İlhan Arsel’e cevaplar II

2.539 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

Yazarın “Şeriat ve Kadın” adlı eserinin eleştirisi II

-Aynı esere cevap niteliği taşıyan bu ikinci yazımızın temelini, ateizmin kıyısından döndüğüm 1994 yılında yazmıştım, bazı konular tekrar gibi olsa da katkı sağlayacağını umuyoruz-

Yazarın kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan hadislerden oluşmaktadır. Kur’an ayetleri ise sübjektif yorumlarla kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetler ortam ve içeriğinden koparılıp önceden belirlenen amaçlara uygun anlamlar ayetlere yüklenmeye  çalışılmıştadır.

Evrensel bir dinin peygamberi olan efendimizin, kendilerine iman etmelerini istediği insan cinsinin en az yarısını meydana getiren kadınları kötüleyecek sözlerin ağzından çıkmayacağı malumdur. Arsel, önce kendi görüşü doğrultusunda peşin hükümler ortaya koymakta; daha sonra sanki bunlar ilmen, tarihen doğru şeylermiş gibi bunların üzerine yazılarını oluşturmaktadır. Arsel ayrıca aklın ancak İslam’a muhalif kimselerde mevcut olduğunu ima etmekte, Yahudi ve Hıristiyan veya cahiliye dönemi kadınlarla ilgili rivayetleri (Mesela Yahudilikte kadın uğursuz (Tayalisi, Müsned, s. 215), Hıristiyanlıkta ise şeytanın kapısı (Sibai, Kadının yeri, s. 50) cahiliye dönemi Araplarında da kadın uğursuz (Buhari, buyû’, 100, Müslim, Fedail, 154) sayılmakta idi.) Peygamberimize isnat etmektedir. Halbuki efendimiz “Bana dünyada kadınlar ve güzel kokular sevdirildi.” (Nesai, I/3937, Hanbel, Müsned, III/128) buyurarak, kadın ve güzel kokuyu yan yana zikretmiş, değil kadınlara hayvanlara bile hakareti yasaklamıştır. (Davud, Edeb, 115/5101)

Arsel işine gelmeyen rivayetleri de göz ardı etmiştir. Mesela, Efendimize isnad edilen, “Namaz kılarken önünüze sütre koymazsanız, köpek, kadın ve eşek o namazı keser.” (Müslim, salat, 265) sözünü işiten Hz Aişe annemizin “Siz, biz kadınları köpekler ve eşekler ile bir tuttunuz. Vallahi ben divan üzerinde uzanıp yattığımı bilirim. Rasulüllah (sav) gelir de divanın ortasına doğru namaz kılardı. Ben O’nun karşısına gelmekten çekinir, (kalkmak istediğimde) divanın ayakları tarafından sıyrılıp çıkardım.“  sözünün de Müslim’de (Müslim, salat 271; Buhari, Sütre, 10, 14; Nesai, Kıble, VII/753, İ. Mace, salat, XL/ 956) geçtiği halde onu görmezlikten gelmiş, kitabında aktarmamıştır. Zaten aralarında Hz Ali, Osman, Ebu Hanife, eş-Şafi, Malik, servi gibi selef ve halef âlimlerinin çoğunluğunun bulunduğu görüşe göre, namaz kılanın önünden kadın, köpek eşek geçerse, kişinin namazı bozulmaz. Zaten Ebu Davud’ta geçen, “Namaz kılan kişinin önünden geçen bir şeyin, namazı bozmayacağına” dair hadisi de (Nevevi, Minhac, IV/217, Subki, el-Menhel, V/ 97) tabii ki Arsel görmemiştir! Ayrıca, “Kadın, eşek ve köpeğin namazı bozduğundan” bahseden hadisin tüm senedleri Humed b. Hilal b. Hubeyre’de kesişmektedir. Bu ravi için Yahya b. Said el-Kattan, ‘İbn-i Şirin’in onu beğenmediğini’ söylemiştir. Zehebi’de zayıf ravileri listelediği ‘Mizanu’l-İ’tidal’ adlı eserde ona yer vermiştir. Yine hadisin ravilerinden Abdullah b. Es-Samit el-Gıfari’yi Buhari hüccet/delil olarak kabul etmemektedir. Ebu Hatim’de de benzer ifade de bulunur. (Mizanu’l-İ’tidal I/616, II/ 447, İ. Hacer, T. Tehzib, II/ 33, III/ 172) Urve b. Es-Zübeyr anlatıyor, “Hz Aişe bize, ‘namazı ne bozar?’ diye sordu. ‘Kadınla eşek dedik. Bunun üzerine Aişe, “Size göre kadın gerçekten pek kötü bir hayvandır. Muhakkak ki ben kendimin, Rasulüllah namaz kılarken bir cenaze gibi Onun önünde uzandığımı görmüşümdür.” (Müslim salat, 269) İşin ilginç yönü, Müslim’deki 265. hadisle İslam’a saldırmayı deneyen Arsel, 269. ve 271. hadislerle ithamlarının çürüdüğünü görmemiştir! Arsel aynı şeyleri Müslim, Nikah 9. ve 10. hadislerde de yapmıştır. Bu iki hadis kısaca, ‘dışarıda beğenilen bir kadın görürseniz, eşinizle halvet yaparak, kötü yola düşmeyin’ mesajı verirken, 9. hadiste “kadın şeytan gibi karşınıza çıkar” ifadesi olan rivayeti kitabına alan Arsel, bu ifadenin geçmediği hemen sonraki 10. hadisi görmezden gelmektedir. Arsel kendini “Aydın, Prof, Bilimsel” kabul etmektedir. İşin ilginç diğer yönü, kadını şeytan suretine benzeten hadisin ravilerinin (Yani hadisi rivayet eden, aktaran kişilerin) neredeyse tamamı hadis âlimlerince tenkit edilmesidir. İslam alimlerince daha güvenilir kabul edilen diğer rivayeti görmezden gelen Arsel, Gazali’nin İhya’sından alıntıladığı bir hadise de ‘ekleme yapmaktan’ geri kalmamıştır. “Kadın dışarı çıktığı zaman şeytan onu takip eder.” cümlesi de efendimizden yaklaşık 1450 sene sonra ‘hadis uydurmanın devam ettiğini’ göstermesi açısından Arsel ilginç bir örnek olacaktır.                                                 

Şeriat ve Kadın

Yazarın bu kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan, keyfi yorumlarla amacından uzaklaştırılan haberlerdir! ArselKur’an ayetlerini de subjektif yorumlarla, kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetleri ortam ve içeriğinden koparılıp istenilen anlamlar kendilerine yüklenmeye  çalışmaktadır. Arsel Kur’anı Hz. Muhammed’in yazdığı iddiasındadır ve hadis’in tanımını da bu mantık çerçevesinde yapmaktadır: “Muhammed’in ‘Kur’an olmayarak’ söylediği sözler. ” (s. 9)

Arsel İslam’a saldırmak için mut’a nikahını bile  savunabilmiştir: “Muta nikahı kadının İslam öncesi Arap kadınının özgürlüğünün örneğidir, fakat Muhammed bu sistemi kadının özgürlüğüne yer veren bir sistemdir diyerek kaldırmıştır.” (s. 27) Kadının vücudunu belli bir süre için kullanıp sonra “hadi byy”  demek midir kadının özgürlüğü acaba? Dikkat edilirse Arsel için özgürlük, kadının bedenine ulaşma ile sınırlıdır! “Kadınlara danışın aksini yapın” (s. 1, 270, 409 ) mealindeki uydurma hadis uydurmadır. (Aliyyul-Kari, E. Merfua, s. 257; Sehavi, M. Hasene, s. 225; Şevkani, F. Mecmua, s. 130) Bakara, 233. ayet zaten, anne baba aralarında istişare ederek yani danışarak bir sonuca varınca Allah’ın bu sonucu kabul ettiğini bize bildirir. Hz resul’de bir hadisinde:” “Kızlarınızı ilgilendiren hususlarda anneleri ile istişare edin.” buyururlar. (Suyuti, C. Sağir, I/4) Bu konu ayrıca ‘Kadın hakları’ başlıklı yazıda ele alınmıştır. Hz resul Ümmü Seleme’ye danışmış, onun fikrini kabul etmiş, Hz Ömer de Şifa binti Abdillah’ın görüşünü tercih etmiştir. Yine  Ömer başka bir konuda Kureyşli bir kadının itirazı üzerine onun görüşünü dinleyip kabul etmiştir. (İbni Kesir, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azım, I/467; Askalani, T. Tehzib, XII/428; Vakıdı, K. Meğazi, 613) İmam-ı Ebu İshak el-İsferayini ise kadınların rivayet ettikleri hükümler ve hadisler erkeklerin rivayet ettiklerine zıt düşerse kadınlarınkini erkeklerinkine tercih etmiştir. Kerime bint Ahmed el-Merveziyye, Buhari’den hadis rivayet edenler arasındadır. Bu hanımın hadis mecmuası güvenilir nüshalardandır. İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-Bari’de ondan övgüyle bahseder. Ayrıca; Hz. Aişe’nin ilmi sahada gösterdiği başarı ancak akli yeterliliğine sahip bir kişinin gösterebileceği bir başarıdır. Sahabeden en büyük fakihler bile, fıkhı meselelerde Hz. Aişe’ye danışıyordu. Urve’nin Hz. Aişe hakkında; “Hz.Aişe’nin şiir bilgisine hayret etmiyorum, çünkü Ebu Bekir’in kızıdır. Fıkıh konusundaki ilmine de hayret etmiyorum, çünkü Hz. peygamber’in zevcesi idi. Fakat tıp konusunda ki bilgisi beni hayrete düşürüyor.” dediği (Abdulhayy Kettani, et-Teratıbu’I-Idariyye, XI/432 433) nakledilmektedir.

“Uğursuzluk üç şeydedir” (s. 9, 62, 105, 113) gibi uydurma hadisleri kitabına toplayıp, sanki Hz resul demiş gibi aktarmış, ayetleri ortadan kesip, genel konseptinden ayırıp, genel anlamından koparmış ve son olarak İslam’da kadın, miras vb (s. 12) konularla devam etmiştir. “Kadın nasıl geriye atılmışsa sizde onları geriye atın” sözünü hadis kabul eden yazara önce cevap verip asıl konuya geçelim: El-Ayni, El Bidaye adlı eserinde, “Bu söz mevkuf’tur.” Demektedir. Yani bu söz peygamberimizin sözü değil, bir sahabeye ait olma ihtimali olan bir sözdür. Kemalettın İbn-i Hümam’da aynı görüştedir, ‘Bu hadis değil, sahabelerden Mesud’un sözüdür’ der. İmam-ı Merginani’de ‘bu sözün kaynağı yoktur’ demektedir. “İslam öncesi Arap yaşamlarında kadını hor gören gelenekler hakim olmamıştır.i Ne İslam’ın özünde kadın hak ve özgürlükleri yatmaktadır ne Kur’an’da kadının insanlık haysiyetine saygı diye bır şey söz konusudur ve nihayet ne de Muhammed’in kadını yücelttiği iddialarında isabet vardır.” (s. 23) diye yazan Arsel’e göre ‘Kadının satılmasını engellenmes, kızları gömmenin yasaklanması, kadın vücudunun sömürülmesinin yasaklanması, ona mülkiyet, eğitim hakları vermesi önemsiz ayrıntılar demek ki! İşin ilginç yönü Arsel’in, reklamlardan medyadaki uygulamalarına dek kadın vücudunun istismarını, metres uygulamalarını, genelevlerde kadınların satılmasını eleştiren tek bir cümlesi yoktur. “Muhammed kız çocuklarını gömme yasaklamasının sebebi kadına değer vermesi değil, Müslüman sayısının azalmasına engel olmaktır.” (s. 28) İslam’ın her kuralında eksiklik arama mantığı, Arsel’i eleştirilemeyecek konularda bile handikaplara sürüklemektedir. Yazara göre İslam’ın iyi yönleri kötü, kötü (!) yönleri ise zaten kötüdür!

Hz resul “Çarşıdan getirilen değişik yeni şeyleri çocuklar arasında taksim ederken önce kızlardan başlamalı çünkü onlar ruhen daha hassas ve incedir.” (Yahya b. Yahya, Ş. İslam, s. 86); “Hanımlarınızla güzel geçinin” (Nisa, 19); kız çocuğu olmasını kötü görenleri azarlayan ayet (Nahl, 58-59); “Sizden kimin kızı veya kız kardeşi bulunur, onlara iyi muamele eder, onların hakkını yerine getirme konusunda Allah’tan korkarsa, o cennetliktir.” (Tirmizi, IV/320) gibi birçok ayet ve hadise yazar hiç rastlamamış demek ki.

Bilindiği gibi İslam’a göre meleklerin cinsiyeti yoktur. Ama bakın yazar bunu nasıl değerlendiriyor? “Nahl:57/62. ayetler ile dişilerden melek olamayacağını, çünkü tanrının dişileri melek yapmaya layık bulmamaktadır.” Sanki meleklerin erkeği varmış gibi! (s. 28 )

Türklerin kadınlara hak ve özgürlük verdiğini kanıtlamak için bir Müslüman olan Tuğrul Bey’i  (s. 31) ve 4 eşi olan Muhammet Özbek Han’ı (s. 40) örnek vermesi de iddiaları ile tezat teşkil etmektedir. “Her toplum kadına verdiği değere oranla gelişir ya da ilkelleşir” (s. 40) diyen Arsel umarız birkaç senede Arap Müslümanların neden hem medeniyet hem kültürde ilerlediğini anlamıştır  diyelim ve devam edelim: “Şeriatta insanın kul niteliğinden ötürü ezildiğini (Bu konuda ‘kulluk ile birey olma’nın birbirine zıt şeyler olmadığının altını çizdiğimiz yazımızı okuyabilirsiniz) bu ezikliğin acısını kendisinden aşağıda olan kadından çıkarma yoluna gidildiği” (s. 45) iddia eden Arsel, mesela dini bayramlarda tüm insanları aynı duygu etrafında dış zorlama olmadan aynı ruh etrafında birleştiren başka bir güce örnek verebilecek midir acaba? tarihte var olabilmiş midir? Efendimiz döneminde mescidi silip süpüren zenci  bir kadın ölüp defnedilir. Hz. resul onu sorar ve durumu öğrenince “Bana vefatını haber vermeli değil mi idiniz? Haydi bana kabrini gösteriniz!” buyurur. Kabri başına gelince namaz kılar. Gelelim yazarın bu olayı değerlendirmesine “Bu  Muhammed’in  ırk ayırımı yapmadan kadınlara değer verdiğini değil, mescid gibi yerlerde hizmet görmeyi teşvik amacına dayanır.” (s. 49) Tarih kitaplarında hadis diye geçen sözler İslam literatüründe delil, kaynak kabul edilmezken, tarih kitaplarında söylenen ve hadis kitaplarında yer almayan, Kur’an’a, İslam’ın ruhuna aykırı sözleri “Hadis” diye okura yutturmaya çalışan (s. 62) Arsel, Ayrıca ‘Hikâyeye göre’ diye başlayıp, masal türü şeyleri aktardıktan sonra bir anda bu rivayetleri kesin imiş gibi İslam’a saldırmada vesilesi olarak kullanmaktadır. (s. 85) İslam’ın cinselliğe karşı olumsuz bir tutumu olduğunu ispat için Arsel bakalım nasıl bir örnek veriyor. Hz Yusuf’un başından geçenleri anlatmadan direk Hz Yusuf’un zina’dan uzak olmak için söylediği sözü aktardıktan sonra Arsel bakın konuyu nerelere götürüyor: “Allah’ım! Bana zindan bunların benden istediğinden (zinadan) daha hayırlıdır.” (s. 67) Yazar zina bile olsa, kadın kocasını aldatmak istiyorsa fırsatı kaçırmamalı mesajı mı vermek istemektedir? Hz Yusuf olayı genelde bilindiği için detaylara girmiyoruz. Arsel’in ‘orijinal’ fikirlerinden biri de şudur: Müşrikler Hz resul’ü öldürmek için evini sarmayı planlayınca ne olmuş biliyor musunuz? “Şeytan Hz resul’e durumu haber vermiş!” İşte böyle gülünç mantık işletmiştir Arsel kitabı boyunca. (s. 82, 106, 137 152, 212, 355) Diğer orijinal iddiası da şudur: Muhammed  kendisinden sonra halifeliğe damadı Ali’yi değil, Ebu Bekir’i uygun görmüştür. Onu aklen ve fikren Ali’ye üstün kabul etmiştir. (s. 165) Muhammed Ebu Bekir’i halife olarak vasiyet etmiştir. (s. 352)  Hâlbuki Hz resul kimseyi vekil, halife tayin etmemiştir! Hz Ebu Bekir “Seçimle” halife olmuştur. Hz resul seçse- vasiyet etse, seçime lüzum kalır mı idi? “Kadın olmasa idi hakkı ile Allah’a ibadet edilirdi.” sözü hadis değildir. İ. Şevkani, İbn-i Adıyy, İ. Suyuti, Acluni, İ. Cevzi,  Mürre, Nesai,  Ahmed b. Hanbel: “Hadisin aslı yok, merdut, reddedilir” derler. (Menavi, Merhu camius-sağir: V/343; Şevkani, el Favaid, 119; Suyuti, el-Leali, II/159; Aclunı, Keşfu’l- Hafa, II/165; Cevzi, K. Mevzuat, II/255) benzer anlamdaki “Kadın olmasa erkek cennete giderdi” sözü de yine uydurmadır. (Şevkani, Suyuti ‘Hadis metruk, yalan’ derler. (Şevkani, Fevaid, 119, el- Leali, II/159) Görüldüğü gibi kendi alanı dışında, önceden bir karar verilip ona delil oluşturacak, tamamen hata arama mantığı ile yazılan bu eserde (!) böyle basit, mantık dışı ve acemice birçok hatalar bulunmaktadır. Yazarın dini altyapısını göstermesi için bir cümlesini aktaralım: “Muhammed’e peygamber olarak tapanlar.” (s. 80) Allah dışında başka bir varlığa (peygamberler dahil) tapanlar müşriktir ve kafirden de daha aşağı derecededirler. Zaten günümüze dek ( Hz Ali için bile tanrı diyen çıkmıştır ama) efendimize tapan olduğu iddiasını batılı oryantalistler veya misyonerler bile iddia edememişlerdir!

“Kadına okuma yazma öğretmeyin”  (s. 269, 417) mealindeki söz için ‘ uydurma’ olduğunda görüş birliği vardır. (Albanı, M. Müslime, 13; Zehebi, T. Mustedrek: II/396; İ. Kayyım el-Cevziyye,  K. Mevzuat, II/268; Darekutni, Heysemi,  M. Zevaıd: IV/93; Acluni, K. Hafa: II/316). Muhaddisler ravilerin isim isim yalancı/kezzap olduklarını belirlemişlerdir. Dikkat edilirse uzmanlarınca yalan olduğu birçok eserde açıkca ifade edilen mevzu hadisleri bir araya toplayıp İslam’a saldırı gayreti içine girmiştir Arsel. Bu rivayetlerin uydurma olduğunu bilmiyorsa cahildir, bilip aktarıyorsa sübjektif ve önyargılı bir karakter çizmektedir ki, her ikisi durumda kitabındaki fikirlerin değersizliğini ortaya çıkarmaktadır. Kısaca yukarıdaki rivayetler gibi bu söz de hadis değildir, İslam’ı, Müslümanları bağlamaz! Şifa binti Abdullah adında hanım sahabiye efendimiz: “Hafsa’ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi, nemle hastalığının çaresini de öğretsene.” Buyurmuştur. (Ebu Davud: IV/11)  Bu hadisten hareketle; İ.Teymiyye (Şevkani, N. Evtar, VIII/213), Hattabi (M. Sunne, IV/227), Sehanfüri el Hindi (B. Mechud, XVI/217), İ. Cevzi (Zadulmead, III/146), Azimabadi (A. Mabud, X/374) gibi âlimler, değil yasaklamayı, kadınların okuma yazmalarının İslam’a uygun olduğunu ifade etmişlerdir. Tarihte Hz Aişe, Ümmü Uleyye, Kerime b. Ahmedil Mervezi, Ümmü Varaka binti Nevfel, imamı malik’in kızı, Hz Zeynep, Fatma binti Kays, Hafsa binti Şirin gibi kendilerinden ilim öğrenilen birçok kadın alimler de bilinmektedir.  1990’lı yıllarda ülkemizde tesettürlü hanımların okuması yasaklanınca  tesettürlü hanımların okuyabilmek için dünyanın dört bir tarafında dağılmaları da, bu sözü yalanlamaktadır zaten. Bu konuda ‘İslam kadınların okumasına karşı mıdır?’ adlı yazımıza bakılabilir.

Arsel, “Cinsi münasebetten sonra yıkanmak erkeğe emredilmiştir. Çünkü erkeğin tenasül uzvu bile kadınınkine nazaran daha temiz, kutsal, şerden korunmalıdır” (s. 101) derken insanın yazara sorası geliyor ‘Kadınlar gusül almıyor mu yani?’Arsel, “Kadınla sevişmese bile erkek sadece sarılsa bile yıkanmalıdır, çünkü kadın   pistir, şerden ibarettir, ona dokunan yıkanmalıdır.” (s. 102) diye de devam eder hayali senaryasuna. Halbuki sadece sarılmakla gusül gerekmez. Tanrı vahiy indirmekle görevlendirdiği melekleri dahi kadınlardan değil, erkeklerden seçmiştir.” (s. 413)  Tüm meleklerin cinsiyetsiz olduğunu Kur’an ve İslam alimleri defaatle vurgularken, Cebrail’in erkek olduğunu da 1450 sene sonra ilk farkeden Arsel olmuştur herhalde!

“Kur’an’da tanrı özellikle erkeklere hitap eder” (s. 123, 210) iddiasında da bulunur Arsel. Bilindiği gibi romantik bir dil olduğu iddia edilen Fransızcada bile kadın erkek karışık bir grup içinde erkek olduğu için o gruba hitap erkek (Masqulen ) sıgası ile yapılır. Aynı şekilde Arapçada da eğer erkek ve kadınlardan oluşan topluma hitap edilirken yine erkek (Müzekker) sıgası kullanılır. Aynı durum İngilizce için de söylenebilir. İngilizce ‘man’ hem erkek hem insan anlamındadır. Ama ‘woman’ kelimesi sadece kadın anlamına gelir. Bu bir gramer kuralıdır ve dil kurallarının din ile alakası yoktur, bu kural İslam öncesi dile yerleşmiş bir kuralıdır  ve Allah kitabını gönderdiği toplumun kurallarına uygun olarak göndermiştir. Ateist yazar Bertrand Russell tarafından yazılan ‘Has Man a Future?’ adlı eser neden Türkçeye, ‘insanlığın geleceği var mı?’ diye tercüme edilmiştir? Arsel’e göre Russell sadece erkeklerin mi geleceği olmadığını ima etmektedir?! İbni Hazm’da, ‘Hz resul tüm erkek ve kadınlara gönderildi. Allah ve resul’ün hitabı dolayısı ile hem erkek hem kadınlara yöneliktir. Bu hitapları açık bir nas olmadan erkeklere tashih edip kadınları dışarıda bırakmak caiz değildir” demektedir.’ (El İhkam, III/81)   Amerika’lı akademisyen fizikçi Fritjof Capra bir eserinde kadın ve erkekleri temsil için ‘his’ kelimesini kullanmıştır: “Eril zamir olan ‘his’ hem erkekleri hem katılımları kapsayacak şekilde kitapta kullanılmıştır.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 98) “Kur’an’da hitap genel itibarıyla Eril (maskulin) kalıpla kullanılır. Ateistlerin mantığıyla, inkarcı zalim kadınların cehenneme girmeyeceği bile söylenebilir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 40) “Firavun’un eşine cennette köşk verilecektir. Hz Nuh’un, Hz Lut’un eşleri gibi olanların cehenneme atılacakları belirtilmektedir. Kur’an’da kişinin değeri, cinsiyetine göre değil, inancına ve yaptığı güzel işlere göredir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 51)  “Erkek olsun kadın olsun, kim bir mümin olarak güzel, faydalı ve dürüstçe işler yaparsa kesinlikle ona çok hoş bir hayat yaşatacağız.” (Nahl, 97)

Eserin 152. sayfasında Arsel kız çocuklarına iyi davranma ile ilgili hadisleri verir ve sonra da kendine layık bir bakış açısı ile şu yorumları yapar: “Bu sözlerin altında çıkar vardır, kız çocuklarına iyi davranan sonuçta ondan yararlanır.” (s. 152,155) “Cennet annelerin ayağı altındadır sözleri ile yaptırtmak istediği şey, kadınların kocalarına iyi bakmalarını ve bol çocuk  yapmalarını  sağlamaktır” (s. 259) yorumu da yine yazara aittir. Halbuki Anne kelimesi çocukla irtibatlıdır, koca kelimesi ile irtibatlı olan eş, hanım, karı kelimeleridir. Yazarın asıl söylemek istediği anlamında hadis söylense idi “Cennet eş, hanım, -T. Dursun’un kullandığı ifade ile- ‘karılarınızın’ ayağı altındadır.” denmesi gerekmez mi idi?

Yine yazar boşanma aşamasında kadın erkek her iki tarafı uzlaşmaya çağıran ayeti de; “Bu yol talakı insaf sınırlarına sokar görünmüş ise de aslında bunu bir uyutma ve kadını bu haksızlığa razı etme siyaseti olarak yapmıştır.”  (s. 387) diye yorum yaparak artık alıştığımız bakış açısını yinelemektedir.

“Ne hazindir ki her vesile ile ve her ihtiyacı için tanrı’dan vahiyler  getirten Muhammed, anası ya da babası lehine ve onları şereflendirmek maksadıyla böyle bir yola gitmeyi düşünmemiştir.” (s. 457) demektedir Arsel. Başka bir yerlerde de ateistler, “Muhammed anne babasına torpil geçiyor.” şeklinde uydurma rivayetlerden hareketle Hz resulü eleştirmektedirler. O uydurma rivayetler gerçek olsa o ateistler saldırmakta, doğru olmasa Arsel saldırmaktadır. Amaç saldırmak olunca, ağzınızla uçan kuş tutsanız bir şey fark etmiyor kısaca. Ayrıca Arsel aslında bu sözleri ile Kur’an’ı Hz Muhammed’in yazmadığını da itiraf etmiyor mu, ne dersiniz?

Porf etiketli birisinin bu kadar önyargılı ve cahil olması üzücü tabii ki! Önyargı, subjektivizm  ve taassup kokan yukarıdaki alıntılar pozitivist, rasyonalist ve realist olduğunu iddia eden bir akademisyenin yazdığı kitaptan küçük  bir bölümdür.

Aynı yazarın ‘Müslümanlık Sınavı’ adlı, bilgiçlik tasladığı ama yine cehalet taşan diğer bir kitabının değerlendirilmesi:

Müslümanlık sınavı

Bölüm 1

Yazar diğer eserinde olduğu gibi yine uydurma hadislerden hareketle, birbiri ile bağlantısı olmayan konuları birbiri ardına ekleyerek okuyucuyu yanıltmaya, önceden karar verdiği sonuçlara uygun yorum ve değerlendirmeleri eserine toplamıştır.

“islam dini büyü ve sihre inanmaya ya da üfürükçülük gibi şeylere (ve üfürükçülüğün tükürüklü ya da tükürüksüz uygulamasına ) izin verir mi?”

Bırakınız  Hz. Muhammed’in  tükürüğünü, artık bilim, idrarın  iyileştirme özelliklerini  inceliyor. ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımıza bakılabilir. Tükürükle ilgili hadisi ise, ‘Turan Dursun’a cevaplar’ adlı yazımızdan ulaşılabilir.

Parapsikoloji  ilmini 100 senedir Rusya’da, 50 senedir Avrupa’da  üniversitelerde kürsüsü varken bizler hala bu bilim dalı için “Bu bilim dışıdır, olamaz! ” diye önyargı ile yaklaşıyor ve bilimi materyalist dünya görüşleri ile sınırlandırmaya çalışanlar yüzünden de bilimde hep geri kalıyoruz. Göz ile çatal-bıçak eğmekten dünyanın öbür ucundaki insanın düşüncelerini sezebilmeye, kilometrelerce uzaktaki olayları hissetmekten dokunduğun eşya ile o eşyanın sahibi hakkından bilgi vermeye dek real fenomen olaylara artık önyargıdan uzak ama bilimsel yaklaşma zamanı çoktan gelmiştir. ‘Bilim değişmez mi?’ başlıklı yazımızı özellikle öneririz.

Sihir de cin de vardır, bu konuda ‘Cinlerin varlığı’ adlı yazımıza bakılabilir. Üfürükçülük, vücuttaki pozitif enerjinin yoğunlaştırılarak karşıya transferidir ve artık biyo-enerji ile alakalı bir bilimsel konudur.  Materyalist bakış açısına sahip ateistlerin parapsikoloji, Quantum fiziği, izafiyet teorisi, Biyoenerji, Alternatif tıp, anti-psikiyatri, Post-modernizmden habersiz iken hala bilim adına kendilerini tek yetkili görmeleri de ayrı bir handikaptır.

Muhammed, her ne kadar batıl inançlara karşıymış gibi görünmüş ve örneğin Kur’an’a: “Hak geldi, batılsa yıkılıp gitti. Kuşkusuz batıl yıkılıp giden türdendir.” (İsra suresi, ayet 81 ) ya da: “Tanrı batılı yok eder ve hak olanı sözleriyle yerleştirir.” (Şura suresi, ayet 24; Sebe’ suresi, ayet 49; Enbiya suresi, ayet 18, Kehf suresi, ayet 56 vb.) şeklinde ayetler koymuşsa da, her hususda olduğu gibi bu hususta da söylediklerinin tersi olan şeyleri yapmaktan geri kalmamıştır.

Bir kere bu ayetlerdeki batıl, İslam dışındaki düşünce sistemleridir. Batıl inanç ise İslam’da zaten yasaktır. (DİA, XVIII/382-384)

Kabe’deki ‘kara taş’ ı (hacer-i esved ) öpüp okşaması ve bu taşı ilah niteliğinde kılmasından ve müslümanlar için tapınak yapmasından ya da mina dağı’nı sağ tarafına alarak ‘cemre’ mahallinde yedi çakıl taşı atmak suretiyle şeytanları kaçırtmaya çalışmasından tutunuz da hastalıkları tükürüklü ve tükürüksüz üfürük usulleriyle tedavi yolunu seçmesi ve başkalarına da bu şekilde yapma iznini vermesi, Muhammed’in batıla olan bağlılığının nice örneklerinden bazılarıdır.

Şeytan taşlama sadece bir  simgedir, orada şeytan yoktur. “Ey şeytan birinci taş ile artık haçtan dönünce yalan konuşmayacağım. İkinci taş  ile  artık gıybet yapmayacağım…” niyetleri ile temsili olarak şeytan  taşlanır. Haceru’l-Esved ise, Hz. Ömer’in de dediği gibi, “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır.” (Buharî, Hacc 50, 57, 60; Müslim Hacc, 248, 120; Muvatta, Hacc 36; Tirmizî, Hacc 37; Ebu Dâvud, Menâsik) bir taştır ve tarihte hiçbir Müslüman Hz. Ömer’i bu sözünden dolayı eleştirmemiştir. İmam Nevevî’nin de belirttiği gibi Hz. Ömer’in bunu söylemesine sebep: “Müslümanların putperestlikten yeni kurtulmuş olmalarıdır. Hz. Ömer Hacer-i Es’ad’i öperse, cahillerin bu işin eski hâl üzere devam ettiği zannına kapılmalarından korkmuş ve cahiliye döneminde Araplar, putların, insanı Allah’a yaklaştırdığına inanırlarken Hz. Ömer, bu itikada muhalif hareket etmek gerektiğine, ibadetin ancak, faydası ve zararı olmayan şeyleri yaratan Allah’a yapılacağına tembihte bulunmuştur.” (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, VII/16-17; Kamil Miras, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI/108-109) Bu konu ayrıca ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda, ‘Müslümanlar Haceru’l-Esved’e taparlar, Kâbe’ye secde edip şirke mi düşerler?’ başlığı altında ele alınmıştır.

soru: “Oruçlu bir kimsenin, ölü insan vücudu, hayvan ya da uyumakta olan bir kadınla (onu uyandırmadan) cinsi münasebette bulunması konusunda İslam ne gibi buyruklar getirmiştir?” eğer bu soruyu yadırgar ve: ‘bu nasıl iştir? hiç böyle bir din hükmü olabilir mi? İslamda böyle bir şey yoktur’ şeklinde yanıt verecek olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır alır, kafirler arasında yerinizi bulursunuz! Yok eğer: ‘evet bunları Muhammed’in buyurukları olarak benimsiyorum, çünkü başta diyanet işleri başkanlığı’nın yayınları olmak üzere tüm İslam kaynaklarında bunun böyle olduğu bildirilmekte’ derseniz, siz tam bir Müslüman sayılırsınız. Çünkü gerçekten de diyanet işleri başkanlığı’nın ve din adamlarımızın, Muhammed’ in buyrukları olarak insanlarımıza bellettigi din verilerine göre oruçlu kişi, hayvanla ya da ölü insan vücuduyla cinsel ilişkide bulunacak olursa, orucu bozulmuş sayılır; bu gibi hallerde kişinin ‘kaza orucu’ tutması gerekmektedir.

“Kafirler arasında yer almak” için ‘imanın temel ilkelerinden birini’ reddetmek gerekir. Yukarıdaki görüş ise bir fetva yani insani yorumdur. İslam’da birçok farklı mezhep vardır ve bu mezhepler farklı yorum, fetvaları nedeni ile birbirini kafir ilan etmez! Gelelim konu olan fetvaya: Mesela ceza hukukunda adam öldürmenin cezasının olması, o  hukuk sistemini savunanların bu fiili onayladığı anlamına gelir mi? Hukukta ve İslam fıkhında da  -Özellikle Hanefi Mezhebinde- ‘sadece  olan olaylara değil, olabilecek olaylara da fetva’ verilmiştir.  Böyle  bir yanlışı bir gün bir yapan çıkarsa, ‘cezası şudur’ diye. Fıkıh  hayatın kendisidir, olanlara, yapılanlara ve yapılabileceklere karşı gerekenleri ifade edilir. İşin ironik yönü kendisi de bir hukukçu olan Arsel’in bu konulara yabancı olmaması gerektiğidir. Hukukta ictihad kavramını ya bilmeden ya bildiği halde gizleyerek bu konuya yaklaşmak sadece taassup ile açıklanabilir.

Size deseler: “Yemek yediğin çanağın ya da su içtiğin bardağın içine sinek düştüğü zaman sineğin her tarafını batır, sonra çıkar at ve yemeğine ya da içmene devam et. Çünkü sineğin iki kanadının birinde hastalık, diğerinde de şifa vardır. Sinek idrak ve ilahi ilham sahibi olduğu için, önce zehirli olan kanadını sokar, deva olan kanadını dışarıda bırakır. Eğer sineğin, dışarıda kalan ‘ şifa ‘ kanadını yemeğin ( ya da içeceğin ) içine batıracak olursan, şifa hastalığı gidermiş olur.”

Önce şunu belirtelim. Bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır, bu bir. İki: Çölde su başta olmak üzere gıda maddeleri her istenildiği anda bulunamaz, o nedenle de çok  değerlidirler. Hadis bize, zorunlu hallerde ne yapılabileceğini bize aktarır. Ama çöl dışında, zorunluluk yoksa temizlik dini olan İslam, gerekeni yapmamıza izin verir. I. Dünya Savaşında kimyasal  gazlı saldırılarda askerler idrarlı  bez ile kendilerini korurlardı, hatta II. Dünya savaşı sırasında ülkemizde sivil halka bile bu öğretilmiştir. Ama bu her zaman idrarlı bezle dolaşmayı veya gerek yoksa hala onu kullanmamız gerektiği anlamına gelmez. İşte hadisten de çıkarılacak hüküm budur! Gelelim konunun bilimsel yönüne.

Efendimizin hadisi şu şekildedir: “Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur.” (Ebû Dâvud, Et’ime 49, Buhârî, Tıbb 58, Bed’ü’l-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 31, Nesâî, Fera’ 11)

Sinekten antibiyotik elde etme çalışmaları geçtiğimiz yüzyılda başlamış, 1930 ve 1947’de İngiliz ve İsveç ilim adamları “cafasin” ve “klotinizin” adlı antibiyotikleri bulmuşlardır. Günümüzde artık sinek vücudunun tamamen anti bakteriyel etkiye sahip güçlü antibiyotikler ile kaplı olduğu bilinmektedir.

sinek-kanat-deva-ilac-3

Özellikle yukarıda ekran görüntülerini verdiğimiz araştırmaların ikincisinin başlığı hadis ile tıpatıp aynıdır. Antibiotic on the the left wing of the the house fly can kill its own bacteria:  “Ev sineğinin sol kanadında bulunan antibiyotik kendi bakterisini yok edebilmektedir.”

Macquarie Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri bölümünde bir grup araştırmacı, sineklerin çürük et, meyve ve gübre dahil olmak üzere her türlü pisliğe karşı dayanıklı olduğu teorisinden yola çıkarak sineklerin sahip oldukları bu antibakteriyal özellikleri farklı gelişim evrelerinde ortaya çıkarmak üzere çalışmalar yaptılar. Grubunun yeni keşfini Melbourne Mikrobiyoloji Konferansında tanıtan Ms Jonanne Clarke, “Çalışmalarının, yeni antibiyotiklerin bulunması için yapılan küresel araştırmaların ufak bir parçası olduğunu fakat kimsenin daha önce bakmayı akıllarına getirmedikleri bir yere odaklandıklarını” söylüyor. Ms Clarke, mide içersinde de meydana gelen antibakteriyal özelliklerin sinek bedeni üzerinde mevcut olduğunu söylüyor ve her iki yerde de bu aktiviteleri görebileceğimizi belirtiyor ve “Sinek bedeni üstüne yoğunlaşmamızın sebebi daha kolay ayrışılabilir yapıda olmasıdır.” diye ekliyor. Biophysical Journal‘da, 19 Şubat 2013’te yayınlanan, Avustralyalı ve İspanyalı 14 bilim adamının deneyleriyle kaleme aldıkları ‘Biophysical Model of Bacterial Cell Interactions with Nanopatterned Cicada Wing Surfaces’ adlı makalede, sinek kanatlarının yüzeyindeki nanopatternlarının, temas halinde bakterileri yalnızca fiziksel yüzey yapısına bağlı olarak öldürdüğü kanıtlanmıştır. Makale, Clanger cicada (Psaltoda claripennis) kanadı nanopatternlarını antibakteriyel nanomalzemelerin tasarımına dahil etmenin faydalarından bahsederek, nanoteknolojinin sinek kanadını model alması önerisini sunmaktadır. Sinek kanatlarının, bakteri kirliliği ve enfeksiyonlara karşı artan dirence sahip yeni işlevsel yüzeylerin geliştirilmesi için model niteliğinde olduğunun belirtilmiştir. Kanada’daki McGill Üniversitesi‘nden kimya mühendisi Anne-Marie Kietzig sinek kanadı nanopatternları modeline dayanarak üretilecek materyallerin, otobüs korkulukları gibi yaygın olarak hastalığı barındıran halka açık yüzeylere uygulanabileceğini öne sürüyor. “Bu, (sinek kanadı nanopattern modelleri) pasif bir bakteri öldürme yüzeyi sağlayacak.” diye ekliyor ve “çevreye zararlı deterjanlar gibi aktif maddeler gerektirmediğini” belirtiyor. (İnternational Weekly Journal of Science, www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3576530/# )

Auburn Üniversitesi Alabama Tarımsal Deney İstasyonu araştırma entomologları Ed ve Mary Cupp karasineklerin (Musca domestica) ağız sıvısında bulunan protein kesilerinin yaraları iyileştirici etkisini tesbit ettiler. Ayrıca araştırmalarına göre, protein cilt ülserleri ve diyabetik ayak lezyonları gibi kronik yaraların iyileştirilmesi için benzer bir şekilde çalışacak. AU Veteriner Hekim Koleji’ndeki küçük hayvan cerrahisi profesörü olan Mary Cupp ve Steven Swaim, antibiyotikleri ve protein iyileştirmeyi birleştiren çözümlerle tedavi edilen cerrahi insizyonların (kesik, yarık) tek başına antibiyotiklerle tedavi edilen insizyonlara göre daha hızlı ve daha güçlü olduğunu belirleyen bir araştırma yaptı. Auburn’un Teknoloji Transfer Ofisi (OTT), teknolojiyi mevcut şirketlere ve bu teknolojinin çevresinde bir girişimde bulunmayı düşünen girişimcilere pazarlamaktadır. (Today in Viddya, Cilt 7, Sayı 23, Yayınlanma: 23 Ocak 2005, Editör: Susan K. Boyer)

FEBS Letters’ta 22 Eylül 1997’de Cilt 415, Sayı 1’de 64-66 sayfalar arası yayınlanan ‘Chemotherapeutic activity of synthetic antimicrobial peptides, correlation between chemotherapeutic activity and neutrophil-activating activity‘ isimli makalede bilim insanlar,  ‘34 amino asit tortusundan oluşan Sarcophaga peregrina’nın (et sineği) güçlü bir antibakteriyel proteini olan sapecin B’nin aktif çekirdeğini saptadıklarını, bu çekirdeğin, sapecin B’de bir α-sarmal oluşturan 11 amino asit kalıntısı, artıklarının 7-17’den oluştuğunu, bu peptiti daha da modifiye ettiklerini ve hem antibakteriyel hem de antifungal (mantar öldürücü) aktivite sergileyen birkaç antimikrobiyal peptid sentezlediklerini; genellikle, X ve X’in bir hidrofobik kalıntı olduğu her iki uçta ve XXXXX’teki [K veya R] X [K veya R] motiflerine sahip olan undecapeptitlerin potansiyel olarak BAKTERİ VE MANTARLARIN ÖLDÜRÜLMESİNDE AKTİF OLDUKLARINI, bakterinin ATP’yi sentezleme ve amino asitler taşıma kabiliyetini de kaybettiğinin bulunduğunu’ belirtmişlerdir.

Yukarıda da kısaca değindiğimiz, Avustralya Sidney’deki Macquarie Araştırma Üniversitesi Division of Environmental &​ Life Sciences, Department of Biological Sciences’ta çalışmalar yapan ​J. Clarke ve ekibi, 2003’te yayınladığı ‘Hypothesis driven drug discovery: antimicrobials in flies‘ isimli makalesi ve diğer çalışmalarını sunduğu Australian Society for Microbiology Konferansında üç türün de yüzeylerinin antibakteriyel özellik gösterdiğini kanıtlamışlardır. Ev sineği-kara sinek (Musca domestica), koyun sineği (Lucilia cuprina), meyve sineği (Drosophila melanogaster) yüzeylerindeki antibakteriyel aktivitenin daha etkili terapötik ömrünün olduğu belirtilmiştir.

İbnu’l-Cevzî der ki: “Bu kimsenin söylediğinde bir gariplik yok. Zira arı, baş kısmıyla bal toplar, aşağı kısmıyla da zehir alır. Zehiri öldüren yılanın eti, zehrin tedavisinde kullanılan ilaca katılmaktadır.”  (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, XI/135-137) Bu konuda bir makale yayınlayan Dr. Samahı, mikrobiyologların sineğin midesinin içinde parazit olarak yaşayan uzun hücrelerinin bulunduğunu keşfettiklerini bildiriyor. Bu mantarsı hücreler, kendi üreme döngülerinin bir bölümü olarak, sineğin solunum kanallarına doğru çıkıntı yaparlar. Sinek, sıvının içine tamamen batırılırsa, osmotik basınçta meydana gelen değişiklik hücrelerin çatlamasına yol açmaktadır. Bu hücrelerin muhtevası ise, sineğin vücudunda taşıdığı patojenlere karşı olan bir antidottur; yâni zehire karşı panzehirdir. Yemeğe bulaşan sinekten çıkan zararlı mikropları, sinek batırılınca çatlayarak ortaya çıkan antidot tesirsiz hâle getirmektedir. (Dr. Mustafa Reyhanlı, Gerçeğe Doğru Dergisi, Cit, 5)  Bu konuda araştırma yapan Dr. İzzeddin Cevvale şu tespitlerini dile getirmektedir: Eskiden beri bilinen bir gerçek vardır ki, zararlı hayvanların zehirinde hem fayda hem de zarar vardır. Yani bunlardan hem zehir ve hem de panzehir bulunmaktadır. Tek bir hayvanda birbirine zıt olan iki şey gayet tabii olarak bulunabilmektedir. Karasineğin iki kanadından birinde zehir diğerinde ise panzehirin bulunması, yüce Rabbimizin yaratmış olduğu varlıklar içinde insana hayret verecek şeylerdendir. Bütün bunların Allah’ın kudretine birer delil olduğu bir gerçektir. İşte balansı, bir taraftan insanlara faydalı olan balı yaparken diğer taraftan iğnesinde taşıdığı zehirli maddeye bak! Balıyla faydalı olurken, zehiriylede öldürücü olabiliyor. Nitekim akrep de iğnesiyle zehir saçarken, vücudu (eti) ile de panzehir veriyor, zehrini nötr hâle getiriyor. Tıpta, yılanın kuyruğundan ve zehirli haşerelerden serum elde edilir. Elde olunan bu serumla akrebin veya yılanın soktuğu kimseler tedavi edilirler. Hatta daha da ötesi, kanser acılarının dinmesi için yine bu hayvanlardan elde edilen serumlardan yararlanılır. Yine günümüz tıbbı, insana tiksinti verici mâhiyette olan maddelerden hayat verici ilaçlar elde etmektedirler. Meselâ penisilin küften elde edildiği gibi, streptomisin ise kabir toprağndan elde edilmektedir… Bilindiği gibi Bakteri İlmi’nde her bir mikrop için onu öldüren bir panzehir vardır. Mikrop bir canlının vücuduna girdiği zaman, vücud bu mikroba karşı harekete geçer, böylece vücuda giren mikroba karşı onları yok edici karşı bir antikorlaortadan kaldırır. Hulasa vücutta oluşan antikor ve antitoksin, mikrobu yok eder. Nitekim bu kural karasinek için de aynen geçerlidir. Karasineğin vücudunda da birbirine karşı savaş veren iki tür zehirin bulunması gayet normaldir. Böylece kara sineğin taşıdığı hastalık yapıcı mikroplar, sineğin yemeğe veya suya düşmesiyle bulaşacağından onun diğer kanadında da bu zehiri önleyecek panzehir vardır. O halde bizim yapacağımız bir şey var, böyle bir durumda hastalığa yakalanmamak ve zehiri önlemek için Peygamber Aleyhis-Selam’ın tavsiyesine uymak sağlığınız için gayet faydalıdır. Hastalığı yapan, mikropların kendisi değil, onların salgıladıkları toksinlerdir. Vücut bu toksinlere karşı antitoksin meydana getirmek suretiyle kendisini korur. Acaba sineğin vücudunda bu toksinlere karşı antitoksin meydana gelmez mi? Mahmud Kemal ve M. Abdülmümin Hüseyin adında Mısırlı iki tabib; karasinek hadisindeki durumu tesbit etmek için yaptıkları araştırmalarında diyorlar ki: 1871 yılında Alman Prof. Brifeild, Almanya halkı karasineğin, İmposamosouy adını verdiği Mantar cinsinden bir tufeyliye mübtela olduğunu keşfetti. Bu tufeyli devamlı olarak sineğin vücudunda yaşayıp geçinmektedir. Profesör yaptığı incelemede bu tufeylinin lintomophteraly adında bağlı yahut birleşik yosun mantarları Sygmomysis denilen bir yosun mantarı türüne mensup olduğunu gördü. Bu parazit su yosunu mantarı denen phycomclspristiti’nin ikinci çeşidindendir. Bu asalak hayatını, sineğin vücudunda mevcut, içinde özel bir salgı olan yuvarlak hücreler şeklindeki yağ tabakasında geçirir. Sonra bu yuvarlak hücreler uzar, meydana gelen açıklıklardan yahut sineğin karın halkaları mafsallarından dışarıya çıkar ve sineğin vücudunun dışına çıkmış olur. Bu çıkış devri, bu mantarın üreme devresidir. Bu devrede mantarın tohumları hücrenin içinde toplanır. Hücrenin iç basıncı artar, nihayet bu basınç o dereceye ulaşır ki, hücre cidarları buna tahammül edemiyerek patlar ve içteki tohumlar itme kuvvetiyle hücrenin 2 cm. dışına fırlar. Öte yandan modern çağın bilim adamlarının buluşları da, Alman bilgini Brifeild’in teorisini desteklemektedir. 1945 Yılında Mantar bilgisinde en büyük üstad olan Prof. Langiron, devamlı olarak sineğin karnında yuvarlak hücreler şeklinde yaşayan bir mantarda “Enzim” denilen tahallül kudreti yüksek bir salgı bulunduğunu açıkladı. 1947-1950 Yılları arasındaki iki Alman bilgini Arnstaine, Cook ve İsviçreli bilgin Rolius araştırmalarında, “Javaein” dedikleri bir madde buldular. Bu maddeyi sinekte yaşayan Mantar türünden elde ettiler. Bu maddenin hayatiyete zıt olduğunu, tifo ve dizanteri gibi bir çok mikropları öldürdüğünü tespit ettiler. 1948 Yılında İngiliz bilim adamlarından Briyan Courtes; Heming; Geferies ve Mackjohan araştırmalarında “Cotin-sine” dedikleri hayatiyete zıt bir madde buldular. Bunu yine sinekte yaşayan aynı tür mantardan elde etmişlerdi. Tifo, dizanteri vs. gibi mikroplara karşı tesirli idi. 1949 Yılında iki Alman bilgini Omcyve Farmer ve İsviçre’den German, Roth, Athlenger ve Blathner de araştırmalarında “İniatin” adını verdikleri tek hücrelilerin yaşamasına zıt bir madde elde ettiler. Bunu da sinekte yaşayan Mantar türüne mensup bir mantardan elde etmişlerdi. Bu maddenin tifo, dizanteri ve kolera gibi hastalık mikroplarına karşı tesirli olduğunu gördüler. 1947 Yılında ise ilim adamlarından Moftiş tarafından, sinek vücudunda yaşayan mantarlara mahsus bir kültürden tek hücreli canlılara zıt maddeler elde edildi. Bunların tifo, dizanteri ve benzeri mikroplara karşı kuvvetle müessir olduğunu gördü. Keza bunlar, hummalı hastalıklara sebep olan mikroplara karşı da tesirleri kuvvetli idi. Bu maddenin bir gramı, mezkur mikroplarla mülevves yüz litre sütü koruyacak güçte idi. Yiyecek veya içeceğin içine düşen sinek, yiyeceğe veya içeceğe iyice batırılmaksızın alınıp atılacak olursa; çıkarıldığı yerde sineğin taşıdığı zararlı mikroplar kalmış veya oraya bulaşmış olabilir. Eğer sineğin tamamı birden yiyecek veya içeceğin içine batırılıp daldırılmış olursa durum ne olur? Sinek yiyecek ve içeceğin içine tamamen batırılmış olunca, sineğin vücudunda bulunan panzehir harekete geçer. Bu batırma sırasında panzehir taşıyan zar patlar ve parçalanır. Panzehir hemen harekete geçmekle, sineğin taşıdığı mikropların üzerine atılır ve onları etkisiz hale getirip, imha eder. (Said Havva, er-Rasul, s. 36-41. Not: Said Havva ‘nın er-Rasul isimli eseri içinde bir bölüm olarak yayınlanan Karasinek hadisi ve bu badis etrafında söylenen sözler, daha sonra “el-lsabe fı’r-Reddi ata men taane fi hadisi’z-Zübabe” adı altında, müellif Elbani ile birlikte müstakil bir risale olarak yayınlanmıştır. Ayrıca; Sadeddin Roston Tere, S. Ateş., Hakses, 966, s. 4, sayı 17) Günümüzde sineklerde bulunan antibakteriyel özellikler, ilaç yapımında kullanılmaya çalışılmaktadır. (http://www.abc.net.au/science/articles/2002/10/01/689400.htm Ayrıca; http://www.islamdunktv.com/2011/01/hadith-of-fly-refuting-those-who-laugh.html) Bu konu ‘Ateistlere cevap’ adlı yazıda da ele alınmıştır.

“Balıkların insanları baştan çıkarmak üzere birtakım oyunlara başvurduğunu belleten dinsel kurallara inanırmısınız?” …  “kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: ‘aşağılık maymunlar olun’ dedik…” (a’raf suresi, ayet 166; bakara suresi, ayet 65.)

Yahudi  kavmini Allah (cc)  -Rızklarının bir aracı olan – balık tutup tutmamakla imtihan edilmişlerdir: “Cumartesi (sebt, sabbat) yahudilerin kutsal günüdür. Yahudi şeriatında cumartesi haftalık tatil günü olup o gün çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaklanmıştır. Cumartesi günleri balıklar avlanma yasağı dolayısıyla ürkütülmedikleri için diğer günlere göre daha rahat hareket eder, sahile yaklaşır, su yüzüne çıkarlardı; çalışma günlerinde ise derin sulara çekilirlerdi. Balıkların, insan davranışlarına ne kadar kolay alıştıkları bilinmektedir. Âyette bu sahil beldesinin sakinleri olan yahudiler, söz konusu geleneği ihlâl ederek cumartesi günleri de avlandıkları için eleştirilmektedir. Çünkü onlar bu suretle dinlerinde on emrin dördüncüsü olarak yer alan (Çıkış, 20/8-11) önemli bir kuralı ihlâl etmişlerdir. Balıkların avlanma yasağının bulunmadığı günlerde uzaklara çekilirken cumartesi gününde akın akın sahile doğru gelip görülmesi, nefislerine ve çıkarlarına düşkün kimselerin iştahını kabarttığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine yol açtığı için âyette bu husus bir deneme, imtihan olarak değerlendirilmektedir. Nitekim müteakip âyetten anlaşıldığına göre bazı iyi kimseler yasağı delmedikleri için bu imtihanda başarılı olmuşlardır.” (DİB, Kur’an Yolu Tefsiri, II/613) Örneğin  -Ateistler bilmez ama- oruçlu bir insan için bir bardak su ne kadar değerlidir değil mi? O bir bardak su “İnsanı nasıl baştan çıkarır, ne hayallere daldırır!” Ama ateist zihniyetin bunu anlamasını bekleyemeyiz tabii! Öyle ya, bir kişi neden karşılıksız muhtaç birine para versin (sadaka, zekat), parası ile aldığı etin bir bölümünü fakirle paylaşsın (Kurban), toplumsal ortak bilinç oluşsun diye tüm inananlar aynı anda aç-susuz kalsın (Oruç) vb. Ateist- materyalist mantık ye- iç, fırsatını bulunca dünyadan ne götürsen kârdır mantığını ile hareket eder. Öyle ya ateiste göre kendisi, öncesi maymun, sonu toprak olan nedensiz- tesadüfen var olan bir parça et- yağ- sinir karışımı bir hayvan türü değil midir? Hayat güçlülerin ayakta kaldığı bir savaş alanı ise neden kendi güçsüz kalıp, tabiat ananın bu hediyesini kaybetmeyş göze alsın? Neden yolda bulduğu para dolu cüzdanın sahibini arasın? Arsel, kelime oyunları, önyargı, taassup dolu yazısı ile “İmtihanı kaybedip açgözlülüklerinin esiri olan Yahudilere Allah’ın  hitabını” nasıl yorumluyor görüyorsunuz değil mi?  Gelelim maymun meselesine: Türkçede bile “Maymun iştahlı”  diye bir deyim vardır. Doymak bilmez, açgözlü anlamında kullanılır. Kısaca   bir mecaz kullanım söz konusudur ayette. Kur’an’da mecaz  sanatının    yoğun  biçimde kullanıldığını önyargısız bakan her göz  görür. Kur’an  mecaz  sanatı  deryasıdır dersek mübalağa yapmış olmayız. Ama Arsel yine yaptı ateistliğini ve mecazı asıl anlam ile bilerek veya bilmeyerek karıştırmıştır. “Dinsiz ahlak olur mu?”, “İslami emirler ve hümanizm” ve “Kur’an ve mecaz” adlı yazılarımızı da konuya ilave bilgi için okumanızı tavsiye ederiz.

soru: “Ev farelerinin, yangın çıkarmak bakımından pek usta olduklarına ve onları bunu yapmaya şeytanların zorladıklarına ve bu nedenle mutlaka öldürülmeleri gerektiğine dair İslami buyruklara uyar mısınız?” , “siz uyumak istediğinizde kandilinizi söndürünüz. Çünkü şeytan bunun gibi hayvanları yangın cinayetine sevk eder.”

Kur’an kadar hadislerde de edebi sanatsal ifadeler ve mecaz-teşbih bol miktarda kullanılmıştır. Kur’an’ın indiği dönemde Araplar arasında şiir ve söz sanatları çok ilerlemişti. Sözlü sanatın yazılı ilk metinlerinden olan Kur’an’da ve hadislerde bu tür sanatsal ifadeler bol miktarda kullanılmıştır. Kişiler içinde oldukları toplumdan ayrı değerlendirilemezler. Hz Resul’de hadislerinde bol bol teşbih sanatını kullanmıştır. ‘Şeytan, kötülüğün, negatif düşüncenin, olumsuzluğun simgesi‘ olarak hadislerde geçer. Kötülük yapan insanlar  “Şeytana uydum” demezler mi?

“Horozların melek gördükleri zaman öttüklerine ve öttükleri zaman Müslümanlar için tanrı’nın ‘keremi’nden dilekte bulunmak gerektiğine dair bir hükmü tanrı ve ‘ peygamber ‘ buyruğu olarak kabul ediyor musunuz?”, “Eşeklerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarını ve anırdıkları zaman ‘euzü bi’llahi mine’ş-şeytani’r-racim’ deyip tanrı’ya sığınmanın Müslüman kişi bakımından zorunluk olduğuna inanıyor musunuz?”

Hayvanların altıncı  hissi biz insanlardan çok daha fazladır. Birçok deprem olayında bunu gördük. Onlar titreşimleri daha önce hissederler. Hatta henüz teknoloji o seviyeye ulaşmadığı ortada iken hayvanlara bu özelliği vereni anlamamak sadece nankörlükle açıklanabilir. Bazı hayvanlar biz insanlara göre daha çok görür, hisseder, duyarlar. Depremin sismik titreşimlerinden, melek, şeytanlara dek!

Size deseler: “öküz, kendi sırtına binilmesinden hoşlanmadığını ve çünkü gururlu bir hayvan olduğunu söyler. Çünkü o, sadece tarla sürmek için yaratılmış bir hayvan olduğunu kabul eder ve bunu kendi ağzıyla Yahudilere bildirmiştir, Muhammed de öküzün bu şekilde konuştuğuna inandığını söylemiştir.” ,  (beni israil zamanında) bir kimse öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan o kimseye yüzünü çevirip bakarak: ‘Ben bunun için yaratılmadım? ben tarla sürmek için halk olundum’ demiştir.”

Arsel yine aynı hataya düşmektedir. Efendimizi edebi, sanatsal içerikli konuşacak biri olarak göremeyen ateist yazarın -O dönemin sözlü sanatında ileri seviyede olan Araplar içinde yaşayan, liderlik özelliği olan birinin bu tarz konuşmasının doğal olduğunu o dönemdeki müşrikler bile normal görür ve eleştirmezken, bu tarz eleştiri biraz zorlama veya edebisizlik olarak açıklanabilir. “Hayvanları yaratıldıkları  amaç dışında  kullanılmamasını” efendimiz bizlerden istemektedir, olay  bu kadar basit. La Fontaine’in anlatımını, ders verici özellikli hikayelerini takdir edenler, İslami kaynaktan gelen bu rivayetlere önyargılı yaklaşırlarının nedeni aslında çok açıktır; Taassup, önyargı! Sonra da sanatlı anlatım dışında, halk  arasında yaygın olan batıl inanç, hurafeleri İslam kabul etmeyince, “E, onu kabul ediyorsunuz da bunu neden etmiyorsunuz” diyenler çıkmıyor mu, işte orada insan kırılıyor, sabır taşının çatlamasından mı yoksa katıla katıla gülmekten mi, tercih okuyucuya kalıyor. Efendimizden bir örnek verelim: “İlmini muhtaç olandan esirgeyene, gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder.” Bu hadiste ilme verilen önem, paylaşmanın teşviki gibi mesajları geçip konumuzla alakalı boyutuna bakalım. Evet, Arsel bunu kitabına alsa idi,  bu hadiste bilim-akıl dışı hadislere örneklerden biri olacak ve diyecekti ki: “Soru: siz kuşların hatta bırakın onu sudaki balığın bile konuştuğuna inanır mısınız? bırakın konuşmayı, beddua ettiğine… cevabınız “evet” ise iyi bir müminsiniz!” Acı acı gülümsediğinize eminim. Ama bizi acı acı gülümseten bir hurafeci değil bir akademisyen, önyargının gözlerini kör ettiği bir profesör! A’raf, 179: “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.” Konumuza dönelim, ortada bir gerçek var, hadiste sanat kullanılmış ve ilmi gizlemenin İslam’daki kerih- kötü görülme boyutu mecazî olarak, “Yer ve gökteki her şey lanetler” anlamında hadisle bize aktarılmıştır.

“Aksırmanın tanrıdan gelme olduğuna ve çünkü tanrının aksırmaya muhabbet ettiğine, buna karşılık esnemenin şeytandan olduğuna ve esnemek üzere ‘ha’ diye ağzını ayıran kişiye şeytanın güldüğüne inanır mısınız?”

“Yine aynı” hatalar zincirinden biri. Son zamanlarda özellikle aksırmasını engellemeye çalışanların felç  geçirdikleri ile ilgili haberler gazeteler bol miktarda yer alıyor. Hatta bir hamile kadının aksırmasını tutması sonucu başına gelenleri gazeteler günlerce yazmıştı. “Hapşırmaya engel olunması beyin kanaması, felç hatta kalbin durmasına neden olabilir.” (NTV, 8.2.2017) Hz resul -İyi olanları Allah sizden ister, sizin iyiliğinizi ister- mealinde; “aksırın; vücudunuzu rahatlatın, tutmayın.” demektedir. Esneme esnasında ağzın kapatılması gerektiğini de yine  efendimiz şeytana izafe ederek, “Esnerken ağzınızı kapatmazsanız  edebe aykırı davranır ve şeytanı memnun edersiniz”  demektedir. “Hapşırma, yüz, göğüs ve karın kaslarının koordine bir şekilde çalıştığı, solunumun devamını sağlayarak vücudu koruyan bir reflekstir.” (Price WM, Batsel HL. Respiratory neurons participating in sneeze and in response to resistance to expiration. Exp Neurol 1970; 29: 554–570) Refleks bilindiği gibi istemdışı, elde olmadan yapılan bir sinir etkinliğidir. ‘Kaynağı kim?’ diye hatırlatarak haşırmanın kısaca faydalarını sıralayalım: “Hapşırma esnasında hem kalbe hem de beyne gerekenden çok daha fazla kan pompalandığı için beyin ve kalbin rahatlaması sağlanır. Kan damarlarını genişletir. Gözyaşı ve sinüs kanallarını açar. Akciğerde bulunan zararlı maddeler vücuttan atılır. Akciğerde bulunan havayı boşaltarak, taze hava girmesini sağlar. Kalbimizi birkaç salise durdurarak dinlenmesini yardımcı olur.” (Haberturk,06.12.2019) Hz Resul  “Hapşıran, Elhamdülillah -Allah’ım  sana teşekkür ederim, mikroplar vücudumu terk etti ve kalbim yeniden çalışmaya başladı- desin.” buyurur. (Buhârî, Edeb 126; Tirmizî, Edeb 3; İbni Mâce, Edeb, 20) Benzer mealde bir hadiste: “Allahü teâlâ aksırmayı sever, esnemeyi sevmez.” (Buhârî, Edeb 125, 128; Bed’ü’l–halk 11. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 7) buyurur efendimiz. Yukarıdaki açıklamadan sonra edep kuralları çerçevesinde ele alınacak hadislerin biraz daha iyi anlaşılabildiği umut ediyoruz. Şimdi soralım, bu ilmi açıklamaya ne diyecek ateist yazarımız?

Hukuk ve ahlak anlayışıyla ilgili

Bölüm 2

Bazı sorular “Hırsızlık, zina vb. gibi suçları işleyen kişilerin, ölmeden önce ‘la ilahe illa’llah’ (Allah’tan başka tapacak yoktur) demek suretiyle her türlü günahtan kurtulup doğruca cennete gideceklerini kabul edebilir misiniz?”

Kul hakkını Allah asla affetmez! (Buhari, Mezalim, 10, Rikak, 48; Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4) Efendimiz, “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnâd ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve netîcede Cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed, II/303, 324, 372) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz üzerinde borç olan bir kişinin cenazesini de kılmamıştır. (Buhari, Nefekât, 15; Müslim, Ferâiz, 14) Yine efendimiz borçlu ölenin cennete gidemeyeceğini (Nesâî, Büyû, 98/4681) bildirmiştir. Konuyu daha fazla uzatmadan asıl konumuza dönelim. Şirk ve kul hakkı İslam’da asla af edilmez günahlar olarak kabul edilir. İslam’da bir konu ile ilgili bir hükme varılacaksa o konu ile ilgili tüm ayet ve hadisler bir araya getirilmelidir. Yoksa ateistlerin durumuna düşmek, yanlı ve yanlış sonuçlara varmak kaçınılmaz olur. Hele öyle bir de ölmeden hemen önce yapılacak istiğfarı Allah zaten kabul etmez. Bunun bariz örneği Firavunun iman ettiği olaydır. -Bir de ateistler ‘Kur’an’da kıssalar neden geçer?’ derler!- Musa peygamber Kızıldeniz’i yarıp karşıya geçince, Firavun arkasından takip eder ama denizin ortasına geldiğinde sular iki taraftan kapanmaya başlayınca “Bende Musa’nın ilahına inandım” der ama Allah imanını kabul etmez. (Yûnus, 90- 91) Son andaki tevbe kabul edilmez, tıpkı kul hakkı ile gelen tüm diğer günahkarlar, af dilemeyen tüm ateistlerin af olunmayacağı gibi. Zina, hırsızlık zaten büyük günahlardandır. Sadece ‘Lailaheillellah’ demekle cennete gidilmez ama günahkar insan imanını bu işleri yaptıktan sonra da korur ve günahlarında tövbe edip sahiplerinden kul hakkının affını diler ve af edilirlerse, kıyamet günü ya direk ya da günahlarının cezasını çekip cennete girebilirler. Zaten İslam hırsızlık eden daimi cehennemde kalacak dese idi bu ateist bu kere “Bir günah yüzünden ebedi cehennemde kalınır mı?” diye itiraz edecektir. Dolayısı ile ne ateistin dediği gibi, istediğin günahı yapıp sonra tek cümle ile cenneti kazanabilir, ne de kul hakkı ve şirk hariç günahlar yüzünden -tövbe edildikten sonra- ebedi cehennemde kalır bir insan.

Namaz kılmakla her türlü günahtan kolaylıkla kurtulma olasılığına inanır mısınız?”

Bilinçli olarak namaz kılan, her  namazda ahiret, kul hakkı, cennet nimetleri ve cehennemin  azabı ile ilgili ayet okuyup, bunları düşünen, namazın ruhunu ve amacını keşfedenlerin kıldığı her namaz tabii ki insanı günahtan alıkoyar. Kur’an’da “Gerçek anlamı ile kılınan namaz, aşırı davranış ve kötülüklerden insanı alıkoyar.” (Ankebut, 45) buyurur. Yani Kötülük ile namaz bir arada bulunmaz. Namaz kılan kötülük yapmaz; yapanın namazı, namaz olmaz. Dolayısı ile

 Müslümanlık sınavı

Bölüm 3

Tanrı kavramıyla ilgili bazı sorular 

“Size deseler: ‘ Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar, saptırır ya da gönlünü kapatıp kafir kılar. Dilediğini putlara taptırır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kafir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?”

 Bu konuya cevap, “Allah kalpleri mühürler mi?” adlı yazıda verilmiştir.

“Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad çalışanların cezası ancak (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. bu onların dünyada rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır.” (Maide suresi, ayet 34.)

Kimse kimseyi kandırmasın. “İslam barış dinidir.” Hz resul amcasını öldürtüp ciğerini yiyeni  af ederken, ilk Müslümanlara işkence edip öldürenleri Mekke’yi fethedince  bağışlamış, Bedir’de esir edilenleri okuma yazma öğretmesi karşılığı serbest bırakmıştır. Peki, yukarıdaki ayetler neyi amaçlamaktadır? Ayetlerde  Müslümanlarla anlaşma yapıp, anlaşmayı bozanlara uygulanacak  cezalar  ifade  edilmektedir. Anlaşmayı kabul eden karşı taraf bunları göze alıp anlaşmayı ihlal edip, bu  şartlara  razı olurken -Çünkü göze alıp anlaşmayı bozmuştur!-  İslam’a  saldırmak için bu ayeti fırsat görüp kullanmak sadece önyargı, taassup göstergesi olabilir. Çünkü karşılıklı anlaşmaları  bozma  dışında “İslam daima barış ve hoşgörü  dinidir.”  ve asla anlaşmaları bozan taraf Müslümanlar olmazlar. Bu konuda ayrıca, “Tevbe suresi 5. Ayet”, “Savaş esnasında uyulması gereken kurallar.” başlıklı yazılar okunabilir.

“Tanrı’nın yanlış ya da çelişkili kararlar verdiğine ya da insanlardan akıl alarak iş gördüğüne inanır mısın?”

“ Kur’an’da çelişki yoktur.” adlı yazımız bu konuyu ele almaktadır.

Müslümanlık sınavı

Bölüm 4

Hoşgörü” ve “İnsan sevgisi” konularında birkaç soru! Yazarın ileri sürdüğü iddialara cevaplar ilgili başlıklar altında ele alıp işlenmiştir.

Müslümanlık sınavı

Bölüm 5

“İslam ve kadın” konusunda bazı sorular

“İslam’da kadın hakları” başlıklı yazımız iddiaları cevaplamaktadır. Ayrıca “İslami emirler ve hümanizm”,  “İslam barış dinidir”, “Kul olmak gerçek vatandaş olmaktır”,  “ Savaş hukuku”, “İslam sevgi toplumu.” Başlıklı yazılar da, bu bölümdeki iddiaları cevaplamaktadır.

İslam şeriatının tarihi Türk düşmanlığı konusunda birkaç soru. “İslam şeriatında ‘ırklar’ ve ‘toplumlar’ arası eşitlik diye bir şey yoktur, Arabın üstünlüğü ilkesi vardır. İslam’a göre tanrı Türkleri insanlığa felaket getirici ırk olarak tanımlamıştır!” “İslam’ın Türk’e düşman olduğunu ve bu düşmanlığı Muhammed’in başlattığını ve Arabın tarihi Türk düşmanlığının bundan kaynaklandığını biliyor musunuz?”

“Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.”  hadisi ve ırkçılığı yasaklayan yüzlerce ayet ve hadisi görmeyen Arsel, uydurma olduğu bilinen hadisleri peş peşe sıralayıp islam’ı ırkçı bir din olarak göstermeye çalışmaktadır. Ümmetçi olduğu, ırkçılığa yer vermediği için faşistlerce eleştirilen İslam, Arsel tarafından da ırkçı bir din olarak ilan edilmektedir. Halbuki ırkçı din Yahudiliktir ve Kur’an onu bu nedenle eleştirmektedir! Bu  konu  uydurma hadis  kitaplarında öyle önemli yer kaplar ki, kimi uydurma hadisler  Türkleri kötülerken, kimi uydurma hadislerde Türkleri övmekte hatta  Hz resul’ü  Türk  bile  ilan edebilmektedir. Bu konuda “Türkleri hakkındaki uydurma hadisler.” başlıklı yazımıza müracaat edilebilir.

Kur’an ve eleştirisi

İlhan Asel’in, “Kur’an’ın eleştirilemez”, “tartışma kabul etmez”, “içeriği değiştirilemez ve hiçbir şekilde değişmez bir kitap olarak benimsenmesi ve bundan doğma sakıncalar.” şeklinde özetlenebilecek iddialarda bulunur. İslam toplumu içinde yaşayan “Dehriyyunculardan İbni Ravendi’ye,  Dımeşki’den Oryantalistlere nice kâfir Kur’an’ı eleştirmemiş midir? Allah bizzat Kur’an’da kendi varlığını tartışmaya açmamış mıdır? Hatta bir peygamber olan Hz İbrahim’in soru sormasını yine Kur’an bizlere haber vermekte ve bunu bizlere örnek göstermektedir. Bakara, 260: “Bir vakit de İbrâhim: ‘Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?’ demişti. Allah: ‘Ne o, yoksa buna inanmadın mı?’ dedi. İbrâhim şöyle cevap verdi: Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.” (Dikkat, iman sorunu yok ama kalben yani duygusal yönden, manevi olarak daha yücelmek için görmek istiyor Hz İbrahim!) Kur’an bir peygamberin ‘ konuştuğu ve inandığı’ Allah’a soru sormasını bizlere haber veriyorken böyle bir kitap soru sormayı yasaklayabilir mi? Bakın Kur’an’da Allah ne buyuruyor: “Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” (Enfal, 42) Yine  Allah ehli kitaba (Kendilerine kitap indirilen Yahudi ve Hıristiyanlara) şöyle seslenir: ” De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, iddianızı ispat edecek delilinizi getirin.” (Neml, 64) Kendi iddiasından emin olmayan muhataplarına böyle kesin bir üslup ile talepte bulunabilir mi? İslam’ın ortaya çıkışından 14 yıl sonra yapılan Bedir savaşında bile (Mekkeli) muhacirlerin 94 kişi olduğu düşünülürse, Mekke’deki müşriklere karşı nasıl sert çıkışlar yapabilirdi ki Müslümanlar? Ayrıca Arsel’in İslam tarihinden haberi olsa Hz. Muhammed’in (s.a.v) kendisine sorulan soruların hepsine cevap verdiğini de bilirdi. Kur’an’da bile yüce yaratıcı kendi varlığının ispatlarını sunarken, okuyanı araştırmaya yönlendirirken, Rasûlüllah (sav) kendisine soru sorulmasını neden yasaklasın ki? Eğer öyle olsaydı, “Kim ilim öğrenme arzusuyla bir yola girerse, Allah bu sebeple ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikir 11) demez, Müslümanları ilim öğrenmeye teşvik etmezdi. Soru sormadan ilim mi olur? Bırakın erkeklerin soru sormasını, kadınlarda Mescid-i Nebevî’ye gelirler, Hz. Peygamber’e soru sorarlardı. Talep üzerine Peygamberimiz kendilerine özel ders için Perşembe gününü tahsis etmişti. Hz. Âişe validemiz: “Şu Ensar hanımları ne güzel hanımlardır! Hayâ sahibi olmaları, ilimde derinleşmelerine engel olmamıştır” (Buhari, İlim 50; Müslim: Hayz 61; Ebu Davud: Taharet 120; İbn Mace: Taharet 124) demişti. Bu konuda “ Kur’an ve bilim.” başlıklı yazımıza bakılabilir. Rasûlüllah’ın (sav) sorulmasını istemediği soru yok mu idi, tabii ki vardı. Soran kişiyi yükümlülük altına sokacak veya kimseye faydası olmayacak soruların sorulmasını efendimiz gereksiz görmüştür.

“Yahudi’lerin vaktiyle kendi peygamberlerine (Örnegin Musa’ya) sorular sorduklarını hatırlatarak: “Hayır, siz, ona benzer, öyle boş, kâfirane, taleplerde bulunmazsınız.” şeklinde konuşmuş ve bu konuda Tanrı’dan vahiy geldi diyerek Bakara sûresi’ne şu âyet’i koymuştur: “(Ey Müslümanlar!) Yoksa siz de, daha önce Musa’ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan çıkmıştır” (Bakara sûresi, âyet 108)

Meselenin aslı şudur: “Bir vakit de Musa, kavmine demişti ki: “Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor.” Onlar da: “Ay! Bizimle eğlenip alay mı ediyorsun?” dediler. O da: “O gibi cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” dedi.“Onlar: “Bizim için Rabbine dua et onun ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: “Bir sığır ki ne yaşlı, ne de genç, ikisi ortası bir dinç. Haydi emrolunduğunuz işi yapın!” dedi.” Onlar: “Bizim için Rabbine dua et rengini bize açıklasın” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: Rengi bakanlara sürur veren sapsarı bir sığır.” dedi. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et, onu bize iyice açıklasın; çünkü o sığır bize karışık geldi. Bununla beraber Allah dilerse elbette onu buluruz.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: O, ne koşulup toprağı süren, ne de ekin sulayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” dedi. Onlar da: “İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun.” dediler. Bunun üzerine o sığırı (bulup) boğazladılar. Neredeyse yapmayacaklardı.  (Bakara, 67-71) Yüce Allah, İsrail oğullarına bir sığır kesmelerini emretmişti. Ancak Yahudilerin içerisinde de özgür akla (!) ve eleştirel bakışa (!) önem veren insanlar vardı ki, soru üzerine soru sordular. Teferruat istediler, başlarını belaya soktular. Yahudiler daha başlangıçta herhangi bir sığır kesseler, Allah’ın emri yerine getirilmiş, maksat hasıl olmuş olacaktı. Rasulullah (sav) bu tür kişinin kendisine fayda sağlamayacak, kendi ve çevrelerini zora sokacak sorular sorulmasını istememiştir.  Hz. Peygamber (s.a.v.) “Oraya yol bulabilen insana Allah için Ka’be’yi haccetmesi gereklidir.” (Ali İmran, 97) ayetini okumuştu. Bir adam kalkarak: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” diye sorar. Hz. Peygamber bu soruya cevap vermez. Adam sonra  “Ya Rasulallah! Her sene mi? Diye sordu. Hz. Peygamber yine yüz çevirdi. Adam üçüncü kez yine: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, eğer ‘Evet!’ deseydim o zaman mutlaka (her sene) vacib olurdu; eğer o şekilde vacib olsaydı siz de onu yerine getiremezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre girerdiniz. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakınız, üstelemeyiniz.” (Müslim Hac 141,412; Nesai hac 76, İbn mace menasik 41-44, Ahmet IV/175) Kur’an’daki, “Andolsun ki, biz bu Kur’an’da, insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insan olmuştur (İnsan’ın en çok yaptığı şey, tartışmasıdır)” (Kehf, 54); “Diğer insanları hak yoldan uzaklaştırmaya çalışır.” (Zümer, 8) ayetleri acaba Arsel’e birilerini hiç anımsatmış mıdır? Bu konuda, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızdaki, ‘İslam’da  soru sormak yasaklanmış mıdır ?’ başlıklı sorunun cevabına da bakılabilir.

Dursun da kitabında, “Kur’an’a koyduğu hikâye ve masalların pek çoğu, soru sormanın kötülüğünü, ve peygamberlere soru sormadan baş eğmek gerektiğini dile getirir nitelikte şeylerdir.” demekte idi. Kur’an ve hadisler birçok yerde yeryüzü ve gökler üzerinde araştırıp düşünmeyi (Ali İmran Suresi 191,Zâriyât suresi ayet-21, Ali İmran, 190, Furkan, 62, Sâd, 27 vd.; İ.Canan, Kütüb-i Sitte, XVI/147-151, Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 118; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I/209; Ah-med b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, s. 139, el-Heysemi, Mecma’u’z-Zeva’id, I/81; eI-Beyhaki, Şu’abu’l-İman, I/136; es-Suyuti, el-Cami’u’s-Sağir, 3347, 3349) tavsiye eder, ilim sahiplerini över. İlimle ilgili bir çok ayet ve hadis vardır. Sadece bir ayet örnek verelim: “Rabbim ilmimi artır” (Taha, 114) duası, Kur’an’ın öğrettiği duaların başında gelir.

Arsel, “Her ne kadar Muhammed, zaman zaman kendisine soru sorulmasını istermiş gibi görünerek: “Her kim bana bir sey sorarsa behemehâl haber verecegim. Babasının kim olduğunu sorsa bile” demekle beraber, din konularında (özellikle Kur’ân üzerinde) tartışma olasılığına fırsat bırakmamıştır. Örneğin “ceza günü”nün ne zaman geleceğini, “kıyamet’in” ne zaman kopacağını soranlara, bu soruları yüzünden ateşe atılacaklarını söylerdi”

Arsel’e sormak lazım din konularında soru sorulmasını izin vermeseydi acaba din bugüne kadar nasıl gelebilirdi? Kıyametin ne zaman kopacağını sormalarına izin vermemiş”miş. Arsel eline bir hadis kitabı alsaydı, kıyamet alametlerinin neler olduğunu orada ayrıntılı olarak görürdü. Kıyametin ne zaman kopacağı konusunda ise cibril hadisi diye meşhur hadiste “Sorulan sorandan daha bilgili değil” (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1) diye kendisi de bunu bilmediğini efendimiz açıkça ifade etmiştir. Rasulullah (sav) bilse de kıyametin ne zaman kopacağını haber verseydi, Arsel ne yapacaktı acaba, namaza mı başlayacaktı?

Arsel, “Kur’ân konusunda akılcı” bir tartışmaya girişilmesine yanaşmazlar; Kur’ân üzerinde tartışma yapmayı, Tanrı’ya ve Muhammed’e hakâret sayarlar ve tartışmaya girişenleri dinsizlikle suçlarlar. Çünkü tartışma ve eleştiri yoluna girildiği an bu kitabın sarsıntıya uğrayacağını ve muhtemelen temel’den yıkılacağını herkesten iyi bilirler.” demektedir. Darwinizm mi akılcılık yoksa ateizm mi? Komünizm mi yoksa ABD’de yaşayıp emperyalizmin tek düşmanı İslam’a saldıran eserler vermek midir akılcılık? Kur’an üzerinde tartışılmayan hatta iftira edilmeyen tek ayet kalmamıştır yeryüzünde. Soru vardır öğrenmek için sorulur, soru vardır iyi niyet ama eksik bilgi içerir, soru da vardır muhatabı küçük düşürmek, onunla alay etmek için gündeme sokulur, verilen cevap ta önemli değildir, cevap dinlenmez ve diğer konuya atlanır. Kısaca ilmi tartışma değil, iftira- çamur atma yarışı vardır ortada, işte bu dinsizliktir. Yoksa yüzlerce yıldır tartışılan Kur’an hala insanlığı aydınlatırken tartışanlar fikirleri ile tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir. Arsel, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Babürlüler, Harzemşahlar, Endülüs Emevileri gibi İslam devletlerini, Farabi, Kindi, İbn-i Sina gibi Allah’a, meleklere, ruh’a inanan, İslam şeriatı dışına çıkmamaya önem veren bu  Kur’an âşıklarını tam anlayamamıştır. İslam  tarihinde Kûfe ekolüne, ‘Ehli Rey’ denmiştir. Bunlara Ehli Rey denmesinin sebebi Allah’ın (c.c.) muradını, Rasulullah’ın (sav) kastını anlamada aklı kullanmalarıdır. Yoksa Arsel’in dediği gibi cezaları yumuşatmamışlar ya da hafifletmemişlerdir. Ebu Hanife’nin cezalar konusundaki ictihatları Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “Şüpheli şeylerle hadleri (cezaları) kaldırın” (Kasânî, Bedaiu’s Sana’i fi Tertibi’ş Şera, VII/67) kuralı gereğidir, Roma hukuku değildir. Bu konuda, ‘İslam fıkhı’ adlı yazımıza bakılabilir. Arsel aynen oryantalistlerin iddialarını tekrarlamıştır. Cevapları da sitemizde ilgili başlıklar altında verilmiştir.

Önce ‘Kur’an’ın toplanıp yazıya geçirilmesini’ sonra ‘Kur’an’ı Muhammed yazmıştır’ diyen Arsel daha sonra da  salavat kelimesine takılmıştır. “Kur’an’ın kaynağı nedir?” ve “Kur’an’ın aslı yakıldı mı?” başlıklı yazılarımız ilk iddiasına cevap verirken, diğer iki iddiasına cevaba geçelim:

Arsel aşağıdaki ayeti vererek ‘Kur’an-ı Kerimi Hz. Muhammed’in kendisi uyduruyor, o tanrı sözü değil’ demeye getiriyor: “Bu Kur’an şerefli bir elçinin Allah’tan getirip okuduğu sözüdür.” (Tekvir, 19) Arsel eğer biraz Arapça bilseydi haydi Arapça bilmesini bir yana bırakın biraz önyargılarından kurtulsaydı, “Andolsun ki, Kerîm (onurlu) olan bir elçinin sözüdür” ayetinde Muhammed isminin geçmediğini “Kerim elçi” denildiğini görürdü. Evet Hz. Muhammed (s.a.v.) bir ‘elçi’dir. Elçi; kimin elçisiyse onun sözlerini nakleder, kendisi bir şey uydurmaz. Hz. Muhammed (s.a.v) Rabbin elçisidir ve ondan aldığı vahyi tebliğ etmiştir. Bu konu ayrıca, ‘Ateistlere cevaplar’ başlıklı yazıda, ‘Kur’an insan sözü mü?’ altbaşlığı ile açıklanmıştır.

Arsel, “Fakat bütün bunlardan gayrı bir de Kur’ân’da, Tanrı’nın Muhammed’e “salevat” getirdiğine ve Müslümanların Muhammed’e teslimiyet göstermeleri gerektiğine dair şöyle bir âyet var: “Süphe yok ki Allah ve melekleri, salavat getirirler peygamber (Muhammed’e; ey inananlar siz de ona salavat getirin, tam teslim olarak da selâm verin” ( Ahzab 56). Bu âyet’in bir başka şekli şöyle: “Bir hakikattir ki Allah ve melekleri, o Yüce Nebî Muhammed’e salat ederler. Ey müminler, siz de hep ona salavat ediniz ve hulûs ile selâm veriniz” ( Ahzab 56) diyerek hata arama gayretine devam ederken aslında cahilliğini izhar etmektedir. Arapça bilmediği halde İslami konularda yazılar yazmayı kendisine yol edinmiş olan Arsel bu iddiayı Dursun’dan nakletmiş. Peki, salavat nedir? “Salavat kelimesi Arapça’da Allah’a izafe edilirse Rahmet, Meleklere izafe edilirse İstiğfar, kullara isnat edilirse Dua anlamına gelir.” Ateistler, “Ahzab, 56. ayette, Allah Muhammed’e salat ediyor.” diyorlar. Salat kelimesinin her yerde namaz olduğunu zannediyorlar. Kur’an’da salat kavramının Allah’a nispetle kullanıldığında ‘rahmet ve bağışlama’; meleklerin nispetle kullanıldığında ‘dua’; Hz Peygamberin nispetle kullanıldığında da ‘dua ve bağışlama talebi’; müminlerin nispetle kullanıldığında da ‘dua ve namaz kılmak’ anlamında olduğunu bilmiyorlar.” (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 42) Yani ayetteki salavat: “Rabbimizin rahmeti, meleklerinin istiğfarı ve bizim de duamız Efendimiz Hazreti Muhammed’e olsun.” demektir. Peyhamberimizin tavsiye ettiği salavatta bunu açıkça göstermektedir: “Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine, İbrahim ve ailesine bereket ihsan ettiğin gibi bereket ihsan eyle!” (Buhari, Enbiya,10; Da’avat, 31, 32; Müslim, Salat, 65, 66, 69) “Salat, yardım, destek anlamındadır. Allah sadece peygambere değil, kullarına da salat eder. Ahzab, 43. ayet: ” Allah ve melekleri karanlıklardan aydınlığa çıkmanız için size salat eder.” Yani, Allah bizimle mesajlaşır, varlığını hissettirir. Salat tek taraflı bir eylem olmadığı gibi, peygambere özel bir durum da değildir.” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 147) Thomas Carlyle: “Arabistan’ın ilk defadır ki onun sayesinde yaşayan bir memleket olmuştur. Muazzam bir inkılap gerçekleştirmiş bu kahramanımız, bir tanrı olarak değil, bir peygamber olarak görülüyor. Dünya tarihinde yeni bir insanın, bu insan ne kadar büyük olursa olsun, artık Tanrı olarak tanındığı görülmeyecektir. O, hakiki bir peygamberdir. Muhammed’in sahte bir peygamber, dininin ihtiraslar yığınından oluştuğu iddiası, bugün artık ayakta duracak vaziyette değildir.” (Thomas Carlyle, Peygamber Kahraman Muhammed, s. 21)

Hz. Muhammed ve dünya  hayatının  nimetleri

Arsel,  Hz Muhammed’in  dünyalık nimetlere düşkün olduğunu, para, iktidar için peygamberliğini ilan ettiğini ileri sürer. Bu iddialar, “ Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir” ve “Oryantalistler ve HZ Muhammed” adlı yazılarla cevaplanmıştır. Böyle bir durum olsa idi daha peygamberliğinin ilk yıllarında kendisine teklif edilen ‘makam, mal ve güzel kadın’ teklifini hemen kabul ederdi. (Siretu İbn Hişam, I/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, I/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, I/474;  Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve, II/63; Taberî, II/218-220) Efendimiz bu ve benzeri teklifleri reddeder ve birçok işkencelere maruz kalır, her şeyini kaybeder. Arkadaşlarından Rabia oğlu Amir’le beraber mescide gitmektedir. Ayakkabısının bağı çözülür. Amir hemen atılıp, bağlamak ister. Hz. Muhammed engel olur, kendi bağlar. Bir yandan da Amir’e hitap eder: “Bu, başkasına hizmet gördürmektir. Ben ise başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.” (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/154)  Müslümanlar Bedir’e doğru giderken, deve azdır, ancak üç kişiye bir tane düşer ve sırayla binilir. Hz. Muhammed’le aynı deveyi paylaşan arkadaşları kendi haklarından gönüllü olarak vazgeçerler. Sürekli O’nun binmesini isterler.  O ise kabul etmez: “Siz” der, “benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki bende sizin kadar sevap kazanmaya muhtacım.”  (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/219) Hz. Muhammed’in vefatından sonra bir akrabası Hz. Ayşe’yi ziyaret eder. Ayşe onun için bir sofra kurdurtur. Ve sonra dayanamayıp ağlamaya başlar. Akrabası sebebini sorar. Hz. Ayşe: “Ben doyuncaya kadar her yemek yiyişim de ağlarım,” der. Misafir sorar: “Niçin?” Hz. Ayşe:“Çünkü Allah’ın Elçisi bütün ömrü boyunca doyuncaya kadar hiç yemedi. Sıkıntı içerisindeydi. Bir günde iki öğün yemedi. Ekmek yediği zaman hurma yemedi, hurma yediği zaman ekmek yemedi. Sürekli başkalarını kendine tercih ettiği için hep böyle yaşadı. Şimdi ise insanlar yediklerini eritmek için ilaç kullanıyor.” (M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, I/381)  Üç gün süren Hendek kazımının en zor tarafı aynı günlerde bütün şiddetiyle devam eden açlık ve kıtlıktır. Arkadaşları, çalışırken, açlıktan düşüp bayılmamak için orada adet olduğu şekliyle karınlarına taş bağlamışlardır. Bir ara karşısına dizilirler. Ahirette kendilerinin bu fedakârlıklarına şahitlik etmesini isterler. Ve elbiselerini sıyırıp, taşları gösterirler. O sadece tebessüm eder. Sonra da kendi elbisesini sıyırır. Hz. Muhammed’in karnında iki taş birden bağlıdır. (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.58, 236) Bir yolculuktadırlar. Yemek için mola verilir. Arkadaşlarının her biri bir görev üstlenir. Hz. Muhammed’de “Ben de ateş için odun toplayayım”, der Arkadaşları mani olmak isterler. “Ey Allah’ın Elçisi! Siz dinlenin biz o işi de görürüz.” Hz. Muhammed, “Gerçekten bunu isteyerek yapacağınızı biliyorum. Ancak ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Bunu Allah’ta sevmez”. Ve odunları toplamaya koyulur. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/63) Medine’de Hicret’i takip eden ilk günlerdir. Medineli Müslümanlar bütün maddi varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen kardeşleriyle muhacirle her şeylerini paylaşırlar. Her eve on tane misafir düşmüştür. Hz. Muhammed’te (sav) bu evlerden birini başka muhacir arkadaşlarıyla paylaşır. Onlardan biri olan Mikdad bin Esved anlatmaktadır. “Evde, sütleri ile evin geçiminin sağlandığı bir kaç keçi vardır. Keçiler sağıldığında herkes kendi payına düşen sütü içer. Hz. Muhammed’in payı kasede kalırdı. Bir gece Hz. Muhammed eve geç geldi. Herkes kendi payını içerek, yatmıştı. O kaseyi boş buldu, bir başkası sütü içmişti ama sesini çıkarmadı. Sadece şöyle dua etti. “Ey bugün beni doyuran Allah’ım, onları da doyur!” Daha sonra Mikdad bin Esved peygamberin açlığını gidermek için keçilerden birini kesip, pişirmek ister. Hz. Muhammed izin vermez. Onun yerine ikinci kez sağılan “keçiden çıkan bir kaç damla sütü içer ve sessizce yatağına uzanır. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/188) Ebu Hüreyre ile birlikte, çarşıya alışverişe çıkmışlardır. Alış verişi bitirdikten sonra satıcıya tartması için para yerine kullanılan gümüş parçalarını uzatır ve “Dikkatli ol, ağırca tart”, der. Şaşırarak hiç bir müşterisinden böyle bir teklif duymadığını söyleyen satıcıya Ebu Hüreyre karşısındakinin peygamber olduğunu bildirir. Satıcı derhal Hz. Muhammed’in ellerine kapanarak öpmek ister. O izin vermez. “Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, içinizden bir insanım.” Eve dönüş sırasında Ebu Hüreyre yükünü taşımaya yardımcı olmak ister ona da izin vermez. “Kişi, eşyasını, taşıyabiliyorsa, sadece kendisi taşımalıdır.” (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/156-157) Oturarak namaz kıldığını gören Ebu Hureyre sorar: “Ey Allah’ın Elçisi! Hasta mısın?” Cevap verir: “Hayır, açım!” Yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe Arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed  “Arkadaş, sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” der ve onu sakinleştirir.  (M. Yusuf Kandehlevi, III/153) Yeni Müslüman olmuş ve görgü, nezaket kurallarından habersiz göçebe Arapların kendisini rahatsız etmeleri, amcası Hz. Abbas için ciddi bir üzüntü konusu olmaktadır. Bir gün yine böyle bir grup tarafından çevrelenmiş, tozun toprağın üzerinde ve kızgın güneşin altında yeğenini gören amca dayanamayıp, der: “Ey Allah’ın Elçisi! Bari sana bir çardak yapsak da hiç olmazsa güneşten korunsan! Müslümanların dertlerini orada dinlesen.” O cevap verir: “Hayır. Allah beni kendi katına alıncaya kadar, ben onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, elbisemi çekiştirmelerine ses çıkarmayacağım. (İbrahim Refik, Güllerin Efendisi, s.109) Arkadaşları O yanlarına her girdiğinde hızla ayağa kalkmaktadırlar. En sonunda bir gün dayanamaz. “İranlıların birbirlerini büyük görerek ayağa kalktıkları gibi siz de bana ayağa kalkmayın. Çünkü ben bir kulun yemek yediği gibi yemek yiyen, bir kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.” Bunun benzeri başka bir olayda ise uyarısına şu eklemeyi de yapar: “Hiç kimse için kalkılmaz. Ancak Allah için ayakta durulur.” Bundan sonra arkadaşları O içeri her girdiğinde kendilerini zorla tutarlar ayağa kalkmaz, oturmaya devam ederler. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/68; Kadı İyaz, Şifai Şerif, s. 129)  Kızı Hz. Fatma’ya giderek evinde yiyecek bir şeyler olup olmadığını sorar: “Kızım! Sende yiyecek bir şey yok mudur? Ben çok açım.” Hz. Fatma: “Canım sana feda olsun babacığım! Yemin ederim ki ben de de size yedirecek bir şey yoktur”, diye cevaplar. Bu sırada peygamberliğinin yanı sıra İslam devletinin de başkanıdır. Başka bir gün kızı Hz. Fatma yeni pişirdiği arpa ekmeğinden bir parça da peygamber babasına götürür. Hz. Muhammed kızına: “Vallahi kızım” der “üç gündür baban bir şey yememiştir” Bu sırada da devlet başkanıdır. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, IV/383) Mekke fethedilmiştir. Siyasi ve askeri mücadelesinin zaferle sonuçladığı bir gün yaşamaktadır. Öğle yemeğini ise arkadaşlarıyla birlikte, sokakta, toprağın üzerine oturarak yemektedir. Bu durumu garip sayan, bir kadın laf atar (belli ki o günün dinsizlerinden) “Şuna bakın! Yere oturmuş bir köle gibi yemek yiyor.” Hz. Muhammed tebessüm ederek cevap verir: “Benden güzel köle mi olur! Çünkü ben de Allah’ın kölesiyim.”  Başka bir defasında eşi Hz. Ayşe rica eder: “Ne olur bağdaş kurarak, biraz daha rahat oturarak yemek ye.” Bunun üzerine alnını yere değdirecek kadar öne eğilir. “Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum, çünkü ben bir kuldan başka bir şey değilim.” (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.64) Habbab bin Eret Mekke’den hicret etmiş, ilk Müslümanlardan, azatlı bir köledir. Yani toplumun en alt kategorisinde kabul edilen insanlardan. Medine’de Hz. Muhammed tarafından uzun sürecek bir göreve gönderilir. Tekrar evine dönüp, günlük işlerinin başına dönünceye kadar ise o işleri her gün Habbab bin Eret’in evinde bizzat Hz. Muhammed görür. Evin kadınları süt sağmasını bilmedikleri için sığır ve keçileri her gün Hz. Muhammed tarafından sağılır. Ailenin, erkeğin yokluğundan etkilenmesine izin vermez. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/66)  Kendisine en çok benzeyen ve kendinden geriye kalan tek çocuğu Hz. Fatmayı, amcası Ebu Talib’in oğlu Hz. Ali’yle evlendiririken, çeyiz olarak verebildikleri, yorgan yerine kullanılan kadife bir örtü, yaygı, elek, havlu, bir bardak, bir el değirmeni, bir tulum, iki su testisi, içi hurma lifi dolu bir deri minder, deriden yapılmış bir kab ve bir kırbadan, ibarettir. Yorgan yerine verilen kadife örtü kısa olduğu için başa çekilince ayak, ayağa çekilince de baş açıkta kalmaktadır. (İbn-Sad, et-Tabakâtül Kübra, VIII/23) O’nun vefatında İslam toprakları yaklaşık 1,5 milyon km ye ulaşmıştı.   O hayatta iken Hicaz, Yemen ve bütün Arap Yarımada’sı, Irak ve Şam’ın yakın bölgeleri fethedilmişti. Oralardan elde edilen ganimetlerin beytülmal hissesi, cizye ve zekâtlardan krallara toplanamayacak kadar çok mal Rasulullah’a toplanıp getirilmişti. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey kendine almamış bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve Müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki; “Uhut dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yarımda birgece kalması beni memnun etmez.” (Sahih-i Buharı, Kitabu’z-Zekât ve Kitabu’r-Rikak’da; Sahih-i Müslim Kitabu’z-Zekât, 9. Bap, Hadis No: XXXIII/94; Sünen-i Ibni Mâce, Kitabü’z-Zek’ât, 3. Bap, Hadis No: 1787) Hz. Peygamber’in maddi mirasını menkul mallar ve gayr-i menkul mallar şeklinde iki kısımda mütâlaa etmek mümkündür. Menkul olanlar, para, zâtî eşya, hayvan gibi mallardır. Hz. Peygamber son hastalığı esnasında yanında bulunan yedi dirhemin fakirlere dağıtılmasını istemiştir. (İbn Sa’d, II/237-239) Bu bakımdan o, nakit miras bırakmamıştır. Daha önce kölelerini de azat ettiğinden, vefat ettiği esnada kölesi ve cariyesi de yoktu. Bazı kaynaklar onun geriye develerinin, giyim eşyalarının, yüzüğünün, bazı aletlerin ve zırhının kaldığını kaydederler. Şüphesiz hanımlarının kullandığı ev eşyaları bunların dışındadır. Onun hayvanları ile bazı ev aletleri ve ayakkabılarının Ali ailesine verildiği kaydedilir. Hırkası, kılıcı ve yüzüğü ise devlete kalmıştır. Peygamberimiz kendisine getirilen sadakaları kesinlikle kabul etmemiş bunun kendisine ve ailesine haram olduğunu beyan etmiştir. “Bu sadakalar Muhammed’e ve O’nun âline helâl değildir!“ (Sahihi Müslim, zekat 168)  Bırakın zekât ve sadaka almayı, bir kişi kendisine bir şey hediye etse hemen o da ona bir şey hediye ederdi ve şöyle buyururdu: “Hediyeleşiniz ki birbirinize olan muhabbetiniz artsın!” (Münâvi, Camiu’s-sağir şerhi, III/271) İbnu Abbâs (r.a) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v.), Hz. Muâz’ı Yemen’e gönderdi. (Giderken) Ona dedi ki: “Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Allah’a ibâdet olsun. Allah’ı tanıdılar mı, kendilerine Allah’ın zekâtı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse kendilerinden zekâtı al. Zekât alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira Allah’la bu beddua arasında perde mevcut değildir.” (Buhâri, Zekât I/41, Sadaka I/63, Mezâlim 9, Megazi 60, Tevhid 1; Müslim, İmân 31, (19); Tirmizi, Zekât 6, (625); Ebü Dâvud, Zekât 4, (1584); Nesai, Zekât 46, 5, 55)  Hz. Muâz’dan: “Resûlullah (s.av.) buyurdular ki: “Kim malının zekâtını sevab umarak verirse, ona sevap verilir. Kim de zekâtını vermezse biz zekâtı ve malın yarısını (zorla) alırız. Bu, Rabbimizin kesin kararlarından biridir. Al-i Muhammed’e ondan bir hak yoktur.” (Ebü Dâvud, Zekât 4, (1575); Nesâi, Zekât 4, (5.15.16) Bilindiği gibi zekat muhtaçların hakkıdır, zekat parasıyla cami bile yapılması caiz değildir. Bir defasında Peygamberimize bir miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki, “İşte şimdi rahatladım.” (İmam Süyûtî, Menahilü’s-Safa, s.14) Peygamber vefat ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhını rehin vermişti. O yiyecek, giyecek ve meskenden ihtiyacı kadarı ile yetinirdi. İhtiyaçtan fazlasını edinmezdi. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi. Çoğunlukla da siyah çizgili sert bir elbise ve kalın bürde giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları yanında bulunan ve bulunmayanlara paylaştırırdı. Çünkü elbiselerle övünmek, onlarla süslenmek bir şeref ve yücelik ölçüsü değildir.  Zeyd b. Sa’ne müslüman olmadan önce, Rasulullah’a gelerek bir alacağının ödenmesini isteyip Peygamberin yakasını toplayıp çekti. Ağır sözler söyledi ve “Ey Abdulmuttalip oğulları siz borcunuzun süresini uzatıyorsunuz” dedi. Hz. Ömer adama kızıp bağırdı. Rasulullah ise tebessüm ederek buyurdu ki, “Ya Ömer! Bana da, ona da senin bu tepkinden başkası gerekirdi. Bana güzel bir şekilde ödememi, ona da güzel bir şekilde istemesini söylemelisin.” Sonra “borcumun süresinin bitmesine üç gün süre kaldı” buyurarak, sürenin daha dolmamış olmasına rağmen, Hz. Ömer’e adamın alacağını ödemesini ve onu korkuttuğu için yirmi ölçek de fazla vermesini emretti. Bu olay Zeyd’in Müslüman olmasına vesile olmuştur. Zeyd bu olaydan sonra diyor ki, “Ben Muhammed’de peygamberlik alâmetlerinin hepsini görmüştüm iki şey var ki, onları denememiştim: Yumuşaklığı öfkesine galip geliyor mu ve öfkesi şiddetlendikçe yumuşaklığı artıyor mu, bunları denedim ve onda mevcut olduğunu gördüm” (Süyûtî, Menahilu’s-Safa s.17, İmam Beyhakî’nin, Ebu Naiym’in, Ibni Hibban’ın tahric ettiklerini kaydetmiştir. Ayrıca imam Taberani, Mu’cem’inde tahric etmiştir. Mecmau’z-Zevaîd, VIII/240.) İbnul-Munkedir diyor ki, Cabir b. Abdulah’ın şöyle dediğini işittim: Rasulullah’tan (s.a.v.) bir şey istenip te “hayır” dediği vaki değildir.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, 14. Bap, Hadis No: 56/2311) İbn-i Abbas diyor ki, “Rasulullah (s.a.v.), hayır yapmada insanların en cömerti idi. En cömert olduğu zaman da ramazan ayı idi. Cebrail (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen rüzgârdan daha cömert olurdu” (Sahih-i Müslim, Kitabü’l-Fedail, 12. Bap, Hadis No: L/2308; Sünen-i Tirmizi, Ebvabu’l-Cihad, 14. Bap, Hadis No: 1687; Sünen-i fbni Mace, Kitabu’l-Cihad, 9. Bap, Hadis No: 2772)  Rasulullah, Havazin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine beni mustalık kabilesinin tüm esirleri sahabe tarafından serbest bırakılmıştır. Yine Abbas’a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş getirilmiş bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi sonra bir adam gelip istedi. Ona “Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git. İhtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bir şey gelince biz ona parasını öderiz.” Bunun üzerine Hz. Ömer “Ya Rasulallâh Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?” dedi. bu söz Peygamber’in hoşuna gitmedi. Ensardan bir sahabe de “Ver ey Allah’ın Rasulü. Arz’ın Sahibi’nin azaltacağından korkma!” dedi. Rasulullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden belli oldu. Buyurdu ki, “Ben bununla emrolundum” (Sünen-i Tirmizi, Şemail, s. 514-515) Bir adam Rasulullah’a gelerek ondan bir şeyler istedi. Rasulullah başkasından yarım ölçek borç alıp ona verdi. Alacaklı yarım vasak malını istemeye geldiğinde, ona bir vasak verdi ve “Yarısı borcum için yarısı da bağıştır” buyurdu. (Sünen-i Tirmizi, Ebvâbü’z-Zühd, 37. Bap. Hadis No: 2363) Geceleri; üzerinde uyudukları, gündüzleri de, biraz kestirip uykusuzluklarını giderdikleri döşekleri, koç postu idi. (Asım Köksal, İslam Tarihi, IX/258; Sa’d, Tabakat, VIII/ 8-25) Ehl-i beyt’in üç gün arka arkaya muntazam bir yemek yediği de vâki değildi. Ekseriya hurma ve su ile geçinirlerdi. (Sünnen-i İbn-i Mâce, II/536) Bazan ay geçer de bu mutavâzı hücrenin kandilinin ışıldadığı, baca­sının tüttüğü görülmezdi. (İbn-i Hanbel, Müsned, VI/217) Rasûl-i Ekrem, Hazret-i Âişe’nin hücresinde bulunduğu zaman yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sorar, o da hiç bir şey bulunmadığını söylediği vakit o günü oruçlu geçirirler, yahut Medine’li müslümanlardan biri bir miktar süt gönderir ve bu sütle iktifa olunurdu. (İbn-i Han­bel, Müsned, VI/49- 244) Yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı üzere O mal-mülk peşinde değildi. 10 yıl İslam devleti başkanlığı yapan bir devlet başkanı olarak fakir bir hayat yaşadı.  Günde bir öğün yiyen Hz. Peygamber haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tutardı. Receb ve şaban aylarında çok fazla oruç tutar, her ayın 13-14-15 inde ve her Muharrem ayında da üç gün oruç tutardı. Günde ikinci öğün yemek yiyen eşi Hz Aişe’ye “Bir günde iki öğün yemek mi yiyorsun” diye sitem ettiğini, Bazı günler de açlıktan diğer sahabeler gibi karnına taş bağladığını, Hz. Aişe’nin “aylarca evimizde ocak yanmazdı.” dediğini, Eşi Hz. Aişe’nin karanlık çökünce yatsıdan sonra hemen uyuduklarını söylediğinde, “kandilde (zeytin) yağınız yok muydu? diyen hanım sahabeye “yağımız olsaydı onu yakmaz, yerdik” dediğini kafirler nereden bilecek? Bu rivayetleri gören dinsizler, “Muhammed rüşvetle insanları Müslüman yaptı” diyecekler. Menfaat elde etmek için ortaya çıkmış bir peygamber niye para vererek insanları Müslüman yapsın? Zorla ellerindeki malları alır, istediği gibi ordu kurar, her istediğini de yapar, yaptırırdı. O’nun gayesi o kişilerin dünya ve ahiretini kurtarmaktı başka bir şey değildi.

Kur’an’daki yeminler, benzetmeler, argo iddiası

Arsel  der ki: “Kur’an’daki Tanrı, tıpkı Araplar gibi, her söylediğini yeminlerle kanıtlamak ister; tıpkı Araplar gibi, her vesileyle hakir kılıcı laflar eder, örneğin kullarına “yabani eşekler”, “susamış develer”, “dilini sarkıtıp soluyan köpekler” ya da “alçak zorbalar” şeklinde sözler sarf eder; tıpkı Araplar gibi kin ve intikam besler, kıskançlıklarını belli eder ve kendisinden beklenmeyen tutum ve davranışları seçer!”

Kur’anı Kerimde, bu kelimelerin nerede geçtiğine bir bakalım. Yabani eşek: “Sizi Sekar’a sokan nedir?” (Onlar) derler: “Biz namaz kılanlardan değildik, fakirlere yemek yedirmezdik. Batakçılarla dalar giderdik ve hesap gününe yalan derdik,  bize o ölüm gelinceye kadar! Fakat o zaman şefaatçilerin şefaati fayda vermez. O öğütten veren şeyden yüz çevirirlerken şimdi ne mazeretleri var? Sanki ürkmüş yaban eşekleri. Aslandan kaçmaktalar!” (Müddessir, 42-51) 51. ayet ile düşününce hakaret değil, benzetme sanatı yapıldığı hemen anlaşmaktadır.
Susamış/susuz develer:  “Ey Muhammed! Şu halde onların azaba uğramalarını istemekte acele etme. Biz onlar için ancak (takdir ettiğimiz günleri) sayıp durmaktayız. Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahman’ın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız, suçluları da suya koşan susuz develer gibi cehenneme sevk edeceğimiz günü düşün! Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahman’ın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız, suçluları da suya koşan susuz develer gibi cehenneme sevk edeceğimiz günü düşün!” (Meryem, 84-86) Yine benzetme, teşbih kullanılmıştır. Dilini sarkıtıp soluyan köpekler: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler. Ayetlerimizi yalan sayan ve ancak kendilerine zulmeden bir kavmin durumu ne kötüdür!” (Araf, 175-177) Benzetme sanatı yine yapılmıştır. Alçak zorbalar: “O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler.  Şunların hiçbirine eğilme, uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak. Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran. Hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış. Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş?” (Kalem, 8-14) Anlaşılacağı üzere ayetler; namaz kılmayan, fakirleri gözetmeyen, insanlara zülmeden, dünyada fitne çıkaran, kötülük yapan,  boş şeylere dalıp giden, ahirete inanmayan, cehenneme sevk edilen, heva ve hevesine uyanlar hakkındadır. Teşbih sanatını bilmeyen; benzeyen, benzetilen; benzetme ve benzetme edatından haberi olmayanların kendilerini eşeğe, deveye, köpeğe benzetildiğini sanmalarında cehaletlerinin göstergesidir. İntikama gelince evet “Allah intikam sahibidir” Kâfirler bu dünyada yukarıda sayılanları yapıp, ahirette de mükâfat mı alacaklarını zannediyorlar? Hem inanmadıkları bir Tanrının intikam sahibi olması onları ne diye alakadar etmektedir? Yoksa ahiretin var olabileceği konusunda bilinçaltında bir dürtü onları rahatsız etmekte de, bunu içlerinde bulundukları ortam gereği dışa mı vuramıyorlar?

Arsel, “Kur’an’ın hemen her satırı, Tanrının kendi kendini yüceltmesiyle, “kul” olarak yarattığı insanlara kendi büyüklüğünü ve güçlülüğünü kabul ettirmek istemesiyle, onları yerlere kapanarak kendisine taptırmağa çalışmasıyla ve fakat bu istek ve gayretlerine karsı dikilenlere küfür’ler ve hakâretler yağdırmasıyla doludur.” iddiasındadır. Örnek olarak Vakia suresi, âyet 50-56. ayetlerini verir. Önce ayet mealini verelim:  “Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz, ey sapkın/yoldan sapmış yalanlayıcılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.” Zaten öldükten sonra dirilmeye inanmayan Arsel cehennem azabında bahseden ayetlerden neden şikayetçi olmaktadır? Yoksa Arsel vicdanını susturmaya mı çalışmaktadır?! Yoksa Kur’an’ın direk kendisine hitap ettiğini mi hissetti de itiraz etmektedir? Arsel yazdığı kitaplarla Müslümanlara, efendimize her türlü hakareti yapacak, insanların ve evrenin tesadüfen oluştuğunu iddia edecek, (Cevapla4 için “ Evrim teorisi ” ve “ Allah’ın varlığının ispatı” adlı yazılarımıza müracaat edilebilir)Allah inkar edecek yetmeyip, bir de İslam’ı karalama çabasına girecek ve dinsiz bir toplumu insanlara önerecek ve bunların karşılığında cezadan bahsedilince itiraz edecek! Bir suçlunun ceza kanununa itiraz etmesi kadar çelişkili bir durumdur bu itiraz. Halbuki Allah bizzat uyarıyor, “bak, olacaklar bunlar.” diye ikaz ediyor, inanıyorsan vicdanını dinle fıtratına dön, inanmıyorsan neyi eleştiriyorsun? Aslında Kur’an” Ey sapkın yalancı!” derken aslında ne kadar aktüel bir ilahi eser olduğunu da ispatlamakta değil midir? Evrim ile yüce yaratıcıyı inkar etmek yalancılık, Freud’un libido eksenli görüşlerinin temeli sapıklık değil midir? Nikahsız birlikteliği savunan Arsel’in dünya görüşünün sonlarının ne olduğuna, 1990’lı yıllarda sosyalist rejimlerin çökmesiyle dünya yaşayarak şahit olmadı mı? Allah’ın Rahman, Rahim, Vehhâb gibi birçok, “Seven, acıyan, bağışlayan” sıfatlarını ve Kur’an’daki cennet nimetlerini görmeyip, cehenneme girecek zalimlerle ilgili ayetler üzerinde yorumlar yapılması da aslında psikolojik tahlile muhtaç bir bakış açısına işaret etmekte değil midir?

Arsel Kalem suresinin 15. ayeti de kitabına alır: “Ayet’lerimiz ona okunduğu zaman: -Öncekilerin masalları!- der. Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz” (Kalem, 15) Ben bu ayetin direk Arsel’den bahsettiğini düşünüyorum. Yeni vefat eden (7 Şubat 2010, Florida, ABD) Arsel’in burnunun yerde sürtülüp sürtülmediğini ise zamanla göreceğiz!

Ateistler Kur’an’a hep aynı hatalı metotla yaklaşırlar; ayetleri bağlamından koparmak için cımbızla alırlar, biz ayeti biraz geriden alalım. Kalem suresi, 8. ile 15. ayetler: “O halde, yalanlayıcılara itaat etme. Yemin edip duran aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren, iyiliğe engel olan, saldırgan, günahkâr, Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı olup mal ve oğulları var diye böyle davrananlara sakın boyun eğme. Kendisine ayetlerimiz okunduğunda: “Eskilerin masalları” der.” İlginçtir, “Daima kusur arayıp kınayan.” ayetide bana nedense yine Arsel’i hatırlattı… Ayet hep kötü olanlardan bahsetmektedir; Allah kitap ve peygamber göndermiş, yanlış davranışları açıklamış, kötülerin cehenneme gideceğini bildirmiştir. Bizlere yararlı olanları Yüce Yaradan emretmiş, (İslami emirler ve hümanizm adlı yazımıza bakılabilir) cennet nimetlerini bildirmiş ve sonuçta da tercihi hür iradeli yarattığı insanlara bırakmıştır. İsteyen cennete isteyen cehenneme gider. Hadi cehenneme gider ateist, bari başkalarını da saptırmasa!

Arsel, Ali İmran 119. ayetten hareketle yine eleştirilerine devam eder: “Kur’an’da (Imrân sûresi’nde) Tanrı’nın, inanmadan “inandık” deyip Müslüman imiş gibi görünenlere karsı “Kahrolun” (ölün) diye bedduâ’lar ettiği yazılı.” der. Ayete bakalım: “Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, ‘size olan kin ve öfkelerinden dolayı’ parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah insanların içlerinde gizlediklerini de en iyi bilendir.” Ayet ikiyüzlü, yalancı münafıklara, İslam’a kin duyanlara “Keskin sirke küpüne zarar.” atasözü mealinde, kinin ancak sana zarar verir’ demektedir. Arsel, kendi gibi olanları da ifşa eden “size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar.” ayetinden mi alınmıştır bilinmez ama ‘Öfkeden çatladığı’nı açıkça ve her defasında belli etmektedir!

Beyzavî ve Celâledin gibi en sağlam kaynaklara göre bu ayetler, Hz. Muhammed’e düşmanlık besleyen Velîd b. Muğire hakkında inmiştir.  Cenâb-ı Hakk’ın büyük nimetler bahşettiği Velid, kibir ve gururuna yenik düşmekteydi. “Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed’e gelsin? Ebu Mesud Amr bin Umeyr bile nasıl bir kenarda bırakılabilir? Biz ikimiz Taif’in reisleriyiz” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın iradesine karşı durmaktaydı. Serveti ve sahip olduğu çocuklarıyla kibirlenmekte, kendisini herkesten üstün görmekteydi. Peygamberimize karşı yalan yanlış yere iftiralar atmakta, öldürmek istemekte, kıskanmakta, hasedi ve inadı ile en önde gitmekte idi. Kendisi iman etmediği gibi, kendi kavminden olanların da iman etmemesi için her türlü yola başvuruyordu. İslam’a ve Peygamberine karşı yaptığı hareketlerinden dolayı, hakkında en çok ayet nazil olan müşrik kişiler arasında yer aldı. (İbni Hişâm, Sîre, I/288-289; Kâdı İyaz, Şifâ, I/512-513) Çağdaş Muğire olan Arsel, İslam’a bu kadar düşmanlık yapan Muğire’nin avukatlığını dolaylı yoldan neden yapmakta, yaptığı kötülükleri -İslami kaynaklarda tek tek anlatılır – neden gizleme gereği duymaktadır, yorumu okuyucuya bırakıyoruz.

‘Harun’un kız kardeşi’nin anlamı nedir?

Arsel, Muhammed, “İsa’nın anası Meryem ile, Musa’nın ve Harun’un kız kardeşleri olan Meryem’i birbirleriyle karıştırmıştır.” iddiasındadır.

Dünyada Harun isminde bir kişi mi vardır? İlk adı geçen Harun, Hz. Meryem’in akrabaları arasında o zaman yaşamakta olan salih bir insandır. Hz. Meryem, onun yolunda gidiyor, o salih insana benzemeye çalışıyordu. Zühd, taat ve ibadette onu kendine örnek alıyordu. Efendimizde benzer soruya: “Ey Muğire! Meryem zamanındaki insanların, kendilerinden önce yaşamış olan peygamberlerin ve salih kimselerin adlarını takınıp kullandıklarını kendilerine haber verseydin ya.” Resulullah’ın bu açıklamasında, yukarıdaki ayet-i kerimede geçen Harun ile Necran halkının zannettiği gibi Hz. Musa’nın kardeşi Harun’un kastedilmediği açıkça anlaşılmaktadır. Ayette geçen Harun ile, Hz. Meryem’in zamanında yaşamış olan bir şahıs kastedilmektedir. Çünkü Hz. Meryem’in kavmi, kendilerinden önce gelip geçmiş olan peygamberlerin ve salih insanların adlarını takınıp kullanırlardı. Günümüzde de milyonlarca Muhammed, Ali, Fatıma, vb isimleri yok mudur? Bu konu, ‘Oryantalistlerin Kur’an, İslam ile ilgili eleştirilerine cevaplar’ adlı sayfada detaylı olarak açıklanmıştır. 

Kur’an, Tevrat ve kurban

Arsel, “Ademoğullarının hikayesi”  başlıklı yazısında, Maide suresi 27. ayetin anlamını yazarak, bunun Tevrat’ta da geçtiğini, bu iki oğulun isimlerinin Habil ve Kabil olduğunu Tevrattan örnek vererek aktarmakta ve sonuç olarakta, Hz. Muhammed bu kıssayı “Tevrattan almıştır.” iddiasında bulunmaktadır.

Allah ilk insandan itibaren Allah İslam dinini insanlığa göndermiştir. Arada tahrif edilen, bozulan kısımlar dışında kalan yerlerde – benzerlikler olması çok doğaldır. Hz. Adem’in oğullarının isimleri Kur’an-ı Kerim’de geçmez. Ayrıca Arsel’in iddia ettiği gibi Tevrat’ta Kabil değil Kayin  adı geçer. Allah benzer içeriğe sahip emir ve yasakları insanlara iletmiştir. Hz Muhammed’in İslam’ı davetinde Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğunu şu ayet bize haber verir; “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değildir. Fakat O, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 40, Ayrıca bakınız: Buhari, Menakıb 18; Müslim, Fedail 20) Kur’an önceki peygamberlerin de Allah tarından gönderildiğini ve Hz Muhammed ile diğer peygamberlerin benzer mesajları bildirdiğini birçok ayetle bizlere bildirir. Bu konuda “ İslam tüm dinlerin özüdür.” başlıklı yazımızı tavsiye ederiz.

Kurbandan hareketle Arsel :“Eğer Tanrı kan akıtılmasından hoşlanmamış olsa ve kurban’dan maksadın yoksul’a yardım olduğunu düşünmüş olsa, bunu açıkca bildirirdi.” der. Allah “Elbette onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Ancak O’na sizin takvanız ulaşacaktır. Böylece onları sizin emrinize verdik ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah’ı tekbir ile yüceltesiniz.” (Hac, 37) ayetini görmemiştir tabii Arsel. “Siz de onların (kesilen kurbanların) etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.” (Hacc, 28)  ayeti yanında komşu-kul hakkı,  oruç, hac, selamlaşma gibi  ibadetlerle toplumsal ruh birliğini sağlayan İslam’dan başka hangi  sistem-din-felsefe vardır? Yoksula yardıma kurban mı engel olmaktadır? Zekat, fitre, sadaka, fıtr gibi kurbanda fakire dönük bir ibadet değil midir? Bu konuda detaylı bilgi için “İslami emirler ve hümanizm” adlı yazıya bakılabilir. Yazar acaba bundan dolayı mı İslam’a saldırmaktadır? “Belli ki insanların kendisine olan bağlılıklarını “Tanrı adına” kan akıtılmasına göre değerlendirmek istemistir! Bundan dolayıdır ki din adına cihad’a çıkılmasını, kâfirlere karşı savaşılmasını, kılıçla vuruşulmasını (Yâni kendi adına kan akıtılmasın) “kutsal” bir sey olarak görmüştür.” diyen yazara cevap olarak “ İslam barış dinidir.” ve “İslam savaş kuralları.” başlıklı yazıları öneririz. Allah’ın cihadı emretmesi; Yeryüzüne adalet gelmesi, zulmün ortadan kalkması, toplumların msaddi ve manevi refah içinde yaşaması  içindir. Günümüzde, Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra toprakları üzerinde kurulan 47 devletin ve dünyadaki birçok müstaz’af ülkenin içler acısı durumu ortadadır. Yıllarca Kapitalist ve Komünist ülkeler tarafından toprakları ve halkları sömürülen müstazaf tüm ülkelerin çaresi İslam’dır. Bu konuda, ‘İdealler ve tarihten pratik realiteler’, ‘İslam barış dinidir’ adlı yazılarımıza bakılabilir.

İlhan Arsel  ve eserleri hakkında diyanetin görüşü

-Arada cevap babında bazı eklemelerimizi ‘italik’ yazı ile ekledik-

Sn. Arsel, aslında başkanlığımızın bir yayınını değil bunu bahane ederek, başta Kur’an-ı kerim ve peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) olmak üzere İslâm dinini karalamaya çalışmaktadır. Oysa bir dini ve o dinde kutsal sayılan şeyleri karalamak bir insanlık suçudur; çünkü o din mensuplarını rencide eder. Ancak sn. Arsel’e göre, sadece İslâm dini değil, tarih boyunca bütün dinler, hür düşünceyi ve insan aklının gelişmesini önlemişlerdir. İlim, teknik ve medeniyetin ilerlemesi, insanlığın fikrî tekâmülü, din denilen vâhim eden ve dinle ilgili her şeyden kurtulmakla mümkündür. Sn. Arsel bu kanaatini “Kadın ve Şeriat” adlı mezkûr kitabında defalarca ifade etmekten çekinmediği gibi, muhteva itibariyle ‘hepsi de birbirinin tekrarı’ olan “Arap milliyetçiliği ve Türkler” (Ankara, 1973, ikinci baskı, 1975), “Teokratik devlet anlayışından demokratik devlet anlayışına”, (Ankara, 1975), “Toplumsal geriliklerimizin sorumluları; Din adamları” (Ankara, 1977), ” Biz profesörler” (Ankara, 1979) adlı kitaplarında ve çeşitli makalelerinde de ısrarla savunmaktadır. Adı geçenin kitaplarının rast gele sahifeleri çevrildiğinde bile görülmektedir ki, dinî hükümler ‘maksatlı şekilde yorumlanarak alay konusu’ yapılmakta, dünya çapında ün yapmış büyük ilim adamları, Allah’a inandıkları ve dine saygılı oldukları için ‘aşağılanmaktadır.’ bu konuda, kitaplarında gelişigüzel seçilmiş bir kaç örnek şunlardır:  “islam’ın en büyük ve en geniş görüşlü sanılan bilim adamları, düşünürler ve yazarlar, örneğin al-Farabîler, ibn Sinâlâr, ibn Tufeyller, al-Gazâlîler ve saymakla bitmeyecek daha niceleri, bütün gayret ve dehalarını: “Ne yapalım da şu aklı, şu insan zekasını işlemez, düşünemez ve yaratamaz hâle sokalım. Ne yapalım da insanları yani halk yığınlarını, kendi akıl ve iradeleriyle değil ve fakat gökten inen kurallara göre yaşamağa alıştıralım, sorununa yönelmişlerdir.” (Toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.3) düşünebiliyor musunuz, Batı bile Farabi, Rüşt’ü ustat kabul etmişken Arsel bu kadar fütursuzca iddialarda bulunabilmektedir. ‘İslam ve Rönesans’ adlı yazımız bile tek başına Arsel’e cevap için yeterlidir! “Şinasilerin, Namık Kemallerin, Mustafa Fazıl Paşaların, Ali Suavîlerin, Ziya paşaların ve diğerlerinin tutum ve davranışlarında özgürlüğün, halkçıların, millet iradesi üstünlüğünün, eşitlik düşüncesinin izlerini aramaz. Düpedüz bilgisizliktir. İstisnasız, tümü şeriatçı (dine bağlı) idi. önemli olan tek şey Kur’an idi, hadis idi, sünnet idi.” (Biz profesörler, sh.86)  Yazara göre ne kadar eser, yazar, fikir ürünü ortaya koyarsan koy, Kur’an’a inanıyorsan cahilsin! “Aydın olarak bizlerin hepimize düşen en büyük görev, insan aklını ve düşün tarzını şeriatın ve özellikle Kur’an’ın, ya da peygamber emirlerinin tutsaklığından kurtarıp, özgürlüğe kavuşturmak, akıl çağına ulaştırmaktır. Asıl önemlisi, Kur’an’ın yanılmaz bir kitap olmadığını, çelişkilerle dolu bulunduğunu, gerçekler kaynağı sayılamayacağım ortaya vurmanın. En büyük hizmet olduğunda karar kılmaktır.”  (Biz profesörler, sh. 147) Bu ne kin, önyargı, taassup. ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ ve ‘İslam barış dinidir’ adlı yazılarımız ile uzantılarına bakılabilir. “İster kur’an sûreleri ve âyetleri, ister peygamber hükümleri, ister icma-ı ümmet ve ister kıyas-ı fukaha hükümleri olsun, teker teker ele alıp eleştirmedikçe, yermedikçe, akıl süzgecinden geçirmedikçe, türk insanını uygar kerteye eriştirme yolu bulunamaz.” (Biz profesörler, sh.81) Şartlanmışlık psikolojisi ile hareket eden ve tüm doğruları sadece kendisinin bildiğini düşünmektedir Arsel, kendisi gibi düşünmeyenleri mutlaka eleştirecektir. Eleştirel düşünce tabii ki olmalıdır ama bu tarz düşünceye önyargı denir. Mesela neden “Darwinizmde eleştirilmelidir” demez yazar, bu ‘Teori’ çok mu bilimseldir? “Evet, bütün sorun, din adamının cehaletinden ziyâde, onu câhil halde tutan, şeriatın (islâm dininin) kendisidir ve asıl savaşılmak gereken de bu temeldir. Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır ve onunla eğitilenler de, ister istemez câhil olmaktadırlar. Akla ve müsbet ilme ve ahlâka aykırı ne varsa, hepsi oradadır. Kur’an ve hadis (sünnet) hükümleri oradadır. Bunları, Arap peygamberi tanrı adına ve tanrının sözleridir diye yerleştirmiştir.” (Toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.210)  Hem  şeriat düşmanı hem şeriatı bilmiyor, şeriatı Araplara özel peygamber olan Muhammed (sav) yazmış diye iddia ediyor. Cevap için, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ ve ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazılara bakılabilir.  İfade etmekte yarar var ki, İslâm dini; İlim, kültür ve medeniyetin yükselmesine engel değildir. Engel olsaydı, 8. asırdan 14. asra kadar bütün parlaklığı ile hüküm süren bir İslâm ilim, kültür ve medeniyeti doğmazdı. Dinî hükümlerin ilim ve akl-ı selim ölçülerine göre değerlendirilmesinden, Müslümanlar hiç bir endişe duymazlar. Ancak, ilk emri oku! (Alak, 1) olan ve ” İki günü eşit olan kişi ziyandadır.” (Keşfu’1-hafa, II/233, no: 2406) ilkesi ile daima ilerlemeyi ve yükselmeyi isteyen bir dinî, “Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır.” hükmü ile cehaletin kaynağı olarak ilan edilmesi, şüphesiz tarafsız ve ilmî ölçülerle yapılan bir değerlendirme değil; “Dinler, ruhanîler sınıfının, halkı sömürmek için uydurdukları efsanelerdir. İlim ilerleyip, tabiattaki sırlar çözüldükçe, insanların kafası aydınlanacak ve bu efsane de yok olup; gidecektir.” diyen Voltaire (1694(1778), D’alembert (1717(1783), Diderot (1713(1784) gibi 18. asır filozoflarından bir kısmının, günümüzde artık hiç bir ilmî değeri kalmamış olan bâtıl iddialarının, körü körüne taklidine dayanan ön yargı ifadelerinin tekrarından başka bir şey değildir. Yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü üzere, ‘Sayın Arsel’in din ve özellikle İslâm dini konusundaki hükümleri, inceleme ve araştırma sonucu olmaktan çok, aşırı bağlı bulunduğu Voltaire ve benzeri filozofların, genellikle Hıristiyanlık konusundaki düşüncelerinin sonucu olarak ileri sürdükleri fikirlerden oluşmaktadır. Bu ön yargı onda tarafsız bir inceleme ve araştırma imkânı bırakmamış; onu İslâm’a ve Müslüman bilginlere hınç duymağa ve savaş açmaya sevketmiştir.’ Nitekim en büyük hukukçular arasında yer alan ve Müslümanlarca imam-ı azam unvanı ile büyük saygı ile anılan Ebû hanife’ye “Hanefi efendi” deyişini, şöyle açıklamaktadır: “Ebû hanife’ye “Hanefî efendi” derken, ben bu kullandığım efendi sözcüğü ile zihniyetini ve insanlık anlayışını beğenmediğim. ‘Bu şeriatçıyı yermek istedim.’ tıpkı Gazzalî’yi, ya da ibn Teymiye’i ya da ebu’s-Suûd ve nice benzerlerini yermek istediğim gibi. “Bu kişilerin adlarının yanına efendi sözcüğünü koymak, her nedense bana hınç çıkarma duygusu verir.” (Biz profesörler, sh.186) Bizzat kendi ifâde ve açıklamalarından da anlaşıldığı üzere Sayın ‘Arsel dinî konularda yeter bilgisi ve yetkisi olmayışı bir yana, isabetli hüküm ve sonuçlara ulaşabilecek nitelikte tarafsız bir ilim adamı da değildir.’ O’nun din kavramına ve özellikle İslâm dinine karşı kin ve hınç derecesine varan bu olumsuz tutumu, ‘onu akademik kariyere sahip bir bilim adamına yakışmayan davranışlara’ ve halen üniversitelerimizde görevde bulunan değerli ilim ve fikir adamlarım, (kendi de dahil), toptan “Ortaçağ üniversitelerinde hademelik bile yapamayacak kertede kimseler.” (Biz profesörler, sh.134; cumhuriyet gazetesi, 28 Aralık 1976, sh.2; “fakülteden ayrılırken” başlıklı yazı) diye itham etmeğe ve hiçbir ciddî araştırma yapmadan, hatta ‘hiç düşünmeden, gelişigüzel yazılar yazmaya ve bazen gülünç durumlara düşmeye kadar sevketmiştir.’ Nitekim, Osmanlı imparatorluğumun yükselme döneminde (Kanunî, 2.selim ve 3.Murad’ın saltanatları esnasında) aralıksız 28 yıl şeyhülislamlık makamım hakkıyle dolduran; bilgisi, dirayeti, ahlâkı ve eserleriyle haklı bir üne kavuşan büyük Türk bilgini Ebu’s-Suûd Efendi’nin bir fetvasında, “Erkeklikten kesilmiş yaşlı kişiye” anlamında olarak yer alan “cimâ’a kadir olmayan pîr’e” ifâdesindeki, ismin “e” hali ile kullanılmış “pir” (yaşlı kişi) kelimesini, bilinen asalak böcek (pire) sanmış; ‘anladığım sandığı bu fetva ile’ ilgili olarak varlık dergisi’nin Ağustos 1970 tarih ve 827. sayısında (sn.3) yayınlanan “değer ölçülerimizdeki zavallılık” başlıklı yazısında: “Ebu’s-Suûd efendi, bugün hâlâ Türklerin haklı olarak iftihar edebilecekleri en mühim şahsiyetlerden ve Türklere ve Müslümanlara büyük hizmetleri dokunan bir âlim olarak baş tacı edilir. Oysa ki, 16. yüzyılın bu büyük ve en ünlü bilgim diye gösterilmek istenen kişi, insanlık sevgisi duygusundan yoksun ve kadının pire ile cima (cinsî ilişki) edip edemeyeceği sorunlarıyla meşgul olabilecek kadar, insan zekâsızı küçülten bir kimsedir. Hiç şüphesiz, kendisine cimâ’a kadir olmayan pire” konusunda soru sorabilecek kadar câhil ve ilkel bir toplumdan, Ebû’s-Suûd efendiden daha iyisinin kolay kolay yetişmeyeceğini unutmak gerekir.” sözleriyle, gerçekten ‘ortaçağ üniversitelerindeki hademelerin bile kolayca anlayabileceği Türkçe bir cümleyi anlayabilecek seviyede bulunmadığını, bizzat kendisi’ ispatlamıştır. Zira söz konusu fetvada “Cima kadir olmayan pir’e yahut on iki yaşında olan oğlancığa” ifadesinde yer alan “pîr” ve “oğlancık” kelimelerinin, gramerde (ismin “e” hâli) denilen durumdan başka bir şey olmadığını anlamak için, ‘değil profesörlük unvanına sahip olmak, okur-yazar bile olmaya gerek olmayıp, Türkçe bilmenin yeterli olduğu’ açıktır. Unutmamak gerekir ki, “Câhil ve ilkel bir toplum” olarak nitelediği toplum; ilim, sanat, kültür ve medeniyet itibariyle, asrının en ileri toplumudur. Ebu’s-Suûd Efendi gibi ünlü bir kişinin şahsiyetinden ve yaşadığı asrın kültür ve medeniyetinden böylesine bihaber olan sayın prof. Arsel’in tek meziyeti, ‘hiç bilmediği konulan bile bildiğini iddia’ ederek, milletimizin saygı duyduğu her değere hakaret edecek kadar cesur olmasıdır.” Yukarıda verilen örnek ve açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, Sayın Arsel’in başkanlığımız yayınlan ve hizmetleriyle ilgili olarak, objektif değerlendirmeler yapması mümkün olmadığı gibi, ‘ilmî durumu ve ihtisası bakımından da böyle bir değerlendirme yapacak ehliyette değildir, îddialarının hemen hepsi mesnetsiz ve ön yargıdan ibarettir.’ Bilgi ve takdirlerine arz ederim. (İrfan Yücel,  Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan V.)

Gelen bir soru: Muhammed’in, karıları için uydurduğu ayetler: “Muhammed’e  Hafsa, her ne kadar söz vermiş olsa da, sözünü tutmayıp gördüklerini Ayşe’ye söyler; Ayşe’de duyduklarını Muhammed’in diğer eşlerine aktarır. Bu yüzden Muhammed’in eşleri mırıldanıp söylenmeye başlarlar. Muhammed, Hafsayı karşısına alarak neden dolayı sırrı başkalarına açıkladığını sorar. Hafsa şaşırıp, bunu nereden anladığını Muhammed’e sorunca, Muhammed, herşeyi tanrı’dan öğrendiği, çünkü tanrı’nın her gizli şeyi kendisine haber verdiğini söyler. Ve olan biteni böylece Kur’an’a geçirir, yani karılarına duyduğu utancı, tanrı’ya atfen Tahrim suresinin 3. ayetini uydurur ve karılarını uyarır! ” Buna cevap verir misiniz?

Cevabımız: Oryantalistlerin temel ithamlarının başını “Kur’an’ı Muhammed yazdı.” iddiası çeker.  Tüm Kur’an’ı yüzlerce yıl taramışlar,  “Daha önce karar verdikleri hükme” delil aramışlar ve sonunda Kur’an’da bu ayet ile aradıklarını bulduklarını iddia etmişlerdir. İşin ilginç yanı -ve her zaman olduğu gibi- ateistlerde bu Hıristiyan önyargısına balıklama dalmışlardır. ABD’de yaşayan ve orada ölen İlhan Arsel’de ‘Kur’an eleştirisi’ adı ile yazdığı eserinin tümünde ne hikmetse (!) “Aynen” oryantalist iddialarını alt alta sıralamıştır. Gelelim sorunuzun cevabına: Kur’an’ın hiç bir ayeti sadece efendimiz ve ailesi için özel inmemiştir. Benzer bir iddia efendimizin evine izinsiz girilmemesi hakkındaki ayet (Ahzab, 53) için de iddia edilir. (Ahzab 53: ayette Muhammed, eve gelen misafirlerini Allahın sözleriyle kovuyor iddiasına cevap için ‘Kur’an’da celiski yoktur’ adlı yazıya bakılabilir.)  Efendimiz ‘evine izinsiz girilmemesini sağlamak için ayet uydurmuştur’ der oryantalistler. Halbuki efendimiz İslam’ın nasıl yaşanacağını bizlere uygulamalı olarak göstermekle görevlidir. (Ahzâb, 21, Haşr, 7) Yukarıdaki ayette yine Allah (cc) bizzat efendimizin hayatından örnekle bizlere mesajlarını iletir. Ayet önce olayı aktarır ve benzer durumlardaki hükmü bizlere bildirir. Hz. Peygamberin, eşlerinden birine sır olarak söylediği bir sözü o tamamen koruyamamış, yine Resulullah’ın eşleri içinden en çok samimi olduğu birine çıtlatmış, bundan haberdar olan Hz. Peygamber ona sitem etmiş, bunun üzerine ikisi birbirine arka çıkıp kendisinden bazı maddî taleplerde bulunarak diğer eşlerini de ilgilendirecek tarzda bir dayanışma içine girmişlerdi. Bu durum karşısında Resulullah, hem dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak hem de ailesine karşı eğitici bir tedbir uygulayarak onların gerçek iradelerini yoklamak üzere mûtat aile hayatını terketti, dargın bir halde onların odalarında bulunmak yerine îlâ yemini yapıp kendine ait odasında bir ay uzlete çekildi. Hz. Peygamber uzlete çekilişinin 29. günün bitiminde eşlerine döndü; onun eşlerini boşamadığı haberini de sevinç içinde Hz. Ömer duyurdu. Sûrenin asıl nüzul sebebi bu ‘îlâ yemini’dir, anlatılan diğer olaylar ise buna götüren sebep ve mukaddimeler olmalıdır. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII/5084-5085,5094,5113, 5115) Bizzat Hz. Peygamber’in hayatından örnek gösterilmesi gereğine binaen belirli olaylara gönderme yapan somut anlatım üslûbunun seçildiği bu ayetlerle kuşkusuz o sırada yaşanan bir probleme çözüm getirilmiş ve ayetlerin nüzulü örnek neslin yetiştirilmesinde etkili olmuştur.

Bu ayetin bize gösterdiği diğer önemli bir gerçek ise efendimizin vahiy almadığı durumlarda bizler gibi bir insan olduğunun örnekliğini bizlere gösterilmesidir. Efendimiz birçok hadisinde (Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben, sadece ve sadece bir kulum. O halde ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin (Buhari, Enbiya 3484) Bir adam Peygamber’e dedi ki: “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, ey efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” Rasulullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin ki Şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im! Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni, Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez.” (İbn Hanbel, III/153)  Yine efendimiz, Musa, Yunus ve İbrahim içinde tevazuda bulunup kendilerini onlardan üstün gören Müslümanları uyarmıştır. (İbn Hanbel, III/153; Buhari, Enbiya, 46 ve 38)  ve Hıristiyanların İsa efendimize yaptığını Müslümanların kendisine yapmamasını öğütlemiş, birçok Kur’an ayeti de “De ki: ben de sizin gibi bir beşerim.” (Kehf, 110); ” Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor.” (Fussilet, 6) efendimizin peygamber olması yanında bir insan olduğunun da altını çizmiştir. Zaten İslam’a giriş cümlesi; kelime-i şehadette de bu aynen vurgulanır: Muhammed (sav) Allah’ın önce kulu sonra resulüdür! Detay için ‘efendimizin aile hayatını irdelediğimiz’  yazıya bakılabilir. Yine ayrıca Resulullah’ın davranışlarının – diğer alanlarda olduğu gibi- aile hayatında da sunîlikten, gösteriş ve yapaylıktan uzak olduğu ve iyi bir eş olma özelliğini öne çıkaran bir tavır sergilediği gözden kaçmamaktadır. Yine bu ayette atıfta bulunan olay vesilesiyle, sır verme konusunda titiz davranmak gerektiği, sır saklama konumunda bulunanların da ağır sorumluluk altında bulundukları dolaylı biçimde ifade edilmiş olmaktadır.  Saklanmayan sırlar yüzünden nice kanlar döküldüğüne ve nice ümitlerin boşa gittiğine dikkat çeken Mâverdî, sır saklamanın insanın hayatındaki en önemli başarı ve esneklik sebeplerinden biri olduğunu belirtir ve Hz. Ali’nin şu özdeyişini aktarır: Sırrın senin esirindir; sırrını açıkladığın takdirde sen onun esiri olursun.” (Mustafa Çağrıcı,  İFAV Ans, IV/118-119) Kısaca oryantalist – ağızlı ateistlerin – iddialarının aksine bu ayette biz Müslümanların günlük hayatına ışık tutacak birçok hikmetleri bünyesinde barındırmaktadır.

İlhan Arsel’e cevaplar II Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. furkan dedi ki:

    Bilgiler güzel fakat yazım şekli biraz kötü sitenin biraz daha modern olması gerekiyor.

    CEVABEN
    Bu konuda çok eleştiri var… İnşallah imkan olur, düzeltiriz.
    Selamlar

Yorum Yaz


Yukarı Çık