İlhan Arsel’e cevaplar

Yazarın “Şeriat ve Kadın” adlı eserinin eleştirisi
Giriş
Yazarın kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan, keyfi yorumlarla amacından uzaklaştırılan hadislerden oluşmaktadır. Kuran ayetleri ise sübjektif yorumlarla kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetler ortam ve içeriğinden koparılıp istenilen anlamlar kendilerine yüklenmeye çalışılmıştadır.
Evrensel bir dinin peygamberi olan efendimizin, kendilerine iman etmelerini istediği insan cinsinin en az yarısını meydana getiren kadınları kötüleyecek sözlerin ağzından çıkmayacağı malumdur. Arsel önce kendi görüşü doğrultusunda peşin hükümler ortaya koymakta; daha sonra sanki bunlar ilmen, tarihen doğru şeylermiş gibi bunların üzerine görüşlerini bina etmektedir. Arsel ayrıca aklın ancak İslam’a muhalif kimselerde mevcut olduğunu ima etmekte, Yahudi- Hıristiyan veya cahiliye dönemi kadınlarla ilgili rivayetleri ( Mesela Yahudilikte kadın uğursuz ( Tayalisi, Müsned, S.215 ), Hıristiyanlıkta ise şeytanın kapısı ( Sibai, Kadının yeri, S.50 ) cahiliye dönemi Araplarında da yine kadın uğursuz ( Buhari, buyû’, 100, Müslim, Fedail, 154) sayılmakta idi ) peygamberimize isnat etmektedir. Halbuki efendimiz “ Bana dünyada kadınlar ve güzel kokular sevdirildi.” ( Nesai, I/3937, Hanbel, Müsned, III/128 ) Buyurarak, kadın ve güzel kokuyu yan yana zikretmiştir. Peygamberimiz değil kadınlara hayvanlara bile hakareti yasaklamıştır ( ebu Davud, Edeb, 115/5101 )
Arsel işine gelmeyen rivayetleri göz ardı etmiştir. Mesela, Efendimize isnad edilen, “ Namaz kılarken önünüze sütre koymazsanız, köpek, kadın ve eşek o namazı keser.” ( Müslim, salat, 265) sözünü işiten Hz Aişe annemizin “ Siz biz kadınları köpekler ve eşekler ile bir tuttunuz. Vallahi ben divan üzerinde uzanıp yattığımı bilirim. Rasulüllah (sav) gelir de divanın ortasına doğru namaz kılardı. Ben O’nun karşısına gelmekten çekinir, ( kalkmak istediğimde) divanın ayakları tarafından sıyrılıp çıkardım.“ sözünün de Müslim’de ( Müslim, salat 271, Krş. Buhari, Sütre, 10, 14,, Nesai, Kıble, 7/753, İ. Mace, salat, 40/ 956) geçtiği halde onu görmemezlikten gelmiş, kitabına almamıştır. Zaten aralarında Hz Ali, Osman, Ebu Hanife, eş-Şafi, Malik, servi gibi selef ve halef âlimlerinin çoğunluğunun bulunduğu görüşe göre, namaz kılanın önünden kadın, köpek eşek geçerse, kişinin namazı bozulmaz. Zaten ebu Davud’ta geçen, “ Namaz kılan kişinin önünden geçen bir şeyin, namazı bozmayacağına” dair hadisi de ( Nevevi, Minhac, IV/217, Subki, el-Menhel, V/ 97 ) hadisi de tabii ki Arsel görmemiştir!
“ Kadın, eşek ve köpeğin namazı kestiğinden bahseden hadisin tüm senedleri Humed b. Hilal b. Hubeyre’de kesişmektedir. Bu ravi için Yahya b. Said el-Kattan, İbn-i Şirin’in onu beğenmediğini söylemiştir. Zehebi’de zayıf ravişleri listelediği Mizanul İ’tidal adlı eserde ona yer vermiştir. Yine hadisin ravilerinden Abdullah b. Es-Samit el-Gıfari’yi Buhari huccet ( Delil) olarak görmemiştir. Ebu Hatim’de benzer ifade de bulunur. (Mizanul İ’tidal I/616, II/ 447, İ. Hacer, T. Tehzib, II/ 33, III/ 172) Olayı açıklayan habere geçmeden, cahiliye dönemi yargılarının hala bazı Müslümanlarda olduğunu, belleklerinden bazı izlerin silinmediğini görebiliyoruz diyelim ve hadise geçelim. Urve b. Es-Zübeyr anlatıyor, “ Hz Aişe bize, namazı ne bozar? Diye sordu. Kadınla eşek dedik. Bunun üzerine Aişe, “Size göre kadın gerçekten pek kötü bir hayvandır. Muhakkak ki ben kendimin, Rasulüllah namaz kılarken bir cenaze gibi Onun önünde uzandığımı görmüşümdür. (Müslim salat, 269) Efendimizin yanında bir âlime olarak yetişen Aişe annemizden daha çok bu dini özümseyip kavrayacak çok kişinin olmadığı malumdur. Dolayısı ile cahiliye döneminden kalmabu izleri de Aişe annemiz tek tek silmiştir. İşin ilginç yönü, Müslim’deki 265. hadisle İslam’a saldırmayı deneyen Arsel, 269 ve 271. hadislerle ithamlarının çürüdüğünü görmemiştir (!) ne yazık ki. Aynı şeyi Müslim, Nikah 9 ve 10. hadislerde de yapmıştır. Bu iki hadis kısaca, dışarıda beğenilen bir kadın görürseniz, eşinizle halvet yaparak, kötü yola düşmeyin mesajı verirken, 9. hadiste “kadın şeytan gibi “ karşınıza çıkar ifadesi olan hadisi kitabına alan Arsel, bu ifadenin geçmediği hemen sonraki 10. hadisi görmezden gelir. Bu insan kendini “ Aydın, Prof. Bilimsel” kabul etmektedir. İşin ilginç diğer yönü, kadını şeytan suretine benzeten hadisin ravilerin ( Yani hadisi rivayet eden, aktaran kişilerin ) neredeyse tamamı hadis âlimlerince tenkit edilmiştir. İslam alimlerince daha güvenilir kabul edilen diğer rivayeti görmezden gelen Arsel, Gazali’nin İhya’sından alıntıladığı bir hadise de ekleme yapmaktan geri kalmamıştır. “ Kadın dışarı çıktığı zaman şeytanın onu takip eder.” Cümlesi de efendimizden yaklaşık 1450 sene sonra hadis uydurmanın devam ettiğini göstermesi açısından ilginç bir örnek olması, Arsel’in de uydurma hadis literatürüne bir katkısı olarak tarihte iz bırakacaktır.
Şeriat ve kadın
Yazarın kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan, keyfi yorumlarla amacından uzaklaştırılan hadislerden oluşmaktadır. Kuran ayetleri ise subjektif yorumlarla kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetler ortam ve içeriğinden koparılıp istenilen anlamlar kendilerine yüklenmeye çalışılmıştadır.
Yazar kuranı Hz. Muhammed’in yazdığı iddiasındadır ve hadisin tanımını da bu mantık çerçevesinde çizmektedir:” Muhammed’in Kuran olmayarak söylediği sözler. ” ( s, 9 )
Yazar İslam’a saldırmak için mut’a nikahını bile savunabilmektedir: ” Muta nikahı kadının İslam öncesi Arap kadınının özgürlüğünün örneğidir, fakat Muhammed bu sistemi , kadının özgürlüğüne yer veren bir sistemdir diyerek kaldırmıştır. ( s, 27)
Muta nikâhının kadını maruz bıraktığı zararlara girmeye gerek var mı bilmiyoruz? Kadının vücudunu belli bir süre için kullanıp sonra “hadi byy” demek midir kadının özgürlüğü acaba?
“Kadınlara danışın aksini yapın” (s:1, 270, 409 ) mealindeki uydurma hadisler için; Aliyyul-Kari ( E. merfua: 257), Sehavi ( M. hasene: 225) , Şevkani ( F. mecmua:130), hadisi kabul etmezler. Bakara 233. ayette de anne baba aralarında istişare ederek yani danışarak bir sonuca varınca Allah’ın bu sonucu kabul ettiğini bize bildirir. Hz resul’de bir hadisinde:” Kızlarınızı ilgilendiren hususlarda anneleri ile istişare edin ” buyururlar. ( İmam-ı Suyuti, C. sağir: 1/4) Bu konu ayrıca sitemizde” Kadın hakları” başlıklı yazıda ele alınmıştır.
Hz resul Ümmü Seleme’ye danışmış, onun fikrini kabul etmiş, Hz Ömer Şifa binti Abdillah’ın görüşünü bir meselede tercih etmiştir. Yine Ömer başka bir meselede kureyşli bir kadının itirazı üzerine , onu dinlemiş ve onun görüşünü kabul etmiştir ( İbni Kesir: Tefsiril Kuranil Azım: 1/467, Askalanı,T. teHzib: 12/428, Vakıdı, K. meğazi: 613) İmam-ı Ebu İshak el-isferayini ise kadınların rivayet ettikleri hükümler ve hadisler erkeklerin rivayet ettiklerine zıt düşerse kadınlarınkini erkeklerinkine tercih etmiştir. Kerime bint Ahmed el-merveziyye, Buhari’den hadis rivayet edenler arasındadır. Bu hanımın hadis mecmuası, güvenilir nüshalardandır; İbn Hacer el-Askalani, Fethu’l-bari’de ondan övgüyle bahseder. Ayrıca; Hz. Aişe’nin ilmi sahada gösterdiği başarı ancak akli yeterliliğine sahip bir kişinin gösterebileceği bir başarıdır. Sahabeden en büyük fakihler bile, fıkhı meselelerde Hz. Aişe’ye danışıyordu. Urve’nin Hz.Aişe hakkında; “Hz.Aişe’nin şiir bilgisine hayret etmiyorum, çünkü Ebu Bekir’in kızıdır. Fıkıh konusundaki ilmine de hayret etmiyorum, çünkü Hz. peygamber’in zevcesi idi. Fakat tıp konusunda ki bilgisi beni hayrete düşürüyor.” dediği nakledilmektedir. Hz. Ömer halifeliği esnasında kadınlarla istişare de bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu ki son bir örnek verelim; Büyük fakih Ömer kızı Hafsa’ya kadınların kocalarından ne kadar sure ayrı kalmaya sabredeceklerini sormuş, kızının ona verdiği cevaba uygun olarak bu süreyi dört ay olarak belirtmiştir.
“Uğursuzluk üç şeydedir” (s, 9, 62, 105, 113) Uydurma hadisleri kitabına toplayıp, sanki Hz resul demiş gibi aktarıp, ardından da İslam’a saldırma mantığı olsa olsa at gözlülük psikolojisi, önyargı göstergesi olabilir. Ayetleri ortadan kesip, genel konseptinden ayırıp, genel anlamından koparma gayreti, detayları, açıklamaları okumadan İslam’a klasik saldırma çabalarını en son olarak İslam’da kadın, miras vb (s,12) konularla bitirmiştir yazar. Bu konuyu işlediğimiz sayfanın adresini yukarıda verdik. Devam edelim
” Kadın nasıl geriye atılmışsa sizde onları geriye atın” sözünü hadis kabul eden yazara önce cevap verip asıl konuya geçelim: El-Ayni, El Bidaye adlı eserinde: Bu söz mevkuf’tur demektedir: Hadisi birbiri ağzından anlatanlar, ilk bu cümleyi Hz resul’ün değil, sahabe döneminde yaşayan İbni Mesud’a dayandırırlar. Yani bu söz peygamberimizin sözü değil, bir sahabeye ait olma ihtimali olan bir sözdür. Kemalettın İbn-i Hümam’da aynı görüştedir, ‘Bu hadis değil, sahabelerden Mesud’un sözüdür’ der. İmam-ı Merginani’de bu sözün kaynağı yoktur der.
İslam’da kadın hakları başlığı altındaki yazıları okuyunca aşağıdaki yazının gerçekten komık kaçacağına eminiz: “Ne İslam öncesi Arap yaşamlarında kadını hor gören gelenekler hakim olmuştur ( Kadının satılması, miras hakkı olmaması, kız çocuklarının diri diri gömülmesi vs hor görmek olmuyor demek yazara göre, ilginç!) Hz Ömer ne diyor: İslam öncesi kadını hiç bir şey saymazdık. Ne zamanki İslam geldi, Allah onlardan bahsedince o zaman kadınların üzerimizde bir takım hakları olduğunu anladık” ( Buharı:7/46 ) Ne İslam’ın özünde kadın hak ve özgürlükleri yatmaktadır ne Kuran’da kadının insanlık haysiyetine saygı dıiye bır şey söz konusudur ve nihayet ne de Muhammed’in kadını yücelttiği iddialarında isabet vardır ( s, 23) Kadının satılmasını engelleme, kızları gömmenin yasaklanması ( Tekvir, 9 ) Kadın vücudunun sömürülmesinin yasaklanması, ona mülkiyet, eğitim vs hakları vermesi yazara göre önemsiz ayrıntılar herhalde! İşin ilginç yönü bu yazar reklamlardan medyadaki uygulamalarına dek kadın vücudunun istismarını, metres uygulamalarını, genelevlerde kadınların satılmasını eleştiren tek bir cümlesi yoktur.
“Muhammed kız çocuklarını gömme yasaklamasının sebebi kadına değer vermesi değil, Müslüman sayısının azalmasına engel olmaktır.” (s, 28) İslam’ın her kuralında eksiklik arama mantığı, yazarı eleştirilemeyecek konularda da böyle handikaplara sürüklemektedir. Yazara göre İslam’ın iyi yönleri kötü, kötü ( !) yönleri ise zaten kötüdür!
Hz resul : ” Çarşıdan getirilen değişik yeni şeyleri çocuklar arasında taksim ederken önce kızlardan başlamalı çünkü onlar ruhen daha hassas ve incedir.” ( Yahya b. Yahya, Ş. İslam, s, 86), ” Hanımlarınızla güzel geçinin” ( Nisa:19), kız çocuğu olmasını kötü görenleri azarlayan ayet ( Nahl: 58-59) ” Sizden kimin kızı veya kız kardeşi bulunur, onlara iyi muamele eder, onların hakkını yerine getirme konusunda Allah’tan korkarsa , o cennetliktir.” ( Tirmizi, 4/320 ) gibi bir çok ayet ve hadise yazar araştırmalarında rastlayamamıştır, konunun detayı İslam’da kadın hakları adlı dosyamızda bulunabilir.
Bilindiği gibi İslam’a göre meleklerin cinsiyeti yoktur, bakın yazar bunu nasıl değerlendiriyor : ” Nahl:57/62. ayetler ile dişilerden melek olamayacağını , çünkü tanrının dişileri melek yapmaya layık bulmadığını ” yazabilmektedir yazar. Sanki meleklerin erkeği varmış gibi! (s, 28 )
Türklerin kadınlara hak ve özgürlük verdiğini kanıtlamak için bir Müslüman olan Tuğrul Bey’i ( s, 31) ve 4 eşi olan Muhammet Özbek Han’ı ( s, 40) örnek vermesi de ayrı bir tezat teşkil etmektedir.
” Her toplum kadına verdiği değere oranla gelişir yada ilkelleşir” (s, 40) diyor yazar, bu mantığa göre Osmanlı devletinin neden ileri gittiği hemen anlaşılabilmektedir diyelim ve devam edelim.
” Şeriatta insanın kul niteliğinden ötürü ezildiğini ( Bu konuda kulluk ile birey olmanın birbirine zıt şeyler olmadığının altını çizdiğimiz yazımızı okuyabilirsiniz ) bu ezikliğin acısını kendisinden aşağıda olan kadından çıkarma yoluna gidildiği” ( s,45) iddiası yazarın hayata olumsuz ve negatif bakışının da ipuçlarını vermektedir. Soralım yazara, 80 öncesi içinde var olduğu aşırı sol ideoloji mi eziklikten insanlığı kurtarmıştır? Ne ilginçtir, yazar şimdi ABD’de yaşamaktadır. Kısaca kul olmak insanları eşit kılar, başka tüm ideolojiler sloganik olarak eşitliği savunur ama pratikte yine insanlar birbirlerini ezerler. Komünizmde; Rusya’da politbüro halkı eziyordu, kapitalizmde ise burjuva kesimi. Kısaca insanlar sadece kullukta eşit seviyede olabilirler onun dışında makam, mevki, şan- şöhret, güzellik… gibi bir çok dış etken insanları birbirine karşı ezdirmede birer etken olarak karşımıza çıkabilmektedir. Ama kulluk bilinci tüm insanları Allah’ın yarattığı birer insan olmada eşitler. Bu eşitliğin en basit örneği, cemaat namazlarında aynı safta alınlarını aynı yaratana secdede eğen her kademeden insan profilidir. Bir düşünelim dini bayramlarda tüm insanları aynı duygu etrafında dış zorlama olmadan aynı ruh etrafında birleştiren başka bir güç tarihte var olabilmiş midir?
Mescidi silip süpüren zenci bir kadın ölüp defnedilir. Hz. resul onu sorar ve durumu öğrenince ” Bana vefatını haber vermeli değil mi idiniz? haydi bana kabrini gösteriniz!” buyurur. Kabri başına gelince namaz kılar. Gelelim yazarın bu olayı değerlendirmesine : ” Bu Muhammed’in ırk ayırımı yapmadan kadınlara değer verdiğini değil, mescid gibi yerlerde hizmet görmeyi teşvik amacına dayanır (s, 49)
Tarih kitaplarında hadis diye geçen sözler İslam literatüründe delil, kaynak kabul edilmezken, tarih kitaplarında söylenen ve hadis kitaplarında yer almayan, Kuran’a, İslam’ın ruhuna aykırı sözleri ” Hadis” diye ileri sürüp İslam’a saldırmaktadır yazar (s, 62) Ayrıca ‘ Hikâyeye göre ‘ diye başlayıp, masal türü şeyleri aktardıktan sonra bir anda bu rivayetleri kesin imiş gibi İslam’a saldırmada vasıta olarak kullanır yazar. ( s, 85 )
İslam’ın cinselliğe karşı olumsuz bir tutumu olduğunu iddia için bakın yazar nasıl bir örnek veriyor bakalım: Hz Yusuf’un başından geçenleri anlatmadan direk Hz Yusuf’un zina’dan uzak olmak için söylediği sözü aktardıktan sonra yazar bakın nerelere götürüyor olayı: ” Allah’ım bana zindan bunların benden istediğinden ( Yani zinadan) daha hayırlıdır ( s, 67) Yazar zina bile olsa, kadın kocasını aldatmak istiyorsa fırsatı kaçırma, demek istemektedir anlaşılan. Hz Yusuf olayı genelde bilindiği için detaylara girmiyoruz burada.
Tarihte hiç eşi benzerine rastlanmayan bir görüşü de yazar kitabında ileri sürer: Müşrikler Hz resul’ü öldürmek için evini sarmayı planlayınca ne olmuş biliyor musunuz? “Şeytan Hz resul’e durumu haber vermiş! ” işte böyle gülünç mantık işletmiş yazar kitabı boyunca ( s, 82, 106, 137 152, 212, 355 )
Tarihte eşine rastlanmayan bir başka iddia yine aynı eserden: Muhammed kendisinden sonra halifeliğe damadı Ali’yi değil, Ebu Bekir’i uygun görmüştür. Onu aklen ve fikren Ali’ye üstün kabul etmiştir.( s,165), Muhammed Ebu Bekir’i halife olarak vasiyet etmiştir ( s,352) Yahu Hz resul kimseyi vekil, halife tayin etmemiştir ki. Hz Ebu Bekir “Seçimle” halife olmuştur. Hz resul seçse- vasiyet etse, seçime lüzum kalır mı idi ?
” Kadın olmasa idi hakkı ile Allah’a ibadet edilirdi.” sözü asla hadis değildir. İ. Şevkani , İbn-i Adıyy, İ. Suyuti, Acluni, İ. Cevzi, Mürre, Nesai, Ahmed b. Hanbel: “Hadisin aslı yok, merdut, reddedilir” derler ( Menavi, Merhu camius-sağir: 5/343, Şevkani, El favaid: 119, Suyuti, Leali: 2/159, Aclunı, Keşfulhafa: 2, 165, Cevzi, K. Mevzuat:2/255 ) benzer anlamdaki “Kadın olmasa erkek cennete giderdi” sözü de uydurmadır ( Şevkani, Suyuti.” Hadis metruk, yalan derler ( Fevaıd: 119, El lealı: 2/159)
Görüldüğü gibi kendi alanı dışında, önceden bir karara verilip ona delil olacak tamamen hata arama mantığı ile yazılan bir eserde (!) böyle basit seviyede, mantık dışı ve acemice bir çok hatalar kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Yazarın dini altyapısı için açıklayıcı bir cümleyi aktaralım: ” Muhammed’e peygamber olarak tapanlar” ( 80 ) Allah dışında başka bir varlığa ( peygamberler dahil ) tapanlar müşriktir, kafirden de daha aşağı derecededir İslam’a göre. Zaten günümüze dek ( Hz Ali için bile tanrı diyen çıkmıştır ama ) efendimize tapan olduğu iddiasını batılı oryantalistler veya misyonerler bile iddia edememişlerdir.
” Kadına okuma yazma öğretmeyin” ( s, 269, 417) mealindeki söz için: Albanı ( M. Müslime: 13), Zehebi ( T. Mustedrek: 2/396) , İ. Kayyım el cevziyye( K. mevzuat:2/268), Darekutni ( Heysemi, M. Zevaıd: 4/93 ), Aclunı ( K. Hafa: 2/316); uydurma derler, ravilerin isim vererek; yalancı/kezzap olduklarını belirtirler. Dikkat edilirse uzmanlarınca yalan olduğu bir çok eserde açıkca ifade edilen bir çok mevzu hadisi bir araya toplayıp islam’a saldırı gayreti içine girmiştir yazar. Bu rivayetlerin uydurma olduğunu bilmiyorsa yazar; Cahil, bilip aktarıyorsa sübjektif ve tarafgir bir karakter çizmektedir ki her ikisi de kitabının değersizliğini ortaya çıkarmaktadır.
Kısaca yukarıdaki rivayetler gibi bu söz de hadis değildir, İslam’ı, Müslümanları bağlamaz! Şifa binti Abdullah adında hanım sahabiye efendimiz: ” Hafsa’ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi, nemle hastalığının çaresini de öğretsene.” buyurmuştur ( Ebu Davud: 4/11) Bu hadisten hareketle; İ.Teymiyye ( Şevkani, N. Evtar: 8/213), Hattabi ( M. Sunne:4/227), Sehanfüri el hindi ( B. Mechud:16/217), İ. Cevzi Zadulmead: 3/146), Azimabadi ( A. Mabud: 10/374)… gibi alimler, değil yasaklamayı, kadınların okuma yazmalarının caiz olduğunu ifade etmişlerdir. Tarihte Hz Aişe, Ümmü Uleyye, Kerime b. Ahmedil Mervezi, Ümmü Varaka binti Nevfel, imamı malik’in kızı, Hz Zeynep, Fatma binti Kays, Hafsa binti Şirin,… gibi kendilerinden ilim öğrenilen birçok kadın bilginlerde mevcuttur. Günümüzde tesettürlü hanımların sadece okuyabilmek için dünyanın dört bir tarafında dağılmaları da bu sözü yalanlamaktadır zaten.
“Cinsi münasebetten sonra yıkanmak erkeğe emredilmiştir. Çünkü erkeğin tenasül uzvu bile kadınınkine nazaran daha temiz, kutsal, şerden korunmalıdır” (s,101) derken insanın yazara sorası geliyor ‘ Kadınlar gusül almıyor mu yani?’ “Kadınla sevişmese bile erkek sadece sarılsa bile yıkanmalıdır, çünkü kadın pistir, şerden ibarettir, ona dokunan yıkanmalıdır .” (s,102) Halbuki, şehvet neticesi kim ihtilam olursa , kadın veya erkek farketmez, yıkanması gerekir, yoksa sadece sarılmakla gusül gerekmez. Tanrı vahiy indirmekle görevlendirdiği melekleri dahi kadınlardan değil, erkeklerden seçmiştir.” (s, 413) Tüm meleklerin cinsiyetsiz olduğunu Kuran ve İslam alimleri defaatle vurgularken, Cebrail’in erkek olduğunu da 1450 sene sonra ilk farkeden bu ateist oldu herhalde!
” Kuran’da tanrı özellikle erkeklere hitap eder” (s:123, 210) iddiasındandır yazar. Bilindiği gibi romantik bir dil olduğu iddia edilen Fransızcada bile kadın erkek karışık bir grup içinde erkek olduğu için o gruba hitap erkek ( Masqulen ) sıgası ile yapılır, aynı şekilde Arapçada da eğer erkek ve kadınlardan oluşan topluma hitap edilirken yine erkek ( Müzekker ) sıgası kullanılır. Aynı durum İngilizce için de söylenebilir. İngilizce man hem erkek hem insan anlamındadır. Ama woman kelimesi sadece kadın anlamına gelir. Bu bir gramer kuralıdır ve dil kurallarının din ile alakası yoktur, bu kural İslam öncesi dile yerleşmiş bir kuralıdır ve Allah kitabını gönderdiği toplumun kurallarına uygun olarak göndermiştir. Ateist yazar Bertrand Russell tarafından yazılan ‘Has Man a Future?’ adlı eser neden Türkçeye, insanlığın geleceği var mı? diye tercüme edilmiştir. Ateist yazar sadece erkeklerin mi geleceği olmadığını ima etmektedir?! İbni Hazm’da: Hz resul tüm erkek ve kadınlara gönderildi. Allah ve resul’ün hitabı dolayısı ile hem erkek hem kadınlara yöneliktir. Bu hitapları açık bir nas olmadan erkeklere tashih edip kadınları dışarıda bırakmak caiz değildir” der ( El İhkam: 3/81) Amerika’lı akademisyen fizikçi Fritjof Capra bir eserinde kadın ve erkekleri temsil için ‘his’ kelimesini kullanmıştır: “Eril zamir olan ‘his’ hem erkekleri hem katılımları kapsayacak şekilde kitapta kullanılmıştır.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 98)
Kur’an’da hitap genel itibarıyla Eril (maskulin) kalıpla kullanılır. Onların mantığıyla, inkarcı zalim kadınların cehenneme girmeyeceği bile söylenebilir. (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 40) “Erkek olsun kadın olsun, kim bir mümin olarak güzel, faydalı ve dürüstçe işler yaparsa kesinlikle ona çok hoş bir hayat yaşatacağız.” (Nahl suresi, 97) Firavun’un eşine cennette köşk verilecektir. Hz Nuh’un, Hz Lut’un eşleri gibi olanların cehenneme atılacakları belirtilmektedir. Kur’an’da kişinin değeri, cinsiyetine göre değil, inancına ve yaptığı güzel işlere göredir.(Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 51)
152. sayfada yazar kız çocuklarına iyi davranma ile ilgili hadisleri verir ve sonra da kendine layık bir bakış açısı ile şu yorumları yapar: “Bu sözlerin altında çıkar vardır, kız çocuklarına iyi davranan sonuçta ondan yararlanır.” ( s, 152,155) “Cennet annelerin ayağı altındadır sözleri ile yaptırtmak istediği şey, kadınların kocalarına iyi bakmalarını ve bol çocuk yapmalarını sağlamaktır” (s,259) yorumu da yine yazara aittir. Halbuki Anne kelimesi çocukla irtibatlıdır, koca kelimesi ile irtibatlı olan eş, hanım, karı kelimeleridir. Yazarın asıl söylemek istediği anlamında hadis söylense idi “ Cennet eş, hanım, – T. Dursun’un kullandığı ifade ile – karılarınızın ayağı altındadır.” Denmesi gerekmez mi idi?
Yine yazar boşanma aşamasında kadın erkek her iki tarafı uzlaşmaya çağıran ayeti de; “Bu yol talakı insaf sınırlarına sokar görünmüş ise de aslında bunu bir uyutma ve kadını bu haksızlığa razı etme siyaseti olarak yapmıştır” ( s, 387) demektedir.
“Ne hazindir ki her vesile ile ve her ihtiyacı için tanrı’dan vahiyler getirten Muhammed, anası ya da babası lehine ve onları şereflendirmek maksadıyla böyle bir yola gitmeyi düşünmemiştir.” ( s, 457) demektedir yazar. Başka bir yerde de ateistler, “Muhammed anne babasına torpil geçiyor.” şeklinde uydurma rivayetlerden hareketle Hz resulü eleştirmektedirler. O uydurma rivayetler gerçek olsa o ateistler saldırıyor, doğru olmasa bu ateist saldırıyor, amaç saldırmak olunca ağzınızla uçan kuşu tutsanız bir şey fark etmiyor kısacası. Ayrıca yazar aslında bu sözleri ile Kuran’ı Hz resul’ün yazmadığını da itiraf etmiyor mu acaba?
Bu mantığı kullanan bir üniversitede profesör olmuş birisidir ( Hadıs profu Değil tabii ) ve biz özellikle cevap vermekten kaçınıp yazarın iç dünyasının dışa yansıması olan yazılarındaki mantık hatalarını göz önüne sermeye çalıştık. Önyargı, subjektivizm ve taassup kokan bu alıntılar; pozitivist, rasyonalist ve realist olduğunu iddia eden bir adamın yazdığı kitaptan küçük bir bölümdür ve bizim son sözümüz; Allah insanları bağnazlık ve taassuptan uzak, temeli akıl ve bilim olan, önyargıdan uzak, akıl ve ruh birlikteliğini iç dünyasına yansıtabilenlerden eylesin temennisidir.
Yazarın evlenme, boşanma, miras ve uydurma hadisleri temel alan görüşlerin cevapları “ İslam ve kadın “ , Hz Muhammed (sav) ve hanımları ile ilgili yalan, iftiralarının cevapları ise “ Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?” başlıklı yazımızdadır.
Aynı yazarın “ Müslümanlık Sınavı “ adlı, bilgiçlik tasladığı ama cahillik kokan kitabının değerlendirilmesi
Müslümanlık sınavı
Bölüm 1
Giriş
Yazar diğer eserinde olduğu gibi yine uydurma hadislerden hareketle, birbiri ile bağlantısı olmayan konuları birbiri ardına ekleyerek okuyucuyu yanıltmaya, önceden karar verdiği sonuçlara uygun yorum ve değerlendirmeleri eserine toplamaya çalışmıştır.
Parapsikoloji ilminden habersiz, sadece kendi materyalist bakış açısına sahip görüşleri alıp diğerlerini göz ardı eden, hala darwinizmi ( Darwinizmin bilim-rasyonalite dışılığına deliller sitemizde) savunurken bilimsellikten bahsedebilen bir bakış açısının İslam’la önyargı dolu kitabının değerlendirmesine başlayabiliriz.
“islam dini büyü ve sihre inanmaya ya da üfürükçülük gibi şeylere (ve üfürükçülüğün tükürüklü ya da tükürüksüz uygulamasına ) izin verir mi?”
Bırakınız Hz. Muhammed’in tükürüğünü , artık bilim, idrarın iyileştirme özelliklerini inceliyor. ( Ayrıca bu konu ‘Ateistlere cevap‘ başlığı altında detaylı incelenmiştir. ) Tükürükle ilgili hadis,” http://islamicevaplar.com/turan-dursuna-cevaplar-2.html ” adlı sayfada ele alınmıştır!
Bu materyalist kafaya sahip insanlar İslam’a saldırmak için ateşte yürüyen insanların resimlerini kullanırken acaba neden, “Böyle bir şey olamaz!” diye yaygara basmamaktadırlar. Öyle ya o da bilime aykırı değil midir? Ateist yazarların bilimsel temelden, metottan uzak, tamamen eksik- hata arama maksatlı yaptığı çalışmalar hep aynı ikilem izlerini taşır. Başka zaman karşı çıkacakları olaylara bile İslam’a saldırı için bir neden olarak sarılırlar.
Parapsikoloji ilmini 100 senedir Rusya’da, 50 senedir Avrupa’da üniversitelerde kürsüsü varken bizler hala bu bilim dalı için “Bu bilim dışıdır, olamaz! ” diye yaygara basıyoruz, bu nedenle de yani bilimi materyalist dünya görüşleri ile sınırlandırmaya çalışanlar yüzünden de bilimde bile hep geri kalmaktayız. Göz ile çatal-bıçak eğmek, dünyanın öbür ucundaki insanın düşüncelerini sezebilmek, kilometrelerce uzaktaki olayları hissetme, dokunduğun eşya ile o eşyanın sahibi hakkından bilgi vermek vb realiteler sadece maddi bakış açısına sahip olanların çıkmazlarına bir kaç örneği teşkil etmektedir. Ama bilim sadece onların kabul ettikleri sınırlar içinde kalmamakta insanlığa gerçekleri açıklamaya devam etmektedir. İdeoloji ile bilimi birbirine karıştıranlara cevap veren çalışmamıza “ Bilim değişmez mi?” başlıklı yazımızdan ulaşabilirsiniz.
Hz. Muhammed’in tükürüğü Ayasofya’yı koruyor
Bizans sanatı konusunda sayılı uzmanlardan İngiliz Anthony White’ın aktardığına göre, Hz. Muhammed’in peygamber olduğu dönemde Ayasofya’nın küçük kubbelerinden biri çöküyor. Tamiratta başarısız olan Bizanslılar, peygamber’e elçi gönderiyor ve “Yeniden yerine oturtabilmek için ne yapmalı?” diye soruyorlar. Hz. peygamber özel taşlar, kum ve bir de kap içinde kendi tükürüğünü gönderiyor. Tükürük harca karıştırılıyor. O kubbeye bir daha hiçbir şey olmuyor (Altunç Altındal’ın sitesinden alıntıdır, tanyan hiç kimse O’nu dinci (!) sayamaz herhalde )
Sihir vardır, cinleri kabul etmeyene anlatmak imkânsızdır (“Cinlerin varlığı” adlı dosyamıza müracaat lütfen ) Üfürükçülük denilen şey vücuttaki pozitif enerjinin yoğunlaştırılarak karşıya transferidir ve artık biyoenerji ile alakalı bir alandır bu konu. Materyalist bakış açısına sahip ateistlerin parapsikoloji, Quantum fiziği, izafiyet teorisi, Biyoenerji, Alternatif tıp, anti-psikiyatri; Post-modernizmden habersiz iken hala bilim adına konuşabileceklerini zannetmelerinin büyük hata olduğunu iddia etmekteyiz.
Muhammed, her ne kadar batıl inançlara karşıymış gibi görünmüş ve örneğin kur’an’a: “Hak geldi, batılsa yıkılıp gitti. Kuşkusuz batıl yıkılıp giden türdendir.” ( İsra suresi, ayet 81 ) ya da: ” Tanrı batılı yok eder ve hak olanı sözleriyle yerleştirir…”( Şura suresi, ayet 24; Sebe’ suresi, ayet 49; Enbiya suresi, ayet 18, Kehf suresi, ayet 56 vb. ) şeklinde ayetler koymuşsa da, her hususda olduğu gibi bu hususta da söylediklerinin tersi olan şeyleri yapmaktan geri kalmamıştır.
Bir kere bu ayetlerdeki batıl, İslam dışındaki düşünce sistemleri anlamındadır. Kitap yazacak kadar kendini otorite görenlerin karşı oldukları şeyleri kavrayadan bu işe girişmeleri ne kötü bir durumdur! Batıl inanç ise İslam’da zaten yasaktır (Hurafe isimli çalışmamıza bakılabilir ) ayrıca bilimin günümüzde içine dâhil ettiği ve adlarını yukarıda saydığımız bilim dallarını yine bilim adına reddedenlerin bir de 150 senedir ispat edilemeyen “ Darwinizmi “ savunmaları artık kendilerinin batıl inanç tanımlaması yapabilmelerine de engel olmaktadır düşüncesindeyiz.
Kabe’deki ‘kara taş’ ı (hacer-i esved ) öpüp okşaması ve bu taşı ilah niteliğinde kılmasından ve müslümanlar için tapınak yapmasından ya da mina dağı’nı sağ tarafına alarak ‘cemre’ mahallinde yedi çakıl taşı atmak suretiyle şeytanları kaçırtmaya çalışmasından tutunuz da hastalıkları tükürüklü ve tükürüksüz üfürük usulleriyle tedavi yolunu seçmesi ve başkalarına da bu şekilde yapma iznini vermesi, Muhammed’in batıla olan bağlılığının nice örneklerinden bazılarıdır.
Şeytan taşlama sadece bir simgedir, orada şeytan yoktur.”Ey şeytan birinci taş ile artık memleketimi dönünce yalan konuşmayacağım. İkıncı taş ile artık gıybet yapmayacağım vs” niyetleri ile temsili olarak şeytan taşlanır. Hacerul esved ise Hz. Ömer’in de dediği – ve adından da anlaşılacağı gibi sadece bir taştır- ona ilahi özellik izafe edilmez asla ve taşlara yazarın iddiası gibi ‘tapınmak’ İslam’da şirktir, yasaktır, efendimizin en çok karşı çıktığı şeydir. Hz Ömer: “ Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. “ (Buharî, Hacc 50, 57, 60; Müslim Hacc, 248, 120; Muvatta, Hacc 36; Tirmizî, Hacc 37; Ebu Dâvud, Menâsik ) demiştir ve tarihte hiçbir Müslüman Ömer’i bu sözünden dolayı eleştirmemiştir.
İmam Nevevî’nin de belirttiği gibi Hz. Ömer’in bunu söylemesine sebep: “Müslümanların putperestlikten yeni kurtulmuş olmalarıdır. Hz. Ömer (ra) Hacer-i Es’ad’i öperse, cahillerin bu işin eski hâl üzere devam ettiği zannına kapılmalarından korkmuş ve cahiliye döneminde Araplar, putların, insanı Allah’a yaklaştırdığına inanırlarken Hz. Ömer, bu itikada muhalif hareket etmek gerektiğine, ibadetin ancak, faydası ve zararı olmayan şeyleri yaratan Allah’a yapılacağına tembihte bulunmuştur.” (Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, VII/16-17, ayrıca : Kamil Miras, Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI/108-109 ) “ Cenâb-ı Hakk’ın her işinde bir hikmeti vardır. Kâbe bir binadır ve biz namazda o tarafa doğru döneriz. Fakat esas bizim dönüşümüz Allah’adır.” Tavaf ibadetine Haceru’l-Es’ad’ın bulunduğu köşeden veya hizasından, onu selâmlayarak başlanır. Yani bir başlangıç noktasınıdır Hacerul- Esved. Yoksa bir Müslüman sadece Allah’a “ Kulluk eder, ancak O’ndan yardım ister.” (Fatiha, 4)
Kâbe’nin içi bile boştur. O sadece yön belirler Müslümanlara. Tabii altını çizmek gerekir ki maddi- bedeni hastalıkların temelini – Araştırmacılar %85-90 derler – manevi hastalık-rahatsızlıklar oluşturur. Pozitif enerji, tatmin olmuş bir iç alem öncelikle koruyucu hekimlik açısından da önemlidir. Ama sonuçta bedeni rahatsızlıkları olanların bizzat doktor’a gitmeleri de yine bizzat Hz. resul’ün tavsiyesidir. Bu arada “ Duanın tıbbî faydaları” adlı yazımızı ayrıca tavsiye ederiz. Ayrıca bu konu ‘ Kuran ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar ‘ adlı yazıda ele alınmıştır.
soru: “Oruçlu bir kimsenin, ölü insan vücudu, hayvan ya da uyumakta olan bir kadınla (onu uyandırmadan) cinsi münasebette bulunması konusunda İslam ne gibi buyruklar getirmiştir?” eğer bu soruyu yadırgar ve: ‘bu nasıl iştir? hiç böyle bir din hükmü olabilir mi? İslamda böyle bir şey yoktur’ şeklinde yanıt verecek olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır alır, kafirler arasında yerinizi bulursunuz! Yok eğer: ‘evet bunları Muhammed’in buyurukları olarak benimsiyorum, çünkü başta diyanet işleri başkanlığı’nın yayınları olmak üzere tüm İslam kaynaklarında bunun böyle olduğu bildirilmekte’ derseniz, siz tam bir Müslüman sayılırsınız. Çünkü gerçekten de diyanet işleri başkanlığı’nın ve din adamlarımızın, Muhammed’ in buyrukları olarak insanlarımıza bellettigi din verilerine göre oruçlu kişi, hayvanla ya da ölü insan vücuduyla cinsel ilişkide bulunacak olursa, orucu bozulmuş sayılır; bu gibi hallerde kişinin ‘kaza orucu’ tutması gerekmektedir.
“Kafirler arasında yer almak” için İmanın temel kurallarının da birini reddetmek gerekir. Önce bu kadar cahilliği ortada olanların İslam hakkında eser yazmaları ne kadar acı verici bir durumdur, ne cahil cesaretidir özellikle altını çizerek belirtelim! Yukarıdaki görüş bir fetva, yorumdur. İslam’da bir çok farklı mezhepler vardır ve bu mezhepler farklı yorum, fetvaları nendi ile birbirini kafir ilan etmez! Gelelim konu olan fetvaya: Mesela ceza hukukunda adam öldürmenin cezasının olması, o hukuk sistemini oluşturanların bu fiili onayladığı anlamına gelir mi? Hukukta ve İslam fıkhında da – Özellikle Hanefi Mezhebinde – sadece olan olaylara değil, olacak- olabilecek olaylara da fetva verilmiştir, böyle bir yanlışı bir gün bir yapan çıkarsa, ceza veya kefaleti şudur diye. Fıkıh hayatın kendisidir, olanlara, yapılanlara- yapılabileceklere karşılık gerekenler ifade edilir. Zavallı önyargılı ateist bu usul kurallarını bilmeyince tabii böyle komik durumlara düşebilmektedirler. İşin ilginci yazar aynı zamanda hukukçudur, aslında kişisel görüş, yorumlara açık bir alanda uzmanlaşmış olması gerekirdi.
Size deseler: ” Yemek yediğin çanağın ya da su içtiğin bardağın içine sinek düştüğü zaman sineğin her tarafını batır, sonra çıkar at ve yemeğine ya da içmene devam et. Çünkü sineğin iki kanadının birinde hastalık, diğerinde de şifa vardır. Sinek idrak ve ilahi ilham sahibi olduğu için, önce zehirli olan kanadını sokar, deva olan kanadını dışarıda bırakır. Eğer sineğin, dışarıda kalan ‘ şifa ‘ kanadını yemeğin ( ya da içeceğin ) içine batıracak olursan, şifa hastalığı gidermiş olur.”
Önce şunu belirtelim. Bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır*, bu bir. İki: Çölde su başta olmak üzere gıda maddeleri çok değerlidir. Eksik bilgi gereği çok önemli o madde atılmak yerine kullanılma usulü belirtilip kullanışa elverişli hale getirme yolu ifade edilmiştir hadiste. Ama çöl dışında, zorunluluk yoksa dök gitsin. İslam temizlik dinidir. Öyle değil mi? Askerde kimyasal saldırılara idrarlı bez ile korunma önerilir, hatta II. Dünya savaşı sırasında ülkemizde sivil halka bile bu öğretilmiştir ama bu her zaman idrarlı bezle dolaş veya gerek yoksa hala onu kullan anlamına gelmez değil mi? Kısaca zaruret, istisna halleri için söz konusu olan hadisi genelleme yapmak sadece önyargı, at gözlülük özelliklerine sahip olmakla açıklanabilecek özelliklerdir.
* Hadis: “Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur.” (Ebû Dâvud, Et’ime 49, Buhârî, Tıbb 58, Bed’ü’l-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 31, Nesâî, Fera’ 11)
Sinekten antibiyotik elde etme çalışmaları geçtiğimiz yüzyılda başlamış, 1930 ve 1947’de İngiliz ve İsveç ilim adamları “cafasin” ve “klotinizin” adlı antibiyotikleri bulmuşlardı. Günümüzde artık sinek vücudunun tamamen anti bakteriyel etkiye sahip güçlü antibiyotikler ile kaplı olduğu bilinmektedir.
Özellikle ortadaki araştırmanın başlığı hadis ile tıpatıp aynıdır. “Antibiotic on the the left wing of the the house fly can kill its own bacteria.”: Ev sineğinin sol kanadında bulunan antibiyotik kendi bakterisini yok edebilmektedir.
Macquarie Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri bölümünde bir grup araştırmacı, sineklerin çürük et, meyve ve gübre dahil olmak üzere her türlü pisliğe karşı dayanıklı olduğu teorisinden yola çıkarak sineklerin sahip oldukları bu antibakteriyal özellikleri farklı gelişim evrelerinde ortaya çıkarmak üzere çalışmalar yaptılar. Grubunun yeni keşfini Melbourne Mikrobiyoloji Konferansında tanıtan Ms Jonanne Clarke, “Çalışmalarının, yeni antibiyotiklerin bulunması için yapılan küresel araştırmaların ufak bir parçası olduğunu fakat kimsenin daha önce bakmayı akıllarına getirmedikleri bir yere odaklandıklarını” söylüyor. Ms Clarke, mide içersinde de meydana gelen antibakteriyal özelliklerin sinek bedeni üzerinde mevcut olduğunu söylüyor ve her iki yerde de bu aktiviteleri görebileceğimizi belirtiyor ve “Sinek bedeni üstüne yoğunlaşmamızın sebebi daha kolay ayrışılabilir yapıda olmasıdır.” diye ekliyor.
Biophysical Journal‘da 19 Şubat 2013’te yayınlanan, Avustralyalı ve İspanyalı 14 bilim adamının deneyleriyle kaleme aldıkları* Biophysical Model of Bacterial Cell Interactions with Nanopatterned Cicada Wing Surfaces adlı makalede sinek kanatlarının yüzeyindeki nanopatternlarının, temas halinde bakterileri yalnızca fiziksel yüzey yapısına bağlı olarak öldürdüğü kanıtlanmıştır. Makale, Clanger cicada (Psaltoda claripennis) kanadı nanopatternlarını antibakteriyel nanomalzemelerin tasarımına dahil etmenin faydalarından bahsederek, nanoteknolojinin sinek kanadını model alması önerisini sunmaktadır. Sinek kanatlarının, bakteri kirliliği ve enfeksiyonlara karşı artan dirence sahip yeni işlevsel yüzeylerin geliştirilmesi için model niteliğinde olduğunun belirtilmiştir.
Kanada’daki McGill Üniversitesi‘nden kimya mühendisi Anne-Marie Kietzig sinek kanadı nanopatternları modeline dayanarak üretilecek materyallerin, otobüs korkulukları gibi yaygın olarak hastalığı barındıran halka açık yüzeylere uygulanabileceğini öne sürüyor. “Bu, (sinek kanadı nanopattern modelleri) pasif bir bakteri öldürme yüzeyi sağlayacak.” diye ekliyor ve “çevreye zararlı deterjanlar gibi aktif maddeler gerektirmediğini” belirtiyor. (İnternational Weekly Journal of Science) – https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3576530/# –
Auburn Üniversitesi Alabama Tarımsal Deney İstasyonu araştırma entomologları Ed ve Mary Cupp kara sineklerin (Musca domestica) ağız sıvısında bulunan protein kesilerinin yaraları iyileştirici etkisini tesbit ettiler. Ayrıca araştırmalarına göre, protein cilt ülserleri ve diyabetik ayak lezyonları gibi kronik yaraların iyileştirilmesi için benzer bir şekilde çalışacak. AU Veteriner Hekim Koleji’ndeki küçük hayvan cerrahisi profesörü olan Mary Cupp ve Steven Swaim, antibiyotikleri ve protein iyileştirmeyi birleştiren çözümlerle tedavi edilen cerrahi insizyonların (kesik, yarık) tek başına antibiyotiklerle tedavi edilen insizyonlara göre daha hızlı ve daha güçlü olduğunu belirleyen bir araştırma yaptı. Auburn’un Teknoloji Transfer Ofisi (OTT), teknolojiyi mevcut şirketlere ve bu teknolojinin çevresinde bir girişimde bulunmayı düşünen girişimcilere pazarlamaktadır. (Today in Viddya Cilt 7 Sayı 23 Yayınlanma – 23 Oca 2005, Editör: Susan K.Boyer)
FEBS Letters’ta 22 Eylül 1997’de Cilt 415, Sayı 1’de 64-66 sayfalar arası yayınlanan ‘Chemotherapeutic activity of synthetic antimicrobial peptides: correlation between chemotherapeutic activity and neutrophil-activating activity‘ isimli makalede bilim insanları; 34 amino asit tortusundan oluşan Sarcophaga peregrina’nın (et sineği) güçlü bir antibakteriyel proteini olan sapecin B’nin aktif çekirdeğini saptadıklarını, bu çekirdeğin, sapecin B’de bir α-sarmal oluşturan 11 amino asit kalıntısı, artıklarının 7-17’den oluştuğunu, bu peptiti daha da modifiye ettiklerini ve hem antibakteriyel hem de antifungal (mantar öldürücü) aktivite sergileyen birkaç antimikrobiyal peptid sentezlediklerini; genellikle, X ve X’in bir hidrofobik kalıntı olduğu her iki uçta ve XXXXX’teki [K veya R] X [K veya R] motiflerine sahip olan undecapeptitlerin potansiyel olarak BAKTERİ VE MANTARLARIN ÖLDÜRÜLMESİNDE AKTİF OLDUKLARINI, bakterinin ATP’yi sentezleme ve amino asitler taşıma kabiliyetini de kaybettiğinin bulunduğunu belirtmişlerdir.
Yukarıda da kısaca değindiğimiz, Avustralya Sidney’deki Macquarie Araştırma Üniversitesi Division of Environmental & Life Sciences, Department of Biological Sciences’ta çalışmalar yapan J. Clarke ve ekibi, 2003’te yayınladığı ‘Hypothesis driven drug discovery: antimicrobials in flies‘ isimli makalesi ve diğer çalışmalarını sunduğu Australian Society for Microbiology Konferansında üç türün de yüzeylerinin antibakteriyel özellik gösterdiğini kanıtlamışlardır. Ev sineği-kara sinek (Musca domestica), koyun sineği (Lucilia cuprina), meyve sineği (Drosophila melanogaster) yüzeylerindeki antibakteriyel aktivitenin daha etkili terapötik ömrünün olduğu belirtilmiştir.
İbnu’l-Cevzî der ki: “Bu kimsenin söylediğinde bir gariplik yok. Zira, arı, baş kısmıyla bal toplar, aşağı kısmıyla da zehir alır. Zehiri öldüren yılanın eti, zehrin tedavisinde kullanılan ilaca katılmaktadır.” (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/135-137) Bu konuda bir makale yayınlayan Dr. Samahı, mikrobiyologların sineğin midesinin içinde parazit olarak yaşayan uzun hücrelerinin bulunduğunu keşfettiklerini bildiriyor. Bu mantarsı hücreler, kendi üreme döngülerinin bir bölümü olarak, sineğin solunum kanallarına doğru çıkıntı yaparlar. Sinek, sıvının içine tamamen batırılırsa, osmotik basınçta meydana gelen değişiklik hücrelerin çatlamasına yol açmaktadır. Bu hücrelerin muhtevası ise, sineğin vücudunda taşıdığı patojenlere karşı olan bir antidottur; yâni zehire karşı panzehirdir. Yemeğe bulaşan sinekten çıkan zararlı mikropları, sinek batırılınca çatlayarak ortaya çıkan antidot tesirsiz hâle getirmektedir. (Dr. Mustafa Reyhanlı, Gerçeğe Doğru 5. Cilt Zafer Yayınları) Bu konuda araştırma yapan Dr. İzzeddin Cevvale şu tespitlerini dile getirmektedir : Eskiden beri bilinen bir gerçek vardır ki, zararlı hayvanların zehirinde hem fayda hem de zarar vardır. Yani bunlardan hem zehir ve hem de panzehir bulunmaktadır. Tek bir hayvanda birbirine zıt olan iki şey gayet tabii olarak bulunabilmektedir. Karasineğin iki kanadından birinde zehir diğerinde ise panzehirin bulunması, yüce Rabbimizin yaratmış olduğu varlıklar içinde insana hayret verecek şeylerdendir. Bütün bunların Allah’ın kudretine birer delil olduğu bir gerçektir. İşte balansı, bir taraftan insanlara faydalı olan balı yaparken diğer taraftan iğnesinde taşıdığı zehirli maddeye bak! Balıyla faydalı olurken, zehiriylede öldürücü olabiliyor. Nitekim akrep de iğnesiyle zehir saçarken, vücudu (eti) ile de panzehir veriyor, zehrini nötr hâle getiriyor. Tıpta, yılanın kuyruğundan ve zehirli haşerelerden serum elde edilir.Elde olunan bu serumla akrebin veya yılanın soktuğu kimseler tedavi edilirler. Hatta daha da ötesi, kanser acılarının dinmesi için yine bu hayvanlardan elde edilen serumlardan yararlanılır. Yine günümüz tıbbı, insana tiksinti verici mâhiyette olan maddelerden hayat verici ilaçlar elde etmektedirler. Meselâ penisilin küften elde edildiği gibi, streptomisin ise kabir toprağndan elde edilmektedir… Bilindiği gibi Bakteri İlmi’nde her bir mikrop için onu öldüren bir panzehir vardır. Mikrop bir canlının vücuduna girdiği zaman, vücud bu mikroba karşı harekete geçer, böylece vücuda giren mikroba karşı onları yok edici karşı bir antikorlaortadan kaldırır. Hulasa vücutta oluşan antikor ve antitoksin, mikrobu yok eder. Nitekim bu kural karasinek için de aynen geçerlidir. Karasineğin vücudunda da birbirine karşı savaş veren iki tür zehirin bulunması gayet normaldir. Böylece kara sineğin taşıdığı hastalık yapıcı mikroplar, sineğin yemeğe veya suya düşmesiyle bulaşacağından onun diğer kanadında da bu zehiri önleyecek panzehir vardır. O halde bizim yapacağımız bir şey var, böyle bir durumda hastalığa yakalanmamak ve zehiri önlemek için Peygamber Aleyhis-Selam’ın tavsiyesine uymak sağlığınız için gayet faydalıdır. Hastalığı yapan, mikropların kendisi değil, onların salgıladıkları toksinlerdir. Vücut bu toksinlere karşı antitoksin meydana getirmek suretiyle kendisini korur. Acaba sineğin vücudunda bu toksinlere karşı antitoksin meydana gelmez mi? Mahmud Kemal ve M. Abdülmümin Hüseyin adında Mısırlı iki tabib; karasinek hadisindeki durumu tesbit etmek için yaptıkları araştırmalarında diyorlar ki : 1871 yılında Alman Prof. Brifeild, Almanya halkı karasineğin, İmposamosouy adını verdiği Mantar cinsinden bir tufeyliye mübtela olduğunu keşfetti. Bu tufeyli devamlı olarak sineğin vücudunda yaşayıp geçinmektedir. Profesör yaptığı incelemede bu tufeylinin lintomophteraly adında bağlı yahut birleşik yosun mantarları Sygmomysis denilen bir yosun mantarı türüne mensup olduğunu gördü. Bu parazit su yosunu mantarı denen phycomclspristiti’nin ikinci çeşidindendir. Bu asalak hayatını, sineğin vücudunda mevcut, içinde özel bir salgı olan yuvarlak hücreler şeklindeki yağ tabakasında geçirir. Sonra bu yuvarlak hücreler uzar, meydana gelen açıklıklardan yahut sineğin karın halkaları mafsallarından dışarıya çıkar ve sineğin vücudunun dışına çıkmış olur. Bu çıkış devri, bu mantarın üreme devresidir. Bu devrede mantarın tohumları hücrenin içinde toplanır. Hücrenin iç basıncı artar, nihayet bu basınç o dereceye ulaşır ki, hücre cidarları buna tahammül edemiyerek patlar ve içteki tohumlar itme kuvvetiyle hücrenin 2 cm. dışına fırlar. Öte yandan modern çağın bilim adamlarının buluşları da, Alman bilgini Brifeild’in teorisini desteklemektedir. 1945 Yılında Mantar bilgisinde en büyük üstad olan Prof. Langiron, devamlı olarak sineğin karnında yuvarlak hücreler şeklinde yaşayan bir mantarda “Enzim” denilen tahallül kudreti yüksek bir salgı bulunduğunu açıkladı. 1947-1950 Yılları arasındaki iki Alman bilgini Arnstaine, Cook ve İsviçreli bilgin Rolius araştırmalarında, “Javaein” dedikleri bir madde buldular. Bu maddeyi sinekte yaşayan Mantar türünden elde ettiler. Bu maddenin hayatiyete zıt olduğunu, tifo ve dizanteri gibi bir çok mikropları öldürdüğünü tespit ettiler. 1948 Yılında İngiliz bilim adamlarından Briyan Courtes; Heming; Geferies ve Mackjohan araştırmalarında “Cotin-sine” dedikleri hayatiyete zıt bir madde buldular. Bunu yine sinekte yaşayan aynı tür mantardan elde etmişlerdi. Tifo, dizanteri vs. gibi mikroplara karşı tesirli idi. 1949 Yılında iki Alman bilgini Omcyve Farmer ve İsviçre’den German, Roth, Athlenger ve Blathner de araştırmalarında “İniatin” adını verdikleri tek hücrelilerin yaşamasına zıt bir madde elde ettiler. Bunu da sinekte yaşayan Mantar türüne mensup bir mantardan elde etmişlerdi. Bu maddenin tifo, dizanteri ve kolera gibi hastalık mikroplarına karşı tesirli olduğunu gördüler. 1947 Yılında ise ilim adamlarından Moftiş tarafından, sinek vücudunda yaşayan mantarlara mahsus bir kültürden tek hücreli canlılara zıt maddeler elde edildi. Bunların tifo, dizanteri ve benzeri mikroplara karşı kuvvetle müessir olduğunu gördü. Keza bunlar, hummalı hastalıklara sebep olan mikroplara karşı da tesirleri kuvvetli idi. Bu maddenin bir gramı, mezkur mikroplarla mülevves yüz litre sütü koruyacak güçte idi. Yiyecek veya içeceğin içine düşen sinek, yiyeceğe veya içeceğe iyice batırılmaksızın alınıp atılacak olursa; çıkarıldığı yerde sineğin taşıdığı zararlı mikroplar kalmış veya oraya bulaşmış olabilir. Eğer sineğin tamamı birden yiyecek veya içeceğin içine batırılıp daldırılmış olursa durum ne olur? Sinek yiyecek ve içeceğin içine tamamen batırılmış olunca, sineğin vücudunda bulunan panzehir harekete geçer. Bu batırma sırasında panzehir taşıyan zar patlar ve parçalanır. Panzehir hemen harekete geçmekle, sineğin taşıdığı mikropların üzerine atılır ve onları etkisiz hale getirip, imha eder. ( Said Havva. er-Rasuls 36-41, 3 baskı 1394-1974 Beyrut. Not: Said Havva ‘nın er-Rasul isimli eseri içinde bir bölüm olarak yayınlanan Karasinek hadisi ve bu badis etrafında söylenen sözler, daha sonra “el-lsabe fı’r-Reddi ata men taane fi hadisi’z-Zübabe” adı altında, müellif Elbani ile birlikte müstakil bir risale olarak yayınlanmıştır. Ayrıca bak. Sadeddin Roston Tere. S.Ateş. Hakses (966 Sayfa 4, sayı 17)
” Balıkların insanları baştan çıkarmak üzere birtakım oyunlara başvurduğunu belleten dinsel kurallara inanırmısınız?” … “kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: ‘aşağılık maymunlar olun’ dedik…” (a’raf suresi, ayet 166; bakara suresi, ayet 65.)
Yahudi kavmini Allah (cc) – Rızklarının bir aracı olan – balık tutup tutmamakla imtihan eder. Mesele bu kadar basit. Örneğin – Ateistler bilmez ama – oruçlu bir insan için bir bardak su ne kadar değerlidir değil mi? O bir bardak su “ İnsanı nasıl baştan çıkarır, ne hayallere daldırır!” Ama ateist kafanın bunu anlamasını bekleyemeyiz tabii ki. Öyle ya, bir kişi neden karşılıksız muhtaç birine para versin ( sadaka, zekat. ), parası ile aldığı etin bir bölümünü fakirle paylaşsın ( Kurban ), toplumsal ortak bilinç oluşsun diye tüm inananlar aynı anda aç- susuz kalsın (Oruç)… Ateist- materyalist mantık ye- iç-fırsatını bulunca dünyadan ne götürsen kârdır mantığını taşır. Öyle ya öncesi ateiste göre maymun, sonu toprak olan nedensiz- tesadüfen var olan bir barça et- yağ- sinir karışımı bir hayvan türü değil midir kendisi? Neden yolda bulduğu para dolu cüzdanın sahibini arasın ki? Akıl, mantık dışı (!9 bu işler hep İslam’ın emri değil midir zaten. O din bizi geri bırakmamış mıdır zaten. O cüzdanı alsa, gününü gün etse adam…! Neyse yazar yukarıdaki ayeti ne boyutlara taşıyor hâlbuki. Kelime oyunları, önyargı, taassup dolu yazısı ile yazar “ İmtihanı kaybedip açgözlülüklerinin esiri olan Yahudilere Allah’ın hitabını” nasıl yorumluyor görüyor musunuz? Gelelim maymun meselesine: Türkçede bile ” Maymun iştahlı ” diye bir deyim vardır. Doymaz bilmez, açgözlü anlamında kullanılır. Kısaca bir mecaz kullanım söz konusudur ayette. Kuran’da mecaz sanatının yoğun biçimde kullanıldığını önyargısız bakan her göz görür. Kuran mecaz sanatı deryasıdır dersek mübalağa yapmış olmayız. Ama ateistimiz yine yaptı ateistliğini ve mecazı asıl anlam ile bilerek veya bilmeyerek karıştırdı. Türkçe dersi de gerekli anlaşılan bazı materyalistlere. Sitemizde “Kuran ve mecaz” konularını işleyen bol örnekler vardır özellikle tavsiye ederiz.
soru: “Ev farelerinin, yangın çıkarmak bakımından pek usta olduklarına ve onları bunu yapmaya şeytanların zorladıklarına ve bu nedenle mutlaka öldürülmeleri gerektiğine dair İslami buyruklara uyar mısınız?” , “siz uyumak istediğinizde kandilinizi söndürünüz. Çünkü şeytan bunun gibi hayvanları yangın cinayetine sevk eder.”
Kuran da mecaz sanatı, sanatlı-teşbih anlatım metodu olduğu gibi o devirde Arap kültürü arasında çok fazla yaygın olan şiir sanatının kullanılmasından ötürü insanlar da sözlü anlatımlarında bu teşbih sanatını bol bol kullanmışlardır. Kişiler içinde oldukları toplumdan ayrı değerlendirilemezler. Mutlaka onlardan etkilenirler. Hz resul’de hadislerinde bol bol teşbih sanatını kullanmış, bunun örneklerini vermiştir. Şeytanı kötülüğün, negatif düşüncenin, olumsuzluğun ifadesi olarak kullanmıştır Hz. Resul ve Kuran. Olay bu kadar basit.Kötülük yapan insanlar ” Şeytana uydum ” demezler mi, aynı mantık işletilmiştir işte. ama ateist isen anlamazsın – anlamak istemezsin – tabii.
“Horozların melek gördükleri zaman öttüklerine ve öttükleri zaman Müslümanlar için tanrı’nın ‘keremi’nden dilekte bulunmak gerektiğine dair bir hükmü tanrı ve ‘ peygamber ‘ buyruğu olarak kabul ediyor musunuz?”, “Eşeklerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarını ve anırdıkları zaman ‘euzü bi’llahi mine’ş-şeytani’r-racim’ deyip tanrı’ya sığınmanın Müslüman kişi bakımından zorunluk olduğuna inanıyor musunuz?”
Hayvanların altıncı hissi biz insanlardan çok daha fazladır. En son deprem olayında bunu gördük. Onlar titreşimleri daha önce hissetmişlerdi. Hatta henüz teknoloji o seviyeye ulaşmadığı ortada iken hayvanlara bu özelliği vereni anmamak sadece nankörlükle açıklanabilir. Daha bir köpeğin sahip olduğu – ilahı güç tarafından kendilerine bahşedilen birçok Özellik yanında – deprem ölçer teknolojiye de sahip iken hayvanların soyut diye isimlendirdiğimiz kavramlara mesafesi bize göre daha mı azdır acaba? Hayvanlar biz insanlara göre daha çok görür, hisseder, duyarlar. Depremin sismik titreşimlerini, melekleri, şeytanları dahil!
Size deseler: “öküz, kendi sırtına binilmesinden hoşlanmadığını ve çünkü gururlu bir hayvan olduğunu söyler. Çünkü o, sadece tarla sürmek için yaratılmış bir hayvan olduğunu kabul eder ve bunu kendi ağzıyla Yahudilere bildirmiştir, Muhammed de öküzün bu şekilde konuştuğuna inandığını söylemiştir.” , (beni israil zamanında) bir kimse öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan o kimseye yüzünü çevirip bakarak: ‘Ben bunun için yaratılmadım? ben tarla sürmek için halk olundum’ demiştir.”
Yine aynı şey, sanatlı anlatım söz konusu burada. Efendimizi edebi, sanatsal içerikli konuşacak biri olarak göremeyen ateist yazarın – O dönemin sözlü sanatında ileri seviyede olan Araplar içinde yaşayan, liderlik özelliği olan birinin bu tarz konuşmasının doğal olduğunu o dönemdeki müşrikler bile normal görür, eleştirmezken – bu tarz eleştiri gayreti, en hafif deyimi ile, biraz seviyesizce kaçmaktadır. “Hayvanları yaratıldıkları amaç dışında kullanmayın.” diyor Hz. resul. Olay bu kadar basit. Sanata yakın olduğu iddia edilen solcuların bu kadar sanattan anlamamaları üzücü bir durumdur. La Fontaine’in anlatımını, ders verici özellikli hikayelerini takdir edenler, İslami kaynaktan gelen bu rivayetlere neden önyargılı yaklaşırlar anlamak zor tabii. Sonra da sanatlı anlatım dışında, halk arasında yaygın olan batıl inanç, hurafeleri İslam kabul etmeyince, ” E, onu kabul adıyorsunuz da bunu neden etmiyorsunuz” demeleri yok mu, işte orada insan kırılıyor – Sabır taşının çatlamasından mı yoksa katıla katıla gülmekten mi, tercih okuyucuya kalmıştır – Sınırsız ve kuralsız bir bakış açısı ile tek kural olarak ‘İslam’a saldır, nasıl olursa ve ne kadar mantıksızca olursa olsun, yeterki saldır.’ Mantığnı kabul etmeleri sadece muhataplarımızın seviye yoksunluğunu göstermektedir. Efendimizden bir örnek verelim: ” İlmini muhtaç olandan esirgeyene, gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder.” Bu hadiste ilme verilen önem, paylaşmanın teşviki gibi konuları geçelim, konumuzla alakalı boyutuna bakalım şimdi: Evet, ateistimiz bunu kitabına alsa idi, bu hadiste bilim-akıl dışı hadislere örneklerden biri olacak ve diyecekti ki: ” Soru: siz kuşların hatta bırakın onu sudaki balığın bile konuştuğuna inanır mısınız? bırakın konuşmayı, beddua ettiğine… cevabınız “evet” ise iyi bir müminsiniz!” Gülümsediğinize eminim. İşte ateistin kitabının özeti, sonucu bizce de bir tebessüm olmaktadır, acı bir tebessüm, akademik kariyeri prof olan birinin bu kadar önyargılı olabileceğini görmek tabii ki bizi de üzmektedir. Konumuza dönelim, ortada bir gerçek var, hadiste sanat kullanılmış ve ilmi gizlemenin İslam’daki kerih- kötü görülme boyutu mecazî olarak, ” Yer ve gökteki her şey lanetler ” anlamında hadisle bize aktarılmıştır. anlayana, anlamaya niyeti olana, önyargısız olanlara selam!
” Aksırmanın tanrıdan gelme olduğuna ve çünkü tanrının aksırmaya muhabbet ettiğine, buna karşılık esnemenin şeytandan olduğuna ve esnemek üzere ‘ha’ diye ağzını ayıran kişiye şeytanın güldüğüne inanır mısınız?”
“Yine aynısı ” demekten bıktım. Son zamanlarda özellikle aksırmasını engellemeye çalışanların felç geçirdikleri ile ilgili haberler gazeteler bol miktarda yer alıyor. Hatta bir hamile kadının aksırmasını tutması sonucu başına gelenleri gazeteler günlerce yazmıştı. Hz resul – İyi olanları Allah sizden ister, sizin iyiliğinizi ister – mealinde, aksırın; vücudunuzu rahatlatın, tutmayın. anlamında bu sözü soyluyor. Esneme esnasında ağzın kapatılması gerektiğini de yine şeytana izafe ederek, kapatmazsanız edebe aykırı davranır ve şeytanı memnun edersiniz anlamında sözler ile bizlere ifade etmektedir. Hapşırmanın faydaları ve elhamdülillah- yerhamukellah konusuna da değinelim bu arada da ateistler biraz tıp- bilim konusunda bilgi edinsinler: Hz resul: ” Hapşıran elhamdülillah desin, duyan yerhamukellah desin” ( Buhari ) buyururlar. Hapşırma esnasında ağız yolu ile mikroplar vücudu terk eder ve ayrıca o an, kısa bir sure kalp durur ve sonra yine çalışmaya baslar!
Hz resul hapşıran: Elhamdülillah desin – Allah’ım sana teşekkür ederim, mikroplar vücudumu terk etti ve kalbim yeniden çalışmaya başladı – desin buyurur. Duyan: ” Yerhamukellah ” desin buyurur Hz resul – Yani Allah sana merhamet etti, acıdı – Karşılıklı dualar devam eder hadiste. (Buhârî, Edeb 126. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 3; İbni Mâce, Edeb 20 )
Benzer mealde bir hadiste: “Allahü teâlâ aksırmayı sever, esnemeyi sevmez.” (Buhârî, Edeb 125, 128; Bed’ü’l–halk 11. Ayrıca bk. Tirmizî, Edeb 7 ) buyurur efendimiz. Yukarıdaki açıklamadan sonra edep kuralları çerçevesinde ele alınacak hadislerin biraz anlaşılabildiği düşünüp konuya noktayı koyuyoruz.
Şimdi soralım, bu ilmi açıklamaya ne diyecek ateist yazarımız? “Çok yaşa!” ifadesinden daha anlamlı değil mi bu ifadeler. Hem de 1400 sene öncesinden, İslami kayaklı olarak.
Hukuk ve ahlak anlayışıyla ilgili
bölüm 2
bazı sorular
“Hırsızlık, zina vb. gibi suçları işleyen kişilerin, ölmeden önce ‘la ilahe illa’llah’ (Allah’tan başka tapacak yoktur) demek suretiyle her türlü günahtan kurtulup doğruca cennete gideceklerini kabul edebilir misiniz?”
Kul hakkını Allah asla affetmez! Bir; kul hakkı, iki; şirk, İslam’da asla af edilmez günahlar olarak kabul edilir. İslam’da bir konu ile ilgili bir hükme varılacaksa o konu ile ilgili tüm ayet ve hadisler bir araya getirilmelidir. Yoksa ateistlerin durumuna düşmek, yanlı ve yanlış sonuçlara varmak söz konusu olur. Hele öyle bir de ölmeden hemen önce yapılacak istiğfarı Allah zaten kabul etmez. İşte en bariz örneği Firavun – Bir de ateistler Kuran’da kıssalar neden geçer derler, alın işte cevabı- Musa peygamber Kızıldeniz’i yarıp karşıya geçince, Firavun arkasından denize dalar ama ortaya geldiğinde sular iki taraftan kapanmaya başlayınca ” Bende Musa’nın ilahına inandım” der ama Allah imanını kabul etmez (Yûnus, 90- 91 ) Firavun kafir olarak ölür, son andaki tövbesi kabul edilmez, tıpkı kul hakkı ile gelen tüm diğer günahkarlar, af dilemeyen tüm ateistlerin af olunmayacağı gibi. Zina, hırsızlık büyük günahlardandır, sadece Lailaheillellah demekle cennete gidilmez ama imanını insan bu işleri yaptıktan sonra korur ve günahlarında tövbe eder, kul hakkı diledikleri tarafından da af edilirlerse kıyamet günü evet ya direk ya da günahlarının cezasını çekip cennete girebileceklerdir. Zaten İslam hırsızlık eden daimi cehennemde kalacak dese idi bu ateist bu kere “ Bir günah yüzünden ebedi cehennemde kalınır mı?” diye itiraz edecekti. Dolayısı ile ne ateistin dediği gibi, istediğin günahı yapıp sonra tek cümle ile cenneti kazanabilir, ne de kul hakkı ve şirk hariç günahlar yüzünden – tövbe edildikten sonra – ebedi cehennemde kalır bir insan.
Şirk ve kul hakkı dışındaki durumlarda günahtan tövbe etmeye, kul hakkı var ise gidip af istenmeye teşvik vardır, Vazgeçin, bırakın, terk edin günahları, ümidinizi kesmeyin anlamında. Ateistin kastı ile direk veya endirekt hiç bir bağlantısı yoktur efendimizin hadisinin.
Not: Şu işi yapan, şu ayeti okuyan şu kadar sevap alır, türü sayı ifade eden hadisler uydurmadır. İyi niyetli cahil insanların başkalarını ibadete teşvik için uydurdukları İslam’da olmayan şeylerdir.
“Namaz kılmakla her türlü günahtan kolaylıkla kurtulma olasılığına inanır mısınız?”
Bilinçli olarak namaz kılan, her namazda ahiret, kul hakkı, cennet nimetleri ve cehennemin azabı ile ilgili ayet okuyup, bunları düşünüp, namazın anlamını keşfedenlerin kıldığı her namaz tabii ki insanı günahtan alıkoyar. Kuran” Gerçek anlamı ile namaz kılan aşırı davranış ve kötülüklerden alıkoyar.” (Ankebut, 45 ) buyurur. Yani Kötülük ile namaz bir arada olamaz. Namaz kılan kötülük yapmaz, yapanın namazı namaz olmaz. Dolayısı ile “ Namaz kıl, her naneyi işle.” Mantığı asla İslam’la bağdaşmaz.
Müslümanlık sınavı
bölüm 3
Tanrı kavramıyla ilgili bazı sorular
“ Size deseler: ‘ Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar, saptırır ya da gönlünü kapatıp kafir kılar. Dilediğini putlara taptırır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kafir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?”
Bu konuya cevap sitemizde “ Allah kalpleri mühürler mi?” başlığı altında verilmiştir.
“Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad çalışanların cezası ancak (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. bu onların dünyada rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır.” (Maide suresi, ayet 34.)
Kimse kimseyi kandırmasın. “ İslam barış dinidir.“, Hz resul amcasını öldürtüp ciğerini yiyeni af ederken, ilk Müslümanlara işkence edip öldürenleri Mekke’yi fethedince bağışlamış, bedir’de esir edilenleri okuma yazma öğretmesi karşılığı serbest bırakmıştır. Peki bu ayetler neyi açıklamaktadır? Ayetlerde Müslümanlarla anlaşma yapıp, anlaşmayı bozanlara uygulanacak cezalar ifade edilmektedir. Bozan tarafın cezası karşılıklı İmzalanan anlaşmada belirtilmekte idi. Bu ayette anlaşmayı bozan karşı tarafa anlaşmanın ceza hükmünün uygulanmasını istemektedir. İki tarafın kabulü ile imzalanan ama karşı tarafın anlaşmayı tek taraflı bozduğu kuralları ayet sıralayınca mı, İslam insanlık dışı oluyor. Anlaşmayı imzalayan ve kabul eden karşı taraf bunları göze alıp anlaşmayı ihlal edip İslam alemini zora sokarken, bu şartlara razı olanlar ses etmezken – Çünkü göze alıp anlaşmayı bozmuştur! – İslam’a saldırmak için bu ayeti fırsat görüp kullanmak sadece önyargı, taassup göstergesi olmaktadır. Çünkü karşılıklı anlaşmaları bozma dışında ” İslam daima barış ve hoşgörü dinidir.” ve asla anlaşmaları bozan taraf Müslümanlar olmaz. Bu konu sitemizde “ Savaş esnasında uyulması gereken kurallar.” Başlığı altında işlenmiştir.
” Tanrı’nın yanlış ya da çelişkili kararlar verdiğine ya da insanlardan akıl alarak iş gördüğüne inanır mısın?”
“ Kuran’da çelişki yoktur.” adlı çalışmamız bu konuyu ele almaktadır.
Müslümanlık sınavı
bölüm 4
Hoşgörü” ve “İnsan sevgisi” konularında birkaç soru! Yazarın ileri sürdüğü iddialara cevaplar sitemizde işlenmiştir, tekrar buraya almıyoruz;
Müslümanlık sınavı
bölüm 5
“İslam ve kadın” konusunda bazı sorular
Cevaplar sitemizde verilmiş, “İslam’da kadın hakları” başlıklı yazımız konuyu ele almaktadır. Ayrıca “İslami emirler ve hümanizm” , “ İslam barış- hoşgörü dinidir” , “Kul olmak gerçek vatandaş olmaktır”, “ Savaş hukuku” , “ İslam sevgi toplumu.” Bu bölümdeki iddiaları cevaplamaktadır.
İslam şeriatının tarihi Türk düşmanlığı konusunda birkaç soru
“İslam şeriatında ‘ırklar’ ve ‘toplumlar’ arası eşitlik diye bir şey yoktur, Arabın üstünlüğü ilkesi vardır. İslam’a göre tanrı Türkleri insanlığa felaket getirici ırk olarak tanımlamıştır!” “İslam’ın Türk’e düşman olduğunu ve bu düşmanlığı Muhammed’in başlattığını ve Arabın tarihi Türk düşmanlığının bundan kaynaklandığını biliyor musunuz?”
“Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.” hadisi ve ırkçılığı yasaklayan yüzlerce ayet – hadisi görmeyen yazar uydurma olduğu bilinen hadisleri peş peşe sıralayıp islam’ı ırkçı bir din olarak göstermeye çalışmaktadır. Ümmetçi olduğu, ırkçılığa yer vermediği için faşistlerce eleştirilen İslam, önyargılı kesimlerce daima haksız eleştirilere maruz kalmıştır. Bu konu uydurma hadis kitaplarında öyle önemli yer kaplar ki, kimi uydurma hadisler Türkleri kötülerken, kimi uydurma hadislerde Türkleri övmekte hatta Hz resul’ü Türk bile ilan edebilmektedir. Bu konuda “ Türkleri kötüleyen uydurma hadisler.” Konulu yazımıza müracaat edilebilir.
Ateist yazarın sadece Türkleri kötüleyen uydurma hadisleri eserine alması bile onun ne kadar önyargılı- taassupkâr bir açıdan İslam’a baktığını göstermesi açısından önemlidir.
Kuran ve eleştirisi
İlhan Asel’in, “Kuran’ın eleştirilemez, “tartışma kabul etmez”, “içeriği değiştirilemez ve hiçbir şekilde değişmez bir kitap olarak benimsenmesi ve bundan doğma sakıncalar.” Şeklinde özetlenebilecek yazısına cevap.
Ebu cehil, Ebu leheb, Utbe bin rebîa, Şeybe bin Rebia’dan dehriyyunculara, oradan İbni Ravendi’ye, Oryantalistlerden Abdullah Cevdet’e ve en sonunda da Dursun, Arsel, Aydın, Bulut, Tanilli vb gibi nice kâfir Kuran’ı eleştirmemiş midir ve eleştirdiler de ne oldu?
Medîne’ye geçtikten sonra, oradaki Yahudi’lerin ya da “müşrik” Arap’ların kendisini bir takım sorularla güç durumda bırakmaları ve kendi taraftarlarından bazı kimselerin dahi soru sormaya kalkışmaları üzerine soru sorulmasını kendisi bakımından çok sakıncalı bulmuş ve yasaklamıştır; soru sormak ve din verilerini tartışmak gibi davranışları kâfir’lik” saymıştır.”
Bizzat Kuran’ın kendisi, bir peygamber olan Hz İbrahim’in soru sormasını bizlere haber vermekte ve bunu bizlere örnek göstermektedir. Bakara, 260:”Bir vakit de İbrâhim: ‘Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?’ demişti. Allah: ‘Ne o, yoksa buna inanmadın mı?’ dedi. İbrâhim şöyle cevap verdi: Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.” ( Dikkat iman sorunu yok ama kalben yani duygusal yönden, manevi olarak daha yücelmek için görmek istiyor!) Kuran bir peygamberin ‘ konuştuğu ve inandığı’ Allah’a soru sormasını bizlere haber veriyor, bu kitap mı soru sormayı yasaklamış? Bakın Kuran’da Allah ne buyuruyor: ” Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” ( Enfal, 42) Yine Allah ehli kitaba ( Kendilerine kitap indirilen Yahudi ve Hıristiyanlara ) şöyle seslenir: ” De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, iddianızı ispat edecek delilinizi getirin.” Kendi iddiasından emin olmayan muhataplarına böyle kesin bir üslup ile talepte bulunabilir mi?
İslam’ın ortaya çıkışından 14 yıl sonra yapılan Bedir savaşında bile (Mekkeli) muhacirlerin 94 kişi olduğu düşünülürse, Mekke’deki müşriklere karşı nasıl sert çıkışlar yapabilirdi ki Müslümanlar? Ayrıca Arsel’in İslam tarihinden haberi olsa Hz. Muhammed’in (s.a.v) kendisine sorulan soruların hepsine cevap verdiğini de bilirdi elbette. Kuran’da bile yüce yaratıcı kendi varlığının ispatlarını sunarken, okuyanı ilme-araştırmaya yönlendirirken, Rasûlüllah (sav) kendisine soru sorulmasını neden yasaklasın ki? Eğer öyle olsaydı, “Kim ilim öğrenme arzusuyla bir yola girerse, Allah bu sebeple ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.” (Müslim: Zikir 11) demez Müslümanları ilim öğrenmeye teşvik etmezdi. Soru sormadan ilim mi olur? Bırakın erkeklerin soru sormasını, kadınlarda Mescid-i Nebevî’ye gelirler, Hz. Peygamber’e soru sorarlardı. Talep üzerine Peygamberimiz kendilerine özel ders için Perşembe gününü tahsis etmişti. Hz. Âişe validemiz: “Şu Ensar hanımları ne güzel hanımlardır! Hayâ sahibi olmaları, ilimde derinleşmelerine engel olmamıştır” (Buharî: İlim 50; Müslim: Hayz 61; Ebu Davud: Taharet 120; İbn Mace: Taharet 124) demiştir. Bu konuda “ Kuran ve bilim.” Başlıklı yazımıza bakılabilir. Rasûlüllah’ın (sav) sorulmasını istemediği soru yok mu idi tabii ki vardı. Soran kişiyi yükümlülük altına sokacak veya kimseye faydası olmayacak gerekli gereksiz soruların sorulmasını efendimiz gereksiz görmüştür. Mesela “Yahudi’lerin vaktiyle kendi peygamberlerine ( Örnegin Musa’ya) sorular sorduklarını hatırlatarak: “Hayır, siz, ona benzer, öyle boş, kâfirane, taleplerde bulunmazsınız.” şeklinde konuşmuş ve bu konuda Tanrı’dan vahiy geldi diyerek Bakara sûresi’ne şu âyet’i koymuştur: “(Ey Müslümanlar!) Yoksa siz de, daha önce Musa’ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan çıkmıştır” (Bakara sûresi, âyet 108) Meselenin aslı şudur: “Bir vakit de Musa, kavmine demişti ki: “Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor.” Onlar da: “Ay! Bizimle eğlenip alay mı ediyorsun?” dediler. O da: “O gibi cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” dedi.“Onlar: “Bizim için Rabbine dua et onun ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: “Bir sığır ki ne yaşlı, ne de genç, ikisi ortası bir dinç. Haydi emrolunduğunuz işi yapın!” dedi.” Onlar: “Bizim için Rabbine dua et rengini bize açıklasın” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: Rengi bakanlara sürur veren sapsarı bir sığır.” dedi. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et, onu bize iyice açıklasın; çünkü o sığır bize karışık geldi. Bununla beraber Allah dilerse elbette onu buluruz.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: O, ne koşulup toprağı süren, ne de ekin sulayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” dedi. Onlar da: “İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun.” dediler. Bunun üzerine o sığırı (bulup) boğazladılar. Neredeyse yapmayacaklardı. (Bakara, 67-71) Yüce Allah, İsrail oğullarına bir sığır kesmelerini emretti. Ancak Yahudilerin içerisinde de özgür akla (!) ve eleştirel bakışa (!) önem veren insanlar vardı ki soru üzerine soru sordular. Teferruat istediler, başlarını belaya soktular. Yahudiler daha başlangıçta herhangi bir sığır kesseler, Allah’ın emri yerine getirilmiş, maksat hasıl olmuş olacaktı. Rasulullah (sav) bu tür kişinin kendisine fayda sağlamayacak, kendi ve çevrelerini zora sokacak sorular sorulmasını istememiştir. Hz. Peygamber(s.a.v.) “Oraya yol bulabilen insana Allah için Ka’be’yi haccetmesi gereklidir.” (Ali İmran 97) ayetini okumuştu. Bir adam kalkarak: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” Diye sordu. Hz. Peygamber bu soruya cevap vermedi. Adam sonra “Ya Rasulallah! Her sene mi? Diye sordu. Hz. Peygamber yine yüz çevirdi. Adam üçüncü kez yine: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, eğer ‘Evet!’ deseydim o zaman mutlaka (her sene) vacib olurdu; eğer o şekilde vacib olsaydı siz de onu yerine getiremezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre girerdiniz. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakınız, üstelemeyiniz.” (Müslim Hac 141,412; Nesai hac 76, İbn mace menasik 41-44, Ahmet 4/175) “Andolsun ki, biz bu Kuran’da, insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insan olmuştur (İnsan’ın en çok yaptığı şey, tartışmasıdır)” (K. Kehf, sûresi, âyet 54-56).”, ” diğer insanları hak yoldan uzaklaştırmaya çalışır (Zümer suresi/8) ayetleri acaba Arsel’e kendini hiç anımsatmış mıdır?
Dursun devam eder: ”Kuran’a koyduğu hikâye ve masalların pek çoğu, soru sormanın kötülüğünü, ve peygamberlere soru sormadan baş eğmek gerektiğini dile getirir nitelikte şeylerdir.”
Kuran bir çok ayette yer ve gökler üzerinde araştırıp düşünmeyi (Âl-i İmran Suresi 191,Zâriyât suresi ayet-21, Ali İmran, 190, Furkan, 62, Sâd, 27… , İ.Canan, Kütüb-i Sitte, 16/147-151, Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 118; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/209; Ah-med b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, s. 139, el-Heysemi, Mecma’u’z-Zeva’id, 1/81; eI-Beyhaki, Şu’abu’l-İman, 1/136; es-Suyuti, el-Cami’u’s-Sağir, 3347, 3349 ) tavsiye eder. İlim sahiplerini över. İlimle ilgili bir çok ayet ve hadis vardır. Sadece bir ayet örnek verelim: “Rabbim ilmimi artır” (Taha, 114) duası Kuran’ın öğrettiği duaların başında gelir. Ama bazı sorular vardır ki üzerinde düşünmek sınırları zorlamaktır mesela Allah’ın mahiyeti gibi Rasulullah’da (s.a.v.) düşünmekle Yaratıcının bilenemeyeceğini ifade etmiş, “Allah’ı düşünmeyin onun sıfatlarını düşünün” buyurmuştur. Çünkü; Allah kainatta kendisine benzeyen bir şey yaratmamıştır ki insan düşünerek O’nu bilebilsin ( “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” : Şûrâ, 11)
İ. Arsel; “Her ne kadar Muhammed, zaman zaman kendisine soru sorulmasını istermiş gibi görünerek: “Her kim bana bir sey sorarsa behemehâl haber verecegim. Babasının kim olduğunu sorsa bile” demekle beraber, din konularında (özellikle Kur’ân üzerinde) tartışma olasılığına fırsat bırakmamıştır. Örneğin “ceza günü”nün ne zaman geleceğini, “kıyamet’in” ne zaman kopacağını soranlara, bu soruları yüzünden ateşe atılacaklarını söylerdi”
Arsel’e sormak lazım din konularında soru sorulmasını izin vermeseydi acaba din bugüne kadar nasıl gelirdi? ”Kıyametin ne zaman kopacağını sormalarına izin vermemiş”miş. Arsel eline bir hadis kitabı alsaydı, kıyamet alametlerinin neler olduğunu orada ayrıntılı olarak görürdü. Kıyametin ne zaman kopacağı konusunda ise cibril hadisi diye meşhur hadiste “ Sorulan sorandan daha bilgili değil” diye kendisi de bunu bilmediğini ifade etmiştir. Rasulullah (sav) bilse de kıyametin ne zaman kopacağını haber verseydi, Arsel ne yapacaktı namaza mı başlayacaktı?
Arsel: “Yine bunun gibi kendisine, Tevrat’ın tüm olarak indirildiğini söyleyen ve: “Neden sana Kur’ân tümü itibariyle indirilmez de parça parça indirilir” seklinde soru soranlara çok içerlerdi.”diyor. “Kur’an neden bir defada indirilmedi” sorusu o dönemdeki kafirlerin de sorusudur. Kaldı ki Tevrat, Zebur ve İncil’in bir defada indiğini söyleyen Hz. Muhammed idi. Eğer Arsel’in iddia ettiği gibi Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed (s.a.v.) kendi uydurduysa, diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi bir defada indi der tamamını kendisi okurdu. Âl-i İmran suresi 61 ayetini (ki mübâhele ayeti denir) vererek, “Söylendiğine göre Necrân Hıristiyan’larından bir heyet, İsa’nın babasız doğduğuna dâir Kuran’da yer alan âyet’lerle ilgili olarak bazı iddiâlarda bulunmuşlar, bunun üzerine Muhammed onları lânetleşmeye çağırmıştır. Fakat güyâ Necrân’lilar, bunu göze alamayıp Muhammed’in koruması altına girmeyi tercih etmislerdir. Anlaşılan o ki “lânetlesme” işi, her hangi bir hususta Muhammed ile tartışmaya girişmek isteyenleri korkutmuş, ve bu işten vazgeçirtmiştir. Çünkü güyâ Tanrı Muhammed’ten yana olduğu için, Muhammed ile lânetleşmek korkulu bir şey olarak görülmüştür.” Diyor. Muhatabı olan Hristiyanlar bile onun peygamber olduğunu ifade etmişken, Rasulullah’ın (sav) mübâhele yapmak istemesine Arsel niye itiraz ediyor ki? Bu Rasulullah’ın davasının hak olduğuna ve davasına olan güvenini göstermez mi?
Arsel : “Kur’ân konusunda akılcı” bir tartışmaya girişilmesine yanaşmazlar; Kur’ân üzerinde tartışma yapmayı, Tanrı’ya ve Muhammed’e hakâret sayarlar ve tartışmaya girişenleri dinsizlikle suçlarlar. Çünkü tartışma ve eleştiri yoluna girildiği an bu kitabın sarsıntıya uğrayacağını ve muhtemelen temel’den yıkılacağını herkesten iyi bilirler.” Der.
Darwinizm mi akılcılık yoksa ateizm mi? Komünizm mi yoksa ABD’de yaşayıp emperyalizmin tek düşmanı İslam’a saldıran eserler vermek mi akılcılık?! Kuran üzerinde tartışılmayan hatta iftira edilmeyen tek ayet kalmamıştır yeryüzünde. Soru vardır öğrenmek için sorulur, soru vardır iyi niyet ama eksik bilgi içerir soru da vardır muhatabı küçük düşürmek, onunla alay etmek için gündeme sokulur, verilen cevap ta önemli değildir, cevap dinlenmez diğer konuya atlanır kısaca ilmi tartışma değil, iftira- çamur atma yarışı vardır ortada, işte bu dinsizliktir. Yoksa yüzlerce yıldır tartışılan Kuran hala ortada ama tartışanlar fikirleri ile tarihin çöplüğüne gömülmüş, toprak olmuşlardır. Arsel; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Babürlüler, Harzemşahlar, Endülüs Emevileri gibi İslam devletlerini, Farabi, Kindi, İbn-i Sina gibi Allah’a, meleklere, ruh’a inanan, İslam şeriatı dışına çıkmamaya önem veren bu Kuran âşıklarını tam anlayamamıştır muhtemelen. İslam tarihinde Kûfe ekolüne Ehli Rey denmiştir. Bunlara Ehli Rey denmesinin sebebi Allah’ın (c.c.) muradını, Rasulullah’ın (sav) kastını anlamada aklı kullanmalarıdır. Yoksa Arsel’in dediği gibi cezaları yumuşatmamışlar, ya da hafifletmemişlerdir. Ebu Hanife’nin cezalar konusundaki ictihatları Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “Şüpheli şeylerle hadleri(cezaları) kaldırın” hadisi gereğidir, Roma hukuku falan değildir. Görüldüğü gibi yazarın iddiaları mesnetsiz, hata arama amaçlı ve dayanaksız tamamen önyargı mahsulü ithamlardan oluşmaktadır.
“Onların kalpleri var ama onunla idrak etmiyorlar, onların gözleri var fakat onlarla görmüyorlar; onların kulakları var fakat onlarla duymuyorlar. Sanki hayvan sürüsü. Hayır, belki onlardan da aşağı! Körcesine dalıp gitmiş olanlar işte böyledir.” (Araf, 179) “Topraklar gibi, kalpler de farklı farklıdır. Her toprakta meyve, her kalpte marifet yetişmez. ” ( Sühreverdi, Avarif, 1.bölüm )
Arsel Kuran’ın toplanıp yazıya geçirilmesini diline dolamış ve sonra Kuran’ı Muhammed yazmış ve sonra da salavat kelimesine takılmıştır. “ Kuran’ın toplanması “ başlıklı yazımız ilk iddiasına cevap verirken, diğer iki iddiasına cevaba geçelim:
Arsel aşağıdaki ayeti vererek Kuran’ Kerimi Hz. Muhammed’in kendisi uyduruyor, o tanrı sözü değil demeye getiriyor: “Bu Kuran şerefli bir elçinin Allah’tan getirip okuduğu sözüdür.” ( Tekvir, 19 ) Arsel eğer biraz Arapça bilseydi haydi Arapça bilmesini bir yana bırakın biraz kafası çalışsaydı “Andolsun ki, Kerîm (onurlu) olan bir elçinin sözüdür” ayetinde Muhammed isminin geçmediğini “Kerim elçi” denildiğini görürdü. Evet Hz. Muhammed (s.a.v.) bir elçidir. Elçi; kimin elçisiyse onun sözlerini nakleder, kendisi bir şey uydurmaz. Hz. Muhammed (s.a.v) Rabbin elçisidir ve ondan aldığı vahyi tebliğ etmiştir.
Arsel, “Fakat bütün bunlardan gayrı bir de Kur’ân’da, Tanrı’nın Muhammed’e “salevat” getirdiğine, ve Müslümanların Muhammed’e teslimiyet göstermeleri gerektiğine dair şöyle bir âyet var: “Süphe yok ki Allah ve melekleri, salavat getirirler peygamber (Muhammed’e; ey inananlar siz de ona salavat getirin, tam teslim olarak da selâm verin” ( Ahzab 56). Bu âyet’in bir başka şekli şöyle: “Bir hakikattir ki Allah ve melekleri, o Yüce Nebî Muhammed’e salat ederler. Ey müminler, siz de hep ona salavat ediniz ve hulûs ile selâm veriniz” ( Ahzab 56)
Diyerek hata arama gayretine devam ederken aslında cahilliğini izhar etmektedir, farkında değildir. Arapça bilmediği halde İslami konularda yazılar yazmayı kendisine yol edinmiş bir zavallıyı bu konuda eleştirmek yazık olur çünkü o bunu kendisiyle dans ettiği T.Dursun dan nakletmiş. Salavat’ın ne olduğunu bilmesi mümkün değil. Salavat kelimesi Arapçada Allah’a izafe edilirse Rahmet, Meleklere izafe edilirse İstiğfar, kullara isnat edilirse Dua anlamına gelir. Bunu bilmek için de Arapçanın yanında belagat, bedi, beyan, lügat bilgisine ihtiyaç vardır. Kısaca salavat ile Allah rahmet, bizler efendimize dua ederiz ki bu anlarlarda gayet doğaldır.
Hz. Muhammed ve dünya hayatının nimetleri
Arsel, Hz Muhammed’in dünyalık nimetlere düşkün olduğunu, para, iktidar için peygamberliğini ilan ettiğini ileri sürer. Bu konu genel anamı ile “ Efendimizin evlilikleri konusunda “ işlenmiştir. Ayrıca,
Böyle olsa idi daha peygamberliğinin ilk yıllarında kendisine teklif edilen: Komutanlık, mal ve güzel kadınlar teklifini hemen kabul ederdi. Reddetti ve işkenceler gördü. Arkadaşlarından Rabia oğlu Amir’le beraber mescide gitmektedir. Ayakkabısının bağı çözülür. Amir hemen atılıp, bağlamak ister. Hz. Muhammed engel olur, kendi bağlar. Bir yandan da Amir’e hitap eder: “Bu, başkasına hizmet gördürmektir. Ben ise başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.” (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, c.3, s.154) Müslümanlar Bedir’e doğru giderken, deve azdır, ancak üç kişiye bir tane düşer ve sırayla binilir. Hz. Muhammed’le aynı deveyi paylaşan arkadaşları kendi haklarından gönüllü olarak vazgeçerler. Sürekli O’nun binmesini isterler. O ise kabul etmez: “Siz” der, “benden daha güçlü değilsiniz. Kaldı ki bende sizin kadar sevap kazanmaya muhtacım.” (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, c.3, s.219) Hz. Muhammed’in vefatından sonra bir akrabası Hz. Ayşe’yi ziyaret eder. Ayşe onun için bir sofra kurdurtur. Ve sonra dayanamayıp ağlamaya başlar. Akrabası sebebini sorar. Hz. Ayşe: “Ben doyuncaya kadar her yemek yiyişim de ağlarım,” der. Misafir sorar: “Niçin?” Hz. Ayşe:“Çünkü Allah’ın Elçisi bütün ömrü boyunca doyuncaya kadar hiç yemedi. Sıkıntı içerisindeydi. Bir günde iki öğün yemedi. Ekmek yediği zaman hurma yemedi, hurma yediği zaman ekmek yemedi. Sürekli başkalarını kendine tercih ettiği için hep böyle yaşadı. Şimdi ise insanlar yediklerini eritmek için ilaç kullanıyor.” (M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, I/381) Üç gün süren Hendek kazımının en zor tarafı aynı günlerde bütün şiddetiyle devam eden açlık ve kıtlıktır. Arkadaşları, çalışırken, açlıktan düşüp bayılmamak için orada adet olduğu şekliyle karınlarına taş bağlamışlardır. Bir ara karşısına dizilirler. Ahirette kendilerinin bu fedakârlıklarına şahitlik etmesini isterler… Ve elbiselerini sıyırıp, taşları gösterirler. O sadece tebessüm eder. Sonra da kendi elbisesini sıyırır… Hz. Muhammed’in karnında iki taş birden bağlıdır. (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.58,236) Bir yolculuktadırlar. Yemek için mola verilir. Arkadaşlarının her biri bir görev üstlenir. Hz. Muhammed’de (s.a.v.): “Ben de ateş için odun toplayayım”, der Arkadaşları mani olmak isterler. “Ey Allah’ın Elçisi! Siz dinlenin biz o işi de görürüz.” Hz. Muhammed (s.a.v.): “Gerçekten bunu isteyerek yapacağınızı biliyorum. Ancak ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Bunu Allah’ta sevmez”. Ve odunları toplamaya koyulur. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, c.1, S.63)
Medine’de Hicret’i takip eden ilk günlerdir. Medineli Müslümanlar bütün maddi varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen kardeşleriyle muhacirle her şeylerini paylaşırlar. Her eve on tane misafir düşmüştür. Hz. Muhammed’te (sav.) bu evlerden birini başka muhacir arkadaşlarıyla paylaşır. Onlardan biri olan Mikdad bin Esved anlatmaktadır. “Evde, sütleri ile evin geçiminin sağlandığı bir kaç keçi vardır. Keçiler sağıldığında herkes kendi payına düşen sütü içer… Hz. Muhammed’in payı kâsede kalırdı. Bir geceHz. Muhammed eve geç geldi. Herkes kendi payını içerek, yatmıştı. O kâseyi boş buldu bir başkası sütü içmişti ama sesini çıkarmadı. Sadece şöyle dua etti. “Ey bugün beni doyuran Allah’ım, onları da doyur!” Daha sonra Mikdad bin Esved peygamberin açlığını gidermek için keçilerden birini kesip, pişirmeye davranır. Hz. Muhammed (s.a.v.) izin vermez. Onun yerine ikinci kez sağılan “keçiden çıkan bir kaç damla sütü içer ve sessizce yatağına uzanır. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, c.1, S.188) Ebu Hüreyre ile birlikte, çarşıya alışverişe çıkmışlardır. Alış verişi bitirdikten sonra satıcıya tartması için para yerine kullanılan gümüş parçalarını uzatır ve: “Dikkatli ol, ağırca tart”, der. Şaşırarak hiç bir müşterisinden böyle bir teklif duymadığını söyleyen satıcıya Ebu Hüreyre karşısındakinin peygamber olduğunu bildirir… Satıcı derhal Hz. Muhammed’in ellerine kapanarak öpmek ister… O izin vermez. “Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, içinizden bir insanım.” Eve dönüş sırasında Ebu Hüreyre yükünü taşımaya yardımcı olmak ister ona da izin vermez. “Kişi, eşyasını, taşıyabiliyorsa, sadece kendisi taşımalıdır.” (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, c.3, s.156-157) Oturarak namaz kıldığını gören Ebu Hureyre sorar: “Ey Allah’ın Elçisi! Hasta mısın?”Cevap verir: “Hayır, açım!” Yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe Arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed (asv): “Arkadaş, sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Der ( M. Yusuf Kandehlevi, a.g.e., III/153) Yeni Müslüman olmuş ve görgü, nezaket kurallarından habersiz göçebe Arapların kendisini rahatsız etmeleri, amcası Hz. Abbas için ciddi bir üzüntü konusu olmaktadır. Bir gün yine böyle bir grup tarafından çevrelenmiş, tozun toprağın üzerinde ve kızgın güneşin altında yeğenini gören amca dayanamayıp, der:“Ey Allah’ın Elçisi! Bari sana bir çardak yapsak da hiç olmazsa güneşten korunsan! Müslümanların dertlerini orada dinlesen.”O cevap verir:“Hayır. Allah beni kendi katına alıncaya kadar, ben onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, elbisemi çekiştirmelerine ses çıkarmayacağım. (İbrahim Refik, a.g.e., s.109.) Arkadaşları O yanlarına her girdiğinde hızla ayağa kalkmaktadırlar. En sonunda bir gün dayanamaz. “İranlıların birbirlerini büyük görerek ayağa kalktıkları gibi siz de bana ayağa kalkmayın. Çünkü ben bir kulun yemek yediği gibi yemek yiyen, bir kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.” Bunun benzeri başka bir olayda ise uyarısına şu eklemeyi de yapar: “Hiç kimse için kalkılmaz. Ancak Allah için ayakta durulur.” Bundan sonra arkadaşları O içeri her girdiğinde kendilerini zorla tutarlar ayağa kalkmaz, oturmaya devam ederler. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, c.3, s.68; Kadı İyaz Şifai Şerif, s. 129) Kızı Hz. Fatma’ya giderek evinde yiyecek bir şeyler olup olmadığını sorar: “Kızım! Sende yiyecek bir şey yok mudur? Ben çok açım.” Hz. Fatma: “Canım sana feda olsun babacığım! Yemin ederim ki ben de de size yedirecek bir şey yoktur”, diye cevaplar. Bu sırada peygamberliğinin yanı sıra İslam devletinin de başkanıdır…Başka bir gün kızı Hz. Fatma yeni pişirdiği arpa ekmeğinden bir parça da peygamber babasına götürür. Hz. Muhammed kızına: “Vallahi kızım” der “üç gündür baban bir şey yememiştir” Bu sırada da devlet başkanıdır. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, c.4 s.383) Mekke fethedilmiştir. Siyasi ve askeri mücadelesinin zaferle sonuçladığı bir gün yaşamaktadır.Öğle yemeğini ise arkadaşlarıyla birlikte, sokakta, toprağın üzerine oturarak yemektedir. Bu durumu garip sayan, bir kadın laf atar (belli ki o günün dinsizlerinden) “Şuna bakın! Yere oturmuş bir köle gibi yemek yiyor.” Hz. Muhammed tebessüm ederek cevap verir: “Benden güzel köle mi olur! Çünkü ben de Allah’ın kölesiyim.” Başka bir defasında eşi Hz. Ayşe rica eder: “Ne olur bağdaş kurarak, biraz daha rahat oturarak yemek ye.” Bunun üzerine alnını yere değdirecek kadar öne eğilir. “Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum, çünkü ben bir kuldan başka bir şey değilim”. (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.64) Habbab bin Eret Mekke’den hicret etmiş, ilk Müslümanlardan, azatlı bir köledir. Yani toplumun en alt kategorisinde kabul edilen insanlardan… Medine’de Hz. Muhammed tarafından uzun sürecek bir göreve gönderilir. Tekrar evine dönüp, günlük işlerinin başına dönünceye kadar ise o işleri her gün Habbab bin Eret’in evinde bizzat Hz. Muhammed görür. Evin kadınları süt sağmasını bilmedikleri için sığır ve keçileri her gün Hz. Muhammed tarafından sağılır. Ailenin, erkeğin yokluğundan etkilenmesine izin vermez. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, c.1, S.66) Kendisine en çok benzeyen ve kendinden geriye kalan tek çocuğu Hz. Fatmayı, amcası Ebu Talib’in oğlu Hz. Ali’yle evlendiririken, çeyiz olarak verebildikleri, yorgan yerine kullanılan kadife bir örtü, yaygı, elek, havlu, bir bardak, bir el değirmeni, bir tulum, iki su testisi, içi hurma lifi dolu bir deri minder, deriden yapılmış bir kab ve bir kırbadan, ibarettir. Yorgan yerine verilen kadife örtü kısa olduğu için başa çekilince ayak, ayağa çekilince de baş açıkta kalmaktadır. (İbn-Sad, et-Tabakâtül Kübra, c.8,s.23,) O’nun vefatında İslam toprakları yaklaşık 1,5 milyon km ye ulaşmıştı. O hayatta iken Hicaz, Yemen ve bütün Arap Yarımada’sı, Irak ve Şam’ın yakın bölgeleri fethedilmişti. Oralardan elde edilen ganimetlerin beytülmal hissesi, cizye ve zekâtlardan krallara toplanamayacak kadar çok mal Rasulullah’a toplanıp getirilmişti. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey kendine almamış bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve Müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki; “Uhut dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yarımda birgece kalması beni memnun etmez.” (Sahih-i Buharı, Kitabu’z-Zekât ve Kitabu’r-Rikak’da; Sahih-i Müslim Kitabu’z-Zekât, 9. Bap, Hadis No: 33/94; Sünen-i Ibni Mâce, Kitabü’z-Zek’ât, 3. Bap, Hadis No: 1787) Hz. Peygamber’in maddi mirasını menkul mallar ve gayr-i menkul mallar şeklinde iki kısımda mütâlaa etmek mümkündür. Menkul olanlar, para, zâtî eşya, hayvan gibi mallardır. Hz. Peygamber son hastalığı esnasında yanında bulunan yedi dirhemin fakirlere dağıtılmasını istemiştir. (İbn Sa’d, II, 237-239.) Bu bakımdan o, nakit miras bırakmamıştır. Daha önce kölelerini de azat ettiğinden, vefat ettiği esnada kölesi ve cariyesi de yoktu. Bazı kaynaklar onun geriye develerinin, giyim eşyalarının, yüzüğünün, bazı aletlerin ve zırhının kaldığını kaydederler. Şüphesiz hanımlarının kullandığı ev eşyaları bunların dışındadır. Onun hayvanları ile bazı ev aletleri ve ayakkabılarının Ali ailesine verildiği kaydedilir. Hırkası, kılıcı ve yüzüğü ise devlete kalmıştır. (Bir devlet başkanı ölürken yanında 7 dirhem var ve onun da dağıtılmasını emrediyor.) Peygamberimiz kendisine getirilen sadakaları kesinlikle kabul etmemiş bunun kendisine ve ailesine haram olduğunu beyan etmiştir. “Bu, sadakalar, insanların mallarının kirleridir. Muhammed’e ve O’nun âline helâl değildir!“ (Sahihi Müslim, zekat 168) Bırakın zekât ve sadaka almayı, Rasulullah (s.a.v.) bir kişi kendisine bir şey hediye etse hemen o da ona bir şey hediye ederdi ve şöyle buyururdu: “Hediyeleşiniz ki birbirinize olan muhabbetiniz artsın!” (Münâvi, Camiu’s-sağir şerhi, III, 271) İbnu Abbâs (r.a) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v.), Hz. Muâz’ı Yemen’e gönderdi. (Giderken) Ona dedi ki: “Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Allah’a ibâdet olsun. Allah’ı tanıdılar mı, kendilerine Allah’ın zekâtı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse kendilerinden zekâtı al. Zekât alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira Allah’la bu beddua arasında perde mevcut değildir.” (Buhâri, Zekât 1, 41, Sadaka 1, 63, Mezâlim 9, Megazi 60, Tevhid 1; Müslim, İmân 31, (19); Tirmizi, Zekât 6, (625); Ebü Dâvud, Zekât 4, (1584); Nesai, Zekât 46, 5, 55) Hz. Muâz’dan: “Resûlullah (s.av.) buyurdular ki: “Kim malının zekâtını sevab umarak verirse, ona sevap verilir. Kim de zekâtını vermezse biz zekâtı ve malın yarısını (zorla) alırız. Bu, Rabbimizin kesin kararlarından biridir. Al-i Muhammed’e ondan bir hak yoktur.” (Ebü Dâvud, Zekât 4, (1575); Nesâi, Zekât 4, (5.15.16) Bilindiği gibi zekat muhtaçların hakkıdır, zekat parasıyla cami bile yapılması caiz değildir. Bir defasında Peygamberimize bir miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da hanımlarından birine verdi. Ogece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki, “İşte şimdi rahatladım.” (İmam Süyûtî, Menahilü’s-Safa, s.14’te, Hz. Aişe (R.A.) den İbn-i Saad’ın rivayet ettiğini bildirmiştir.) Peygamber vefat ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhını rehin vermişti. O yiyecek, giyecek ve meskenden ihtiyacı kadarı ile yetinirdi. İhtiyaçtan fazlasını edinmezdi. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi. Çoğunlukla da siyah çizgili sert bir elbise ve kalın bürde giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları yanında bulunan ve bulunmayanlara paylaştırırdı. Çünkü elbiselerle övünmek, onlarla süslenmek bir şeref ve yücelik ölçüsü değildir. Zeyd b. Sa’ne müslüman olmadan önce, Rasulullah’a gelerek bir alacağının ödenmesini isteyip Peygamberin yakasını toplayıp çekti. Ağır sözler söyledi ve “Ey Abdulmuttalip oğulları siz borcunuzun süresini uzatıyorsunuz” dedi. Hz. Ömer adama kızıp bağırdı. Rasulullah ise tebessüm ederek buyurdu ki, “Ya Ömer! Bana da, ona da senin bu tepkinden başkası gerekirdi. Bana güzel bir şekilde ödememi, ona da güzel bir şekilde istemesini söylemelisin.” Sonra “borcumun süresinin bitmesine üç gün süre kaldı” buyurarak, sürenin daha dolmamış olmasına rağmen, Hz. Ömer’e adamın alacağını ödemesini ve onu korkuttuğu için yirmi ölçek de fazla vermesini emretti. Bu olay Zeyd’in Müslüman olmasına vesile olmuştur. Zeyd bu olaydan sonra diyor ki, “Ben Muhammed’de peygamberlik alâmetlerinin hepsini görmüştüm iki şey var ki, onları denememiştim: Yumuşaklığı öfkesine galip geliyor mu ve öfkesi şiddetlendikçe yumuşaklığı artıyor mu, bunları denedim ve onda mevcut olduğunu gördüm” (İmam Süyûtî, Menahilu’s-Safa s.17, İmam Beyhakî’nin, Ebu Naiym’in, Ibni Hibban’ın tahric ettiklerini kaydetmiştir. Ayrıca imam Taberani, Mu’cem’inde tahric etmiştir. Mecmau’z-Zevaîd, 8/240.) İbnul-Munkedir diyor ki, Cabir b. Abdulah’ın şöyle dediğini işittim: Rasulullah’tan (s.a.v.) bir şey istenip te “hayır” dediği vaki değildir.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, 14. Bap, Hadis No: 56/2311) İbn-i Abbas (R.A.) diyor ki, “Rasulullah (s.a.v.), hayır yapmada insanların en cömerti idi. En cömert olduğu zaman da ramazan ayı idi. Cebrail (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen rüzgârdan daha cömert olurdu” (Sahih-i Müslim, Kitabü’l-Fedail, 12. Bap, Hadis No: 50/2308; Sünen-i Tirmizi, Ebvabu’l-Cihad, 14. Bap, Hadis No: 1687; Sünen-i fbni Mace, Kitabu’l-Cihad, 9. Bap, Hadis No: 2772) Rasulullah, Havazin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine beni mustalık kabilesinin tüm esirleri sahabe tarafından serbest bırakılmıştır. Yine Abbas (r.a)’a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş getirilmiş bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi sonra bir adam gelip istedi. Ona “Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git. İhtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bir şey gelince biz ona parasını öderiz.” Bunun üzerine Hz. Ömer “Ya Rasulallâh Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?” dedi. bu söz Peygamber’in hoşuna gitmedi. Ensardan bir sahabe de “Ver ey Allah’ın Rasulü. Arz’ın Sahibi’nin azaltacağından korkma!” dedi. Rasulullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden belli oldu. Buyurdu ki, “Ben bununla emrolundum” (Sünen-i Tirmizi, Şemail, s. 514-515) Ebu Hureyre’den (r.a.): Bir adam Rasulullah’a (s.a.v.) gelerek ondan bir şeyler istedi. Rasulullah başkasından yarım ölçek borç alıp ona verdi. Alacaklı yarım vasak malını istemeye geldiğinde, ona bir vasak verdi ve “Yarısı borcum için yarısı da bağıştır” buyurdu. (Sünen-i Tirmizi, Ebvâbü’z-Zühd, 37. Bap. Hadis No: 2363)
Yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı üzere O mal-mülk peşinde değildi, 10 yıl İslam devleti başkanlığı yapan bir devlet başkanı fakir bir hayat yaşadı. Günde bir öğün yiyen Hz. Peygamber (s.a.v.) haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tutardı. Receb ve şaban aylarında çok fazla oruç tutar, her ayın 13-14-15 inde ve her Muharrem ayında da üç gün oruç tutardı. Günde ikinci öğün yemek yiyen eşi Hz Aişe’ye “Bir günde iki öğün yemek mi yiyorsun” diye sitem ettiğini, Bazı günler de açlıktan diğer sahabeler gibi karnına taş bağladığını, Hz. Aişe’nin “aylarca evimizde ocak yanmazdı.” dediğini, Eşi Hz. Aişe’nin karanlık çökünce yatsıdan sonra hemen uyuduklarını söylediğinde, “kandilde (zeytin)yağınız yok muydu? Diyen hanım sahabeye “yağımız olsaydı onu yakmaz, yerdik” dediğini Kâfirler neren bilecek? Bu rivayetleri gören dinsizler, “Muhammed rüşvetle insanları Müslüman yaptı” diyecekler. Menfaat elde etmek için ortaya çıkmış bir peygamber niye para vererek insanları Müslüman yapsın? Zorla ellerindeki malları alır, istediği gibi ordu kurar, her istediğini de yapardı. O’nun gayesi o kişilerin dünya ve ahiretini kurtarmaktı başka bir şey değil. Mekkeli müşrikler, amcası Ebu Talib aracılığıyla peygamberimize şu teklifte bulunurlar: ‘Ey Muhammed eğer sen para istiyorsan sana para verelim, başımıza başkan olmak istiyorsan seni başkan yapalım, eğer istiyorsan seni kabilemizin güzel kızlarıyla evlendirelim. Yeter ki sen bu davadan (yani İslam’ı anlatmaktan) vazgeç. Peygamberimiz onlara şu cevabı verir: “Bir elime ayı, bir elime güneşi koysanız ben bu davadan vazgeçmem”. Demiştir. Hâlbuki bu teklifi kabul etseydi Mekke şehir devleti başkanı sıfatıyla istediği her şeye kolayca ulaşabilirdi. Ne kendisi ne de kendisine tabi olanlar ileride sıkıntı çekmezdi. Kadın düşkünü olduğu iddia edilen Peygamber (a.s) “Seni kabilemizin güzel kızlarıyla evlendirelim” teklifini kabul etseydi, istediğine çok daha kolay ulaşmaz mıydı? Canı kadar sevdiği ve hayattaki tek kızı olan Hz. Fatıma’nın çeyizi: üç minderden başka, Saçaklı bir halı, İçi, hurma lifi ile doldurulmuş bir yüz yastığı, iki tane el değirmeni, Bir tane su tulumu (kırba),Topraktan yapılmış bir su testisi, Meşinden yapılmış bir su bardağı, Bir elek, Bir havlu, Tabaklanmamış bir koç postu, Eskiyip tüyü dökülmüş Yemen dokuması alacalı bir kilim, Hurma yaprağından örülmüş bir sedir, Yemen işi alacalı iki elbise, Bir kadife yorgandan ibaretti. Geceleri; üzerinde uyudukları, gündüzleri de, biraz kestirip uykusuzluklarını giderdikleri döşekleri, koç postu idi. (İslam Tarihi, Asım KÖKSAL, 9/ 258, ibn-l Sa’d-Tabakat, c. 8, s. 8-25, Diyarbekrî-Hamîs, c. 1, s. 463,) Kendi öz kızını Hz. Ali ile evlendiren Hz. Peygamberin kızına verdiği çeyiz bunlardan ibarettir. Hazret-i Âişe’nin gelin olarak girdiği ve hayatının sonuna kadar yaşadığı hücre, Mescid-i Nebevî’nin Şam tarafına düşen, kapısı Mescide açılan, genişliği 6-7 arşından, duvarları kerpiçten, tavanı hurma bölmeleri ve yapraklarından ibaret, uzunca bir adam boyu yüksekliğinde bir kulübe idi. Yağmurun sızmasına mani olmak için tavanın üzerine yün tortusu örtülmüştü. Kapısı ardıç veya sac denilen bir ağaçtan veya örtüdendi. (Edebü’l-Müfred S. 202) Bu mütevazı hücredeki eşya da: Bir sedir, bir hasır, bir kat yatak, bir yastık, un ve hurma koymak için iki çanak, bir su kabı, bir su bardağından ibaretti. Ehl-i beyt’in üç gün arka arkaya muntazam bir yemek yediği de vâki değildi. Ekseriya hurma ve su ile geçinirlerdi. (Sünnen-i İbn-i Mâce C. 2, S. 536) Bazan ay geçer de bu mutavâzı hücrenin kandilinin ışıldadığı, bacasının tüttüğü görülmezdi. (Müsned – İbn-i Hanbel C. 6, S. 217) Rasûl-i Ekrem, Hazret-i Âişe’nin hücresinde bulunduğu zaman yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sorar, o da hiç bir şey bulunmadığını söylediği vakit o günü oruçlu geçirirler, yahut Medine’li müslümanlardan biri bir miktar süt gönderir ve bu sütle iktifa olunurdu. (Müsned – İbn-i Hanbel C. 6, S. 49- 244) Rasûl-i Ekrem’in irtihal buyurduğu gün, Hazret-i Âişe’nin evinde bir günlük yiyecek bile yoktu. Hz. Âişe, iki kız çocuğu ile bir şey istemeğe gelen fakir bir kadına bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamış, onu da, ona vermiştir. (Edebü’l-Müfred S. 45) Hicretin 9 uncu senesinde Medine’ye gelen mallar ve ganimetler son derece çoktu. Her taraftan Medine’ye zahire gönderiliyordu. Buna rağmen Rasûl-i Ekrem’in evindeki hayat tarzı değişmemiş, değiştirilmemiştir. Hayber’in fethinden sonra eşlerine tahsis olunan erzak dahi fakirlere tasadduk ve misafirlere ikram dolayısıyla vaktinden evvel tükenir, bazı günler ehl-i beyt aç kalırlardı.Bu sadelik ayetle de sabittir: Yüce Allah bunu Peygamberine, Ahzâb Sûresi’nin : “Ey Peygamber. Zevcelerine deki: Eğer sîz dünya hayatını ve zînetini istiyorsanız, geliniz size talak hakkınızı vereyim de hepinize güzel bir tarzda yol vereyim. Şayet Allah’ı ve Peygamber’inî ve âhiret yurdunu istiyorsanız şüphe yok ki Allah, sizden iyilik eden kadınlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır.” Mealindeki 28 ve 29 uncu âyetleriyle bunu açıkça belirtir. Bu ayet indiğinde Hazret-i Âişe’nin cevabı şu idi: Ya Rasûlallah; ben, Allah’ı ve Rasûlullah’ı tercih ediyorum. (Tabakat’ı İbn-i Sâd C. 8, S. 47; Müsned C. 6, S. 185, Caetanin’nin İsnad ve İftiralarına cevap, A.Köksal, s.52–53) Sahih-i Buhari’nin Cihad bölümünde şöyle bir rivayet vardır: Hz. Peygamber vefat ettiği sırada üzerinde bulunan elbiseler yamalıydı. Bu, öyle bir zaman ki Suriye sınırlarından başlayarak Aden’e kadar bütün Arabistan fethedilmişti. Evde genellikle aç dururdu ve geceleyin çoğu kere Hz. Peygamber ve bütün ev halkı aç yatarlardı. Hz. Peygamber peş peşe birçok geceyi aç geçirirdi. O ve ev halkı akşam yemeği bulamazlardı. Peş peşe her gün iki ay boyunca evinde ateş yanmadığı olurdu. Hz. Aişe (ra) bir gün bu durumu anlatırken Urve b. Zübeyr, “Peki neyle geçiniyordunuz?” diye sorunca Hz. Aişe (ra), “Su ve hurmayla. Komşularımız ara sıra keçi sütü gönderirlerdi de içerdik” dedi. Hz. Aişe (ra) şöyle der: “Hayatı boyunca yani Medine’ye gelişinden vefat edinceye kadar geçen dönemde Hz. Peygamber hiçbir zaman üst üste iki vakit iyice doyarak yemek yemedi. Bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna bir adam geldi ve “Çok açım” dedi. Hz. Peygamber mübarek eşlerinden birine; ” Yiyecek bir şeyler gönder ” diye haberci gönderdi. Giden kişi döndüğünde, evde sudan başka bir şey olmadığı haberini getirdi. Hz. Peygamber diğer eşinin evine haber gönderdi, oradan da aynı cevap geldi. Kısacası sekiz-dokuz evden, sudan başka bir şeyin olmadığı haberi geldi. Enes (ra) anlatır: “Bir gün Hz. Peygamber’in mübarek huzuruna geldiğimde Hz. Peygamber’in karnını bir kuşakla çok fazla sıktırarak bağlamış olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda oradakilerden biri, “Fazla acıktığı için” dedi. Ebu Talha (ra) şöyle der: “Bir gün ben Hz. Peygamber’in mescidde kuru toprağa uzanmış, açlıktan kıvranarak bir o tarafına bir bu tarafına döndüğünü gördüm.” Bir keresinde sahabe, Hz. Peygamber’in huzuruna gelip açlıktan yakındılar ve karınlarını açarak kuşaklarının altına bağladıkları taşları gösterdiler. Hz. Peygamber bunun üzerine açlıktan dolayı kendi karnına bir değil iki taş bağlamış olduğunu gösterdi. Çoğu kere açlıktan dolayı sesi o kadar kısılırdı ki, sahabe durumunu anlarlardı. Bir gün Ebu Talha (ra) eve geldi ve eşine; “Yiyecek bir şey var mı? Az önce Hz. Peygamber’in açlıktan sesinin kısıldığını gördüm” dedi. Bir gün çok acıkmış olarak tam öğle vakti evden çıktı. Yolda Ebu Bekir ve Ömer (ra) ile karşılaştı. O ikisi de açlıktan bitkin düşmüşlerdi. Rasulullah hepsini alarak Ebu Eyyüb el-Ensari’nin (ra) evine gitti. Ebu Eyyüb el-Ensari, Hz. Peygamber için daima hazır süt bulundururdu. O gün gelmesi gecikince sütü çocuklara içirmişti. Eşi haber alınca dışarı çıktı ve “Allah Resulü hoş geldi” dedi. Allah Resulü, Ebu Eyyüb’un nerede olduğunu sordu. Hurmalık yakın olduğu için Ebu Eyyüb el-Ensari sesi duyarak koştu geldi ve “Hoş geldiniz” dedikten sonra “Bu vakit, Allah Resulü’nün geldiği vakit değil” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber durumu anlattı. Ebu Eyyüb el-Ensari hurmalığa giderek bir salkım hurma koparıp getirdi ve “Şimdi et hazırlatıyorum” dedi. Hemen bir keçi kesti, yarısını tas kebap şeklinde yarısını da ateşte kızartarak pişirdi. Yemeği Hz. Peygamber’in önüne koyunca Allah Resulü : ” Bir parça ekmek üzerine az miktarda et koyarak Fatıma’ya gönder. Birkaç günden beri bir şey yemek nasip olmadı ” buyurdu. Sonra ashabıyla birlikte yemeği yedi. Birkaç çeşit yemeği görünce gözlerinden yaşlar boşandı ve: “Allah Teala’nın: “(Verdiğim) nimetlerden Kıyamet günü hesaba çekileceksiniz ” (Tekasür 102/8) buyurduğu işte bunlardır ” buyurdu.
Kuran’daki yeminler, benzetmeler, argo iddiası
Arsel derki: “Kuran’daki Tanrı, tıpkı Araplar gibi, her söylediğini yeminlerle kanıtlamak ister; tıpkı Araplar gibi, her vesileyle hakir kılıcı laflar eder, örneğin kullarına “yabani eşekler”, “susamış develer”, “dilini sarkıtıp soluyan köpekler” ya da “alçak zorbalar” şeklinde sözler sarf eder; tıpkı Araplar gibi kin ve intikam besler, kıskançlıklarını belli eder ve kendisinden beklenmeyen tutum ve davranışları seçer!”
Kur’anı Kerimde, bu kelimelerin nerede geçtiğine bir bakalım.
Yabani eşek: 42. “Sizi Sekar’a sokan nedir?” diye; 43. (Onlar) derler: “Biz namaz kılanlardan değildik, 44. fakirlere yemek yedirmezdik, 45. batakçılarla dalar giderdik 46. ve hesap gününe yalan derdik, 47. bize o ölüm gelinceye kadar!” 48. Fakat o zaman şefaatçilerin şefaati fayda vermez. 49. O öğütten veren şeyden yüz çevirirlerken şimdi ne mazeretleri var? 50. Sanki ürkmüş yaban eşekleri, 51. Aslandan kaçmaktalar! (Müddesir suresi, 42-51) 51. ayet ile düşününce hakaret değil, benzetme sanatı yapıldığı hemen anlaşılır.
Susamış/susuz develer: 84. Ey Muhammed! Şu halde onların azaba uğramalarını istemekte acele etme. Biz onlar için ancak (takdir ettiğimiz günleri) sayıp durmaktayız. 85.Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahman’ın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız, suçluları da suya koşan susuz develer gibi cehenneme sevk edeceğimiz günü düşün! 86. Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahman’ın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağımız, suçluları da suya koşan susuz develer gibi cehenneme sevk edeceğimiz günü düşün! (Vakıa suresi, 84-86) Yine benzetme, teşbih kullanılmış.
Dilini sarkıtıp soluyan köpekler: 175. Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. 176. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler. 177. Ayetlerimizi yalan sayan ve ancak kendilerine zulmeden bir kavmin durumu ne kötüdür! (Araf suresi, 175-177) Benzetme sanatı yine.
Alçak zorbalar: 08. O halde, yalanlayanlara itaat etme! 09. İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler. 10. Şunların hiçbirine eğilme, uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak, 11. Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran, 12. Hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış, 13. Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı. 14. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş? (Kalem suresi, 8-14)
Anlaşılacağı üzere ayetler; namaz kılmayan, fakirleri gözetmeyen, insanlara zülmeden, dünyada fitne çıkaran, kötülük yapan, boş şeylere dalıp giden, ahirete inanmayan, cehenneme sevk edilen, heva ve hevesine uyanlar hakkındadır. Teşbih sanatını bilmeyen; benzeyen, benzetilen, benzetme ve benzetme edatından haberi olmayan zavallıların kendilerini eşeğe, deveye, köpeğe benzetildiğini sanmalarında bizce bir sakınca yoktur. İntikama gelince evet “Allah intikam sahibidir” Kâfirler bu dünyada canları istedikleri gibi davranıp, ahirette de mükâfat mı bekliyorlar? Hem inanmadıkları bir Tanrının intikam sahibi olması onları ne diye alakadar eder? Yoksa ahiretin var olabileceği konusunda bilinçaltında bir düşünceleri var da içlerinde bulundukları ortam gereği dışa mı vuramıyorlar bilemiyoruz.
Arsel, “ Kuran’ın hemen her satırı, Tanrının kendi kendini yüceltmesiyle, “kul” olarak yarattığı insanlara kendi büyüklüğünü ve güçlülüğünü kabul ettirmek istemesiyle, onları yerlere kapanarak kendisine taptırmağa çalışmasıyla ve fakat bu istek ve gayretlerine karsı dikilenlere küfür’ler ve hakâretler yağdırmasıyla doludur.” İddiasındadır. Örnek olarak Vâkia sûresi, âyet 50-56. ayetlerini verir.
Önce ayet mealini verelim: “Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.”
Bir türlü ispat edilememiş evrimi savunup, sonra da bilim adına ahireti reddeden Arsel, yukarıdaki ayeti reddederken ona sormazlar mı; Sen zaten öldükten sonra dirilmeye inanmıyorsun, cehennem azabında bahseden ayetler sana niçin bu kadar dokunuyor? Yoksa bilinçaltı dürtüleri mi Arsel’i reddetmeye yöneltip, vicdanını susturmaya çalıştırıyor acaba? Yoksa Kuran’ın direk kendisine hitap ettiğini mi hissetti de itiraz etmektedir Arsel? Arsel yazdığı kitaplarda Müslümanlara, Allah’a efendimize her türlü hakaret, saldırıyı yapacak, insanların ve evrenin tesadüfen meydana geldiğini iddia edebilecek kadar kör iken ( Cevap olarak “ Evrim teorisi ” ve “ Allah’ın varlığının delilleri.” Adlı yazılarımıza müracaat edilebilir. ) Arsel’i, çevresindekileri, evreni, yoktan var edeni inkar etmesi yetmeyip, bir de İslam’ı karalama çabasına girecek ve Allah O’na ceza vermeyecek öyle mi? İşte Allah bizzat uyarıyor, “bak olacaklar bunlar.” Diyor, madem ağrına gidiyor, akıllansana!
Kuran” Ey sapık yalancı!” derken aslında ne kadar aktüel bir ilahi eser olduğunu da ispatlamakta değil midir? Evrim ile yüce yaratıcıyı inkar etmek yalancılık, hatta detaylarına inip evrim teorisi ile paralel teoriler ileri süren Freud’un libido eksenli görüşlerinin temeli sapıklık değil midir? ahireti inkâr bilim adına en azından imkansız sınırları içindedir, bilimin sınırları dışındadır ama evrimin bilim dışılığı bizzat bilim ile ispatlanmıştır. Arsel ise bilim dışı konuyu bilim adına inkâr ederken, bilimin 150 senedir bir delil bulamadığı evrimi bilim adına savunabilmektedir. Evrim masalı bilim oluyor, bilim adına inkarı imkansız ahiret inancı masal oluyor öyle mi? Ne tezat!
Allah’ın rahman, rahim, vehhâb vs gibi bir çok,” Seven, acıyan, bağışlayan” gibi sıfatlarını ve Kuran’daki cennet nimetlerini görmeyip, cehenneme girecek zalimlerle ilgili ayetler üzerine yapılan yorumlar aslında psikolojik tahlile de açık değil midir?
Arsel Kalem suresinden bir ayeti de kitabına alır:” Ayet’lerimiz ona okunduğu zaman: -Öncekilerin masalları!- der. Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz” (Kâlem, 15) Ben direk bu ayetin Arsel’i anlattığını düşündüm. Yeni vefat eden Arsel’in burnunun yerde sürtülüp sürtülmediğini ise zamanla göreceğiz!
Ayeti biraz geriden alalım (Ateistler hep aynısını yapar, ortadan cımbızla alırlar ) : 8 ile 15. ayetler: “O halde, yalanlayıcılara itaat etme… Yemin edip duran aşağılık, Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren, Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr, Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı, Mal ve oğulları var diye (böyle davranır).Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: “Eskilerin masalları” der.” İlginçtir “Daima kusur arayıp kınayan.” Ayetide bana yine Arsel’i hatırlattı. Ama konumuza dönersek ayet hep kötü olanlardan bahsetmektedir; Allah önce onlara kitap ve peygamber gönderir, yanlış davranışları açıklar, sonucun cehennem olduğunu vurgular, iyi olanların ( “İslami emirler ve hümanizm” yazısını tavsiye ederiz ) “ cennet nimetlerini de bildirir, sonucu insanlara bırakır. İsteyen cennete isteyen cehenneme gider. Hadi cehenneme gider bari başkalarını da saptırmasa idi…!?
Arsel Ali İmran 119. ayetten hareketle yine eleştirilerine devam eder: “Kuran’da (Imrân sûresi’nde) Tanrı’nın, inanmadan “ inandık” deyip Müslüman imiş gibi görünenlere karsı “Kahrolun” (ölün) diye bedduâ’lar ettiği yazılı.” Der. Ayete bakalım: “Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Kin ve öfkenizle ölün.” Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” Ayet ikiyüzlü, yalancı, münafıklara, İslam düşmanlarına, İslam’a kin duyanlara “Keskin sirke küpüne zarar.” Atasözü mealinde, kinin ancak sana zarar verir diyor ayet. Neden alındı Arsel, “size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar.” Ayetinden mi acaba yoksa alınganlık yapıp, “Kinin ile ölün” ayetinden mi?
Beyzavî ve Celâledin gibi en sağlam kaynaklara göre bu âyetler, Hz. Muhammed’e düşmanlık besleyen Velîd b. Muğire hakkında indirmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın büyük nimetler bahşettiği Velid, kibir ve gururuna yenik düşmekteydi. “Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed’e gelsin? Ebu Mesud Amr bin Umeyr bile nasıl bir kenarda bırakılabilir? Biz ikimiz Taif’in reisleriyiz” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın iradesine karşı durmaktaydı. Serveti ve sahip olduğu çocuklarıyla kibirlenmekte, kendisini herkesten üstün görmekteydi. Peygamberimize karşı yalan yanlış yere iftiralar atmakta, öldürmek istemekte, kıskanmakta, hasedi ve inadı ile en önde gitmekte idi. Kendisi iman etmediği gibi, kendi kavminden olanların da iman etmemesi için her türlü yola başvurdu. İslam’a ve Peygamberine karşı yaptığı hareketlerinden dolayı, hakkında en çok âyet nazil olan müşrik kişiler arasında yer aldı. (İbni Hişâm, Sîre, 1/288-289; Kâdı İyaz, Şifâ, 1/512-513 ) Arsel bu kadar düşmanlık yapan Muğire’nin avukatlığını neden yapmakta, yaptığı kötülükleri – İslami kaynaklarda tek tek anlatılır – neden gizleme gereği duymaktadır, yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
Harun’un kız kardeşi’nin anlamı nedir?
Arsel, “İsa’nın anası Meryem ile, Musa’nın ve Harun’un kız kardeşleri olan Meryem’i birbirleriyle karıştırmıştır. “ iddiasındadır.
Dünyada Harun isminde bir kişi mi vardır? İlk adı geçen Harun, Hz. Meryem’in akrabaları arasında o zaman yaşamakta olan salih bir insandır. Hz. Meryem, onun yolunda gidiyor, o salih insana benzemeye çalışıyordu. Zühd, taat ve ibadette onu kendine örnek alıyordu. Mugîre bin Şu’be (ra) der ki: “Resulullah (sav), beni, Necranlılara gönderdi. O yörenin halkı Hıristiyan’dı. Bana itirazda bulunarak: “Harun, Musa’nın kardeşidir. Kitabınız Kuran’da Harun, Meryem’in kardeşi olarak belirtilmekte, dolayısıyla, Hz. İsa’nın da Harun ve Kardeşi Musa ile çağdaş olduğu ifade edilmektedir. Oysaki Hz. Musa ile Hz. İsa arasında yüzlerce sene vardır. Bu nasıl olur? Dediler.” Onların bu sorusunu, dönüşümde Resulûllah (s.a.v.)’a arz ettim. Bana cevaben dedi: “Ey Muğire! Meryem zamanındaki insanların, kendilerinden önce yaşamış olan peygamberlerin ve salih kimselerin adlarını takınıp kullandıklarını kendilerine haber verseydin ya.” Resulullah’ın(s.a.v.) bu açıklaması, yukarıdaki ayet-i kerimede geçen Harun ile Necran halkının zannettiği gibi Hz. Musa’nın kardeşi Harun’un kastedilmediği anlaşılmış olmaktadır. Ayette geçen Harun ile Hz. Meryem’in zamanında yaşamış olan bir şahıs kastedilmektedir. Çünkü Hz. Meryem’in kavmi, kendilerinden önce gelip geçmiş olan peygamberlerin ve salih insanların adlarını takınıp kullanırlardı. Günümüzde de milyonlarca Muhammed, Ali, Fatıma, vb isimleri yok mudur? Bu konu, ‘Oryantalistlerin Kuran-İslam ile ilgili iddialarına cevaplar’ adlı sayfada daha detaylı ele alınmıştır.
Kuran, Tevrat ve kurban
Arsel, “Ademoğullarının hikayesi” başlıklı yazısında, Maide suresi 27. Ayetin anlamını yazarak, bunun Tevrat’ta da geçtiğini, bu iki oğulun isimlerinin Habil ve Kabil olduğunu Tevrattan örnek vererek yazarak Hz. Muhammed bu kıssayı “Tevrattan almıştır.” İddiasında bulunmaktadır.
Allah ilk insandan itibaren Allah İslam dinini insanlığa göndermiştir. Arada – Tahrif edilen, bozulan kısımlar dışında kalan yerlerde – benzerlikler olması çok doğaldır. Bu konuda “ İslam tüm dinlerin özüdür.” Başlıklı yazımızı tavsiye ederiz.
Hz. Adem’in oğullarının isimleri Kuran-ı Kerimde geçmez. Ayrıca Arsel’in iddia ettiği gibi Tevrat’ta Kabil değil Kayin adı geçer. Allah benzer içeriğe sahip emir ve yasakları insanlara iletmiştir. Muhammed’in İslam’ı davetinde Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğunu şu ayet bize haber verir; “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değildir. Fakat O, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”. (Ahzâb, 40, Ayrıca bakınız: Buhari, Menakıb 18; Müslim, Fedail 20) Kuran önceki peygamberlerin de Allah tarından gönderildiğini ve Hz Muhammed ile diğer peygamberlerin benzer mesajları bildirdiğini bir çok ayetle bildirir. Sâff, 6-22, Maide, 13. Kurbandan hareketle Arsel :“Eğer Tanrı kan akıtılmasından hoşlanmamış olsa, ve kurban’dan maksadın yoksul’a yardım olduğunu düşünmüş olsa, bunu açıkca bildirirdi.” der. Allah “Elbette onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Ancak O’na sizin takvanız ulaşacaktır. Böylece onları sizin emrinize verdik ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah’ı tekbir ile yüceltesiniz.”( Hac, 37) ayetini görmemiştir tabii sayın Arsel. “Siz de onların (kesilen kurbanların) etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.” ( Hacc, 28) ayeti yanında , zekat, komşu-kul hakkı, oruç gibi ibadetlerle toplumsal ruh birliğini sağlayan İslam’dan başka hangi sistem-din-felsefe vardır acaba? Bu konuda “İslami emirler ve hümanizm” adlı yazımıza bakılabilir. Yazar acaba bundan dolayı mı İslam’a saldırmaktadır? “Belli ki insanların kendisine olan bağlılıklarını “Tanrı adına” kan akıtılmasına göre değerlendirmek istemistir! Bundan dolayıdır ki din adına cihad’a çıkılmasını, kâfirlere karşı savaşılmasını, kılıçla vuruşulmasını ( Yâni kendi adına kan akıtılmasın) “kutsal” bir sey olarak görmüştür.” diyen yazara cevap olarak “ İslam barış dinidir.” Ve “İslam savaş kuralları.” Başlıklı yazıları öneririz. Allah’ın cihadı emretmesi; Yeryüzüne adalet gelmesi, zulmün ortadan kalkması, toplumların refah içinde yaşaması içindir. Günümüzde, Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra toprakları üzerinde kurulan 47 devletin ve dünyadaki birçok müstaz’af ülkenin içler acısı durumu ortadadır. Yıllarca Kapitalist ve Komünist ülkeler tarafından toprakları ve halkları sömürülen müstaz’af ülkelerin çaresi İslam’dır.
İlhan Arsel ve eserleri hakkında diyanetin görüşü
Sn. Arsel, aslında başkanlığımızın bir yayınını değil bunu bahane ederek, başta Kuran-ı kerim ve peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) olmak üzere İslâm dinini karalamaya çalışmaktadır. Oysa bir dini ve o dinde kutsal sayılan şeyleri karalamak bir insanlık suçudur; çünkü o din mensuplarını rencide eder. Ancak sn. Arsel’e göre, sadece İslâm dini değil, tarih boyunca bütün dinler, hür düşünceyi ve insan aklının gelişmesini önlemişlerdir. İlim, teknik ve medeniyetin ilerlemesi, insanlığın fikrî tekâmülü, din denilen vâhim eden ve dinle ilgili her şeyden kurtulmakla mümkündür. Sn. Arsel bu kanaatini “Kadın ve Şeriat” adlı mezkûr kitabında defalarca ifade etmekten çekinmediği gibi, muhteva itibariyle hepsi de birbirinin tekrarı olan “Arap milliyetçiliği ve Türkler” ( Ankara, 1973, ikinci baskı, 1975), ” Teokratik devlet anlayışından demokratik devlet anlayışına, ( Ankara, 1975), ” Toplumsal geriliklerimizin sorumluları; din adamları” ( Ankara, 1977), ” Biz profesörler” ( Ankara, 1979) adlı kitaplarında ve çeşitli makalelerinde de ısrarla savunmaktadır. Adı geçenin kitaplarının rast gele sahifeleri çevrildiğinde bile görülmektedir ki, dinî hükümler maksatlı şekilde yorumlanarak alay konusu yapılmakta, dünya çapında ün yapmış büyük ilim adamları, Allah’a inandıkları ve dine saygılı oldukları için aşağılanmaktadır. bu konuda, kitaplarında gelişigüzel seçilmiş bir kaç örnek şunlardır:
a. “islam’ın en büyük ve en geniş görüşlü sanılan bilim adamları, düşünürler ve yazarlar, örneğin al-farabîler, ibn sinâlâr, ibn tufeyller, al-gazâlîler ve saymakla bitmeyecek daha niceleri, bütün gayret ve dehalarını: “Ne yapalım da şu aklı, şu insan zekasını işlemez, düşünemez ve yaratamaz hâle sokalım… Ne yapalım da insanları yani halk yığınlarını, kendi akıl ve iradeleriyle değil ve fakat gökten inen kurallara göre yaşamağa alıştıralım, sorununa yönelmişlerdir…” ( toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.3) düşünebiliyor musunuz, batı bile Farabi – Rüşt’ü ustat kabul etmişken!
b. “… Şinasilerin, Namık Kemallerin, Mustafa Fazıl Paşaların, Ali Suavîlerin, Ziya paşaların ve diğerlerinin tutum ve davranışlarında özgürlüğün, halkçıların, millet iradesi üstünlüğünün, eşitlik düşüncesinin izlerini aramaz… düpedüz bilgisizliktir… istisnasız, tümü şeriatçı (dine bağlı) idi… önemli olan tek şey Kuran idi, hadis idi, sünnet idi…” (biz profesörler, sh.86(87) yazara göre ne kadar eser, yazar, fikir ürünü ortaya koyarsan koy, Kuran’a inanıyorsan cahilsin!
c. Aydın olarak bizlerin hepimize düşen en büyük görev, insan aklını ve düşün tarzını şeriatın ve özellikle Kuran’ın, ya da peygamber emirlerinin tutsaklığından kurtarıp, özgürlüğe kavuşturmak, akıl çağına ulaştırmaktır. .. Asıl önemlisi,… Kuran’ın yanılmaz bir kitap olmadığını, çelişkilerle dolu bulunduğunu, gerçekler kaynağı sayılamayacağım ortaya vurmanın… en büyük hizmet olduğunda karar kılmaktır…” (Biz profesörler, sh. 147(148) bu ne kin, önyargı, taassup. Kuran’da çelişki iddialarının cevapları sitemizde.
d. “…İster kur’an sûreleri ve âyetleri, ister peygamber hükümleri, ister icma-ı ümmet ve ister kıyas-ı fukaha hükümleri olsun, teker teker ele alıp eleştirmedikçe, yermedikçe, akıl süzgecinden geçirmedikçe, türk insanını uygar kerteye eriştirme yolu bulunamaz…” ( Biz profesörler sh.81) Şartlanmışlık psikolojisi ile hareket etmekte, tüm doğruları sadece kendisinin bildiğini düşünmektedir yazar ve kendisi gibi düşünmeyenleri mutlaka eleştirecektir. Eleştirel düşünce tabii ki olmalıdır ama “ İlla tek tek ve illa dini içerikli olanlar” şeklinde ayrımıma tutmadan olmalıdır bu düşünce tarzı. Çünkü bu tarz düşünceye önyargı denir.mesela neden ” Darwinizmde eleştirilmelidir” demez yazar, bu ‘Teori’ çok mu bilimseldir?
e- Evet, bütün sorun, din adamının cehaletinden ziyâde, onu câhil halde tutan, şeriatın (islâm dininin) kendisidir ve asıl savaşılmak gereken de bu temeldir. Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır ve onunla eğitilenler de, ister istemez câhil olmaktadırlar. Akla ve müsbet ilme ve ahlâka aykırı ne varsa, hepsi oradadır. Kuran ve hadis (sünnet) hükümleri oradadır… Bunları, Arap peygamberi tanrı adına ve tanrının sözleridir diye yerleştirmiştir…” (toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.210) Hem şeriat düşmanı hem şeriatı bilmiyor, şeriatı Araplara özel peygamber olan Muhammed (sav) yazmış diye iddia ediyor. Bu konuya cevap ta sitemizde mevcuttur.
İfade etmekte yarar var ki, İslâm dini; İlim, kültür ve medeniyetin yükselmesine engel değildir. Engel olsaydı, 8. asırdan 14. asra kadar bütün parlaklığı ile hüküm süren bir İslâm ilim, kültür ve medeniyeti doğmazdı, İslâm dininde müspet ilim ve akl-ı selimle bağdaşmayan hiçbir hüküm yoktur. Dinî hükümlerin ilim ve akl-ı selim ölçülerine göre değerlendirilmesinden, Müslümanlar hiç bir endişe duymazlar. Ancak, ilk emri oku! ( Alak sûresi, 1. ayet ) olan ve ” İki günü eşit olan kişi ziyandadır.” ( Keşfu’1-hafa, c.2, sh.233, no: 2406) ilkesi ile daima ilerlemeyi ve yükselmeyi isteyen bir dinî, “Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır…” hükmü ile cehaletin kaynağı olarak gösterilmesi, şüphesiz tarafsız ve ilmî ölçülerle yapılan bir değerlendirme değil; ” Dinler, ruhanîler sınıfının, halkı sömürmek için uydurdukları efsanelerdir. İlim ilerleyip, tabiattaki sırlar çözüldükçe, insanların kafası aydınlanacak ve bu efsane de yok olup; gidecektir…” diyen Voltaire (1694(1778), D’alembert (1717(1783), Diderot (1713(1784)… gibi 18. asır filozoflarından bir kısmının, günümüzde artık hiç bir ilmî değeri kalmamış, bâtıl iddialarının, körü körüne taklidine dayanan bir ön yargıdan ibarettir. Yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü üzere, sayın Arsel’in din ve özellikle İslâm dini konusundaki hükümleri, inceleme ve araştırma sonucu olmaktan çok, aşırı bağlı bulunduğu Voltaire ve benzeri filozofların, genellikle Hıristiyanlık konusundaki düşüncelerinin sonucu olarak ileri sürdükleri fikirlerden oluşmaktadır. Bu ön yargı onda tarafsız bir inceleme ve araştırma imkânı bırakmamış; onu İslâm’a ve Müslüman bilginlere hınç duymağa ve savaş açmaya sevketmiştir. Nitekim, en büyük hukukçular arasında yer alan ve Müslümanlarca imam-ı azam unvanı ile büyük saygı ile anılan Ebû hanife’ye “Hanefi efendi” deyişini, şöyle açıklamaktadır.”… Ebû hanife’ye “Hanefî efendi” derken, ben bu kullandığım efendi sözcüğü ile, zihniyetini ve insanlık anlayışını beğenmediğim . bu şeriatçıyı yermek istedim. tıpkı gazzalî’yi, ya da ibn teymiye’i ya da ebu’s(suûd ve nice benzerlerini yermek istediğim gibi. bu kişilerin adlarının yanına efendi sözcüğünü koymak, her nedense bana hınç çıkarma duygusu verir…” ( Biz profesörler, sh.186) Bizzat kendi ifâde ve açıklamalarından da anlaşıldığı üzere sayın Arsel dinî konularda yeter bilgisi ve yetkisi olmayışı bir yana, isabetli hüküm ve sonuçlara ulaşabilecek nitelikte tarafsız bir ilim adamı da değildir. O’nun din kavramına ve özellikle İslâm dinine karşı kin ve hınç derecesine varan bu olumsuz tutumu, onu akademik kariyere sahip bir bilim adamına yakışmayan davranışlara, halen üniversitelerimizde görevde bulunan değerli ilim ve fikir adamlarım, (kendi de dahil), toptan “Ortaçağ üniversitelerinde hademelik bile yapamayacak kertede kimseler…” ( Biz profesörler, sh.134; cumhuriyet gazetesi, 28 aralık 1976, sh.2; “fakülteden ayrılırken” başlıklı yazı) diye itham etmeğe ve hiçbir ciddî araştırma yapmadan, hatta hiç düşünmeden, gelişigüzel yazılar yazmaya ve bazen gülünç durumlara düşmeye kadar sevketmiştir. Nitekim, Osmanlı imparatorluğumun yükselme döneminde ( Kanunî, 2.selim ve 3.Murad’ın saltanatları esnasında) aralıksız 28 yıl şeyhülislamlık makamım hakkıyle dolduran; bilgisi, dirayeti, ahlâkı ve eserleriyle haklı bir üne kavuşan büyük Türk bilgini Ebu’s-suûd efendi’nin bir fetvasında, “Erkeklikten kesilmiş yaşlı kişiye…” anlamında olarak yer alan “cimâ’a kadir olmayan pîr’e” ifâdesindeki, ismin “e” hali ile kullanılmış “pir” (yaşlı kişi) kelimesini, bilinen asalak böcek (pire) sanmış; anladığım sandığı bu fetva ile ilgili olarak varlık dergisi’nin ağustos 1970 tarih ve 827. sayısında (sn.3) yayınlanan “değer ölçülerimizdeki zavallılık” başlıklı yazısında: ” Ebu’s-suûd efendi, bugün hâlâ Türklerin haklı olarak iftihar edebilecekleri en mühim şahsiyetlerden ve Türklere ve Müslümanlara büyük hizmetleri dokunan bir âlim olarak baş tacı edilir. Oysa ki, 16. yüzyılın bu büyük ve en ünlü bilgim diye gösterilmek istenen kişi, insanlık sevgisi duygusundan yoksun ve kadının pire ile cima (cinsî ilişki) edip edemeyeceği sorunlarıyla meşgul olabilecek kadar, insan zekâsızı küçülten bir kimsedir. Hiç şüphesiz, kendisine cimâ’a kadir olmayan pire” konusunda soru sorabilecek kadar câhil ve ilkel bir toplumdan, ebû’s-suûd efendiden daha iyisinin kolay kolay yetişmeyeceğini unutmak gerekir…” sözleriyle, gerçekten ortaçağ üniversitelerindeki hademelerin bile kolayca anlayabileceği Türkçe bir cümleyi anlayabilecek seviyede bulunmadığını, bizzat kendisi ispatlamıştır. Zira söz konusu fetvada “Cima kadir olmayan pir’e yahut on iki yaşında olan oğlancığa…” ifadesinde yer alan “pîr” ve “oğlancık” kelimelerinin, gramerde (ismin “e” hâli) denilen durumdan başka bir şey olmadığını anlamak için, değil profesörlük unvanına sahip olmak, okur-yazar bile olmaya gerek olmayıp, Türkçe bilmenin yeterli olduğu açıktır. Unutmamak gerekir ki, “Câhil ve ilkel bir toplum” olarak nitelediği toplum; ilim, sanat, kültür ve medeniyet itibariyle, asrının en ileri toplumudur. ebu’s-suûd efendi gibi ünlü bir kişinin şahsiyetinden ve yaşadığı asrın kültür ve medeniyetinden böylesine bihaber olan sayın prof. Arsel’in tek meziyeti, hiç bilmediği konulan bile bildiğini iddia ederek, milletimizin saygı duyduğu her değere hakaret edecek kadar cesur olmasıdır.”
Yukarıda verilen örnek ve açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, sayın Arsel’in başkanlığımız yayınlan ve hizmetleriyle ilgili olarak, objektif değerlendirmeler yapması mümkün olmadığı gibi, ilmî durumu ve ihtisası bakımından da böyle bir değerlendirme yapacak ehliyette değildir, îddialarının hemen hepsi mesnetsiz ve ön yargıdan ibarettir. Bilgi ve takdirlerine arz ederim.
İrfan Yücel
( Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan V. )
Soru: MUHAMMED’İN, KARILARI İÇİN UYDURDUĞU AYETLER: ” …Muhammed’e Hafsa, her ne kadar söz vermiş olsa da, sözünü tutmayıp gördüklerini Ayşe’ye söyler; Ayşe’de duyduklarını Muhammed’in diğer eşlerine aktarır. Bu yüzden Muhammed’in eşleri mırıldanıp söylenmeye başlarlar. Muhammed, Hafsayı karşısına alarak neden dolayı sırrı başkalarına açıkladığını sorar. Hafsa şaşırıp, bunu nereden anladığını Muhammed’e sorunca, Muhammed, herşeyi tanrı’dan öğrendiği, çünkü tanrı’nın her gizli şeyi kendisine haber verdiğini söyler. Ve olan biteni böylece kuran’a geçirir, yani karılarına duyduğu utancı, tanrı’ya atfen Tahrim suresinin 3. ayetini uydurur, ve karılarını uyarır! ” Buna cevap verir misiniz?
Cevabımız: Oryantalistlerin temel ithamlarının başını “Kuran’ı Muhammed yazdı.” iddiası çeker. Tüm Kuran’ı yüzlerce yıl taramışlar, “Daha önce karar verdikleri hükme” delil aramışlar ve sonunda Kuran’da bu ayet ile aradıklarını bulduklarını iddia etmişlerdir. İşin ilginç yanı – ve her zaman olduğu gibi- ateistlerde bu Hıristiyan önyargısına balıklama dalmışlardır. ABD’de yaşayan ve orada ölen İlhan Arsel’de Kuran eleştirisi adı ile yazdığı eserinin tümünde ne hikmetse (!) “Aynen” oryantalist iddialarını alt alta sıralamıştır. Gelelim sorunuzun cevabına:
Kuran’ın hiç bir ayeti sadece efendimiz ve ailesi için özel inmemiştir. Benzer bir iddia efendimizin evine izinsiz girilmemesi hakkındaki ayet ( Ahzab, 53 ) için de iddia edilir ( Ahzab 53: ayette Muhammed, eve gelen misafirlerini Allahın sözleriyle kovuyor iddiasına cevap için islamicevaplar.com/kurandaki-celiskili-ayetler-ithamina-cevaplar.html adresine bakılabilir ) Efendimiz evine izinsiz girilmemesini sağlamak için ayet uydurmuştur der oryantalistler. Halbuki efendimiz İslam’ın nasıl yaşanacağını bizlere uygulamalı olarak göstermekle görevlidir ( Ahzâb, 21, Haşr, 7 ) Yukarıdaki ayette yine Allah (cc) bizzat efendimizin hayatından örnekle bizlere mesajlar iletir. Ayet önce olayı aktarır ve benzer durumlardaki hükmü bizlere bildirir.
Hz. Peygamberin, eşlerinden birine sır olarak söylediği bir sözü o tamamen koruyamamış, yine Resulullah’ın eşleri içinden en çok samimi olduğu birine çıtlatmış, bundan haberdar olan Hz. Peygamber ona sitem etmiş, bunun üzerine ikisi birbirine arka çıkıp kendisinden bazı maddî taleplerde bulunarak diğer eşlerini de ilgilendirecek tarzda bir dayanışma içine girmişlerdi. Bu durum karşısında Resulullah, hem dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak hem de ailesine karşı eğitici bir tedbir uygulayarak onların gerçek iradelerini yoklamak üzere mûtat aile hayatını terketti, dargın bir halde onların odalarında bulunmak yerine îlâ yemini yapıp kendine ait odasında bir ay uzlete çekildi… Hz. Peygamber uzlete çekilişinin 29. günün bitiminde eşlerine döndü; onun eşlerini boşamadığı haberini de sevinç içinde Hz. Ömer duyurdu. Sûrenin asıl nüzul sebebi bu îlâ yeminidir, anlatılan diğer olaylar ise buna götüren sebep ve mukaddimeler olmalıdır.(Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VII/5084-5085,5094,5113, 5115)
Bizzat Hz. Peygamber’in hayatından örnek gösterilmesi gereğine binaen belirli olaylara gönderme yapan somut anlatım üslûbunun seçildiği bu ayetlerle kuşkusuz o sırada yaşanan bir probleme çözüm getirilmiş ve ayetlerin nüzulü örnek neslin yetiştirilmesinde etkili olmuştu.
Bu ayetin bize gösterdiği diğer önemli bir gerçek ise efendimizin vahiy almadığı durumlarda bizler gibi bir insan olduğunun örnekle bizlere gösterilmesidir. Efendimiz bir çok hadisinde ( Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben, sadece ve sadece bir kulum. O halde ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin ( Buhari, Enbiya 3484) Bir adam Peygamber’e dedi ki: “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, ey efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” Rasulullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin ki Şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im! Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni, Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez.” ( İbn Hanbel, III, 153) Yine efendimiz, Musa , Yunus ve İbrahim ( as ) içinde tevazuda bulunup kendilerini onlardan üstün gören Müslümanları uyarmıştır ( İbn Hanbel, III, 153, Buhari, Enbiya, 46 ve 38) ) ve Hıristiyanların İsa efendimize yaptığını Müslümanların kendisine yapmamasını öğütlemiş, bir çok Kuran ayeti de ( ” De ki: ben de sizin gibi bir beşerim.” (Kehf, 110), ” Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor.” (Fussilet, 6 ) ) efendimizin peygamber olası yanında bir insan olduğunun da altını çizmiştir. Zaten İslam’a giriş cümlesi; kelime-i şehadette de bu aynen vurgulanır: Muhammed (sav) Allah’ın önce kulu sonra resulüdür! Detay için ‘efendimizin aile hayatını irdelediğimiz’ yazıya bakılabilir.
Yine ayrıca Resulullah’ın davranışlarının – diğer alanlarda olduğu gibi- aile hayatında da sunîlikten, gösteriş ve yapaylıktan uzak olduğu ve iyi bir eş olma özelliğini öne çıkaran bir tavır sergilediği gözden kaçmamaktadır. Yine bu ayette atıfta bulunan olay vesilesiyle, sır verme konusunda titiz davranmak gerektiği, sır saklama konumunda bulunanların da ağır sorumluluk altında bulundukları dolaylı biçimde ifade edilmiş olmaktadır. Saklanmayan sırlar yüzünden nice kanlar döküldüğüne ve nice ümitlerin boşa gittiğine dikkat çeken Mâverdî, sır saklamanın insanın hayatındaki en önemli başarı ve esneklik sebeplerinden biri olduğunu belirtir ve Hz. Ali’nin şu özdeyişini aktarır: “Sırrın senin esirindir; sırrını açıkladığın takdirde sen onun esiri olursun.”(Mustafa Çağrıcı, İFAV Ans, IV118-119)
Kısaca oryantalist – ağızlı ateistlerin – iddialarının aksine bu ayette biz Müslümanların günlük hayatına ışık tutacak birçok hikmetleri bünyesinde barındırmaktadır. Muhammed EHAD
.
.
.
Bilgiler güzel fakat yazım şekli biraz kötü sitenin biraz daha modern olması gerekiyor.
CEVABEN
Bu konuda çok eleştiri var… İnşallah imkan olur, düzeltiriz.
Selamlar