Savaş esnasında uyulması gereken kurallar

11 yıl önce
Resim bulunamadı

İslam savaş hukuku – Savaş esnasında bile hukuk!-

“Kur’an’da savaş karşı çıkılması gereken bir şeydir; tek adil savaş savunma savaşıdır. Bazen değerleri savunmak için savaşmak zorunlu olur.” (Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 241)

Emile Dermenghem: “İslam, insana savaştayken dahi bir merhamet duygusu,  bir adalet duygusu verir.” demektedir. (Temoignage de I’İslam, Les Cahires du Sus, 1947)

Cihad, ‘Can, mal, namus, akıl ve dinin korunması için’ yapılan mücadeleye verilen isimdir. (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 30)

  “Barış, ‘Dinamik bir şeydir.’ ( R.G.Collingwood, The New Leviathan, s. 334) ve şuurlu, uyanık olmayı, hep farkında olma halini gerektirir.” ( İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s.195)  “Adalet, özgürlük ve düzenin korunması olarak meşru savaş; bir cihattır.”  (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 212) “İslam hukukunda aşırı yorumları olduğu iddia edilen İbni Teymiyye, insanların İslam’a döndürmek için savaş başlatılmasını veya Müslüman olmamaları durumda öldürülmeleri gibi bir durumun İslam’a aykırı olduğunu açıkça ifade eder.” ( İbni Teymiye, Kaide fi Kıtalı’l-Küffar, s.59) Onun en meşhur öğrencisi İbni Kayyım el Cevziyye, ‘İslam, öldürmeye savaş sebebiyle izin vermiştir. İnançsızlık, küfür sebebiyle değil.’ demektedir.  (Cevziyye, Ahkamu ehli’z-Zimme, I/17)   

Savaş ile ilgili genel yasalar: kadınların, çocukların, yaşlıların ve din görevlilerinin öldürülmesini; mal, mülk, ürün vs. imha edilmesini yasaklamıştır. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 47) 

“Hz Muhammed’in şahsında, ahlak yüksekliği ile cesareti ve yiğitliğin birleşmesi kazandığı başarılara yardım etmiştir. Savaşlarda kadın, çocuk, yaşlılara dokunmayı, direnmeyen halkın evlerine saldırmayı yasaklıyordu. Muhammed İslam’a saldıranları bastırmış ama günahsız kadın, kız ve çocukları korumuş idi. İspanyollar Peru ve Meksika’da hiç merhamet göstermemişlerdir. Aynı İspanyollar 12 milyon Hintliyi yok ederken hareketlerinin Kitabı Mukaddese uygun olduğuna inanıyorlardı. Las Csasa diyor ki: Sen Dominik ve Jamaika adalarında köpeklerce parçalanmak üzere diri diri çocukların atıldığını gördüm.” (Lord John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur’an’ı Kerim; Hazreti Muhammed (sav)’den Özür Diliyorum, s. 29, 95) 

.Bilge ve izzet sahibi Aliya İzzetbegoviç’in, Demokratik Eylem Partisi’nin 12 Ocak 1994 tarihli (Savaşın tam ortasında) yönetim kurulunda yaptığı konuşmadan:

 “Görüyorsunuz, Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor, kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onların kadınlarını ve çocuklarınız öldürmek ne de kiliselerini yıkmak istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz, çünkü, bazı istisnalar olsa da, bu bizim tarzımız değil. Bu herkese ulaştırmamız gereken bir mesaj. Kazanacağız; çünkü öteki dine, öteki ulusa ve öteki siyasi duruşa saygılıyız… Çünkü, aklı başında ve dürüst insanlarız. Aslında, herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz, bizlere, açık bir biçimde yasaklanmıştır.  Ve buna saygı gösterdiğimizde, kiliselere ve diğer dinlere saygı gösterme iradesini ortaya koyduğumuzda, Kutsal Kitabımız’a dosdoğru bir biçimde ve harfiyen uymuş oluyoruz. Bu bizim zaferimizin anahtarıdır. Allah’ın yardımıyla kazanacağız, çünkü (Kuran’ın ) belirlediği bu  yasalara uyacağız. Sırbistan’a dört asır boyunca Türkler hükmetmiş olmasına rağmen, bu yasaklama sayesinde, Deçani, Graçanica ve Sopoçani manastırları yerlerinde duruyorlar. Türkler buraları tahrip etmediler. Çünkü inandığımız kitap, bu türden bir tahribatı reddediyor. İnsanlarımız bu kurala sadık kaldılar… Çalışması ve savaşması gerektiğine, ancak olaylara hükmedemeyeceğine inanan bir topluluğa mensup değil miyiz? İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne derse o olur.” (Aliya İzzetbegoviç, Bosna Mucizesi, s. 34-35)

İslam hukukçularına göre savaşların meşru yani hukuka uygun olması, şu şartlarda olur: Savaş savunma savaşı olursa, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması nedeniyle, haksızlığa uğrayan Müslümanlara yardım etmek amacıyla, İslam’ın insanlara tanıtılmasına ve din vicdan özgürlüğünü sağlanmasına yönelik bir saldırı olursa. Savaş halinde yasak olan fiiller: Kadınlar, çocuklar, hastalar, yaşlılar, din adamları, çiftçi, işçi, iş adamlarının öldürülmeleri. Düşman askerlerini yakmak, cesetler üzerinde tahribat yapmak, düşman devletin kadın vatandaşlarına tecavüz ve onlarla gayrimeşru ilişkide bulunmak. Öyle ki, bu eylemler had cezasını gerektirir. Düşman rehinelerin öldürmek, dini görüşlerine saygısızlık yapmak. Peygamberimiz Hayber’i fethettikten sonra, ele geçen bütün Tevrat nüshalarını Yahudilere iade etmiştir. (Şiddet karşısında İslam, Prof. Dr. Ahmet Yaman, DİB,  s. 310-313, 325) 

Bundan birkaç sene önce Twente Üniversitesinde bir konferansa katıldım. 600 kişiyi bulan dinleyiciler arasından birisi, Kur’an’ın şiddet içerdiğini ve insanları şiddete teşvik ettiğini iddia etti ve bana Kur’an’dan bir ayet okudu. Meali şöyleydi: ‘Küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.’ Ben ise ayetin baş tarafını okumasını söyledim Okumak istemedi. Ben tamamladım. ‘Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa,….’ (Kur’an, Tevbe, Ayet 12) Bildiğiniz gibi, her devletin Savaş Hukuku kuralları ayrıdır ve barış hukuku kuralları ayrıdır. İslam Hukukunun birinci kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an-ı Kerimde hem barış dönemine ve hem de savaş dönemine ait ayetler vardır. İşte Wilders ve benzerleri, Kur’an’ın savaş dönemine ait bazı ayetlerini alarak sanki genelmiş gibi göstermektedirler.  Şavaş ayetlerini okur da barış zamanına uygularsanız, o zaman hata yapmış olursunuz. Maalesef mesela Washington Times’ın yazarlarından Cal Thomas tıpkı Wilders gibi davranmış ve bu ayetin sadece ‘Onları yakaladığınız yerde öldürün’ ayetini alarak İslam’ı ve Kuranı suçlamıştır. Eğer siz ayetlerin niçin nazil olduğunu veya hangi münasebetle Peygambere indirildiğini bilmezseniz, manayı anlayamazsınız. (Prof. Ahmet Akgündüz, Yeni şafak, 06.04.2008 ) 

 

                                 Teorisyen de uygulayıcı da aynı şeyi söylüyor:

  “Savaşla ilgisi olmayan kadınların, din adamlarının, çocukların öldürülmesi İslam tarafından yasaklanmıştır. İster Yahudi olsun ister Hıristiyan, zulmetmemiş bir sivile el sürülemez. Mücahid sivil öldüremez. Afganistan’da Ruslara karşı savaşırken Ruslardan intikam almak, Rusları savaştan vazgeçirmek için gidip onların sivillerini öldürmüyorduk. Çünkü bunu herkes İslam’a aykırı görüyordu. Bundan dolayı da Rus sivillere karşı değil, sadece askerlere karşı savaşıyorduk. İslam için savaşanlar, mücahid kardeşlerimiz aşırılıklardan uzak durup nebevi metoda uymak zorundalar. Bunun için de ulemanın sözüne itibar edip, nasihatlerine kulak vermeliler. Cihad, İslam’ın önemli temellerinden biridir; fakat nasıl ki namaz kılmanın, abdest almanın kuralları varsa cihadın da kendine göre kuralları vardır. Namazın farzlarını yerine getirmediğinizde namaz olmazsa, cihadın farzlarını yerine getirmediğinizde de cihad olmaz. Herkesi Kuran ve Sünnet’in koyduğu kurallara, Hududullah’a uymaya çağırıyoruz.” ( Adem Özköse’nin Libyalı, Afgan mücahid komutanlarından Abdulhakim Belhac ile yaptığı röportajdan, Hakan Albayrak, Star, 01 Mayıs 2013)

“Haçlı Seferleri sırasında, ünlü Hanbeli alemi İbni kayyım el Cevziyye, adalet ilkesinin gözetilmesini hatırlatır. Müslüman olmayanlara karşı savaşın ancak, karşı tarafın saldırısı durumunda meşru olacağını söyler.” ( Doç.  İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 76)   

                                                                  Giriş

Hemen hemen her oryantalist askeri faaliyetleri ‘ganimet’ merkezli olarak değerlendirmekte ve İslam’ın kılıç ile yayıldığını iddia etmektedirler. ( İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 292)

Hâlbuki “Arapların İslam’ı kabul etmeleri genel ve samimi bir hareket idi. Arapların din bilinçleri artık uyanmış, Allah’ın davasını yükseltmek ve Allah’ın birlik ve ebedi ve ezeli oluşunu tanıtmak uğrunda ölmek, her Müslüman’ın bircik samimi hedefi olmuştu. Güç kazanmak, düşmandan ganimet elde etmek, şan kazanmak, hatta ahrette cenneti kazanmak ancak bu hedefi kuvvetlendiriyordu.” (Lord John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur’an’ı Kerim; Hazreti Muhammed (sav)’den Özür Diliyorum, s. 31) 

“Thomas Walker Arnold: İmparator Heraklius, topraklarına giren İslam ordularını geri püskürtmek için bir ordu toplamıştı. Arap Kumandan Ebu Ubeyde, daha önce savaşın olacağı bölge halkından topladığı bütün cizyenin iadesini emretmişti. “Aramızda anlaşmaya göre, sizleri korumamız gerekiyor. Fakat şimdi bu bizim gücümüzü aşıyor. Geri veriyoruz. Eğer galip gelirsek anlaşmamızın şartları gereği kendimizi sizi korumaya mecbur sayacağız.” Süryani tarihçi Telmahreli Dionysios Armania, Suriye ve Roma ülkesinin merkez topraklarına 300 bin kişilik bir ordu topladı. Ebu Ubeyde, Said b. Kulsum’a, Damaskos halkından toplanmış verginin, aynı şekilde iade edilmesini emretti. “Şayet Muzaffer bir şekilde geri dönersek bunu geri alacağız, muktedir olamazsak verginiz burada, onu alın.” Kendilerine saldıran büyük bir ordudan haberdar olmuş İslam ordusunun, elbette paraya ihtiyacı olacaktır. İslam fütuhatının kökenlerini, iktisadi olgularda ya da ganimet hırsında aramak abestir. Fethedilen pek çok bölgede halka, Müslüman olsun diye kendilerine para verilmiştir.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 339-341)

Hz Muhammed için ‘hakaret dolu’ sözler (İntikamcı, tiran, sahtekar; Müslümanlar için, ganimet avcısı, katil, fanatik, barbar) sarf eden oryantalistlerin bu üsluplarında, aslında yaşadıkları dönemdeki misyonerlik faaliyetleri ile irtibatlı olmalarının büyük önemi vardır. Muir’in deyimi ile ‘ Hıristiyanlığın en büyük düşmanı’ İslam’ı görmeleri, üsluplarında Dımeşki’den beri aynı çizgiyi devam ettirmelerine neden olmuştur. Oryantalistler bazen tek bir olayı genelleştirip sonuç çıkarmaya çalışırken bazen de sonuçtan hareketle sebep belirlemeye çalışmaları nedeni ile ‘keyfi bir tutum’ içinde bulunmuşlardır. ( İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 293) Nahve gazvesi olayını değerlendirirken sonuçtan hareketle amacı belirlemişlerdir. Halbuki İ. Hişam, Vakisi, İ. Sad ve Taberi komutana verdiği mektupta, ‘Müşrik kervanlarını gözetleme ve haber getirme’ görevinden bahsedilmektedir. (s. 294) Goldziher dışındaki oryantalistler Hz Muhammed’i ‘milli bir lider’, yerel bir komutana indirgemek isterler. Goldziher ise Hz Muhammed’in kendisini evrensel bir misyona sahip biri olarak gördüğünü ifade eder. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 295) Mekke’deki Muhammed ile Medine’deki Muhammed’i farklılaştırma gayreti de diğer bir oryantalist amaçtır. ‘Medine döneminde askeri ve siyasi bir lider’ ön plana çıkarken ahlak geriledi iddiasındadırlar. Watt Medine döneminde de risalet görevini unutmadan hareket ettiğini belirtirken (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 296)  , Boswort Smith de benzer bir görüşü dile getirir: ‘ Muhammed’in Medine’de hızlı bir ahlaki çöküntüye geçtiği iddiası yaygın bir yanlış anlamadır. Eğer Mekke’nin fethine dek hep maskeli dolaşsa idi, Mekke’ye girdiği an ihtiras ve şehvetperestliğini tatmin edecek, intikam hırsını dindirecek bir zamandı. Peki bütün bunlardan bir eser var mı? Muhammed’in Mekke’ye girişini Marius veya Sulla’nın Roma’ya girişlerini yan yana getir ve oku! Güç kullanımını kıyasla! İşte o zaman biz Arabistan peygamberinin büyüklüğünü ve hoşgörüsünü daha iyi takdir mevkiinde olacağız. Ne yasak listeleri, ne yağma ne de ölçüsüz bir intikam vardı.’ (Smith, Muhammed and Muhammedanism, s.121) Vahiy ile hz Muhammed ilişkisinde Muhammed’in vahiylerinin insani kaynaklı olduğunu, bu kaynaklarında ittifak etmeseler de (Yahudi, Hıristiyan kutsal metinleri, Arap geleneği, hanifler vb.) vahiy almadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Sadece Watt, Hz Muhammed’inde kitabı mukaddes peygamberleri gibi vahiy aldığına kesin olarak inandığını söylese de bazı ayetlerin açıklamalarında ayetlerin Hz Muhammed’in bilincinin birer mahsulü olarak gördüğünün  intibaını vermektedir. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 297) Hz İsa’nın hiç savaşmadığını iddia eden oryantalistler karşılaştırılan iki öznenin özelliklerindeki farklılıkları göz ardı etmektedirler. Biri ”Tanrının oğlu” dolayısı ile ilah iken, diğeri kelimenin tam anlamı ile ”insan”dır. Ayrıca kitabı mukaddes’teki peygamberler de savaşçıdırlar! Hz Musa, Yeşua, Süleyman, Davud… ( Sayılar, 31,1-19; Tesniye, 15-16;3-6; Yeşua, 8:24-28) Tevrat vahiy mahsulü olduğuna göre bunu nasıl izah edeceklerdir? Bu durum onlar için tam bir tezattır. Haçlı savaşları papanın onayı ve desteği ile olmamış mıdır? Daha 13. yüzyılda bile Ramon Lull, misyonerlik için bile kılıcın desteğine gerek duyarken, Saksonların, Güney Amerikalıların, Endülüs Müslümanlarının ve Filipinlerin Hıristiyanlaştırılması askeri destekle olması bir tesadüf müdür? (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 299) İslam barış dinidir adlı yazımız bu konuları da ele almaktadır.

 Hz. Muhammed kendisini hiç bir zaman sadece bir vaiz olarak tanıtmamıştır. O (sav) hem devlet yönetmiş hem imamlık yapmış hem peygamberlik görevini yürütmüştür. Hayatın bir gerçeği olarak savaşlarda komutanlıkta yapmıştır. Burada asıl üzerinden durulması gereken Hz Muhammed’in savaşları yönetmesinin doğru olup olmaması değil, nasıl ve hangi ölçülerle bu savaşları yaptığı, meşru ve adil olup olmadığıdır. Hz Muhammed savaşın temenni edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. ( Buhari, cihad, 112,156;Müslim, cihad, 10-20) Bir taraf haksız yere savaş başlattığında ona karşı çıkmak ahlaki bir gerekliliktir. Mekke’de yaşanan baskı, zulüm, işkenceler neticesi yurtlarını terk etmek zorunda kalan Müslümanlar Medine’ye yerleşirler. Ama mektup ve askeri müfrezeler gönderilerek müşrikler baskılara devam ederler. Oryantalistler hep Medine’ye odaklandıkları için, Müslümanların içinde bulundukları mağduriyet, baskı, sürgün, fiziksel ve psikolojik eziyetler ‘bilerek veya bilmeyerek’ hep göz ardı edilmiş, bu nedenle de asıl amaca hizmet edecek daha önemsiz konular ( ganimet, muhalif kişilere saldırı yapılması) asıl amaç gibi gösterilmiş, sunulmuştur. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 300) İslam meşru müdafaa savaşlarını savunur. Hz Muhammed’in savaştığı Kureyş dışındaki kabileler; Hevazin, Sakif, Mustalikoğulları gibi kabileler Kureyş ile yakın ilişki içinde idiler ve sık sık Medine’ye baskın düzenlemeyi planlamışlar ( Vakidi, I/194, 196,7,341;İbni sad, II/I34-35) Müslüman kervanlarına saldırmışlar ( İbni sad, II/88-90) İslam’ı anlatmak için yola çıkanları katletmişler ( İbni Hişam, III/196,183; İbni sad, II/123) ve Medine yakınlarına baskın düzenleyerek hırsızlık yapmışlardır. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 301) Yahudilerde Medine sözleşmesine rağmen İslam aleyhine yoğun propagandaya girişmişler, münafık ve Mekkeli müşrikleri kışkırtmışlar, yaptıkları anlaşmaları ihlal etmişler, ilişkileri gerilimli hale sokmuşlardır. Hendek savaşında Mekke’lilerle anlaşma görüşmeleri yapan Mustalik oğullarına aralarındaki anlaşmayı hatırlatmak üzere elçiler göderilir. Hz Muhamme dhakkında çok ağır ifadelerl ile geri yollanırlar. ( Vakıdı, II/49; İbni sad, II/77) Halbuki daha önce Hz Muhammed Yahudi olan diğer grup iki grup, Nadiroğulları ve Kaynukaoğulları kendilerini üstün görürlerken Mustakiloğullarını onlarla eşit statüde yine Hz Muhammed tutmuştur. (M. Hamidullah, Hz peygamber’in savaşları, I/634) Müslümanların ölüm kalım savaşı verdiklerindeki yaptıkları gizli anlaşma sonlarını hazırlamış, Evs’li Sa’ın verdiği hüküm karşısında da sessiz kalmışlardır. Hakem olan Sad’ı kendileri seçmişler, ihanetleri hakkındaki hükümde Tevrat, tesniye, 20;10-14’e uygun olarak verilmiştir. Watt’ın da altını çizdiği ( Watt, Muhammad at Medina, s. 322) gibi bu karardan sonra Hz Muhammed’in ayıplanmaması da üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.  Hz Muhammed, oryantalistlerin iddia ettiği gibi fırsatçı olsa  idi, bir yıl sonra ele geçirdiği Hayber’deki Yahudilere de aynı muameleyi uygular, tüm Yahudi tehditlerinden ebediyen kurtulmuş olurdu. Hz Muhammed’in tek amacı İslam’ı yaymaktır ve O, dinin barış yoluyla yayılmasına izin verilmediğinde, bu durumu bir savaş nedeni olarak görmüştür.  (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 305) Hz Muhammed müşrik çocuklarının öldürülmelerini yasaklamış, ‘Bunlar müşriklerin çocuklarıdır.’ diyen sahabiyi, ‘Aralarınızdaki en seçkin Müslümanlarında babaları müşrik değiller miydi? Dikkat edin, çocukları öldürmeyin, Bütün çocuklar İslam fıtratı üzere doğarlar.’ diyerek uyarmıştır. ( vakıdi, III/905) Savaş esirlerine iyi muamele edilmesini emretmiş, işkenceyi, tecavüzü yasaklamış ( A. Özel, Esir, DİA,  XI/385)  

 Savaş esiri yetişkin erkekleri köleleştirmezdi. Yaklaşık on esir dışında hiç bir esiri öldürmemiştir. Onlarda ya daha önce Müslüman öldürmüşler, ya işkence yapmışlar, ya sözlerini tutmamışlar ( Mesela Ebu Azze adlı müşrik Bedir’de esir düşer, çocuğunu mazeret gösterince affedilir ama Mekke’ye dönünce ‘Muhammed’i kandırdım’ der ve Uhud savaşında yeniden esir düşüp yine af dileyince Hz peygamber, ‘ Mekke’ye dönüp ellerini oğuşturarak Muhammed’e ikinci kere de hile yaptığını anlatmana fırsat vermeyeceğim.’ denilerek cezalandırılmıştır.) Hz Peygamber döneminde esir alınan kadın ve çocukların, çok azı hariç, serbest bırakıldığı gözükmektedir. Nitekim en çok esir alınan Mustalikoğulları ve Huneyn gazvesinden sonra tüm esriler serbest bırakılmışlardır. sadece Kureyzaoğulları istisnadır ki ondan da İslam, kölelerin serbest kalmaları için ortamı uygun hale getirmiştir. Devlet hazinesinden bir pay bile bu iş için ayrılmıştır. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 307)  Bu konu, köle, cariye adlı yazımızda ele alınmıştır.

 Hz Muhammed savaşı en son çare olarak ele almıştır. Ancak zorunlu kalınca bir devlet başkanı olarak savaştan kaçınmamıştır. Anlaşmalı olduğu hiç bir kabileyi hayal kırıklığına uğratmamış, ilk bozan asla kendisi olmamıştır. Mekke’liler, Hudeybiye anlaşmasını bozana dekte Mekke’yi fethetmek için harekete geçmemiştir. Fetih sonrasında ise, bir kaç savaş suçlusu dışındakilerin tamamı serbest bırakılmışlardır. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 308) Müslümanlar bir ülkeyi fethedince zorla İslamlaştırma faaliyetine asla geçmemişlerdir. Yüzlerce yıl geçse de bir çok Müslüman olmayan cemaat İslam topraklarında rahatlıkla yaşayabilmişlerdir. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 310)

.

                           Savaş esnasında uyulması gereken kurallar

  “Mekke’nin Fethedildiği zaman yıllarca kendisine ve müminlere her türlü işkenceyi yapanlar ele geçirilmişti.  Bazı komutanlar (  Sa’d b. Ubade gibi ) müşriklerin yıllarca yaptığı işkence karşısında ellerine intikam alma fırsatını geldiğini ifade etmek için  “Bugün savaş günüdür.” Demişlerdi. Bu söz karşısında Efendimiz: “Hayır bugün merhamet ve bağışlanma günüdür.” diyerek onu uyarmış ve yerine  Kays b. Sa’d’ı komutan tayin etmiştir. ( İbn-i Seyyidinnas, II/232; Buhari, Meğazi, 48 )

  İslam dini savaşı bile belli kurallara bağlamış, savaş esnasında bu kuralları çiğnemeye izin vermemiştir. Bırakın savaş esnasında olmasını, normal zamanlarda hedefe ulaşmak için her şeyi mubah gören zihniyetlerin bu disiplini anlamaları beklenemez ama biz Müslüman’ız, dinimizin kuralları çerçevesinde hareket ederiz. Bizi biz yapan değerler  ve uymamız gereken kurallar vardır ve bizi ‘Zalim, acımasız, sömürgeci, vahşi ‘ sıfatlarından bu özelliklerimiz korur.

  Misyoner veya ateist zihniyet, özellikle savaş esnasında uygulanacak ayetleri barış zamanlarında gündeme getirip, İslam’ı savaş dini gibi göstermeye çalışırlar. Hâlbuki İslam barış dinidir. İslam ruhu, barış- hoşgörü ile yaşar. Temel bakış açısı barış, özgürlük, hoşgörüdür. Ama savaş insanlık tarihinin bir parçası olan realitedir, bu realiteyi bile kurallara bağlamış, sınırlar koymuştur. Atom bombası, napalm bombası, zehirli gaz gibi savaş araçlarının Müslümanlarca kullanılması o kadar kolay ve normal değildir.

   İslam’a göre sulh esas, savaş ârızîdir. Savaşı başlatan taraf asla Müslümanlar olmaz ama savaş başlarsa o zaman cihad hükümleri devreye girer: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin, Allah’tan âfiyet (rûh ve beden sağlığı, huzur) isteyin. Düşmanla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.”(Müslim, el-Cihad, 5) hadisi gereğince savaşı istemese de başlatan olursa gereğini yapar. Serahsi’nin el-Mebsut adlı ünlü eserinde “ İslam hukukçularının çoğuna göre savaşın illeti (meydana gelmesine sebep olan husus) karşı tarafın dinimize ve ülkemize saldırıda bulunmasıdır.” demektedir.

  Kuran’daki bir ayeti açıklarken o konudaki tüm ayetler bir araya getirilmeli, ayetlerin iniş sebebi – Sebebi nüzul – bilinmelidir ki önyargı veya hata ile yanlış sonuçlara ulaşılmasın. Ayetlerdeki ifadeleri metnin ana akışından koparılarak farklı anlamlara çekmeye çalışmak ve ayetleri Kuran’ın genel mantığından ayırarak değerlendirmek sadece hata arama gayretinin göstergesi olur.

                                                İSLAM’DA SAVAŞ HUKUKU

1- Haklı savaş gerekçesi ilkesi:

Kuran-ı Kerimdeki savaşın sebebi, düşmanın saldırı ve zulmüdür. Düşman Müslümanların yurtlarını basar, hicrete zorlar, can, mal ve din ve namus güvenliğini tehdit ederse, bu durum; savaşı zorunlu ve mecbur kılar. Kuran’a göre, düşman güçlere karşı verilecek savaşın gerekçesinin makul ve haklı olması gerekir. Esasen “istila”, “sömürü” ve “tecavüz” için yapılan savaşları tanımayan İslam dini ( Bakara Sûresi, 205 ; Nisa Sûresi,94 ; Kasas Sûresi,83 ; Şura Sûresi,41-42) savaşa ancak :Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslam’a ve İslam ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı da diğerlerinden ayırmak için ona cihat adını vermiştir.

2- Adil savaş ilkesi:

Adil savaş ilkesi, cihat fiilen başladığı zaman uygulanacak bir ilkedir. Bu ilkeye göre, savaş sadece savaşa iştirak eden tarafa yöneliktir. İslam’da düşmanı öldürmekten ziyada insanı kazanmak esastır. Bu amaçla, savaştan önce düşman İslam’ı kabul etmeye çağrılır, kabul etmezse itaat ve cizye (savaş tazminatı) teklif edilir. Bunlar yapılmadan cihada teşebbüs edilmez. Düşmana sunulan bu gerekçeler kabul edilmediğinde Allah’tan yardım dilenerek savaşa girilir. Savaşa girildiğinde, Müslümanlar, “adil savaş ilkesi”ne göre adım atmak zorundadırlar. Bu ilkeye göre, savaşta vurulacak hedef sadece düşman askerleridir. Savaş sırasında çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yatalak hastalar, mecnunlar, sakatlar öldürülemez. Savaşa iştirak etmeyen din adamlarına ve ihtiyarlara silah çekilmez, savaşa katılmayanlar (esnaf ve çiftçiler gibi sivil halk) katledilemez (Bakara Sûresi, 191) Savfan İbnu Assal (r.a) anlatıyor : “Resulullah beni seriyyede savaşa gönderdi.Yola çıkarken şu talimatı verdiler :“Allah’ın adıyla, Allah yolunda yürüyün. Allah’ı inkar edenlerle savaşın, işkence yapmayın, ahdinizi bozmayın. Ganimeti çalmayın, çocukları öldürmeyiniz” ( Müslim, Cihad 3,(1731), Tirmizi, siyer 48,(1617) Ebu Davut, Cihad 90, (2612, 2613)  “Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, savaşa katılmayan şahısların hakları koruma altına alınmıştır.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 213) 

3- Savaşta aşırı gitmemek ilkesi:

İslam, savaş halinde bile, insanî değerlere itibar eder. Savaş anında, dehşet ve vahşeti sergileyen şiddetli hiddetleri mutedil hale getirir. Savaşta bile ölçüyü kaçırmamayı bir temel prensip olarak kabul eder. İslam, aşırı ve haddi aşan tavırlara karşı müeyyideler getirmiştir. Bu nedenle, İslam hukukunda saldırıya ancak misli ile mukabele edilir; aşırı gitmek suçtur. Kur’an-ı Kerim, düşmanla yapılan yüz yüze savaşta bile, aşırı gidilmesini yasaklar. Bu husus, şu ayet-i kerime ile beyan burulmuştur: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara Sûresi,190)Nitekim bir başka ayette de şöyle buyrulur:“ Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir” (Bakara Sûresi, 194)    
    Peygamberimiz savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu, “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını kesme) yapmayın, çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin ” (Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i Kübra, 9/90), Hz Ebu Bekir de Suriye’ye gönderdiği Hz Üsame’ye şu talimatı vermiştir; “Ey Üsâme! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın Meyveli bir ağacı da kesmeyin Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin Yol boyu mâbedlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın ” (İbnü’l-Esir, 2/335), Yine Efendimiz Müslüman’ın karşısına silahı ( Kadın askerler ) ile çıkmayan kadınların savaşta bile öldürülmesini yasaklamıştır (Buhari, Cihad 147)

4- Sulh ve barış ilkesi:

İslam, düşman tarafından teklif edilen sulh ve barış anlaşmalarına karşı barış ve sulh ile mukabele etmeyi prensip olarak kabul eder (Enfal Sûresi,61,62,63 ; Hucurat Sûresi,9). Kur’an “Sulh (daima) hayırlıdır”(Nisa Sûresi,128) mesajı ile bütün dünyaya bu hakikati 1400 seneden beri duyurmaktadır. “Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse,(şunu iyi bilin ki) Allah gafur ve rahimdir”(Bakara Sûresi,192) ayeti ile “Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”(Bakara Sûresi,193) ayeti de sulhun önemini vurgulamaktadır.

5- Esirlere iyi muamele etme ilkesi:

İslam, esirlere iyi muamele edilmesini emredir. Müslümanlar esirleri yedirmekle, aç ve susuz bırakmamakla mükelleftirler. Bu görevi de Allah rızası içi yaparlar.(Bakara Sûresi,177;Enfal Sûresi,69,70,71;Muhammed Sûresi,4; İnsan Sûresi, 8,9,10,11,12) Prof. Şener Dilek

 

                                     Savaş Esnasında Yasak Olan Fiiller

a) İşkence. Öldürülecek olan kimseye dahi işkence edilemez; zulüm ve işkence bütün çeşitleriyle yasaktır.

b) Savaşçı olmayanların öldürülmesi. Savaşçı, fizik bakımından savaşabilecek kimselerdir. Bunların dışında kalanlar kasten ve doğrudan öldürülemez. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, savaşçı sahiplerine hizmet için gelmiş köleler, körler, dünyadan el etek çekmiş din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb.  öldürülmez.

c) İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi.

d) Verilmiş söze ve yapılmış antlaşmaya aykırı hareket.

e) Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması.

f) Namus ve şereflere tecavüz, zina ve gayr-i meşru münasebetler. Düşman kadınlarının ırzına geçen sivil ve askerler zina suçu işlemiş olur ve bunun cezasını çekerler.

g) Düşmandan alınan rehineleri öldürmek. Bunlar misilleme yoluyla dahi öldürülemez.

h) Ölülerin başını veya uzuvlarını kesip teşhir etmek.

ı) Katliam. Hz. Peygamber ve raşid halifeler zamanlarında savaştan sonra esirler veya zapt olunan yerlerin ahalisi için katliam emri verildiğine dair bir tek örnek dahi yoktur. Mekke fethini müteakip Rasulullah (s.a.v.) bazı harb suçluları ve hainler dışında kalan düşmanlarını affetmiştir.

i) Kesin bir meşru müdafaa söz konusu olmadıkça akrabayı öldürmek. Akraba düşman saflarında olsa dahi öldürülmez.

j) Çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi fiilen harbe iştirak etmemiş, savaş ile ilgili olmayan kimseleri öldürmek.

k) Harb esirlerini rehine almak, kalkan yapmak, onların arkasında düşmana doğru ilerlemek.

l) Bazı İslam hukukçularının açık ifadelerine göre zehirli ok kullanmak.

(Buhari, Cihad, 150 vd.; el-Benna, el-Fethu’r-Rabbânî (Tertibu-Müsnedi-Ahmed), C. XIV, s. 61 vd.; diğer kaynaklar için bak. Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul, 1963, s. 166 vd. )  Prof. Hayrettin Karaman

 

                                                    İslam’da Cihad

     İnsanlığın aradığı barış İslam’da mı?; Kur’an’a göre insan varlıkların en şereflisidir. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu nedenle insana çok önem verilmiş ve yüceltilmiştir. Bir insanı suçsuz yere öldürmek, tüm insanlığı katletmeye denk tutulmuştur. Hz. Peygamber, gayr-i müslim bile olsa cenazelere saygı göstermiş ve böylece insan olma sıfatının, filan dine mensup olma sıfatından önce geldiğini göstermiştir.Diğer yandan, Müslümanların kendi dışındakilere bakışları Kur’an’daki ilkelere dayandığından, hiçbir zaman hakimiyetleri altındaki insanları dinlerini değiştirmeye ve Müslüman olmaya zorlamamışlardır. Bu, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur.” ilkesinin doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Böylece fethedilen bölgelerdeki insanlar hiçbir zorlamaya maruz kalmamış, aksine cizye vergisi ödemek şartıyla din ve inançlarında serbest bırakılmışlardır.Hz. Peygamber’in şu beyanları, Müslüman idarecilere daima ışık tutmuştur: “İnsanlara azab edene Allah da azab eder. Kim bir zimmiye (gayrimüslime) zulmeder ve ona gücünün dışında iş yüklerse, kıyamet günü beni karşısında bulacaktır.“İnanç konusunda zorlama, dinin özüne aykırı olduğundan, daha İslam’ın ilk gününden itibaren böyle bir zorlamaya yer verilmemiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber’e (sav), “asıl görevinin tebliğ olduğu, insanları hidayete erdirme olmadığı” bir ayette açıkça belirtilmiştir. Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikada: “Müslümanların dinleri kendilerine, Yahudilerin dinleri de kendilerinedir.” denilerek Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmıştır. Mekke’nin güneyinde kalan Necran bölgesi, Hicaz’ın Hıristiyanlık merkezi durumunda idi. Hz. Peygamber Necran’lılarla yaptığı meşhur anlaşmada, onların can, mal ve din hürriyetlerini garanti ettiği gibi, mabetlerine ve din adamlarına da tam bir dokunulmazlık tanımıştır. (Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Müslüman’ın İnsanlarla Kardeşliği)

   “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah, aşırı gidenleri sevmez.Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmekten beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kafirlerin cezası işte böyledir. Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir. (Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.”  (Bakara Suresi , 190-193)  Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi savaş ancak savaşanlara karşı yapılır. Üstelik bu savaşta aşırılığa gidilmemesi için Allah, inananları uyarmaktadır. Savaş esnasında karşı taraf savaşa son verip aman dilerse, Müslümanlar buna uyar ve savaşa son verirler. Kuran’da savaş ancak savunma amaçlı ile yapılır. Bunun dışında saldırı olduğunda ise Allah Müslümanların bu saldırganlığa karşı cevap vermelerini ve tüm güçleriyle bu saldırganlarla savaşmalarını ister. Tevbe suresindeki ayetler şöyledir:Yeminlerini bozan, elçiyi (yurdundan) sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa (savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır. Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azarlandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, müminler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”  (9 Tevbe Suresi, 13-15) Savaşta kararlı ve güçlü olmanın hem savaşın daha çabuk bitmesini sağlayacağı, hem de muhtemel savaşlar için caydırıcı bir örnek oluşturacağı açıktır. Saldırganlara karşılık vermek ve onları bu hareketlerine pişman etmek sonuçta barışı korumak için en doğru yol olacaktır. Bunun dışında bir de Allah, Müslümanlardan zayıf bırakılmış, eziyet gören, muhtaç insanlar için yine onları koruma amaçlı savaşa izin vermektedir:”Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?”  (4 Nisa Suresi, 75) Bu tür bir savaş da şiddetten değil aksine merhametten doğmaktadır. Zalimliğe karşı İslam, mazlumu kuşatıcı ve koruyucu olunmasını inananlara öğütler. Barış durumunda ise Allah, iman edenlerden iyiliği ve adaleti ister. Burada amaç savaşa karşı barışın korunup muhafaza edilmesidir:
     ” Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”  (Mümtehine Suresi  8 )   Karşınızdaki grup hangi dinden olursa olsun eğer barış içinde yaşamak istiyorsa, bunlara karşı inananların yaklaşımı Kur’an’a göre sadece dostane bir yaklaşım olabilir. Dolayısıyla bu ayetler bir bütünlük içinde okunup değerlendirildiğinde ortada bir çelişki yoktur.

 

                                           Harpte Maksat Ne  Olmalıdır ?

 Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdafaa etmek” ve “ Zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidayet yolunu açmak.”

 Müslümanlar açısından savaşın en önemli nedeni, Kureyşliler kendilerine işkence yapıp hicrete zorlamalarıydı. Ayrıca Mekkeliler, hicretten sonra Müslümanların geride bıraktıkları mallarını yağmalamışlardı. (Muhammad  HAMİDULLAH, Hz. Peygamber’in Savaşları,s. 32)

  “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Sûresi, 256)

 Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorlarsa bunlarla savaş etmek de cihattır. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir. Bu konuda İslam hukuka o kadar riayet eder ki, Müslüman bile olsa “Askerlik yapmayan bazı Müslüman gruplardan, zekat yerine cizye tahsil edildiği olmuştur.” (Arnold, İslam’ın Tebliğ Tarihi, s.92 -93)

Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, “harb-i ıslâh ve harb-i ifsad” diye ikiye ayırır ve müminlere emredilen harbin “Islâh harbi” olduğunu beyan eder. Cihada çıkan müminleri de “azaba istihkak kesbetmiş bir kavme azab-ı Hakk’ın tatbikine memur bir el” olarak görür.

      “Antlaşma yaptığınızda Allah’ın ahdini yerine getirin.” (Nahl Sûresi, 91)

 “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah’ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara Sûresi, 190) fermanına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır. Kadın, çocuk, ihtiyar gibi harbe iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. ( Mehmet Kırkıncı )

Bakara 190: “Onları Nerede yakalarsanız öldürün. Sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından çıkarın. Fitne, adam öldürmeden beterdir. Yalnız onlar, Mescidi Haram yanında sizinle savaşa kalkışmazlarsa siz de onlarla Mescidi Haram yanında savaşmayın. Ama onlar, sizi orada öldürmeye kalkışırlarsa öldürün onları. Budur kafirlerin cezası işte.”

Ayet neden nazil olmuştur: Hicretin 6.yılı (m.628) zilkade ayında resulullah umre ziyareti amacıyla ashabı ile medineden çıktı.fakat müşrikler geçit yerlerini tutarak ve Müslümanlar üzerine taş ve ok yağdırarak ilerlemelerine ve mekkeye girmelerine engel oldular.resulullah,mekkeye bir günlük mesafede hudeybiye köyüne çekilmek zorunda kaldı.Müşriklerle yapılan çetin müzakereler sonunda hudeybiye müsalahası imzalandı.Böylece umre gelecek yıla kaldı. Müslümanlar,hicretin 7.yılı,bir önceki yıl yapamadıkları,umreyi kaza için Mekke’ye geldiklerinde,müşriklerin, antlaşmaya bağlı kalmayıp harem toprağında ve haram ayda, kendileri ile savaşmalarından endişe ettiler.ve bu durumdan hoşlanmadılar.İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.Bu ayetin,haccın hükümlerinin beyan edildiği ayetlerle beraber zikredilmesi de bu görüşü destekler.

 

        Tevbe 5. ayet: “o müşrikleri nerde bulursanız öldürün” ne demektir?

      – Konuyu ele aldığımız yazımız için, tıklayınız.

     Kur’an-ı Kerim bir defada bir kitap olarak indirilmemiş, olaylara göre 23 yıl zarfında gelmeye devam etmiştir. Burada söz konusu olan, Hz. Peygamberin ve ilk Müslümanların müşriklerle savaş halidir. Nasıl ki, bir devlet teröristlere şöyle bir ültimatom verebilir: “Size dört ay müddet. Ya bu müddet zarfında teslim olursunuz, ya da görüldüğünüz yerde öldürülürsünüz .” Onun gibi, Tevbe Sûresinin ilk ayetlerinde belirtildiği üzere, müşriklere dört ay süre verilmiştir. Bu müddet zarfında onlara ilişilmeyecektir. Fakat eski hallerine devam ederlerse, ölüm fermanı söz konusudur. “Onları nerede bulursanız öldürün” mealindeki ayetin son kısmı “Allah Gafur ve Rahimdir’’ diyerek biter. Bununla “Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir. Siz de öyle olun” mesajı verilmektedir. Bir sonraki ayette ise şöyle denilir: “Eğer müşriklerden biri bağışlanma için sana gelirse onu bağışla.. Ta ki Allah’ın kelamını dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir.” Bu ayette, müşrikler hakkındaki ilahi rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Demek ki, müşriklere bu dinin güzelliğini görmek, Allahın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar, bu dini bilmeyen bir toplumdur. Onlardan bu şekilde gelenler, İslam beldesinde emniyet içerisinde yaşarlar, gezerler. Müslümanların hallerini gözlemlerler, neticede İslam’a girmeyebilirler. Kabul etmediğinde “Sen müşriksin” denilip öldürülmez, emniyet içinde vatanına dönmesine yardımcı olunur.

     Enfal Sûresi, 39. ayet:  “O müşriklerle hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar savaşın” ne demektir?

   Öncelikle şunu ifade edelim: İslam dininin, Müslümanlarla anlaşma yapan dışarıdaki kâfirlere ve yine bir İslam ülkesinde yaşayıp cizyesini (vergisini) veren gayr-ı Müslimlere hayat hakkı tanıması gösteriyor ki, söz konusu ayet-i kerimeyi din hürriyetine bir engelmiş gibi yorumlamak gerçeğe aykırıdır. İslâm’da, sözünü ettiğimiz bu iki gurup gayr-i Müslim ile sulh içinde yaşamak esastır. Onlarla savaşılmaz, onların hakkı muhafaza alındadır. Bu ayet-i kerime, Müslümanlara iki büyük hedef göstermiştir:

1-Fitnenin (her türlü kaos ve kargaşanın) kökünü kazımak.

2-Allah’ın dinini hakim kılmak.

Bunlardan birincisi, evrensel bir barış demektir. Yani, bütün insanların huzur ve emniyet içinde yaşayabileceği bir vasat meydana getirilmelidir. Öyle ki, gayr-i müslim bir devlet, başkasına zulüm etse, bu fitneyi def için mazlum devlete yardım edilebilmelidir. Şu ayet, bu manayı teyit eder: “Size ne oluyor ki, ‘ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisa Sûresi,75) Tarihin hemen her devrinde, dünyanın değişik yerlerinde ayette tasvir edilen manzarayı görmek mümkündür. Bir takım erkekler, kadınlar ve çocuklar zulme uğratılmakta, mağdur edilmektedir. Hayatı işkenceye çevrilen bu insanlar “Ey Rabbimiz, bizi bu zalimlerden kurtar!” diye yalvarmaktadır. İşte, bu insanların kurtarılması için mücadele verecek kimseler çok ulvi bir cihat yapmış olacaklardır.“Allah’ın dinini hakim kılmak.” Ayetini ise yanlış anlamamak gerekir. Zira, bir başka ayette açıkça “Dinde zorlama yoktur.” denilmiştir (Bakara Sûresi, 256) Dinde tebliğ vardır. Peygamberimiz hiç bir insanı zorla Islâma sokmamıştır. Zaten öyle bir şey insan tabiatına aykırıdır. Silah zoruyla din değiştiren birisi gerçekte asıl dinini devam ettirir. Hem peygamberimiz devrinde, hem de sonrasında Müslümanlar diğer dinlerin mensuplarına tam bir din ve inanç hürriyeti tanımışlardır. Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da kilise ve havraların günümüze kadar gelmesi, Balkanlarda 400 yıl süren Osmanlı idaresi zamanında Hıristiyan halkın dinlerini rahatça yaşaması İslâm’daki din ve inanç hürriyetini açıkça ortaya koyarlar.“Dinin bütünüyle Allah’ın olması”, sadece Allah’a ibadet edilmesi manasını ifade eder. O halde, bütün insanların ancak Allah’a ibadet etmeleri bir Müslüman’ın en büyük gayesi olmalıdır. Bu ayette, buna engel olan müşriklerle cihat etmek ve tevhit inancı önündeki bütün engelleri kaldırmak Müslüman’a gaye olarak gösterilmiştir.

  “Sizinle savaşanlarla sizde Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez.” ( Bakara Sûresi, 190)

Ayette şu gibi hususlara dikkat çekilmiştir.

1- “Sizinle savaşanlarla savaşın.” Yani, sizinle savaşmayanla savaşmayın. Nitekim Hz. Peygamber, komutanlarına “kadınları, çocukları, yaşlıları, mabetlerde kendini ibadete verenleri öldürmemelerini sıkı sıkıya tembih etmiştir.

2- Yapılan savaş “Fi sebilillah” yani “Allah yolunda” olmalıdır. Başkaları yeni ülkeler ele geçirmek, hammadde kaynaklarına sahip olmak gibi gayelerle savaşıyor olabilirler. Fakat bir Müslüman ancak Allah yolunda savaşır. Yani, yeryüzünde zulmün, fitnenin, kaosun önüne geçmek gibi gayelerle mücadele eder.

3- Savaş esnasında veya sonrasında haddi aşmak, taşkınlık yapmak caiz değildir. İslamiyet, öldürürken de güzel öldürmeyi emreder. Mesela, işkenceyle öldürmek veya kulak-burun kesmek gibi taşkınlıkları yasaklar. Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur:“Size ne oluyor ki, ‘Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisa Sûresi,75)

   İslam’da asıl olan savaş değil, barıştır. Fakat insanlara zulmedilmesi veya bir devletin başkasına saldırması gibi durumlarda savaş söz konusudur. Böyle bir durumda İslam savaşa izin verir. Yoksa, dünyada hiç savaş yokken İslam böyle bir şey ihdas etmiş değildir. İslam’ı savaş dini olarak görenler, kendi tarihlerine baktıklarında tarihlerinin hemen her dönemlerinde savaş olduğu realitesiyle karşı karşıya geleceklerdir. Dolayısıyla, İslam’da savaş hükümlerinin olması İslam için bir eksiklik olmayıp, bilakis bir kemaldir. Zira ayetlerde ve hadislerde bildirilen hükümlerde, savaş gibi kaçınılması mümkün olmayan bir realite, bedevi-vahşi bir görüntüden çıkartılıp medeni- insani bir şekle getirilmiştir. ( Doç Dr. Şadi Eren )

   Tevbe: 2. ayet: ” Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz; onları yakalayınız; onları hapsediniz ve on­ları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz. Eğer töv­be eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakınız. Allah affeden ve merhamet edendir.”

1. “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz ” Bunun anlamı her zaman, her yerde, her müşriğin öldürülür ” demek değildir. Peki müşrikler saldırmazlık paktı olan haram aylar aktıktan sonra mı öldürülecektir? Bu sorunun cevabını birkaç âyete baş vurarak vermek gerekir: Enfâl sûresinin 58. âyetinde belirtilen antlaşma\ bozarak Müslümanlara ihanet edenler, Tevbe sûresinin 4. âyetinde belirtilenlerin tersini yapanlar, yani Müslümanlarla antlaşma yaptıkları halde bunun tersi-eksiklik yapanlar, Müslümanların aleyhinde başka toplumlara yardımda bulunanlar kendileriyle savaşılacak olanlardır.
Bu şekilde davranan müşriklere haram aylardan sonra savaşılır , bu durumda onların öldürülmelerine cevaz verilir. Bu konuda Elmalı Hamdi Yazır’ın, “haram helâl demeden onlar nerede bulunursa öldürülür” görüşü doğru değildir, der.

   Enfal Sûresi, 39.ayet: “Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız. (İnkâr ve fitneden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptık­larını çok iyi görür. Eğer yüz çevirirlerse biliniz ki, Allah sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.”

Her iki âyetin açıklanmasından varılacak neticeler şunlardır:

 1. “Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” Buradaki fitnenin ne olduğunu anlamak için Enfâl sûresinin 36. âyetine bakmak gerekir, Mallarını, Allah yolundan insanları alıkoymak için harcamak, bu konuda insanları ayartma faaliyetidir. Allah bu dayatmanın, belânın, bozgunculuğun kaldırılması için savaşa izin vermekte, hatta onu emretmektedir. Dinin tamamen Allah’ın olmasının anlamı inanç ve din özgürlüğünün tam anlamı ile hayata geçmesidir. Enfâl sûresinin 30 ile 34. âyetlerinde geçen inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak hem fitne hem de insanları Allah katından koparmak anlamına gelmektedir.

“Din, sadece Allah’a ait oluncaya kadar” ifadesine Muhammed Esed, “Hiçbir cezalandırma korkusu duymadan Allah’a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar” anlamını vermektedir. (Bakara 2/193. âyete yaptığı 170. dipnot açıklaması) İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemek için yapılan bütün zorlamalar, dayatmalar insan ile Allah’ın arasındaki ilişkileri bozduğundan hem fitne hem de zulümdür. Bu zulüm ve fitneyi ortadan kal­dırmayı Allah insanlara, yani müminlere hedef olarak tespit etmektedir. Özgürlükleri korumak, zulmün alanını daraltıp kaldırmak savaşa bir sebeptir. Müşriklerin, Hz. Peygamber’i hapsetme, öldürme veya ülkesinden çıkarma teşebbüsleri, müminleri ibadet yapmak için gittikleri Mescid-i Haram’dan geri çevirmeleri, Allah’ın yolundan insanları alıkoymak için teşkilâtlanmaları (Enfâl 8/30, 34, 36) bütün bunlar inanç ve ibadet öz­gürlüğünü engellemek anlamına gelmektedir. Bu da savaş sebebi olmaktadır.

2. “Son verirlerse, şüphesiz ki Allah anların yaptıklarını çok iyi görür.” Burada neye son vermeleri istenmektedir? Ayetin birinci bölümü bunu açıklamaktadır: Fitneye son vermek, inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemeyi terk etmektir. Buradaki son verme kavramı direnmeyi bırakıp değişimi gerçekleştirmeyi ifade etmektedir. Savaşın çıkmasından önce veya savaş anında bu değişimi gösterirlerse, artık onlarla savaşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Onların değişimi gerçekleştirmek için sergileyecekleri eylemleri Allah gözle­mektedir. Bunun anlamı onların değişiminin değerlendirmeye tâbi tutu­lacağıdır. Değişim iyiden yana olacağından ilâhî değerlendirme de iyi­den yana olacaktır. ( Prof. Bayraktar Bayraklı )

   Savaşın gayesi -hiç şüphe yok ki- bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir;savaş, isteyenlerin İslam’a girmelerini, istemeyenlerin ise İslam’ın hakimiyeti altında dünya nimetlerinden istifade ederek adalet ve hürriyet içinde yaşamalarını sağlayacaktır. İşte bu manada ve bütün insanlığa şamil barış, refah ve mutluluk Müslümanların kılıçlarının gölgesi altında gerçekleşecektir. “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin, Allah’tan afiyet isteyin. Düşmanla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” diyen hadis bu manalara ışık tutmaktadır. Yine bu hadise göre İslam’da savaş arzu edilen, sadistçe zevk alınan bir vasıta değil, başka çare bulunmadığı zaman başvurulan, yüce gayelere yönelik bir vasıtadır ( Müslim, el-Cihad, 5. )

   Tevbe 29. ayet: ” Kitap verilenlerden, ” Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın. “

 Şimdi bu ayet Müslümanlara, diğer din mensuplarına cizye verinceye kadar onlarla savaş yapılmasını mı emrediyor. Ne alaka Tevbe suresini baştan sona okuduğumuzda, Peygamberle anlaşma yapmış olan Yahudiler bu anlaşmalarını bozarak, müşriklerle beraber Müslümanlara karşı savaşmışlardır. Yani ortada İslam devleti ile yapılan anlaşmayı bozup savaşan hain bir taraf vardır, ve bunlar Müslümanlara zarar vermişlerdir. İşte tevbe 29 da emredilen bu hainlerin verdiği zarara karşılık olarak hakir bir şekilde savaş tazminatı ödeyinceye onlarla savaşılmasıdır. Yoksa durup dururken herhangi bir kavim ile, zoraki vergi verinceye kadar savaşmak değildir. Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.

  ”  Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır. ” (Mümtehine: 9) Allah Müslümanlarla savaşmayan kimselere iyilik yapmamızı ve onlara adil davranmamızı emrediyor. Bakara..256-” Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Dinde zorlama olmadığı halde, hangi gerekçe ile Müslümanlar başka kavimlere savaş açabilirler. Ne diyecekler Müslümanlar onlara ya İslamı seçin yoksa cizye verin aksi takdirde sizi imha ederiz mi diyecekler? Bakara 190: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.” Bu ayette de görüldüğü gibi ayet gayet açık ve net. Eğer Müslümanlar düşmanlar tarafından saldırıya uğrarlarsa elbette savaşacaklar. Enfal ”  39 Siz de ortalıkta bir fitne kalmayıp din, tamamıyla Allahın dini oluncaya kadar onlara cihad edin, eğer vaz geçerlerse her halde Allah amellerini görür.” Ayetin sonu eğer vazgeçerlerse diyor. Eğer kıyamete kadar sürecek bir savaş ise neden vaz geçerlerse yazıyor ayetin sonunda .

   Enfal:30 : “Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da, onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzak kuruyordu. Öyle ya, Allah tuzakların en hayırlısını kurar.” 31: Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, “işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” diyorlardı. 32: Bir vakit de, “Ey Allah, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize daha acı bir azap ver” demişlerdi.33: Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edecek değildir.34: Şimdi ise Allah’ın kendilerine azap etmemesi için neleri var ki? Oysa Mescid-i Haram’dan men ediyorlar. Üstelik onun hizmetine ehil kişiler de değiller. Çünkü onun hizmetine ehil olanlar ancak muttakilerdir. Lâkin çoğu bunu bilmezler.35: Kâbe huzurunda onların duaları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir. O halde inkârınızdan (ve nankörlüğünüzden) dolayı bu azabı tadın bakalım.,36: Mallarını, Allah yolundan engellemek için sarf eden o kâfirler, hiç şüphesiz yine onu sarf edecekler. Varsın sarf etsinler, sonra o yüreklerine inen bir acı olacak, sonra da mağlup olacaklar. Zaten kâfirler toplanıp cehenneme gönderilecekler.37: Allah, murdarı temizden ayırt etmek için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmek ve topunu birden cehenneme koymak için böyle yapar. İşte bunlar o hüsran içinde kalanların ta kendileridir.38: O kâfirlere de ki: Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yok yine karşı koymaya başlar, isyana dönerlerse, önceki ümmetlere uygulanan kurallar kendilerine de uygulanacak. (Artık o ilâhî uygulamayı beklesinler.)39: Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür.40: Yok vazgeçmez de tekrar eskiye dönerlerse artık bilin ki, Allah sizin yardımcınızdır. O ne güzel mevla, ne güzel yardımcıdır. Ayetlerin tamamını göz önünde aldığımızda görülen odur ki, müşrikler sürekli olarak Hz. peygambere karşı bir takım suikast planları peşindedirler. Onlar bu suikastlarından vazgeçmedikleri sürece elbette ki onlarla savaş yapılacaktır, bundan doğal ne olabilir ki
 ( Kemal Acar )

   12. yüzyıl fıkıhçılarından Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’nin (Ahkâmu’l-Kur’an, II, 875 vd. ) ve 10. asrın büyük alimlerinden Cessâs’ın (Ahkâmu’l-Kur’an, III, 68) tenkit ve açıklamaları şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler (Bakara, 2/191; Tevbe: 9/5), Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir.  Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dinin amaçlarına bağlıdır. Buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek caizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medîne’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik guruplarla barış antlaşması yapmıştır. Aynı şekilde Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hıristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmü, anlayışı ve uygulaması ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.

     Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde, siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa: 4/75-76) savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah rızası, b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak. “Allah rızası” da fayda bakımından kullara raci olmaktadır; Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızası için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak adil olduğu ve zerre kadar zulme razı olmadığı için “Allah rızası için savaşmak”, adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. “Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah, kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” ( Hac: 22/39-40 ) açıkça anlaşılmaktadır ki hak, hürriyet ve adalet yalnızca Müslümanlar için değil, bütün inananlar, zayıf olduklarından haksızlığa uğrayanlar için istenmektedir.

   İslam’da savaşın sebebi başkalarının zararına maddi menfaat, nüfuz ve hakimiyet sağlamak olamaz. Sebep haksızlığa uğramak, zülme maruz kalmak, hukukun çiğnenmesi; din ve vicdan özgürlüğünün ortadan kaldırılması, insanların yurt ve yuvalarının ellerinden alınması, zayıfların sömürülmesidir. Bu husus birçok âyette vurgulanmıştır. Eğer bu sebep sulh yoluyla ortadan kaldırılabilseydi, amaca barış yolundan ulaşmak mümkün olsaydı savaş “israf, zulüm ve mânasız” olur, dolayısıyla gayr-i meşru hale gelirdi.

    İslam’ın, farklı din ve inanç sahibi topluluklara bakışını, onlarla kurulacak ilişkinin şeklini ve amacını ortaya koyması bakımından şu iki âyet önemli, aydınlatıcı ve belirleyicidir:  ” De ki: Ey Ehl-i Kitab! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir inanca gelin: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, Allah’ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeyelim’. Eğer bu çağrıyı kabul etmezlerse onlara ‘Şahit olun ki biz müslümanız; yani bir tek Allah’ın iradesine teslim olmuşuzdur’ deyin”  (Âl-i İmran: 3/69 ) “Allah, sizinle din yüzünden savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlarla iyilik ve adalet çerçevesinde ilişki kurmanızı size yasaklamıyor. Allah adalet ölçülerine göre davrananları sever” (Mümtehine, 60/8 )

  Birinci âyet, aslı vahye dayanan din mensuplarını, bütün hak dinlerin temel inancı olan tevhide çağırmakta, İkinci âyet ise Müslümanları, bir dine inansın-inanmasın bütün insanlar ile iyilik ve adalet çerçevesinde ilişkiler ve işbirlikleri kurmaya yönlendirmektedir. Bu âyete göre barış içinde yaşamak ve bütün insanlığın hayrına olacak faaliyetlerde işbirliği yapmak için diğer toplulukların belli bir inanca sahip olmaları şartı yoktur; tek şart karşı tarafın barış istemesi, insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi, âyetteki ifadeye göre dinine ve yurduna tecavüz etmemesidir.

    Başka çare kalmadığında meşru hale geldiği için başvurulan savaş, İslam’a göre bir katliam, bir körü körüne imha hareketi değildir; hedefi ve sınırları belli bir askeri harekettir. Bu hareketten sivillerin, masumların, çevrenin zarar görmemesi için sınırlamalar ve yasaklar getirilmiştir. Bu da İslam’da savaşın değil, barışın, intikamın değil, merhametin, imha ve tahrip etmenin değil, korumanın esas ve amaç olduğunun başka bir kanıtıdır.    
( Prof. Hayrettin Karaman)

 

 

                                                          Son söz

 İslam en güçlü olduğu dönemlerde bile yukarıda verilen ayetleri oryantalistlerin iddia ettiği şekilde anlamamış ve uygulamamıştır. 1000 sene İslam hâkimiyetinde yaşayan Anadolu’da hala Hıristiyan, Yezidi varsa, 300 sene Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan balkanlarda hala her mezhepten Hıristiyan yaşıyorsa, Endülüs, İstanbul, Kudüs fetihleri dâhil hep bunlar İslam’ın fikir özgürlüğüne delildir ve kılıç zoru ile yayılmadığının da ispatıdır. İçi kof iftiralar ile değil, bizzat yaşanan tarih iddiamızın kanıtları ile doludur. Konu ile alakalı” İslam barış dinidir.” Başlıklı yazımızı tavsiye ederiz.

 

 

 

 
                                          Amerikan cihadizmine serenat

 Cihadizm”e sövmeliyiz.Cihad”ı zinhar ağzımıza almamalıyız. Özgürlük adına, bağımsızlık adına, değerleri koruma adına savaşmak diye bir şey asla akla getirilmemeli. Böyle bir şey vuku bulursa, bunun Amerikan ya da Rus propagandası ile terör olarak damgalanmasını, ardından da yine Amerikan ve Rus savaşçılığı ile yok edilmesini alkışlamalıyız. Onların savaşı asla terör olamaz! Onlar hep insanlık adına savaşmışlardır! Rusların Afganistan işgali de, oraya insanlık ve erdem getirmek için yapılmıştı, Amerika’nın şimdiki işgali de… Amerika’nın Irak’ın işgali, orada bir milyonu aşkın insanın öldürülmesi de salt insani erdemler içindi! İslam adına cihat kötü, Amerikan çıkarları adına savaş iyi, kutsal! Aptalız ya! Medyamız bu aptallaşmaya çanak tutmaya teşnedir ya! Amerika artık sömürmeyecek Ortadoğu’yu… Pılısını pırtısını alıp gidecek ne de olsa terör bitti. İsrail artık Filistin’in yakasını bırakacak. Gazze’de çocuklar ölmeyecek artık. ??? Ömer Muhtar kimdi sahi? Çanakkale neydi sahi? Milli Mücadele neydi sahi?… Bin Ladin’den Amerika da kurtuldu, biz de kurtulduk. Bayram yapalım. Artık Batı dünyasında İslam’ın imajına kimse bir şey demeyecek. Amerika’daki rahip bilmem kim, Kur’an’a sövmeyecek. ??? Avrupa’daki İslamofobikler asla ayrımcılık yapmayacaklar. Hatta, AB’nin Hıristiyan kimlikçileri, 70 milyonluk Türkiye’yi bünyeye almaktaki rezervlerini kaldıracaklar. Bakarsınız AB’ye tam üye bile oluruz Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra… Aptalız ya… Aslında Amerika, İslam’ın yüzündeki terör lekesini silmek için yaptı bu operasyonu… Aslında Amerika, Geronimo’yu da, Kızılderililer’i terörist damgasından kurtarmak için öldürmüştü. Aslında Amerika’nın beyaz adamı, zencileri köle olarak kullanırken onları uygar vatandaşlar haline getirme çabası içindeydi. Milyonlarca köle hayatını kaybederken, basit bir uygarlaştırma bedeli ödediler. Aptalız ya…Emperyalizm falan hikâye idi… Aslında Batı dünyası bazen geri toplumların dirençlerini kırmak pahasına bir uygarlaştırma savaşı vermek zorunda kaldılar. Petrol metrol, savaş sanayii, bilmem ne, bunlar işin bahanesi… Amerika’nın, Rusya’nın ya da Avrupa sömürgecilerinin sömürgeciliklerine takılmamak lazım, bu sömürge statüsü içinde uygarlaşıyor muyuz, ona bakmak lazım. Yaa, aptalız ya… En kötüsü aptallığın içselleştirilmesi olmalı. Bizim her çevreden medyamızdaki gibi… Amerika bu kadar aptalca bir içselleştirmeyi bekliyor muydu, doğrusu tahmin etmek zor. Onlar erdi muradına, biz çıkalım mı kerevetine? Bu kadar mutluluk çok değil mi? Amerikan emperyalizmi diye bir şey yok artık. Öyle mi? Hegemonik çıkarlar bitti. Öyle mi? Amerika geldi ve İslam dünyasını bir teröristten kurtardı öyle mi? Amerika’ya bunun için Irak’ı ve Afganistan’ı ödül olarak verdik öyle mi? Acaba yeterli buldu mu Amerikamız bu ödülü? Filistin’i de İsrail’e versek nasıl olur ya da Hamas’ı? “Cihat kelimesini lügatlerinden kovmaya çalışanlar, yarın ülkeleri işgal edilirse ne yaparlar acaba? “Gel bizi de kurtar ey düşman, hoş geldin, sefalar getirdin” diye serenatta mı bulunurlar? (Ahmet Taşgetiren, Bugün: 05 Mayıs 2011 )

 

                                                   Cihad ve adaletsizlik

  11 Eylül 2000’de, Amerikalılar, devlete duydukları güveni kaybetti; terör, ABD’nin kalbini vurmuştu. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. İkiz Kulelerin yıkılmasıyla, İslâmofobi güçlendi. Müslümanlıkla şiddet birlikte anılmaya başlandı. Oysa, şiddeti doğuran İslâmiyet değil, haksızlık ve adaletsizlikti. ABD, Ortadoğu’da İsrail’i himaye ediyor ve bu maksatla bazı Arap ülkelerinde, halkına rağmen hüküm süren yöneticilerle işbirliği yapıyor. “Usama Bin Ladin öldü ama, El Kaide devam edecek” denilmesinin sebebi bu. Arap baharı, bölgedeki rejimleri demokratikleştirirse, halkın belirlediği iktidarlar Amerika ile ortak hareket etmek yerine, Filistinlilere sahip çıkarlarsa, Filistin ile İsrail arasında adil bir çözüme ulaşılırsa, ancak o zaman “cihad” sona erebilir. Şiddeti onayladığım sanılmasın ama, onu besleyen bataklığı da görmek lâzım.  ( Nazlı Ilıcak,Sabah:05 Mayıs 2011)

                                               Bin Ladin ve terör

   Meşru bir savaşı, işgale karşı direnişi veya cihadı, terör fiilinden ayıran kriter, masum sivillerin öldürülmesidir. Terörün tanımı şudur: Şu veya bu öznenin (kişi, grup-örgüt veya devlet), şu veya bu amaçla (dinî, askerî, siyasî, ekonomik, intikam, şahsî, ailevî, mezhep, sınıf çıkarı vs.) herhangi bir sivil masumun (savaşçı konumunda olmayan erkek ve kadınlar dışında kalan çocukların, yaşlıların, din adamlarının, kadınların, savaşa katılmayan erkeklerin) hedef alınıp öldürülmesi terör fiilidir. Bu açıdan bakıldığında El Kaide, terör eylemleri yapıyordu. Ancak bu tanımı temel aldığımızda ABD, İngiltere, Fransa, NATO kuvvetleri ve İsrail’in de masum sivilleri öldürmesi dolayısıyla “terörist” sayılmaları gerekir. Batı’nın El Kaide üzerinden İslam Dünyası’na karşı yürüttüğü yeni politik strateji, Müslümanların yaptığı eylemlerin “terör” sayılıp bundan “İslamî terörizm” kavramsallaştırmasının türemesine dayanır. Tabii ki El Kaide’nin referans aldığı “Onların terörüne biz de terörle mukabelede bulunuruz” fetvası İslam âleminde sayısız alim ve hoca tarafından kabul görmedi. Fetva sorunluydu, çünkü temel hüküm “Size saldırdıkları gibi siz de onlara saldırın, ama haddi aşmayın” şeklindedir. Masum sivillerin öldürülmesi “kısas” ve “mukabele-i bilmisli” değil, “haddi aşmaktır.” Bundan hareketle İslam dünyası ezici çoğunluğuyla “İslamî terör” suçlamasını reddetti. Ama zamirdeki niyetleri başka olan büyük oryantalistler “yeni bir fikir” öne sürüp aynı şeyi tekrar ettiler. Yahudi asıllı Bernard Lewis şöyle bir mütalaa yürüttü: “Belki ‘İslamî terör’ denemez, ama bütün teröristler Müslüman’dır.” Bu aynı kapıya çıkıyordu. Lewis’in demek istediği şuydu: Müslümanların işgallere karşı yürüttüğü mücadele terörizm tanımına girer. Ama Batılı istihbarat örgütlerinin ve devletlerin Afganistan’da kayıtlara giren 9 bin, Irak’ta 1 milyonu aşkın kişiyi öldürmeleri terör tanımına girmez. BM İnsan Hakları Filistin Özel Raportörü Richard Falk, İsrail ordusunun 2000 yılından bu yana 1300’den fazla Filistinli çocuğu katlettiğini belirtiyor. Geçen hafta NATO uçakları Libya’da Kaddafi’nin oğlu Seyfülarap yanında karısını ve üç çocuğunu katlettiler. Elbette teröre terörle cevap verilmez, ama sadece bir tarafın terörü de kınanmaz. Teröre son vermenin yolu kaynaklarına inmekten geçer. Obama, “Savaşımız İslam’a karşı değil” diyor. Samimi ise Batılı güçler Afganistan ve Irak’tan çekilsin; İsrail durdurulsun; dikta rejimlerine destek verilmesin ve Batı, İslam’a ve Müslümanlara saygılı davransın.  (Ali Bulaç, Zaman: 05 Mayıs 2011)

 

                                         Savaşı kimse istemez ama

İslam’da, en azından Hanefî yorumuna göre, savaşın sebebi küfür değil, savaştır. İnsanlar Müslüman olmadıkları için onlarla savaşılmaz. Öyle olsaydı bizim fıkhımızda bunca zimmi/gayrimüslim vatandaş hukukumuz olmazdı. Tarih boyunca başka ülkelerin zulmünden kaçan gayrimüslimler İslam ülkesine sığınmazlardı. Savaşın sebebini yukarıdaki (60/8-9) ayetleri özetler: ‘Onların’ savaş açmaları ve Müslümanların yurduna tecavüz etmeleri. Savaş sebebi olarak bu iki sebebe bir de (4/75) ayetinde söylenenleri eklemek gerekir: Hangi dinden olurlarsa olsunlar, zulme uğrayanların Müslümanlardan imdat istemesi. ( Faruk Beşer, Yenişafak, 07.02.2014)

“İslam, savaşı da barışı da anlamlandırdı. Savaş, başkasının elindekini alıp onu ölüme yuvarlamanın aleti olmaktan kurtarılıp insanlara hayat ve gerçek diriliği götürmenin bir kanalı yapıldı. Savaş dünyalık için değil, insanları zulümden kurtarmak için yapıldı. Öldürücü değil kurtarıcı savaş geldi. Yeni ideolojiler, terör savaşçısı oldular. Onların savaşında kadında öldürülür çocukta. Onların savaşının ürünü ölümdür, bizimkinin ise barış.” (Sezai Karakoç, Dirilişin çevresinde, s. 109)

 

 

islam-peace-1-2 

Savaş esnasında uyulması gereken kurallar Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. Serhat dedi ki:

    Allah razı olsun böyle bir siteye ihtiyaç vardı..Mazeretlerede cevaplar altında güzel şeyler eklenebilir. Elinize sağlık..

Yorum Yaz


Yukarı Çık