–İslam’ın kılıç zoru ile yayılmadığı ve din hürriyetine verdiği önem için “İslam barış dinidir, İslam ve Rönesans, İslam kılıç ile yayılmadı” adlı yazılarımız da öneririz–
“İnsanlığın ihtiyaç duyduğu karizmatik topluluk fikrini İslam gerçek hayatta diğer büyük dinlerin hepsinden daha iyi uygulamıştır.” (M. Watt, İslam and the Integration of Society, s. 234)
“Müslümanlık ticaret ahlakı bakımından Hristiyanlığı geçmişti.” (Will Durant, İslam Medeniyeti, s. 64)
Batılı araştırmacı Bryan S. Turner’ın, “Birçok bilim adamı, şeriatın ideal ve pratik arasında bir boşluk dolduran, ideal bir hukuk olduğunu kabul etmişlerdir” (Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 97) şeklinde özetlediği, İslam’ın bir ütopya olmadığının, masallarda karşılaşılabilecek muhteşem idealleri dünyada yaşattığının delillerinden birkaçına örnekler verelim:
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollarla yemeniz için o malları hâkimlere (idarecilere) vermeyin.” (Bakara, 188); “Siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız. İyiliğin yapılmasını emreder, kötülüğün yapılmasını yasaklarsınız ve Allah’a inanır iman edersiniz.” (Ali İmran, 110); “Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin.” (Nisa, 135); “Mala ve mevkiye düşkün bir adamın dînine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür.” (Tirmizî, Zuhd, 43/2376)
Bir düşünce sistemi hayal edin, hiç kimsenin makam mevki, rütbe ve zenginliğine bakılmaksızın adaletin herkese uygulandığı bir bakış açısına sahip bir toplum ve o toplumun önderi; Efendimiz, mahzum kabilesinden zengin bir kızın suç işlemesi üzerine onun cezalandırılmamasını isteyenlere şöyle hitap etmektedir: “Sizden öncekileri helak eden şey, şudur: İçlerinden asil birisi hırsızlık yaptı mı, onu cezasız bırakırlardı. Ama kimsesiz zayıf biri hırsızlık yapınca, derhal ona ceza verirlerdi. Allah’a yemin olsun ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapmış olsa, mutlaka ona da aynı cezayı verirdim.” (Buhari, enbiya 54, hudud 12; Müslim, hudud 8, 9, M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477-478)
Bir önder, peygamber düşünün ki yönetimi altındaki insanlara hizmet ediyor; o topluluğa eli ile su dağıtıyor ve onu ziyarete gelen yabancı bir ülkenin elçisi bu manzara üzerine “Ben hayatımda böyle yönetici görmedim.” diyor, Efendimizde cevaben; “İnsanların efendisi, insanlara hizmet edendir.” buyuruyorlar. (Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hitâb, II/324; Acluni, Keşfu’l-Hafa, I/462-463)
Efendimiz fakirlere yardım dağıtmaktadır. Yardım dağıtımı bittikten sonra bir adam gelir. “Yardım dağıttığınızı duydum, onun için koştum, ama yine de yetişemedim. Zaten ben hep böyle şanssızın biriyim. Efendimiz sordu: “İhtiyacın çok mu fazlaydı?” Saymaya başladı ihtiyaçlarını. Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Ama Resulüllah’ın da imkânı bitmiş, elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, tek dirhemi bile kalmamıştı. Efendimiz dikkatle baktı yoksul adamın üzgün yüzüne. Sonra beklenmeyen açıklamasını yaptı: Üzülme, ihtiyaçlarını yine alacaksın, hem de hiçbirini eksik bırakmadan! Nasıl olacak bu diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basarak konuştu: “Şimdi buradan dükkânların bulunduğu yere doğru yürü, ihtiyaçlarını nerelerde bulursan al, satıcılara da de ki: Mal benim, borç Resulüllah’ındır! Ödemeyi Resulüllah yapacaktır.” Adam önce şaşırdı. Sonra Efendimiz’in ısrarı karşısında toparlanarak sevinçle çarşının yolunu tuttu. Alacaklarının hesabını yaparak sevinçle gidiyordu. Olayın şahidi olan Hazreti Ömer, fedakârlığın bu kadarını fazla buldu. Düşüncesini dile getirmekten kendini alamayarak dedi ki: “Ya Resulallah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin. Elinde olanı tümüyle verdin, geriye bir şey kalmadı, neden bu sefer de yardım edemediğin yoksulun borçlarını yükleniyorsun? Bu kadarı da fazla değil mi?” Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah’ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu. Bunun üzerine oradaki masum bakışlı bir sahabe söze karıştı: “Ya Resulallah, dedi, Sen Ömer’e bakma! Ver, ver, arşın sahibi Allah Sana yine verir, Seni boş bırakmaz!” Bu sırada ‘ver ver’ sözünden o kadar memnun oldu ki, tebessümü tekrar yüzünde belirdi. Verme konusundaki ölçüsünü de şöyle dile getirdi: “Hiçbir şeyi olmayan, çorbasının suyunu çoğaltsın, onu da bulamayanların imdadına bir tas sulu çorba ile koşsun, yine yoksullara ilgisiz kalmasın!” (Ahmet Şahin, “bir kutlu doğum hatırası, mal senin borç benim” adlı yazısından; Şahin, Aradığımız İslam, s. 18)
“Ömer b. Hattab’ın, savaş sırasında bazı kumaş balyaları ele geçirilmiş herkese birer parça düşecek şekilde halk arasında eşit olarak dağıtılmıştı. Ömer halkla hitaben, ‘halkım duyun ve itaat edin’ diye söze başladığında biri; ‘Hayır! Senin üzerindeki elbise çok fazla kumaştan yapılmıştır, seni ne duyarız ne de itaat ederiz.’ der. Ömer, oğlu Abdullah’ı çağırdı, kendi payına düşen kumaş parçasını babasına verdiğini söyleyerek durumu açıklar. Dinleyici bu defa; ‘Şimdi emret! Biz de dinleyelim ve itaat edelim’ der.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 240)
Bir gün Efendiler Efendisi’ne bir sepet içinde turfanda hurma ikram edilir: Buyur ya Resulallah, olgunlaşan ilk hurma! Efendimiz: “Benim idare ettiğim halkım da şu anda böyle taze hurma yiyebiliyor mu?” Hayır, derler, kimse taze hurma yemiyor. Kesin sözünü söyler: “Götürün bu hurmaları, şu çocuklar yesin. Ben ümmetimin yemediğini yemem! Giymediğini de giymem! Halkının yemediğini yiyen, giymediğini giyen idarecilerden olmaktan Allah’a sığınırım.” Ya O’nun yolundan giden sahabe ne yapmıştır? Hazreti Ömer’e bir iftar sofrasında soğuk bal şerbeti ikram edilir. Bardağı dudağına değdirmesiyle çekmesi bir olur: Bu ne? Ürkek ve çekingen sesle cevap verirler: Bal şerbeti, sizin için özel olarak hazırlatmıştık: Sert sesle sorar: Benim idare ettiğim halkım da şu anda böyle soğuk suyla yapılmış bal şerbeti içebiliyor mu? Derler ki: Nerede? Onlar hele bir sıcak suyu bulsunlar! Kelimelere basa basa konuşur: Ben, der, Müslümanlar’ın yemediğini yemem, içmediğini de içmem. Götürün bu bal şerbetini, getirin halkımın içtiği sıcak suyu. Halkından ayrı yaşayan idarecilerden olmaktan Allah’a sığınırım! Şimdi bir de ordu kumandanı Halid bin Velid’den örnek arz edelim. Bakalım o nasıl örnek almış, ne ölçüde benimsemiş bu gerçeği? Suriye taraflarında Rumlar’la yapılan savaşta akşam olmuş, şöyle bir istirahat devresine geçilmiştir. Sıcak kumların üzerine sofralar serilir, açlıktan takatsiz düşmüş askerler kuru ekmekle hurmalarından yemeye başlarlar. Ancak kumandan Halid bin Velid’in sofrasında yumuşak ekmek, soğuk su var. Hayretle sorar: Bu ekmekler nasıl olup da böyle yumuşak kalmış? Deve sırtında güneş nasıl kurutmamış? Derler ki: Biz bu ekmek ve suyu eştiğimiz kum çukurlarındaki nemli zeminde muhafaza ettik. Bu yüzden ekmeğimiz yumuşak, suyumuz soğuk. İlk sorusu şöyle olur: Askerlerim de böyle ekmek mi yiyor, böyle su mu içiyor? Hayır, derler, onlarınki, deve üzerinde kurumuş ekmek, ısınmış su! Kumandan hiddetlenir: Kaldırın bu yumuşak ekmekle, soğuk suyu. Bana askerimin yediği kuru ekmekle, içtiği sıcak suyu getirin. Savaşta birlik olup da yemekte ayrılan kumandanlardan olmaktan Allah’a sığınırım. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethedilmesinin ardından, Müslümanlar için son derece önemli ve değerli olan Kâbe’nin anahtarını; sahabeden birine değil, o sırada henüz Müslüman olmayan Osman bin Talha’ya teslim etmişti. Çünkü o vazifeyi en iyi şekilde yerine getirebilecek kişi, Osman bin Talha’ydı. Bir Kurban Bayramı sabahı, namazdan sonra geldiği evinde Efendimiz’e kurban eti sunuldu. Yüzünde bir tereddüt işaretleri dolaşan Hz. Peygamber; “şu anda çevremizdeki komşularımız da et yiyorlar mı” diye sordu. “Hayır, biz herkesten önce sizin için hazırladık. Önce siz yiyin, sonra onlara göndereceğiz” cevabını alınca ise tabağı elinin ucuyla iterken şöyle dedi: “Götürün bu tabağı önümden. Komşumun yemediğini yemem, giymediğini de giymem. Ne zaman komşularımızın bacalarından et piştiğini gösteren dumanlar yükselirse o zaman getirin, ancak onlarla birlikte et yiyebilir, onlarla birlikte bayram yaparım!” (www.bartin.info/halkinin-yemedigini-yiyen-bir-idareci-olmaktan-allaha-siginirim-makale,975.html; https://sonpeygamber.info/hz-peygamber-in-yoneticiligi;Şahin, Aradığımız İslam, s. 22-23)
Utbe bin Ferkad anlatıyor: Bir seferinde Hazret-i Ömer’e hurma ve yağdan yapılan birkaç sepet helva götürdüm. O, bana bunların ne olduğunu sorunca ben de: Yiyecek, sana getirdim. Çünkü sabahtan akşama kadar halkın işleriyle uğraşıyorsun. İstedim ki, evine döndüğünde iyi bir gıda alarak kuvvetini koruyasın. dedim. Hazret-i Ömer, sepetlerden birinin ağzını açtı ve: Ey Utbe, Allah aşkına söyle! Bunlardan her bir müslümana bir sepet verdin mi?” diye sordu. Ey Mü’minlerin Emîri! Kays Kabîlesi’nin bütün mallarını harcasam yine da her müslümana bir sepet helva veremem. dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:“Öyleyse bana da lâzım değil.” dedikten sonra kuru ekmek ve sert etlerle yapılmış bir sahan tirit getirtti… Sonradan bana, etlerin iyi taraflarını uzaklardan gelen müslüman misafirlere yedirdiğini, sert yerlerini ve sinirlerini de kendisinin yediğini Söyledi.” (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti-2; Dr. Murat Kaya, Hz.Ömer 111 Hayat Ölçüsü; Ali el-Müttakî, XII, 627/35936)
Efendimiz (sas) Medine’de halka hitap ettiği son hutbelerinden birinde (632) yönettiği halkına: “Ey insanlar! Yönetiminizde bulunduğum günden bu yana kimin sırtına bir kamçı vurmuşsam işte sırtım, gelsin o da bana vursun! Kimin kalbini kıracak bir söz söylemişsem gelsin o da bana aynı sözü söylesin. Kimin küçük de olsa bir hakkını almışsam işte malım, gelsin o da benden hakkını alsın!” Sözlerine şunu da ekler: “Sakın içinizden biriniz demesin ki, hakkımı isteyecektim ama Resulüllah’ın darılacağından çekindim de isteyemedim. Şunu kimse unutmasın ki, benim inancımda hakkını isteyene darılmak yoktur! Şunu iyi biliniz ki, benim en çok sevdiğim kimse, benden hakkını alan yahut da helal eden kimsedir. “Bu sözleri dinleyen halktan biri ayağa kalkarak: Ya Resulallah der, öyle ise ben zatınızdan üç dirhem istiyorum! der. “Bu alacağın nereden kaldı hatırlatır mısın? “Hani çölden gelen bir fakir üç dirhem yardım istemişti de, sizde bulunmadığından ben vermiştim, onu talep ediyorum. Bunun üzerine Efendimiz (sas)’in cevabı aynen şöyle olur: “Amcamın oğlu Fazlı! Hemen git, üç dirhemi getir, istek sahibine ver. Böylece halkımızla aramızda helalleşmediğimiz bir konu kalmasın. ” (Taberî, III/191; İbn-i Kesîr, Sîre, IV/257)
Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip Kûfe’ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi: “Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.” Yahudi: Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir. dedi. Hz. Ali, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da olsa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti: “O hâlde hâkime gidelim.” dedi. Birlikte hâkime gittiler. Hâkim, adaletiyle tanınan Kadı Şureyh idi. Kâdı Şureyh, Hz. Ali’ye: Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir? dedi. Hz. Ali: “Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım, ne de hediye ettim.” Meseleyi anlayan kadı, Hz. Ali’ye: Bu iddianı ispat edecek delilin var mı? diye (Delil ile ispat davacıya, yemin de davalıya düşer (Buhari, Rahin, 6; Tirmizi, Ahkam, 12: Ibni Mace, Ahkam, 7; Mecelle, md. 76) kuralı gereği) sordu. Hz. Ali: “Evet, var.” dedi, “Hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir.” Kadı Şureyh: “Oğulun baba için şehadeti caiz değildir.” dedi. Hz. Ali: “Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz? Ben Resûlullah’ın, ‘Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.’ buyurduğunu işittim.” dedi. Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirdi. Bu büyük adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı: Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Resûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım. Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi: “Mademki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum” dedi. (Suyuti, Târihü’l-Hulefâ, s. 172)
Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah’ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet’in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu: Evinizi, arsanızı Resulullah’ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah’ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum. Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Resulullah’ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor. Nedir o pürüz? Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor. Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder: Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah’ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin. Hayret! Abbas’tan beklenmeyen tavır: Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka! İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd bin Kab. Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası: Biz yönetim olarak Abbas’a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah’ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun. Abbas’ın cevabı: Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz. Mahkemenin kararı: İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas’ın mülkü Abbas’ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır. Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas’tan başkasının sesi değildir. Bakın ne diyor Abbas: Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi? Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz. Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah’ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Resulullah’ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir. Übeyd bin Kab’ın sorusu: Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun? Abbas’ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret: İslam’ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için! Halife Ömer gece teftişlerinin birinde fakir bir adamın çocuğu olduğunu fark eder. Hemen hanımının yanına döner “Yoksul bir adamın yeni doğum yapmış hanımına neler lazım gelir, sen bilirsin” der, ihtiyaçları sırtına çuvalla alır ve hanımı ile fakir adamın yardımına koşarlar. Çocuk doğar, Hz. Ömer’in hanımı dışarıya seslenir “Ey Mü’minlerin emiri çocuk sağlıklı, merak edecek bir şey yok” fakir adam yanındaki kişinin halife olduğunu anlayınca ayağa kalkmak ister: “Hiç ayağa kalkmana gerek yok, Yöneticinin görevi ihtiyaç sahiplerini tespit edip yardımlarına koşmaktır. Ben görevimi yaptım, geç kalmışsam Allah beni af etsin.” buyurur. Ve ilave eder :”Yoksula görev, devletin görevidir.” Halife Ömer döneminde kıtlık olur. Eslem : “Kıtlık biraz daha devam etseydi yoksullardan önce Hz. Ömer ölebilirdi. Çünkü halktan çok Ömer yokluğu yaşıyordu.” demektedir. Kıtlık vaktidir. Hz. Ömer dolaşırken oldukça semirmiş bir deve görür, sahibini sorar. Oğlu Abdullah “benimdir.” deyince Hz. Ömer oğluna döner “bak oğlum, bu deve nasıl semirdi sana anlatayım mı?” der ve anlatır: “Bu deve halifenin oğlunundur denip senin devene yedirdiler, otlu yerleri senin devene tahsis ettiler. Şimdi bu deveyi al, sat, anaparayı ayır, kârını hemen bana getir, hazineye yatırıp Beytü’l-Mal’e (Devletin hazinesine) devredelim. Çünkü halife unvanı devletindir. Devletin unvanı ile kazanılan para da devlete aittir. Aksi halde nüfuz ticareti yapmış olur, helal malımıza haram karıştırmaktan kurtulamayız.” buyururlar. Yine bir gün Hz. Ömer hastalanır. “Beytü’l-Mal’dan (Hazineden) bal alıp verelim.” denir. Halife itiraz eder: “Hazine ortak maldır, izinsiz almak caiz olmaz.” der. Mısır valisi Amr b. As’ın oğlu kendini yarışmada geçen bir Kıpti’nin yüzüne kırbaçla vurur. Adam yola çıkar, halife Ömer’i bulur ve durumu anlatır. Valinin oğlu çağırılır ve aynı ceza adam tarafından ona da uygulanır. (Profesör Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 46) Übey b. Kaab, Halife Ömer ile mahkemelik olur. Mahkeme kadısı Zeyd b. Sabit, halifeyi görünce ayağa kalkmak ister, Halife şöyle buyurur. “Adalet hiç kimse için ayağa kalkmaz. Ama herkes adalete ayağa kalkmalıdır.” Halife ve halktan biri yan yana muhakeme olurlar. Suriye Gassan kabile reisi Cebele’nin ayağına tavaf esnasında bir köylü yanlışlıkla basar. Cebele bir tokat atar, adam Hz. Ömer’e şikâyet eder. Hz. Ömer: “Cebele’nin büyük, Köylünün tokat yiyecek kadar küçük olduğu ne ile belli? Üstünlük takvadadır.” buyurur. Sonuçta tokatla yere yıkılan köylü, kendisini yere yıkan kabile reisine aynı kuvvette bir tokatla mukabele eder. Halife Ömer Mısır’a tayin ettiği vali hakkında şikayetler alınca onu geri çağırır. Vali Bin Ganem oldukça şişmanlamıştır. Hz. Ömer ona bir sopa verir ve: “Bu sopayı al, sana lazım olacak bundan sonra hazinenin koyunlarını otlatacaksın, sana memurluk değil, çobanlık yakışır” der ve ekler: “Senden süt isteyene bedava vereceksin , ama Ömer’in aile efradına vermeyeceksin.” Bir devlet memuru halktan birini haksız yere döver. Hz. Ömer’e durum intikal edince, “Sende onu vurduğu kadar kırbaçla” buyurur. Amr b. As “Memurun itibarı sarsılır.” deyince, Hz. Ömer:” Ben zalimi şu, bu nedenlerle koruyup, mazlumu uğradığı zulüm ile baş başa bırakamam, kim zulmetmiş ise karşılığını görmeli ki tekrarına cesaret edemesin.” buyururlar. Halife Ömer, Abdurrahman b. Avf’dan ödünç para ister. Abdurrahman b. Avf şaşırır ve sorar: “Hazine elinin altında.” deyince Hz. Ömer “Hazine milletin ortak malıdır, ödüncü ödeyemeden ölürsem bütün bir milletle helalleşmek zorunda kalırım. Ama senden alırsam ve ödeyemeden ölürsem sadece seninle helalleşmek zorunda kalırım, bu ise göze alınabilecek bir helalleşme olur.” buyururlar. (Hz. Ömer’in oğlu) Abdullah b. Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Hz. Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şura’ya sadece müşavir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şura’ya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti. (Ahmed Şahin, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, s. 35, 42, 49, 52, 55, 56, 61, 119; İbnü’l-Esîr, el-Kâmilfi’t-Tarih, 111, 65 vd.) Mısır valisi Amr b. As’ın oğlu kendini yarışmada geçen bir Kıpti’nin yüzüne kırbaçla vurur. Adam yola çıkar, halife Ömer’i bulur ve durumu anlatır. Valinin oğlu çağırılır ve aynı ceza adam tarafından ona da uygulanır. (Profesör Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 46) “Hz Ömer halifeliği döneminde Zeyd’in oğlu Usame’ye kendi oğlundan daha fazla maaş bağlar. Oğlu “neden böyle yaptığını” sorunca, Hz Ömer oğluna: “Üsame Resulullah’a senden ve babası Zeyd’de senin babandan daha sevgilidir.” diye cevap verir. (Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Ḫarâc, s. 46; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fi Ma’rifeti’s-Sahâbe, s. 76) Hamd, böyle insanlar yaratan yüce Allah’a, salat ve selam bu insanlara hidayet öğreten Hz. Muhammed’dedir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 68)
Hz. Ali akşama kadar hurma ağaçlarından hurma toplar. Akşama doğru devenin üstünde hurma, ipi elinde hizmetçisi Kamber ve Hz. Ali eve doğru yollanırlar. Yolları üzerinde bir fakir el açar ve “Allah rızası için ” diye yardım ister. Hz. Ali Kamber’e döner: “Ne istiyor”, diye sorar. Kamber cevap verir ” Hurma” Hz. Ali “Ver öyleyse” buyurur. Kamber “Hurma çuvalda” der. Hz. Ali “Çuvalla ver ” buyurur. Kamber “Çuval devede ” deyince, Hz. Ali ” Deveyle ver ” buyururlar. Kamber devam diyor ” Devenin ipi elimde demekten korktum! Yoksa beni de deveyle birlikte yoksula vermekte tereddüt etmeyebilirdi.” (A. Başak Sezgin, Gencin Yol Rehberi-1, s. 60; Mevlana Şibli; Sadr-ı İslam, Veysel Akkaya, Güneşin Secdesi; Yaşar Değirmenci, Fırtına Çıktığında Uyuyabilmek)
II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir yaşayan ve sonradan Almanya’ya dönerek hatıralarını bastıran Georg von Mühlenbach, Osmanlı ordusunu daimi surette muzaffer kılan ve devletin muntazam bir şekilde büyümesini sağlayan manevî-ahlakî dinamikleri şöyle tahlil etmiştir: “Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu, geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyen asker, parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu anlayış, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve devletini muntazam şekilde büyütmüştür.” (Cavid Kasımlı, Kardelen Dergisi, sayı: 57, Eylül, 2007)
Yavuz Sultan Selim, Haziran 1516’da orduya Mısır seferi için hareket emri verdi. Ordu, Gebze yakınlarında bağlık-bahçelik bir arazide mola verdi. Etrafta üzüm bağları ve elma bahçeleri vardı. Askerlerini kontrol etmek amacıyla padişah yeniçeri ağasını yanına çağırdı: Bütün askerlerin heybeleri aransın. Heybesinde çalıntı bir meyve veya nesne çıkan askeri bana getirin! Yeniçeri ağası, saatler boyunca askerlerin heybesini arattı. Ancak hiçbir askerin heybesinde meyveye veya çalıntı bir şeye rastlanmadı. Durum, Yavuz Sultan’a bildirildiğinde, padişahın sevincine diyecek yoktu. Çok rahatladı, askerleriyle gurur duydu ve Allah’a şöyle şükretti: “Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun! Bana haram yemeyen bir ordu verdin. Eğer askerim içinde tek bir kişi dâhi, sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yeseydi ve ben bunu haber alsaydım, Mısır seferinden vazgeçerdim! Çünkü haram yiyen bir orduyla hiçbir yer fethedilemez!” (İbrahim Refik, Efsane Soluklar, s. 36; https://dtarihi.com/yavuz-sultan-selim-ve-ordusunun-harama-el-uzatmamasi; İsmail Çolak, Destanlaşan Zaferler, s. 22; Yeni Bir Çağ Açılıyor, s. 92)
A. de la Motraye isimli gezginin “Voyages en Europe, Asie et Afrique” adlı kitabının 1727 yılında yayınlanan La Haye baskısının birinci cildinin 258. sayfasından: “Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nadirdir. Ben Türkiye’de on dört sene kaldığım halde bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Türkiye’de yankesiciliğin ne olduğu mâlum değildir, onun için ceplerin el çabukluğundan korkusu yoktur.”
“Türk ve İslam düşmanı Sir James Porter: “Türkiye’de yol kesme vakalarıyla ev soygunculukları hatta dolandırıcılık ve yankesicilik olayları adeta meçhul gibidir. Savaş halinde olsun, barış halinde olsun, yollar da evler kadar güvenlidir. Kesindir ki, İstanbul’da Türkler tarafından işlenmiş yankesicilik, dolandırıcılık ve soygunculuk vakaları son derece azdır. İnsan bu şehirde Bulgarlardan sakınmalıdır, çünkü onların ekserisi hilekár ve dolandırıcıdır.”; Fransız generallerinden Comte de Bonneval: “Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında neredeyse hiç bilinmeyen suçlardır. Sözün özü, ister vicdani bir inançtan, ister ceza korkusundan ileri gelmiş olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”; L.Castellan’ın 1811’de çıkan “Yunanistan, Çanakkale ve İstanbul Üzerine Mektuplar” kitabından: “İstanbul’da gündüz olduğu gibi geceleyin de insan hiçbir saldırıya uğrama korkusu olmadan dolaşabilir. Zaten ahali bilhassa evlerde hırsızlık vakaları olmamasına büyük bir dikkatle özen gösterir: Çünkü öyle bir hadise görülen sokağın bütün sakinleri çalınan malı ödemekle yükümlüdür.” A. Brayer adında İstanbul’da 9 yıl geçiren bir doktorun anlattıkları: “Yankesicilik, dolandırıcılık, anahtar uydurma, kırıcılıkla çalma, pencereden girme vesair suretlerle yapılan hırsızlıklara gelince, işte o vakalar son derece seyrektir.” Kaynak: İsmail Hami Danişmend, Türkler” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 14 Eylül 2007)
Türk ve İslam düşmanı Guer isimli avukatın 1747 yılında Paris’te yayınlanan “Moeurs et usages des Turcs” adlı kitabının ikinci cildinin 188. sayfasından: “Gerek İstanbul’da, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak surette ispat etmektedir ki, Türkler hiçbir zaman görülmemiş derecede medenîdirler ve o kadar uzun zaman haklı olarak itham edilmelerine rağmen bugün barbarlıkla artık hemen hemen hiç alakaları kalmamıştır.”
Par A. Ubicini: “İstanbul’da dükkâncı herkesçe mâlum namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatıldığı halde senede yalnız dört hırsızlık vakası bile olmaz. İnanılmaz şey! Barbarlar diyarında ve muazzam bir şehrin o muazzam batakhanesinde ne cinayet, ne cebir, ne de şiddet oluyor, herkesin hukuku eşitlik esasına göre temin ediliyor, bütün bedbahtlar emin bir sığınak buluyor ve büyük küçük, Müslüman Hıristiyan hep aynı adalete tabî tutuluyordu.” (Ubicini, La Turquie, Paris 1955, s. 330, 437)
Ignatius Mouradgea d’Ohsson’un 1791 yılında yayınlanan “Tableau Général de l’Empire ottoman” isimli kitabının dördüncü cildinin birinci kısmının 263-264. sayfalarından: “Osmanlı Türkleri, toplum ve fert olarak ahlâklarının ciddiyetini şeriatın iffet ve hâyâ hükümlerine borçludurlar. Ahlakî ve dînî bir hukuk sisteminin zorunlu bir sonucu olan bu durumun, barbarlık örf ve adetlerinden, milletin göçebeliğinden ve kocaların kıskançlığından kaynaklandığını ileri sürmek haksızlıktır.”
Dr. A. Brayer’nin 1836 yılında yayınlanan “Neuf années a Constantinopla” adlı eserinin birinci cildinin 286. sayfasından: “Halkın ve bilhassa fakir tabakanın en zarurî ihtiyaç maddeleri üzerine en ehemmiyetsiz bir verginin bile konulmasını yasaklayan, o gibi maddeleri en ucuz fiyatla sattırmayı en şerefli vazife bilen, tartılarla ölçüleri en sıkı kontrole tabii tutturan ve ıslah kabul etmez istifçi ve vurgunculara ölüm cezası verdiren ruh…”
Meşhur İtalyan edebiyatçı Edmondo de Amicis’in “Constantinople” adıyla Fransızca’ya çevrilen eserinin 1883 Paris baskısının 425-426. sayfalarından: “Şu noktada hemen bütün Dünya aynı kanaattedir. Yeni Türk, eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vasıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, mânâsızlıklarımızı benimsemiştir, fakat anlayışımız ile fikirlerimizi henüz kabul etmediği için bu yarım yamalak başkalaşma ve dönüşüm esnasında kendisindeki eski Osmanlı Türk karakterinin bütün iyi taraflarını da kaybetmiştir. Eski Türk’ün, “Batı medeniyetinin türettikleri” olarak görüp değer vermediği bu gençler, gerçekten de tembel, kabiliyetsiz, imansız, para düşkünü, Avrupa taklitçisi, her türlü millî geleneğin düşmanı ve uşak ruhlu sürü sürü memurlardan ve atalarının pabuçları olamayacak kadar küstah, hâyâsız, ahlâksız bir nevî “şık gençlik” güruhundan ibarettir.”
Downey şöyle der: “Birçok Hristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hristiyan ilkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı ülkesine gelip sığınıyordu.” (Fairfax Downey, Kanuni Sultan Süleyman, s. 37)
IV. Şarl’ın yakın doğuya gönderdiği temsilcisi Bertrandan de la Brogiere, 1433 de Edirne’de bizzat II. Murad’ı görmüştür, onun adaletine hayran kalan seyyah, “Eğer isterse bütün yakın doğu Hıristiyanlık âlemini ortadan kaldırır!” der. Bu nedenle de Fatih 1463 de Bosnaya girince Bogomiller, krallarını terk edip Türklerin safına geçmişlerdir. XV. Yüzyıl sonlarında İspanyadaki Müslüman ve Yahudiler, kitle halinde Osmanlı ülkesine sığınarak, iskan edilmişlerdir. Rus kilisesinin zulmüne dayanamayan Kazaklar da din hürriyetini Osmanlı idaresinde bulmuşlardır.
Sultan Abdulhamid Han’la ilgili bir hatırasını Mabeyn Başkatibi Es’ad bey şöyle anlatır: “Bir gece yarısı çok mühim bir haberin imzası için sultanın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım. Yine açılmadı. ‘Acaba sultana emr-i hak mı vaki oldu?’ diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım açıldı. Sultan elinde havluyla yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; ‘bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır, bu milletin hiç bir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!’ dedi. (Tahsin Yıldırım, Osmanlı Padişahlarının Manevi Dünyası, s. 344) Ortaçağ Fransa’sında saraylarda bile umumi helanın bulunmadığı dönemde, İstanbul’da 1400’ün üzerinde umumi hela vardı. Osmanlı devletinin payitaht merkezi İstanbul’da Kanuni döneminde 46 yıl boyunca, yılda ortalama sadece 1 cinayet vak’ası kaydedilmiştir. Akıl hastaların Bimarhanelerde son derece şefkatle davranılırdı. Onlar ceviz karyolalarda, ipekli çamaşır ve çarşaflarda yatırılıp musikiyle tedavi edilirdi. Aynı dönemlerde Avrupa’daysa akıl hastaları, ruhuna şeytan girdi diye diri diri yakılırdı. Amerika musikiyle tedaviyi ancak 1956 yılında uygulayabilmiştir. (Eğitim Bilim Dergisi, Eylül 1999, Sayı: 12) Osmanlı, büyük bir edep ve hürmet ile “muhterem acizler” diye tâbir ettikleri akıl hastalarını, av etiyle beslemek ve musiki ile tedavi etmek gibi hâlâ kâbına varılamamış bir merhamet, muhabbet ve medeniyet seviyesine ulaşmışlardır. (Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı; Medeniyetimizin Fazilet Zirvelerinden Vakıf İnfak Hizmet, s. 3)
Fatih Sultan Mehmet Han devrinde bir Müslüman günlerce dolaşıp yıllık zekâtını verebileceği fakir birini arayıp bulamayıp bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak Cağaloğlu’ndaki bir ağaca asıp, üzerine de: “Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekatımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al” diye yazmıştır ve bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kalmıştır. (Altınoluk Dergisi, Şubat/1994, sayı: 96, s. 7)
Osmanlı toplumsal yapısı üzerine uzman olan Erlanyen Üniversitesi profesörlerinden Hutterroht’a: “Osmanlı Devleti, geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri, Topkapı Sarayı’ndan mükemmel bir şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu?” diye sorulduğunda, Profesör Hutterroht: “Sırrını çözebilmiş değilim. 16. asırda Filistin’in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki hayretler içinde kaldım. Osmanlı, üç yıl sonra bir köyden geçecek askeri birliğin öyle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı, devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır” diye cevap verir. (Niyazi, Mehmed, Tarihe Saygı, 14 Temmuz 1992)
Dünyada ilk toplu sözleşmenin Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilmiştir. Kütahya Vahid Paşa kütüphanesinde bulunan şeriye Mahkemesi sicilinin 57’ci sayfasında kayıtlı belgeye göre, yeryüzündeki bu ilk sözleşme Kadı Ahmed Efendinin tasdiki ile 24 işyeri ile işçileri arasında imzalanmıştır. Bu sözleşmeye göre, “Kalfaların, yardımcıların, ustaların ve vasıfsız işçilerin yevmiyeleri”nin tesbit edilip, her gün belli sayıdaki fincan imali karşılığı alacakları ücretlerin tesbit edildiğini” açıkça belirtilir. (Necdet Sevinç, Osmanlılarda Sosyo-ekonomik Yapı, s 164)
Sonradan II. Sylvestre olarak papalık tahtına oturan Gerbert’ in 9. asır İspanya’sında Arap uleması nezdinde üç yıl tahsil gördü. Dönemin Avrupalı rahiplerinin yazmış oldukları eserlerini Kurtuba halifesine ithaf etmişlerdir. Almanya, Fransa ve İtalya’daki rahip adaylarının, ilim öğrenmek için İspanyadaki Müslüman okullarına akın akın koşarlardı. (Fernand Grenard, Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 33)
Bugünkü belediye başkanı karşılığı olarak, Osmanlı Devleti’nde de “İhtisab Ağası” bulunmakta idi ve bu zatın bizzat çarşıları teftişe çıkıp en ufak bir uygunsuzluğa göz açtırmazdı. Osmanlı’nın son dönem ihtisab ağalarından biri olan Hüseyin Bey’in, Edirnekapı civarında çıktığı teftişlerden birinde üzeri ağır yüklü vaziyette, bağlanmış bir merkebi görmesi üzerine, sahibini arattırıp onu bir kahvehanede kahve içerken bulduğunu ve hayvanı yüklü olarak bırakıp eziyet verdiğinden dolayı, çuvalları hayvandan indirtip adamın sırtına yükleterek bir müddet bekletmiştir. (A. Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul, s. 51)
İtalyan kökenli Dominik papazı Ricoldo de Monte Croce’nin, doğuyu Hıristiyanlaştırmak gayesi ile 13. yüzyılın ikinci yarısında çıktığı seferde İslam âlemini dolaşmış ve Türk topraklarında gördükleri karşısında hayretler içinde kalıp: “Müslümanlar vakıf kurmada çok cömerttirler. Hatta hayır işlemek için Hıristiyan esirlerin de özgürlüklerini satın alırlar. Ve sevaplarını ölmüş ana ve babalarının ruhlarına bağışlarlar. Müslümanlar, köpeklerin doyurulması için bile mal varlıklarından pay ayırırlar. Türkiye’nin ve İran’ın birçok kentinde köpeklerin doyurulmasını vasiyet etmiş olanların, vasiyetlerinde köpeklere ayırdıkları payın gayesine uygun kullanılmasını sağlayan köpek bakıcıları vardır” diye yazar. (Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, s. 51)
Hıristiyan Avrupa’nın akıldışı yönetimi karşısında arayış içine giren batılı filozofların “Yaşayanlara kusursuz bir düzen içinde var olma imkânı sağladığını kabul edilen ideal ülke ütopya” arayışı içine girdikleri ve bu filozoflardan biri olan Tommaso Campanella’nın, 1602’de bu gaye ile La Citta del sole (Güneş Ülkesi) eserini yazdığı ve bu eserinin hayata uygulanabilirliğini ispat sadedinde: “Güneş ülkeyi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Türklerin mevcudiyeti hiç olmazsa yarın böyle bir ülkenin olacağını zannettiriyor bana. Mademki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde yalnız hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir Güneş Ülke niçin vücut bulmasın!” diye yazmıştır. (Aynur Mısıroğlu, Kuva-ı Milliye’nin Kadın Kahramanları, s. 14)
Tarihçi Osmanzade Taib’in “Hadikatüs-Salatin” isimli eserine göre, Bursa Kadısı Mevlana Şemsüddin Fenari (Molla Fenari) Padişah’ın şahitliğini şu cümle ile reddetti: “Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden şahitliğini kabul etmiyorum.” Fetih sonrasının ilk Ramazanında, Padişah, hocalarıyla üst düzey yöneticileri iftara çağırmıştı. Onlara o denli saygı duyuyordu ki, Bizans sarayından (Vlakerna-Vlaherna Sarayı) eline geçen altın sahanları, tasları, kaşıkları sofraya koydurmuştu. İftar okundu. Herkes sofraya oturdu. En yaşlıları Molla Gürani idi ve geleneklere göre önce onun yemeğe başlaması gerekiyordu. Fakat Hoca kaşlarını çatmış kıpırtısız oturuyor, elindeki tespihten sanki “lahavle” çekiyordu. Bir zaman beklediler. Açlıktan midesi kazınan genç Padişah’ın sonunda sabrı taştı: “Efendi Hazretleri, soframızda haram lokma bulunmaz, buyurunuz, taam edelim (yiyelim).” Molla Gürani hışımla Padişah’a döndü: “Ümmete haram olan Mehmed’e helal mi?” diye bağırdı, “Sen kime özeniyorsun? Peygamber’ine özeniyorsan, bil ki, onun sofrasında altın taslar yoktu; Bizans İmparatoru’na özeniyorsan, bil ki, Bizans’ı bu gösteriş, gurur ve debdebe batırdı.” Fatih kıpkırmızı oldu. Özür dileyip sofradaki altın kapların kaldırılmasını emretti. Ancak ondan sonra Molla Gürani, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek, Molla Hayrüddin, Molla Ayas, Molla Siracüddin, İbni Temcid, Molla Abdülkadir Hamidi, Lala Zağanos Paşa ve Ak Şemsüddin huzur içinde iftar ettiler. (Yavuz Bahadıroğlu, Vakit, 18.08.2009)
Aşağıdaki resim bin bir gece masallarından alıntı değil, insanlık tarihinde bizzat yaşanmış bir adalet-huzur ikliminin zirve pratiğinin delillerindendir. Fatih zamanında İstanbul’da zenginlerin riyakârlık yapmadan gizlice para (zekat, sadaka, fitre, fıtır) bıraktıkları, fakirlerinde isteme utancından uzak, ihtiyaçları kadar para aldıkları sadaka kuyularının günümüze kalanlarından birkaç tanesinin fotoğrafları.
Sadakaların meydandaki bir çukurda toplanıp ihtiyacı olan kişilerin rencide olmadan geceleyin ihtiyacı kadarını alıp geri kalanı bıraktıkları sadaka taşları bir buçuk- iki metre yüksekliğinde mermerden olurdu. Üst kısımlarının ortasına çanağa benzer bir oyuk açılır, sadaka verenler parayı buraya bırakırlardı. İki metrelik taşların yanında, tepesine rahatça ulaşılabilmesi için birkaç basamak konurdu. İhtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir ama bırakılan meblağın tamamını değil, ihtiyaçları olduğu kadarını alırlardı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir taşa tam bir hafta boyunca kimsenin gelmediğini yazmıştı. Osmanlı döneminde İstanbul’daki 160 sadaka taşından günümüze ulaşanların sayısı 35. (Murat Bardakçı, Hürriyet, 27 Kasım 2000; Fehmi Demirbağ, Aşk Olsun, s. 251)
Osmanlı’daki kuş köşkleri de, Osmanlı Medeniyeti’nin incelikler medeniyeti olarak adlandırılmasının haklı göstergesidir:
Osmanlı’daki kuş köşkleri de, Osmanlı Medeniyeti’nin en zarif mimari örneklerini ve medeniyetinin ruhunu gözler önüne sermektedir.
Başta İstanbul’da saka, serçe, kırlangıç gibi korunmaya muhtaç kuşlar için yapılan bu barınaklar, Doğu Beyazıt, Tokat, Amasya, Kayseri, Niğde, Antakya, İzmir, Bolu, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Filibe, Tirnova’da da bulunuyorlar. Atalarımız sadece kuş evleri, kuş sarayları yapmakla kalmamış, leylek, kurt gibi evcil olmayan diğer hayvanlar için de vakıflar, hastaneler kurmuşlardır. Öyle ki soğuk kış günlerinde kurtların aç kalmamaları için kar, tipi demeden ıssız dağ başlarında et dağıtmışlar. Atamız Osmanlı; uçuş rotalarında yaralanıp düşmeleri halinde onların tedavisini yaparak sürüsüne yetiştirmek üzere çalışmalar yapan Göçmen Kuşlar Vakfı, kışın kar ve buzdan yerlerde yiyecek bulamayan kuşların ölmemesi için buz ve kar üzerine yiyecek bırakan Darı Vakfı gibi özel vakıflarda kurmuşlardır.
İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Bir cami inşasında kullanılacak iki mermer sütunu ‘Sinan Atik’ isimli Rum mimara teslim eder. Mimar, sütunları 3’er arşın kesip kısaltır. Fatih de buna sinirlenerek mimarın elini kestirir. Mimar, padişah aleyhine dava açar. Üsküdar kadısı Hızır Bey yargılama sonunda padişah suçlu bulur, kısas kararı verilir. Padişahın elinin de aynen Rum mimar gibi kesilmesine karar verir. Rum mimar adalet sisteminden etkilenir, hakkından feragat eder, bunun üzerine Fatih, tazminat cezasına çarptırılır. Karardan sonra fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin bununla başını paramparça ederdim.” der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim. (Fahri Sarrafoglu, Yeni Söz, 22.5.2018; Av. Cengiz Gülaç, Türkiye, 13.09.2020) Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde aktarılan olayın kanıtı hala İstanbul’dadır: Sokağın bugünkü adı da tarihi kayıtlardakiyle aynıdır; Eski Mahkeme Sokak.
Hayal değil gerçekten yaşanmıştır: Avrupalı bir gezgin para kesesini limanda düşürüp bazı paralarının da denize düştüğü anda halkın paraları toplamaya başladığını hatta denize daldığını görünce “paralarım çalınıyor!” diye telaşlanırken, denize dalanlar dâhil herkesin düşen paraları toplayıp kendisine getirdiğini, paralarının tamam olduğunu, denizde bile kaybolunmasına izin verilmeden kendisine teslim edildiğine şahit olduğu bir toplumdur; Osmanlı toplumu: “Mösyö A. Obisinyi tarafında 1855 yılında yazılan bugünkü Türkiye adlı eserden: Alışverişte Türk para indirmez. Yahudi ve Hıristiyanlar bambaşkadır. Bir kural olarak Ermeni’nin istediği paranın yarısını, ruma üçte birini, Yahudi’ye dörtte birini veriniz fakat Müslüman’la alış veriş ettiniz mi, istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz. Türk verdiği söze asla karşı gelmediğinden başkalarının da sözüne inanır. Müezzin ezan okudu mu dükkân sahibi mağazasını açık bırakarak ve genel güvenliğe dayanarak komşu camiye gider. İstanbul gibi büyük bir başkentte bütün yıl ancak üç dört hırsızlığın olduğu bile duyulmaz. Bir İngiliz gezginci Daily News gazetesine son günlerde şu sözleri yazmıştır: Bir araba kiralamıştık. Geceleyin Türke araba yanında bir adamın bırakılmasını ve eşyaları korumasını hatırlattım. Cevap olarak, ‘Ne gerek var efendim, eşyalarınız burada haftalarca dursa kimse ona el sürmez’ dedi. Ertesi gün her şey yerli yerinde idi. Düşünsenize bütün gece buradan Türk askerleri geçiyor. Bunu Londra’nın büyük minberinden Hıristiyanlara söyleseniz, sizin rüya gördüğünüzü sanırlar. Bir defa bir tüccarın kesesi patlar, içindeki paralar dağılır. Kimi denize düşer. Halk denize de atlamak dâhil parayı toplar, bir hamalda keseyi sırtlar evine götürür. Evde para sayılır tastamamdır. Türkler için dinini değiştirtme için işkenceli hareketlerde bulunmak gibi suçlamalar gerçeğe aykırıdır. Türkiye’de hiçbir zaman din yüzünden sıkıştırmalar olmamış, belki Türkiye, Hıristiyan taassubunun kurbanlarına sığınak olmuştur. Hâlbuki bugüne kadar Atina’da Miladi İsa yortusunda, Yahudiler sokakta gezmeye cesaret edemezlerdi. Türkiye’de camiler, kilise ve başka tapınaklara saldırmaz. İzmir ve İstanbul’da Katolikler, Paris ve Liyon’dakinden daha serbesttir… Buna karşılık Türkiye’de ‘Hıristiyan köpeklerin’ her gün işkenceye uğradıklarından ya da her gün kadınların çuvallara konularak konaklardan denize atıldıklarına inanmayan kaç kişi vardır? İyilikseverlik din ve inanç ayırımı gözetilmeden herkese yapılan bir şeydir. Özetle kelimenin gerçek anlamı ile bugüne kadar barbar dediğimiz ve böylece saydığımız Türkler kadar insanlığı seven bir ulus görmedim.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kuran’ı Kerim, s. 83-88)
Fransız şâiri Lamartine de, seyahatnâmesinde İstanbul’dan ayrılırken Eyüp Sultan’da bir kahvenin önünden hareket edişini şöyle anlatır: “Yola çıkışımızı seyretmek için halk etrafımıza toplanmıştı; fakat hiçbir hakârete uğramadığımız gibi eşyâmızdan da hiçbir şey zâyî olmadı. Osmanlı’da doğruluk, sokaklarda dahî bir fazîlet hâlindeydi. Kahvenin önündeki ağaçların altında oturanlar ve yoldan gelip geçen çocuklar, at ve arabalarımıza eşyâlarımızı yüklerken bize yardım ettiler. Yere düşen öteberilerimizi ve unuttuğumuz şeyleri toplayıp kendi elleriyle bize getirdiler.” A. L. Castellan’ın Osmanlı’daki eşsiz namusa dâir anlattığı şu hâdise, çok ibretlidir: “Dostlarımdan biri anlattı: İçinde bin kuruş bulunan bir torba ile İstanbul’dan Beyoğlu’na dönüyordum. Tophane iskelesi’ne çıkarken torbam yırtıldı. İçindeki bütün paralar da dökülüp rıhtımın üstüne dağıldı, bazıları da denize yuvarlandı. Ben «eyvah» bile diyemeden hemen oradaki halk, paraların üstüne üşüştü. Herkes bulabildiği kadar topluyordu. Ben şaşkınlıktan donmuş bir vaziyette ne yapacağımı bilemiyor, sadece bu hareketleri büyük bir endişe içinde takip ediyordum. Ne göreyim! Herkes, topladığı paraları deniz kenarında kalan torbama koyuyordu. Bunun üzerine içim biraz ferahladı. Hattâ kayıkçılar da, suya dalıp, denizin dibine gitmiş olan kuruşları çıkarmışlardı. Bütün bunlara karşı cömertlik göstermek istedimse de vazîfelerini yapmış olduklarından bahsederek her biri bir tarafa çekildi. Zaten o kadar kalabalıktılar ki, hepsine bahşiş yetişmezdi. Toplanan bütün paralar torbaya konduktan sonra bir hamal da onu yüklenip doğru evime kadar götürdü. Eve girdikten sonra büyük bir merak içinde paramı hemen saymaya başladım. Birçok ziyâna uğramış olduğumu zannediyordum ki, bin kuruşumun da tam olarak torbada olduğunu görünce hayretler içinde kaldım. Gözlerime inanamadım; bir daha saydım. Evet, tek bir kuruşum bile eksik değildi.” (Kardelen Dergisi, Sayı: 53 – Ekim / Aralık 2006; Eren Sarı, Çocuklara Şeyh Edebali: İlim bil, irfan bil, söz bil, s 11-13)
Ve yıl 2022! Zeytinburnu’nda kuryenin düşürdüğü 150 bin euro yola saçılır; 85 bin euro kayıptır! Olayı anlatan Ünal Coşkun, “Montum rüzgarla açılınca paralar yola saçıldı. Trafik durunca birçok kişi paraları topladı. Getirenler de oldu getirmeyenler de oldu. Suç duyurusunda bulundum.” Dedi. (Hürriyet,16.12.2022)
Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın Şam’a kurduğu bir vakfın şartnamesi; “Hizmetkârların kırdığı veya ziyan verdiği eşyâları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmektir.” Nakîbü’l-Eşrâf Es’ad Efendi’nin vakfiyesinden: “Kıymetli ve hayırsever devlet adamlarının geçmediği ve geçmeyeceği sokaklara ve iskelelere yerleşmiş olan son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan âcizlere odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedârik edile! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına!” Fâtih Sultan Mehmet Hân, İstanbul’un fethinden sonra yaptırdığı bir imârethânenin vakfiyesine şu satırları yazdırmıştır: “İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehit âilelerine ve yetimlerine ise; hava karardıktan sonra, kapalı kaplarda, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!” Evliyâ Çelebi’nin Sokullu Mehmet Paşa vakfiyesindeki misafirhane ile alâkalı vermiş olduğu bilgiye bakalım: “Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikram edeler. Fakat cihan yıkılsa geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de hancılar tellâllar gibi: “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?” diye nidâda bulunalar. Misâfirler hep birden: “Tamamdır. Allah Teala, hayır sahibine rahmet eyleye!” dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak:” Gafil gitmeyin! Dikkat edin, tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!” diye duâ ve nasîhat ile uğurlayalar.” (Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyet ve Müesseseleriyle Osmanlı, s. 510) Yaralı kuşlara ve hasta hayvanlara tedavi merkezleri de açılmıştır. (Topbaş, s. 509)
Tunuslu Seyyah İbn-i Batûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken Denizli’ye uğrarlar. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır: “Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık, kaygısına düştük. Sonra anladık ki, her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misâfir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi. Nihâyet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular.” (İbn-i Batûta, Rihletü İbn-i Batûta, s. 305-30)
Batılı seyyah Hunke’nin, Müslüman hastanesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, vakıf hassâsiyetinin gönülleri saran ne kadar bâriz bir misâlidir: “Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye de beş altın verecekler. Onun için süründen davar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel! Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedâvî edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadan önce gel, beraber yiyelim!” (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti-2; Tarih Gastesi, Eylül 2017, s. 7)
Fransız tarihçi Villehardouin, Ortodoks Hıristiyanların merkezi İstanbul’u işgal edip talan eden Katolik Haçlı ordusunun, 1204 Haçlı yağması için “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” demektedir. Robert de Clari Ayasofya’nın “yağma” öncesi halini şöyle anlatıyordu: ”Bu mabedin bütün kapıların kilit ve sürgüleri som gümüşten idi. Paha biçilemeyecek değerde olan mihrabın yakınında on dört ayak uzunluğunda som altından bir ayın masası vardı ve bunun üzeri değerli taşlarla süslüydü. Mihrabın etrafındaki sütunlar da gümüştendi. Kilisede yer alan on kadar avizenin her biri insan kolundan kalın gümüş zincirlerle asılıydı…” Buna karşılık Türkler İstanbul’u fethettikleri zaman Ayasofya’yı çırıl çıplak buldular. Anlatılmakla bitmeyen güzel mozaiklerinin çoğu; altın, gümüş ve değerli taşlarla süslü olan her şey, Haçlılar tarafından yağma edilmişti. Mabed bakımsızdı. Nitekim bu durumu, onu fetih gününde gören Dursun Bey şu sözlerle anlatıyor: ”Onun rahnesine taş koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmış. Padişah-ı Cihan bu binayı harap ve yebab (yıkık) görünce, ahir harap olmasın deyüp tamirini ve bakımını emretti.” Bu nedenle fetih öncesi Grandük Notoras: “Ayasofya’da kardinal külahını görmektense, Müslüman sarığını tercih ederiz.” der. (Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, s. 35-38; Mehmet Ali Tekin, Yeni Akit, 30 Kasım 2014) Avrupalı tarihçi Richard Peters İslam ahlakını büyük bir ihlasla yaşayan Türklerin yüzyıllar boyunca ele geçirdikleri tüm ülkelerde nasıl bir adalet örneği temsil ettiklerini de şu sözleriyle dile getirmiştir: “Türkler asırlar boyunca birçok millete hâkim oldular, fakat onları asimile etmeye asla gayret etmediler. Onlara hürriyet verdiler ve din ve kültürlerinin yaşanmasına müsaade ettiler.” (Toktamış Ateş, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, s. 116; Richard Peters, Geshichte der Türken, s. 8) Gibbon’da “Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu’ adlı eserinde şubları söyler: Osmanlılarla ilgili şu gerçek inkar edilemez; Osmanlılar yeni, zaman içinde dini özgürce yaşama kuralını temel ilke olarak vaz etmiştir.” (Ateş, s. 105) Gibbon ayrıca Sultan Murat için, “Ortodokslar’a, Katolik ler’in Ortodokslara yaptığı muameleden kat kat iyi muamelede bulundu” der. (Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi 1, I/77) İsviçreli ilahiyatçı Prof. Karl Barth: “Hıristiyan Avrupa’nın bizzat Hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevkduyduğu bir devirde Osmanlı engizisyonun bulunmadığı, yakmaların ve sihirbazlık ithamlarının mevcut olmadığı yegane memleket oldu.” (Türkler İçin Ne Diyorlar? Mutlu Altay, s. 23) A. Miquel: “Hıristiyan halklar Bizans ve Latin devletleri zamanında bulamadıkları çok iyi bir idare karşısında bulunmaktaydılar. İmparatorluk, İstanbul başta olmak üzere, işkence gören İspanyol Yahudilerine bir sığınak olmuştu.” (Osmanlı Devleti Medeniyeti Tarihi, s. 467) Romanya’nın eski adliye bakanlarından Monsieur Dissescu: “Kim ne derse desin biz Romenler bugünkü mevcudiyetimizi Türklerin ulvi cenaplığına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir müsahamakarlık ile muamele etmemiş olsaydılar, onların yerine biz herhangi bir komşu milletin tahakkümü altına girmiş bulunsaydık, şu an da bir tek Romen kalmazdı.” (Süleyman Kocabaş, Avrupa Türki yesi’nin Kaybı ve Balkanlarda Panislavizm, s. 32) Bilinmeyen Osmanlı kitabında Prof. Ahmet Akgündüz batılı bir oryantalistin şu sözlerini aktarır: “500 sene hâkimiyeti altında yaşadığımız Osmanlılar, bize hayat hakkı tanımasa ve günde bir gayri müslim öldürselerdi, bugün Yunan, Sırp, Bulgar ve Romen halkından bahsedilemedi.” (Akgündüz, s. 432) George Young dini özgürlüğü aktüel bir kavram ile açıklar: “Osmanlının temelleri demokratik idi.” (Halide E. Adıvar, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, s.42) Tabii ki Osmanlılar tüm bu hoşgörünün temelini Hz Muhammed ve sahabinin uygulamalarından alıp (Muhammed Hamidullah, MeIcuatü’l-Vesaik, s.195-197; 380-381) kendi dönemlerine taşımışlardı. İsveç’in İstanbul sefirliğinde bulunmuş M. I. D’Ohsson’a göre hayırseverliğin temeli İslâm dinidir. “Kuran, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir.” Mouradgea D’Ohsson ayrıca Osmanlı’da gördüğü güzel davranışların kökenini Kur’an ayetlerine bağlar. (M. d’Ohsson, Tableau General de I’Empire Ottoman, IV/309, VI/302) Brayer’de Osmanlı’da gördüğü nezaketin nedeni olarak Kur’an ayetlerini işaret eder. (A. Brayer, Neuf Années à Constantinople, I/293)
II. Bayezid devri müelliflerinden Cantacasin, klasik eserlerinde o devir için şöyle der: “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz); cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, Hıristiyan ve Yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hıristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.” (Petit traite de l’origine des Turq, s. 207-208; Hayata dair okumalar 1, Ahmet Türkan, s. 30) M. I. D’Ohsson’a göre bu derece hayırseverliğin temeli İslâm dînidir. “Kuran, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir.” (Tableau General deI’Empire Ottoman, VI/302)
XV. asrın ilk yıllarında Bursa’da 7 imâret vardı. Alman gezgini Schiltberger’e göre bu imârette “Hıristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu.” (Haşim Yadiğar, Vakıf kültürüne uygun sosyal politika stratejileri geliştirmede vakıflar genel müdürlüğünün rolü, s. 27; : Ahmet Türkan, Hayata dair okumalar 1, s. 32) Sir Paul Ricaut: “Türkler’in bu binaları, son derece muhteşem yapılardır ve Türk eyaletlerinde pek çoktur.” der. Havza gibi mütevazı bir kasabada (Doğu Trakya) böyle iki vakıf hanı vardı, yolcular bedava ağırlanırlardı. Çok büyük gelirli vakıflar tahsis edilmişti. Gelirleri ekseriya artardı. Meselâ Çatalburgaz’da İstanbul-Edirne yolu üzerinde Mustafa Paşa Kervansarayı’nın yıllık gelir fazlası ile haftada bir gün, civar köylere bedava yemek dağıtılıyordu. (Osmanlı İmparatorluğu’nun Hâlihazırının Tarihi, II/495)
“Birçok tanıdıklarımın ve bilhassa daimi dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hal vardır: Muhtelif dükkanlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyahut vakti anlamak için baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bazen de vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkancının mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkancılar peşimden adam koşturmuşlar ve hatta eğer dalgınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkana dönmemişsem, unuttuğum şeyi iade için ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu’na kadar adam gönderip bir çok defalar beni aratmışlardır. Mesela bir gün küçük bir Türk dükkanının önünde durmuştum. Bu yelpazeci dükkanında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpazeler satılıyordu. Birçoklarına baktım; düz deriden ve en harcıâlem olanlarından birini alıp parasını verdikten sonra çekilip gittim… Aradan tam üç hafta geçtikten sonra bir gün tesadüfen yelpaze aldığım dükkanın önünden geçerken, yelpazeci beni görür görmez çağırıp orada unutmuş olduğum saatimi gösterdi… Elime teslim etti. Ben bu Türk namuskarlığının daha yüzlerce misalini sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiçbirinde hiçbir zaman Türkler’in namuskârlıktan ayrıldıklarını görmedim.” (Aubry de la Motraye, Voyages en Europe, Asie et Afrique, cilt 1, 1727, s. 258-259) “Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kuran’ın en kuvvetli hükümlerine dayanan meziyetleri itibarıyla da şayan-ı takdirdirler. Kendi milletdaşlarına karşı bütün muamelelerine hakim olan bu hisseye, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bütün yabancılara karşı da riayet ederler. Bu noktada Müslümanla gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler… Faziletle içtimai nizamın idamesi bakımından fevkalade bir kıymeti olan bu fikirler kanun esaslarıyla Kuran’ın şu güzel ayetlerine dayanmaktadır: Hiç kimseyi aldatmayın; ölçüyü tam doldurun; doğru tartın; sözlerinizde, yeminlerinizde kendi aleyhinize bile olsa doğruluktan ayrılmayın. Mukavelelerinizle pazarlıklarınızda hilekârlıktan kaçının. El malını haksız yiyen, karnını yakacak bir ateş yemiş olur.” (M. d’Ohsson, Tableau General de I’Empire Ottoman, IV/309) Fransız generallerinden Comte de Bonneval: “Haksızlık, tekelcilik, hırsızlık gibi suçlar Türkler arasında adeta yok gibidir. Kısacası ister vicdani bir akideden, ister ceza korkusundan mütevellit olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türkler’in doğruluğuna hayran kalır.” (Comte de Bonneval, Anecdotes Veniti ennes et Turques ou nouveaux memoires du Comte de Bonneval, cilt 1, Francfort, 1740, s. 215) “Nezaket Türkler’de bilakis milli seciyelerini teşkil eden sarsılmaz hakkaniyet ve adaletle hayırhahlık ruhunun tabii bir neticesidir. Zaten Kuran’da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de aynen ve harfiyen tatbik edilir.” (A. Brayer, Neuf Années à Constantinople, I/293) “Rastgeldiğim hangi Türk’e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu.” (L.H. Delamarre, Voyage en Krimée, suivi de la Relation de I’Ambassade envoyée de Petersbourg à Constantinople, 1802, s. 208) “Türkler’in riayet ettikleri İslam’ın beş şartının dördüncüsü de zekâttır. Türkler bu şartın ifasında kusur etmezler, çünkü çok hayırseverler; din ve mezhep ayırt etmeksizin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler; onun için Türkler arasında fukaraya pek az tesadüf edilir… Kimisi daha hayattayken servetiyle fukaraya bakar, kimisi ölürken hastaneler tesisi yahut köprülerle kervansaraylar veyahut yol boylarında çeşmeler inşası için muazzam sermayeler bırakır. Keseleriyle hayrat yapamayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek kollarıyla hayır işlerler, bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve hatta eğer teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah çalıştıklarını söyleyerek reddederler.” (M. Thevenot, Relation d’un Voyage Fait au Levant, Paris, 1665, s. 95-97) “Türk şefkati hayvanlara bile kapsar. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için, besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler… Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden… Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar… Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır.” (Jean Antoine Guer, Moeurs et usages des Turcs, cilt 1, Paris, 1747, s. 221)
İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi ve İslam karşıtı olan Sir James Porter: “Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdetâ meçhûl gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emîndir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü en mutlak bir emniyet içinde baştanbaşa dolaşabilmek her zaman mümkündür. Dâimî bir seyr u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuâtın fevkalâde azlığına hayret etmemek kâbil değildir. Nice yıllar içinde ancak nâdir hâdiselere tesâdüf edilebilir.” (Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2)
Sigrid Hunke’nin, ‘Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi’ adlı eserinden konu hakkında bazı alıntılarla devam edelim: “Doğu, nezaket ve görgüde Batı’yı geçmişti. (s. 84) Kamu işlerindeki idareleri o devrin batı dünyasındakinden çok iyiydi. (s. 199) 700’den 1200’e kadar Müslümanlık, iktidar, kudretinin düzeni ve yaygınlığı, hayat seviyesi, görgü, insan hakları, dini hoşgörü, edebiyat, ilim, tıp ve felsefede bütün dünyaya öncülük etti. (s. 259) Bedevi Arapları birkaç yıl içinde İslam imanı ile kaynaşınca, karşılıklı yardım kuralları ile kardeş haline, ahlaki yükümlülükler ile disiplinli ve mücahide verilecek ahiretteki mükafatın düşüncesi ile ölümü hiçe sayan bir millet haline getirir. (s. 248) Tüm bunlara rağmen “düşmanlarını yenen Araplar, tahripçi ve mütaassıp bir sıfat içinde görünmediler. Arapların savaşta yendikleri milletlere karşı toleranslı ve insani muamelelerle davranmışlardır ve dünya tarihinde böyle davranan pek az millet mevcuttur. (s. 250 ) 9. asrın Kudüs patriği de İstanbul patriğine yazdığı mektupta buna şahitlik eder: “Müslümanlar adildir. Bize haksızlık ve zorlama yapmamaktadırlar.” (s. 256) Müslüman Arap adaleti öyle yaygınlaşmıştı ki, 1010 senesinde Hıristiyanlarla Müslümanlar savaşırken üç piskopos Müslümanların hükümdarı için hayatlarını feda ederek bir muharebin halife lehine neticelenmesini sağlamışlardı.” (s. 445)
Merhamet abidesi. Zalim Esed’in yerinden yurdundan ettiği milyonlarca Müslüman’dan biri olan 59 yaşındaki Üsame Şafii, sığındığı Diyarbakır’da, cadde ve sokaklara 6 yıldır insanlık ve merhamet tohumları ekiyor. Heybesindeki çekici ve pensesi ile kaldırımlarda insanlara eziyet veren çivi ve demir kalıntılarını söküyor, ayaklara takılan taşları düzeltiyor, makası ile sarkan ağaç dallarını buduyor. Ve bunu çocukluğundan bu yana sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyor.” (Buhari, Mezalim, 34) “Kimisi bana para teklifinde bulunuyor. Ben asla kabul etmem bu teklifi. Benim beklentim yalnızca Allah’tandır.” diyor. (Diriliş Postası, 5.2.2023) ) Günümüz örneklerini, ‘Dinsiz ahlak olur mı?’ adlı yazımızda görebilirsiniz.
Günümüzde ise, “Soğuk Savaş döneminin bitmesi ile ortadan kalkan kızıl tehlikenin yerini, yeşil tehlike almıştır. Eğlence sanayinin ürettiği filmleri izleyen ortalama Amerikalı ve Avrupalıların zihinde nasıl bir İslam ve Müslüman imajının oluştuğunu tahmin etmek zor değildir.” Lewis, Pipes, Kramer, Emerson gibi yazarların çizdiği İslam ve Müslüman tablosu, bir ötekileştirme tavrına ve tehdit algısına dayanır. Lewis’e göre, Müslüman toplumların Batı ile barış içinde yaşayabilmesi için sekülerleşmesi gerekmektedir. Lewis, darü’l-İslam, darü’l-harp arasındaki çatışmayı öne çıkarırken, darü’s-sulh ve darü’l-ahd gibi kavramlardan bahsetmez. Oysa bunlar karşılıklı iki ülkenin belli şartlar çerçevesinde barış içinde yaşayabileceğini gösteren kavramlardır. Yine Lewis, zımmî hukukunun İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimlere sağladığı hak ve imkânlardan hiç bahsetmez. Osmanlı İdaresindeki Yahudi ve Hıristiyan toplulukları ve Arap dünyasında yaşayan Hıristiyan Arap cemaatler, daru’s-selam sınırları içinde, barış içinde yaşayabileceğinin göstergeleridir. Avrupa’daki Hıristiyan krallıkların, Yahudi ve Müslümanlara karşı izlediği sindirme ve yok etme politikalarını düşündüğümüzde, Lewis’in militan İslam, İslami köktencilik vb. kurgusunun tarihi gerçeklere dayanmaktan çok, günümüze ilişkin ideolojik amaçlara hizmet ettiği görülür. (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 163, 166)
Kral Talavera: “Araplarda İspanyolların imanı, İspanyollarda ise iş ve hareketlilik eksiktir.” (Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi, s. 454) derken M. Akif Ersoy ise 1915’te Almanya’dan dönüşünde tersine dönen durumu şöyle ifade etmektedir: “İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi” (Sebilürreşad Dergisi, Sayı 1071)
İslam; Bedevi Arabı, Göçebe Türkü, Ateşperest Farslıyı bilim üretenler ve dünyaya adalet ve ahlaki erdem örnekleri sunan bir tek ümmete çevirmişti. İslam hala o gücü elinde bulunduruyor, ondan ilham alıp yeniden bilim ve adalette önder olan bir topluk olma fırsatı elimizde. Yeter ki dinimizin emir ve yasaklarını ‘yeniden’ pratik hayatımıza tatbik edebilelim: Oku!(Alak, 1) ; “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kişiler olun.” (Nisa, 135); “Allah nezdinde en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat, 13)
“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.” (Nisa, 136)
.