Savaş esnasında uyulması gereken kurallar

1.411 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

Savaş esnasında uyulması gereken kurallar

İslam savaş hukuku -Savaş esnasında bile hukuk!-

‘Çaba ve gayret sarf etmek’ anlamına gelen ‘cihad’, İslam inancına göre ‘nefs, şeytan ve düşman zulmüne karşı Allah yolunda mücadele etmek’ anlamlarına gelir. ‘Kıtal’ sözcüğü ise Kur’an-ı Kerim’de “savaş” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla cihad, kıtal anlamını da içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Cihat kavramının kök fiili olan “cehd” ve “cühd”, her türlü çabayı sarf etmek ve gayreti göstermek anlamlarına gelir. (Ezheri, Tehzibu’l-Luğa, I/458) Bir başka ifadeyle cihat; insanın iyi şeylere nail olması veya kötülükleri def etmesi için var gücüyle bütün takatini sarf etmesi manasına gelir. (İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, III/133-134) Cihat, Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, mali ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnanan kimselerin maddi-manevi bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak görünen düşmana karşı, şeytana karşı ve nefse karşı yapılan mal, can, dil ve kalp ile yapılan her türlü mücadele ‘cihat’tır. (İbn Kayyum, Zadu’l-Me’ad, III/9-11) “Cihat kelimesi kök itibariyle “ceht” kelimesine dayanır. Cihat bir amaç ve gaye uğruna her türlü gayret ve fedakârlığı yapmak demektir. Bu gayret ve fedakârlığı yapan kişiye “Cahit”; cihadı hayatının tarzı ve bir buudu haline getiren kişiye de “Mücahit” denir. Allah yolunda cihat ise kişinin Kur’ân’ın hakikatlerini yeryüzüne yayıp, bütün akılları ve kalpleri fethederek, insanların İslâm’ın nuruyla nurlanmalarına vesile olmak için canıyla ve malıyla mücadele edip, elinden gelen bütün fedakârlığı ve gayreti göstermesidir. Ancak bu gayrette ikna vardır, zorlama ve icbar yoktur. Kalpleri ihya vardır, bunaltmak ve karartmak yoktur.” (Bozkurt, M. İ.,  Mukaddime, s. 268-269) İlmi ve zihni ‘gayret sonucu’ içtihat yapan müctehid kelimeleri de ‘c-h-d’ kökünden türemiştir. Kur’an-ı Kerim, “Dinde zorlama yoktur. Doğru ile yanlış; hak ile batıl birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır.” (Bakara, 256); Hz. Peygamber’de, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin nefret ettirmeyin” (Müslim, 1732) buyurmuştur. Bu yazımızda cihad kelimesinin kıtal anlamı üzerinde duracağız.

“Bundan birkaç sene önce Twente Üniversitesinde bir konferansa katıldım. 600 kişiyi bulan dinleyiciler arasından birisi, Kur’an’ın şiddet içerdiğini ve insanları şiddete teşvik ettiğini iddia etti ve bana Kur’an’dan bir ayet okudu. Meali şöyleydi: ‘Küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.’ Ben ise ayetin baş tarafını okumasını söyledim Okumak istemedi. Ben tamamladım. ‘Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa!’ (Kur’an, Tevbe, Ayet 12) Bildiğiniz gibi, her devletin savaş hukuku kuralları ayrıdır ve barış hukuku kuralları ayrıdır. İslam Hukukunun birinci kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. Kur’an-ı Kerimde hem barış dönemine ve hem de savaş dönemine ait ayetler vardır. İşte Wilders ve benzerleri, Kur’an’ın savaş dönemine ait bazı ayetlerini alarak sanki genelmiş gibi göstermektedirler.  Şavaş ayetlerini okur da barış zamanına uygularsanız, o zaman hata yapmış olursunuz. Maalesef mesela Washington Times’ın yazarlarından Cal Thomas tıpkı Wilders gibi davranmış ve bu ayetin sadece ‘Onları yakaladığınız yerde öldürün’ ayetini alarak İslam’ı ve Kur’anı suçlamıştır. Eğer siz ayetlerin niçin nazil olduğunu veya hangi münasebetle Peygambere indirildiğini bilmezseniz, manayı anlayamazsınız.” (Prof. Ahmet Akgündüz, Yeni şafak, 06.04.2008) 

“Kur’an’da savaş, karşı çıkılması gereken bir şeydir; tek adil savaş, savunma savaşıdır. Bazen değerleri savunmak için savaşmak zorunlu olur.” (Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 241) Savaş kaçınılmaz olduğunda bile, Emile Dermenghem’in dediği gibi, “İslam, insana savaştayken dahi bir merhamet duygusu,  bir adalet duygusu vermektedir.” (Temoignage de I’İslam, Les Cahires du Sus, 1947) İslam’a göre “cihad, ‘Can, mal, namus, akıl ve dinin korunması için’ yapılan mücadeleye verilen isimdir.” (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 30) “Adalet, özgürlük ve düzenin korunması olarak meşru savaş; bir cihattır.”  (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 212) Unutulmamalıdır ki “Barış, ‘Dinamik bir şeydir.’ (R.G.Collingwood, The New Leviathan, s. 334) ve şuurlu, uyanık olmayı, hep farkında olma halini gerektirir.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s.195)  İslam hukukunda aşırı yorumcusu olduğu iddia edilen İbni Teymiyye bile, ‘insanların İslam’a döndürmek için savaş başlatılmasını veya Müslüman olmamaları durumda öldürülmeleri gibi bir durumun İslam’a aykırı olduğunu’ açıkça ifade eder. (İbni Teymiye, Kaide fi Kıtalı’l-Küffar, s. 59) Onun en meşhur öğrencisi İbni Kayyım el Cevziyye, ‘İslam, öldürmeye, savaş sebebiyle izin vermiştir. İnançsızlık, küfür sebebiyle değil.’ demektedir.  (Cevziyye, Ahkamu ehli’z-Zimme, I/17) “Haçlı Seferleri sırasında, ünlü Hanbeli alemi İbni kayyım el Cevziyye, adalet ilkesinin gözetilmesini hatırlatır. Müslüman olmayanlara karşı savaşın ancak, karşı tarafın saldırısı durumunda meşru olacağını söyler.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 76)   

Ganimet iddiası

“Hemen hemen her oryantalist askeri faaliyetleri ‘ganimet’ merkezli olarak değerlendirmekte ve İslam’ın kılıç ile yayıldığını iddia etmektedirler.” (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 292) Hâlbuki “Arapların İslam’ı kabul etmeleri genel ve samimi bir hareket idi. Arapların din bilinçleri artık uyanmış, Allah’ın davasını yükseltmek ve Allah’ın birlik ve ebedi ve ezeli oluşunu tanıtmak uğrunda ölmek, her Müslüman’ın ‘biricik samimi hedefi’ olmuştu. Güç kazanmak, düşmandan ganimet elde etmek, şan kazanmak, hatta ahrette cenneti kazanmak ancak bu hedefi kuvvetlendiriyordu.” (Lord John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur’an’ı Kerim; Hazreti Muhammed (sav)’den Özür Diliyorum, s. 31) “Akabe’de peygamber, “Bana destek vererek bütün saldırılardan koruyacağınıza ve savunacağınıza dair biat ediniz.” demiştir. Abbas bin Ubade Hazreclilere “bütün dünyaya karşı açtığı savaşları izleyeceğiniz anlamına gelmektedir.” diye hatırlatıyordu. Hazrecliler dediler ki: buna karşı mükâfatımız ne olacak? Hz. Peygamber: ‘Cennet’ dedi. Bu insanlar samimi olmasalardı bu sayılan fedakârlıkları dünyevi olmayan bir karşılık için yüklenirler miydi? Müslümanların komutanlarının, İran komutanına; “Sana, sizin hayatı sevdiğiniz kadar ölümü seven bir orduyla geleceğim.” demekteydi. Bi’ri maune olayında, şehit edilen Haram b. Milhan’ın “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki ben kazandım” diye haykırmasını, samimi inançtan başka ne ile açıklayabiliriz?” (Altay Cem Meriç, Peygamberliğin İspatı, Haber Delili, s. 99) “Thomas Walker Arnold: İmparator Heraklius, topraklarına giren İslam ordularını geri püskürtmek için bir ordu toplamıştı. Arap Kumandan Ebu Ubeyde, daha önce savaşın olacağı bölge halkından topladığı bütün cizyenin iadesini emretmişti. “Aramızda anlaşmaya göre, sizleri korumamız gerekiyor. Fakat şimdi bu bizim gücümüzü aşıyor. Geri veriyoruz. Eğer galip gelirsek anlaşmamızın şartları gereği kendimizi, sizi korumaya mecbur sayacağız.” Süryani tarihçi Telmahreli Dionysios Armania, Suriye ve Roma ülkesinin merkez topraklarına 300 bin kişilik bir ordu topladı. Ebu Ubeyde, Said b. Kulsum’a, Damaskos halkından toplanmış verginin, aynı şekilde iade edilmesini emretti. “Şayet Muzaffer bir şekilde geri dönersek bunu geri alacağız, muktedir olamazsak verginiz burada, onu alın.” Kendilerine saldıran büyük bir ordudan haberdar olmuş İslam ordusunun, elbette paraya ihtiyacı olacaktır. ‘İslam fütuhatının kökenlerini, iktisadi olgularda ya da ganimet hırsında aramak abestir.’ Fethedilen pek çok bölgede halka, Müslüman olsun diye kendilerine para verilmiştir.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 339-341) “Mekke’nin Fethedildiği zaman yıllarca kendisine ve müminlere her türlü işkenceyi yapanlar ele geçirilmişti.  Bazı komutanlar (Sa’d b. Ubade gibi ) müşriklerin yıllarca yaptığı işkence karşısında ellerine intikam alma fırsatını geldiğini ifade etmek için  “Bugün savaş günüdür.” demişlerdi. Bu söz karşısında Efendimiz: “Hayır bugün ‘merhamet ve bağışlanma’ günüdür.” diyerek onu uyarmış ve yerine  Kays b. Sa’d’ı komutan tayin etmiştir. (İbn-i Seyyidinnas, II/232; Buhari, Meğazi, 48) “Halife Ömer bin Abdülaziz de bir defasında dünyevi şeylere meyleden bir valisine, “Yazıklar olsun sana! Hz Muhammed, servet yığmak için değil, hidayet önderi olarak gönderilmiştir.” demişti. İslam hükümetinin temel meselesi ahlak eğitimidir. Bu hükümet siyasi ve iktisadi meselelere dini açıdan bakmakta ve ahlakı maddi menfaatlere tercih etmektir.” (Prof. Ebu’l Hasen Ali En-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti, s. 273) 

Hz Muhammed için ‘hakaret dolu’ sözler (İntikamcı, tiran, sahtekar; Müslümanlar için, ganimet avcısı, katil, fanatik, barbar) sarf eden oryantalistlerin bu üsluplarında, aslında yaşadıkları dönemdeki misyonerlik faaliyetleri ile irtibatlı olmalarının büyük önemi vardır. Muir’in deyimi ile ‘Hıristiyanlığın en büyük düşmanı’ olarak İslam’ı görmeleri, üsluplarında Dımeşki’den beri aynı çizgiyi devam ettirmelerine neden olmuştur. Oryantalistler bazen tek bir olayı genelleştirip sonuç çıkarmaya çalışırken bazen de sonuçtan hareketle sebep belirlemeye çalışmaları nedeni ile ‘keyfi bir tutum’ içinde bulunmuşlardır. (Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Seyfettin Erşahin, Mehmet Özdemir, İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 293) Nahve gazvesi olayını değerlendirirken sonuçtan hareketle amacı belirlemişlerdir. Halbuki İ. Hişam, Vakidi, İ. Sa’d ve Taberi, komutana verdiği mektupta, ‘Müşrik kervanlarını gözetleme ve haber getirme’ görevinden bahsedilmektedir. (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 294) Goldziher dışındaki oryantalistler Hz Muhammed’i ‘milli bir lider’, yerel bir komutana indirgemek isterler. Goldziher ise Hz Muhammed’in kendisini evrensel bir misyona sahip biri olarak gördüğünü ifade eder. (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 295) Mekke’deki Muhammed ile Medine’deki Muhammed’i farklılaştırma gayreti de diğer bir oryantalist amaçtır. ‘Medine döneminde askeri ve siyasi bir lider’ ön plana çıkarken ahlak geriledi iddiasındadırlar. Watt ise, Medine döneminde de risalet görevini ‘unutmadan hareket ettiğini’ belirtirken (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 296) Boswort Smith’de benzer bir görüşü dile getirir: ‘Muhammed’in Medine’de hızlı bir ahlaki çöküntüye geçtiği iddiası yaygın bir yanlış anlamadır. Eğer Mekke’nin fethine dek hep maskeli dolaşsa idi, Mekke’ye girdiği an ihtiras ve şehvetperestliğini tatmin edecek, intikam hırsını dindirecek bir zamandı. Peki, bütün bunlardan bir eser var mı? Muhammed’in Mekke’ye girişini Marius veya Sulla’nın Roma’ya girişlerini yan yana getir ve oku! Güç kullanımını kıyasla! İşte o zaman biz Arabistan peygamberinin büyüklüğünü ve hoşgörüsünü daha iyi takdir mevkiinde olacağız. Ne yasak listeleri, ne yağma ne de ölçüsüz bir intikam vardı.’ (Smith, Muhammed and Muhammedanism, s.121) Oryantalistler vahiy ile Hz Muhammed ilişkisinde Muhammed’in vahiylerinin insani kaynaklı olduğunu, bu kaynaklarında ittifak etmeseler de (Yahudi, Hıristiyan kutsal metinleri, Arap geleneği, hanifler vb.) vahiy almadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Sadece Watt, Hz Muhammed’inde Kitabı Mukaddes peygamberleri gibi vahiy aldığına kesin olarak inandığını söylese de, bazı ayetlerin açıklamalarında ayetlerin Hz Muhammed’in bilincinin birer mahsulü olarak gördüğünün  intibaını vermektedir. (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir s. 297) Hz İsa’nın hiç savaşmadığını iddia eden oryantalistler, karşılaştırılan iki öznenin özelliklerindeki farklılıkları göz ardı etmektedirler. Biri ”Tanrının oğlu” dolayısı ile ilah iken, diğeri kelimenin tam anlamı ile ”insan”dır. Ayrıca kitabı mukaddes’teki peygamberler de savaşçıdırlar! Hz Musa, Yeşua, Süleyman, Davud (Sayılar, 31,1-19; Tesniye, 15-16;3-6; Yeşua, 8:24-28) Tevrat vahiy mahsulü olduğuna göre bunu nasıl izah edeceklerdir? Bu durum onlar için tam bir tezattır. Haçlı savaşları papanın onayı ve desteği ile olmamış mıdır? Daha 13. yüzyılda bile Ramon Lull, misyonerlik için bile kılıcın desteğine gerek duyarken, Saksonların, Güney Amerikalıların, Endülüs Müslümanlarının ve Filipinlerin Hıristiyanlaştırılması askeri destekle olması bir tesadüf müdür? (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 299) ‘İslam barış dinidir’ adlı yazımız, bu konuları da ele almaktadır.

Hz. Muhammed kendisini hiç bir zaman sadece bir vaiz olarak tanıtmamıştır. O (sav) hem devlet yönetmiş, hem imamlık yapmış hem de peygamberlik görevini yürütmüştür. Hayatın bir gerçeği olarak savaşlarda komutanlıkta yapmıştır. Burada asıl üzerinden durulması gereken Hz Muhammed’in savaşları yönetmesinin doğru olup olmaması değil, nasıl ve hangi ölçülerle bu savaşları yaptığı, meşru ve adil olup olmadığıdır. Hz Muhammed savaşın temenni edilmemesi gerektiğini belirtmiştir. (Buhari, cihad, 112,156; Müslim, cihad, 10-20) Bir taraf haksız yere savaş başlattığında ise, ona karşı çıkmak ahlaki bir gerekliliktir. Mekke’de yaşanan baskı, zulüm, işkenceler neticesi yurtlarını terk etmek zorunda kalan Müslümanlar Medine’ye yerleşirler. Ama mektup ve askeri müfrezeler gönderilerek müşrikler baskılara devam ederler. Oryantalistler hep Medine’ye odaklandıkları için, Müslümanların içinde bulundukları mağduriyet, baskı, sürgün, fiziksel ve psikolojik eziyetler ‘bilerek veya bilmeyerek’ hep göz ardı edilmiş, bu nedenle de asıl amaca hizmet edecek daha önemsiz konular (ganimet, muhalif kişilere saldırı yapılması) asıl amaç gibi gösterilmiş, sunulmuştur. (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 300) İslam meşru müdafaa savaşlarını savunur. Hz Muhammed’in savaştığı Kureyş dışındaki kabileler; Hevazin, Sakif, Mustalikoğulları gibi kabileler, Kureyş ile yakın ilişki içinde idiler ve sık sık Medine’ye baskın düzenlemeyi planlamışlar (Vakidi, I/194, 196, 7,341;İbni sad, II/I34-35) Müslüman kervanlarına saldırmışlar. (İbni sad, II/88-90) İslam’ı anlatmak için yola çıkanları katletmişler. (İbni Hişam, III/196,183; İbni sad, II/123) ve Medine yakınlarına baskın düzenleyerek hırsızlık yapmışlardır. (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 301) Yahudilerde Medine sözleşmesine rağmen İslam aleyhine yoğun propagandaya girişmişler, münafık ve Mekke’li müşrikleri kışkırtmışlar, yaptıkları anlaşmaları ihlal etmişler, ilişkileri gerilimli hale sokmuşlardır. Hendek savaşında Mekke’lilerle anlaşma görüşmeleri yapan Mustalik oğullarına aralarındaki anlaşmayı hatırlatmak üzere elçiler gönderilir. Hz Muhammed hakkında çok ağır ifadelerle geri gönderilirler. (Vakıdı, II/49; İbni sad, II/77) Hâlbuki daha önce Hz Muhammed, Yahudi olan diğer iki grup olan Nadiroğulları ve Kaynukaoğulları kendilerini üstün görürlerken, Mustakiloğullarını onlarla eşit statüde tutmuştur. (M. Hamidullah, Hz peygamber’in savaşları, I/634) Müslümanların ölüm kalım savaşı verdiklerindeki yaptıkları gizli anlaşma sonlarını hazırlamış, Evs’li Sad’ın verdiği hüküm karşısında da sessiz kalmışlardır. Hakem olan Sad’ı kendileri seçmişler, ihanetleri hakkındaki hükümde Tevrat, tesniye, 20;10-14’e uygun olarak verilmiştir. Watt’ın da altını çizdiği (Watt, Muhammad at Medina, s. 322) gibi bu karardan sonra Hz Muhammed’in ayıplanmaması da üzerinde durulması gereken önemli bir husustur.  “Hz Muhammed, oryantalistlerin iddia ettiği gibi fırsatçı olsa  idi, bir yıl sonra ele geçirdiği Hayber’deki Yahudilere de aynı muameleyi uygular, tüm Yahudi tehditlerinden ebediyen kurtulmuş olurdu. Hz Muhammed’in tek amacı İslam’ı yaymaktır ve O, dinin barış yoluyla yayılmasına izin verilmediğinde, bu durumu bir savaş nedeni olarak görmüştür.”  (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 305) “Hz Muhammed müşrik çocuklarının öldürülmelerini yasaklamış, ‘Bunlar müşriklerin çocuklarıdır.’ diyen sahabiyi, ‘Aralarınızdaki en seçkin Müslümanlarında babaları müşrik değiller miydi? Dikkat edin, çocukları öldürmeyin, bütün çocuklar İslam fıtratı üzere doğarlar.’ diyerek uyarmıştır. (Vakıdi, III/905) O, Savaş esirlerine iyi muamele edilmesini emretmiş, işkenceyi, tecavüzü yasaklamıştır. (A. Özel, Esir, DİA,  XI/385) Hz Muhammed (sav) savaş esiri yetişkin erkekleri köleleştirmezdi. Yaklaşık on esir dışında hiç bir esiri öldürmemiştir. Onlarda ya daha önce Müslüman öldürmüşler, ya işkence yapmışlar, ya sözlerini tutmamışlar (Mesela Ebu Azze adlı müşrik Bedir’de esir düşer, çocuğunu mazeret gösterince affedilir ama Mekke’ye dönünce ‘Muhammed’i kandırdım’ der ve Uhud savaşında yeniden esir düşüp yine af dileyince Hz peygamber, ‘Mekke’ye dönüp ellerini oğuşturarak Muhammed’e ikinci kere de hile yaptığını anlatmana fırsat vermeyeceğim.’ denilerek cezalandırılmıştır.) Hz Peygamber döneminde esir alınan kadın ve çocukların, çok azı hariç, serbest bırakıldığı gözükmektedir. Nitekim en çok esir alınan Mustalikoğulları ve Huneyn gazvesinden sonra tüm esriler serbest bırakılmışlardır. Sadece Kureyzaoğulları istisnadır ki, onda da İslam, kölelerin serbest kalmaları için ortamı uygun hale getirmiştir. Devlet hazinesinden bir pay bile bu iş için ayrılmıştır.” (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 307)  Bu konu, ‘kölelik’ adlı yazımızda ele alınmıştır. “Hz Muhammed savaşı en son çare olarak ele almıştır. Ancak zorunlu kalınca bir devlet başkanı olarak savaştan kaçınmamıştır. Anlaşmalı olduğu hiç bir kabileyi hayal kırıklığına uğratmamış, ilk bozan asla kendisi olmamıştır. Mekke’liler, Hudeybiye anlaşmasını bozana dekte Mekke’yi fethetmek için harekete geçmemiştir. Fetih sonrasında ise, bir kaç savaş suçlusu dışındakilerin tamamı serbest bırakılmışlardır.” (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 308) “Müslümanlar bir ülkeyi fethedince zorla İslamlaştırma faaliyetine asla geçmemişlerdir. Yüzlerce yıl geçse de bir çok Müslüman olmayan cemaat İslam topraklarında rahatlıkla yaşayabilmişlerdir” (Sarıçam,   Erşahin,   Özdemir, s. 310) “Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorlarsa bunlarla savaş etmek de cihattır. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir. Bu konuda İslam hukuka o kadar riayet eder ki, Müslüman bile olsa “Askerlik yapmayan bazı Müslüman gruplardan, zekat yerine cizye tahsil edildiği olmuştur.” (Arnold, İslam’ın Tebliğ Tarihi, s.92 -93)

Savaş esnasında uyulması gereken kurallar

İslam dini, savaşı bile belli kurallara bağlamış, savaş esnasında bu kuralları çiğnemeye izin vermemiştir. Bırakın savaş esnasında olmasını, normal zamanlarda hedefe ulaşmak için her şeyi mubah gören materyalist zihniyet sahibi makyevelistlerin bu disiplini anlamaları beklenemez. Ama biz Müslüman’ız, dinimizin kuralları çerçevesinde hareket etmek dinimizin görevidir. Bizi biz yapan değerler  ve uymamız gereken kurallar vardır ve bizi ‘Zalim, acımasız, sömürgeci, vahşi’ olmaktan bu özelliklerimiz korur. Kur’an’daki bir ayeti açıklarken o konudaki tüm ayetler bir araya getirilmeli, ayetlerin iniş sebebi -Sebebi nüzul- bilinmelidir ki önyargı veya hata ile yanlış sonuçlara ulaşılmasın. Ayetlerdeki ifadeleri metnin ana akışından koparılarak farklı anlamlara çekmeye çalışmak ve ayetleri Kur’an’ın genel mantığından ayırarak değerlendirmek sadece hata arama gayretinin göstergesi olur.

Misyoner veya ateist zihniyet, özellikle savaş esnasında uygulanacak ayetleri barış zamanlarında gündeme getirip, İslam’ı savaş dini gibi göstermeye çalışırlar. Hâlbuki İslam barış dinidir. İslam’ın ruhu, barış ve hoşgörü ile yaşar. Temel bakış açısı barış, özgürlük, hoşgörüdür. Bu konularda ‘İslam barış dinidir’ ve ‘İdealler ve tarihten pratik realiteler’  adlı yazılara bakılabilir. Savaş insanlık tarihinin bir parçası olan bir realitedir. Ama İslam bu realiteyi bile kurallara bağlamış, sınırlar koymuştur. Atom bombası, napalm bombası, zehirli gaz gibi savaş araçlarının Müslümanlarca kullanılması yasaktır. Ama İslam’ı eleştiren zihniyet sahibi tüm ateist, Hristiyan ve Yahudiler bu araçları tarihte ve özellikle son yüzyıl içinde defalarca kullanmış ve katliamlar yapmışlardır. 

“İkinci Dünya Savaşı’nın Pasifik muharebelerinde ABD’nin 6 Ağustos’ta Japonya’nın Hiroşima kentine, 9 Ağustos’ta ise Nagazaki’ye atom bombası atar. 255 bin kişinin yaşadığı Hiroşima’ya atom bombası atan ABD, “dünyada ilk kez atom bombası kullanan ülke” olarak tarihteki yerini aldı. ABD’nin, Hiroşima’dan 3 gün sonra Nagazaki’ye de “şişman adam” (fat man) adlı bombayı atması sonucu 195 bin nüfuslu Nagazaki’nin yarısı yok oldu. Kentte ilk olarak 39 bin olan ölü sayısı, yılsonuna kadar 75 bine yükseldi.” (TRT Haber, 08.08.2023); ““İsrail, Gazze’de sivil halkın üzerine misket ve beyaz fosforlu bomba yağdırdı.” (Takvim, 12 Ekim 2023)

İslam’a göre sulh esas, savaş arızidir. Savaşı başlatan taraf asla Müslümanlar olmaz ama savaş başlarsa, o zaman cihad hükümleri devreye girer: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin, Allah’tan âfiyet (rûh ve beden sağlığı, huzur) isteyin. Düşmanla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Müslim, el-Cihad, 5) hadisi gereğince savaşı istemese de başlatan olursa Müslümanlar üzerine düşen görevi yerine getirirler. Serahsi’nin ‘el-Mebsut’ adlı ünlü eserinde “İslam hukukçularının çoğuna göre savaşın illeti (meydana gelmesine sebep olan husus) karşı tarafın dinimize ve ülkemize saldırıda bulunmasıdır.” demektedir. “Hz Muhammed Müslümanların maruz kaldığı sıkıntılar sebebiyle ya da İslam’a yönelik imha edici tavırlardan dolayı zaman zaman savaşlara girmek zorunda kalmıştır. Hz Peygamberin giriştiği savaşlarda mutlaka savaş hukukunun, savaş ahlakının ve savaş stratejisinin önemsendiğini, bunlar çerçevesinde adımlar atıldığını da unutmamalıyız.” (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 214)

Savaş ile ilgili genel kurallar, “Kadınların, çocukların, yaşlıların ve din görevlilerinin öldürülmesini; mal, mülk, ürün vs. imha edilmesini yasaklamıştır.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 47) “Hz Muhammed’in şahsında, ahlak yüksekliği ile cesaretin ve yiğitliğin birleşmesi, kazandığı başarılara yardım etmiştir. Savaşlarda kadın, çocuk, yaşlılara dokunmayı, direnmeyen halkın evlerine saldırmayı yasaklıyordu. Muhammed, İslam’a saldıranları bastırmış ama günahsız kadın, kız ve çocukları korumuş idi. İspanyollar Peru ve Meksika’da hiç merhamet göstermemişlerdir. Aynı İspanyollar 12 milyon Hintliyi yok ederken hareketlerinin Kitabı Mukaddese uygun olduğuna inanıyorlardı. Las Csasa diyor ki: Sen Dominik ve Jamaika adalarında köpeklerce parçalanmak üzere diri diri çocukların atıldığını gördüm.” (Lord John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur’an’ı Kerim; Hazreti Muhammed (sav)’den Özür Diliyorum, s. 29, 95) İslam hukukçularına göre savaşların meşru yani hukuka uygun olması şu şartlarda olur: “Savaş savunma savaşı olursa, barış antlaşmasının düşman tarafından bozulması nedeniyle, haksızlığa uğrayan Müslümanlara yardım etmek amacıyla, İslam’ın insanlara tanıtılmasına ve din vicdan özgürlüğünü sağlanmasına yönelik bir saldırı olursa. Savaş halinde yasak olan fiiller ise şunlardır: Kadınlar, çocuklar, hastalar, yaşlılar, din adamları, çiftçi, işçi, iş adamlarının öldürülmeleri. Düşman askerlerini yakmak, cesetler üzerinde tahribat yapmak, düşman devletin kadın vatandaşlarına tecavüz ve onlarla gayrimeşru ilişkide bulunmak. Öyle ki, bu eylemler had cezasını gerektirir. Düşman rehinelerin öldürmek, dini görüşlerine saygısızlık yapmak. Peygamberimiz Hayber’i fethettikten sonra, ele geçen bütün Tevrat nüshalarını Yahudilere iade etmiştir.” (Şiddet karşısında İslam, Prof. Dr. Ahmet Yaman, DİB,  s. 310-313, 325) Bilge ve izzet sahibi Aliya İzzetbegoviç’in, Demokratik Eylem Partisi’nin 12 Ocak 1994 tarihli (Bosna Savaşının tam ortasında) yönetim kurulunda yaptığı konuşmada, “Görüyorsunuz, Allah bizi zor bir imtihandan geçiriyor. İnsanlarımız boğazlanıyor, kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, camilerimiz yıkılıyor ve biz ne onların kadınlarını ve çocuklarınız öldürmek, ne de kiliselerini yıkmak istiyoruz. Bunu yapmak istemiyoruz, çünkü bazı istisnalar olsa da, ‘bu bizim tarzımız değil. Bu herkese ulaştırmamız gereken bir mesaj. Kazanacağız; çünkü öteki dine, öteki ulusa ve öteki siyasi duruşa saygılıyız.’ Çünkü aklı başında ve dürüst insanlarız. Aslında, ‘herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz, bizlere, açık bir biçimde yasaklanmıştır.’ Ve buna saygı gösterdiğimizde, kiliselere ve diğer dinlere saygı gösterme iradesini ortaya koyduğumuzda, ‘Kutsal Kitabımız’a dosdoğru bir biçimde ve harfiyen uymuş oluyoruz. Bu bizim zaferimizin anahtarıdır. Allah’ın yardımıyla kazanacağız, çünkü (Kur’an’ın) belirlediği bu  yasalara uyacağız.’ Sırbistan’a dört asır boyunca Türkler hükmetmiş olmasına rağmen, bu yasaklama sayesinde Deçani, Graçanica ve Sopoçani manastırları yerlerinde duruyorlar. Türkler buraları tahrip etmediler. Çünkü ‘inandığımız kitap, bu türden bir tahribatı reddediyor.’ İnsanlarımız bu kurala sadık kaldılar. ‘Çalışması ve savaşması gerektiğine, ancak olaylara hükmedemeyeceğine inanan bir topluluğa mensup değil miyiz? İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder’ ve O ne derse o olur.” demektedir. (Aliya İzzetbegoviç, Bosna Mucizesi, s. 34-35) “Savaşla ilgisi olmayan kadınların, din adamlarının, çocukların öldürülmesi İslam tarafından yasaklanmıştır. İster Yahudi olsun ister Hıristiyan, zulmetmemiş bir sivile el sürülemez. Mücahid sivil öldüremez. Afganistan’da Ruslara karşı savaşırken Ruslardan intikam almak, Rusları savaştan vazgeçirmek için gidip onların sivillerini öldürmüyorduk. Çünkü bunu herkes İslam’a aykırı görüyordu. Bundan dolayı da Rus sivillere karşı değil, sadece askerlere karşı savaşıyorduk. İslam için savaşanlar, mücahid kardeşlerimiz aşırılıklardan uzak durup nebevi metoda uymak zorundalar. Bunun için de ulemanın sözüne itibar edip, nasihatlerine kulak vermeliler. Cihad, İslam’ın önemli temellerinden biridir; fakat nasıl ki namaz kılmanın, abdest almanın kuralları varsa ‘cihadın da kendine göre kuralları vardır.’ Namazın farzlarını yerine getirmediğinizde namaz olmazsa, cihadın farzlarını yerine getirmediğinizde de cihad olmaz. Herkesi Kur’an ve Sünnet’in koyduğu kurallara, ‘Hududullah’a uymaya’ çağırıyoruz.” (Adem Özköse’nin Libyalı, Afgan mücahid komutanlarından Abdulhakim Belhac ile yaptığı röportajdan, Hakan Albayrak, Star, 01 Mayıs 2013)

İslam’da savaş hukuku

Haklı savaş gerekçesi ilkesi: Kur’an-ı Kerimdeki savaşın sebebi, düşmanın saldırı ve zulmüdür. Düşman Müslümanların yurtlarını basar, hicrete zorlar, can, mal ve din ve namus güvenliğini tehdit ederse, bu durum; savaşı zorunlu ve mecbur kılar. Kur’an’a göre, düşman güçlere karşı verilecek savaşın gerekçesinin makul ve haklı olması gerekir. Esasen “istila”, “sömürü” ve “tecavüz” için yapılan savaşları tanımayan İslam dini (Bakara, 205; Nisa, 94; Kasas, 83; Şura, 41-42) savaşa ancak: Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslam’a ve İslam ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı da diğerlerinden ayırmak için ona cihat adını vermiştir.

Adil savaş ilkesi: Adil savaş ilkesi, cihat fiilen başladığı zaman uygulanacak olan hususları içerir. Bu ilkeye göre, savaş sadece savaşa iştirak eden tarafa yöneliktir. İslam’da düşmanı öldürmekten ziyada insanı kazanmak esastır. Bu amaçla, savaştan önce düşman İslam’ı kabul etmeye çağrılır, kabul etmezse itaat ve cizye (savaş tazminatı) teklif edilir. Bunlar yapılmadan cihada teşebbüs edilmez. Düşmana sunulan bu gerekçeler kabul edilmediğinde Allah’tan yardım dilenerek savaşa girilir. Savaşa girildiğinde, Müslümanlar, “adil savaş ilkesi”ne göre adım atmak zorundadırlar. Bu ilkeye göre, savaşta vurulacak hedef ‘sadece düşman askerleridir.’ Savaş sırasında çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yatalak hastalar, mecnunlar, sakatlar öldürülemez. Savaşa iştirak etmeyen din adamlarına ve ihtiyarlara silah çekilmez, savaşa katılmayanlar (esnaf ve çiftçiler gibi sivil halk) katledilemez (Bakara, 191) Savfan İbnu Assal anlatıyor: “Resulullah beni seriyyede savaşa gönderdi.Yola çıkarken şu talimatı verdiler: “Allah’ın adıyla, Allah yolunda yürüyün. Allah’ı inkar edenlerle savaşın, işkence yapmayın, anlaşmanızı bozmayın. Ganimeti çalmayın, çocukları öldürmeyiniz” (Müslim, Cihad 3,(1731), Tirmizi, siyer 48,(1617) Ebu Davut, Cihad 90, (2612, 2613) “Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, savaşa katılmayan şahısların hakları koruma altına alınmıştır.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 213) 

Savaşta aşırı gitmemek ilkesi: İslam savaş halinde bile, insani değerlere önem verir. Savaşta bile ölçüyü kaçırmamayı bir temel prensip olarak kabul eder. İslam, aşırı ve haddi aşan tavırlara karşı müeyyideler getirmiştir. Bu nedenle, İslam hukukunda saldırıya ancak misli ile mukabele edilir; aşırı gitmek suçtur. Kur’an-ı Kerim, düşmanla yapılan yüz yüze savaşta bile, aşırı gidilmesini yasaklar. Bu husus, şu ayet-i kerime ile beyan burulmuştur: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara, 190); “Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir” (Bakara, 194) Peygamberimiz savaşa gönderdiği komutanlara şu talimatı veriyordu, “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona anlaşmaya uyun, ihlal etmeyin, haddi aşmayın, meşru savaş esnasında öldürdüğünüz insanlara müsle (cesetlerine saygısızlık edip burnunu kulağını kesme) yapmayın, çocukları, yaşlıları, kadınları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin.” (Müsned, I/300; Ebu Davud, Cihad 82; Sünen-i Kübra, IX/90) Yine Efendimiz Müslüman’ın karşısına silahı (Kadın askerler) ile çıkmayan kadınların savaşta öldürülmesini yasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147) Hz Ebu Bekir de Suriye’ye gönderdiği Hz Üsame’ye şu talimatı vermişti; “Ey Üsâme! İhanet etmeyin, haksızlık etmeyin, mal yağmalamayın, (meşru öldürmenin dışına çıkıp) müsle yapmayın (ölü cesedin azalarına dokunmayın); çocuk, yaşlanmış, ihtiyar, kadın öldürmeyin, hurmalıkları kesip yakmayın Meyveli bir ağacı da kesmeyin Yemek maksadı olmaksızın davar, sığır, deve öldürmeyin Yol boyu mâbedlere çekilmiş insanlara rastlayabilirsiniz, onlara dokunmayın, ibadetlerine karışmayın” (İbnü’l-Esir, 2/335)

Sulh ve barış ilkesi: İslam, düşman tarafından teklif edilen sulh ve barış anlaşmalarına karşı barış ve sulh ile mukabele etmeyi prensip olarak kabul eder. (Enfal, 61-63; Hucurat, 9) Kur’an “Sulh (daima) hayırlıdır” (Nisa, 128) mesajı ile bütün dünyaya bu hakikati 1400 seneden beri duyurmaktadır. “Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafur ve rahimdir.” (Bakara, 192) ayeti ile “Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur” (Bakara, 193) ayeti de barışın öncelenmesinin altını çizmektedir.

Esirlere iyi muamele etme ilkesi: İslam, esirlere iyi muamele edilmesini emredir. Müslümanlar esirleri yedirmekle, aç ve susuz bırakmamakla mükelleftirler. Bu görevi de Allah rızası içi yaparlar. (Bakara, 177; Enfal, 69-71; Muhammed, 4; İnsan, 8-12; Kaynak: sorularlaislamiyet.com)

Savaş Esnasında Yasak Olan Fiiller

İşkence: Öldürülecek olan kimseye dahi işkence edilemez; zulüm ve işkence bütün çeşitleriyle yasaktır.

Savaşçı olmayanların öldürülmesi: Savaşçı, fizik bakımından savaşabilecek kimselerdir. Bunların dışında kalanlar kasten ve doğrudan öldürülemez. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, savaşçı sahiplerine hizmet için gelmiş köleler, körler, dünyadan el etek çekmiş din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb.  öldürülmez.

Katliam yapmak: Hz. Peygamber ve raşid halifeler zamanlarında savaştan sonra esirler veya zapt olunan yerlerin ahalisi için katliam emri verildiğine dair bir tek örnek dahi yoktur. Mekke fethini müteakip Rasulullah (s.a.v.) bazı harb suçluları ve hainler dışında kalan düşmanlarını affetmiştir.

İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi, verilmiş söze ve yapılmış antlaşmaya aykırı hareket etmek, savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması, namus ve şereflere tecavüz, zina ve gayr-i meşru münasebetler, düşmandan alınan rehineleri öldürmek, ölülerin başını veya uzuvlarını kesip teşhir etmek, kesin bir meşru müdafaa söz konusu olmadıkça akrabayı öldürmek, çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi fiilen harbe iştirak etmemiş, savaş ile ilgili olmayan kimseleri öldürmek, harb esirlerini rehine almak, kalkan yapmak, onların arkasında düşmana doğru ilerlemek, bazı İslam hukukçularının açık ifadelerine göre zehirli ok bile kullanmak yasaktır. (Buhari, Cihad, 150; el-Benna, el-Fethu’r-Rabbânî (Tertibu-Müsnedi-Ahmed), XIV/61; Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s. 166; Kaynak: /www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0113.htm) 

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” (Mümtehine, 8)

Tevbe 5. ayet, “o müşrikleri nerde bulursanız öldürün” ne demektir? Bu ayet, ‘Tevbe suresi 5. ayet’ başlığı altında açıklanmıştır.

Enfal, 39. ayet:  “O müşriklerle hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar savaşın” ne demektir? İslam dininin Müslümanlarla anlaşma yapan gayri müslim ülkelere ve bir İslam ülkesinde yaşayıp cizyesini (vergisini) veren gayr-ı müslimlere hayat hakkı tanıması gösteriyor ki, söz konusu ayet-i kerimenin din özgürlüğünü sınırlamakla alakası yoktur. Bu konuda daha detaylı bir yazıya, ‘İslam barış dinidir’ adlı yazıdan ulaşabilirsiniz. İslâm’da, sözünü ettiğimiz bu iki gayr-i müslim grup ile sulh içinde yaşamak esastır. Onlarla savaşılmaz, onların hakkı muhafaza alındadır. “Yeryüzünde fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” Buradaki fitnenin ne olduğunu anlamak için Enfâl sûresinin 36. ayetine bakmak gerekir, Mallarını, Allah yolundan insanları alıkoymak için harcamak, bu konuda insanları ayartma faaliyetidir. Allah bu dayatmanın, belanın, bozgunculuğun kaldırılması için savaşa izin vermekte, hatta onu emretmektedir. Dinin tamamen Allah’ın olmasının anlamı inanç ve din özgürlüğünün tam anlamı ile hayata geçmesidir. Enfâl sûresinin 30 ile 34. âyetlerinde geçen inanç ve ibadet özgürlüğüne mani olmak hem fitne hem de insanları Allah katından koparmak anlamına gelmektedir. “Din, sadece Allah’a ait oluncaya kadar” ifadesine Muhammed Esed, “Hiçbir cezalandırma korkusu duymadan Allah’a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar” anlamını vermektedir. (Bakara, 193. âyete yaptığı 170. dipnot açıklaması) İnsanların inanç ve ibadet özgürlüğünü engellemek için yapılan bütün zorlamalar, dayatmalar insan ile Allah’ın arasındaki ilişkileri bozduğundan hem fitne hem de zulümdür. Bu zulüm ve fitneyi ortadan kal­dırmayı Allah insanlara, yani müminlere hedef olarak tespit etmektedir. Özgürlükleri korumak, zulmün alanını daraltıp kaldırmak savaşa bir sebeptir. Müşriklerin, Hz. Peygamber’i hapsetme, öldürme veya ülkesinden çıkarma teşebbüsleri, müminleri ibadet yapmak için gittikleri Mescid-i Haram’dan geri çevirmeleri, Allah’ın yolundan insanları alıkoymak için teşkilâtlanmaları (Enfâl, 30, 34, 36) bütün bunlar inanç ve ibadet öz­gürlüğünü engellemek anlamına gelmektedir. Bu da savaş sebebi olmaktadır. Yani bu ayet-i kerime Müslümanlara iki büyük hedef göstermiştir: Fitnenin (her türlü kaos ve kargaşanın) kökünü kazımak ve Allah’ın dinini hakim kılmak. Bunlardan birincisi evrensel bir barışa işaret eder. Yani, bütün insanların huzur ve emniyet içinde yaşayabileceği bir ortam meydana getirmeyi amaçlar. Öyle ki, gayr-i müslim bir devlet, başkasına zulüm etse, bu fitneyi def için mazlum devlete yardım edilmelidir. Şu ayet, bu manayı teyit eder: “Size ne oluyor ki, ‘ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar. Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı gönder’ diyen erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisa, 75) Tarihin hemen her devrinde, dünyanın değişik yerlerinde ayette tasvir edilen manzarayı görmek mümkündür. Bir takım erkekler, kadınlar ve çocuklar zulme uğratılmakta, mağdur edilmektedir. Hayatı işkenceye çevrilen bu insanlar “Ey Rabbimiz, bizi bu zalimlerden kurtar!” diye yalvarmaktadır. İşte, bu insanların kurtarılması için mücadele verecek kimseler çok ulvi bir cihat yapmış olacaklardır. “Allah’ın dinini hakim kılmak.” ayetini ise bir başka ayet açıklamaktadır: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256) Dinde tebliğ vardır. Peygamberimiz hiç bir insanı zorla İslam’a sokmamıştır. Zaten öyle bir şey insan tabiatına aykırıdır. Silah zoruyla din değiştiren birisi gerçekte asıl dinini devam ettirir. Hem peygamberimiz devrinde, hem de sonrasında Müslümanlar diğer dinlerin mensuplarına tam bir din ve inanç hürriyeti tanımışlardır. Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da kilise ve havraların günümüze kadar gelmesi, Balkanlarda 400 yıl süren Osmanlı idaresi zamanında Hıristiyan halkın dinlerini rahatça yaşaması İslâm’daki din ve inanç hürriyetini açıkça ortaya koyarlar.“Dinin bütünüyle Allah’ın olması”, sadece Allah’a ibadet edilmesi manasını ifade eder. O halde, bütün insanların ancak Allah’a ibadet etmeleri bir Müslüman’ın en büyük gayesi olmalıdır. Bu ayette, buna engel olan müşriklerle cihat etmek ve tevhit inancı önündeki bütün engelleri kaldırmak Müslüman’a gaye olarak gösterilmiştir.

Tevbe, 2. ayet: “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz; onları yakalayınız; onları hapsediniz ve on­ları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz. Eğer töv­be eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakınız. Allah affeden ve merhamet edendir.” Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz ayetinden maksat ‘her zaman, her yerde, her müşriğin öldürülür’ demek değildir. Peki, müşrikler saldırmazlık paktı olan haram aylar çıktıktan sonra mı öldürülecektir? Bu sorunun cevabını aynı konuya açıklık getiren diğer ayetlerle cevap verebiliriz: Enfâl sûresinin 58. ayetinde belirtilen antlaşmayı bozarak Müslümanlara ihanet edenler, Tevbe sûresinin 4. ayetinde belirtilenlerin tersini yapanlar, yani Müslümanlarla antlaşma yaptıkları halde bunu ihlal edenler, Müslümanların aleyhinde başka toplumlara yardımda bulunanlarla savaşılır. Bu şekilde davranan müşriklere haram aylardan sonra savaşılır.

Tevbe 29. ayet: “Kitap verilenlerden, “Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” Tevbe suresini baştan sona okuduğumuzda, Peygamberle anlaşma yapmış olan Yahudiler bu anlaşmalarını bozarak, müşriklerle beraber Müslümanlara karşı savaştığını görüyoruz. Yani ortada İslam devleti ile yapılan anlaşmayı bozup savaşan hain bir taraf vardır ve bunlar Müslümanlara zarar vermişlerdir. İşte Tevbe, 29. ayette emredilen, bu hainlerin verdiği zarara karşılık olarak hakir bir şekilde savaş tazminatı ödeyinceye onlarla savaşılmasıdır. Yoksa durup dururken herhangi bir toplum ile zoraki vergi verinceye kadar savaşmak amaçlanmamaktadır. “Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.” (Mümtehine, 9) Allah Müslümanlarla savaşmayan kimselere iyilik yapmamızı ve onlara adil davranmamızı da emreder. Bakara, 256: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.” Dinde zorlama olmadığı halde, hangi gerekçe ile Müslümanlar başka kavimlere savaş açabilirler? Bakara 190: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez.” Bu ayetteki mesaj gayet açık ve nettir. Eğer Müslümanlar düşmanlar tarafından saldırıya uğrarlarsa savaşacaklardır. Enfal,  39: “Siz de ortalıkta bir fitne kalmayıp din, tamamıyla Allahın dini oluncaya kadar onlara cihad edin, eğer vaz geçerlerse her halde Allah amellerini görür.” Ayetin sonu ‘eğer vazgeçerlerse’ buyrulmaktadır. Eğer kıyamete kadar sürecek bir savaş söz konusu olsa idi neden ‘vaz geçerlerse’ şartı ayette geçsin?

12. yüzyıl fıkıhçılarından Ebû Bekir İbnu’l-Arabî’nin (Ahkâmu’l-Kur’an, II/875) ve 10. asrın büyük alimlerinden Cessâs’ın (Ahkâmu’l-Kur’an, III/68) açıklamaları şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler (Bakara, 191; Tevbe: 5), Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimizde buna göre davranarak Medîne’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik guruplarla barış antlaşması yapmıştır. Aynı şekilde Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hıristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmü, anlayışı ve uygulaması ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.

İslam’ın, farklı din ve inanç sahibi topluluklara bakışını, onlarla kurulacak ilişkinin şeklini ve amacını ortaya koyması bakımından şu iki âyet önemli, aydınlatıcı ve belirleyicidir:  “De ki: Ey Ehl-i Kitab! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir inanca gelin: ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, Allah’ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeyelim’. Eğer bu çağrıyı kabul etmezlerse onlara ‘Şahit olun ki biz müslümanız; yani bir tek Allah’ın iradesine teslim olmuşuzdur’ deyin”  (Ali İmran, 69); “Allah, sizinle din yüzünden savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlarla iyilik ve adalet çerçevesinde ilişki kurmanızı size yasaklamıyor. Allah adalet ölçülerine göre davrananları sever” (Mümtehine, 8) Birinci âyet, aslı vahye dayanan din mensuplarını, bütün hak dinlerin temel inancı olan tevhide çağırmakta, İkinci âyet ise Müslümanları, bir dine inansın-inanmasın bütün insanlar ile iyilik ve adalet çerçevesinde ilişkiler ve işbirlikleri kurmaya yönlendirmektedir. Bu âyete göre barış içinde yaşamak ve bütün insanlığın hayrına olacak faaliyetlerde işbirliği yapmak için diğer toplulukların belli bir inanca sahip olmaları şartı yoktur; tek şart karşı tarafın barış istemesi, insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi, âyetteki ifadeye göre dinine ve yurduna tecavüz etmemesidir. Başka çare kalmadığında meşru hale geldiği için başvurulan savaş, İslam’a göre bir katliam, bir körü körüne imha hareketi değildir; hedefi ve sınırları belli bir askeri harekettir. Bu hareketten sivillerin, masumların, çevrenin zarar görmemesi için sınırlamalar ve yasaklar getirilmiştir. Bu da İslam’da savaşın değil, barışın, intikamın değil, merhametin, imha ve tahrip etmenin değil, korumanın esas ve amaç olduğunun başka bir kanıtıdır.    
(Hayrettin Karaman, Türkiye ve İslamiyet, s. 69; www.hayrettinkaraman.net/yazi/turkiyeveislam/0055.htm)

Son söz

“İslam’da, en azından Hanefî yorumuna göre, savaşın sebebi küfür değil, savaştır. İnsanlar Müslüman olmadıkları için onlarla savaşılmaz. Öyle olsaydı bizim fıkhımızda bunca zimmi/gayrimüslim vatandaş hukukumuz olmazdı. Tarih boyunca başka ülkelerin zulmünden kaçan gayrimüslimler İslam ülkesine sığınmazlardı. Savaşın sebebini (Mümtehine, 8-9) ayetler özetler: ‘Onların’ savaş açmaları ve Müslümanların yurduna tecavüz etmeleri. Savaş sebebi olarak bu iki sebebe bir de (Nisa, 75) ayetinde söylenenleri eklemek gerekir: Hangi dinden olurlarsa olsunlar, zulme uğrayanların Müslümanlardan imdat istemesi.” (Faruk Beşer, Yenişafak, 07.02.2014) “İslam, savaşı da barışı da anlamlandırdı. Savaş, başkasının elindekini alıp onu ölüme yuvarlamanın aleti olmaktan kurtarılıp insanlara hayat ve gerçek diriliği götürmenin bir kanalı yapıldı. Savaş dünyalık için değil, insanları zulümden kurtarmak için yapıldı. Öldürücü değil kurtarıcı savaş geldi. Yeni ideolojiler, terör savaşçısı oldular. Onların savaşında kadında öldürülür çocukta. Onların savaşının ürünü ölümdür, bizimkinin ise barış.” (Sezai Karakoç, Dirilişin çevresinde, s. 109)

İslam en güçlü olduğu dönemlerde bile yukarıda verilen ayetleri oryantalistlerin iddia ettiği şekilde anlamamış ve uygulamamıştır. 1000 sene İslam hâkimiyetinde yaşayan Anadolu’da hala Hıristiyan, Yezidi varsa, 300 sene Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan balkanlarda hala her mezhepten Hıristiyan yaşıyorsa, Endülüs, İstanbul, Kudüs fetihleri dâhil hep bunlar İslam’ın fikir özgürlüğüne delildir ve kılıç zoru ile yayılmadığının da ispatıdır. İçi kof iftiralar ile değil, bizzat yaşanan tarih iddiamızın kanıtları ile doludur. Konu ile alakalı “İslam barış dinidir.” adlı yazımızı tavsiye ederiz.

Amerikan cihadizmine serenat: Cihadizm”e sövmeliyiz. Cihadı zinhar ağzımıza almamalıyız. Özgürlük adına, bağımsızlık adına, değerleri koruma adına savaşmak diye bir şey asla akla getirilmemeli. Böyle bir şey vuku bulursa, bunun Amerikan ya da Rus propagandası ile terör olarak damgalanmasını, ardından da yine Amerikan ve Rus savaşçılığı ile yok edilmesini alkışlamalıyız. Onların savaşı asla terör olamaz! Onlar hep insanlık adına savaşmışlardır! Rusların Afganistan işgali de, oraya insanlık ve erdem getirmek için yapılmıştı, Amerika’nın şimdiki işgali de… Amerika’nın Irak’ın işgali, orada bir milyonu aşkın insanın öldürülmesi de salt insani erdemler içindi! İslam adına cihat kötü, Amerikan çıkarları adına savaş iyi, kutsal! Aptalız ya! Medyamız bu aptallaşmaya çanak tutmaya teşnedir ya! Amerika artık sömürmeyecek Ortadoğu’yu… Pılısını pırtısını alıp gidecek ne de olsa terör bitti. İsrail artık Filistin’in yakasını bırakacak. Gazze’de çocuklar ölmeyecek artık. ? Ömer Muhtar kimdi sahi? Çanakkale neydi sahi? Milli Mücadele neydi sahi? Bin Ladin’den Amerika da kurtuldu, biz de kurtulduk. Bayram yapalım. Artık Batı dünyasında İslam’ın imajına kimse bir şey demeyecek. Amerika’daki rahip bilmem kim, Kur’an’a sövmeyecek? Avrupa’daki İslamofobikler asla ayrımcılık yapmayacaklar. Hatta AB’nin Hıristiyan kimlikçileri, 70 milyonluk Türkiye’yi bünyeye almaktaki rezervlerini kaldıracaklar. Bakarsınız AB’ye tam üye bile oluruz Usame Bin Ladin’in öldürülmesinden sonra… Aptalız ya… Aslında Amerika, İslam’ın yüzündeki terör lekesini silmek için yaptı bu operasyonu… Aslında Amerika, Geronimo’yu da, Kızılderililer’i terörist damgasından kurtarmak için öldürmüştü. Aslında Amerika’nın beyaz adamı, zencileri köle olarak kullanırken onları uygar vatandaşlar haline getirme çabası içindeydi. Milyonlarca köle hayatını kaybederken, basit bir uygarlaştırma bedeli ödediler. Aptalız ya… Emperyalizm falan hikâye idi… Aslında Batı dünyası bazen geri toplumların dirençlerini kırmak pahasına bir uygarlaştırma savaşı vermek zorunda kaldılar. Petrol metrol, savaş sanayii, bilmem ne, bunlar işin bahanesi. Amerika’nın, Rusya’nın ya da Avrupa sömürgecilerinin sömürgeciliklerine takılmamak lazım, bu sömürge statüsü içinde uygarlaşıyor muyuz, ona bakmak lazım. Yaa, aptalız ya… En kötüsü aptallığın içselleştirilmesi olmalı. Bizim her çevreden medyamızdaki gibi… Amerika bu kadar aptalca bir içselleştirmeyi bekliyor muydu, doğrusu tahmin etmek zor. Onlar erdi muradına, biz çıkalım mı kerevetine? Bu kadar mutluluk çok değil mi? Amerikan emperyalizmi diye bir şey yok artık. Öyle mi? Hegemonik çıkarlar bitti. Öyle mi? Amerika geldi ve İslam dünyasını bir teröristten kurtardı öyle mi? Amerika’ya bunun için Irak’ı ve Afganistan’ı ödül olarak verdik öyle mi? Acaba yeterli buldu mu Amerikamız bu ödülü? Filistin’i de İsrail’e versek nasıl olur ya da Hamas’ı? “Cihat kelimesini lügatlerinden kovmaya çalışanlar, yarın ülkeleri işgal edilirse ne yaparlar acaba? “Gel bizi de kurtar ey düşman, hoş geldin, sefalar getirdin” diye serenatta mı bulunurlar? (Ahmet Taşgetiren, 05 Mayıs 2011; Vuslat, Haziran 2011, Sayı: 120)

Bin Ladin ve terör: Meşru bir savaşı, işgale karşı direnişi veya cihadı, terör fiilinden ayıran kriter, masum sivillerin öldürülmesidir. Terörün tanımı şudur: Şu veya bu öznenin (kişi, grup-örgüt veya devlet), şu veya bu amaçla (dinî, askerî, siyasî, ekonomik, intikam, şahsî, ailevî, mezhep, sınıf çıkarı vs.) herhangi bir sivil masumun (savaşçı konumunda olmayan erkek ve kadınlar dışında kalan çocukların, yaşlıların, din adamlarının, kadınların, savaşa katılmayan erkeklerin) hedef alınıp öldürülmesi terör fiilidir. Bu açıdan bakıldığında El Kaide, terör eylemleri yapıyordu. Ancak bu tanımı temel aldığımızda ABD, İngiltere, Fransa, NATO kuvvetleri ve İsrail’in de masum sivilleri öldürmesi dolayısıyla “terörist” sayılmaları gerekir. Batı’nın El Kaide üzerinden İslam Dünyası’na karşı yürüttüğü yeni politik strateji, Müslümanların yaptığı eylemlerin “terör” sayılıp bundan “İslamî terörizm” kavramsallaştırmasının türemesine dayanır. Tabii ki El Kaide’nin referans aldığı “Onların terörüne biz de terörle mukabelede bulunuruz” fetvası İslam âleminde sayısız alim ve hoca tarafından kabul görmedi. Fetva sorunluydu, çünkü temel hüküm “Size saldırdıkları gibi siz de onlara saldırın, ama haddi aşmayın” (Bakara, 194) şeklindedir. Masum sivillerin öldürülmesi “kısas” ve “mukabele-i bilmisli” değil, “haddi aşmaktır.” Bundan hareketle İslam dünyası ezici çoğunluğuyla “İslamî terör” suçlamasını reddetti. Ama zamirdeki niyetleri başka olan büyük oryantalistler “yeni bir fikir” öne sürüp aynı şeyi tekrar ettiler. Yahudi asıllı Bernard Lewis şöyle bir mütalaa yürüttü: “Belki ‘İslamî terör’ denemez, ama bütün teröristler Müslüman’dır.” Bu aynı kapıya çıkıyordu. Lewis’in demek istediği şuydu: Müslümanların işgallere karşı yürüttüğü mücadele terörizm tanımına girer. Ama Batılı istihbarat örgütlerinin ve devletlerin Afganistan’da kayıtlara giren 9 bin, Irak’ta 1 milyonu aşkın kişiyi öldürmeleri terör tanımına girmez. BM İnsan Hakları Filistin Özel Raportörü Richard Falk, İsrail ordusunun 2000 yılından bu yana 1300’den fazla Filistinli çocuğu katlettiğini belirtiyor. Geçen hafta NATO uçakları Libya’da Kaddafi’nin oğlu Seyfülarap yanında karısını ve üç çocuğunu katlettiler. Elbette teröre terörle cevap verilmez, ama sadece bir tarafın terörü de kınanmaz. Teröre son vermenin yolu kaynaklarına inmekten geçer. Obama, “Savaşımız İslam’a karşı değil” diyor. Samimi ise Batılı güçler Afganistan ve Irak’tan çekilsin; İsrail durdurulsun; dikta rejimlerine destek verilmesin ve Batı, İslam’a ve Müslümanlara saygılı davransın. (Ali Bulaç, 05 Mayıs 2011)

  

 

islam-peace-1-2 

Savaş esnasında uyulması gereken kurallar Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. Serhat dedi ki:

    Allah razı olsun böyle bir siteye ihtiyaç vardı..Mazeretlerede cevaplar altında güzel şeyler eklenebilir. Elinize sağlık..

Yorum Yaz


Yukarı Çık