Ateizm ve eleştirisi

8 yıl önce
Resim bulunamadı

A)    ATEİZM NEDİR?

1.    Ateizmin Tanımı

Ateizm, Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir. “Theos”tan türemiştir. “Tanrıtanımazlık” anlamına gelmektedir. Ateizm günümüzde belli bir yaşam tarzını ve davranış biçimini dile getirmektedir.

Ateizmin bir kavram olarak tanımlanması ve anlaşılması öncelikle ilâhî dinlerin Tanrı inancının ne olduğunun bilinmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü ilâhî olmayan herhangi bir inancı (putperestliği, totemizmi, paganizmi vb.) ya da dinî (Budizmi, Şintoizmi, Afrika’daki kabile inançlarını vb.) reddetmek mutlaka ateizm anlamına gelmeyecektir. Ateizmde şekil, yöntem, gerekçe ve amaç itibariyle birbirinden farklılık arz etmektedir. Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Ayrıca özünde materyalist ve sosyalist olan politik yapılanmalarda ateizmi insanlara kabul edilmesi gereken bir yaşam biçimi olarak sunmaktadır.

Teist inanca göre tanrı yasalar sayesinde insanların varlıklarını devam ettirmelerine imkân sağlamaktadır. (H.P. Owen, Theism, The Encyclopedia of Philosophy, I/97) Ateist hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden, peygamber ve âhireti kabul etmeyen kişidir. Ateistler açısından eleştiri konusu olan ve belki de dinden kopma sebeplerinin başında gelen, Yahudilere ait milli bir tanrı inancı veya Hıristiyanlardaki üçlü tanrı inancı gibi inançların büyük bir kısmı Müslümanlar tarafından da zaten reddedilmiştir.

2.    Ateizmin Çeşitleri

Ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar.

a.    Mutlak Ateizm

İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmadığını ileri süren görüştür. Mutlu ve sağlıklı günlerinde Tanrı’yı inkâr eden ateistlerin sıkıntılı zamanlarında ona sığınması mutlak ateizmin imkânsızlığına dair bir örnek olarak ileri sürülmüştür.

b.    Teorik Ateizm

Ateizm birinci yaklaşımdan biraz farklı olarak “Tanrı’nın varlığını reddetmek” şeklinde de tanımlanmıştır. Yani düşünerek tartışarak zihnî bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır. Teorik ateizmde Tanrı’nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ateistler tartışmalarda kendilerine özgü güçlü tezler ileri sürememişlerdir.

c.   Pratik Ateizm

Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamaktır. Aktif olanları Tanrı’yı hatırlatan her türlü fikir, sembol ve davranışa karşı savaş açan kişilerdir. İnsanları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazen militan yada eylemci ateistler de denmektedir. Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) bulunmaktadır. Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış, ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır. Ancak yüzyılımızda ateizm bir inanç problemi olmaktan çıkarılmış, yıkıcı ve ahlâk dışı ideolojilerin aleti haline getirilmiştir.

d.    İlgisizlerin Ateizmi

Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan bu konulara uzak durmayı, bu konulara ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir.

e.    İdeolojik (Materyalist) Ateizm

Özünde felsefî bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve hâlâ bazı ülkelerde ateizm, Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve “ilmi ateizm” adıyla takdim edilmiştir. Bu yönüyle de ilmî ateizm kendini Batı’daki (felsefî) ateizmden ayrı görmüş, onları (yani Marxist ve materyalist olmayanları) burjuva ateizmi diye nitelemiş, ibadetler, törenler, alışkanlıklar, âdet ve gelenekler şiddetle reddedilmiş ve yasaklanmıştır.

Görüldüğü gibi ateizm kendini temellendirme ve herkesin kabul edebileceği ikna edici açıklamalar getirme konusunda farklılıklar göstermektedir.

3.    Ateizm Teriminin Yanlış Kullanımı

Ortaçağ Avrupa’sında pek çok kişi kilise tarafından dışlanmış ve inkârcılıkla suçlanarak cezalandırılmıştır. Bunlar arasında da pek çok bilim adamı yer almaktadır. Ancak bu durum her din için de söz konusu olmamıştır. Ateist ithamının bazı teorik ve pratik gerekçeleri bulunabilmektedir. Bunların arasında Tanrı hakkında farklı yorumlara sahip olmak, geleneksel anlayıştan kopmak, mevcut yerel inançlara aykırı şeyleri dile getirmek, ya da toplumun mevcut değer ve ilkelerine ters düşmek gibi etmenler bulunabilmektedir. Bu konuda tarihte Sokrat ve eski Mısır krallarından Akhenatan gibi iki önemli örnek bulunmaktadır. Bu kişiler, içerisinde yaşadıkları toplumun dünyevî Tanrılarını (paganlar), mevcut dinî sembollerini ve ilgili figürlerini benimsemediği için ateist olmakla itham edilmiş ve yargılanarak öldürülmüşlerdir. İlk Hıristiyanlar ve yine ilk Müslümanlar da mevcut toplumun kutsal varlıklarını (put) reddetmelerinden dolayı ateist olarak suçlanmışlardır. Bu kişiler atalarının dininden ayrılmakla ve inançsız olmakla itham edilmişler ve şiddetli bir şekilde toplumun sahip olduğu eski alışkanlıkları kabullenmeye zorlanmışlardır. Bu suçlamalardan sonra onlar da kendilerini bağlı bulundukları toplumun tapınaklarından, kabile törenlerinden ve put diye adlandırdıkları heykellerden uzak tutmuş, bir süre sosyal hayattan çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu suçlamalara karşın onlar putları inkâr etmekle birlikte her şeyin ötesinde olan yaratıcı, gerçek Tanrı’ya inandıklarını belirtmişlerdir.

XIX. yüzyılın sonlarından XX. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan bir dönemde ateizm bazı ideolojiler tarafından fikrî bir problem olmaktan çıkarılıp politik bir mesele haline getirilmiştir. Kapitalizme karşı mücadele eden sosyalistler ateizmi ve dinsizliği, mücadelelerinin bir parçası olarak görmüşler, devrim gerçekleştirdikleri yerlerde de kitleleri dinsizliğe yöneltmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketlerin içerisinde yer alan, ancak herhangi bir dine inanan (Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman) binlerce insan yapay istatistiklerle ateist olarak gösterilmiştir. Fikrî bir çabayla Tanrı inancını reddetmeyen kişilerin ateist oldukları iddiası ciddi bir tartışma konusudur. Çünkü Tanrı inancının kabulü veya reddi özgür bir ortamda yapılacak pkişisel bir tercihle alâkalı şeydir.

Ateizm terimi bazen yanlış kullanılırken bazen da diğer ekollerle de karıştırılmıştır. Meselâ ateizmin sınırlarının geniş tutulması sonucu panteist düşünürlerin yanında, bazen agnostik (bilinemezci) ve deist (Tanrı’ya inanan ancak vahyi reddeden) düşünürler de inançsız olarak değerlendirilmiştir. Deizm, Latince Tanrı anlamına gelen “deus” kökünden geldiği için, başlangıçta ateizmin karşıtı olarak kullanılan bu isim daha sonraları, Hıristiyanlığa bir tepki olarak kendini göstermiş, Tanrı inancını korumakla birlikte, kilisenin tutumuna duyulan şiddetli tepki yüzünden vahiy, peygamberlik ve mûcize gibi dinî değerlere karşı çıkmanın sembolü olmuştur. Deizm, yaşama ve dünyaya müdahale etmeyen Tanrı anlayışını savunur. Panteizm ise Tanrı-evren özdeşliğini ileri sürmüştür. Panteist, Tanrıyı yaratıcı olarak kabul etmez çünkü O, evrenden ayrı değildir. Onlar Tanrı’nın varlığını inkâr etmemekte sadece mahiyetini farklı yorumlamaktadırlar. Bazı düşünürler ise ne Tanrı inancını ne de inançsızlığı kabul etmişlerdir. Kendilerini inanmakla inanmamak arasında, orta bir yerde gören ve agnostik (bilinemezci) olarak tanımlayan bu kişiler, Tanrı’nın varlığı hakkında da olumlu ya da olumsuz bir hüküm vermekten kaçınmışlardır. Agnostiklere göre Tanrı’nın varlığı meselesi insan aklının ötesinde bir konudur. Agnostikler Tanrı inancı karşısında tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. Ancak bu kişilere yanlış da olsa genellikle ateist denmiştir. Meselâ ateist olarak bilinen ünlü düşünürlerden Bertrand Russell (1872-1970) felsefî açıdan kendini agnostik olarak tanımlamıştır. Çünkü ona göre her şeye rağmen elimizde Tanrı’nın yokluğunu kanıtlayacak yeterli bir delil mevcut değildir. (Bertrand Russell, Am I Atheist or an Agnostic, Bertrand Russell On God and Religion, ed. Seckel Al, s. 85 )  Agnostikler Tanrı inancını reddetmenin yanında ateizmi de eşit derecede reddetmiştir. Zaten kendileri de ateistlerden farklı olduklarını söylemişlerdir. ( Lightman Bernard, The Origins of Agnosticism, The Johns, s.17 ) Bir insan inandığı halde tanrıyı bilemeyebilir veya O’nun bilinemeyeceğine inanabilir. Ancak O’nun varlığına inanır. Bu durumda inancında da bir eksiklik görmez. ( Thomas McPherson, Religion as The Inexpressible, New Essays in P. Theology, ed. Antony Flew- Alasdair Macintyre, s. 131-143)

4.    Ateizmin Tarihçesi

Ateizmin tarihi Tanrı inancı kadar olmasa da çok gerilere kadar gitmektedir. Ateizmi ana hatlarıyla İlkçağ (Antik dönem), Yeniçağ ve modern dönem olmak üzere üç safhada ele almak mümkündür.

İlkçağ’da Epikuroscular, şüpheciler ve Atinalı sofistler ilk göze çarpanlar olmuştur. Yine bu dönemde Epikuros (m.ö. 341-270), Lucretius (m.ö. 94-55 ) ve Democritus’un (m.ö. 460-370) fikirleriyle oluşan Yunan atomculuğu ya da klasik materyalizm de inançsızlıkta önemli bir rol oynamıştır. Bilindiği gibi materyalizm maddenin yaratılmadığını, düşünceden önce geldiğini ve hiçbir şeyin yoktan var olmadığını iddia etmiştir. Bunun yanında doğa üstü bir gücün (Tanrı) varlığını da reddetmiştir. Materyalizm günümüze kadar çeşitli biçimlerde de olsa devam etmiş ve etkisini sürdürmüştür. Antik dönemde materyalist olmayan ve dolayısıyla kendilerine ateist denilemeyecek düşünürler de bulunmaktadır. Sokrat (m.ö.470-399) öncesi dönemde yetişen ve günümüze kıyasla bazı çevrelerce gerçek filozof olarak nitelenen Xenophanes, Heraklitos, Empedokles ve Anaxagoras gibi düşünürlerin fikirlerinde Tanrı kavramıyla paralellik arzeden pek çok nokta bulunmaktadır. Bu filozofların düşüncelerine baktığımızda maddî dünyanın ötesinde var kabul ettikleri ve kendisiyle bütün varlığı açıkladıkları soyut bir kavrama da rastlamaktayız. Dolayısıyla tabiatla ilgili çalışmalarda bulundukları için Antik dönemi bütünüyle ateist görmek ve bu yanlış tespiti de ideolojik amaçlar uğruna çeşitli şekillerde tekrarlamak yanlış olacaktır. Ortaçağ’da, Vanini (1585-1619) ve Bruno (1548-1600) gibi kiliseye aykırı konuşan kişiler de bu dönemde yargılanmışlardır. Zaten Aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ve modern dönemde iyice belirginleşen din düşmanlığının temelinde de Ortaçağ’da kilisenin Tanrı adına yapmış olduğu insanlık dışı uygulamaların büyük rolü olmuştur.

İslâm dünyasında da ateizm bugünkü anladığımız anlamda pek yaygın ve etkili olamamıştır. Bununla birlikte ateizm denilince İslam tarihinde akla iki isim gelmektedir: Yahya b. İshak er-Râvendî (H. 205-245) ve Ebû Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Râzî (865-932). Ancak Ravendi’nin ateist olmadığı buna karşın deizmi benimsediği ifade edilmiştir. ( Abdurrahman Bedevi, Min tarihi ilhad fil İslam, s. 27-28, Necip Taylan, İslam düşüncesinde din felsefeleri, s. 57-63) Ateist olarak meşhur olan ibn Zekeriyya Râzi ise felsefî sisteminde Tanrı’ya yer verdiği ve onu beş ezelî ilkeden biri olarak gördüğü – diğer ilkeler Ruh, Madde, Mekân, ve Zaman – bilinmektedir. Bazı kişiler hiçbir şekilde materyalist bir düşünceye sahip olmayan İbn Sînâ (980-1037), Fârâbî (870-950), Harizmî (ö. 847), Bîrûnî, İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozofların fikirlerini, bunların tıp, coğrafya, kimya gibi pozitif bilimlerle ilgili çalışmalarını kasıtlı olarak dinin aleyhindeymiş gibi göstermeye çalışmışlardır. Halbuki söz konusu filozoflar için felsefenin genel amacı iddiaların aksine dinsizlik değil, Tanrı’nın bilgisine ulaşmak ve O’nun varlığını ispatlamaktır.

XVIII. yüzyılla birlikte Aydınlanma dönemi başlamış bu çerçevede metafiziğe karşı sistemli bir şüphecilik oluşmuştur. Modern dönemde bazı çevreler geçmişte görülen kilisenin keyfî yorum ve uygulamalarını ateizme ve materyalizme basamak olarak kullanmıştır. Ateizmin modern dönemde politikaya âlet edilmesi ve bazı ideolojilere temel kılınması da insanlığı ayrı bir felâkete sürüklemiş, bilgisizlikten kaynaklanan dinî bağnazlığın yol açtığı felâketlerden daha büyük acılara ve ıstıraplara zemin hazırlamıştır. Başta Lenin, Stalin, Mao, Pol pot olmak üzere materyalist ateistlerin katliamları, evrimci temelde hareket eden Mussolini ve Hitler’in ırkçı yaklaşımları dünya genelinde on milyonlarca insanın öldürülmesine neden olmuştur. Ateizm XIX. yüzyıldan itibaren yeni bir karakter kazanmıştır. Bazı çevrelerce bilimsel çalışmalar dinin aleyhinde görülmüş, pozitif bilimlerdeki çeşitli araştırmalar ve var sayımlar dinî inançların çürütülmesi amacıyla kullanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca modern dönemde Batı’da insan özgürlüğü ile Tanrı iradesi (Kilise doktrinleri) arasında derin bir uçurum oluşmuş ve insanlar kendilerini bu ikilem içerisinde bulmuşlardır. Bu dönemde Tanrı problemi, ateistlerce insanın özüne yabancılaşması ve özgürlüğünü kaybetmesi açısından da temel bir mesele olarak gözükmüştür. Auguste Comte (1798-1857), Marx (1818-1883), Nietzsche (1844-1900), Freud (1856-1939), Sartre (1905-1980) gibi filozoflar modern dönemde ateizmin öncüleri olmuştur. Materyalizmin iddiaları özellikle Marxist çevrelerde yenilenmiş ve bilimsel ateizm adı altında savunulmuştur. Bu akımların en etkili silahı da pozitif bilimler sayılan varsayımlar olmuştur. Bazı iddialar sanki doğrulanmış genel geçer yasalarmış gibi kabul edilmiş hatta bu iddialar, birer ideoloji dogması haline getirilmiş, tartışılmasına ve eleştirilmesine dahi fırsat verilmemiştir. Dinin pozitif bilime karşı çıktığını söyleyenler, vahyin savunulmasını, bilim çevrelerinde tartışılmasını dahi yasaklamışlardır. Modern dönemde Auguste Comte evrimci bir yaklaşımla “üç hal yasası” denilen bir yöntemi kullanmış, tarihi kendine göre teolojik, metafizik ve pozitivist olmak üzere üç döneme ayırarak insanlığın gelişimini izah etmek istemiştir. Bugün geçerliliği olmayan bu tesbit ne yazık ki bazı çevrelerde hâlâ ciddiye alınmakta ve sorgulanmadan kabul edilmektedir. Halbuki Tanrı inancının bütün gücüyle ayakta olması ve her şeye rağmen dünyanın pek çok yerinde dinî inançların yaşamlarını devam ettirmeleri Comte’un fikirlerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymuştur. İnsan var olduğu ilk günde dahi şu anda sahip olduğu bütün nitelikleriyle birlikte donatılmış ve kendine bütün yetenekleri verilmiştir. Baştan beri düşünme, evreni var kılan bir yaratıcıyı arama, ona hayranlık duyma ve şükretme içinde olmuştur. Bu inanç ve hayranlık bütün karşıt düşüncelere rağmen bugün de devam etmektedir. Gelecekte de böyle olacaktır. Aslında asıl üzerinde durulması gereken şeyin zamanla değişen (gelişen) şeylerin insanın doğası ve inancı olmayıp, dünya ile ilgili olan tecrübe ve bilgilerin olduğu gerçeğidir. Nitekim bunun sonu da yoktur. Ancak değişen şeylerin yanında kalıcı olan değerler de vardır. Bunların arasında da ahlâk, estetik ve dinî değerler bulunmaktadır. Ayrıca bunlar insan doğasının ayrılmaz vasıflarıdır da. Feuerbach, The Essence of Christianity adlı eserinde ateizmi “gerçek bir hümanizm” olarak tanımlamış, başta Marx ve Freud olmak üzere pek çok düşünürü derinden etkilemiştir. Marx din duygusunun oluştuğu kaynaklar da kurutulmalıdır, derken Freud ise, Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklamaya çalışmış ve dini çocuksu bir yanılgı (hayal) olarak ifade etmiştir. Nietzche ise Tanrı’yı (İsa) inanılmaya değer bir varlık olarak bulmamıştır. “Tanrı (İsa) öldü. O’nu biz öldürdük” diyen Nietzche Tanrı’sız bir hayatı amaçlamıştır. J. P. Sartre, Tanrı fikrinin insanın kendini tanrılaştırma arzusunun bir sonucu olduğunu iddia etmiştir. insanın özgürlüğü açısından Tanrı var olmamalıdır. Batılı düşünürler Hıristiyan dünyasının krizleriyle ortaya çıkan ve Batı kültürü için çözüm olabilecek iddialarda bulunmuşlardır. Buna karşın Müslümanların yaşadığı bir ortamda aynı sorunların ve aynı görüşlerin ortaya çıkma ihtimali oldukça zayıftır. Üzücü olan şey Batı için önemli ve anlamlı olan bu düşüncelerin diğer kültürlere de aynen yansıtılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Halbuki her kültürün kendine has özelliklerinin yanı sıra, kendine özgü hayat anlayışı ve kendini diğer kültürlerden ayıran iç dinamikleri vardır. Günümüz insanı geçmişe oranla çok farklı bilgilere sahiptir. Dolayısıyla pek çok şeyi geride bırakmış ve inkârcı ve yıkıcı ideolojilerin de neye mal olduğunu yakinen tecrübe etmiştir. Gelecekte de ateizmin, yanında bilim ve hümanizm silâhını bulması mümkün olmayacaktır. Çünkü her iki alanda da insan çok ciddi suistimallere mâruz kalmış ve çok acı hâtıraları yaşamıştır.

 

B)  MUTLAK ATEİZMİN İMKANSIZLIĞI

Tanrı kavramının yaygınlığı

Mutlak ateist zihninde hiçbir surette Tanrı kavramı olmadığını söyleyen kişidir. Bir insanın gerek teorik ve gerekse pratik açıdan sonsuza kadar ateist olması mümkün değildir. İnsanın aklı, kalbi, hissi ve ahlâkî melekeleri, kısaca doğası kendini her zaman Tanrı’ya götürmektedir. Bütün insanların zihninde Tanrı kavramı vardır. Değişik kültür ve dinlerde böyle bir fikrin bulunması daha işin başında mutlak ateizm iddialarını boşa çıkartmaktadır. Tanrı’ya inanmadığını söyleyen insanlar zihinlerindeki bu kavrama Tanrı ismini vermek istememektedirler. Onlar da evrende hâkim olan (ya da görünen düzenin arkasında yer alan) gizli bir gücün, sebebin, enerjinin, kozmik bilincin bulunduğunu belirtmişler, Tanrılık işlevi gören bir ilkenin, gücün veya açıklamanın arayışı içerisinde bulunmuşlardır. Özellikle materyalistler, doğanın (kâinatın) kendini Tanrı olarak görmüşlerdir. Doğaya sonsuzluk, sınırsızlık, yaratıcılık, ezelîlik ve ebedîlik gibi nitelikler atfetmekle bir şekilde onu kutsallaştırmakta, aşkın olmayan (maddi olan) bir varlığa Tanrı gözüyle bakmaktadırlar. Hasta insanların ölümüyle Tanrı’yı suçlayan ateist bir ideolojinin üyesi, kendi ilkeleri uğruna, çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek demeden milyonlarca insanın acımasızca öldürülmesi ve sıkıntı çekmesine karşı sessiz kalmıştır. Dinden soğuyan veya soğutulan insanların inançsızlaştıktan sonra dile getirdiği fikirler ise aslında bu kişinin kendi fikirleri olmayıp, eline tutuşturulan ve gerçek olduğu kendine söylenen (enjekte edilen) ideolojik iddialardır. Böyle kişilerin çoğunluğu ideolojik olmayan bir dine ve bireysel dindarlığa inanmaktadırlar. Mutlak inançsızlığın imkânsız oluşunu, geleneksel dinlere düşünürler dahi ifade etmişlerdir. Bunların arasında D. Hume (1711-1776), İ. Kant (1724-1804) ve Voltaire (1694-1778) gibi filozoflar da bulunmaktadır. David Hume: “Evrendeki gaye ve düzen bizi farkına varmadan ilk yaratıcının varlığını kabule götürmektedir” ( D. Hume, Dialogues Concerning Natural Religion, s. 77) Voltaire insan zihninde yaratıcı bir üstün varlık fikrinin daima yer aldığını belirtmiştir. Cemil Sena da ateizmi kabul etmemiş, Tanrı’sız bir ruh tüm yaşam dayanaklarını ve tinsel varlığının bilincini yitirmiş bir robottur ( Tanrı anlayışı, s. 586-609) demiştir. Issız bir adada yalnız başına kalmış bir insanın dahi, şayet sağlıklı bir yapıya sahipse, en azından zihninde yüce bir yaratıcıyı düşüneceği kesindir. Binlerce yıldır milyarlarca insanın birbirinden farklı zaman ve mekânlarda dahi olsa Tanrı’ya inanmaları bizlere bir mesaj vermektedir. Bütün insanlar gerek içgüdüsel ve gerekse zihinsel açıdan Tanrı inancına doğuştan yatkındırlar. (Paul Edwards, Common consent arguments for the existence of God, I/154, ayrıca Buhari, I/Cenaiz, 93: “ İnsan Allah’a inanmaya yatkın doğar.” ) Ayrıca ateistlerin sıkıntılı ve acılı günlerinde ise Tanrı’nın gücünü itiraf ettikleri bilinmektedir. Tanrı’ya inanmak için insanın önünde sayısız gerekçeler bulunmakta buna karşın yalanlamak için ise insanın gözünü dış dünyaya kapaması ve kalbinin sesine de kulak tıkaması gerekmektedir. İnsanın zihnî bir şartlanmışlık içine girmeden tabii olarak Tanrı’yı inkâr etmesi mümkün değildir. Kısaca inançsızlık doğuştan olmayıp daha sonra dine karşı oluşan tepkilerle birlikte ortaya çıkmış bir durumdur.

 

C)    TEORİK ATEİZMİN TUTARSIZLIĞI

1.    Ateizmin İddiaları

Ateistler, dini içeriden ve dışarıdan olmak üzere genelde iki şekilde eleştirmeye çalışmışlardır. Dışarıdan yapılan eleştirilerde, din sonradan ortaya çıkmıştır biçiminde birtakım dar ve gülünç görüşler ortaya atılmıştır. İkinci olarak ise din, ateistlerce içeriden eleştirilmeye çalışılmıştır. Birtakım çelişki ya da tutarsızlıklarla karşılaştığını iddia ederek Tanrı inancını çürüttüğünü sanmışlardır. Ateistler dinî inançları çarpıtmaya çalışmışlardır. Ateistlerin bütün kozu şu veya bu şekilde inanan insanın yaşam biçimini eleştirmekten ibarettir. Aktif olan, elinde tezi, iddiası ve kanıtı bulunan teisttir. Elinde iddiası, kanıtı ve orijinal düşüncesi bulunmayan ise ateistin kendisidir. Günümüz ateistlerinin büyük bir kısmı günlük ideolojilerin yapay ilkeleriyle dinden kopan kişiler olmuştur. İnanmadığı halde Tanrı’nın varlığının çürütülmesinin imkânsız olduğunu anlayan ve bunu itiraf eden Bertrand Russell gibi düşünürler bulunsa da çoğu ateist saplantılar uğruna fikirlerinden ve ön yargılarından vazgeçmemişlerdir. Ateizmini ideoloji olarak savunanlar fikirlerinin tartışılmasını ve sorgulanmasını kesinlikle kabul etmemişlerdir. Onların en temel iddialardan biri, Tanrı inancının bilimsel olmadığıyla ilgili fikirleridir. Peygamberlere olan karşı çıkmanın altında dinle ilgili bazı teorik itirazların yanında, psikolojik, sosyolojik, hatta ekonomik etmenler de bulunmaktadır. Hz. Peygamber’e inanan ve İslâm’a ilk giren kişilerin arasında ayrımcılığa uğrayarak ezilen ve haksız muamele gören zayıfların, kölelerin, kadınların ve yoksul insanların çoğunlukta olması ilginçtir. Buna karşın peygambere ilk karşı çıkanların ise zenginlerin, kabile reislerinin, putlardan, hurafelerden ve büyücülükten kazanç elde edenlerin bulunması da dikkat çekicidir. Yaşamın sadece bu dünyada olduğunu zanneden ve ileride yaptıkları kötü işlerin hesabını vermek istemeyen insanlar ahirete de inanmamış ve bedenlerin ölmesiyle birlikte her şeyin biteceğine kanaat getirmişlerdir.

2.    Bilimsellik ve Tanrı İnancı

Bilim bir anlamda maddî dünyamızı, din ise mânevî dünyamızı aydınlatmaktadır. Bilim sonuç itibariyle evrenin yasalarını ve işleyiş biçimini ortaya koyacağına göre, yani kaostan ziyade, bir düzeni keşfedeceğine göre dinin bu sonuçtan rahatsız olacağını düşünmek yanlış olacaktır. Kilise, ne yazık ki Ortaçağ’da bilim düşmanlığının da öncülüğünü yapmıştır. Bu dönemde Batı’da pek çok bilim adamının mağdur olduğu bilinmektedir. Bu yapay çatışmayı fırsat bilen ateistler boş durmamış, dinle ilgili eleştirilerinde bilimin henüz doğrulanmamış verilerinden yararlanma ve onun adına konuşma yoluna gitmişlerdir. Özellikle Tanrı inancına karşı bilim silahını kullanan ateistler (materyalistler) bilimin mutlak doğru olduğunu ve onun dışında kalan şeylerin de yanlış olduğunu göstermeye çalışmışlardır. Tanrı, mahiyeti itibariyle aşkın olup dünyevî bir varlık değildir. Tanrı, evrende mahiyetiyle değil, nitelikleriyle, kurmuş olduğu düzenle, belirlemiş olduğu yasalarla, gücüyle, güzelliğiyle, merhametiyle, yaratıcılığıyla bulunmaktadır. Din “Tanrı vardır” derken onun dünyamızın bir köşesindeki, herhangi bir varlık gibi var olduğunu iddia etmemiştir. Bu nedenle bizzat Tanrı’nın varlığının pozitif bilimlerle çürütülmesi hayal olmaktadır. Çünkü pozitif bilimin sınırları bellidir. O sınır da bizim içerisinde bulunduğumuz ve tecrübe ettiğimiz fenomenler dünyasıdır. Dine göre görülen ve tecrübe edilen dünya, görünmeyen ve tecrübe edilemeyen bir âlemin ve yaratıcının işaretçisidir. Dolayısıyla bütün ilmî çalışmalar insanı Tanrı’ya götürecek ve daima O’nu hatırlatacaktır. Unutmamalıdır ki kuraklık zamanında Tanrı’ya dua eden bir insan, bir ateist kadar yağmurun hangi şartlarda oluştuğunu ve ne şekilde yağdığını bilmektedir. Aralarındaki fark ise bu olayları yorumlamada, üzerimizdeki etkilerini farklı değerlendirmede ve duygulanımlarda ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aralarında inanç, duygu ve yorum farkı bulunan kişilerin artık birbirlerini bilim konusunda yargılamaları hiç de doğru olmayacaktır. ( John Wisdom, Gods, s.139)

10574428_10201330062013203_83140257017291626538_n


3.    Rasyonellik ve Tanrı İnancı

Ateistler inananları mâkul (rasyonel) ve mantıklı olmamakla itham etmişlerdir. Sanki mâkul ve mantıklı olmanın temel şartı inançsız olmak veya dini reddetmekmiş gibi bu kavramı kendi lehlerine kullanmışlardır. Bilimin ve aklın, insanı inançsızlıktan ziyade Tanrı’nın varlığına götürdüğü gerçeğini bir gerçektir. Aksi bile olsa bu insanı ateizme götürmez. Nitekim nazari akılla Tanrı’nın ispatının imkânsız olduğuna inanan Kant dahi yukarıda ifade edildiği gibi ateist olmamış aksine Tanrı’ya giden başka bir yol arayışında bulunmuştur. O nedenle akıl, felsefe ve bilimsel düşüncenin Tanrı’yı reddettiği gibi iddialar sadece gerçekle bağdaşmayan birer ideolojik varsayımdır. Felsefî bir ekol olarak akılcılığın önde gelen düşünürleri Descartes, Spinoza ve Leibnitz gibi filozoflar bırakınız reddetmeyi, bir şekilde Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çaba sarfetmişlerdir. (John Cottingham, The Rationalists, s.175-185)

4.    Mantıksallık ve Tanrı İnancı

Ateistler Tanrı kavramının temelinde insanın sebebini bilemediği olaylar karşısındaki ümit ve korkularının yattığını belirtmişlerdir. Hıristiyanların çoğunluğu teslîs, vaftiz, enkarnasyon ( Hz. İsa nın insan biçimi almış tanrı olarak kabul edilmesi ), aslî suç ve çarmıh gibi konularda mantıklı bir açıklama getirmenin zorluğunun farkındadırlar. Bu nedenle Hıristiyan dünyasında mantık ile inanç arasında bir çatışmanın ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu çatışmanın İslâm’da da olduğunu söylemek onu tanımamak ve bilmemekle eşdeğerde olacaktır. Hıristiyanlığın kendine özgü inançları yüzünden ortaya çıkan inanç-mantık çatışması İslâmiyet için geçerli olmayacaktır. Etik (ahlâkî), estetik ve dinî değerleri “korku ya da ümit” gibi psikolojik tecrübelerle izah etmek modern bir insanın yapamayacağı ilkel bir davranış olsa gerektir. Çünkü bu tür şeyler zaman üstü olan ve bütün zamanlara olduğu kadar bütün insanlara hitap eden değerlerdir. Şayet insan birtakım ümit ve korkulardan dolayı Tanrı fikrini üretmişse, yine aynı insanın benzeri gerekçelerle inançsızlığı ürettiğini söylemek da mümkündür. Böyle bir yaklaşımın inanç meselesini ciddi olarak kavrayamadığı ve temel etmenlerini bilmediği de anlaşılmaktadır. Doğal olaylar karşısındaki insanın tavrı, ümit ve korkuları, dinden ziyade temelde bilimle alâkalı olan şeylerdir. Unutmamalıdır ki hurafeler, Pagan, totem, kutsallaştırılmış varlıklar gibi bizzat İslam’ın savaştığı İslam dışı kavramlardan hareketle ateistler dine saldırabilmektedir. Özellikle bazı ateistler insanlık tarihi hakkında konuşurken dünyanın geri ve gizli kalmış yörelerinde yaşayan insanları (kabileleri) ölçü almaktadırlar. Halbuki bilim ve medeniyette ilerlediği halde milyarlarca insanın inancını hala korumaktadır ve bu bilimsel veri olarak ateistlerce hala dikkate almamaktadır. Bu da aslında ateistlerin ne kadar taraflı ve seçici davranıldığını göstermektedir. Sıradan bir insan içindeki doğal eğilime karşı çıkmaya zorlamaz ve reddetmek için özel bir gayret sarfetmez ise o kişi Tanrı’ya olan sevgi ve hayranlığını da gizleyemeyecektir ve bunu bir çırpıda yapay addetmek insanın kendi doğasıyla çatışması ve kendi kendini yalanlamasıyla eş değerde olacaktır. Her şey bir tarafa, insan niçin pozitivistlerin iddia ettiği gibi gerçekte var olmayan bir şeyi kanıtlamaya ve ona inanmaya çalışsın? Kaldı ki gerçek olmayan bir şeyin binlerce yıldan beri milyonlarca insan tarafından benimsenmesi, zihin ve kalplerde yer alması, biraz şaşırtıcı olmayacak mıdır? Hıristiyan dünyasında ateizmin kolayca yerleşmesinin temelinde kilisenin katı tutumu yanında, insanlara sunduğu Tanrı imajının Baba ve Oğul gibi insan figürleriyle açıklanması yatmaktadır. Ateistlerin de artık müminlerin böyle maddî bir varlığa inanmadıklarını anlamaları ve onlardan böyle bir varlıkla ilgili kanıt beklememeleri gerekmektedir.   

5. Ahlâkî Özgürlük ve Tanrı İnancı

Dindar insanlar Tanrı inancıyla ahlâklı olmak arasında çok ciddi bir bağ buna karşın inanmayan bir insanın da yüce bir otoriteyi kabul etmediği için hareketlerinde sorumsuz olduğunu ve ahlâksızlıkla karşı karşıya bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu durum karşısında ateistler sessiz kalmamış ve kendilerini savunmuşlar ve ahlâkın dinden bağımsız olduğunu iddia etmiş, bir kısmı ise ideolojik davranarak hiçbir ahlâkî ilke tanımadığını belirtmiştir. ( Bu konu sitemizde “ dinsiz ahlak olur mu? “ başlığı altında ele alınmıştır. ) Allah insan doğasına ahlâkî duyguyu ve ahlâkî sorumluluğu aşılamıştır. Bir insan Tanrı’nın varlığını inkâr etse dahi kendi doğasını inkâr (tahrip) etmedikçe bir yere kadar ahlâklı kalacağı muhakkaktır. Ama ideolojik davranan bazı ateistler Tanrı inancını kötülemiş, dinî ahlâk anlayışına, dindar insanlara hakaret derecesinde iftiralarda, itham ve isnatlarda bulunmuşlardır.

Din (İslâmiyet) ahlâkî eylemleri dinden bir parça gibi kabul etmiş ve onları inançla yan yana koymuş, temizliği, her türlü kötülükten arınmayı , yararlı olmayı, selamı… vb. emretmiş, doğaya, hayvan, bitki, çocuk, tüm canlılara zarar vermeyi ise yasaklamıştır. ( Bu konu islami emirler ve hümanizm adlı yazıda ele alınmıştır) Dinin temel amacı ahlaklı olmayı teşvik etmektir. ( “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” İmam Malik, Muvatta, Husnu’l Hulk, 8, II/904) Dahası dinsizliği önemseyen toplumlarda ya da vicdanında inancı bir kenara bırakan kişilerin yaşamında niçin intihar, sapıklık, cinnet gibi bozuklukların, ya da trajik ve dramatik durumların daha çok ortaya çıktığı izah edilememiştir. Dini reddettiği halde bazı filozoflar ateizmin çıkmazlarını görmüş ve sorgulamışlardır. Meselâ bunlardan biri olan Gaskin’e göre seküler ahlâka sahip olan ve pek çok ahlâkî yükümlülüğü kaldırarak yerine yeni bir şey koymayan modern toplumlar tutarsızlık içinde bulunmuşlardır. Ona göre ahlâk sahasında Tanrı otoritesini reddedenler, Tanrı yerine metafiziksel görünümlü olan yeni otoriteler koymuşlardır. Meselâ Marxistler proletaryayı emredici ve varlığı kaçınılmaz kutsal bir otorite gibi görmüşlerdir. Yine XX. yüzyıl toplumlarındaki tek partili yönetimlerde parti egemenliği sadece insan davranışlarını etkileyen kaba bir güç olarak kullanılmamış, ayrıca emredilen şeylerin etkili olmasını sağlamak için de bu partinin ilkeleri bir tür metafiziksel güç olarak ileri sürülmüştür. ( Gaskin, The Quest for Eternity, s. 163) Gaskin’e göre ateizm adı altında “iyi ve kötü” gibi kavramlar kaybolmuştur. Moral değerler zayıflamış, bunun sonucu olarak insan “iyi ve kötü” kavramlarından uzaklaşmıştır. Modern dönemde moral kavramların sadece birtakım sosyal ve insanî ihtiyaçlara göre sınırlandığını belirten Gaskin’e göre evrensel ve ezelî olan pek çok şey de gözden kaçmış, ahlâk adı altında sadece toplumdaki sosyal haklar, proleter istekler, kişisel ilişkiler ve günlük ihtiyaçlar konuşulmaya başlanmıştır. Yine Gaskin’e göre XX. yüzyılda işlenen en büyük hatalardan birisi de, insanın bir taraftan tarihte görülmemiş, akla hayale gelmeyen yıkım ve kötülüklere karşı hoşgörülü davranması, diğer yandan da sosyal yaşamdaki ayrıntılarla önemle uğraşmış olmasıdır. Meselâ Batı’da yaramaz bir okul çocuğunun alacağı cezanın dahi günlerce problem yapıldığını belirten Gaskin, sadece kendi menfaatlerini koruyan ve kollayan modern devletlerin dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden katliamların, suçsuz yere ölen veya öldürülen binlerce insanın durumunu görmezlikten gelindiğini de ifade etmiştir. Batı’daki ahlâkî sorumsuzluk ve vurdumduymazlıkları yüzünden dünyanın değişik bölgelerindeki binlerce mâsum insan, hayvan ve doğal kaynakların göz göre göre yok olup gittiği ortadadır. Çağımızda seküler ve dinsiz ahlâk anlayışının yol açtığı diğer bir çıkmaz da bireysel seviyede olmuştur. Ferdiyetçilik, özgürlük, ilericilik ve çağdaşlık adına bu kişilerin beyni yıkanmış, bu uğurda pek çok insanın zihni bulandırılmış, dinî ve ahlâkî değerler karalanmış ve kasıtlı olarak kötü gösterilmiştir. Bireyler kendilerini sadece yiyip içen, robot gibi çalışan, fizyolojik ve biyolojik ihtiyaçları için yaşayan sorumsuz birer canlı durumunda görmüştür. Çevresinden ve dininden koptuktan sonra üzerinde ahlâkî bir otorite görmeyen pek çok genç insan bir anda kendini kötü alışkanlıkların içerisinde bulmuş, içerisinden çıkamadığı ve bir türlü terkedemediği sapkınlıkların ve tutkuların esiri olmuştur.

.

D)    ATEİZMİN ÇÜRÜTÜLMESİ

1.    Kanıt Problemi

Ateistler kötülüklerin varlığı gibi bir iki konu hariç kendi iddiaları lehinde orijinal bir fikir ileri sürmemişlerdir. ( Bu konu “ Kaza kader “ başlıklı yazımızda ele alınmıştır) Lehlerinde birçok kanıt olmasına rağmen inananlar eleştirilebiliyorsa, ellerinde somut hiçbir kanıt bulunmayan ateistleri tenkit etmek daha kolay ve sıradan bir iş olacaktır. Ateistlerin yaptığı iş inananların tezlerini eleştirmekten veya reddetmekten ibarettir. Hıristiyan için teslisi ya da enkarnasyonu anlamak ve başkalarına anlatmak o kadar kolay değildir. Aynı şekilde o kişinin ateiste karşı ikna edici cevaplar vermesi de zordur. Dolayısıyla onun yapabileceği tek şey bu konunun inanç meselesi olduğunu söylemek ve tartışmaya girmemektir. Müminler ise Tanrı inancını rasyonel yönü bulunan bir inanç olarak ortaya koymaktadırlar. ( Mehmet Aydın, Allah’ın varlığına inanmanın akliliği, İslami araştırmalar dergisi, sayı,2, s. 12-21) Ama şurası da bir gerçektir ki Müminlerin çoğu yaratıcıya inanmak için öncelikle bir kanıt bulma arayışında değildirler.

2.    Tanrı’nın Varlığının Delilleri

Bir insanın bu kanıtları öğrendikten sonra ateist olması mümkün değildir. Her şeye rağmen o kişi hâlâ ateizmine devam ediyorsa onda fikirden ziyade ideolojinin ağır bastığı görülecektir.

a.    Varlık Delili (Ontolojik Kanıt)

Bu kanıtın temelini çevremizdeki hiçbir şeyin plansız, sebepsiz ve boşuna olamayacağı fikri oluşturur. Kâinat karşısında içimizde oluşan hayranlık duygusu bizleri her şeyin arkasında bulunan bir varlık fikrine de götürür. Descartes’a göre bizler zihnimizde en yüce derecede yetkinliğe sahip bir varlık fikrini taşımaktayız. Bu varlık da Tanrı’nın kendisidir. Descartes’a göre Tanrı’nın yokluğunu düşünmek mümkün değildir. ( Descartes, A Discourse on Method, s. 120-126) Descartes’e göre zihnimizdeki en mükemmel varlık fikrinin bulunması Tanrı’nın varlığının bir ispatıdır. Çünkü kendi doğa ve çevremizden böyle bir fikre ulaşmamız mümkün değildir. Tabiat bir yönüyle eksiktir. Çünkü o maddîdir. Dolayısıyla eksik bir kaynaktan mükemmellik kavramı çıkmaz. Olsa olsa bu kavram, mükemmel varlığın kendisinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Tanrı, Descartes’a göre kalplerimize kendi mührünü basmış ve en yetkin varlık kavramını içimize yerleştirmiştir. İnansın veya inanmasın herkesin zihninde bu kavramın yer aldığı ortadadır. Dolayısıyla var olmayan bir şeyin zihnimizde yer alması mümkün değildir. Ayrıca Tanrı gibi bir varlığı reddetmek, o varlığın zihnimizde atılması veya yok olması anlamına da gelmeyecektir. Var olmayan bir şeyin içimizde doğması ve bizlerin de onu düşünmesi imkânsızdır. O halde Tanrı var ki bizler de o kavrama sahibiz ve hakkında şöyle ya da böyle tartışmaktayız. Tanrı kavramının doğuştan gelmediği, zihnimize sonradan girdiği bir an için düşünülse bile evrenin varlığından ve kendi yaşamımızdan edindiğimiz tecrübelerden hareketle böyle bir fikrin bizden oluşması muhakkaktır. Dolayısıyla insanın iç dünyasının sesine kulak vermeden ve doğadan da ders almadan Tanrı’nın var olmadığını iddia etmesi mantıksız ve sağlıksız bir karar olacaktır. Böyle bir kavram gerçekten temelsiz ve asılsız olsaydı insanlık tarafından asırlar öncesinden itibaren terkedilmesi, unutulması gerekecekti. Ontolojik kanıt bir anlamda mutlak ateizmin de olamayacağını kanıtlamaktadır. Şu veya bu şekilde herkesin zihninde bir tanrı kavramı vardır. Olmasa bile aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı o kavrama doğru götürecektir. 

b.    Âlem Delili (Kozmolojik Kanıt)

Kozmolojik kanıt evrenin varlığından yola çıkarak yaratıcının varlığına gitmekte ve bizlere olup biten her şeyin arkasında bir Tanrı’nın bulunması gerektiğini söylemektedir. Zaten yaratıcı Kuran’da bu çeşit konular üzerinde önemle durmuş ve çarpıcı örnekler vermiştir. Kozmolojik kanıtın temel iddiası şudur: Evrenin gerçekten var olduğu görülmektedir. Yani evrenin varlığı hayal veya rüya değildir. Ancak evren kendi başına var olamaz bir nesneler yığınıdır. Sonradan var olmuştur. Evreni var kılan ve ona hayat veren bir üstün yaratıcı olmalıdır ki O da Tanrı’dır. Çünkü âleme baktığımızda sonuçta onun maddî bir varlık olduğunu ve kendi kendine var olma gücüne sahip olmadığı görülmektedir. Bu durumda onu yaratan bir gücün varlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu güç de Tanrı’dır. Ayrıca bu varlıklar, var olmalarını da kendileri gibi bir varlığa borçlu olamazlar. Bu durumda da evren dahil bütün sonlu varlıklar varolmalarını kendileri dışındaki bir varlığa (Tanrı’ya) borçludurlar. Evrenin var olması da, zorunlu varlığın yani Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. Kozmolojik kanıt ikinci olarak evrendeki hareket ve değişmenin nedenini araştırarak Tanrı’ya varmaktadır. Nesnelerin hareketliliği ve değişik biçimler almaları kendiliğinden oluşamaz. Dolayısıyla evrendeki hareketin ve değişmenin arkasında, onlara bu gücü veren bir Tanrı’dır. Her şeyin statik ve durağan olduğu bir dünyada var oluş imkânsızdır. Yaşamı var kılan Tanrı bizlere en uygun şartlarda ve ortamda hayat imkânını sunmuş, gerek kendi vücudumuzu ve gerekse çevremizi bu yaşama hizmet için mükemmel bir şekilde düzenlemiştir. Kozmolojik kanıt üçüncü olarak evrenin sonlu olmasından hareketle sonsuz olan bir varlığa işaret etmektedir. Herhangi bir zaman dilimi içerisinde var olan ve bir süre sonra yokluğa mahkûm olan nesneler gerçek varlıklarını kendileri dışındaki bir varlığa borçludurlar. Dolayısıyla nesneler dünyası içerisinde bulunmayan, onlar gibi belli bir zaman diliminde var olup-yok olmayacak aşkın ve sonsuz bir varlığa gereksinim vardır. Bu varlık ta Tanrı’dır. Çünkü bir süre önce var olmayan ve varolduktan sonra da ölümüyle birlikte yok olan varlıkların sonsuza kadar birbirinin nedeni olması hem aklen hem de mantıken mümkün değildir. Sonuçta her şeyin arkasında bulunan ve doğası itibariyle yok olup giden varlıklara benzemeyen bir varlığı düşünmemiz gerekmektedir. Tanrı zaman ve mekânla sınırlı olmayan bir varlıktır.

Enâm 75-79. ayetleri incelediğimizde, çağımızdaki bilimsel ilerlemelere rağmen bazı çevrelerin, gökyüzü cisimlerini müşahadeye ve araştırmaya açık ilmî bir obje olarak değilde, ruhanî ve gizemsi bir varlık olarak kabul etmeleri ya da onlardan birtakım menfaatlar ummaları, İbrâhim Peygamber’in ne kadar anlamlı bir düşünce sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır. Tanrı kavramı doğal olaylar karşısındaki korkudan ve şaşkınlıktan kaynaklanmamıştır. Meselâ Hz. İbrâhim döneminde insanlar birden çok tanrıya taparken İbrahim peygamber ve onun gibi düşünen insanlar (monoteist-tektanrıcılar) tek tanrıya tapmış, şekli ne olursa olsun herhangi bir nesneden korkmamış, tam tersine onların korkulacak ve tapılacak birer varlık olmadıklarına hükmetmişlerdir. Bunun tam aksine İbrahim peygamber o zamanın korkulanının üzerine gitmiştir! Ateistlere göre ise İlk çağlarda çok tanrıcı olan ve putlara tapan insan daha sonra tek Tanrı inancına yönelmiştir. Halbuki İbrâhim Peygamber’in de gösterdiği gibi aşkın bir Tanrı inancı insanlığın ilk gününden beri vardır. Tanrı, evreni yaratmakla kalmamış işleyiş ve kanunlarını da belirlemiştir. Meselâ bizlere sıradan gelen veya belki de hiç dikkatimizi çekmeyen yer çekimi kanunu, gezegenlerin yörüngelerinde düzenli olarak dönmeleri, suyun kaldırma gücü, nefes almamıza imkân tanıyan atmosferin yapısı, kuşların uçabilmelerine olanak tanıyan hava ortamı, ateşin ısıtma ve yakma özelliği ya da toprağın bizlere ürün verme gücü olmasaydı halimiz ne olurdu? Bu durum bizlere kâinatı yaratan, yaşam için gerekli koşulları oluşturan, iradî bir varlığın yüceliğini haber vermektedir. Yaratılan o kadar mükemmeldir ki bazı ateistler yaratılana tanrı özelliği atfetmişler, tabiatı yaratıcı ilan etmişlerdir. “Tabiat ana verdi, tabiat bahşetti”…. gibi kavramları gündelik hayatta normalmiş gibi kullanabilmektedirler! Yeni keşifler de bir anlamda kozmolojik kanıtı desteklemektedir. Alemde tesadüfün olamayacağını, aksine her şeyin planlı ve programlı olarak düzenlendiğini göstermektedir. Yasalarını en ince ayrıntısına kadar belirlediğini kanıtlamaktadır. İçgüdüsel bir düşünceyi ya da hayranlığı frenlemenin ya da saptırmanın yanlış olacağı da âşikârdır. İnsanın kendine karşı yaptığı en büyük hata da kanatimizce kâinat karşısında kendini Tanrı’ya götüren ve O’nu düşündüren duygularını bastırması ve yok saymasıdır. İnsan da içerisinde yaşadığı dünyanın her şey olmadığını görmüş binlerce yıldızı ve galaksiyi barındıran evrenin muhteşem büyüklüğü karşısında dünyasının bir nokta kadar küçük olduğunu müşahade etmiştir. Kaldı ki küçük dünyamızda dahi bizlere hâlâ sır olan pek çok şey bulunmaktadır. İnsan böyle muazzam bir manzara karşısında “şans” ve “raslantı” gibi kavramları tekrar gözden geçirme ihtiyacını hissetmiştir. 

c.    Nizam ve Gaye Delili (Teleolojik Kanıt)

Nizam ve gaye delili ise ağırlıklı olarak duyguya ve göze hitap etmektedir. Alemde bir düzen vardır ve herkes bu düzenin farkındadır. Kâinattaki bu düzenin varlığında da kim olursa olsun şüphe duymamaktadır. Meselâ dünyamız başta olmak üzere bütün gök cisimleri, yıldızlar ve gezegenler bir düzen içerisinde hareket etmekte ve kendi yörüngelerinde dönmektedirler. Bütün canlılar âlemi de bir düzen içerisinde var olmakta ve yaşamlarını devam ettirmektedirler. Bu düzen bizlere her şeyin arkasındaki bir düzenleyicinin varlığını haber vermektedir. Bir şairin şiiriyle, ressamın resmiyle ya da mimarın eseriyle duygulanan İnsan, Tanrı’nın sanatı karşısında da heyecanını gizlememiş ve daima hayranlığını ifade etmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi birçok ateist dahi karşılaşmış olduğu bu heyecanla inkârdan vazgeçmiş ve Tanrı’nın varlığına kanaat getirmiştir. Teleolojik kanıtın önemle üzerinde durduğu konu evrendeki düzen, intizam, canlı ve cansız varlıklarda görülen gaye ve amaçlılıktır. Aralarında Kindî (v. 866) , Farabî (v. 950), İbn Sînâ (v. 1037), Gazzâlî (V. 1111) ve İbn Rüşd (1126- 1198) gibi Müslüman düşünürlerle, R. Tennant (1866-1957) ve W. Paley (1743-1805) gibi Hıristiyan düşünürlerin bulunduğu pek çok kişi bu kanıtı iki şekilde ele almış ve Tanrı’nın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır: Filozoflar bu kanıt çerçevesinde birinci olarak evrendeki gaye ve nizamdan yola çıkmış ve Tanrı’nın varlığına ulaşmışlardır. Alemin nizamından Tanrı’nın varlığına, cömertliğine ulaşılmıştır. Ayrıca bütün varlıkların insan için uygun tarzda düzenlenmesi de evrenin kendi başına ve tesadüfen oluşamayacağına işaret etmektedir. W. Paley’e göre evren de tıpkı bir saat gibi akıl ve irade sahibi bir varlık tarafından tertip edilmiş ve düzenlenmiştir ( William Paley, Naturel theology, s.99) Yine Paley’e görme organı olan gözün değişik parçaları karmaşık bir yapı içerisinde insanın görmesine olanak tanıyacak bir biçimde tertip edilmiştir. Gözün bu düzeni bizlere akıl ve irade sahibi bir varlığı haber vermektedir.(Paley, Teleogical argument or the existence of God, VIII/85) Başka hiçbir şeye gerek duymadan insan vücudu üzerinde düşünülmesi dahi bizleri Tanrı’nın varlığına götürebilecek bir kanıttır. Uzuvların yerli yerinde oluşuyla da insan yaratıcının varlığına işarettir. Düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, hayal gücü olan, sevebilen, hisseden ve duygulanabilen yapısıyla insan yaratıcının en büyük eseridir. F. R. Tennant da canlı ve cansız varlıklarda görülen âhenge dikkat çekmiştir: Ona göre karşımızda, kaos halinde olan ve kendi başına başı boş bir evren bulunmamaktadır.

Bazı filozoflar âlemdeki düzen ve güzelliği kabul etmekle birlikte bunun arkasında Tanrı’nın değil de doğanın bulunduğunu belirtmiş, bazıları ise âlemde kötülüklerin de bulunduğunu ileri sürerek Tanrı’nın varlığını reddetmeye çalışmışlardır. C. R. Darwin’in (1809-1882) fikirleri bir kısım insanlar tarafından dinin yaratılış inancına karşı sanki bir alternatif görüşmüş gibi kabullenilmiş bu yolla teleolojik kanıtın sarsılacağı ve yıkılacağı varsayılmıştır. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendine oluştuğu iddiası doğrulanamadığı gibi doğada her zaman güçlü-zayıf mücadelesi de görülmemiştir. Darwin teorisi yaşamı da izah etmekten uzaktır. ( Evrimadlı yazımız bu konuyu ele almıştır) Bütün bu varlıklar niçin vardır? Her şey bir tesadüf müdür? Niçin doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz? Çocuklarımızı niçin eğitmeye ve yetiştirmeye çalışırız? Niçin birbirimizin yardımına koşar, fedakârlık eder, özveride bulunuruz? Niçin imkânlarımızı paylaşır, erdemli olmaya gayret gösteririz? Darwinizmde amaçsız ve gayesiz bir hayat anlayışının kabul edilmiştir. Şayet kâinatın içerisindeki varlıklar amaçsız ve gayesiz bir şekilde, tamamen biyolojik sâiklerle var olmuş olsalardı biz hiçbir zaman düzenden, estetikten ve sevgiden bahsedemeyecek, planlı ve programlı bir yaşam da göremeyecektik. Çevremizde dağınıklık ve kaos mevcut olup sayısız kötülükler yaşanmaktadır. Bazı insanların olumsuz manzaralar karşısında alelacele dini yalanlamaya çalışmaları zayıflıklarına ve tutarsızlıklarına işarettir.

 Kötülük problemi ve ateizm

Hayatı sıkıntıyla geçen kişilerin ileri sürdüğü bu konu birçok insanın zihnini meşgul etmiştir. Meydana gelen kötü olaylar, ateist olsun veya olmasın hemen hemen herkesin muztarip olduğu ve istemediği olaylardır. Bunların arasında da öncelikle deprem, yangın, sel, hastalık, savaş, zulüm ve haksızlık gibi olaylar gelmektedir. Karşılaşılan kötülüklerin çoğunluğunun insan unsurundan kaynaklandığı görülmektedir. En büyük kötülüğü yapan yine insanın kendisi olmuştur. Hemcinsini öldüren, ona zulmeden, malını çalan, çocuklarını aç bırakan, bir diğerinin kalbini yaralayan insandan başkası değildir. Dolayısıyla karşılaştığımız kötülüklerin çoğunda birinci derecede insanın kendisi rol oynamaktadır. Bunu göz ardı etmemek gerekmektedir. Kötülüklerin altında yatan etmenleri daha iyi görebilmemiz ve olayları olduğu şekliyle değerlendirmemiz gerekmektedir. Sonuç itibariyle kötülükler karşısında sorgulanması gereken öncelikle insanın kendisidir. Bazı ateistlerin yaptığı gibi olup bitenden Tanrı’yı sorumlu tutmak insanın kendi sorumsuzluğunun bir örneğidir. İnsan güzel bir şekilde yaratılmış ona pek çok zenginlik verilmiş ayrıca doğasına merhamet, şefkat, iyilik, sevgi ve aşk gibi hasletler işlenmiştir. Bir çocuğun çevresinden etkilenmeden önce yalan söylememesi, hırsızlık yapmaması, doğruyu konuşması, kötü söz söylememesi gibi hususlar, bunun en güzel kanıtıdır. Başlangıçta tertemiz olan denizleri ve atmosferi kirleten insanın kendisi olmuştur. Yaşam ne bir tiyatro oyunu ne de bir rüyadır. Çekilen acı ve ıstıraplarda dramatik bir filmin parçaları değildir. Dolayısıyla varlığımız ve topyekün yaşamın kendisi, ciddiye alınması ve ilerde hesabının verileceğinin düşünülmesi gereken bir gerçektir. Alemdeki düzen ve intizamı görmemek mümkün değildir. Bütün bunların karşısında karamsar olmak, âlemde bir kaosun varlığından söz etmek her şeyden önce insanın kendi aklına karşı yapacağı bir saygısızlık olacaktır. Kötülüklerin varlığıyla ilgili diğer bir teze göre ise kötülükler iyiliğin elde edilmesi, bilinmesi ve takdiri için var kılınmıştır. Zıttı olmadan hiçbir şeyin değeri bilinemez! İnsana özgür irade verilirken ona iyiliği ve güzelliği araması tavsiye edilmiş buna karşın kötülükten iradesiyle kaçınması tavsiye edilmiştir. Tanrı, daima iyiliği istemektedir. İslâm’a göre insanın Tanrı katındaki değeri de iyilikler uğrundaki gayretleri ve kötülüğü bertaraf etmedeki çabalarıyla açığa çıkacaktır. Karşılaştığımız kötü olaylar kendi şartlarında değerlendirilmeli ve öylece yorumlanmalıdır. Kötülüklerin ortaya çıkışı belirli bir düzenin bozulmasından veya aksamasından kaynaklanmaktadır. Evrene ve hayatımıza hâkim olan iyilikler ve güzelliklerden hareket ederek Tanrı’nın varlığına gitmek daha akılcı olacaktır.

Yukarıda belirttiğimi gibi bu konu ayrıca “ kaza ve kader “ adlı yazımızda ele alınmıştır.

d. Psikolojik delil ( Dini Tecrübe Kanıtı)

Yaratıcı insanı düşünce, sezgi, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmış, aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip kılmıştır. Aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunu gibi özellikleri Tanrı insanın karakterine işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir. İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı’nın bizzat kendisidir. İnsanı Tanrı’nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Tanrı’nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar.

e. Ahlak Delili

İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı’nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının göstergesidir. İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant’a mutluluğu yakalayabilmesi ve mükemmel bir varlık olması bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Kant başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı’ya gitmiş ve O’nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.

 

.

E)    ÇAĞIMIZDAKİ ATEİST GÖRÜŞLERİN ÇIKMAZLARI

1.    Modern Ön Yargılar

Ateist düşünürler çoğunlukla dar bir çerçeve çizerek dini de o çerçeveye oturtmaya çalışmışlardır. XX. yüzyılın başında rüzgâr gibi esen ve ortalığı kasıp kavuran pozitivist hareket asrımızın ikinci yarısında hızını kaybetmiştir. Ancak bu fikirler az gelişmiş bölgelerinde hâlâ yaşamını sürdürmeye devam etmektedir. Bunun nedenlerinden biri de Batı’da sadece bilimsel bir var sayım olan ve rahatlıkla eleştirilebilen fikirlerin bu bölgelerde birer ideoloji haline gelmesi ve insanlara (sorgulanmasına da fırsat verilmeden) empoze edilmeye çalışılmış olmasıdır. Çağımızda oldukça etkili olan ateist düşünürler Comte, Feuerbach, Marx, Freud, Nietzche ve Sartre‘dır. Gelişmekte olan bölgelerde bazı çevrelerce Batı dünyasının dinsiz olduğu ve Tanrı’ya inanmadığı söylenmektedir. Bunu söyleyen iki kesim bulunmaktadır. Birincisi Batılı olmayı amaçlayan, kendi kültüründen ve dininden uzaklaşan hatta kendi insanından utanan ve değişim isteyen kişilerdir. Bunlar kısaca Batı’da cereyan eden reform ve Rönesans hareketlerinin, dinsizlikle sonuçlandığını ve bizlerinde gelişmesi için bu yolu takip etmemiz gerektiğini söylemeye çalışmaktadırlar. İkincisi ise kendisinden başka herkesi din dışı kabul eden katı muhafazakâr (gelenekselci) kişilerdir.

1.    Comte’un Pozitivizmi

Pozivitizm, Bilimi tek geçerli bir bilgi türü olarak gören bir anlayışın ismidir. ( ‘Bilim değişmez mi?’ adlı çalışmamızda bu mantalite ele alınıp eleştirilmiştir.) Bu zihniyeti benimseyen kişiler çoğunlukla inandıkları şeylerin doğru olup olmadığına bakmaksızın, insanlara pozitivizmi telkin etmiş dinî inançları da ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Ama sonuçta pozitivizmin dinle ilgili iddialarının yanlışlığı görülmüş, inançsızlıkla ilgili beklentileri de boşa çıkmıştır. Fransız filozofu Auguste Comte (1798-1857) deneyle elde edilemeyen bilgileri de (metafiziği ve teolojiyi) hayal mahsulü olarak görmüştür. İnsanlık tarihini teolojik, metafiziksel ve pozitivist olmak üzere sırasıyla üç döneme ayırmıştır ve son evre, Tanrı inancının ortadan kalkacağı bir dönem olacaktır. ( Şafak Ural, Pozitivist Felsefe, s.19-20) Pek çok düşünür gibi O da içinde yaşadığı kültürdeki dinî krizleri, sosyal çalkantıları, kilisenin nüfuzunu kaybetmesini ve bilim karşısındaki yenilgisini polemik konusu yapmış, dinin yada yaratıcı Tanrı fikrinin yok olacağını ümit etmiştir. Ancak doğan her çocuğun da yine bütün mâsumiyetiyle beraber Tanrı’ya yönelmeye devam ettiği herkesin mâlumudur. Nitekim günümüzde din olgusu ve Tanrı inancı devam etmektedir. Dolayısıyla günümüze kadar yaşamış olsaydı gördüğü manzara karşısında Comte’un dahi hayal kırıklığına uğrayacağı muhakkak idi. O, insanı ilk var olduğu günde olgun bir varlık olarak görmemiş, olgunlaşmasını da dinden uzaklaşmasına bağlamıştır. Nitekim yüzyılımızda dinden uzaklaşan ya da bir şekilde onunla savaşan toplulukların ne duruma geldikleri ve neler yapabildikleri, dünyamızı ne şekilde cehenneme çevirdikleri gayet iyi bilinmektedir. Comte teolojik, metafizik ve pozitivist evreler dediği şeylerin insanlığın ortak tecrübesi olduğunu görememiştir. Çok eski yıllarda dahi yüksek medeniyetler kurulmuş, bilimsel çalışmalar, felsefî eserler ortaya konmuştur. Aynı şekilde bizden binlerce yıl sonra dünyaya gelecek olanların da bizden farklı olmayacağıdır. 

2.    Feuerbach’ın Antropolojik Ateizmi

Feuerbach, Hıristiyanlığın Tanrı imajının etkisinde kalarak Tanrı kavramıyla insan doğası arasında bir ilişki kurmuştur. Feuerbach’a göre Tanrı kavramı insanın kendi doğasını dışarıya yansıtması sonucu oluşmuştur. O’na insan kendi değerlerini bir başkasına vermektedir. Feuerbach’a göre esas olan insanın kendisi ve kendi varlığıdır. ( Ludwig Feuerbach, The Esence of Chritianity, s. 5-30) Feuerbach’ın aksine pek çok filozof Tanrı inancının insanın doğasında bulunduğunu ve bunu doğuştan getirdiğini iddia etmiştir. Meselâ Descartes (1596-1650) insanın özünde mükemmel bir Tanrı fikrinin bulunduğunu ve doğuştan getirdiği bu fikrin insanın doğasına Tanrı tarafından yerleştirildiğini söylemiştir. Aslında onun eleştirileri doğrudan kilise öğretilerini ilgilendirmektedir. İslâm dinine baktığımızda zaten Tanrı’nın nitelikleriyle, insanın özellikleri arasında bir uçurum bulunmaktadır. Başka dinlerde olduğu gibi yarı ilâhî bir kişiden söz edilmez. Nitekim Hz. Muhammed dahi kendinin herkes gibi bir insan olduğundan bahsetmiş, peygamberliğinden dolayı insanların kendisinden çekinmelerini ve korkmalarını da uygun bulmamıştır. Kısaca, İslâm dininde ne Tanrılaştırılmış varlıklar, ne günahsız azizler, ne ruhban sınıfı ve ne de kilise gibi tanrısal kurumlar mevcuttur. Dolayısıyla Tanrı’nın insan düşüncesi tarafından ortaya konduğu biçimindeki bir itiraz İslâm dinini bağlamaz. Aslında modern dönemde ateizm konusu ele alınırken bütünüyle Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığa duyulan tepkiler işlenmelidir.

3.    Karl Marx’ın Sosyopolitik Ateizmi

Marx’ın din eleştirisi O’nun dünya görüşünün bir parçası olarak önem kazanmaktadır. Bir anlamda ateist olmak Marxist olmanın getirdiği ve gerektirdiği bir durum haline gelmiştir. Marxizm Batı’nın kendi bünyesinde oluşturduğu kapitalist sisteme karşı bir reaksiyondur. O, gördüğü problemler karşısında siyasî ve ekonomik yapıyı yeniden düzenlemek istemiştir. Marx’a göre üretim gücünün burjuvazinin elinden alınması göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü onların ellerinde çok güçlü silahlar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de dindir (Hıristiyanlık). Din bir tür uyuşturucu görevini yapmaktadır. Din ortadan kaldırılırken de, insana en yüce değerin kendisi olduğu öğretilmeli ve böylece özgürlüğe kavuşması sağlanmalıdır. Marx, insanlık tecrübesini bir tek teoriyle izah etmeye kalkışmış insanın bütün ideallerini, karakterini onun maddî yapısına indirgemiştir. Ona göre tarih bütünüyle sınıf ve çıkar çatışmalarıyla doludur. O, dinsizliğin yayılmasına gayret gösterilmiştir. Ancak tüm gayretlere rağmen başarılı olunamamış ve Marxizm kalıcı olamamıştır. Sosyalizmin hâkim olduğu pek çok yerde ise ateizm, “bilimsel ateizm” adıyla idelolojik bir kabul haline gelmiş ve insanlara dayatılmıştır. Marxizme göre Tanrı’nın yok olduğunu söylemek ise Proletarya tarafında yer almak ve onların lehinde çalışmak olacaktır. Görüldüğü gibi Marxizm’de insanlığın ya da insanlık tarihinin bir tek teoriyle açıklanabilecek kadar sığ olmadığı açıktır ve sonuçta pek çok unutulmaz acıların yaşanmasına neden olmuştur. Eskiden Marxist olan ve Marxizm’in yayılması için ömrünü harcayan düşünürlerin yaşanan onca tecrübeden sonra söylemiş oldukları şeyler bizim için daha önem arzetmektedir. Nitekim bunların büyük çoğunluğu da Marxizm’in darlığından, insan unsurunu ihmal ettiğinden, tarihe yanlış baktığından ve dini yanlış anladığından söz etmiştir. Marxizm’in kendisi de zaman içerisinde bir din haline gelmiş, taraftarlarınca kutsallaştırılıp yayılmaya çalışılmıştır. Önde gelenleri de tanrılaştırılmıştır. Dinsizlik, sorgulanmasına dahi izin verilmeden fetiş (put) durumuna getirilmiştir.

İdeal bir İslâm toplumunun kapitalist bir toplum olmayacağı herkesin mâlumudur. Bünyelerinde sınıf çatışması olmayan, böyle bir oluşuma imkân tanımayan, gerek toplumun ve gerekse bireyin hakkının korunduğu (Müslüman) topluluklar da olmuştur. Marxizm’den önce de insanlık var olmuş, ezilenler hakları korunmuş ve sömürüye karşı çıkılmıştır. Marxizm yok iken ezilen, mağdur olan ve bir şekilde ıstırap çeken insanların yardımına en başta din koşmuş burjuvaya, zalimlere, krallara ve sultanlara karşı onların haklarını savunmuş acılarını dindirmiştir. Günümüzün olağan üstü zor şartlarında dahi pek çok insan için din bir moral ve motivasyon kaynağı olmaya devam etmektedir.

Batı ve Batı kültürü insanlık için genel geçer bir örnek değildir. Dolayısıyla onların belirli dönemlerindeki toplumsal ve kültürel yapılarını ve bu süreçte karşılaştıkları buhran ve sıkıntılarını evrensel olarak kabul etmek de mümkün değildir. İslâmiyet daha ilk gününden itibaren haksızlığa ve adaletsizliğe uğrayanların yanında yer almış, küçümsenen, ezilen, horlanan ve bir şekilde ayrımcılığa mâruz kalan insanların can simidi olmuştur. İslâm hukuk tarihi, yöneticilerle (devlet adamları) fukahanın (hukukçular) tartışmalarıyla doludur. En zor zamanlarda bile İdareciler ve gücü elinde bulunduranlar ise dinî değerlerden dolayı kendilerine çekidüzen vermiş, halka karşı yumuşak davranmış ve onların haklarını gözetmişlerdir. Sonuç itibariyle Batı’da kilise ve ruhbanlık devletle beraber halkın üzerinde hâkim bir unsur olurken, İslâm dünyasında âlim ve hukukçular yönetime karşı, halkın ve bireyin yanında yer almış, onların sığınağı olmuştur. Dolayısıyla aradaki farkı iyi görmek ve ona göre konuşmak gerekmektedir. Marxist tarih anlayışıyla hareket edenler İslâmiyet’in evrenselliği, aşkınlığı (vahiy boyutu) ve ahlak anlayışı gölgelemiş, putperestliğe ve zulme karşıtlığı, eşitliğin ve adaletin yanında yer alışını ise görmezlikten gelmişlerdir. Evrim teorisi ile ırkçılık ve faşizm ilerlemiş, Marsizmle de milyonlarca insan ölmüş, aç kalmış, yurtlarından sürülmüş ve acı çekmesine neden olan kişiler de kahraman olarak ilân edilmiştir. Marx’ın görüşleri arkasında yılgınlık, hayal kırıklığı, üzüntü, hatta gözyaşı bırakarak kendi kabuğuna çekilmiştir.  

4.    Freud’ün Psikanalitik Ateizmi

Freud insanın psikolojik yapısından hareketle Tanrı inancını çürütmeye çalışmışlardır. O sahasının dışına çıkarak dinî konularda birtakım yanlış hükümlere varmıştır. Daha ilginç olanı ise bu yanlış hükümlerini sağlıklı olmayan insanların psikolojik durumları üzerine bina etmiş olmalarıdır. O’na göre tatmin edilmeyen bu arzu ve istekler de insan bünyesinde birtakım rahatsızlıklara yol açmış ve onları anormal davranışlara sevketmiştir. Freud Tanrı inancının temelini çocukla babası arasında yaşanan psikolojik ilişkide aramıştır. O’na Tanrı fikri insanın, çocukluk döneminde karşı karşıya kalmış olduğu zorluk ve felâketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma sisteminden kaynaklanmıştır. ( S. Freud, Totem and Taboo, s. 147-151) Bir insan olarak Freud’ün kokain bağımlısı olmanın yanında, duygusal ve bunalımlı bir kişiliğe sahip olması ( Pierre Debray, Freud Skolastiği, s. IX-XI) fikirlerinin doğruluğu hakkında da çevresindekileri ciddi tereddütlere sevketmiştir. Freud’ün Tanrı’ya inanma ile çocukluk devresi arasında kurmuş olduğu ilişkinin tersine çevrilmesi ve ateizmin aleyhinde kullanılması da mümkündür. Meselâ inançsızlık da insanın çocukluğunda getirmiş olduğu bir ruh halinin tekrarı olarak görülebilir. Freud, Yunan mitolojisini, ilkel kabile inançlarını, sağlıksız çevrede büyüyen ve ruhî bunalım geçiren hastaların zihin yapılarını ölçü almış ve onları genellemiştir. Buradan hareketle de bilim adına Tanrı inancının sırrını çözdüğünü zannetmiştir. Ancak Freud’ün çok ciddi bir şekilde yanıldığı görülmektedir. Ünlü filozof ve psikologların da içerisinde bulunduğu pek çok kişinin onu eleştirmesi, yine bunun yanında milyonlarca zeki ve sağlıklı insanın hâlâ Tanrı’nın varlığına inanması ve inanmaya da devam etmesi konunun o kadar basit olmadığını göstermektedir. Freud dinle ilgili değerlendirmelerinde totem, tabu ve fetiş gibi kavramları gündeme getirmiştir. Halbuki İslâmiyet daha ilk günlerinde kendine en büyük hedef olarak putperestliği, ilkel inançları, hurafeciliği ve büyücülüğü seçmiş ve olanca gücüyle bunların hâkim olduğu Arap geleneğini yıkmaya çalışmıştır. Kısaca Tanrı’dan başka hiçbir şeyin kutsal olamayacağını ve tapılmaya lâyık olmadığını belirtmiş ve her fırsatta kutsal sayılan putların güçsüzlüğünden ve aczinden bahsetmiştir. Aslında bu İslâmiyet’in insanlığa sunmuş olduğu bir tür aydınlanma ve modernleşme hareketi anlamına da gelmektedir.

Bazı ateist ruh bilimciler Tanrı inancını insanların mutluluğu ile izah etmişler güya inancın onları avuttuğunu düşünmüşlerdir. Ancak canı pahasına dahi olsa Tanrı inancından vazgeçmeyen kişileri görmezlikten gelmişlerdir. Tanrı inancı olan kişilerin ruh yapıları diğerlerine göre daha sağlıklı ve daha istikrarlıdır. Yaşanan gerginliklere karşı psikolojik dirençleri güçlü olduğu için yıkılmamaktadırlar. Tanrı inancı, yaşamının sevinçli ve kederli bütün dönemlerinde insanı ayakta tutmakta ve insanın dengesini kaybetmesine engel olmaktadır. Onun erdemli bir yaşam sürmesine zemin hazırlamakta yaşlılık ve hastalık gibi dönemlerinde, ölüm korkusu karşısında ona destek çıkmaktadır. Dolayısıyla böyle bir inanç kişinin bunalıma düşmesine, kendini yalnız hissetmesine, çılgınlık yapmasına, çevresiyle uyumsuzluğa düşmesine, yersiz korkulara kapılmasına ve ilkel saplantılara düşmesine izin vermemektedir. Ruh bilimciler inancın bu yönünü görmekte gecikmemişler ve Tanrı inancının insan üzerindeki psikolojik etkilerini dile getirmişlerdir. (bu konuda Duaile ilgili paylaşımlarımıza bakılabilir. )

5.    Nietzche ve Sartre’ın Varoluşçu Ateizmi

Kendi kültürlerine karşı isyankâr bir ruh yapısına sahip olan bu düşünürler, Tanrı’yı reddetmiş, geleneksel (dinî ve ahlâkî) bütün değerleri yıkarak insanın özgürlüğüne dikkat çekmeye çalışmış ve inançsız yaşamayı ilke edinmişlerdir. Her iki düşünürü de bunalımlı bir dünyanın ortaya çıkardığı bunalımlı insanlar olarak nitelemek mümkündür. “Tanrı öldü O‘nu biz öldürdük” diyen Nietzsche, bunun sonunda insanın özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacağını ve kendi özünü yine kendisinin belirleyeceğini ifade etmiştir. Nietzche’den büyük çapta etkilenen Sartre da insanın özgürlüğü için Tanrı’nın yok olması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre Tanrı varsa özgürlük yok demektir. Bu durumda insan kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksun kalacaktır. Ona göre Tanrı var olmadığı için herhangi bir mutlak değerden de bahsedilemez. Dolayısıyla insan kendi değerlerini ve kendi dünya görüşünü yine kendisi yaratmak durumundadır. Dolayısıyla O dünyada kendi başına olup, yalnız kalmıştır. ( Jean-Paul Sartre, Existentialism and Human Emotions, s. 15 ) Bu nedenle o özgürlüğe mahkûmdur. Özgürlük içerisinde de kendi özünü oluşturmak ve belirlemek zorundadır. Ancak her iki düşünürün iddiaları Tanrı’nın varlığını çürütmekten ziyade onun ahlâkî açıdan var olmaması gerektiği gibi bir ön kabulle yola çıkılarak ileri sürülmüş haykırma ya da şikâyet türü şeylerdir. Muhatapları da Hıristiyanlığın baskısından bunalmış, sıkıntıya düşmüş ve arayış içerisindeki insanlar olmuştur. Ortaya koydukları şeyler de sıradan insanların benimseyebileceği düşünceler olmaktan ziyade, uçlarda gezen ve aykırı davranan kişilerin hoşuna gidecek olan düşüncelerdir. Her iki düşünürün de reddettiği Tanrı İslâmiyet’in Tanrı’sı değildir. Görünen o ki bu düşünürler daha ziyade Hıristiyanlık’la hesaplaşmaktadırlar. Bu kişiler Tanrı’nın (İsa) trajik bir biçimde çarmıha gerildiği, insanların günahkâr doğduğu ve kiliseye gidip vaftiz olmadıkça aklanamadığı, insanların günah işlediğinde (Ortaçağ’da görüldüğü gibi) acımasızca ateşe atıldığı, ölümden sonra da cehennemle korkutulduğu bir kültürde yetişmişlerdir. Yıllar süren din savaşlarının ve kilise baskısının altında ezilen bir toplumun fikrî özgürlüğünü seslendirmişlerdir. Dolayısıyla böyle düşünürleri kendi şartları içerisinde anlamak ve değerlendirmek gerekmektedir. Projelerini ve ideallerini de evrensel bir norm olarak düşünmemek gerekmektedir. İslâmiyet’e göre Tanrı inancıyla birlikte ahlâklı ve erdemli olmanın yolları sonuna kadar açılmıştır. Gerek Kuran’a ve gerekse Peygamber’in yaşamına bakıldığında insanlara daima ahlâklı, rasyonel ve kişilikli bir şahsiyete sahip olmalarının tavsiye edildiği görülecektir. İslam dini, dili, ırkı, sosyal statüsü, maddî durumu, sağlığı, huzuru, ne olursa olsun herkesin uyması gereken birtakım insanî ve ahlâkî normlar bulunmaktadır. Ateistlerin iddiasının aksine dinin (İslâmiyet) ahlâk konusunda olumsuz bir rolü bulunmamaktadır. Dini bu durumla itham etmekte dinî bilgisizliğin ve ideolojik bir tavrın sonucudur. Ahlâksızlığın kol gezdiği bir toplum yaşamına veya insanların zararına olan şeylere Tanrı’nın onay vermesi mümkün değildir. Ateistlerin ileri sürdüğü özgürlük ideali de sorumsuzluk, kuralsızlık, dağınıklık ve kaos istemiyle eş anlamlı olacaktır. İnançsızlığın yaygın olduğu yerlerde insanların gerek ruhen ve gerekse sosyal açıdan mutlu olduklarını söylemek zordur. Kaldı ki o insanların pek çoğu da artık inançsızlıkla ilgili hayal kırıklığını ve ümitsizliğini gizlememektedir. Nitekim kendilerini inkârcı ideolojinin etkisinden kurtaranların pek çoğu Tanrı sevgisinin ön plana çıktığı yeni bir yaşam biçimine yönelmiş ve dünyaya daha değişik bakmaya başlamışlardır. İslâm peygamberi görevinin birinci derecede ahlâkı kemale erdirmek olduğunu belirtmiştir. ( Muvatta, I-II, Hüsnul Hulk, 8 ) Elbetteki insanların kişisel zaaflarından kaynaklanan olumsuzlukların Tanrı’dan kaynaklandığını düşünmek ve dini eleştirmek büyük bir haksızlıktır.

.

F)    İDEOLOJİK ATEİZM

1.    Bilimsel (Materyalist) Ateizm Dayatması

Sovyetler Birliği döneminde Marxist ve Leninist dünya görüşünü “bilimsel ateizm” adıyla eğitim ve öğretimde zorunlu bir ders olarak okutulmuş ve dinin ortadan kalkması için yoğun mücadele verilmiştir. Dinî inançlar, kurumlar, ibadetler, törenler yasaklanmıştır. Bu yönüyle kendini Batı’daki ateizmden ayırmış, onları burjuva ateizmi diye nitelemiş, kavramlarını ve üslûbunu eleştirmiştir. Materyalizm maddenin tek gerçek varlık olduğunu ileri sürmüş, sahip olduğumuz bilinç, düşünce, algı gibi özelliklerin maddenin birer tezahürü olduğunu ileri sürmüş, mânevî bir alanın varlığını tanımamıştır. Diyalektik materyalizm, evrenin kendi başına var olduğunu, şuurun da maddeden sonra geldiğini ileri sürmüştür. Bu fikre karşı olanlar da Materyalizme büyük eleştiriler yöneltmiştir. Meselâ materyalizm şekilsiz bir maddeden bugünkü evrenin nasıl meydana geldiğini izah edememiş, insanın yaşamıyla, psikolojisiyle, inançlarıyla, etik değerleriyle, düşünce gücü ve arzularıyla ilgili olarak sistemli bir felsefe üretememiştir. Maddenin nasıl ortaya çıktığı, insanı ne şekilde oluşturduğu, nasıl canlandırdığı ve düşünce sahibi ahlâkî bir varlık kıldığı, hâlâ materyalizm tarafından cevaplandırılmış değildir. Beynin işlevinin ve kişinin ruhsal yapısının olduğu kadar, insanın inançlarıyla, ahlâkî değerlerinin de artık sadece maddî yapıyla açıklanamayacağı herkesçe kabul edilen bir durum olmuştur. Bilimsel ateizm dinin cahillik, çaresizlik, evrenin kanunlarını bilmezlik, efsane ve temelsiz inançlar olduğunu iddia etmiş ve bu var sayımlar ideolojik amaçlar uğruna doğruluğu düşünülmeden savunulmuştur.

2.    Bilimsel Ateizm Çarpıtması ve İslam’ın Evrenselliği

Bilimsel (materyalist) ateizm İslâmiyet’le ilgili temelsiz pek çok fikir beyan etmiş ve tarihî olayları bilimsellik adına çarpıtmıştır. İslâm dininin inançlarını açıklarken de Mekke toplumunun yapısını gündeme getirmişlerdir. İslâmiyet’in yıkmaya çalıştığı eski putperest toplumun sömürü, kölelik, mal hırsı, kabilecilik, büyücülük, kan davası, fetişizm gibi alışkanlıklarını İslâm’a mal etmeye çalışmışlardır. Ateistler tarihte cereyan eden ve hiçbir zaman Peygamber’in onaylamayacağı siyasî, coğrafî ve ticârî kavgaları İslam’ın kendisi olarak takdim etmeye çalışmaktadırlar. Marxist ateistler ayrıca Hz. Muhammed’in çevresinden ve eski dinlerden etkilendiğini iddia etmişlerdir. Bununla da kalmamışlar İslâmiyet’in gelişmeye, düşünceye ve tartışmaya karşı olduğu yalanını yaymışlardır. Bilimsel (materyalist) ateizm olaylara sadece kendi çerçevelerinden bakmış, olanı değil olmayanı bile dine mal etmişlerdir. Bu anlamda ateistler, oryantalist bakış açısı ile örtüşen bir bakış açısına sahiptirler. İslâmiyet’in ilâhî kaynaklı olamayacağını ve Mekke toplumunun bu dini ortaya çıkardığını dile getirmişlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’e baktığımızda O’nun gerek şahsiyetinin gerekse getirdiği mesajın, Mekke toplumunun ve o toplumda yaşayan sıradan bir insanın önceliklerinin belirleyici olmayan aksine onların mevcut değerlerini alt üst eden ve kökünden kazıyan inançlar olduğu rahatlıkla gözükebilecektir. Hz. Peygamber kendine kırk yaşında vahiy gelinceye kadar mütevazi bir yaşam sürmüş, yaşamının büyük bir bölümünü tek bir kadınla geçirmiş, paganizme iltifat etmemiş, kadınlara, yaşlılara, kız çocuklarına ve kölelere (hizmetçilere) kötü muamele edilmesine karşı çıkmış, her türlü rahatlığı, lüksü ve zenginliği reddetme pahasına dahi olsa zorluklara katlanarak mesajını devam ettirmiştir. ( Bu konuda Efendimiz ve aile hayatıile ilgili yazımıza bakılabilir ) Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği düşüncelere baktığımızda o dönemde hâkim olan inançlardan bir eser görmemekteyiz. O, putperestliğe, teslis (üçleme) anlayışıyla, ruhbanlıkla, İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak görmeleriyle ve enkarnasyonla ciddi bir şekilde ihtilâfa düşmüş ve onları kabul etmemiştir. Halbuki ateistlere göre Peygamber’in onlardan etkilenmesi gerekirdi. Ancak böyle bir etkilenme doğru olmuş olsaydı, Hz. Peygamber’in sözlerinde de mevcut inançların (teslîs, enkarnasyon, vaftiz, aslî suç vb.) izlerinin bulunması gerekecekti. Hz. Mûsâ, Hz. İsa veya Hz. Muhammed başta olma üzere tarihteki hiçbir peygamber kendi başına yeni bir din getirmemiş, hepsi de tek Tanrı’nın varlığını insanlara haber veren ve ondan başka tapılacak, kutsanacak ya da ilâhlaştırılacak herhangi bir varlığın bulunmadığını öğreten dinin elçileri olmuşlardır. Yine bu peygamberlerin hiçbirisi de insanlardan kendilerini kutsamalarını veya kendilerine tapınmalarını istememiş gerçek Tanrı’nın sadece yaratıcı Allah olduğunu öğretmişlerdir. Özünde bir olan fakat günümüzde bozulduğu için inanç esasları farklı yorumlanan bütün ilâhî dinler kaynak itibariyle bir olup aynı Tanrı’nın göndermiş olduğu dinlerdir. Peygamberler kendilerini aynı halkanın devamı olarak görmüş ve birbirlerini destekleyici şeyler söylemişlerdir. Peygamberimiz kendisinden önceki peygamberlerin mesajlarını tekrarlamış, putperestliği, ahlâksızlığı, şirki ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu mantığa yani ilahi dinin tevhid – Tek Allah- inancına aykırı olduğu için İslam peygamberi, Hıristiyan teslis inancı ile, ırkçı bir tanrı inancını savunduğu içinde Yahudi inancına karşı çıkmıştır. Mevcut sosyal yapının peygamberleri ortaya çıkarması ve onları etkilemesi bir tarafa, peygamberler o toplumu yeniden yapılandırmak ve değiştirmek için gelmişlerdir.

Bir şeyin fikrî olarak çürütülmesiyle, o şeyin ideolojik olarak karalanması da birbirinden farklı şeylerdir. Ne yazık ki pek çok materyalist ikincisini yapmış ve kendi ilkeleriyle çelişerek, yanılgıya düşmüşlerdir. Marxist ateistler kapitalizme karşı yönelttikleri eleştirilerin benzerini İslâm’a da yöneltmişlerdir. Halbuki İslâmiyet ne XIX. yüzyıl Avrupa toplumunun inandığı Hıristiyanlık’tır ne de Batı kültürünün ortaya çıkardığı kapitalizmdir. Marxist ateizm dinin özgürlüğe, gelişmeye ve sosyal huzura engel olduğu yalanını ileri sürmüşlerdir. Materyalist ya da Marxist bir ateizm anlayışında insanların özgürlüğüne önem verildiği doğrudur. Ancak bu özgürlüğün de sadece materyalist bir ateist olma özgürlüğü (ya da zorunluluğu) olduğu açıkça ortadadır. Materyalist bir ateizmin hâkim olduğu yerlerde insanların bırakınız dinsizliği reddetmeyi, ateizmi eleştirme özgürlükleri dahi bulunmamaktadır. Hatta böyle yerlerde Marxist olmayan bir ateiste dahi itibar edilmemektedir. Dolayısıyla materyalist bir ortamda, Tanrı’ya inanma, inancını ifade etme, dinî törenlere katılma, yaşamını dinî değerlere göre şekillendirme ya da günlük hayatta dinî motiflere yer verme gibi özgürlüklerin bulunmasını beklemek de hayal olacaktır. Kişinin istediği ismi kullanmasına, arzu ettiği biçimde giyinmesine ve istediği şekilde çocuklarını eğitmesine dahi müdahale edilmiştir. Öyle ki, aile toplantılarında, nikâh, evlilik, doğum, cenaze gibi törenlerde dahi dinî motiflere yer verilmesine tahammül edememişlerdir. Kapitalist sistemin gücü devam ettikçe elbetteki sosyalizmin teorisyenleri de boş durmayacaktır. Her iki sistem de birbirinin panzehiri olmaya devam edecektir. Din ise kendine özgü hayat anlayışı ve yine kendine özgü değerleri mevcudiyetini devam ettirecektir.

 

.

G)    ATEİZM VE İSLÂM GERÇEĞİ

1.    İslâmiyet’in Ateizme Bakışı

İslâm dininde inanç özgürlüğünün çok geniş bir biçimde görüleceği kesindir. Ancak bununla birlikte İslâmiyet’in tâviz vermediği ve kesinlikle rızâ göstermediği konular da bulunmaktadır. Bunlardan biri putperestliktir. Bir diğeri de insanlar arasında görülen zulüm, katliam, soykırım, tecavüz, işkence, haksızlık, ayrımcılık ve sömürü gibi insanlık dışı fiillerdir. Kuran, adaletin, eşitliğin, erdemin ve sevginin yaygınlaşmasını talep etmiştir. Zaten onu anlamlı kılan, farklı dilde, dinde, renkte ve coğrafyadaki binlerce insanın, özellikle ezilmiş, sömürülmüş, yurtlarından sürülmüş, hor görülmüş ve haksızlığa uğramış kişilerin gönlünde yer almasını sağlayan şey de İslâm’ın bu evrensel değerleri olmuştur. İslam bizzat anlamı ve içeriği ile de bir barış dinidir. ( Bu konuda İslam barış dinidir’ yazısına bakılabilir) İslâmiyet’e ateistlerden gelen eleştirilere Kuran’da cevaplar vardır. Hz. Peygamber de inanmayanlarla diyalogu kesmemiş onlarla konuşmaya ve tartışmaya devam etmiştir. Onlara özellikle Tanrı’nın varlığı konusu başta olmak üzere yaşamın, evrenin, varlığımızın ve bütün kâinatın gerçek olduğunu ve çevremizdeki hiçbir şeyin de tesadüf olmadığını anlatmaya çalışmıştır.

2.    Ateizmin İslâm’a Yaklaşımı

Ateizmin eleştirilerin temelinde teorik kaygılardan ziyade ideolojik ön yargılar ve saplantılar görülmektedir. Öyle ki bu çerçevede fikirler dile getirilirken, özellikle üslûp açısından, inanan insanları incitici ve onlara hakaret edici öğelere sıkça rastlanmaktadır. Şüphesiz ki İslâmiyet’in bunlara karşı sessiz kalması beklenemez. Hatta meşru ölçüler içerisinde bunlarla mücadele etmesi de kaçınılmazdır. Hıristiyanlığın paradokslarından, dramatik hikayelerinden ve kilisenin hiç de insancıl olmayan tarihi geçmişinden bunalan bazı kişiler çareyi ya ateizmde ya da başka bir inanca geçmekte görmektedirler. Bu nokta da İslâmiyet kilisenin kutsal şarabı karşısında bardaktaki zemzem suyu kadar saf görünmektedir. Gerisi insanın seçimine kalmıştır.

3.    Ateizm Karşısında İslâm

İnsanlığa hitap eden din (İslâmiyet) ateistlerin düşündüğünün aksine ne bir ideoloji, ne sadece ekonomik ve politik bir yapı, ne de felsefî bir dünya görüşüdür. O evreni ve canlıları kucaklayan, bütün insanları insan olmak bakımından hoşgörüyle karşılayan, onları dili, rengi, kültürü, sosyal statüsü, ekonomik durumu, cinsiyeti, nesebi ya da geçmişiyle yargılamayan tek Tanrı inancını savunan, putperestliği yıkan ve yeryüzünde adaleti amaçlayan engin bir inanç sistemi ve hayat düzenidir. Büyüklüğü ve kucaklayıcılığı içerisinde yaşamın her alanıyla ilgili olarak bizlere temel ilkeler sunan, hayatî konularda çözüm yolları öneren evrensel bir değerler sistemidir. Canlılara şefkatle yaklaşılmasını isteyen, insanlar arasında iyiliği ve dürüstlüğü tavsiye eden ve maddi âlemin geçici olduğunu düşündüren bir yaşam tarzıdır. Bu anlamda İslâmiyet herhangi bir teorisyenin zihnine sığacak kadar dar olmadığı gibi, bütün varlığa, tarihe, toplumsal yapıya ve insanlığa idelojilerin yaptığı gibi tek bir ilkeyle yaklaşacak kadar da sığ bir bakış değildir. Sosyal alanda toplum ve fert dengesini gözeten İslâmiyet, adaleti, çalışmayı, ticareti, dürüst yollarla para kazanmayı teşvik etmiş, aldatmayı, yalanı, sömürüyü ve borçluyu ezmeyi ise şiddetle yasaklamıştır. Bilimde araştırmayı ve tecrübeyi teşvik etmiş, hurafelerin, bâtıl inançların ve kâhinliğin şiddetle karşısında yer almıştır. Yönetimde danışmaya ve seçime önem vermiş, idarecileri de halkın hizmetçisi olarak görmüştür. İslâmiyet her türlü egoizmi ve ırkçılığı reddetmiş, bu amaçla öldürmeyi ve zulmetmeyi reddetmiş, bir başkasının canına, malına, ailesine, inancına ve özel yaşamına müdahale edilmesini de yasaklamıştır. Müslümanlara, Müslüman olmayanların inançlarına da saygı göstermelerini ve kesinlikle bir başkasının inancına kötü söz söylememesini tavsiye etmiş, kimseye de inanç konusunda baskı yapılmamasını öğütlemiş, (Bu konularda ‘İslam barış dinidir’ ve  ‘İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazılarımıza bakılabilir.) Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi ruhban sınıfına da (Klerikal yapılanma) imkân tanımamıştır. Din âlimi dahi olsa kimsenin din adına affetme ya da ceza verme durumunda olmadığını söylemiştir. Alkol, uyuşturucu ve kumar gibi insana zarar veren alışkanlıkları yasaklamış, kapılanların da kendilerini bırakıp, dinden uzaklaşmamalarını istemiş, zor olsa bile bu tür alışkanlıkların tedrîcen sona erdirilmesi gerektiğini hatırlatmıştır. İslâmiyet ümitsizliği de yasaklamış, geçmişi ve yaptıkları ne olursa olsun bir insanın Tanrı’ya dönebileceğini ve yaşamın her safhasının da bu iş için güzel bir fırsat olduğunu ifade etmiştir. Görüldüğü gibi İslâmiyet gerek bireysel, gerek toplumsal ve gerekse evrensel açılardan mutluluğun temini yönünde ilkeler ortaya koymuş, niçin var olunduğu ve nereye gidileceğine dair getirmiş olduğu açıklamalarla insanlara bir vizyon sunmuştur.

Ateizmin ise insanlara bir vizyon sunması ve varlık alemiyle ilgili tatmin edici açıklamalar getirmesi bugüne kadar mümkün olmamıştır. Sadece niçin var olduğumuzla alâkalı olarak değil ayrıca nasıl var olduğumuz ve nereye gideceğimizle ilgili olarak da ateizmin sunacağı bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu ateizmden böyle bir izah beklemenin de anlamı yoktur. Çünkü kendisi reaksiyoner bir tavırdır. Sistemli ve ahenkli bir dünya görüşü ortaya koymak yerine dine ve Tanrı inancına karşı eleştirel bir tutum takınmakla yetinmiştir. Ortaya yeni bir şey koyamadığı gibi insanların ufkunu açacak, onlara ümit verecek ve geleceği aydınlatacak bir sistem de sunmamıştır. Her şeye rağmen İslâmiyet bütün sadeliği ve çekiciliği ile insanlığın önünde durmaktadır. Geleneğin bizlere sunduğu İslâm’la kaynakların bizlere anlattığı İslâm arasındaki farkı hissedip kaynaklardaki İslam’a ulaşınca bir çok sorun zaten kendiliğinden hallolacaktır.

 

SONSÖZ

İnsanı inançsızlığa götüren yolların temelinde bizâtihî ateizmin kendi gücü değil, din adına sergilenen bilgisizlik, tutarsızlık, iki yüzlülük ve gayri insani tavırlar yatmaktadır. XX. yüzyılda ateizm adına ortaya pek çok şey konmuş ama içeriğinin daha ziyade ideolojik bilim, ideolojik felsefe ve ideolojik ateizm olduğu görülmüştür. Bu söylemlerin temelinde de pozitivist ya da materyalist esintiler bulunmaktadır. İnançsız olduğunu söyleyenlerin büyük bir kısmında da, materyalistler dahil olmak üzere, zihinlerinde Tanrı işlevini yerine getiren ancak mahiyet itibariyle farklı olan değerler görülmektedir. Dolayısıyla mutlak bir ateizmden söz etmek imkânsızdır. Bilimsel, rasyonel ya da mantıksal gibi kavramların ateizm adına kullanılması tamamıyla yanıltıcı ve çarpıtıcı bir durum olup birtakım zayıf iddiaları güçlü kılmaya ve ayakta tutmaya yönelik beyhude çabalardır. Ateistler, teizmin kanıtlarını eleştirmekten başka bir seçenekleri olmamıştır. Bunun yanında kendi bakış açılarını destekler ikna edici görüşler de ortaya koyamamışlardır. Ateizm kendine çağımızdaki bazı bilimsel var sayımların içerisinde yer aramaya çalışmıştır. Henüz kanıtlanamayan ve kanıtlanması da mümkün olmayan bu teorilerin etkisi ve gücü ise günümüzde oldukça zayıflamış, yaygınlığı da sona ermiştir. Bunların arasında Comte’un pozitivist; Feuerbach’ın antropolojik; Marx’ın sosyopolitik; Freud’ün psikanalitik ve Nietzche ile Sartre’ın varoluşçu ateizmi bulunmaktadır. Sempatizanları ise düşüncelerini genellemiş ve onları her şartta geçerli doğrularmış gibi savunmuşlardır. İddialarını yanlışlayan sayısız örnekler bulunduğu halde fikirlerinden vazgeçmemişler ve ideolojik kaygılardan ötürü bunları kutsallaştırmışlardır. XX. yüzyılın ilk yarısında dünyanın her tarafını etkileyen bu hareketler aslında Batı kültürünün kendi iç hesaplaşmasıdır. Ateizmi ilke edinen ideolojiler kiliseyi aratmayacak derecede doğmatik, statik ve dayatmacı tavır sergilemişlerdir. Kendilerini ilmî, felsefî ve özgür düşünceli diye tanımlayan ideolojiler insanlık tarihinin en doğma, en katı ve en yasakçı ekolleri haline gelmişlerdir. Bireylerin yaşamlarına, düşüncelerine, inançlarına, kısacası özgürlüklerine dahi ipotek koymuşlar, ideolojilerini XX. yüzyılın çağdaş dinleri haline getirilmişlerdir. Kendi içlerinde dahi en küçük yoruma ya da yeniden uyarlamaya karşı şiddetli tepki göstermektedirler, çünkü onların kendi doğruları vardır, ve bu doğrular hiçbir surette tartışılacak ya da eleştirilebilecek şeyler değildir. Ancak kesin olan bir şey varsa o da artık ateizmin bilimsellik, rasyonellik ya da özgürlük kılıfına bürünemeyeceğidir.

EK:

Lao Tsu: “ Bilmeyip te bildiğini sanmak tehlikeli bir hastalıktır. “

Marx: Hazır bir materyalizm mirasına kondu. ( Cemil Meriç, Sosyoloji notları ve konferansları) Marx kendisini takip edenleri ilk maddenin yaratıcısı veya hareket ettiricisi hakkında tartışmaya girmemeleri konusunda uyarır. ( Karl Marx, 1844 el yazmaları) Lenin, 12 Mart 1922 tarihli makalesinde şunları söylüyor: “Bu işle görevli devlet memurlarımız var. Ama çalışma son derece coşkusuz ve yetersiz olarak sürdürülüyor.” ( Lenin, Sosyalizm ve din) Can Yücel: “ Ben baştan beri ateistim. Nedeni de yetiştiğim dönemin özelliğinden kaynaklanıyor. Bir bakıma da ateist genel politikasının en ateşli olduğu zamanlarda geçti çocukluğum ve gençliğim.” Çetin Atlan: “ Benim kuşağımdaki insanlar inançsız olarak yetiştirildi. Yani kendi tercihleri ile inançsız olmadılar.” ( İzlenim Dergisi, Aralık 1992) Hüseyin Hatemi: “ Ya garazından dolayı ateist olanlar ya da marazından dolayı ateist olanlar vardır.” ( Milli Şuur Dergisi, Aralık 2012)

 

  

 

 

 

ateizm_ve_elestirisi-1-3

Ateizm ve eleştirisi Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. Mert dedi ki:

    Ateizm yanlışsa bile bu İslamı doğru yapmaz. Siz de bunu idrak edemiyorsunuz bir türlü…

    CEVABEN
    Mert Bey,
    Ama, İslam’ın yanlışlığını da ispatlamaz…!
    Bu konuda http://islamicevaplar.com/sitemizin-amaci-2 adlı uzantıdaki, ‘Adım adım’ başlıklı paragrafa göz atmanızı rica edeceğim… Varsa itirazınız bence bundan sonra konuşalım!
    Selamlar.

  2. Furkan Filiz dedi ki:

    Hocam bir sorum olacaktı. Âlemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz!(Tekvir 29)

    Benim sorum bıraz daha farklı; Şimdi diyelim ki ben bir şey yapmak istiyorum ama Allah bu isteğimi reddetti. Bu özgür iradeye ters değil mi?

    CEVABEN
    Ayet ile alakası yok sonunun, Allah yaratınca dileyebiliriz…
    Sorunuz, duam neden kabul olmuyor diye açılabilir. Cevap ise,
    Ya o istediğimiz zararımıza olacaktır ileride, mesela zenginlik konusunu ele alalım, herkes istiyor ama en çok sapıtanlar da zenginler!
    Ya samimi bir dua edilemiyor,
    ya da istenene, ahirette karşılık verilecektir. Unutmayalım ki hayat ölümle bitmiyor, devam ediyor…
    Her istenen elde edilse, dünyayı insanlık bir günde mahveder 😉
    selam ile

Yorum Yaz


Yukarı Çık