Kuran’ın Aslı Yakıldı mı? Kuran’ın Yazılması, çoğaltılması

10 yıl önce
Resim bulunamadı

 

  

Dinsizlerin iddiası özetle şudur: Hz Ebu Bekir’in kitap haline getirdiği Mushaf, Osman döneminde çoğaltıldıktan sonra yakılmıştır. Aslı yakıldığına göre, kopyalananların bozulmadığını kim iddia edebilir? Ayrıca toplama esnasındaki bazı nakillerden hareketlerle de iddialarına destek bulmaya çalışırlar. Sıra ile iddia ve cevaplarına başlayalım:

Giriş

 Önce özet bilgi: Cebrail (a.s) vasıtasıyla, Allah’tan gelen ayetleri Hz. Muhammed hemen ezberler (es-Sabunî/Kur’an İlimleri, ç.Zeynelabidin Tatlıoğlu, 1996, İnsan yay. s. 62-63 , Ebu Şehbe,s.236,es-Sabunî, s.68, Şahhate,s.21,Müzzemmil 1-4  ) sonra da bu ayetleri hem ashabına ( Tahta, taş, deri, papirüs, kemik,  kağıtlara) yazdırır ( Tahir el-Cezairî, et-Tıbyan, Beyrut, 1412, s.101, Ebu Şame el-Maqdisî, Kitabu’l-Murşidi’l-Weciz, Ank,1986, s.44) “Ashab tarafından ezberlenen ve koyun derisi parçalarına ya da mevcut diğer şeylere kaydedilecek olan vahiyler, ömrümün sonuna kadar yazılmaya devam edilmiştir.” ( Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 199) “Kuranı Kerim metni Hz Ebu Bekir zamanında, Allah Resulü’nün vefatından yaklaşık altı ay sonra iki kapak arasına alınmak sureti ile korunmaya alınmıştır.” (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 33) 

Sahabe, Kur’an ın cem edilme sürecinde sadece hafızalarına ve kendi Mushaflarına İtimat etmemiş, bilakis toplu bir çalışma ile bunu gerçekleştirmişlerdir. (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 286) 

Metin Aydın’ın yazdığı, ‘Ateizmin Yanılgısı’ adlı kitaptan kısa bir özetle konuya başlayalım: Kuranı Kerim Mekke devrinde bile yazılmaya başlanmıştır. Örneğin Hz Ömer’in Müslüman olması, Taha suresinin yazılı olduğu sahifeleri okuması ile gerçekleşmiştir. ( Metin Aydın, Ateizm Yanılgısı, s. 111) Resul son vahiyden dokuz ya da seksen bir gün sonra vefat etmiştir. (s. 113) Zeyd başka hafızlarla da yetinmeyip, her ayet hakkında mukabele görmüş iki yazılı şahit aramıştır. (s. 114) Hz. Osman zamanında kıraat farklılıklarının Müslümanlar arasında anlaşmazlık konusu olması ( Ebu Davud, 316/928) üzerine Hafsa Mushafı çoğaltılmıştır. (s. 115) İhtilaf durumlarında Kureyş lehçesi ile Kuran yazılmıştır. Kuran çalışması 5 sene sürmüş, hazırlanan yedi kopya, Medine mescidinde halkın huzurunda açıktan okunmuş, sonra çeşitli ülkelere gönderilmiştir. (s. 116) Osman’ın yazdırdığı Mushaf, Hazreti Resulünkinden farklı olsaydı, daha sonra halife olan Hz Ali kendi mushafını resmileştirilirdi. Ali’nin mushafının farkı, surelerin iniş  sırasına göre düzenlenmesinden kaynaklanır (s. 117) Hafsa öldükten sonra, hicri 41’de Mervan, Hz Hafsa’nın nüshasını almıştır.(s. 118) İçinde eksik veya ( Hadislerin sayfa kenarlarına not edilmesinden kaynaklanan ) fazlalıkların olduğu mushaflar, sahabe onayıyla yakılmıştır. ( Subhi Salih, Mebahis, s. 78; Suyuti, el-İtkan, I/135) Hz Ali şöyle der: “Ey insanlar! Osman hakkında aşırı sözler söylemeyin, ona mushaflar yakıcısı demekten sakının. Vallahi o, Mushafları biz Muhammed’in ashabı önünde yaktı. Osman zamanında yönetici ben olsaydım, aynısını yapardım.” ( Kurtubi, I/54; F. Rabbani, 18/34) Özel Mushafların kenarlarında açıklamalar vardı. Mesela, Abdullah Bin Mesud’un mushafında, Bakara suresi 198. ayette,'(Hac mevsiminde) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur.’ yazılıdır. Parantez içindeki cümle, peygamberimizin sözüdür. Schwally, “Kuran insanın beklemeyeceği büyük bir titizlik ve mükemmellikle korunmuştur.” demektedir ( Schwally, Die Sammlung des Qurans, II/93) Her gün, günde beş kere namazda okunan ve ona göre hayatını tanzim eden Müslümanlar, Kuran’dan bir şeyi unutabilir mi? (s. 121)

Naif Yaşar’ın yazdığı, ‘Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi’ adlı  eser ile devam edelim: İbni abbas’a göre Mekke’de nazil olan ayetler Mekke’de yazıya geçirilmiştir. Rafi Bin Malik el-Ensari, Akabe biatına katıldığında peygamber Aleyhisselam o zamana kadar nazil olan tüm ayetleri yazılı olarak ona vermiştir. (s. 126) Peygamber döneminde Kuran’ın tamamı yazılmıştı. (s. 127) Eğer toplama işi ezbere dayansaydı, Zeyd’in kendisi zaten hafız olduğu için başkalarına başvurmasına gerek kalmazdı. (Buhari, Fedailül Kuran, no: 4986-88, s. 922) Kıraat farklılıklarından dolayı Osman Mushafının hazırlanması zorunlu hale geldi. Kuran Kureyş lehçesi üzerine nazil olmuştu. Medine döneminin bazı kelimelerini telaffuzunda yaşanan sıkıntılar, Kuran’ın asıl manasının bozulmasına sebep oluyordu. Kuran kuraş lehçesi ne göre yazıldı. (s. 128) Kuran’ı nazil olduğu Kureyş lehçesini esas alarak onu yazıp çoğaltmak ve bunun dışındaki farklı okuyuşların bulunduğu mushafları imha etmek suretiyle sorun çözülmüştü. Hz Osman, Hz Hafsa’nın yanında bulunan mushafı isteyip çoğaltmıştır. (s. 129) Sahabelerin tümü Hz Osman’ın Kuran’ı çoğaltma işini onaylamıştır. (Ebu Ubeyde, Fedailul Kuran, s.117; İbnul Cezeri, en-Neşr,I/32; es-Sabuni, Tibyan, s. 60 ) Hz Osman hazırladığı Kuran kopyalarını, sahabelerin huzurunda teker teker okutmuştur. (s. 130) Tayyar Altıkulaç, Hz Osman’ın çoğalttığı mushaflardan hiçbirisinin günümüze gelmediğini söylemiştir. Bu mushafların bazılarının, örneğin Taşkent musafında harfleri birbirinden ayıran noktalama işaretleri bulunmamaktadır. Bu da 688’den önce yazıldığına işarettir. Hz Osman’ın vefatı ile bu tarih arasında 30 sene olduğunu düşünürsek, Bu mushafın Hz Osman dönemine ait olma ihtimali çok fazladır.

Sonradan Müslüman olmuş  Dr. Maurice Bucaille tarafından yazılan ‘Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an’ adlı eserden alıntı ile devam edelim: Kur’an, Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla Muhammed aleyhisselam’a nazil olmuş ve derhal yazılarak ezberlenmiş, müslümanlar tarafından namazlarda, Ramazan ayında ezberden okunmuş vahyin ifadesidir. (s. 15 ) Kur’an hem ezberden okunmuş hem de vahiy katiplerince yazılmıştır. (s. 209 ) Peygamberin hicret’ten çok önce, o zamana kadar nazil olmuş metinleri yazıya geçirdiğine, hicret’ten önce nazil olan iki sure işaret etmektedir: Abese, 15-16: “Kuran, yazıcıların ellerindeki tertemiz ayetlerdir.”; Kur’an arıtılmış sahifelerdendir yazıcıların ellerinde. Furkan, 5. ayet: “Kur’an’ı başkasına yazdırıyor.” Kur’an’ın Muhammed’in sağlığında yazıya geçirildiğini Kur’an’ın kendisi haber vermektedir. (s. 212 ) Kur’an metninin yazı ve hafıza vasıtasıyla çift muhafaza metodu, değerli bir metod olarak kendini göstermiştir. (s.213 ) Kur’an Müslümanlarca ezberlenmiş ve Muhammed’in sağlığında yazıyla tespit edilmiştir. Sıhhat açısından Kur’an’ın hiçbir sorunu yoktur. Kur’an, çelişkilerden masun olduğu gibi, çağdaş bilim verileri ile de bağdaşır. (s. 389 ) Kur’an, Allah’tan nazil olduğu gibi değişmeden korunmuştur. (s. 390) 

Prof İsmail Cerrahoğlu’dan özet: Zeyd bin sabit, Medine’de devamlı olarak vahiy katipliği yapmıştır. (Prof İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 53) Zeyd bin Sâbit hem vahiy katibi, hem hafız, hem de Hz peygamberin son okumalarında yanında bulunmuş birisi olduğu için Kur’an toplama işinde başkanlık kendisine verilmiştir. (s. 70)  Zeyd bin Sabit peygamber zamanında Kur’an’ı tamamen ezberlemiş idi. (Ahmed, Müsned, I/ 379, 389, 405) Kur’an-ı Kerim daha ilk anlardan itibaren yazı ile tespit edilmiştir. Hz Ömer’in Müslüman olma olması, Peygamberimizin, ‘Kur’an dışında benden başka bir şey yazmayın, yazdıysanız imha edin’ hadisi buna delildir. Nöldeke bile, 622 yılından evvel Kur’an’ın yazılmış kısımlarının olduğunu kabul eder. (s. 64) Namazlarda okunması gerektiği için her Müslüman, Kur’an’dan birkaç ayet veya sureyi ezberlemiş idi. Peygamberimizin teşvikleri de, bu gayreti arttırmıştır. (s. 66) Hz Osman Hafsa’ya haber göndererek elinde bulunan mushaftan müshalar olarak çıkarılacağını, bu iş bittikten sonra mushafın kendisine iade edileceğini haber verir ve asıl nüshayı ister. Hz Hafsa’da mushafı Hz Osman’a gönderir. Hz Osman yine Zeyd bin Sabit’e Kur’an’ı çoğaltma görevini verir. Zeyd bin Sabit asıl nüshadan çoğaltmalar yapar, daha sonra bu asıl nüsha yeniden Osman tarafından Hafsa’ya verilir. (s. 72) Çoğaltılan nüshalara o zaman gerek Kur’an’ı ezber bilenler, gerekse yazı ile tespit edilmiş sayfalara sahip olanlar tarafından hiçbir itiraz vaki olmamıştır. Kur’an-ı Kerim’in okuyuşunda ortaya çıkan farklılıklardan dolayı da, bu problemi ortadan kaldırmak için, Kur’an nazil olmuş olduğu lehçe ile yani ‘Kureyş’ lehçesi ile beraber çoğaltılmıştır. (s. 73) Hz Ebu Bekir’de, Osman’ın yapmış oldukları işler arasındaki fark şudur: Hz Ebu Bekir hafızların şehit düşmesi ile Kur’an’dan bir şeyin eksilebilme korkusu ile Kur’an’ı Cem ettirmişti ve bundan dolayı da tek bir nüsha yazdırmıştı. Hazreti Osman ise, bu yazılan Kur’an-ı Kerim’in Hz peygamberden işitilmiş olan okunuşunun dışındaki başka okunuşlar ortadan kalkması için Kureyş lehçesiyle yazıya geçirmiştir. (s. 75)  Hz Osman gerek kendisinde bulundurduğu gerekse diğer şehirlere gönderdiği mushaflara hiçbir itiraz vaki olmamış, kısa süre sonra da bunlardan yapılan alıntılarla Kur’an, birçok Müslüman’ın elinde görünmeye başlanmıştır. (s. 76) Taha Hüseyin’in dediği gibi, “Kur’an ne şiir, ne de düz yazıdır. O sadece Kur’an’dır.” Kur’an’da icaz, iltifat, nida, teşbih… gibi daha pek çok özellikler onun hep üslup özelliğidir. (s. 160) 

Osman’ın mushaflarının hazırlanma amacı, kıraat farklılıklarını ortadan kaldırmaktır. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 132, 143) İzin verilen, farklı okuyuşlardır, farklı okuyuşlar yazıya yansıtılmıyordu. (Şibli, Asrı Saadet, 5/268) Hz Peygamber hayatta iken kadın erkek birçok sahabe Kuran’ın tamamını ezberlemiştir. (s. 136) Yedi harf hiçbir zaman yazıya geçmediğinden bunlar ne Ebubekir mushafına ne de Osman mushafına dahil edilmemiştir. (s. 139) Nöldeke, ilk önce mukatta harflerinin vahiy katiplerinin isimlerin baş harflerine işaret ettiğini iddia eder fakat, daha sonra bu iddiasından vazgeçer. ( s. 151)

Corpus Coranicum projesi: Gotthelf Bergstrasser ve Arthur Jeffery, Kuran’ın eleştirel bakış açısı ile değerlendirmesini hedefleyen bu projeyi başlatır. Jeffeey, yıllarca tefsir, sözlük, kıraat kitapları toplar Bu proje kapsamında 9 bin Kuran, eski el yazması fotoğrafı ve 11.000 el yazması toplanır. Toplam 42.000 kadar belge bir araya getirilir. Çalışma 50 yıl sürer. ( Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 155) Daha sonra projeyi Otto Pretzl yürütür. Otto, sonuç olarak raporunda şunu yazar: “Elde edilen Kuran nüshaları üzerine yapılan detaylı incelemeler sonucunda, değişik dönemlere ait olan bu mushaflar arasında hiç bir farklılığa rastlanmamıştır.” (Pretzl, Apparatus Criticus zum Koran, s. 13) Nüshalar arasında bir-iki hattat hatası dışında hiç bir fark olmadığı görülür. Bu hatalar ise sistematik olmayıp daha sonraki el yazmalarında yinelenmemekte, aksine düzeltilmektedir. (Hamidullah, Allah’ın elçisi, s. 182) Oryantalistlerin itirafları ile devam edelim: Paul Casanova, “Kuran’ın tamamının aslına uygun olduğu görüşünü kabul ediyoruz.” ( Casanova, Mohammed et la Fin du Monde, s. 9, 125); Christiaan S. Hurgronje’de bu görüşü destekler. ( Hurgronje, Mohammedanism, s. 26) R. Bell, “Kuran, Ebu Bekir döneminde toplanmaya başlandığın da tamamen yazılı formdaydı.” (Bell, The Quran, s. VI); Charles Cutler Torrey, “Kuran, ilk hali ile hiç değişikliğe uğramadan elimize ulaşmıştır.” (Torrey, The Jewish Foundation of İslam, s. 2); Rudi Paret, “Bazı surelerin yüzlerce ayetinde kıraat farklılıkları rivayet edildiği halde, denebilir ki, Kuran bütünü ile tam güvenilir bir kaynağa sahiptir. Çünkü Muhammed’in arkadaşları, Kuran’ı ağzından dinledikleri gibi onun önünde vahiyleri tekrar aynen okumuşlardır. Biz hiçbir zaman Kuran’ın tamamından bir ayetin bile Muhammed’in bizzat kendisinden gelmediğini kabul edecek bir gerekçeye sahip değiliz. Hiçbir din kurucusunun mesajı Muhammed’in tebliği kadar güvenli bir şekilde bugüne intikal etmemiştir. Osman mushafı aracılığı ile tespit edilen bu metinler, gerçekten kanıtlı olarak nitelendirilebilir. Yazıyla tespitinin yanı sıra kesintisiz devam eden sözlü rivayet de orijinal metnin süre gelmesi için ikinci bir önemli garanti teşkil etmiştir. Şurası bir gerçek ki, Osman’ın hilafeti zamanında yapılan Kuran redaksiyonu esnasında sahte metinler şöyle dursun, gerçek anlamda bozuk bir tek metin bile ana metne kabul edilmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.” (Paret, Kuran üzerine, s. 60); Montgomery Watt, “Bugün elimizde bulunan kitabını esas olarak Osman mushafı olduğu kesindir.” Watt, Kuran’a giriş, s. 59); John Burton, “Bugün Elimizde bulunan Kuran, bizzat Muhammed’in mushafıdır.” (Burton, The Collection of the Quran, s. 138); Harald Motzki, “Müslümanların bu konudaki iddiaları ve verileri, batılı uzmanların ileri sürdükleri görüşlerden daha tutarlıdır.” ( Motzki, Alternative Accounts of the Quran’s Formation, s.60); Angelika Neuwirth, “Kuran’ın dizaynına bakıldığında, bugün elimizde bulunanın Osman mushafı olduğu akla uygun gözükmektedir.” (Neuwirth, Quran and History, s. 11); Fred McGraw Donner, “İslami kaynaklar, Eski Ahit’e nispeten çok hızlı bir şekilde billurlaşmıştır. Emevi halifeleri kendilerine Kuran’dan dayanak bulamadıklarından, ayetlerin zorlama tevilini yapmışlardır. Halbuki eğer Kuran bu dönemde oluşsaydı, işlerine gelen birkaç maddeyi ona eklemeleri çok daha makul ve pratik olurdu.” (Donner, Narratives of Islamic Origibs, s. 29, 52); Gregoryen Schoeler, “Kuran’ın mushaflaşması ile ilgili olarak geleneksel İslam tarihinin verileri genel olarak doğrudur ve Muhammed vefat etmeden tüm vahyin yazıya geçirilmiş olması büyük olasılıkla doğrudur.” ( Schoeler, The Codification of the Quran, s. 779)

Bugün dünyanın birçok yerinde ilk asırdan bu yana bize gelen Kuran el yazmaları mevcuttur.” ( T. Nöldeke, The Quran, s. 27; Miguel Jose, El Coran, s. 491; Hans C. Graf von Bothmer, Karl-Heinz Ohlig und Gerd Rüdiger Puin, “Neue wegw der Koranforschung”, Magazin Forschung, 1 (1999), s. 33-46)

Birmingham el yazması, Kuran’ın günümüze gelen en eski parçalarından biridir ve dünyada radyokarbon tarihlendirme bu el yazmasının,% 95.4 olasılıkla 568-645 tarih arasındaki bir döneme ait olduğu tespit edilmiştir. ( https://www.birmingham.ac.uk/facilities/cadbury/birmingham-quran-mingana-collection/birmingham-quran/what-is.aspx;https://www.birmingham.ac.uk/news/latest/2015/07/quran-manuscript-22-02-15.aspx )

Kur’an’ın vahyedildiği dönemde sayfalara yazıldığı şu ayetlerden de anlaşılmaktadır: Abese, 13,15; beyyine,2; Furkan, 5; Hud, 13; Bakara, 23

.

 

Detay:

Bera ibnu Azib’den gelen bir Rivayet’de şöyle denilmektedir: 4/en-Nisa 95 Ayeti Nazil olunca; Rasulullah Zeyd’i çağırttı, Eli’nde Yazı Aletleri’yle gelen Zeyd’e bu Ayet’i yazmasını söyledi.” Zeyd ibnu Sabit’ten aktarılan Uzun bir Rivayet’te o, ” Rasulullah’ın yanında bulunduğu bir sırada Peygamber’de vahiy Hali’nin belirdiğini, bu Hal geçince, kendisine ” Zeyd yaz!” dediğini, bunun üzerine bir Kürek Kemiği alarak üzerine 4/Nisa 95 Ayeti’ni “Ecren Azima” e kadar yazdığını, sonra, Peygamber de Tekrar vahiy Hali’nin belirdiğini, bu Hal geçince kendisine “Oku” dediğini, yazdığı Ayetleri okuduğunu, Ayet’te “ve’l Mücahidun” Kelimesine gelince, Peygamber’in ” Gayre uli’l Ebsar” kısmını söylediğini Haber vermekte. (el-Buhari/Fedail,)Zeyd ibnu Sabit: Biz Kur’an’ı Rasulullah’ın Huzuru’nda Rika üzerine yazardık.” (İbnu Hanbel/el-Müsned) ) hem de ezberlettirirdi (Tarih-ul Kur’an (Ebyari), s.108-109; Ulum-ul Kur’an-il Kerim, s.153; ve yeni “es-Sahih min Siret-in Nebiyy-il Azam” kitabı, c.2, s.87-90’a müracaat edilsin, Keşf-ul Estar, c.3, s.169; Mecma-uz Zevaid, c.9, s.63 ) Bu hadise de, Kuran’ın başlangıcından beri yazıldığını gösteren tarihi bir belgedir ( Askalani ve diğerleri, Mekke’de Kur’an’ı ilk olarak Abdullah b. Saad b. Ebi Serh’in yazdığını söylemekteler (Feth-ul Bari, c.9. s.19; es-Siret-ul Halebiyye, c.3, s.326 ) İbn-i Kesir, vahyi ilk yazan kişinin Ubey b. Kaab olduğu iddiasının haşiyesinde şöyle diyor: “Hayır; böyle değil, çünkü Ubey b. Kaab Mekkî sureler nazil olduğunda yoktu. Sahabe onları Mekke’de yazmışlardı.” (Bidayet-u ven Nihaye, c.7, s.340 )  Mesela,  Hicretten önce 8. yılda Hz. Ömer, kız kardeşi Fatıma’nın evinde ‘Tâhâ’ ve ‘Tekvir’ sûrelerinin yazılı olduğu sahifeleri bulmuş, okunan ayetler karşısında ürpermiş ve sonra da Müslüman olmuştu. ) Hz. Peygamber de onların okuduklarını Kontrol ederdi (Ebu Şehbe,s.236,er-Rumî, Ulumu’l-Kur’an ,s.89, Şahhate,s.21) Hz Resul vefat ettiğinde bu ayetlerin hepsi yazılı ve ezberlenmiş) olarak bir arada bulunuyordu ( Kur’an’ın ayet ve surelerinin sıralanışı Hz. Peygamber (s.a.v) ’in denetim ve kontrolu altında olmuştur. Haris-i Muhasebi, Hazin, Zergani, Zerkeşi, Abdussabur Şahin, Muhammed-i Gazali, Ebu Şame, Baglani (Sözü geçen alimlerin görüşleri için şu kaynaklara müracaat edilsin: el- Burhan (Zerkeşi) c.1, s.238-240; Menahil-ul İrfan (Zergani) c.1, s.240-241; Kitab-ul İtgan (Suyuti) c.1, s.60; Tarih-ul Kur’an (Zencani) s.46-47, el-Te’vil (Hazin) c.1, s.7; Karaib-ul Kur’an (Nişaburi, Cami-ul Beyan Taberi’nin haşiyesinde) c.1, s.24; Ukzubet-u Tahrif-il Kur’an, s.17-18.), Hürr-ü Amuli (- Fusul-ul Muhimme (Hürr-ü Amuli) s.160), Belhi, İbn-i Tavus (Ecvibet-ul Mesail, Musa Carullah s.29-30)  ve Seyyid Şerefuddin (Saad-us Suud s.192-193)  gibi alimler bu görüşü savunmaktadırlar. Doktor Sağir bu konuda şöyle diyor: “ İlmi araştırmalar, Kur’an’ın tamamının Peygamber (s.a.v) ’in zamanında yazılıp-toplandığı gerçeğini ortaya kaymaktadır. Bu görüşü İbn-i Hacer de kabul etmektedir.” (Tarih-ul Kur’an (Dr. Sağir) s.85-87; İbn-i Hacer’in sözleri için de Feth-ul Bari, kitabına c.9, s.1 başvurulabilir )  Peygamberimiz Hz. Muhammed, meleğin (Cebrail) tebliğ ettiği vahyi ezberliyor, sonra vahiy katiplerinden birini çağırarak (Vahiy katipleri, 26 veya 42 kişi idi /Ali b.Bürhanü’d-Din el-Halebi,  es-Siretü’l-Halebiyye, 1320, III.326, Bu Yazım İşinde el-Askalanî (852/1448) Görev alan 40’a Yakın Sahabi’den Söz eder (İbnu Hacer/el-Fethu’l-Bari  ) gelen kısmı, ait olduğu yeri de tayin ederek yazdırıyordu (Zerkeşi, Burhan, I.238, 256 ) Vahiy katiplerince yazılan ayetler daha sonra peygamberimize arz edilir. ( Muhammed Hamidullah, Kuran-ı Kerim tarihi, s. 43) Nakillerden iyice anlaşıldığı üzere; Peygamber Efendimiz, muhtemel bir yanlışlığı düzeltmek için, gelen vahyi katiplere yazdırdıktan (Tarihçiler bu katiplerin adlarını yazmış, bazıları onların sayısının 42’ye ulaştığını söylemişlerdir: Vezra vel- Kitap, s.12-13; Es- Siret-ul Halebiyye, c.3, s.326-327; Tecarib-ul Umem, c.1, s.161-162; el-Bidaye ven-Nihaye, c.7, s.339; Buhus-un fi tarih-il Kur’an ve Ulumih (Vahiy kitabı bölümü); Feth-ul Bari, c.9-19 ve 20 (Zeyd b. Sabit’in yaşantısını anlatırken); Sıfat-us Safve, c.1, s.704.Not: Baklani “Peygamber (s.a.v) in zamanında Kur’an’ın toplanışı” adlı eserinde Peygamber (s.a.v) in Kur’an’a “Kitap” ismini koyduğunu söylemiştir. (Ukzubet-u Tahrif-il Kur’an, s.18 ) ) sonra da katipten okumasını istiyordu ( Mesela Zeyd b. Sabit şöyle rivayet eder: “Ben Resulullah (s.a.v) e gelen vahiyleri yazardım. O vahyi ağır şartlar altında alırdı. Sonra ben (yazmak için) bir şey getirirdim. Peygamber söyler ben de yazardım. (Vahyi) yazdıktan sonra Peygamber “oku” diye buyururdu. Eğer bir yanlışlık olsaydı onu kendileri düzeltir, sonra da halka verirlerdi: Mecma-uz Zevaid, c.1, s.152; Tarih-ul Kur’an (Sağir), s.80, yine Zeyd b. Sabit şöyle diyor: “Biz Resulullah (s.a.v) ın yanında Kur’an sayfalarını (yazıldıktan sonra) bir araya getirirdik.”Hakim şöyle diyor: “Bu söz Kur’an’ın Resulullah (s.a.v) in zamanında bir araya getirildiğini açıkça ispat etmektedir.”Bir başka hadiste de Hakim, Zeyd’den şöyle naklediyor: “Biz Resulullah (s.a.v) ’in huzurunda Kur’an’ı bir araya toplardık…” Müstedrek-ul Hakim, 11/611 ve 129, el-Burhan (Zerkeşi), c.1, s.237,256 ve 235; Fevatih-ul Rahemut (el- Müstevfa’nın haşiyesinde), c.2, s.13; el- İtkan, c.1, s.57 ve 60; Menahil-ul İrfan, c.1, s.240; el-Beyan (Hoi), s.273; Buhus-un fi Tarih-il Kur’an ve Ulumih, s.105, 126 ve 130; Müsned-i Ahmed, c.5, s.185; Ukzubet-u Tahrif-i Kur’an, s.16, (el- Müsanif’ten naklen) İbn-i ebi Şeybe, c.3, s.145 )  İbn-i Abbas’ta peygamberden kalan ne var sorusuna, ” Peygamber şu iki kapak arasındakinden başka bir şey bırakmadı. ” diye cevap vermiştir.  (Buhari, Fadailul Kuran, 16/1, no:2008,ve 5019. Ayrıca bakınız: Kettani, et-Teratibul idariyye, III/99) Kendisine okunarak mukabele görmüş bu metin, Resulullah’a teslim edilip hane-i saadette muhafaza ediliyordu. ( Saad-us Suud, s.192-193, Ecvibet-ul Mesail, s.31) Ashaptan isteyenler, sonra kendileri için, onlardan şahsi nüshalar istinsah ediyorlardı (M.Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s.43). Bazı hadislerin açıkladığı üzere Resulullah (s.a.v) ’in evinde dinlenme yerinde, bir Mushaf vardı (Tarih-ul Kur’an (Zencani), s.64,44 ve 45; Tefsir-ul Burhan (mukaddime), s.36; Umdet-ul Kari, c.2, s.16; el- Bihar, c.89, s.48,52; el- İtkan, c.1, s.57-58; Menakib-u Âl-i Ebi Talib, Şehr-i Aşub, c.2, s.41; Tefsir-ul Kummi, c.2, s.451; el- Mehaccet-ul Beyza, c.2, s.264; Tarih-ul Kur’an (Abyari), s.84 ve 106; Tefsir-us Sırat-il Müstakim, c.1, s.366 dipnotta); el- Vâfi, c.5, s.274; Ukzubet-ul Tahrif-ul Kur’an, s.17 ) Hz. Peygamber, yeni indirilen her vahiy metnini önce erkekler, müteakiben de kadınlar cemaatine okuyup tebliğ ederdi (Hamidullah,M/ Rasulullah Muhammed, s.195, A.g.e. s.43, n.1’de İbn İshak, Sire’den)  Kur’an metnini yazanlar da (Peygamber (s.a.v) , ne zaman vahy nazil olsa Zeyd veya bir başkasını çağırır, onu yazmasını emrederdi ( Delail-un Nübüvve (Beyhaki), c.1, s.242 ) parçayı, hem ezberliyor, hem de yazılı olarak evlerinde bulunduruyorlardı. Yazma bilmeyen ve şahsi nüshası olmayan mü’minler; Hz. Peygamberin namaz, vaaz ve sair vesilelerle devamlı surette Kur’an okuması sayesinde, kulak yoluyla belliyorlardı. Peygamberimiz, İslam’a yeni girenleri, Kur’an’ı iyi bilen sahabeye gönderirdi. Mescidde, Kur’an öğretip öğrenenlerin çıkardığı seslerden dolayı birbirlerini şaşırmamaları için, Hz. Peygamber ashabına seslerini kısmalarını emretmişti. Gecenin karanlığında, ashabın meskenlerinin yanından geçenler, arı kovanı uğultusu gibi Kur’an sesi işitirlerdi. (Zerkani,  Menahil-ul İrfan, c.1, s.234 ve 308; Müsned-i Ahmed, c.5, s.324; el-Beyan (Hoî) s.274; Tarih-ul Kur’an (Sağir), s.80; Mehasin fi Ulum-ul Kur’an, s.121, Hayat-us Sahabe, c.3, s.260; Müstedrek-ul Hukkam, c.3, s.356 ) Sahabiyi hafızlığa teşvik eden peygamberimiz ( Mecme-ul Beyan, c.1, s.16; Sahih-i Buhari, c.3, s.149; Müstedrek-ul Hakim; Mecme-uz Zevaid, c.7, s.159-165; Hilyet-ul Evliya, c.4, s.194; et-Terğib vel-Terhib, c.2, s.342, Müsennif (Sen’ani) c.9, s.201, En- Naşr-u fil Kıraat-il Aşr, c.2, s.452-453; Kenz-ul Ummal, c.1, s.482, s.454, Mecma-uz Zevaid, c.7, s.172 , Mecma-ul Beyan, c.1, s.15; İzhar-ul Hak, c.2, s.90 ), Nakle göre Müslümanlardan kim daha çok Kur’an’ı öğrenip veya toplayan veya diğerlerinden daha çok okuyan kimsenin onlar için namaz kılıp, emirlik edeceğini de kararlaştırılmış (Et-Tabakat-ul Kübra (Sadır Yayınevi), c.8, s.89; Ensab-ul Eşraf, c.1, s.264; Keşf-ul Estar, c.2, s.266 ve c.1, s.230; Mecma-uz  Zevaid, c.5, s.255 ve c.7, s.161 ve c.2, s.63 ) aynı zamanda her yılın Ramazan ayında, o zamana kadar vahyedilmiş bütün ayetleri Cebrail aleyhisselama okuyordu. Resulullah (s.a.v)’in antlaşmalarını, hurma ağaçlarının ürünlerinin değerlendirmesini ve borç edinilen paraları yazan katipleri vardı. Resulullah (s.a.v)  katiplerden Hudeybiye savaşından bir yıl önce İslam’ı kabul edenlerin hepsinin isimlerini yazmalarını istemişti. Bunun üzerine Muaz da 1500 kişinin adını yazmıştı. Buna ilave olarak müslümanların (savaşla ilgili konuları ve savaşa katılanların adlarını yazmak için) ordu içinde de katipleri vardı. (Sevk fi Zill-id Devlet-il İslamiyye, s.68 ) Acaba Resul-i Ekrem (s.a.v) ’in bu gibi konuların yazılmasına önem verirken Kur’an’ın yazılmasına önem vermemesi düşünülebilinilir mi?  Halbuki Kur’an İslam’ın temelidir. Alınan borçları yazmak Resulullah (s.a.v)  için Kur’an’ı yazmaktan daha mı önemliydi? Buna bir delilde Osman b. Ebu-l As’ın hadisidir: Sakif’in elçisi Resulullah (s.a.v) in yanına geldiğinde giderek ondaki mushafı istedim. O da mushafı bana verdi….” (Mecma-uz Zevaid, c.9, s.371; Hayat-us Sahabe, c.3, s.244 ) Ömrünün son Ramazanında bu mukabele iki defa  olmuştu. Bu mukabele geleneği, asırlardan beri her Ramazan devam etmektedir. Resulullah (s.a.v) in irtihalinden sonra da Kur’an’a çok önem veriliyordu ( Müsennef (Abdurrezzak), c.3, s.366; Mecma-uz Zevaid, c.7, s.167; Hayat-us Sahabe, c.3, s.255, el-Kün’ye vel- Elkab (Kummi), c.1, s.116. Keşf-ul Estar (Müsned-ul Bezar’dan nakletmiştir.) c.3, s.94; Mecma-uz Zevaid, c.7, s.162, Kenz-ul Ummal, c.2, s.219, Aynı kaynak ve Hisal, c.2, s.602; Mec’ma-ul Beyan, c.1, s.16; Vesail-uş Şia, c.4, s.838-839,  Sahih-i Müslim, c.3, s.100; Müşkül-ul A’sar, c.2, s.419; Hilyet-ul Evliya, c.1, s.257 ve 366; Kenz-ul Ummal, c.2, s.140-141,  Kenz-ul Ummal, c.2, s.183 )

     Tarihçiler ve yazarlar, “Biz Kur’an’ı Resulullah (s.a.v) in zamanında bir araya topladık” diyen bir grup sahabiden sözetmektedirler. Yine “iki-üç surenin dışında bütün Kur’an’ı topladık” diyen sahabelerin de adlarını yazmışlardır ( Kuatade şöyle diyor: “Enes b. Malik’ten Resulullah (s.a.v) in zamanında kaç kişinin Kur’an’ı topladığını sorduğumda şöyle cevap verdi: 4 kişi; onların hepsi Ensardan idi: Ubey b. Kaab, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebu Zeyd. Ve biz de bunu onlardan miras aldık.” (Sahih-i Buhari, c.2, s.201; c.3, s.147; Tabakat-u İbn-i Saad, c.2, 2.kısı, s.112-113; Tefsir-ul Hazin, c.1, s.7; Libab-ut Te’vil (Nişaburi, Cami-ul Beyan’ın haşiyesinde), c.1, s.24; Menahil-ul İrfan, c.1, s.236; el-Cami li Ahkam-il Kur’an, c.1, s.56-57; el-Bihar, c.89, s.77; el-Burhan (Zerkeşi), c.1, s.241; el-İtkan, c.1, s.70-71; Umdet-ul Kari, c.20, s.26; Tehzib-ul Tarih-i Dimeşk, c.5, s.448-137; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.4, s.28’in dipnotunda; Tarih-ul Kur’an, s.47; Feth-ul Bari, c.9, s.49; Kenz-ul Ummal, c.2, s.390; el-Beyan (Hoi), s.269; Usd-ul Gabe, c.4, s.216; el-İstiab (el-İsabe’nin haşiyesinde), c.3, s.224; el-Câmi-us Sahih (Tirmizi), c.5, s.666; Tezkiret-ul Hafız, c.1, s.25 ve 31; el-Bidaye ven- Nihaye, c.7, s.340-346) Kitab-us Sindi’nin haşiyesinde şunlar yazılıdır: “Enes’in yukarıdaki sözden amacı “ben bu dört kişinin dışında kimseyi hatırlamıyorum”dur. Çünkü sahabilerden bir çoğunun Kur’an’ı biraraya getirmeye büyük önem verdikleri bilinmektedir .” (Sindi’nin Sahih-i Buhari’ye haşiyesi, c.3, s.147) Kurtubi Enes’in sözünü şu şekilde açıklıyor: “Enes’in bu sözden maksadı yalnız Ensar’dan olanlardır. Çünkü sahabilerden başka bir grup da Kur’an’ı toplamaya önem veriyordu. Örneğin: Osman b. Affan, Ali (a.s), Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Amr b. As, Salim Mevla Ebi Huzeyfe (el-İstiab (el-İsabe’nin haşiyesinde), c.3, s.224; Usd-ul Gabe, c.4, s.216) Ebu Ömer, Kays b. Seken’in tercümesinde onun Ebu Zeyd olduğunu zannediyor. Ebu Ömer’in dışındaki bazıları da aynı görüşteler (el-İsabe, c.3, s.250; el-İstiab, c.3, s.224, Usd-ul Gabe, c.4, s216 ) Ama başka bir gruba göre “Ebu Zeyd, Said b. Ümeyr’dir”. Gerçi ona “Sabit” veya “Kays b. Seken” de denildiğine inanmaktadırlar (Usd-ul Gabe, c.4, s.216; el-İsabe, c.4, s.78 ve c.2, s.30, el-İstiab, c.4, s.78) Merzbani ve bazıları ona “Sabit” diyor ve Resulullah (s.a.v) in zamanında Kur’an’ı bir araya getiren altı kişiden biri olduğunu kabul ediyorlar (Nur-ul Kabes, s.104 ve 105; el-Muhbir, s.386, Feth-ul Bari, c.9, s.49, .el-İtkan, c.1, s.72; Umdet-il Kari, c.20, s.27 ) )

   Kur’an’ın bir araya toplanmasından amaç, onun dağınık olmadığı anlamına gelmektedir. Ayetleri bir araya getirip, toplamak, yeni nazil olan ayetleri önceki ayetlere eklemek ancak yazmakla mümkün oluyordu.“Kur’an ezberlenerek toplanıyordu” sözü doğru değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v)  hayattayken onlarca Kur’an hafızı vardı. Onlardan 70’i Bi’ri Maune’de öldürülmüştü (Sahih-u Min Sireti Nebiyy-i A’zam (s.a.v) , 5. cüzünün “Gazvet-ü Bi’r-i Maune” bölümü)  Ama ileride de göreceğiniz gibi Resulullah (s.a.v) in vefatından daha bir kaç ay geçmemişti ki Yemame vakıasında da buna benzer sayıda Kur’an hafızlarının öldürüldüğü, hatta ölenlerin 400 ya da 500 kişiye yakın olduğu söylenmektedir.Urvet b. Zübeyr, Ebu Bekr’in niçin Kur’an’ı bir araya toplamaya giriştiği hakkında şöyle diyor: Yemame’de öyle kimseler öldürüldü ki, Resulullah (s.a.v) ’ın ashabından ve Kur’an’ı biraraya  toplayanlardandılar (Kenz-ul Ummal, c.2, s.363) Kur’an’ı bir araya toplayanlardan kabul edilen bu grubun kendilerine mahsus mushafları da vardı. Örneğin Zeyd, İbn-i Mes’ud, Hz. Ali (a.s), Ubey gibilerin kendilerine ait mushafları vardı. Hatta bu mushaflardan bazıları onların ölümünden yüz yıllar sonra bile mahfuz kalmıştı (Fihrist (İbn-i Nedim), s.29; et-Temhid Fi Ulum-il Kur’an, c.1, s.20 ) . Rivayetlere baktığımız zaman ismi tekrarlananları saymazsak toplam 24 kişi Peygamber (s.a.v) in zamanında Kur’an’ı bir araya topladığı anlaşılır (Tarih-ul Kur’an (Zencani), s.47; A’yan-uş Şia, c.1, s.87; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.4, s.28’in dipnotu. Meşahir-ul Ulema-il Emsar, s.12. Tarih-u Vasit, s.102; Kenz-ul Ummal, c.17, s.105; Tezkiret-ul Hafız, c.1, s.12. – el- Muhbir, s.386; el-itkan, c.1, s.72; Feth-ul Bari, c.1, s.49; Umdet-ul Kari, c.20, s.27. – Umdet-ul Kari, c.20, s.27; el-istiab (el-isabe’nin haşiyesinde), c.2, s.41; el-isabe, c.2, s.31 ve 50; Usd-ul Gabe, c.2, s.313, (Bu kitapta onun Said b. Ubeyd ile bir olup-olmadığı bahsedilmiştir.) – Tabakat (İbn-i Saad – Sadır yayınları), c.3, s.458. – Umdet-ul Kari, c.20, s.27; el- itkan, c.1, s.72; Tarih-ul Hulef’a, s.147. – Umdet-ul Kari, c.20, s.27; el- itkan, c.1, s.72; Tarih-ul Kur’an (Ebyari), s.108; Hilyet-ul Evliya, c.2. – el- İsabe, c.3, s.250; el- İstiab, c.2, s.224; Usd-ul Gabe, c.4, s.216; Tabakat-u İbn-i Saad (Sadır yayınları), c.3, s.513.- Yukarıdaki kaynakların yanında: Tabakat-ul İbn-i Saad, c.8, s.335; Et- Teratib-ul İdariyye, c.1, s.47; Tarih-ul Kur’an (Zencani), s.41, el- Beyan, s.273, Usd-ul Gabe, c.5, s.626; Fil İsabe, c.4, s.505. – Tabakat-u İbn-i Saad, c.2, 2. bölüm, s.113; Tenzih-i Tarihi Dimeşk, c.5, s.448; et-Teratib-ul İdariyye, c.1, s.46, Kenz-ul Ummal, c.2, s.374; Mecma-uz Zevaid, c.9, s.312. – Umdet-ul Kari, c.20, s.27; el-itkan, c.1, s.72. – el-İtkan, c.1, s.72; Menahil-ul İrfan, c.1, s.237; Feth-ul Bari, c.9, s.47; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.4, s.29’un dipnotu; el-Müsannif (Abdurrezzak), c.3, s.355; Umdet-ul Kari, c.20, s.27; Kenz-ul Ummal, c.2, s.208-209; Mebahis-un fi Ulum-il Kur’an, s.120, el-Beyan, s.269; Buhus-un fi Tarih-il Kur’an ve Ulumih, s.130; Tefsir-ul Mizan, c.12, s.121. – Umdet-ul Kari, c.20, s.27.- Tarih-ul Hulefa, s.162.- Tarih-ul Hulefa, s.44 ) Rafi şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talib, Ubey b. Kaab, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Mes’ud Kur’an’ı tam olarak yazmış ve bu Kur’anlar sonradan yazılanlar için temel olarak alınmıştır. Bunda ittifak  vardır.” (Buhus-un fi Tarih-il Kur’an ve Ulumih, s.115 ve 124 (İ’caz-ul Kur’an) (Rafii, s.35-36’dan naklen), Mebahis’un fi Ulum-il Kur’an (Kettan), s.124 ) Bu söz açıkça Kur’anların birinci halife zamanında Zeyd tarafından toplanmadan önce toplu halde olduğunu ortaya koymaktadır.

     Hz. Rasul son vahiy’den 9 ya da 81 Gün  Sonra vefat etti. Bu Süre’den önce kitaplaşması, Ayetler’in Elimizdeki Tertip üzere inmemesindendir. Ama yukarıda belirttiğimiz gibi kitap halinde değilse de tümü yazılı ve hafızlarca ezberlenmiş halde idi!

       Hz-Ebu Bekir döneminde bu Kur’an ayetleri Zeyd bin Sabit ( Beğevi “Şerh-is Sünnet”te şöyle diyor: “Zeyd b. Sabit (Kur’an’ın) son olarak sunulmasına şahid olanlardandı. Zeyd b. Sabit onu yazarak Resulullah (s.a.v) ’e gösterdi. Ve ömrünün sonuna kadar, halkı ona uymaya davet etti. Bunun için Ömer ve Ebu Bekr, Zeyd b. Sabit’e itimat etmiş, Osman da mushafları yazma işini ona bırakmıştı: Tarih-ul Kur’an (Zencani) S.39-40; el- İtgan, c.1, s.50; el- Maarif  (İbn-i Kutaybe) s.260; el-Müfessea fi Tarih-il Arab Kabl-el İslam, c.8, s.134 ) liderliğindeki hafızlar komisyonunca ( Sayıları konusunda çeşitli rivayetler vardır: 5 ile 8 kişinin adı geçer : Tabakat-u İbn-i Saad, c.2, 2.kısım, s.112-114, el-Burhan (Zerkeşi), c.1, s.241; el-İtkan, c.1, s.72; Feth-ul Bari, c.9, s.48; Nur-ul Kabes, s.105 ve 245; Kenz-ul Ummal, c.2, s.365 ve 374; el-İzah (İbn-i Şazan), s.222; el-Beyn, s.269. (Munteheb, Kenz-ul Ummal, c.2, s.214’den naklen); Tehzib-i Tarihi Dimeşk, c.5, s.448, Tarih-ul Kur’an, s.47 (Buhus’un Havle Ulum-il Kur’an, s.214’den naklen); el-İsabe, c.2, s.50; Mecma-uz Zevaid, c.9, s.312. Tabakat-u İbn-i Saad, c.2, 2. bölüm, s.113-114; Feth-ul Bari, c.9, s.48, el-İtkan, c.1, s.72; Tarih-ul Kur’an, s.47; Kenz-ul Ummal, c.2, s.365 ve 374; Menahil-ul İrfan, c.1, s.237; Umdet-ul Kari, c.20, s.27 (Ancak bu kitapta Ubadet b. Sabit’in yerine Ubadet b. Samit gelmiştir.) Hayat-us Sahabe, c.3, s.221. el-Fihrist, s.30; Tarih-ul Kur’an (Zencani), s.46; Tarih-il Kur’an (Ebyari), s.95 ) toplanır, hafızlarca denetlenir ve bir kitap haline getirilir. Sonra bu tek ilahi kitap (Kur’an) yaklaşık 30 sene bir kadına (Ümmü Selemeye) emanet edilir. Hz Osman döneminde İslam coğrafyası genişlediği, çeşitli lehçeler ortaya çıktığı için her bölgeye gönderebilmek üzere yine Zeyd bin Sabit liderliğinde bir hafızlar komisyonu toplanır ve Kur’an hafızlar kontrolünde Kur’an kopyalanıp çoğaltılır. Günümüzde de ezber ve çoğaltım devam etmektedir. Kısaca Hz. Resul’dan itibaren Kur’an hem hafızlı, hem ezbere günümüze dek kesintisiz iki kaynaktan oluşmuştur.

    Hz. Ebu Bekir, ashabdan sika (güvenilir) ve zabt (ezber) ile meşhur olan hafızları Hz. Ömer’in evinde toplamış ve ayetleri toplama işinin nasıl olacağı ve bunu kimlerin yapacağı hususunda karar almıştı (Tarih-i Kur’an, s.:11, Sebilü’r-Reşad Mec., c.7, sayı:168; s.:276-277). Ve mezkur komisyonun başına, işin manevi sorumluluğunu yüklenmek istememesine rağmen Hz. Zeyd b. Sabit seçilmişti. Kimdi Zeyd? Zeyd, Allah Resulünün, Medine’deki hayatı süresince vahy katipliğini yapmıştı. Ashab içinde Kur’an’ın tamamını ezberleyenlerden ve en iyi okuyanlardan birisildi. Tebük seferinde Malik b.Neccar oğullarının bayrağı Amâra b. Hazm’ın elinde iken, Resulullah onun elinden alarak Zeyd’e vermiş ve; “Zeyd, Kur’an’ı çok iyi bilir; Kur’an mukkadem (evvel, önde) dir”, buyurmuşlardır.  Zeyd, aynı zamanda çok zeki bir sahabiydi. Resulullah’a Süryanice mektuplar gelmeye başlayınca, Resulullah’ın emri ile en kısa zamanda Süryanice’yi öğrenmişti. Hz. Ebubekir, onu, Kuran’ı toplamakla görevlendirdiği zaman Zeyd’in çekingen davranması üzerine; “Ey Zeyd, sen akıllı ve yetişkin bir gençsin. Seni biz, hiçbir kusur ile itham edemeyiz”, diyerek Zeyd’in güvenirliğini vurgulamıştı. Peygamber Efendimizin vefat edeceği yıl, Resulullah, Kur’an’ı, Cebrail’e nasıl arzetmiş ise Zeyd  de, yazdığı bütün ayetleri Hz. Peygambere arz eylemiş, böylece; “arza-i ahire”yi yani son arzolunanı yazmış idi ( El-İbane, s.58; Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 317-318; Tarih-i Kur’an, s.10; Ebu Amr Osman b. Said ed-Dâni, el-Mukni fima’rifeti  Mersûmi Mesahif-i Ehli’l-Emsar ma’a Kitabın-Nukad-Tahkik: M.A.Dehman- Dimeşk 1940, s.121-122, Menahil, I-243 ) Komisyon başkanlığına neden Zeyd b. Sabit’in seçildiği anlaşılmıştır herhalde. Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre, Hz. Ebubekir; Zeyd’e, hafızasına asla güvenmemesini, her ayet için iki delil olmak üzere, iki şahıstan yazılı nüsha aramasını emretti. Kendilerinde Kuran’dan yazılı parça bulunan herkesin bunları Zeyd’e getirmesini şehirde ilan etti. Bu ilan, camide yapılmıştı. Hz. Ömer de, şahitlerin ellerindeki nüshaların, Hz. Peygamber tarafından kontrol edilmiş olup olmadığını yeminle tahkik ve tesvik ediyordu (Kur’an ayetlerinin bir kitapta toplanması teklifi de ilk önce Hz. Ömer’den gelmişti. Hicretin 12. senesi vuku bulan Yemame Harbinde birçok hafız sahabi şehid düşmüştü. Kurra sahabilerin zamanla daha da azalabileceği Hz. Ömer’i, Kur’an’ın kaybolabileceği hususunda endişeye sevk etmişti) Zaten Zeyd, vazifeyi ilk kabulü sırasında, Hz. Ömer’in kendisine yardımını şart koşmuş, o da ciddi bir şekilde yardım etmişti ( Süyuti, Itkan, I/73)

    İbnu Hacer (852/1448) demiştir ki: “Zeyd, iki şahidden aşağısını kabul etmiyordu. Bu iki şahitten maksad, hıfz (ezber) ve kitabet (yazı)dır. Yahut, Resulullah’ın huzurunda yazıldığını iki kişinin görmesi demektir. Veyahut, Kur’an’ın nazil olduğu vecihleri (okuma şekillerini) gören iki kişi demektir. Bütün bunlardan gaye de; yalnız ezbere dayanmayıp, bizzat Resulullah(sav)’in huzurunda yazıldığını görme zaruretidir” (Fethu’l-Bârî, IX/12)  Ebu Şâme: Zeyd “ Onu Huzeyme’den başkasında bulamadım” demiştir. Yani onu Ebu Huzeyme’den başkasında yazılı olarak bulamadım, demektir.” der. Doğrusu da budur.

     Kuran’ın yazılması konusunu Ebu  Şame el-Maksidi şöyle özetliyor:” Sadece hafızların zihinlerindeki ezber yetmiyor, peygamberimizin huzurunda kaleme alınmış ve yazıyla tespit edilmiş olanlar da yazıya geçiriliyordu.” ( M. Hamidullah, Kuran-ı Kerim Tarihi, s. 50) 

    Ayrıca şu hususun altını özellikle çizmek gerekir, Zeyd’in başkanlığındaki her bir cem edici ayrı ayrı mushafı cem ederler, yani her birinin bir mushafı vardı, sonra bu dört mushaftan tek mushafa ulaşılır. Zeyd bu dört kişiden sadece biri idi ve sadece o bulmakta zorluk çekiyordu.

     Bir mushafta toplanan ayetler hususunda İsmail Hakkı İzmirli şu tesbiti yapıyor: “Kur’an-ı Mübin tamamıyle toplandıktan sonra, Hz. Ömer, Ashab-ı Kiramı toplattı. Onlara okudu. Ashab-ı Güzin, tamamıyle tasdik ettiler. İçlerinden hiçbir itiraz vaki olmadı.”(Tarih-i Kur’an,s.11) Toplanan bu sayfalar, vefat edinceye kadar Hz. Ebubekir’in yanında kalmış, o vefat edince Hz. Ömer’e intikal etmiştir. O vefat edince de, kızı ve Peygamber Efendimizin zevcesi Hz. Hafsa’ya geçmiştir. Hz.Osman’ın hilafetinde ise, aynı nüshadan birkaç nüsha çoğaltılarak İslam ülkesinin çeşitli merkezlerine gönderilmiştir.

  Prof. Dr. Maurice Bucaille (Tıp Fakültesinde Cerrahi bölümü başkanlığı yapmış bir Fransız doktoru. Yıllarca süren incelemelerini, ‘Kitab-ı Mukaddes-Kur’an ve Bilim’ adlı kitapta yayınlayarak Müslüman oldu-1976-)şöyle haykıracaktır: “Kur’an’ın bildirdiklerinden hiçbiri, bilimsel bakış açısından herhangi bir itiraza mahal vermez…Onda her şey, insanlar tarafından kolayca anlaşılabilecek sade bir dille ve çok sonralar keşfedilecek bilgilere son derece uygun olarak ifade edilir.” Roger Garaudy (Fransız Ü. Öğretim üyesi.Siyaset adamı ve düşünür. Fransız Komünist P.eski üyesi.Parlamenter ve senatör/1945-1962. Marksist Araştırma ve İncelemeler Merkezi eski müdürü. 1981 yılında İslam’ı seçti ve ‘İslam’ın Va’dettikleri’ adlı kitabını yayınladı) şunu söyleyeceklerdir: “Ne İslamiyet’le ilmin, ne de vahiyle mantığın arasında bir aykırılık yoktur. İlmi engelleyenler, soysuzlaşmış bilimcilerdir.” 

   Misyoner Gılchrıst’ta, dinsiz T. Dursun’da benzer iddiada bulunurlar (Zaten Batılı oryantalistler ile yerli dinsizler aynı nakaratları sıralarlar İslam hakkında, yani günümüz ateistleri misyoner- oryantalistlerin içimizdeki borazanıdır) : “Buhari, hadis kitabında Zeyd’in şu sözlerine yer veriyor; ‘Tevbe suresinin son ayetini buluncaya dek, hurma ağaçlarından, beyaz taşlardan ve derilerden toplayarak Kur’an için aradım’. Kur’an’ın ilk derlenişinin nasıl bir gevşeklikle yapılmış olduğu sırf bu hadisten bile kolayca anlaşılmaktadır.”

    Zeyd’in; ‘Tevbe Sûresi’nin son ayetini buluncaya dek aradım’ şeklindeki sözü; bir gevşekliğin değil, ciddiyet ve gayretin işaretidir. Demek ki, Zeyd ve onun gibi ayetleri ezberlemiş hafızlar, Tevbe Suresi’nin son ayetini kesinlikle biliyorlardı; ancak belgelenmesi için şahitli yazılı belge aranıyordu. Nitekim, mezkur ayet de, bir sahabinin yanında yazılı olarak bulunarak belgelenmiş ve mushafa alınmıştır. Bu ayetin yazılı olarak sadece bir sahabi de bulunması, bu ayetten başka bir kimsenin haberinin olmaması anlamına gelmez. Dikkat edilirse; bu iddiada bile, bilinen bir ayetin araştırıldığı itiraf ediliyor. Yoksa, tesadüfen ele geçmiş bir yazının derlenmesi söz konusu değildir. Kur’an’ın bugünkü haline gelişinin, sadece tek kişinin çalışmasıyla olduğu iddiası da yanlıştır. Çünkü Zeyd b. Sabit; Ömer, Osman, Ali, Ubey b. Ka’b, İbnu Mesud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ez-Zübeyr, Abdullah b. Said, Talha, Sa’d, Huzeyfe, Amr b. el-As, Ebu Hureyre, Halid b. el-Velid, Ebu Musa el-Eş’ari, Ebu Zeyd ve Ebu Derda’dan oluşan, gerçekten her biri bir zirve olan keyfiyetli onsekiz kişilik bir komisyonun başkanıydı (Ö.N.Bilmen, Tefsir Tarihi, Ank.1955, s.22). Buhari’nin, Zeyd b. Sabit’ten rivayet ettiği hadiste, Tevbe Suresinin son iki (128,129) ayetini “Ebu Huzeyme el-Ensari’den başkasının yanında bulamadım” demesi, “yazılı nüsha olarak” demektir. Çünkü sahabeden birçoğu, bu ayetleri ezbere biliyordu. Zeyd de, bunlardan biriydi (Tarih-i Kur’an, s.11; Menahil, I/ 245; Mebahis, s.74) Hadiste ismi geçen Ebu Huzeyme, Resulullah tarafından, şahitliği iki kişi yerine geçmesi hususunda müjdelenmiş bir kimsedir (Tefsir-i İbni Kesir Zeyli, s.9, Tabakat-i İbn-i Sa’d, c.4, s.90-91; Üstü’l-Gâbe).

                                          İlk Mushaf neden yakılmıştır?

   Önce temel bir bilgi verelim: İlk dönemlerde Arap harflerinde nokta ve hareke yoktu, Hz. Muaviye devri Irak valisi Ziyad bin Ebih, Arapçayı bilmeyen Müslümanların, Kur’ân’ı Kerim’i yanlış okumasını önlemek için devrin âlimlerinden Ebu’l Esved Dueli’yi görevlendirmiş. O da kelimelerin sonuna harekeyi belirlemek için nokta koymuştu. Daha sonra kâtip Nasr bin Asım ve Yahya bin Ya’mer harflere nokta koyar. Harflere ve noktalara bugünkü şeklini veren ise Halil bin Ahmet (M.718) olmuştur.

   Hz. Osman, okuma farklarını ortadan kaldırıp Müslümanları bir tek kıraatte birleştirmek amacıyla başka bütün mushafların ve Kur’ân parçalarının yakılmasını emretmiştir. (Beyhekî, es-Sunen, Kitabu’s-Salât, 2/42) Hz. Osman’ın, yazdırdığı resmî Mushaf dışındaki mushafların yakılmasını emretmesi, kıraat ihtilâflarını ortadan kaldırmak, Müslümanları tek kıraatte birleştirmek, birliği sağlamak içindi. Nitekim Hz. Ali’nin: “Ey insanlar, Osman hakkında aşırı sözler söylemekten, ona ‘Mushaflar yakıcısı!’ demekten sakının. Vallahi o, mushafları, biz Muhammed’in ashabı önünde yaktı.”, “Osman zamanında yönetici ben olsaydım, onun mushaflar hakkında yaptığını ben de yapardım.” Demiştir (Kurtubî, 1/54; el-Fethu’r-Rabbânî, 18/34) Nedense T. Dursun’un Kurtubi’deki bu rivayeti görmek işine gelmemiştir ( Aynı şeyi bir çok kez yapacak, işine gelmeyen bilgileri eserlerden atlayarak, seçmece- toplama bilgilerle İslam’a saldıracak, o eserlerde başka iddialarına verilen cevapları es geçecektir.) Hz. Hafsa’ya iade edilmiş olan ana Mushaf da ölünceye dek onun yanında kalmış, Medine valisi olan Mervân ibn el-Hakem, yakmak üzere o nüshayı istemişse de Hz. Hafsa vermemiş, fakat bu mü’minler anasının vefatı üzerine Mervân o Mushafı alıp yakmıştır. (el-Fethu’r-Rabbânî, 18/34) Bu kadar zaman ana Mushaf ile kopyalar bir arada olmuştur, aralarında fark olsa ortaya çıkmaz mı idi? Olayı biraz geriden alarak açıklayalım:

   Genişlemiş İslam devletinin önemli merkezlerine dağılan Sahabe, kendi bildiği kıraati halka öğretiyordu. Bunun neticesinde şehirler arasında kıraat farklılıkları ortaya çıkmıştı. Çünkü Hz. Ebu Bekir döneminde yazılan ‘İmam Mushaf’ yedi harf (lehçe) göz önünde bulundurularak, bazı kelimeler, lehçelere göre farklı telaffuzları gösterecek şekilde yazılmıştı. İmlası aynı olsa da telaffuzları farklı olabiliyordu. Yeni Müslüman olmuş Arap olmayan halklar, diğer lehçeleri bilmediği için öğrendikleri kıraatin tek doğru olduğuna inanıyorlardı. Bu sebepten münakaşalar çıkıyor, birbirine ‘kâfir ‘diyecek kadar ileri gidenler oluyordu. Ebu Kılabe’nin rivayetine göre, sonu tekfir etmeye varan bir münakaşaya Hz. Osman da şahid olmuş, onlara; ‘Siz, benim yanımda bile ihtilaf ediyorsunuz. Daha uzak yerlerde bulunanlar elbette daha fazla ihtilafa düşerler’ deyip Mushaf’ı çoğaltmak gereğine kanaat getirmişti. Bardağı taşıran son damla, Buhari’nin rivayetine göre şu hadise idi: Hicri 25 senesinde vuku bulan Ermenistan Gazasında, Suriye ve Irak askerleri birlikte savaşmışlardı. İki bölgenin askerleri, kıraat hususunda ihtilaf ederek birbirlerini tekfir edenler dahi oldu. Ordu komutanı Huzeyfe İbnü’l-Yeman, bu duruma çok üzüldü ve Medine’ye döner dönmez, daha evine gitmeden Hz. Osman’a varıp; “Ne olur, mahvolmadan önce şu ümmetin imdadına yetiş!” diyerek meseleyi anlattı ve yahudi ve hıristiyanlar gibi Kitapta ihtilaf edilmesinden endişe ettiğini arzetti. Bunun üzerine Hz. Osman, Muhacirun ve Ensarla istişare ederek Hz. Hafsa’daki Mushaf’ın tek bir lehçe üzerine çoğaltılmasına ve önemli merkezlere gönderilmesine karar verildive huzurundaki seçkin heyete; “Ben, halkı bir tek(tek lehçe üzerine yazılmış) Mushaf’ta toplayacağım. Böylece ihtilafların önünü almak istiyorum” demiştir(el-Mukni, s.119-120; el-Bürhan, I.235; Tarih-i Kur’an; s.12 )Hz. Osman(r.a.), bu Kur’an hizmetinde Allah’ın lütfuyla kesin başarıya ulaşmıştır. Bu büyük halifenin, aynı meyanda bir hizmeti de, değişik lehçelerde yazılmış, hatta bazıları eksik de olabilen şahsi (özel) Kur’an nüshalarının imha edilmesini (yakılmasını) emretmesiydi.  İbnü’l-Cezeri, (v.833/1429), şahsi Kur’an’lar hakkında şu tesbiti yapıyor:  “Bazan izah maksadıyla, metin arasına kıraatler hakkında açıklamalar koyarlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber(s.a.v.)’den öğrendikleri Kur’an’ı iyice biliyorlardı.” Bazen de metnin devamına tefsir mahiyetinde notlar yazıyorlardı. Mesela İbnu Mesud, kendi Kur’an’ına, Bakara Sûresi 198. ayetin(Rabbimizin lutuf ve kereminden nasibinizi aramanızda size bir günah yoktur.) hemen devamına; “fî mevâsimi’l-hacci: hac mevsiminde” diye yazmıştı. İşte bütün bunlar, resmi bir Kur’an’ın ortaya çıkmasını ve diğerlerinin imha edilmesini zaruri kılıyordu. Böylece Hz.Osman, ileride doğabilecek büyük fitnelerden ümmetin korunmasında çok büyük bir hizmeti başarmıştı. “Fakat Hz.Osman’ın emrine rağmen, öyle anlaşılıyor ki, şahsi mushaflar, geniş İslam dünyasına yayıldığından büsbütün ortadan kalkmadı. H.3. ve 4. asırda Kur’an Tarihine dair eser yazanlar; İbn Mesud, Ubey gibi zevatın mushaflarını gördüklerini bildirirler. Bu da iyi olmuştur. Kaybolsalardı, muarızlar tarafından, aralarında fazla bir fark olduğu iddia edilebilirdi” ( Prof. Dr. S. Yıldırım, s. 69-70)

  Benzer bir mantık bu 20. yüzyılın başlarında ülkemizde de yaşanmış, Ömer Seyfettin’in, 11 Nisan 1911 yılında, Genç kalemler dergisinde yazdığı ‘Yeni Lisan’ adlı makalesinden sonra İstanbul ağzı, yazı dili olarak ülkemizde kabul edilmiştir. Bu mantığın benzerini de Hz. Zeyd 1400 sene önce pratiğe geçirmiştir. Amaç, anlam değişikliğine neden olmadan ümmetin vahdet-birliğini sağlamaktır. Aynı lüzum daha sonrada ortaya çıkmıştır ve bu normal bir şeydir, art niyetli kişiler dışında bu durumdan bir anormallik arayanda çıkmamıştır.

  Farklı bir bakış açısı da şöyledir: İbni Hacer Askalani’ye göre, Osman diğer nüshaları yakmamış, okunmasını düzeltmiş, düzelmesi mümkün olmayanları toplamış, yanlış okumaya, hatalı okuyuşa meydan vermemek için bozmuş suyla silmiştir. Noktasız “Haraga” kelimesi yakmak anlamına gelirken, “Haraga” noktalı olarak yazılırsa yırtmak anlamına gelir. Düzeltilmesi mümkün olmayan sayfaları yırttı attı demektir. Oryantalistlerden Schwally, Hz. Osman’a isnat olunan bu yakma işini çok şüpheli bulduğunu söyler.


Özetle Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?

1- Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur’ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz gelişmemiş, noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber’den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma da farklılıklar baş göstermişti.

2- Kur’an’ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamberden duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacak, ayet ile insan eklemeleri zamanla ayırt edilemeyecekti.

3- Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu. Bu farkları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur’ân’ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cilt (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, kişilerin yanlarında bulunan özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde ise böyle bir metot izlenmemişti. Böylece Peygamber’e vahyedilmiş olan bütün Kur’ân âyetlerini ve sûrelerini içeren Mushaf yazılmış oldu. Bu Mushaf çoğaltıldı, biri Başkent Medine’de bırakıldı, ötekiler, eyalet merkezlerine gönderildi.

4-Resmî Kur’ân’dan az da olsa – İniş sırası veya ayetlerin yanına eklenen açıklama cümleleri nedenleri ile – farklı birtakım özel Kur’ân nüshaları durdukça Kur’ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hatta büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.

5-İkinci derlemede meydana gelen Kur’ân nüshasının, diğerinden farkı birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur’ân’ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.

6-Hz. Osman zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber’in yazdırdığı Kur’ân’dan farklı olsaydı, Osman’dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış, kendi Mushafını muhafaza etmekle beraber resmîleştirmemiş, Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Bu durum da mevcut Mushafın, asıl Kur’ân’a uygunluğunu gösterir. Hz. Âlî Mushafını görmüş olanlar, onun -sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber- içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler.

    Hz. Osman’ın, özel mushafları yaktırdığı rivayet edilmektedir ama onun bu emrine uymayıp kendi özel mushaflarını saklayanların bulunduğu da tarihen sabittir. Çünkü Hz. Alî, Abdullah ibn Mes’ud, Übeyy ibn Ka’b’ın özel mushaflarından söz edilmektedir.(Kurtubî, 1/53) (Bu Mushaflara dokunulmamış olmasının nedeni düzgün ve imla kurallarına uygun olarak yazılmış olmalarıdır.)Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu’l-Mesâhif’inde toplamıştır. Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Âişe, mushafını görmek üzere gelen bir Iraklıya, özel mushafını göstermiştir.(Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, b. 5, h. 14)

                                  İbn-i Ömer’in sözünün anlamı

   Îbn Ömer diyor ki: “Hiçbiriniz, Kur’ân’ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki Kur’ân’ın çoğu yok olup gitmiştir. “Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum” desin yalnızca.” (Süyûtî, el İtkân,2/32) Dursun’un bu iddiasına Pr. S. ATEŞ de şöyle cevap vermektedir: “Konunun içine girmeden önce bu kişinin bol bol yaptığı sinsice bir çarpıtmasına dikkati çekmem gerek: Suyûtî’den aldığı Arapça metinde İbn Ömer’e nisbet edilen sözü, bilerek veya bilmeyerek yanlış çevirmiş. Kendi çevirisine göre îbn Ömer:” Kur’ân’ın çoğu, yok olup gitmiştir.” demiş. Halbuki bu Arapça sözün anlamı öyle değildir. Dursun’un bu metne yaptığı çeviri aslında tamamen yanlıştır. Çünkü yüklemi baştan olumsuz alarak “ Hiçbiriniz, Kurân’ın tümünü aldım demesin” şeklinde çevirmiştir. Oysa yüklem olumsuz değil, vurgulu olarak olumludur. “Biriniz Kur’ân’ın tamamını aldım (elimdedir) diyor,” şeklindedir. Devamı “ Bilemez ki Kurân’ın çoğu yok olup gitmiştir” şeklindeki çeviri de yanlıştır. Doğrusu şu: “Tamamını nereden bilecek? Bundan bir çok Kur’ân (âyeti) gitmiştir (kaybolmuştur).” Îbn Ömer bu sözüyle, Kur’ân’ın çoğunun neshedildiğini anlatmaktadır. Dursun’un çevirisi ile İbn Ömer’in sözü arasında büyük fark var. Çünkü “Kur’ân’ın çoğu” ifadesi başka, “Kur’ân’dan birçok âyet” ifadesi başkadır. Birinde Kur’ân’ın çoğunun kaybolduğu ifade edilirken ikincisinde Kur’ân’dan âyetlerin neshedildiği  anlatılmış olur. İşte İbn Ömer’in sözü ikinci türdendir.” (Gerçek Din Bu, s.124)

  Basra ve Kufe’de bile görülmeyecek kadar büyük âlim (!) olduğu iddia edilen Dursun her zaman ki gibi cümleyi yanlış tercüme etmiş, hatta tercümeden öte  İbni Ömer’in maksadını anlayamamıştır.  Kur’an’ı Kerimde bazı ayetler neshedilmiş yani önce Peygambere inmiş daha sonra ise hükmü kaldırılmıştır. Buna niye gerek vardı acaba? Dursun’un iğneli bir üslupla bazı yazılarında yazdığı gibi Allah fikir mi değiştirmişti? Hayır! Yüce Allah fikir değiştirmez, Kur’an bu üslubuyla tedriciliği yani kolaydan, zora doğru eğitimi insanlara öğretmektedir. Aynen Hz. Aişe’nin dediği gibi “İnsanlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra helal ve harama dair ayetler indi. İlk evvel “içki içmeyiniz” tarzında ayet inseydi “içkiyi terk etmeyiz” diyecek yahut ilk evvel “zina etmeyiniz” tarzında ayet inseydi, herkes “zinayı terk etmeyiz” diyecekti.” (Buhari, Telifü’l-Kur’an Babı) Günümüz modern eğitiminde de yerini almış olan bu metot, daha o zamanlarda topluma yön veriyordu.

 

                 Oryantalist J.Gılchrıst’ın iddiası, Ahzab 23. ayet

   Oryantalist J.Gılchrıst’ın iddiası: “Zeyd İbn-i Sabit, bu son metinlere aktarılması unutulmuş bir sûre hatırlar.” 

    Bu iddiada ‘sûre’ diye söz edilen, sure değil, sureden bir ayet; Ahzab Sûresi’nin 23. ayetidir. Öte yandan; söz konusu ayetin Mushafa yazılması, istinsah işinden, yani Hafsa’nın nüshasının çoğaltılıp “tüm dünyaya gönderilmesi”nden öncedir. Zikredilen iddia, misyonerce ve ustaca yapılan büyük bir çarpıtmadır. Kuran’ı iyice tanımayanların zihinlerinde bu gibi iddiaların ne büyük ve acı bir tesir bırakabileceğini düşünebiliyor musunuz? Öyleyse misyonerler, işlerini iyi biliyorlar? Ya bizler, iman ettiğimiz kitabımızı ne kadar tanıyoruz? O Kitab’a ne kadar yakınız? Kur’an, hayatımızın ne kadarına yön veriyor? Bunların iyi bir muhasebesini hala yapmayacak mıyız?  Evet, biz yine sadede dönelim. Önceden de belirttiğimiz gibi; Hz.Ebubekir döneminde cem’ edilen ve daha sonra Hafsa’ya intikal eden ilk nüsha, tek harf(vecih, kıraat) üzere yazılmış değildi ve surelerin tertibi yapılmamıştı. Uzun süre muhafaza edilen bu nüshanın yazılarında dökülme ve silinme de olabilirdi. Ve sonunda çoğaltma kararı verilince, yine Zeyd’in başkanlığındaki seçkin heyet, Hafsa’nın nüshasını ciddi bir tetkikten geçirdiler. Nitekim, Ahzab suresinin 23.ayetinin yerinde yazılı olarak durmadığı tespit edildi. Dikkat edilirse, bu ayetin varlığı yeni keşfedilmiş değil; hafızalarda mevcut ve yıllardır ezbere okunuyor. Bu ayetin, daha sonra ilk nüshada bulunamaması, zaten ezberlere yerleşmiş Kur’an’ın varlığına ve mükemmelliğine hiçbir zarar verememiştir.

      Bu konudaki rivayet şöyledir: “Zeyd b. Sabit demiştir ki; ‘(Kur’an’ı istinsah ederken) ben, (Hafsa’nın yanındaki Kur’an’ın yazılı) sahifeleri (nin suretlerini) mushaflara naklettim de, el- Ahzab (suresin)den bir ayet ki, Resulullah(sav)’den onu okuduğunu her zaman işittiğim halde kaybetmiştim. Ve o ayeti (yazılı olarak) bulamamıştım; yalnız, Peygamberimizin, tek başına şehadetini iki kimsenin şehadetine denk tuttuğu Ensardan Huzeyme’nin yanında buldum. (En son onu  da, heyetin kararıyla mushaftaki suresine koyduk) O ayet de,  Allah’ın; mine’l-mü’minine ricalün… kavlidir’”(Tecrid-i Sarih  Tercemesi, VI-II, 273 /Buhari, c.6, s.98-99) Bu hadisin zahirinden, zikredilen ayetin istinsah esnasında yerine konduğu anlaşılsa da, Hz. Ebu bekir zamanındaki ilk nüshada yerleştirildiğini savunanlar da vardır. Mesela, Ebu Cafer et-Taberi’den, İbnu Atiyye; “O, son toplamada kaybolmuştur; fakat birinci cem’de kaybolmuş olması da daha sahihtir” dediği rivayet ediyor (Mukaddimetân, s.274). Kitabü’l-Mebani’de de aynı görüş hakimdir.

 

         Kuran’ın 7 harf üzerine nazil olması ve Kureyş  lügati ile yazılıp çoğaltılması

    Buhari ve Müslim’in naklettiği bir hadisin tercümesi şudur: “Ömer b. el-Hattab(r.a)’ın hadisidir. Dedi ki: Hişam b.Hakim b.Hizam’ın, Fürkan Sûresini, Resulullah’ın bana okutmuş olduğu, benim okuduğumdan başka bir şekilde okuduğunu duydum. Nerede ise (kızgınlığımdan) üzerine atılacaktım. Sonra (Namazı, bitirip) dönünceye kadar bekledim, sonra ridasını göğsünün üzerinde topladım, onu Resulullah (s.a.v)’in yanına götürdüm ve dedim ki: ‘Ben, bunu, Fürkan Sûresini sizin bana öğrettiğinizden başka türlü okurken duydum.’ Bana (Resulullah) dedi ki: ‘Hişamın yakasını bırak.’ Sonra, ona; ‘oku!’ dedi. O da okudu. (Resulullah) dedi ki: ‘Böylece nazil oldu.’ Sonra bana dedi ki: ‘Oku!’. Ben de okudum. (O zaman da) buyurdular ki: ‘Böylece nazil oldu. Muhakkak ki Kur’an, yedi harf üzerine nazil olmuştur; bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz.”(el-Lü’lüü, I/175-176, Hds.nu.:448)

     ‘Yedi harf, yedi Arap lehçesi veya yedi vecih demektir. Resulullah’tan işitmiş olmak şartıyla Kur’an’ın değişik vecihlerde okunmasına izin verilmiştir. Bunun hikmeti, hadislerden de anlaşıldığına göre, Kur’an okumayı kolaylaştırmaktır. “Kur’an’ın ilk muhatapları, kabileler halinde dağılmış olduklarından aralarında telaffuz farkları vardı. Bu özür sebebiyle onlara bir ruhsat verildi. Yedi farklı vecihle okuma(kıraat) izni verilmişse de, kitabet(yazı,hat) sadece Kureyş lehçesi üzere olmuştur. Bu da, ihtilafı asgariye indirmiştir. Zira kolaylaştırmayı gerektiren özrün zail olmasından sonra, asli harfin kitabeti, tilavet için de esas olmuştur: Özrün zail olmasıyla yedi harfe verilen muvakkat müsaade sona ermiştir. Zira lehçeler arasındaki ayrılık ve yaygın ümmilik, Kur’an’ın toplayıcılığı ve ümmiliğin azalmasıyla giderilmiştir.” ( Prof. Dr. S.Yıldırım, Oryantalistlerin Yanılgıları, s.73)

Kadi İyad’a(544/1149) göre; “Yedi harf hakkındaki bütün rivayetler, başkasının okuyuşunu kınamaktan menetmek gayesini ortaya koymaktadır” (Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an,s.85,86) Hz. Osman’ın, Zeyd b.Sabit’e verdiği talimat: Buhari’nin rivayet ettiği hadiste, Hz.Osman’ın, istinsah heyetinde bulunan Kureyşli üç kişiye: “Siz ve Zeyd b.Sabit, Kur’an’dan herhangi bir şeyde ihtilaf ederseniz, onu Kureyş’in lügatı ile yazınız. Çünkü (Kur’an) onların diliyle inmiştir” (Buhari,VI.99), dediği belirtilmiştir.

Bu hadiste belirtilen husus; Kur’an’ın birbirinden farklı ayetlerinin mevcut olduğu anlamına gelmez. Buradaki talimat, Kur’an istinsah edilirken lehçe bakımından bir ihtilaf olursa, hemen Kureyş lugatine göre düzeltilmesi ve yazılması şeklindedir. Çünkü, değişik okuyuşlara müsaade olsa da Kur’an, Kureyş lehçesi üzerine nazil olmuştu. “Çünkü Kureyş’in lehçesi, Arap lehçelerinin en fasihi, en kolayı, Nebi (s.a.v.)’in dili; lugatların seçilmesi ve kıraatların birbirinden ayırt edilmesi esnasında üzerinde icma olunan lugat da o idi”(el-Mukni,s.120,121) Günümüzde bile bölgeler arası – Mesela , İstanbul ile Karadeniz lehçesi – farklar ortada iken benzer durum tüm dillerde mevcutken arapça’nın bundan muaf olması düşünülemez. İşte Kuerş lehçesi, istenbul lehçesi ile kıyaslanabilir ve konuyu daha iyi anlamamıza neden olabilir.

Şunu açıklıkla söyleyebiliriz ki; Kur’an’ın yedi harf üzere nazil olması ve Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin bir tecellisidir. Zira Cenab-ı Hak “kullarına asla zorluk dilemez, daima kolaylık diler.”  “Kur’an-ı Kerim’in kıraatında çok az farklı tarz vardır. Bunlar da zaten anlam bakımından bir ihtilaf ve tenakuz oluşturmamakta, aksine müfessirin önüne geniş bir yorum alanı açmaktadır.” (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir usulü, s. 95,102)   “Kur’an-ı Kerim’deki kıraatlerin farklı oluşu, Müslümanlara bazı kolaylıklar sağladığı gibi, bir kısım ayetlerin manalarının anlaşılmasını ve bazılarından da farklı hükümler çıkarılmasını sağlamıştır. Farklı kıraatler, birbirini tutan ve kuvvetlendiren bir bütünlük göstermektedir. Değişen manalar birbirini desteklemektedir.” (Dr Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s.196 )  

                                 Hz Peygamber Devrinde Kaç Hafız vardı?

T.Dursun, Peygamber zamanında en iyi ihtimale göre 7 hafızın olduğunu söylüyor ve bunu bir rivayete dayandırıyor. Hz. Peygamber zamanında sadece 7 hafız varsa Peygamberin vefatından bir yıl sonra yapılan Yemame savaşında nasıl oluyor da 70 sahabe şehid düşüyor? Yirmi üç yıl süren Peygamberlik döneminde ki hafız sayısı 7, Hz. Peygamberin vefatından bir yıl sonra sadece Yemame savaşında 70 hafız öyle mi? Bi’ri Maune olayında 70 hafızın şehid düştüğü ( Kenz-ul Ummal, c.2, s.223, Menahil-ül İrfan, c.1, s.308 ve 235; Tarih-ul Kur’an (Zencani), s.40 ) göz önüne alınırsa 7 rakamının gerçekçi olmadığı anlaşılır. O rivayet Medine’de bulunan hafızlar için söylenmişi diğer şehirlerdeki hafızlar bu sayıya dahil edilmemiştir. Ayrıca Mesela, bir sahabe 1-10 arasında ki sureleri ezbere biliyor, bir başkası 5-13, bir diğeri de 10-20…arası sureleri biliyordu. Bunların ortak bildikler sureler hesaba alındığında sadece Medine’de bile aynı sureleri bilen Müslüman sayısının ne kadar çok olduğu ortaya çıkar. Veda haccında yüz bin Müslüman’ın Hz. Peygamberi dinlediği göz önüne alınırsa nasıl bir rakamın ortaya çıkacağı gün gibi aşikârdır. Çevre ülke, şehir ve kasabalara dağılan Hz. Peygamberin arkadaşları gittikleri yerde öğrencilerine Kur’anı ve Peygamberin sünnetini öğretmişlerdir. Eğer onların bildikleri, tertip edilen Kur’an’dan farklı olsaydı mutlaka farklılıklar olurdu? Ama Dünyanın neresine gidilirse gidilsin farklılık yoktur. “Kur’an’ın aslı yakıldı” diyerek gerçek Kur’an’ın ortada olmadığını iftirasını atanlar, o devir Müslümanlarının ezberledikleri surelerin hafızalarının nasıl silindiğini açıklamak durumundadırlar. Demek ki Hz. Peygamberden dinledikleri Kur’an’la aynıydı ki itiraz etmediler.O devirde yaşayan Müslümanlar, günümüzde İslam’a, Hz. Peygambere en küçük bir hakarette ayaklanan Müslümanlardan daha mı duyarsızdılar ki Kur’an’ın aslı yakılırken(!) hiçbir itiraz ve tepki göstermeyip sineye çektiler? İlk ana Mushaf ve çoğaltılan Mushaflar yaklaşık 15 sene bir arada aynı ülkenin sınırları içinde bulunmuş, ve onlardan binlerce hafız yetişmiştir. Bu hafızların ezberledikleri arasında tek bir fark olduğuna dair ne bir olay, ne bir söz günümüze dek gelmemiştir.

  Dursun, Müslümanlardaki bulunup ta diğer milletlerde olmayan icazet metodundan habersiz anlaşılan. Prof. M. Hamidullah şöyle der: “Kur’an’ın bütün metnini ezberleme alışkanlığı Hz. Peygamber (s.a.) zamanından başlar. Halifeler ve İslâm devlet reisleri daima bu alışkanlığı teşvik etmişlerdir. Başlangıçtan beri Müslümanlar bir eseri müellifinin veya icazetli bir talebesinin huzurunda okumayı ve karşılaştırmayı, zamanında gerekli düzeltmeler yapılmış ve tespit edilmiş metnin rivayeti için yazılı iznini (icazetnamesin) almayı âdet edinmişlerdi. Kur’an’ı ezberden okuyanlar yahut sadece yazılı metni yüzünden okuyanlar da aynı şeyi yaptılar ve bu iki kol günümüze kadar böylece devam etti. Bu işin dikkat çeken yönü şuydu: Her üstat kendisi tarafından verilen icazetnamede talebesinin yalnız okuyuşunun doğruluğunu değil, aynı zamanda kendisinin üstadından işittiği okuyuşa uygun olduğunu açık bir şekilde söyler ve kendi üstadının da üstadından bunu böyle okuduğunu ve talebesine öyle öğrettiğini zikrederek zincir Hz. Peygambere (s.a.) kadar devam ederek götürülür. Bu satırların yazarı Kur’an’ı Medine’de şeyh Hasan eş-Şair’den okudu ve aldığı icazetnamede diğer bilgiler arasında üstatların ve üstatların üstatlarının zinciri nihaî kısımlardaki üstadın aynı zamanda Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbn Mesud, Hz. Übey İbn Kâab ve Hz. Zeyd bin Sabit’den (ki hepsi ashaptandırlar. Allah Cümlesinden razı olsun) okuduğunu kayıt eder. Hafızların sayısı dünyada şimdi yüz binlerle sayılmaktadır ve metnin kopyaları ( Yani Kur’an-ı Kerîm’in aslî nüshaları) dünyanın her tarafında bulunur ve birinin metniyle diğerinin metni arasında kafiyen fark bulunmaz. Bu kayda değer bir noktadır ki, hafızların hafızalarındaki Kur’an ile eldeki Kur’an metni arasında hiç bir ayrılık yoktur. ( Prof. M. Hamidullah, İslam Giriş, s.42)

      Dursun’un diğer iddiası,“İbn Mesud’un “Mushaf’ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nâs sureleri de, Ali’nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara Suresinin Ahzab Süresiyle aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor.” Şeklindedir. Öncelikle Dursun’un, 1505 yılında Mısır’da ölen C. Es-Suyuti’nin zamanına kadar İbni Mesud’un mushafının değişmeden nasıl geldiğini açıklaması gerekmez mi idi? Suyuti’den işine gelen alıntıyı yapan araştırmacı (!) yazar T. Dursun  işine gelen rivayetleri alıp işine gelmeyen rivayetleri okuyucuya göstermeyerek bu meselede de ikiyüzlü olduğunu ispat etmiştir. Konu hakkında Turan Dursun’un arada alıntı yapıp İslam’a saldırdığı ama başka bir çok ithamlarına cevabın bulunduğunu görmezden geldiği Suyuti’nin el-İtkan fi Ulumil Kuran adlı eserine de (I/79) bakılabilir. Bezzar, ‘Sahabeden, Hz. Peygamberin bu sureleri namazda okuduğuna dair sahih haberlerin varlığına’ dikkat çekmiştir. (Suyuti, ed-Dürru’l-Mensur 6/416; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 8/742-743) Sahih hadislerde, Hz. Peygamberin, “Felak ve Nas surelerinin kendisine Allah tarafından indirildiğine” dair açık beyanı vardır. (Müslim, el-Müsafirin, 264/814; Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 1; Ebu Davud, Salat, 354; Nesai, İstiaze 1) Nevevi de, Felak-Nas surelerinin Kur’an’da olduğuna dair Müslim’deki hadise yer verdikten sonra, “İbn Mesud’un buna aykırı sözler söylediğini rivayet edenlerin bu rivayetleri reddedildiğini” belirtmiş (Nevevi, Şerhu Müslim,6/96) Ebubekir el-Bakıllani ve Kadı Iyaz gibi bazı alimlere göre, ‘İbn Mesud, bu iki surenin Mushafta yazılması konusundaki Hz. Peygamberin iznini duymamış ve böyle bir izin olmadığı takdirde de yazılmaması gereğini vurgulamıştır.’ diyerek, Mesud’un izin konusundaki hassasiyetine dikkat çekmişlerdir.(bk. İbn Hacer,Fethu’l-Bari, 8/742-743)  Kuran son sene iki kere Cebrail ve efendimiz arasında karşılıklı okunmuştur. ( el-Burhan fi Ulumi’l-Kuran, I/213) İbn-i Mesud’un Fatiha ve Muavezeteyn surelerini Kuran’da olmadığına dair rivayetler için Fahreddin er-Razi, “Asılsız” derken (Razi, 1/190), Kadı Ebu Bekr, “Böyle bir rivayet sahih olarak gelmemektedir.”  demekte, İmamı Nevevi’ayrıca, Müslim şerhi  Mühezzeb’te: “Bütün Müslümanlar felak-nas ve Fatiha’nın Kur’an’dan olduğunda ittifak ve icma etmişlerdir.  İbni Mesud’dan rivayet edilen şey batıldır ve doğru değildir. ”  demektedir. İbn-i Hazm ise “Bu İbn-i Mesud’a bir iftira ve uydurmadır.” demektedir ( Kadhu’l-Mualla Tetmimu’l-Muhalla)  Bakıllani’de “Eğer böyle bir  şeyi İbni Mesud iddia etse,  sahabiler bunu tartışır ve bu mesele toplumda yayılırdı. Ama böyle bir şey olmamıştır.” demektedir ( İ’cazu’l-Kuran, s. 292) Bazı özel mushaflarda surelerin farklı sıralanabildiği veya bazı ayetlerin eksik olduğu zaten bilinen bir gerçektir ( Ebûbekir ibn Dâvûd, özel sahâbî mushaflarındaki farkları Kitâbu’l-Mesâhif’inde toplamıştır)  Hafızlar komisyonunca uzun süren emekler sonucu bir araya getirilen ana mushaftan farklı olmaları, bireysel gayret ile elde edilen, o zamanın şartlarında ulaşabildikleri ayetleri derleme sırasında eksiklik olması gayet doğaldır ki aslında bu bile özel mushafların ortadan kaldırılmasını haklı çıkarmakta değil midir?  Ayrıca, bir sure veya ayetin bir sahabenin mushafında kaydedilmemesi ayrı, onların Kur’an’dan oluşlarının inkar edilmesi ayrıdır. İbni Mesud’un da bulunduğu cemaat namazlarda söz konusu iki sure okurmuş ve bu konuda herhangi bir itiraz vaki olmamıştır. (Keşmirî, Faydu’l-Bâri alâ Sahihu’l-Buhâri 4/261 ) daha da önemlisi bu iki sureyi, İbni Mesut tarafından yazılmadığını söyleyen rivayetin “ehad hadis” olması yani kesinlik bildirmeyen bir rivayet olmasıdır. Tabii, bu bilginin ateist veya oryantalistlerce bir önemi yoktur, ne manaya geldiğini bildikleri konusu da ayrı bir mevzudur!     

    Dr. Muhammed İbni Lütfî es-Sabbâğ, “Lemehât fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı kitabında; “Osman’ın Mushaflar şimdi nerede?” başlıklı kısımda şöyle diyor: Hicri 614 yılında ölen İbni Cübeyr, Seyahatnâme’sinde, Dımışk Câmi’inden  söz ederken şunu zikretmiştir : “Mısırdaki yeni maksurenin doğu rüknünde (köşesinde) büyük bir dolap (hazâne) vardır ki içinde Osman’ın mushaflarından bir mushaf bulunmaktadır. O, Osman’ın Şam’a gönderdiği mushaftır. Dolap her gün nazmın ardı sıra açılır. İnsanlar ona dokunup öpmekle teberruk ederler. Onu uğurlu sayarlar.” (el-Burhan, 1/235-el-İtkan, 1/60) İbni Faldan el- Ömeri Ö.Hicri 749) de Dımışk’ta bir mushaf görmüştür. Onun Osmani mushaflardan biri olduğunu anlatıp “Onun sol tarafında, müminlerin emir Osman ibni Affan’ın hattıyla “Osmani mushaf” diye yazılı olduğunu söylemiştir. (Mesalikü’l-Ebsar fi memaliki’l-Emsar, 195). İbni Batuta, Şam’daki nüshadan ayrı Basra’da Osmani mushafından bir tane daha gördüğünden bahseder. (Rıhletü İbni Batuta, 1/116). Dr. Abdurrahman eş-Şehbender demiştir ki: Dımışk-ı Şam’da bu Osmânî mushaflardan bir nüsha elde ettim. Maalesef onu, otuz yıl önce Emevî Camiini yakıp kül eden yangında ateş telef etmiş.” O, bu sözü, M. 1922 yılının Nisan ayında yazmıştır. (Müzekkirât-ı Abdurrahman eş-Şehbender, s. 34). Üstad el-Kevserî’nin zikrettiğine göre; Şeyh Abdulhakîm el-Efgânî (ö.H. 1326-M.1908), ölümünden önce bu Osmânî Mushaf’ın resmine (yazı ve imlâsına) uygun bir mushaf kopya etmiştir. Kevserî, bu Osmânî Mushaf’ın, Birinci Dünya savaşı sırasında İstanbul’a nakledildiği zannındadır. Efgânî’nin kopya ettiği mushafın ise Dımışk’taki adamlarından birinde mahfuz olduğu zikredilmiştir. ( Makâlâtu’l-Kevserî, s. 12) Yine Kevserî, Küfe Mushafının, Humus’ta bulunduğunu ve onun, Birinci Dünya Savaşı sırasında başkent İstanbul’a götürüldüğünü zikretmiş, ancak Humus’ta hangi mescidde bulunduğunu zikretmemiştir. Nitekim Kevserî, Medine’de bulunan Medine mushafının da, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a götürüldüğünü zikretmiştir. ( Makâlâtu’l-Kevserî, s. 12) İstanbul’da “Türk ve İslam Eserleri Müzesinde” şu tarihi mushaflar bulunmaktadır. 457 numarada: Hz. Osman imzasını ve hicri 30 yılını içeren Mushafı Şerif. 557 numarada: Hz. Ali’nin imzasını içeren Mushafı Şerif. 458 numarada: Hz. Ali’nin yazısı olduğu belirtilen Mushafı Şerif. Hz. Ömer’e nisbet edilen ve ceylan derisine yazılmış, tahtaya yapıştırılmış bir Kur’an sayfası. (Ulumu’l-Kur’an,187–190)

         Prof. M.Tayyib Okiç ( Allah rahmet eylesin ), şu bilgileri vermektedir: “Hz. Osman tarafından muhtelif bölge merkezlerine gönderilen mushaflardan üçü hakkında bilgi vermek mümkündür: Şam’a gönderilen mushaf:  Yedinci ve sekizinci (Hicri) asırlarda görülmüştür. Bu nüshayı bizzat gören sekizinci asrın meşhur alimi İbnu Kesir (774/1373), bunun 518 hicri (1124) tarihlerine doğru Taberiyye şehrinden Dımaşk’a (Şam’a) nakledildiğini söylemektedir (Tefsir-i İbnu Kesir Zeyli, s.15 / Yaklaşık 700 yıl önce yaşamış, İbnu kesir(1301-1373)’in meşhur tefsiri bugün elimizde olduğuna ve mevcut Kur’an’daki aynı ayetleri kelimesi kelimesine tefsir ettiği bilindiğine göre demek ki; Kur’an bize kadar müteselsilen ulaşmıştır ve hiçbir şüpheye asla mahal yoktur). Şibli Numani(1914), bu nüshanın Sultan II. Abdülhamid (1918) zamanında bir yangın esnasında yandığını söylüyorsa da ez-Zencani ve Abdülvahab Hamuda’ya göre; bunun evvelce Petersburg’da olup da şimdi İngiltere’ye nakledilmiş  bulunan nüshanın aynı olduğunu kuvvetle tahmin etmektedirler. Diğer taraftan meşhur Türk mütefekkiri merhum Musa Carullah (1369/1949), merhum Ömer Rıza Doğrul’a gönderdiği bir mektupta; evvelce Semerkant’ta iken sonradan Petersburg’a nakledilen bu nüshanın, 1923’de Taşkent’teki Beylerbeyi Camiine kaldırıldığını yazmaktadır. Medine’de ‘el-Mescidü’n-Nebevi’de bulunan nüsha: Bu nüshanın ise, (654/1356) tarihinde vuku bulan yangından kurtulduğunu es-Samhudi’den öğreniyoruz. Musa Carullah’a göre; bu nüsha, orada bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Osman Keskioğlu, aynı mushafla ilgili olarak: “Musa Carullah Bilgi, 1930’da Bolşeviklerin Rusyasından kaçtıktan sonra yakın ve uzak şarkta dolaşırken Kur’an ve mushafa ait epeyce tahkikat yapmış, bunları Hindistan’da neşretmiştir. Mezkur nüshanın Medine’de Ravza-i Mudahherada mahfuz bulunduğunu, Medine-i Münevvere’de mücavirliği esnasında eseri orada gördüğünü söylemektedir” (O.Keskioğlu, Kur’an Tefsiri,s.247) demektedir.   Basra Mushafı:  Şibli tarafından zikredilen bir rivayete göre; Kurtuba’ya, oradan Portekiz’e ve daha sonra Fas’a getirilmiş ve burada uzun zaman kalmıştır. Bu mushafın, şehadetine tegaddüm eden anlarda bizzat Hz.Osman tarafından okunan nüsha olduğu ve hatta üzerinde kan lekeleri bulunduğu hakkında da bazı rivayetler vardır. İbnu Batuta(779/1377)’nın ifadesine göre, bu kan lekelerini havi nüsha, sekizinci asra kadar mevcut idi”(İlahiyat Fak.Usul-ü Tefsir Notları,s.51)

       Ayrıca önemli bir husustur ki; Kuran’ın yazıldığı o topraklar Kuran’ın doğduğu andan itibaren hep İslam devleti olarak var olmuş, asla işgal edilmemiştir. O nedenle hafızlarca ezberlenip nesilden nesile aktarılan  kuran’ın bozulma ihtimali asla olmamıştır.

           Bütün bu bilgilerden şu sonuca varıyoruz: Demek ki; Kur’an’ın derlenip çoğaltılan ilk nüshaları, asırlar boyu titizlikle muhafaza edilmiş ve o nüshalara uygun olarak milyonlarca çoğaltılıp dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Sayıları her geçen yıl katlanarak artan ve milyonları bulan hafızlarca ezberlenmiş, hem metin olarak hem de dilden dile/gönülden gönüle günümüze kadar gelmiş ve sonsuza dek aynı metotla devam edeceğine şüphe yoktur. Bugün yeryüzünde baskısı bulunan milyonlarca Kur’an’ın tek bir harfine kadar aynı olması, onun asla değiştirilemediği hakkında bize bir kanaat vermiyor mu? Böyle bir sağlamlık ve yücelik, insanlık tarihi boyunca hiçbir kitaba nasip olmamıştır ve olmayacaktır da!.  

       “Osman’ın çoğalttığı Mushaflardan biri hicri 4. asırda biliniyor ve okunuyordu.”

 ( Casanova: Muhammed Et-Lafin du Monde, S: 25)
        “Kuran insanın bekleyemeyeceği büyük bir titizlik ve mükemmeliyetle korunmuştur.”
( Schwall, Die Sammlung Des Qorans, 2/93 )

    Kısaca; Kur’an’ın, Hz. Peygamber ve bir kısım ashabı tarafından tamamı, diğerlerince de çeşitli kısımları ezberlenmiştir. Hz. Peygamber ile Cebrail, Peygamberimiz ile bazı sahabiler ve bir kısım sahabe kendi aralarında Kur’an’ı karşılıklı okumuşlar, birinin ezbere okuduğunu diğeri dinlemiş ve gerektiğinde yanlış okumaları düzelterek doğru ve sağlam ezberlemeyi sağlamışlardır. Âyetler geldikçe Peygamberimiz tarafından vahiy katiplerine, ileride Mushaflaştırılırken riâyet edilecek sıra bildirilmek sûretiyle yazdırılmış ve yazılan metin Resûlullah’ın hanesinde muhafaza edilmiştir. Ayrıca sahabenin de ellerinde yazılı parçalar bulunmuştur. Oryantalist Lord John Davenport’un Hz Muhammed ve Kuran’ı kerim adlı eserinde aynı konuya değinir: Yüce peygamberin vayh aldığı bütün sözleri, katipler tarafından hemen yazılırdı. (s.39) Ayetler vahiy kâtiplerince yazıldıktan sonra bunlar sahabeler arasında yayımlanır, pek çoğu da ezberlerdi. Kuran’ın yazıldığı sayfalar, bir sandık içinde saklanırdı. (s. 40)
   Kur’an’ın nüzûlü tamamlandıktan kısa bir müddet sonra ( Hz. Ebû-Bekr’in halifeliğinde), Peygamberimiz tarafından bildirilen nihai sıralamaya göre bütün parçalar birleştirilmiş ve yeniden yazılarak muhafaza altına alınmıştır. Hz. Osman’ın halifeliği devrinde, ana metinden, gerektiği kadar yeni nüsha kopya edilmiş ve İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine gönderilmiştir. 3 nüsha ise günümüze dek gelmiştir: üç nüshadan biri, Osmanlılar’ın Medine’den çıkarken yanlarında getirdikleri ve halen Topkapı Sarayı’nda bulunan nüshadır. İkincisi Timur’un Şam’dan alıp götürdüğü nüshadır ve halen Taşkent’te bulunmaktadır. Üçüncüsü ise İngilizlerin Moğol hükümdarlarının sarayından alıp Londra’ya götürdükleri ve İndia Offica kütüphanesine koydukları nüshadır. Araştırmacılar bu üç nüsha üzerinde yaptıkları inceleme sonunda hem muhteva hem de şekil bakımından tam bir uygunluk ve birlik bulunduğunu tespit etmişlerdir.  (Yeni Şafak: 27.08.2000 )

            Çoğaltılan Mushafların Akıbetleri

            1- Medine Mushafı:

            Bu Tarihî Eser, Uzun Yıllar Medine’de Ravza-ı Mutahhara’da Muhafaza edildi. Eser’in orada Mahfuz bulunduğunu, Muhtelif Tarihler’de Seyyahlar ve Meraklılar tarafından görüldüğü biliniyor. Mevlana Şiblî Tehzibu’l-Ahlaq Mecmuası’nda (H.1329/M.1911) Bu Nüsha’nın h735 Senesi’nde orada görüldüğünü kaydediyor.Eser I.Cihan Harbi’ne kadar hep Medine’de Muhafaza olundu. Harp Esnası’nda ne olur ne olmaza karşı, oradan nakledilerek Emin Yerler’de Muhafaza edilen Kıymetli Eserler Mekanında Hükümetçe o da Muhafaza altına alınmıştı. Harp bittikten sonra yine oraya İade edildi.Rusya Müslümanları’ndan Musa Carullah Bigiyev, 1930 da Bolşevik Rusya’dan kaçtıktan sonra, Yakın ve Uzak Şark’ta dolaşırken Kur’an ve Mushaf’a ait Kıymetli Tetkikat’a İmza attı.  Bunları Hindistan’da neşretti. Mezkur Nüsha’nın Medine’de Ravza-i Mutahhara’da Mahfuz bulunduğunu, Medine-i Münevvere’de Mücavirliği Esnasında Eseri orada gördüğünü söyler.

2- Mekke Mushafı:

            Mevlana Şibli Mekke’deki Nüsha’nın Hicret’in 735. Senesi’nde orada bulunduğunu ve görüldüğünü söyler.

            3- Kufe Mushafı:

            Hz.Osman tarafından Qufe’ye gönderilen Nüsha, Meçhul bir Tarih’te Çukurova’nın Tarsus Şehri’ne gelmiş, orada Mahfuz imiş Tarsus, Abbasiler Zamanı’nda Önemli bir Serhat Şehri’ydi. Me’mun, Seyfu’d-Devle, Şair Mütenebbî oradadırlar. Qufe Mushafı oraya her halde Abbasiler  Zamanı’nda gelmiş olacak. Abbasi Halifeleri orada yaşardı. Nüsha orada Muhafaza olunmakta iken sonraları, Suriye’deki Humus Kalesi’ne nakledilmiş H.1050-1143/ (M.1640-1730) arasında yaşayan Meşhur en-Nablusî (H.1100/M.1689) Senesi’nde yaptığı Seyahati’nde bu Nüsha’yı Uzun Boylu Tawsif eder. Bu Nüsha 1.Cihan Harbi’ne kadar Humus’ta korunmuş, Harp Esnası’nda o da Diğer Kıymetli ve Tarihi Eserler gibi Muhafaza altına alınmış.

            4- Şam Mushafı:

            Şam’a gönderilen Nüsha, Qudus’le Dımışk-ı Şam arasında bulunan Taberiye’de Mah­fuz iken, sonraları Şam’a nakledildi.”İlaveli Esmaru’t-Tevarih” şunu kaydediyor:” Nakli Mushaf-ı Şerif-i Osmani Becamii Dımışk ez-Taberiye, Sene 492″  İbnu Kesir (h.8.yy) Şam Nushası’nı bizzat görmüştür. Şöyle der: ” Hz. Osman’ın çoğalttığı Mushaf Nushaları’na gelince bugün için onların en Meşhuru Suriye’de Şam Camii’nde bizzat gördüğüm bu Değerli, Büyük Kitap, Güzel, Açık ve Güçlü Hat ve Kaliteli bir Mürekkep’le Deve Derisi üzerine yazılmıştır.” (İbnu Kesir/ Fezailu’l-Kur’an) M.Şibli’nin (Şibli,M/ Tehzibu’l-Ahlaq Mecmuası,  1913) yazdığına göre Ebu’l-Kasım es-Sebti, h657 Senesi’nde Şam Camii­’nin Maksuresi’nde Hz. Osman tarafından oraya gönderilen Mushaf’ı görmüştür. Abdulme­lik de h.725 de bu Nüsha’yı orada gördüğünü söylüyor. İbnu’l-Cezerî (h.751-833/ m.1350-1429) Zamanı’nda Şam’da Mescidü’t-TeVbe’de hıfzolunan bu Nüsha daha sonra Emevi Cami­i’ne naqledilmiş, İbnu’l-Cezerî, Şam Mushafı’nı gördüğü gibi Mısır’da da Mesâhif-i Em­sar‘dan bir tane gördüğünü söylüyor. Lala Mustafa Paşa’nın h.982 Tarihli Vakfiyesi’nde Şam’da ki Mewkufatı zikrolunan Hums Arazisi’nde “Vakf-ı Mushaf-ı Seyyidina Osman” diye bir kayda rastlanıyor ki bundan o Tarih’te Musfah-ı Osman Vakfı bulunduğunu anlıyoruz. Demek Mushaf-ı Osman oradaymış. Mevlana Şiblî’nin İslam Alemi Seyahati Esnası’nda İstanbul’a geldiğinde bu Nüsha’nın Mah­fuz olduğunu öğrendiğini söylüyor.Çağdaş Alimler’den Şamlı Şeyh AbdulHakim Efganî, Şam Mushafı’ndan bir Nüsha İstinsah etmek istemiş. 1.Harp’ten önce bu İş’e başlıyarak  Şam Mushafı’nın Yazısı’nı ayniyle Muhafaza ve Şeklini Taqlid ederek Harf ve Kelimeler’in Suratı’nı, İmlasını koruyarak Re­sim yapar gibi Satırları aynen nakletmiş ve Tam bir Nüsha çıkarmıştır. Şam’da AbdulHakim Efganî’nin İstinsah ettiği Nüsha Mevcut’tur.

5-6. Bahreyn-Yemen Mushafları:

Akıbetleri hakkında pek Bilgi yok.

                     Sahabe Sayfaları:

            Hz.Peygamber’in yanında olan Ayetler dışında  Sahabiler kendileri için Özel Sayfalar da yazıyorlardı. İbnu Mes’ud, Muaz, Sa­lim, Ubey ibnu Ka’b, Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme Ünlü kurra arasında sayılırlar. Resmî Tedvin dışındaki Mushaflar’ın yakılması talimatı sonrasında Ali, Ibnu Mes’ud, Ubey ibnu Ka’b’in özel Mushafları Varlığını sürdürdü. Hz. Aişe’nin de bir Mushaf’i vardı. Bu Mushaflar arasın­daki Farkları Konu edinen bir Kitab’ı Ebubekr ibnu Dawud Te’lif etti: Kitabu’l-Mesâhif. Bugün Dünya’nın heryerindeki Mushaflar birbirinin Aynısıdır. Topkapı Müzesi’nde saklanan Mushaf’ın Osman Mushaf’i ol­duğu söylenir. Ondan ilk elde çoğaltılan Mushaf’ta olabilir. Özbekistan’in Başkenti Taş­kent’te de İlk Mushaflar’dan bir Örnek vardır. (Hamidullah,M/ Rasulullah Muhammed, s. 198)

 

                      Son sözü oryantalist araştırmacılara bırakalım

“Kuran’ın ilahi kaynaklı olduğunun bir kanıtı da; vahyedildiği günden bugüne kadar çağlar boyunca bozulmadan korunmuş olmasıdır.”  (Laura Veccia Vaglieri, Apologie de I’Islamisme)

“Hem korunmuş olması hem de özü itibariyle tamamiyle eşsiz bir kitap. Hiç kimsenin ciddi bir şüphe ortaya atmayı başaramadığı gerçek bir otorite.” (Aziz Bosworth Smith, Mohammed and Mohammadanism -Hz. Muhammed ve Muhammedçilik- )

 Sprenger, cem esnasında bazı müdahaleler yapılma ihtimalinin olduğunu, bununla ilgili bir veri olmaması nedeni ile de sonuç itibari ‘ Kuran’ın sıhhatinden şüphe etmek için bir sebep yoktur.’  ( A. Sprenger, The Life of Mohammed  From Original Sources, s. 63 ) sonucuna varmaktadır. Nöldeke Hz Muhammed’in vahiylerin yazılmasına önem verdiğini ve Hz Muhammed’den sonra tahrifat yapıldığı iddialarına karşı çıkar. ( T. Nöldeke, Tarihul Kuran, s. 210; T. Nöldeke, Kuran Tarihi, s. 98)  Muir, Kuran’ın bir bölümünün kayıp veya değiştirildiği görüşünü reddeder, Kuran ayetlerinin Hz Muhammed zamanında hem ezber hem yazılı olarak korunduğunu belirtir en son Hz Osman zamanında hazırlanan nüshanında günümüze kadar sağlam bir şekilde geldiğini açıklar.(W. Muir, The life of Muhammad, s. 14-26) Watt, ‘Bugün elimizde olan Kuran’ın 650-656 arasında zikri geçen komisyonca oluşturulan resmi metnin aynısı olduğu kesindir.’ görüşündedir. ( M. Watt, Kuran’a giriş, s. 55-60, 65)  

.

                                Hafs Mushafı ile Verş (Warsh) Mushafı arasında fark var mı?

 İslam âleminin büyük çoğunluğunu Hafs kıraati ile, Kuzey Afrika ülkelerinde okunan mushaf ise genellikle Verş kıraati ile basılmıştır. Okuyuşların farklılığı, Kur’an’da farklı kelimeler olduğu anlamına gelmemektedir. Verş Mushafındaki okuyuş tarzı ile Hafs Mushafındaki okuyuş tarzı arasında, manayı bozacak şekilde bir tezat yoktur. Farklı diye verilen örneklerinin tümünün de aynı anlama gelmesi buna işaret etmektedir. Bu farklılık, ‘ zıtlık, farklılık’ anlamına gelmemekte, ‘aynı kelimenin ifade edebileceği iki veya üç mana ifade edilsin’ diye, kelimenin kalıbının farklı şekillerde okunmasından ibarettir.
 Konuyu batılı bir araştırmacıdan alıntı ile özetleyelim:
 “All this point to a remarkably unitary transmission in both its graphic form and its oral form….The transmission of the Qur’an after the death of Muhammad was essentially static, rather than organic.” (Adrian Brockett, “The Value of Hafs And Warsh Transmissions For The Textual History Of The Qur’an” in Andrew Rippin’s (Ed.), Approaches of The History of Interpretation of The Qur’an, 1988, Clarendon Press, Oxford) Yazar aynı makalede, “Eğer Kuran sadece ağız yoluyla aktarılsaydı, hadislerde olduğu gibi bir çeşitlilik söz konusu olabilirdi. Ya da sadece yazılarak aktarılsaydı yazım hatalarından kaynaklı değişiklikler olabilirdi. Ama hem ağız yoluyla hem de yazılı aktarılmış olması aralarında bir paralellik olmak zorunda bırakıyor.” demektedir.
 Kısaca, Mushaflar arasındaki farklar okuma ile ilgili olup anlam bakımından aralarında bir fark yoktur.
 Konuyu Suudi Arabistan mushafları örneği ile bitirelim: Hafs mushafı ile yazılışları farklı gibi gözükse de aslında sadece, “tecvitli yazılış stili” ile bu Kuran’lar yazılmıştır yani, kelimeleri aynı olmasına rağmen, yazılışları farklıdır çünkü, tecvit kuralları kelimelere uygulanarak Mushaf basılmıştır.

 

en-eski-kuran1-2

 

eneski-kuran-2-2

             

ilk-kuran-1-2                                             

Mushafları görmek için 4 kere Yemen’e giden Prof. Dr Altıkulaç : “Çalışanlar, mahzeni açtıklarında, içeride Mushaf parçaları dolu olduğunu görüyor. Niçin parçaları diyoruz? Çünkü İslam’ın ilk dönemlerinde Mushaflar bol olmadığı için cemaat parçalayarak kısım kısım okuyor. Elden ele kullanılarak bunlar yıpranıyor. Yazının gelişmesinden sonra Mushaflar çoğalınca, bu parçalar sağda solda kalmasın diye depolanıp bir yerde saklanıyor.Sahabe dönemine ait olanlar da var, ikinci ve üçüncü asra ait olanlarda bulunuyor. Sahabe dönemine ait Mushaf parçaları akademik dünya tarafından incelenip bugünkü Mushaf’la aralarındaki herhangi bir farklılığın olmadığını gösterebilecek önemli bir kaynak. Bu Kuran’ı Kerim’in değişmeden günümüze kadar geldiğini ortaya koyulması açısından çok önemli olacaktır.Baktığım parçaların günümüzdekilerle karşılaştırmasını yaptığımda Kuran’ın hiç değişikliğe uğramadığı açıkça görülüyor. Burada bulunan Mushaf parçaları arasında İslam’ın ilk yıllarına ait, hicretin ilk dönemlerine uzanan çok sayıda Mushaf parçaları var.”  ( Bugün Gazetesi, 10 Şubat 2013)

Almanlar 35 bin parçayı tasniflemiş

Prof. Dr. Altıkulaç, Yemenliler’in Mushaf parçalarının korunması ve işlevsel hale getirilmesi için bir çalışma başlatmak istediklerini ifade etti. Danimarkalı uzmanlarla temasa geçildiğini belirten Altıkulaç, “Ancak parçaları Danimarka’ya getirmelerini istiyor. Yemenliler bunu kabul etmiyor. Ardından Almanlar’la görüşüyorlar ve Almanlar Yemen’e bir heyet gönderiyor. Alman Hükümeti ödenek tahsis ediyor bu çalışma için. Bu heyetin başında oryantalist ve Kuran tarihi üzerine çalışan Gerd R Puin adında bir profesör bulunuyor. Almanlar bu çalışmada 35 bin çekim yapmış” dedi.”

 Yemen’e giden ilk sahabeler

Tarihi Mushaflar, gözleri Yemen’e giden sahabelerin üzerine çevirdi. Allah’ın Resulü, ashablarından Hz. Ali, Hz. Ebu Musa El-Eş’ari, Hz. Muaz Bin Cebel ve Hz. Halit Bin Velid gibi isimleri sağlığında Yemen’e gönderdi. Yemenliler’in İslam’a girmesinde özellikle Hz. Ali’nin irşad faaliyetlerinin büyük etkisi oldu. Hz. Ali’nin Yemen’e gitmesiyle halk kitleler halinde İslam’a geçti. Sana Camii olarak da bilinen Cami-ül Kebir, İslam tarihinin de 3. camisi. Hicretten sonra tahminen 627-630 yılında yapılan bu cami, Peygamber Efendimizin emriyle inşa edilmiş. O yıllardan beri defalarca onarılan caminin dikdörtgen avlu ve sütunları üstüne oturtulmuş düz tavanı İslam öncesi mimarisiyle dikkat çekiyor.

en-eski-kuranlardan-1

ilk-kuran-1

eneskikuran-1-2-3

 

 

Gelen bir soru ve cevabımız:

Ubeyd bin Kab mushafında ahzap suresi bakara suresi kadar uzundur bu nasıl olur? Ayrıca bu mushaf ve İbn-i Mesud ‘un mushafında Hicr 9. ayet yok muydu bunla ilgili rivayet var mı? Ayrıca şu iddiaya cevabınız nedir: “İslam alimleri tarafından Şia olarak hor görülen ancak Abbasiler doneminde baskın din adamı topluluğu olduğu da hiç söylenmeyen kişilerin kuran hakkındaki görüşlerini bir oku derim. Ki günümüz tam nüshalarinin ilk kopyalarinın görüldüğü dönemler tamda bu adamların yaşadığı dönemlere denk gelir. Dolayisıyla Islam alimleri kendilerini yirtsalar da ellerinde bu adamların öncesine dair herhangi bir tam nüsha olmadığı için iddiaları havada kalır. Mesela Tabersi’nin Rabbil-Erbab’ı. Ya da Debistan- I Mezahib veya Tarihul Masahif gibi. Daha niceleri var. “

CEVABEN:

1- Ubeyy bin Ka’b:
Öncelikle ‘İslam alimlerinin objektifliği‘ adlı yazımızın okunması gerektiğini hatırlatarak konuya giriş yapalım. Alimlerimiz rivayetleri, duydukları haberleri elemeden aktarmış, inceleme, tahkik, aklın ve tüm rivayetlerin süzgecinden geçirme görevini sonraki nesillere bırakmıştır.

Bu rivayet ahad bir haberdir, hadis ilmi açısından ‘zayıf’ bir rivayettir. ( Müsned, tahkik: Şuayb, el-Arnavut, Âdil Müşid, muessesetu’r-risale, 1421/2001, Müsned, Ensarın Müsnedi Bölümü, hadis 20701, ilgili hadisin tahkiki) Ayrıca bu haber, Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarında da geçmez! Kuran’ın ayetleri, böyle ahad/tek şahıstan gelen, mutevatir olmayan rivayetlerle ispat edilemez ( Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, 4/257; Ayrıca bakınız: Menahilu’l-irfan, 1/288,430-432)  Benzer Hz Aişeden gelen bir rivayette zayıftır. (Müsned, tahkik: Şuayb, el-Arnavut, Âdil Müşid, Muessesetu’r-risale, 1421/2001)  

Rivayet eden ravileri ele alalım: Senedlerindeki ravilerden Asım b. Behdele zayıf bir ravidir:. Hafızasının güçlü olmadığı, hayatının sonunda rivayetlerinde çelişkilere düştüğü bilinmektedir. Şuayb Arnavut da, Behdele hakkında şöyle demektedir: “O, iyi biri ise de, hafızası güçlü olmadığından rivayetlerinde şüpheye düşmüştür.” Ayrıca diğer rivayetlerde ravi olarak adı geçen İbn fudale ile Yezid b. Ebi Ziyad adlı ravilerde hadis alimlerince zayıf ravi olarak nitelendirilirmişlerdir.

Ayrıca merak ediyoruz, bu zayıf rivayette, Kuran’da recm ayeti olduğu da rivayet edilir. Bu rivayeti kabul eden arkadaşlar recmin olduğunu da kabul edecekler mi acaba yoksa, bu rivayetten sonra bir de, ‘Bakın, Kuran’da zina edenlerin taşlamasından’ bahseden ayette var deyip, yine Kuran’a saldırmaya devam etmeyecekler mi? Yani iddia sahipleri iddiayı kabul etseler, recm ayetini onaylamış olacak, reddetseler, Kuran’a iftira etmiş olduklarını itiraf etmiş olmayacaklar mı acaba?!

2- Hicr, 9. ayetin olmaması ile ilgili ne ateist ne de oryantalist eserlerde bir iddiaya rastlamadık. ‘Kaynakları’ ile bize detaylı iletirseniz sorunuzu, bi-iznillah cevaplarız.

3- Kuran’ın ‘Tam’ orijinalinin Abbasiler döneminde ancak tamamlandığı iddiası çok komik. Ayrıca üslubunuzun da hayli sorunlu olduğunu ifade edelim, ‘Yırtındığımız da yok, hor gördüğümüzde’. Neyse, konuya dönelim; demek 4 halife dönemi ve Emeviler dönemindeki Müslümanlar ne olduğunu tam bilmedikleri bir kitabı inanıyorlardı? O kadar emek, fedakarlık hep boşuna idi. Hem de eksik bir kitap için! Demek sahabe ve tabiin denen dönem hep imansız idiler, öyle ya, Kuran’ın tek ayetini inkar küfürdür ki ortada Kuran yok, iddianıza göre! Peki olmayan Kuran, peygamberimizin vefatından 120 sene sonra nasıl bir anda tamamlanış oluyor?! Aslında bu iddia, Kuran’ı bozma denemelerinin bir parçası olmasın, tarihte ve hatta günümüzde bile ortaya yeni Kuran iddialarını atanlardan- ki en sonuncusu bir rahip – bu iddianın ne farkı var? Aslında mushaf ortada iken, ona alternatif olarak sonradan ortaya atılan bir iddiaya ‘gerçek’ diye savunmanız, önyargınızı göstermiyor mu?

Bu arada belirtelim, biz şiayı hor görmeyiz, aksine, ehli kıble tekfir edilmez, ehli sünnet kuralı gereği, onları Müslüman kardeşimiz kabul ederiz. Ama hor görme konusunda şii kardeşlerimizden aynı tavrı görmediğimiz ayrı ve uzun bir konu! Şimdi de kaynaklarınıza bakalım:
Tabersi’nin Rabbil-Erbab: Gulad denen, aşırı şii akımına mensup bir yazar. İddiaları günümüz şiileri tarafından bile red edilmektedir.
Debistan-ı Mezahib: bir kere eseri yazan yazarın adı bile belli değildir. British Müzesinin Farsça el yazması katalog bölüm sorumlusu Charles Rieu yazarın Müslüman olmadığını belirtir. Muhammed Kazvini ise yazarın zerdüşt dinine mensup olduğunu belirtir ve sonra İslam ile ilgili alaycı üslupla yazdığı bölümleriden örnekler gösterir. Eseri Tahran’da yayınlayan Rahim Rızazade’de yazarın Müslüman olmadığını ifade eder.
Tarihul Masahif: Kitap adı net değil. Eğer Kitabul Mesahif ise de, Tarihul Kuran ve’l Masâhif ise de her iki yazar da Müslüman’dır ve bu rivayetleri kabul etmezler. Hatta Carullah, Ubeyy b. Ka’b’ın özel mushafı olduğunu ancak bu durumun Hz Ebu Bekir döneminde herhangi bir ayrılığa yol açmadığını özellikle belirtir. (  Târîhu’l-Kur’ân ve’l-Mesâhıf, s. 25 ) Diğer yazar zaten meşhur bir İslam alimi olan İbn Ebû Dâvûd’dur. Kaynak ve yazar belli ederseniz, sevinirim. Yoksa benzer rivayetleri ben de siteme aldım ama red ediyorum!

Son olarak, müstear isim olarak kullandığın rumuzdan hareketle sana bir hatırlatma felsefeci arkadaş: “Az felsefe insanı Tanrıtanımazlığa, derinlemesine felsefe de Tanrı’ya götürür.” (Francis Bacon, İngiliz filozof); “Doğa bilimleri bardağından içilen ilk yudum insanı ateist yapar. Ama bardağın dibinde yaratıcı sizi beklemektedir!” ( Werner Heisenberg, Nobel ödüllü fizikçi)

Kal sağlıcakla.

 

.

Soru: Mekke’ de 10 yıllık süreç içerisinde Kur’an’ ın 3/2 si inmiş bulunuyor. Vahiy ilk geldiği günden beri yazılıyor ise Mekke de birçok vahyin yazıldığı materyal bulunuyor demektir. Peygamber bir gece ansızın acelece Mekke’ yi terk ederken, en az 10 deve yükü olan bu vahiy materyaller Medine’ye nasıl, ne şekilde, ne zaman ulaştırılmıştır?

Cevap:

Mekke’de yazılması: Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna neden olan ve  Tâ-hâ sûresinin tamamının yazılı olduğu “sahifenin” varlığı, Kur’an’ın erken bir dönemde Mekke’de yazıyla kayıt altına alındığını açıkça ortaya koymaktadır. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I/271; Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, Fedâilu’s-Sahâbe, thk. Vesiyyullah Muhammed Abbâs, I/279; Abdurrahman b. Ebû Bekr Celâlüddîn es-Suyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr (Beyrut: Dâru’lfikr, ts.), V/560)

Kalem sûresinin birinci ayetinden hareketle (Ziya Şen, Kur’an’ın Metinleşme Tarihi, 71-75. Ayrıca bk. Zeynel Abidin Aydın, Kur’an’ın Metinleşme Tarihi, 73-77); ve aynı surede geçen “kalemin yazdıkları” cümlesinden kastın yazılan Kur’an ayetleri olduğu kabul belirtilmiş (Ebû Ubeyde, Mecâzü’l-Kur’ân, thk. Muhammed Fuad Sezgin, II/264; Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Tefsîru’t-Tüsterî, thk.Muhammed Bâsil, 174; es-Semînu’l-Halebî, ed-Dürrü’l-mesûn fî ‘ulûmi’l-Kitâbi’l-meknûn, thk. Ahmed Muhammed el-Harrâd, X/399; Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-kadîrV/318-319; Ahmed b. Mustafa el-Merâğî, Tefsîru’l-Merâğî, XXIX/28; Abdurrahman b. Nâsır b. Abdullah es-Sa‘dî, Teysîru’l-kerîmi’r-Rahmân fî tefsîri kelâmi’l-mennân, thk. Abdurrahman b. Muallâ elLüveyhik, 878; Muhammed Tâhir İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’ttenvîr, XXIIX/58-61) ; Abese, 16. ayette geçen “Bu Kur’an, değerli, güvenilir kâtiplerin elleriyle tertemiz, şerefli ve mukaddes sayfalar üzerine yazılan (bir kitaptır)” ayeti; Cum‘a sûresi 5. ayette geçen “sefera” kelimesi “vahiy kâtipleri”; “suhuf” kelimesi de Kur’an ayetlerinin yazıldığı malzeme anlamına gelmesi (Şevkânî, Fethu’l-kadîr, V/463; Muhammed Hamdi Yazır Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VIII/416; Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, X/321-326;İbn Aşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIX/117; Hayreddin Karaman v.dğr., Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, V/482; Taberî, Câmiu‘l-beyân, XV/8571-8572; Sa‘lebî, el-Keşf ve’l-beyân ‘an tefsîri’l-Kur’ân, X/132; Mâverdî, en-Nüket ve’l-‘uyûn, VI/204; Zemahşerî, Keşşâf, IV/679; İbn Atiyye, el-Muharraru’lvecîz fî tefsîr-i kelâmi’l-vecîz, V/438) Kuran’ın daha Mekke’de yazılmaya başlandığı deliilerindendir. Furkân sûresindeki,‘Bu Kur’an/ayetler onun başkasına yazdırıp da (ezberlemesi için) kendisine sabah akşam okunan önceki insanlara ait masallardır’” (Furkan,4-5) âyetleri de Kur’an’ın Mekke’de yazıldığı konusunda önemli bir veri ve delildir. Müşrikler vahyin, vahiy kâtipleri tarafından satırlar/cümleler halinde yazıldığını gördüklerini itiraf etmektedirler. (Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIV/433;Zemahşerî, Keşşâf, III/257) Ayrıca, Abese ve Tûr sûrelerinde geçen “suhuf”, “rakkin menşûr” gibi ifadeler, Kur’an’ın düzgün yazı malzemelerine yazıldığını göstermektedir. Yine ayrıca, Zeyd b. Sâbit’in: “Rasulüllah’ın yanında Kur’an’ı rikâ‘dan (deri, kağıt gibi yazı malzemelere verilen isimdir: Ebû Bekr Muhammed b. el-Hasen b. Düreyd el-Ezdî, Cemheretu’l-lüğa, thk. Remzi Münir Ba‘lebekî, II/767; Zeynuddîn Ebû Abdullah Muhammed b. Ebû Bekr er-Râzî, Muhtâru’s-sihâh, 127; Muhammed b. Mükerrem b. Ali ibn Manzûr, Lisânü’l-‘Arab, h. 1414), 8:131; Ebu’l-Feyz Muhammed b. Muhammed Abdurrezzâk ez-Zebîdî, Tâcü’l-‘arûs, XXI/113-115)  telif ederdik” (Ebû Abdullah el-Hâkim Muhammed b. Abdullah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-sahîhayn, II/249) hadisi ile, “Rasûlüllah’ın komşusuydum. Vahiy indiğinde bana haber gönderir ben de (yanına gidip) inen vahiyleri yazardım” (İbn Ebî Dâvud Süleymân b. Eş‘as es-Sicistânî, Kitâbü’l-mesâhif, thk. Ebu’l-Usâme Selîm b. ‘Îd el-Hilâlî, 124) hadisi, ayetlerin hem Mekke’de ve hem de Medine’de Hz. Peygamber’in kontrolünde yazdırıldığını göstermektedir.

Peki Kuran’ın hepsi ‘sadece’ peygamberimizin evinde mi yazılı olarak bulunuyordu? Efendimiz yanında ayrıca, vahiy katiplerinin evinde ( Hamidullah, İslam Peygamberi, II/700); farklı sahabelerin ellerinde ( M. S. Muhaysin, Tarihu’l-Kuran-i’l-Kerim, s. 154); Bazı Müslümanların yanında (Derveze, el-Kuranü’l-Mecid, s. 49); Sahabilerin evlerinde ( Zahid el-Kevserî, Makalat, s. 8) Kuran ayetlerinin yazılı olarak bulunduğunu tarihi kayıtlar bize haber vermektedir.

Mekke’den Medine’ye aktarılması: Kuran ayetleri I. ve II. akabe biatları esnasında gelen Müslümanlar vasıtası ile Medine’ye aktarılmışlarıdır. Semhûdî’den nakledilen bir habere göre Hz Muhammed (sav) 10 sene boyunca inen ayetleri içinde barındıran bir belgeyi Zuraykoğullarından Rafi’ malik ez-Zurakî’ye vermiş ( İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğabe, II/157. Ayrıca bakınız: Ahmet Güner, Asrı saadette mescidler, IV/201) o da bunları inşa ettiği mescidde etrafındakilere okuyup Müslüman olmalarına neden olmuştur. (N.Semdûdî, Vefau’l-Vefa, III/857; M. hamidullah, İslam Peygamberi, I/154;Ömer Dumlu, Kuran tefsirinde yöntem, s. 15; İsmet Ersöz, Kuran tarihi, s. 69 ) Ayrıca her sahabi de hicret ederken kendi Kuran yazmalarını yanlarında taşımışlardır. ( Ziya Şen,Kuran-ı Kerim’in yazılması, Diyanet dergisi, XXXXVI/1 , s. 51)

 

Kuran’ın Aslı Yakıldı mı? Kuran’ın Yazılması, çoğaltılması Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. admin dedi ki:

    Soru: Hıristiyan iken Müslüman olup okuma yazma bildiği için bir süre vahiy katipliği yaptıktan sonra tekrar Hıristiyanlığa geri dönen Abdullah İbnu Sa’d İbni Ebî Sarh hakkında…

    CEVABIMIZ:
    Sayın K.
    Kafir olan birinin söyledikleri ile mi Kuran’ı değerlendireceğiz?
    Kuran fasık haber verince bile araştırın ( Hucurat, 6 )demiyor mu ki nerede kaldı “Kafirin haberi?”
    O katip kafir olmadan önce görevinde aksaklık yapsa idi mutlaka uyarılırdı. Efendimiz önce ezberler sonra vahyi duyururdu. Eksik- hatalı vahyin yayıldığına dair bir rivayet asla gelmemiştir günümüze. Zaten ilahi koruma buna da izin vermezdi !

    Başa dönersek dünyalık nedenlerle ( Para, şöhret, makam…) dinden her zaman dönen olmuştur. Neccaroğullarından hıristiyan iken Müslüman olup sonra yeniden irtidat eden kişi de Ebi sarh ta benzer cümlelerle çevre bulmaya çalışmışlardır, bu gayet doğaldır, ” ‘Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez.’ ( Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’l Menakıb/25,c.4,s.181-182;Tecrid, hadis no:1477. Kaynağndan olayı aktaralım:
    Bir adam vardı. Neccaroğullarından. Hristiyanlığı bırakmış Müslüman olmuştu. Bakara ve Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden Hristiyan oldu ve kaçıp Hristiyanlara katıldı. “Ben ne öğretip kendisi için yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez.” demeye başladı.”
    Allah (c.c.) adama öfkelenmiş, boynunu kopararak öldürmüş. Hristiyanlar, gömmüşler adamı. Ama sabah bakmışlar, ölüsü ortada. Ve kefensiz. Hristiyanlar; “Muhammed’in adamları kefenini soymuş, kendisini de işte böyle ortada bırakmışlar.” diye konuşmuşlar. Adamı bir daha gömmüşler. Bu kez biraz daha derince. Ertesi gün sabah yine aynı durum. Sonra aynı konuşmalar. Sonra yeniden ve daha derine gömme. Sonra aynı durum ve aynı yorumlar. Bir kez daha ve derince gömme. Aynı durum. Bakmışlar ki bu böyle sürüp gidecek, adamı gömmekten vazgeçmişler artık.)

    Kuran’ın kaynağı konusunda çeşitli görüşler ileri sürüldü oryantalistlerce ama onlar bile bu iddiaları ciddiye almadılar.
    bu kişilerin irtidat sebepleri 1400 sene sonra araştırılınca bulunması imkansız hale gelmiştir. mesela nisa 105-115. ayetler Tu’me b. Ubeyrik hakkında iner. Hırsızlık yapmış ve suçu bir yahudiye atmıştır. ayet suçunu ifşa edince “Beni bırakıp Yahudi’yi savunan böyle bir din olmaz olsun” diyerek İslam’la bağını koparmış ve “mü’minlerin yolundan” ayrılarak Mekke’ye gidip müşriklere katılmıştır.

    Bu örnek bize yol göstersin kardeşim, makam şöhret, hırs tarihte insanlara neler yaptırmadı ki? işin ilginç yanı bu rivayetler hiç gocunulmadan bizzat “İslami kaynaklarda” aktarılır. çekinecek- saklayacak bir şeyimiz yok ki. hak yolda devam eden o kadar katip varken ayetlerin doğruluğunu değil sadece yazımını üstlenen bir kişinin irtidatı ancak “İmtihan dünyasında kaybedenler safında olanlar” ile açıklanabilir. Kimi müşrik kimi kafir olmuştur kazanan ise hak din İslam’da olanlar olmuştur.

    sizin takıldığınız nokta: İslam’dan çıktıktan sonra İslam hakkında konuşanların söylediklerinin doğru olduğunu kabul etmekten aynaklanıyor.

    Sizi bir an onların yerine koymanızı rica edeceğim, Müslümanlar içinde idiniz – Ne için Müslüman oldu iseniz, Allah bilir! – sonra irtidat ediyorsunuz, biri müşriklerin arasına dönüyor, diğeri Hıristiyanların. Nasıl karşılanır, sizden ne beklentilere girilir, siz neler konuşur, çevrenizce daha fazla kabul için ne abartılara girersizin !?

    Dünya imtihan dünyası. Herkes ilmi aklı seviyesinde imtihan olur. Namaz kılarken bile Allah için kılınmıyorsa o ibadet kabul olmaz. Kuran’ın ezber ve yazılı iki koldan kesintisiz günümüze gelişi konusunda bir sorun yoktur. Oryantalist- ateist blok olanı kıvırma, olmayanı var gösterme çabasından asla vazgeçmez, sizde bunlara bence fazla takılmayınız .

    İsterseniz son olarak sitemizdeki hıristiyanlıkla ilgili bölümü ( http://islamicevaplar.com/incil-hiristiyanlik-papa.html ) gözden geçirerek yanılan tarafın kim olduğuna bir kez daha şahitlik ediniz.

    Muhammed EHAD

Yorum Yaz


Yukarı Çık