Dursun 14-15 yaşlarında bazı hadisler uydurarak esans satar (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 28) ve hayatının daha çocukluk yaşlarında dinden para kazanmak ve gerektiğinde yalan söylemeyi adet haline getirir. Zaten yazdığı eserlerde de buna dair birçok örnek mevcuttur. “Sivas’ta müftüyken bir sekreterim vardı. Alışılmamış bir müftüydüm. Sekreterim çok güzel bir kızdı. Müftü vekili olarak onu yerime koymuştum.” Diyen Dursun daha o yıllarda, “Devrim Ocakları”nın kurucuları arasında da yer alır. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 36) Bir ara tanrıyı reddeden bir ideoloji taraftarı olan komünist bir öğretmen ona çok yardım eder. Ondan bazı eserler alır okur ve “ürkecek bir şey de yokmuş” sonucuna varır. (Dursun, Hayatını Anlatıyor, s. 34) Spranger ise ateizmden bahsederken “büyük bir düş kırıklığına uğramış dini dürtü”den söz eder. (İnsan Tipleri, s. 175) From, “Kişinin inancının yıkılmasına tek bir olaydan çok, küçük küçük birçok deneyimin birikmesi yol açar.” (Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 25–26) der. Sonuç olarak Dursun; olumsuz çocukluk dönemi deneyimleri, bu deneyimlerin bir sonucu olarak yaşadığı zihinsel ve duygusal çöküntüler, yetişkinlik döneminde yaptığı ‘farklı’ girişimler ve doğal olarak çevresinden aldığı olumsuz tepkiler, bu zorlukları yaşarken materyalist çevrelerden gördüğü yakın ilgi ve en önemlisi “beklenti ve ideallerine ulaşamaması” (Doç. Dr. Hasan Kayıklık, Dini İnkâr Bağlamında Turan Dursun, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 5 (1), 1-14) onu zamanla dinden uzak bir yaşama yöneltir.
Turan Dursun’un Metodunun eleştirisi
Dursun’un eserlerinde daha çok İslam’ın temelinden (Kur’an ve onun ruhuna uygun hadislerden) olmayan kitaplardan eleştirebileceği parçaları alıp aynı yerlerdeki İslam’a yaptığı saldırılara verilen cevapları görmezden gelmesi, onun belli bir bilimsel metot kullanmak yerine tamamen yukarıda bahsettiğimiz tepkisel, hırçın kişiliğini eserlerine yansıttığını göstermektedir.
Mesela; Şeytan ayetleri masalını anlatırken işine gelen 3-4 İslam aliminin kitaplarından alıntı yaparken bunu reddeden onlarca alimi ve eserlerini görmezden gelir. (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni vd. Bu konuya cevap bu çalışmamışda verilmiştir.) Arap dilindeki mecazi (benzetme, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çevirilerle okuyucuya sunmuştur. Mesela Allah’ın gözetlemesi demek olan “Allah’ın gözü” deyimini “insanın gözü gibi göz” diye tercüme etmiştir. Kelimelerin özellikle zihninde olumsuz anlamlar uyandıracak şekilde çeviriler yapmıştır. Mesela eş kelimesi yerine karı kelimesi kullanması, ‘Mekr’ düzen demek iken tuzak diye çeviri yapması gibi. Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları göz ardı etmiş, herhangi bir tefsirde ki istisnai görüşü İslam’ın görüşüymüş gibi okuyucuya sunmuştur. Mesela ayın yarılması konusunda (Din Bu, s. 217) İbnü’l-Cevzi’nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmektedir. Eserinin 230. Sayfasında ise İbnü’l-Cevzi’yi güvenilir bir müfessir olarak kabul etmektedir. Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunda “güvenilir” dediği tüm tefsirleri bir çırpıda göz ardı ediyor ve şöyle diyor: “Tefsirler Ferezdak’ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması gözönünde tutulursa sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir.” (Din Bu, s. 204) Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda nedense yapmıyor Dursun. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler ‘20 değişik şekilde’ aktarılmıştır. ‘Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır’ deseydi, T. Dursun’un samimiyetine inanabilirdik. Tüm bunlar onun bilimsellikten ve objektiflikten uzak, tepkiselciliğine ve sübjektifliğine işaret etmektedir. Nefislerinizi öldürün ayetini mecburi anlayış istikameti gibi kendinizi (birbirinizi) öldürün diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, insanın eğilimleri olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçlayan da kendisidir. (Din Bu, s. 222) Halbuki aynı kitabının 254. sayfasında Şerif Cürcani’nin ‘Tarifat’ından aldığı tanımda nefsin, ‘doğal eğilim’ anlamına geldiğini kendisi söylemektedir. Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak kullanan yine kendisidir. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul etmektedir: “Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur” (Din Bu, s. 158) Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğununu bile zorlar niteliktedir. “Neden son peygamber bir Arabi” Başka bir milletten olsa idi yine aynı şekilde soracaktı halbuki.
Görüldüğü gibi, T. Dursun’un kitapları bir metottan yoksundur. Sadece İslam’a duyduğu tepkiden doğan kimi yerde duygusal, kimi yerde muhakemesiz yargılarda bulunmuş ve yanlış aktarılmış bazı hadis ve israiliyattan etkilenmiş tefsirlerle dini kötüleyebileceğini düşünmüştür. Mesela Peygamberimizin savaşta kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunulmamasını emreden birçok hadisini görmezlikten gelip, buna karşı uydurma birkaç hadisle bunun aksini iddia etmeye çalışmıştır. İşine gelen yorumlardan -İstisna, uydurma farkı gözetmeden- alıntılarla ile kitaplarını oluşturmuştur. T. Dursun İslam’ın akıl ve ilimle olan bağlantısını çarpıtıp, düşünme ve akılla ilgili yüzlerce ayet ve hadisi göz ardı ederek şöyle diyebilmiştir: “Din varken kafanızı daha ileri, daha güzel şeyleri yapmaya kullanamıyorsunuz. Kullandığınız zaman engeller çıkıyor.” (Din Bu, s. 16) Harizmi sıfırı bulup kullandığında İslam buna engel mi olmuşdu? El-Cezeri tarihte ilk robotları yaparken, Abdüsselam kendisine 1979 Nobel Ödülünü kazandıran teoriyi düşünürken din engel mi oldu? Bu konuda “ Müslüman ilim öncüleri” isimli yazıyı tavsiye ederiz. Dursun’un iddiaları kendi orijinal ürünü değil, yüzlerce yıldır Hıristiyan-Yahudi oryantalistlerin gündemde tutmaya çalıştıkları konulardır. Dursun sadece pazarlamacılık yapmıştır. Usul bilgisi konusunda da subjektiftir. İşine geldiği gibi kaynakları kullanmıştır: Ayetin ayetle, ayetin hadisle, hadisin ayetle, hadisin hadisle açıklanacağını bilemeyecek kadar usul bilgisinden de habersizdir. Hadis ilminde haberi vahid’le, haberi mütevatir’in farkından habersizdir. Rivayetlerden ‘işine geleni’ okuyucuya doğru olarak sunmuştur. Hadislere uydurma rivayetler karıştırıldığını söylemiş ama kendisi o uydurma rivayetleri işine geldiği zaman istediği gibi kullanmıştır. Alaycı, edepten yoksun ifadelerle ele aldığı konularda okuyucuyu istediği gibi yönlendirmeye çalışmıştır.
Don Kişotvari bir tavır sergileyen Dursun, Allah ile iplerinin kopmasını da şöyle açıklar; “Allah’la kavgam ondan. Rüyamda Allah’ı görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. Bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor. Herkes çevresine toplanmış. Ben bir fırsatını buldum, sokuldum. “Kim bu?” diye sordum. Allah, dediler. “Peki, söyleyeceklerim var” dedim. Önce kızmaması için yemin ettirdim. yemin etti. “Valla billa kızmam” dedi. “Ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum, ben. Senin yerinde olsam bunları yapmazdım. Madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın’? Sonra Safi’yi çok güzel yaratmışsın. Sabo, Safi’nin ablası, çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. Çok üzülüyordum, acıyordum,”neden öyle yaptın” dedim. Böyle bir tartışmamız olmuştu. O zamanlar ‘10-11 yaşlarındaydım.’ Kargalık’ taydım.” Bozulmuş Tevrat’taki, Yakub peygamberin Allah’la güreş tutmasında (!) çok etkilendiği anlaşılan Dursun, biraz akaid okusaydı, Allah’ın rüyada görülmeyeceği, onun şeytani bir varlık olduğunu hemen anlardı. Genç yaşta gerçek ilişki yaşamıştır. “Kız beni hep ayarttı. Bazı şeyleri ben bilmezdim. Kız soyun, işte şöyle, böyle”, yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. Epeyce ilişkiler, duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda.” Sağlıksız ortamda, formasyonsuz, ezbere dayalı, anlamadan uzak, küçük yaşta cinsellikle -ki sapık cinsellik dahil, Kulleteyn’de anlatıyor, buraya almıyoruz- tanışan, normal bir çocukluk geçirmeyen, psikolojisi bozuk ve yıllarını verip öğrendiklerinin pratik hayatta bir karşılığının olmadığını görmesi, bir de üstüne okumayı bile askerde öğrenip, ilkokul diplomasını dışarıdan alıp hayata sıfırdan başlaması onda büyük bir kin oluşturmuş, hırçın biri haline getirmiştir. Başkasına kaçırmayı düşündüğü kadın zamanla eşi olur ama başkalarına aşık olmaktan bunlar alıkoymaz. Eşi ile de sorunlar yaşar. İşin ilginci eşi, ‘Dursun’u Allah’tan daha yüksek’ görmektedir. Eşini döver ve bunu “Molla döneminde ilk zamanlarda oldu” diye dine saldırma nedeni yapar. Yine ona göre Türkiye’den Papa ile konuşması için onu seçerler. Sonra Dursun vazgeçer! O zaman onun yerine neden biri gönderilmedi? Sorusunu sormayı ise kimse aklına getirmez! Çünkügörüşme ayarlanmıştı? (Konu, hayatını anlattığı Şule Periçek ile röportajından ve oğlunun babasının hayatını anlattığı kitaptandır alıntılanmıştır.)
Dursun’un Arapça seviyesi ve bilerek çarpıtmalarına örnekler
Turan Dursun kendini her alanda uzman ilan eder. Halbuki bir ilahiyat profesörü uzman olduğu alan için yıllarca çalışır, Arapça dışında en az İngilizce bir tane daha yabancı dil bilir, yurtdışında araştırmalar yapar ama uzman olduğu alanla ilgili hala öğrenmesi gereken yerler olabiliyor. Ama İlkokulu dışarıdan bitirmiş, Türkçeyi sonradan öğrenmiş; Arapça bilmek dışında bir özelliği olmayan Dursun, kendini ‘her alanda’ uzman ilan edebiliyor!
Sarf-Nahv, bedi-beyan, tefsir, hadis, fıkıh, kelamı, mantık, ıstılah, usul, aruz, İslam Tarihi, astronomiyi çok iyi bilen, aynı zamanda embriyoloji alanında uzman ve din etnologu (!) olan (Din Bu I/97) Dursun, Hz, Peygamber’in, azl (doğumu önlemek için, boşalmadan önce ayrılma) ile ilgili bir sözünü aktarıyor. (Din Bu I/34) ve burada “Yapmamakta sizin için bir sakınca yoktur” (Mâ aleyküm ellâ te’falû) şeklinde tercüme ettiği cümlenin aslında tam tersine “Yapmamanız için bir gerek yoktur, yapabilirsiniz” demek olduğunun bile farkında değildir. Yani hadiste, yazarın söylediğinin tersi söylenmektedir: Yapmamanızda bir sakınca yoktur değil, yapmanızda bir sakınca yoktur. Hattâ mâ nâfiye (olumsuz edatı) da olabilir ki o zaman “Neden yapmayacaksınız?” anlamına gelir hadis. Din Bu adlı kitabının II/46. Sayfasında ise “Birçokları gibi lbn Hazm’ın da, sâbiîlerden, tapınaklarından, ibadetlerinden söz ederken yazdıkları şunlar da var.” dedikten sonra, “Ancak onlar (Sâbiîler), 7 yıldıza ve 12 burca saygı göstermek gerektiğini söylerler ve bunların suretlerini (resimlerini, heykellerini) tapınaklarında yapıp bulundururlar. Bunlara kurbanlıklarla ve darıyla yakınlaşmaya çabalarlar.” şeklinde Hazm’dan alıntıda bulunur. Ama, “Aslında metinde geçen “ed-Dehanü” kelimesi darı değil, “duman, buhur, tütsü” demektir. Tanrılara kurban kesenler, buhur yakarak, güzel koku ve tütsü ile ibadetlerini mabudlarına takdim ederler. Dini törenlerde, mevlitlerde buhur yakmak, tütsü ile topluluğa güzel koku yaymak, hâlâ yapıla gelmektedir. Şimdi bu kadar basit şeyi dahi bilemeyen bir insanın, ana dilinden daha iyi Arapça bildiğini iddia etmesi uygun mudur? Bu iddia sahibinin, diğer metinlere yaptığı çevirilerin ne derece aslına uygun olduğunu okuyucu düşünmelidir.” (Süleyman Ateş, Gerçek Din Bu I/11-14) Dursun, yine Hz. Muhammed’in, güya ‘şehvetperestliğini kanıtlamak’ hevesiyle, Gazali’nin İhya’sında yer alan bir rivayeti aktarır: Ali’nin oğlu Hasan’ın, bir alışta “altı karı birden aldığını, sonra çok geçmeden bunları boşayıp yenilerini aldığını, bu torunu Muhammed’e anlatıldığında, Muhammed’in: ‘O, yaratılışta da, huyda da bana benziyor.” Aslında Dursun yine Gazali’nin ibaresini tahrif etmiştir. Çünkü Peygamber’in devrinde, torunu Hasan’ın, dört kadın değil, bir kadın alması da mümkün değildir. Hasan, hicretin dördüncü yılında doğmuştur. Peygamber’in vefatı sırasında o, sadece altı yaşında idi. Altı yaşında bir çocuğun dört kadın alması, sonra tez zamanda bunları boşayıp yerine başkalarını alması, bunu duyan Peygamber’in de onu övmek için “O yaratılışta da, huyda da bana benziyor” demesi mümkün müdür? Dursun, Hasan’ın bu davranışını Peygamber’in beğenmiş olduğunu, böylece Peygamberin şehvet düşkünlüğünü okurlarının aklınca ispatlamak (!) istemiştir. Ahzab 51. ayet inince güya Hz. Aişe şöyle demiştir: “Mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke”: “Görüyorum ki, senin Allah’ın yanlızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” Dursun’un çarpıtarak söylediği, Hz. Aişe’nin söylediği sözün doğru tercümesi şudur: “Kanaatim şudur ki, Rabbin senin arzu ve isteğini geciktirmeden hemen (ayeti indirmek suretiyle) yerine getirir.” A. Davudoğlu tercümeyi şu şekilde yapar: “Vallahi Rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum.” (A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi. 7/ 402) Molla Sadreddin Yüksel şöyle demektedir: “Hz. Âişe’nin söylediği sözden maksadı şudur: Ben evvelâ mehirsiz olarak kendilerini Peygamber’e hibe eden kadınları kadınlık hissiyle kınıyordum. Sonra baktım ki, Allah gerçekten O’nun arzu ve isteğini -meselâ eşleri arasında nöbet usulünün uygulanmasından muaf tutulmasını- süratle yerine getiriyor. Artık ben de kınamayı bıraktım. Çünkü benim kınamam O’nu da -Peygamberi de- rahatsız edebilirdi.” Ayrıca Molla Yüksel şunu da ilave eder: “Hz. Aişe, Hz. Peygamberin huzurunda böyle konuştuysa niçin Peygamber (a.s) onu “Tecdidi İman’a” davet etmemiştir? Davet etmesi gerekirdi. Demek ki, Hz. Aişe kesinlikle bu şekilde konuşmamıştır. Ve öyle bir manayı da kast etmemiştir.” (Kur’an’dan Cevaplar, S. Yüksel, 8-9) Çarpıtmalarından bir örnek daha verelim: “Filistin’de “Übnâ (sonraları ‘Yübnâ’)” denen bir yere Peygamber bir baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu: Sabahleyin Übnâ’ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak! Ve “Übnâ” köyü yakılıyordu. İçindekilerle birlikte.” (Ebû Dâvûd, Cihad/91, hadis 2616, c. 3, s. 88, ayrıca s. 124’teki 2’nolu not: ibn Mace, Cihâd/31, hadis No: 2843, c. 2, s. 948) Aslında Übnâ baskını, durup dururken yapılmış bir şey değildir. O bölge halkı Müslümanları sürekli rahatsız ediyordu. Peygamberin elçilerini öldürmüşlerdi. Onlara bir ders vermek gerekince Peygamber, Üsâme kumandasında bir ordu göndermek istedi. Üsâme Peygamber’in, kendisine şöyle emrettiğini söylemiştir: Sabahleyin Übnâ’ya baskın yap, sonra yak!” (Ebû Dâvûd, Cihâd: 91; Ibn Mâcc, Cihâd: 31) Hadisin metninde olan sadece budur. Hadiste kastedilen, köylülerin evlerini ve ekinlerini yakmaktır. Ibn Mâcc’nin yaptığı açıklama bu şekildedir. (2/948, not: 2843) Dursun, hadis metninde olmayan şu ilâveyi yapar: “Übnâ köyü yakılıyordu, köy halkıyla birlikte.” Hâlbuki hadiste köy halkının yakıldığından söz edilmez ve Üsame’nin gidip köyün ekinlerini yaktığı da anlatılmaz. Peygamber asla köy halkını yaktırmamıştır. Savaşın sonucuna katkısı yoksa ağaçlara, ekinlere de dokunulmazdı. Ağaçlara, hayvanlara dokunmama hususunda Hz. Ebûbekir’in de emri vardır. Ayrıca Yahudi olan Nadîr oğullarının birkaç hurma ağacını kestirmesinden maksat onları korkutup kan dökülmeden teslim olmağa zorlamaktı. Gerçekten de onlar savaşsız olarak Peygamber’in şartlarını kabul edip, taşınır mallarını develere yükleyip gitmeğe razı olmuşlardır. Zaten Peygamberimiz de bütün hurmaları kestirmiş değildi. Sadece birkaç ağaç kestirmişti. Bunu gören Nadîr oğulları, şartları teslim şartlarını kabul etmişlerdi. Acaba, ağaçların kesilmesindense, savaşa girip, hümanist geçinen Dursun’a göre her iki taraftan ta yüzlerce kişinin ölmesi, kendisini daha mı mutlu ederdi, bilinmez?! Dursun’un psikolojik yapısını ve okuyucuyu yönlendirme çabalarına örnek teşkil etmeleri açısından önemli göstergeler olan, kaynak gösterdiği hadis kitaplarında veya İslam alimlerinin eserlerinin asıllarında olmadığı halde yazdığı kitaplara, alıntı yaptığı eserlerde varmış gibi yaparak eklediği çarptırmalara örnek vermeye devam edelim: Hz. Âişe’nin “dünyada ne kadınlar varmış!” gibi bir sözü hiçbir kaynakta yoktur. “Hiç yorum yapılmaksızın ve orijinal anlatıma bağlı kalarak” şeklinde aktardığı: “Zeyneb yorgunluktan ve terden pembeleşmiş yüzü ve yarı çıplak haliyle son derece çekicidir.” şeklindeki rivayette asla hiçbir eserde geçmez! Cüveyriye ile evlenmesi ile alakalı, “Tutsaklar arasınd nefes kesen bir kız. Âişe, bunu Peygamber görür de yine bir ayet gelir diye kaygılanır ve kızı çadırın yanından uzaklaştırır.” Dursun’un kaynak olarak gösterdiği Buhari’de böyle ifadeler yoktur. Safiyye ile evlenmesi olayında aktardığı, “Safiyye’nin güzelliği Peygamber’in yakınlarının dilinden düşmüyordu. O, ancak Peygamber’e lâyık olabilirdi. Safiyye tutsaklar arasında idi. Dihye adında bir genç onu aldı. Hadislere göre Peygamber onları çağırtır ve der ki: Bu kadını Cebrâil bana nikâhladı, sen git başkasını al. Dihye de üzgün ayrılır, ‘bu sırada sanki Uhud dağı üzerime çökmüştü’ diye anlatır.” Sözler için verilen kaynaklara baktığımızda ne “Cebrâil’in nikâhlamasından, ne Dihye’nin üzerine Uhud dağının çöktüğünden, ne de Safiyye’nin güzelliğine vurulmaktan söz ediliyor! Esma ile evlenmesinde ise, “Eş’as isimli birisi Peygamberimiz’e (sav) çok güzel bir dul kadından bahsetmiş ve bunu almasını teklif etmiştir, Peygamber (sav) “aldım gitti” demiştir.” Yazarın iddiasının aksine Buhârî ve Müslim’de böyle bir hikaye yoktur. “Kalkmış zekerin indirilmesi için hiç zaman yitirilmemesi istenir. Nerede ve ne zaman olursa olsun zekerin öfkesi giderilmelidir. Bir hadîse göre bir hac esnasında Peygamber şu buyruğu verir: “Hemen ihramdan çıkın ve karılarınızla yatın.” Halbuki ihramın belli bir yeri ve zamanı vardır ve bu müddet içinde ihramdan çıkıp eşi ile beraber olmak yasaktır! Bunun dinde cezası bile vardır. Dursun’un gösterdiği kaynakları yazar okusa ve ilim namusuna sadık kalarak okuduğunu doğru aktarsa idi, hadisenin şundan ibaret olduğu anlaşılacaktır: Peygamberimiz yalnızca hac etmeyi niyet ederek gelen ashâbının, uzun zaman ihram içinde ve ihram yasaklarını yaşayarak vakit geçirmelerini önlemek üzere -zamanı geldiği, müddeti dolduğu için- ihramdan çıkmalarını ve isterlerse eşleri ile de beraber olabileceklerini, sonra Arafat’a çıkılacağı zaman yeniden ihrama gireceklerini bildirilmiştir. Müslim’in Sahih’inde, hadîsi Câbir’den nakleden Atâ, bu emrin mahiyetini, yukarıda gördüğümüz şekilde istismar edilmesin diye, nasıl da güzel açıklamıştır: “Peygamberimiz bu emri ile ashaba, ille de karılarınızla yatın demedi, yalnızca bunun helâl olduğunu onlara bildirdi.” Kısaca Dursun, ayet ve hadislerden aldığı bilgileri çarpıtmış, kendisinden önce batılı İslam düşmanı oryantalistlerin İslam hakkında yazdıklarını ‘kendine has bir üslupla’ yeniden bir araya getirmiş ve kitaplarını bu şekilde oluşturmuştur. Dursun’un tüm iddiaları kendi konu başlıkları altında ele alınıp cevaplanmıştır!
Turan Dursun nasıl ateist oldu?
Yüzyıl Dergisi, 6. sayıda kendi ağzından bunu şöyle anlatır: “Allah’a inanıyordum. Ancak deneyimler yaptım kendi kendime. Su dolu kovanın içine süpürgeyi batırıp duvara sürdüm. Şekiller bir rastlantı. Dünya’nın oluşumu da öyle olmasın? Bu arada o da tümden silindi.” Dursun duvardaki şekillere bakarak, dünyanın da böyle bir rastlantı sonucu olabileceğini savunmaktadır. Yani duvardaki şekiller, dünyadaki düzen. Aklı ve mantığı olan hiçbir insan bunu asla kabul etmez. Bir düşünün güneş sistemi, gezegenler, dünyanın etrafını saran atmosfer ve tüm bunları kıyasladığı duvardaki şekil! Tabii bu arada sormak gerekiyor; o şekilleri oluşturmak için bile bir kova, süpürge, su ve aklı başında (!) bir insan olması lazım değil midir? Aslında bu örnek bile Dursun’un amacının dışında, yaratıcıyı işaret etmekte değil midir? “Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kovadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer. Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.” (Bilim ve Teknik, Sayı 201, s.16)
Dursun’cular hala daha yalanlarla halkı aldatmaya çelışmaktadırlar: Tarih: 16.07.2016. 15 Temmuz darbe girişimi olmuş, millet birlik için darbecilere karşı mücadele ederken, Dursun’cular hala yalan ile milleti birbirine kırdırma peşinde, işte o önemli anlarda yaptıkları bir paylaşım:
Not: Olabilir ki Turan Dursun’un ismini burada sadece Dursun olarak zikretmemizi bazıları hakaret olarak algılayabilir. Ateistler yer ve gökleri yoktan yaratan Allah’ın adını bile yazarken ‘küçük a’ ile baş harfini özellikle yazarlar. Biz bu yazımızda inkar ehli bile olsa onlar gibi yaklaşım içinde bulunmadık. Sadece bu fark bile anlamak isteyene yeteri mesaj verecektir.
.
.
.
.
Allah razı olsun güzel bir yazı . Bu siteyi takdir ediyorum gayet kanıtlı mantıklı bir yazı.
AMİN! Allah razı olsun M. EHAD
Allah razı olsun güzel bir çalışma olmuş
CEVABEN,
AMİN MEHMET KARDEŞİM, CÜMLEMİZDEN RAZI OLUR İNŞALLAH.