Yazarın “Şeriat ve Kadın” adlı eserinin eleştirisi II
-Aynı esere cevap niteliği taşıyan bu ikinci yazımızın temelini, ateizmin kıyısından döndüğüm 1994 yılında yazmıştım, bazı konular tekrar gibi olsa da katkı sağlayacağını umuyoruz-
Yazarın kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan hadislerden oluşmaktadır. Kur’an ayetleri ise sübjektif yorumlarla kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetler ortam ve içeriğinden kopartılıp önceden belirlenen amaçlara uygun anlamlar yüklenmeye çalışılmıştadır.
Evrensel bir dinin peygamberi olan efendimizin, kendilerine iman etmelerini istediği insan cinsinin en az yarısını meydana getiren kadınları kötüleyecek sözlerin ağzından çıkmayacağı malumdur. Arsel, önce kendi görüşü doğrultusunda peşin hükümler ortaya koymakta; daha sonra sanki bunlar ilmen, tarihen doğru şeylermiş gibi bunların üzerine yazılarını oluşturmaktadır. Arsel ayrıca aklın ancak İslam’a muhalif kimselerde mevcut olduğunu ima etmekte, Yahudi ve Hristiyan veya cahiliye dönemi kadınlarla ilgili rivayetleri (Mesela Yahudilikte kadın uğursuz sayılmasını (Tayalisi, Müsned, s. 215), Hristiyanlıkta ise şeytanın kapısı olarak görülmesini (Sibai, Kadının yeri, s. 50) cahiliye dönemi Araplarında da kadın uğursuz (Buhari, buyû’, 100, Müslim, Fedail, 154) sayılmasını) Peygamberimize isnat etmektedir. Halbuki efendimiz “Bana dünyada kadınlar ve güzel kokular sevdirildi.” (Nesai, I/3937, Hanbel, Müsned, III/128) buyurarak, kadın ve güzel kokuyu yan yana zikretmiş, değil kadınlara hayvanlara bile hakareti yasaklamıştır. (Davud, Edeb, 115/5101)
Arsel işine gelmeyen rivayetleri de göz ardı etmiştir. Mesela, Efendimize isnad edilen, “Namaz kılarken önünüze sütre koymazsanız, köpek, kadın ve eşek o namazı keser.” (Müslim, salat, 265) sözünü işiten Hz Aişe annemizin “Siz, biz kadınları köpekler ve eşekler ile bir tuttunuz. Vallahi ben divan üzerinde uzanıp yattığımı bilirim. Rasulüllah (sav) gelir de divanın ortasına doğru namaz kılardı. Ben O’nun karşısına gelmekten çekinir, (kalkmak istediğimde) divanın ayakları tarafından sıyrılıp çıkardım.“ sözünün de Müslim’de (Müslim, salat 271; Buhari, Sütre, 10, 14; Nesai, Kıble, VII/753, İ. Mace, salat, XL/ 956) geçtiği halde onu görmezlikten gelmiş, kitabına koymamıştır. Zaten aralarında Hz Ali, Osman, Ebu Hanife, eş-Şafi, Malik, Servi gibi selef ve halef âlimlerinin çoğunluğunun bulunduğu görüşe göre, namaz kılanın önünden kadın, köpek eşek geçerse, kişinin namazı da bozulmaz. Zaten Ebu Davud’ta geçen, “Namaz kılan kişinin önünden geçen bir şeyin namazı bozmayacağına” dair hadisi de (Nevevi, Minhac, IV/217, Subki, el-Menhel, V/ 97) tabii ki Arsel görmemiştir! Ayrıca, “Kadın, eşek ve köpeğin namazı bozduğundan” bahseden hadisin tüm senedleri Humed b. Hilal b. Hubeyre’de kesişmektedir. Bu ravi için Yahya b. Said el-Kattan, ‘İbn-i Şirin’in onu beğenmediğini’ aktarmaktadır. Zehebi’de zayıf ravileri zikrettiği ‘Mizanu’l-İ’tidal’ adlı eserde ona yer vermiştir. Yine hadisin ravilerinden Abdullah b. Es-Samit el-Gıfari’yi Buhari hüccet/delil olarak kabul etmemektedir. Ebu Hatim’de de benzer ifadeler de bulunmaktadır. (Mizanu’l-İ’tidal I/616, II/ 447, İ. Hacer, T. Tehzib, II/ 33, III/ 172) Urve b. Es-Zübeyr anlatıyor, “Hz Aişe bize, ‘namazı ne bozar?’ diye sordu. ‘Kadınla eşek dedik. Bunun üzerine Aişe, “Size göre kadın gerçekten pek kötü bir hayvandır. Muhakkak ki ben kendimin, Rasulüllah namaz kılarken bir cenaze gibi Onun önünde uzandığımı görmüşümdür.” (Müslim salat, 269) İşin ilginç yönü, Müslim’deki 265. hadisle İslam’a saldırmayı deneyen Arsel, 269. ve 271. hadislerle ithamlarının çürüdüğünü görmemiştir! Arsel aynı şeyleri Müslim, Nikah 9. ve 10. hadislerde de yapmıştır. Bu iki hadis kısaca, ‘dışarıda beğenilen bir kadın görürseniz, eşinizle halvet yaparak, kötü yola düşmeyin’ mesajı verirken, 9. hadiste “kadın şeytan gibi karşınıza çıkar” ifadesi olan rivayeti kitabına alan Arsel, bu ifadenin geçmediği hemen sonraki 10. hadisi görmezden gelmektedir. Arsel kendini “Aydın, Prof, Bilimsel” kabul etmektedir. İşin ilginç yönü, kadını şeytan suretine benzeten hadisin ravilerinin (Yani hadisi rivayet eden, aktaran kişilerin) neredeyse tamamı hadis alimlerince tenkit edilmesidir. İslam alimlerince daha güvenilir kabul edilen diğer rivayeti görmezden gelen Arsel, Gazali’nin İhya’sından alıntıladığı bir hadise de ‘ekleme yapmaktan’ geri kalmamıştır. “Kadın dışarı çıktığı zaman şeytan onu takip eder.” cümlesi ile Arsel, efendimizden yaklaşık 1450 sene sonra ‘hadis uydurmanın devam ettiğini’ göstermesi açısından ilginç bir örnek teşkil etmektedir.
Şeriat ve Kadın
Yazarın bu kitabına aldığı hadisler ya mevzu (uydurma) ya da anlam ve hedefinden saptırılan, keyfi yorumlarla amacından uzaklaştırılan haberlerdir! Arsel Kur’an ayetlerini de subjektif yorumlarla, kendi istek ve arzularına göre yorumlanmakta, cımbızla ayetleri ortam ve içeriğinden kopartılıp istenilen anlamlar kendilerine yüklenmeye çalışmaktadır. Arsel Kur’anı Hz. Muhammed’in yazdığı iddiasındadır ve hadis’in tanımını da bu mantık çerçevesinde yapmaktadır: “Muhammed’in ‘Kur’an olmayarak’ söylediği sözler.” (s. 9)
Arsel İslam’a saldırmak için mut’a nikahını bile savunmaktadır: “Muta nikahı kadının İslam öncesi Arap kadınının özgürlüğünün örneğidir, fakat Muhammed bu sistemi kadının özgürlüğüne yer veren bir sistemdir diyerek kaldırmıştır.” (s. 27) Kadının vücudunu belli bir süre için istismar edip sonra kullanılmış bir mendil gibi atmak mıdır kadının özgürlüğü? Dikkat edilirse Arsel için özgürlük, kadının bedenine ulaşma ile sınırlıdır! “Kadınlara danışın aksini yapın” (s. 1, 270, 409) mealindeki hadis zaten uydurmadır. (Aliyyul-Kari, E. Merfua, s. 257; Sehavi, M. Hasene, s. 225; Şevkani, F. Mecmua, s. 130) Bakara, 233. ayet zaten, anne baba aralarında istişare ederek yani danışarak bir sonuca varınca, Allah’ın bu sonucu kabul ettiğini bizlere bildirmektedir. Hz Resul’de bir hadisinde: “Kızlarınızı ilgilendiren hususlarda anneleri ile istişare edin.” buyurmuşlardır. (Suyuti, C. Sağir, I/4) Bu konu ayrıca ‘İslam’da Kadın Hakları’ başlıklı yazımızda ele alınmıştır. Hz resul Ümmü Seleme’ye danışmış, onun fikrini kabul etmiş, Hz Ömer de Şifa binti Abdillah’ın görüşüne göre hareket etmiştir. Yine Ömer başka bir konuda Kureyşli bir kadının itirazı üzerine onun görüşünü dinleyip kabul etmiştir. (İbni Kesir, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azım, I/467; Askalani, T. Tehzib, XII/428; Vakıdı, K. Meğazi, 613) İmam-ı Ebu İshak el-İsferayini de, kadınların rivayet ettikleri hükümler ve hadisler erkeklerin rivayet ettiklerine zıt düşerse, kadınlarınkini erkeklerinkine tercih etmiştir. Kerime bint Ahmed el-Merveziyye, Buhari’den hadis rivayet edenler arasındadır. Bu hanımın hadis mecmuası güvenilir nüshalardandır. İbn Hacer el-Askalani, ‘Fethu’l-Bari’de ondan övgüyle bahseder. Ayrıca; Hz. Aişe’nin ilmi sahada gösterdiği başarı ancak akli yeterliliğine sahip bir kişinin gösterebileceği bir başarıdır. Sahabeden en büyük fakihler bile, fıkhi meselelerde Hz. Aişe’ye danışıyorlardı. Urve’nin Hz. Aişe hakkında; “Hz. Aişe’nin şiir bilgisine hayret etmiyorum, çünkü Ebu Bekir’in kızıdır. Fıkıh konusundaki ilmine de hayret etmiyorum, çünkü Hz. peygamber’in zevcesi idi. Fakat tıp konusundaki bilgisi beni hayrete düşürüyor.” dediği (Abdulhayy Kettani, et-Teratıbu’I-Idariyye, XI/432 433) nakledilmektedir.
“Uğursuzluk üç şeydedir” (s. 9, 62, 105, 113) gibi uydurma hadisleri kitabına toplayıp, sanki Hz resul demiş gibi aktarmış, ayetleri kesip, genel konseptinden ayırıp, genel anlamından koparmış ve sonra da İslam’da kadın, miras vb (s. 12) konularla kitabına devam etmiştir. “Kadın nasıl geriye atılmışsa sizde onları geriye atın” sözünü hadis kabul eden yazara önce cevap verip asıl konuya geçelim: Ayni, ‘el Bidaye’ adlı eserinde, “Bu söz mevkuf’tur.” demektedir. Yani bu söz peygamberimizin sözü değil, bir sahabeye ait olma ihtimali olan bir sözdür. Kemalettın İbn-i Hümam’da aynı görüştedir, ‘Bu hadis değil, sahabelerden Mesud’un sözüdür’ derken, İmam-ı Merginani’de ‘bu sözün kaynağı yoktur’ demektedir. “İslam öncesi Arap yaşamlarında kadını hor gören gelenekler hakim olmamıştır. Ne İslam’ın özünde kadın hak ve özgürlükleri yatmaktadır ne Kur’an’da kadının insanlık haysiyetine saygı diye bir şey söz konusudur ve nihayet ne de Muhammed’in kadını yücelttiği iddialarında isabet vardır.” (s. 23) diye yazan Arsel’e göre ‘Kadının satılmasını engellenmesi, kız çocuklarını diri diri gömmenin yasaklanması, kadın vücudunun sömürülmesinin yasaklanması, ona mülkiyet, eğitim hakları vermesi önemsiz ayrıntılar oluyor! İşin ilginç yanı Arsel’in, reklamlardaki kadın vücudunun istismarını, metres uygulamalarını, genelevlerde kadınların satılmasını eleştiren tek bir cümlesi yoktur! İslam’ın her kuralında eksiklik arama mantığı Arsel’i handikaplara sürüklemektedir: “Muhammed kız çocuklarını gömme yasaklamasının sebebi kadına değer vermesi değil, Müslüman sayısının azalmasına engel olmaktır.” (s. 28) Yazara göre İslam’ın iyi yönleri kötü, kötü (!) yönleri ise zaten kötüdür!
Hz resul “Çarşıdan getirilen değişik yeni şeyleri çocuklar arasında taksim ederken önce kızlardan başlamalı çünkü onlar ruhen daha hassas ve incedir.” (Yahya b. Yahya, Ş. İslam, s. 86); “Hanımlarınızla güzel geçinin” (Nisa, 19); kız çocuğu olmasını kötü görenleri azarlayan ayet (Nahl, 58-59); “Sizden kimin kızı veya kız kardeşi bulunur, onlara iyi muamele eder, onların hakkını yerine getirme konusunda Allah’tan korkarsa, o cennetliktir.” (Tirmizi, IV/320) gibi birçok ayet ve hadise yazar hiç rastlamamıştır!
Bilindiği gibi İslam’a göre meleklerin cinsiyeti yoktur. Ama bakın yazar bunu nasıl değerlendiriyor? “Nahl:57/62. ayetler ile dişilerden melek olamayacağını, çünkü tanrının dişileri melek yapmaya layık bulmamaktadır.” Sanki meleklerin erkeği varmış gibi! (s. 28 )
Türklerin kadınlara hak ve özgürlük verdiğini kanıtlamak için bir Müslüman olan Tuğrul Bey’i (s. 31) ve 4 eşi olan Muhammet Özbek Han’ı (s. 40) örnek vermesi de iddiaları ile tezat teşkil etmektedir. “Her toplum kadına verdiği değere oranla gelişir ya da ilkelleşir” (s. 40) diyen Arsel umarız ‘birkaç senede Arap Müslümanların neden hem medeniyet hem kültürde ilerlediğini anlamıştır’ diyelim ve devam edelim: “Şeriatta insanın kul niteliğinden ötürü ezildiğini (Bu konuda ‘Kul olmak gerçek anlamı ile özgür bir birey ve vatandaş olmak demektir’ başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz) ve bu ezikliğin acısını kendisinden aşağıda olan kadından çıkarma yoluna gidildiği” (s. 45) iddia eden Arsel, mesela dini bayramlarda tüm insanları aynı duygu etrafında hiçbir zorlama olmadan birleştiren, oruç açma anında tüm şehri aynı duygularla birleştiren, cemaatte aynı safta patron ile işçiyi birleştiren vd. başka bir güce örnek verebilecek midir acaba? Efendimiz döneminde mescidi silip süpüren zenci bir kadın ölüp defnedilmişti. Hz. Resul onu sorar ve durumu öğrenince “Bana vefatını haber vermeli değil mi idiniz? Haydi bana kabrini gösteriniz!” buyurur. Kabri başına gelince namaz kılar. Gelelim yazarın bu olayı değerlendirmesine: “Bu Muhammed’in ırk ayırımı yapmadan kadınlara değer verdiğini değil, mescid gibi yerlerde hizmet görmeyi teşvik amacına dayanır.” (s. 49) Tarih kitaplarında hadis diye geçen sözler İslam literatüründe delil, kaynak kabul edilmezken, bu tarih kitaplarında söylenen ve hadis kitaplarında yer almayan, Kur’an’a, İslam’ın ruhuna aykırı sözleri “Hadis” diye okura yutturmaya çalışan (s. 62) Arsel, Ayrıca ‘Hikayeye göre’ diye başlayıp, masal türü şeyleri aktardıktan sonra bir anda bu rivayetleri kesin imiş gibi İslam’a saldırmaya devam etmektedir. (s. 85) İslam’ın cinselliğe karşı olumsuz bir tutumu olduğunu ispat için Arsel bakalım nasıl bir örnek veriyor. Hz Yusuf’un başından geçenleri anlatmadan direk Hz Yusuf’un zina’dan uzak olmak için söylediği sözü aktardıktan sonra Arsel bakın konuyu nereye bağlamaktadır: “Allah’ım! Bana zindan bunların benden istediğinden (zinadan) daha hayırlıdır.” (s. 67) Yazar zina bile olsa, kadın kocasını aldatmak istiyorsa fırsatı kaçırmamalı mesajı mı vermek istemektedir acaba? Arsel’in ‘orijinal’ fikirlerinden biri de şudur: Müşrikler Hz Resul’ü öldürmek için evini sarmayı planlayınca ne olmuş biliyor musunuz? “Şeytan Hz resul’e durumu haber vermiş!” İşte böyle gülünç mantık işletmiştir Arsel kitabı boyunca. (s. 82, 106, 137 152, 212, 355) Diğer orijinal iddiası da şudur: Muhammed kendisinden sonra halifeliğe damadı Ali’yi değil, Ebu Bekir’i uygun görmüştür. Onu aklen ve fikren Ali’ye üstün kabul etmiştir. (s. 165) Muhammed Ebu Bekir’i halife olarak vasiyet etmiştir. (s. 352) Halbuki Hz Resul kimseyi vekil, halife tayin etmemiştir! Hz Ebu Bekir “Seçimle” halife olmuştur. Hz resul seçse- vasiyet etse, seçime lüzum kalır mı idi? “Kadın olmasa idi hakkı ile Allah’a ibadet edilirdi.” Sözü de hadis değildir. İ. Şevkani, İbn-i Adıyy, İ. Suyuti, Acluni, İ. Cevzi, Mürre, Nesai, Ahmed b. Hanbel: “Hadisin aslı yok, merdut, reddedilir” derler. (Menavi, Merhu camius-sağir: V/343; Şevkani, el Favaid, 119; Suyuti, el-Leali, II/159; Aclunı, Keşfu’l- Hafa, II/165; Cevzi, K. Mevzuat, II/255) benzer anlamdaki “Kadın olmasa erkek cennete giderdi” sözü de yine uydurmadır. Şevkani ve Suyuti ‘Hadis metruk, yalan’ derler. (Şevkani, Fevaid, 119, el- Leali, II/159) Yazarın dini altyapısını göstermesi için bir cümlesini aktaralım: “Muhammed’e peygamber olarak tapanlar.” (s. 80) İslam’a göre Allah dışında başka bir varlığa (peygamberler dahil) tapanlar müşriktir ve kafirden de daha aşağı derecededir. Zaten günümüze dek (Hz Ali için bile tanrı diyen çıkmıştır ama) efendimize tapan hiçbir Müslüman çıkmamıştır, çünkü peygamberimiz bunun tüm önlemlerini almıştır!
“Kadına okuma yazma öğretmeyin” (s. 269, 417) mealindeki söz için ‘ uydurma’ olduğunda görüş birliği vardır. (Albanı, M. Müslime, 13; Zehebi, T. Mustedrek: II/396; İ. Kayyım el-Cevziyye, K. Mevzuat, II/268; Darekutni, Heysemi, M. Zevaıd: IV/93; Acluni, K. Hafa: II/316) Muhaddisler ravilerin isim isim kezzab/Çok yalancı olduklarını belirlemişlerdir. Dikkat edilirse uzmanlarınca yalan olduğu birçok eserde açıkca ifade edilen uydurma hadisleri bir araya toplayıp İslam’a saldırı gayreti içine girer Arsel bu rivayetlerin uydurma olduğunu bilmiyorsa cahildir, bilip aktarıyorsa müfteri ve önyargılı bir karakter çizmektedir ki, her ikisi durumda kitabındaki fikirlerin değersizliğini ortaya çıkarmaktadır. Kısaca yukarıdaki rivayetler gibi bu sözler de hadis değildir, İslam’ı, Müslümanları asla bağlamaz! Şifa binti Abdullah adında hanım sahabiye efendimiz: “Hafsa’ya yazı yazmayı öğrettiğin gibi, nemle hastalığının çaresini de öğretsene.” buyurmuştur. (Ebu Davud: IV/11) Bu hadisten hareketle; İ.Teymiyye (Şevkani, N. Evtar, VIII/213), Hattabi (M. Sunne, IV/227), Sehanfüri el Hindi (B. Mechud, XVI/217), İ. Cevzi (Zadulmead, III/146), Azimabadi (A. Mabud, X/374) gibi alimler, değil yasaklamayı, kadınların okuma yazmalarının İslam’a uygun olduğunu ifade etmiş ve teşvik etmişlerdir. Tarihte Hz Aişe, Ümmü Uleyye, Kerime b. Ahmedil Mervezi, Ümmü Varaka binti Nevfel, Hz Zeynep, Fatma binti Kays, Hafsa binti Şirin, Fatıma El-Fihri, Meryem el-Usturlabi, Sutayta el-Mahamali, Fatıma el-Mecritiye gibi kendilerinden ilim öğrenilen birçok kadın alimler de bilinmektedir. 1990’lı yıllarda ülkemizde tesettürlü hanımların okuması yasaklanınca bu hanımların okuyabilmek için dünyanın dört bir tarafında dağılmaları da, bu sözü yalanlamaktadır zaten. Onları okumaktan men edenler de Arsel zihniyetinde insan olmaları olayı iyice ironikleştirmektedir! Bu konuda ‘İslam kadınların okumasına karşı mıdır?’ adlı yazımıza bakılabilir.
Arsel, “Cinsi münasebetten sonra yıkanmak erkeğe emredilmiştir. Çünkü erkeğin tenasül uzvu bile kadınınkine nazaran daha temiz, kutsal, şerden korunmalıdır” (s. 101) derken insanın yazara sorası gelmektedir: ‘Kadınlar gusül almıyor mu acaba?’Arsel, “Kadınla sevişmese bile erkek sadece sarılsa bile yıkanmalıdır, çünkü kadın pistir, şerden ibarettir, ona dokunan yıkanmalıdır.” (s. 102) diye de devam eder hayali senaryasuna. Halbuki sadece sarılmakla gusül gerekmez. Tanrı vahiy indirmekle görevlendirdiği melekleri dahi kadınlardan değil, erkeklerden seçmiştir.” (s. 413) Tüm meleklerin cinsiyetsiz olduğunu Kur’an ve İslam alimleri defaatle vurgularken, Cebrail’in erkek olduğunu da 1450 sene sonra ilk farkeden Arsel olmuştur demek ki!
“Kur’an’da tanrı özellikle erkeklere hitap eder” (s. 123, 210) iddiasında da bulunur Arsel. Bilindiği gibi romantik bir dil olduğu iddia edilen Fransızcada bile kadın erkek karışık bir grup içinde erkek olduğu için o gruba hitap erkek (Masqulen) sıgası ile yapılır. Aynı şekilde Arapçada da eğer erkek ve kadınlardan oluşan topluma hitap edilirken yine erkek (Müzekker) sıgası kullanılır. Aynı durum İngilizce için de söylenebilir. İngilizce ‘man’ hem erkek hem insan anlamındadır. Ama ‘woman’ kelimesi sadece kadın anlamına gelir. Bu bir gramer kuralıdır ve dil kurallarının din ile alakası yoktur, bu kural İslam öncesi dile yerleşmiş bir kaidedir. Amerika’lı akademisyen fizikçi Fritjof Capra bir eserinde kadın ve erkekleri temsil için ‘his’ kelimesini kullanmıştır: “Eril zamir olan ‘his’ hem erkekleri hem katılımları kapsayacak şekilde kitapta kullanılmıştır.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 98) Yine ateist yazar Bertrand Russell tarafından yazılan ‘Has Man a Future?’ adlı eser neden Türkçeye, ‘İnsanlığın geleceği var mı?’ diye tercüme edilmiştir? Arsel’e göre Russell sadece erkeklerin mi geleceği olmadığını ima etmektedir?! İbni Hazm’da, ‘Hz Resul tüm erkek ve kadınlara gönderildi. Allah ve Resul’ün hitabı dolayısı ile hem erkek hem kadınlara yöneliktir. Bu hitapları açık bir nas olmadan erkeklere tashih edip kadınları dışarıda bırakmak caiz değildir” demektedir.’ (El İhkam, III/81) “Kur’an’da hitap genel itibarıyla Eril (maskulin) kalıpla kullanılır. Ateistlerin mantığıyla, inkarcı zalim kadınların cehenneme girmeyeceği bile söylenebilir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 40) “Firavun’un eşine cennette köşk verilecektir. Hz Nuh’un, Hz Lut’un eşleri gibi olanların cehenneme atılacakları belirtilmektedir. Kur’an’da kişinin değeri, cinsiyetine göre değil, inancına ve yaptığı güzel işlere göredir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 51) “Erkek olsun kadın olsun, kim bir mümin olarak güzel, faydalı ve dürüstçe işler yaparsa kesinlikle ona çok hoş bir hayat yaşatacağız.” (Nahl, 97) Görüldüğü gibi Arsel’in iddiaları ile İslam hiçbir şekilde örtüşmemektedir!
Eserin 152. sayfasında Arsel kız çocuklarına iyi davranma ile ilgili hadisleri verir ve sonra da kendine layık bir bakış açısı ile şu yorumları yapar: “Bu sözlerin altında çıkar vardır, kız çocuklarına iyi davranan sonuçta ondan yararlanır.” (s. 152, 155) Arsel devam eder: “Cennet annelerin ayağı altındadır sözleri ile yaptırtmak istediği şey, kadınların kocalarına iyi bakmalarını ve bol çocuk yapmalarını sağlamaktır.” (s. 259) Halbuki Anne kelimesi çocukla irtibatlıdır, koca kelimesi ile irtibatlı olan eş, hanım kelimeleridir. Yazarın asıl söylemek istediği anlamında hadis söylense idi “Cennet eş, hanım, -T. Dursun’un kullandığı ifade ile- ‘karılarınızın’- ayağı altındadır.” denmesi gerekmez mi idi?
Yine yazar boşanma aşamasında kadın erkek her iki tarafı uzlaşmaya çağıran ayeti de; “Bu yol talakı insaf sınırlarına sokar görünmüş ise de aslında bunu bir uyutma ve kadını bu haksızlığa razı etme siyaseti olarak yapmıştır.” (s. 387) diye yorum yaparak, artık onun bilinen alıştığımız bakış açısını yinelemektedir!
“Ne hazindir ki, her vesile ile ve her ihtiyacı için tanrı’dan vahiyler getirten Muhammed, anası ya da babası lehine ve onları şereflendirmek maksadıyla böyle bir yola gitmeyi düşünmemiştir.” (s. 457) demektedir Arsel. Aslında Arsel bu sözleri ile, ‘Kur’an’ı Hz Muhammed’in yazmadığını’ da itiraf etmiş olmakta değil midir?! Başka yerlerde de ateistler, “Muhammed anne babasına torpil geçiyor.” şeklinde uydurma rivayetlerden hareketle Hz resulün onları cennetlik ilan ettiğini ileri sürüp Efendimizi eleştirmektedirler. O uydurma rivayetler gerçek olsa o ateistler saldırmakta, doğru olmasa Arsel saldırmaktadır.
Önyargı, subjektivizm ve taassup kokan yukarıdaki alıntılar pozitivist, rasyonalist, empirist ve realist olduğunu iddia eden bir akademisyenin yazdığı kitaptan aktarılmıştır. Görüldüğü gibi bir insanın akademisyen olması onun önyargılı, tutucu ve cahil cesaretine sahip olmasına engel olmamaktadır!
Aynı yazarın ‘Müslümanlık Sınavı’ ve ‘Kur’an’ın eleştirisi’ adlı bilgiçlik tasladığı ama yine cehalet kokan diğer kitaplarının değerlendirilmesini aşağıda sunuyoruz. İtalik yazılar Arsel’a ait ifadelerdir.
Müslümanlık sınavı
Bölüm 1
Yazar diğer eserinde olduğu gibi yine uydurma hadislerden hareketle, birbiri ile bağlantısı olmayan konuları ardı ardına ekleyerek okuyucuyu yanıltmaya, önceden hedeflediği sonuçlara uygun yorum ve değerlendirmeleri eserine toplamaya çalışmıştır.
“islam dini büyü ve sihre inanmaya ya da üfürükçülük gibi şeylere (ve üfürükçülüğün tükürüklü ya da tükürüksüz uygulamasına ) izin verir mi?”
Bırakınız Hz. Muhammed’in tükürüğünü, artık bilim, idrarın iyileştirme özelliklerini kabullenmiş durumdadır. Bu konuda ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımıza bakılabilir. Tükürükle ilgili hadisin bilimsel değerlendirilmesi için de, ‘Turan Dursun’a cevaplar’ adlı yazımızdan ulaşılabilir.
Parapsikoloji ilminin 100 senedir Rusya’da, 50 senedir Avrupa’daki üniversitelerde kürsüleri kurulmuşken, ülkemizde bu bilim dalı için “Bu bilim dışı!” türü önyargılı ve bilimi materyalist dünya görüşüne hapseden bir yaklaşıma tarzına sahip kişiler, telepati, durugörü, psikokinezi gibi paranolmal olayları bilimsel temelde inceleyen bu bilim dalına hala küçümser gözle yaklaşmamaktadırlar! Ama bu materyalist aydınlanma dönemi zihniyetinin çoktan Batı’da bile sorgulanır hale geldiğinden de bu kesim ne yazık ki habersiz gözükmektedirler! Sihir de cin de vardır, bu konu için ‘Cinlerin varlığı’ adlı yazımıza bakılabilir. Üfürükçülük adı verilen şey ise, vücuttaki pozitif enerjinin yoğunlaştırılarak karşıya transferidir ve bu konu artık bioenerji ile alakalı bir bilimsel konudur. Materyalist bakış açısına sahip ateistlerin parapsikoloji, kuantum fiziği, izafiyet teorisi, biyoenerji, alternatif tıp, anti-psikiyatri, post-modernizmden habersiz olarak hala bilim adına kendilerini tek yetkili görmeleri de ayrı bir handikap oluşturmaktadır.
Muhammed, her ne kadar batıl inançlara karşıymış gibi görünmüş ve örneğin Kur’an’a: “Hak geldi, batılsa yıkılıp gitti. Kuşkusuz batıl yıkılıp giden türdendir.” (İsra suresi, ayet 81 ) ya da: “Tanrı batılı yok eder ve hak olanı sözleriyle yerleştirir.” (Şura suresi, ayet 24; Sebe’ suresi, ayet 49; Enbiya suresi, ayet 18, Kehf suresi, ayet 56 vb.) şeklinde ayetler koymuşsa da, her hususda olduğu gibi bu hususta da söylediklerinin tersi olan şeyleri yapmaktan geri kalmamıştır.
Bir kere bu ayetlerdeki batıldan kasıt, İslam dışı düşünce sistemleridir. Batıl inanç ise İslam’da zaten yasaktır. (DİA, XVIII/382-384)
Kabe’deki ‘kara taş’ ı (hacer-i esved ) öpüp okşaması ve bu taşı ilah niteliğinde kılmasından ve müslümanlar için tapınak yapmasından ya da mina dağı’nı sağ tarafına alarak ‘cemre’ mahallinde yedi çakıl taşı atmak suretiyle şeytanları kaçırtmaya çalışmasından tutunuz da hastalıkları tükürüklü ve tükürüksüz üfürük usulleriyle tedavi yolunu seçmesi ve başkalarına da bu şekilde yapma iznini vermesi, Muhammed’in batıla olan bağlılığının nice örneklerinden bazılarıdır.
Şeytan taşlama sadece bir simgedir, orada şeytan yoktur. “Ey şeytan birinci taş ile artık haçtan dönünce yalan konuşmayacağım. İkinci taş ile artık gıybet yapmayacağım…” niyetleri ile temsili olarak şeytan taşlanır ve amaç hac sonrası için bir önhazırlık niyet göstergesidir! Haceru’l-Esved ise, Hz. Ömer’in de “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır.” (Buhari, Hacc 50, 57, 60; Müslim Hacc, 248, 120; Muvatta, Hacc 36; Tirmizî, Hacc 37; Ebu Davud, Menasik) dediği gibi sadece bir taştır ve tarihte hiçbir Müslüman Hz. Ömer’i bu sözünden dolayı eleştirmemiştir. İmam Nevevi’nin de belirttiği gibi Hz. Ömer’in bunu söylemesine sebep: “Müslümanların putperestlikten yeni kurtulmuş olmalarıdır. Hz. Ömer Hacer-i Esved’i öperse, cahillerin bu işin eski hal üzere devam ettiği zannına kapılmalarından korkmuş ve cahiliye döneminde Araplar, putların, insanı Allah’a yaklaştırdığına inanırlarken Hz. Ömer, bu itikada muhalif hareket etmek gerektiğine, ibadetin ancak, faydası ve zararı olmayan şeyleri yaratan Allah’a yapılacağına tembihte bulunmuştur.” (Nevevi, Şerhu Sahihi Müslim, VII/16-17; Kamil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, VI/108-109) Bu konu ayrıca ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda, ‘Müslümanlar Haceru’l-Esved’e taparlar, Kâbe’ye secde edip şirke mi düşerler?’ başlığı altında ele alınmıştır.
soru: “Oruçlu bir kimsenin, ölü insan vücudu, hayvan ya da uyumakta olan bir kadınla (onu uyandırmadan) cinsi münasebette bulunması konusunda İslam ne gibi buyruklar getirmiştir?” eğer bu soruyu yadırgar ve: ‘bu nasıl iştir? hiç böyle bir din hükmü olabilir mi? İslamda böyle bir şey yoktur’ şeklinde yanıt verecek olursanız, Müslümanlık sınavından sıfır alır, kafirler arasında yerinizi bulursunuz! Yok eğer: ‘evet bunları Muhammed’in buyurukları olarak benimsiyorum, çünkü başta diyanet işleri başkanlığı’nın yayınları olmak üzere tüm İslam kaynaklarında bunun böyle olduğu bildirilmekte’ derseniz, siz tam bir Müslüman sayılırsınız. Çünkü gerçekten de diyanet işleri başkanlığı’nın ve din adamlarımızın, Muhammed’ in buyrukları olarak insanlarımıza bellettigi din verilerine göre oruçlu kişi, hayvanla ya da ölü insan vücuduyla cinsel ilişkide bulunacak olursa, orucu bozulmuş sayılır; bu gibi hallerde kişinin ‘kaza orucu’ tutması gerekmektedir.
“Kafirler arasında yer almak” için ‘imanın temel ilkelerinden birini’ reddetmek gerekir. Yukarıdaki görüş ise bir fetva yani insan kaynaklı bir yorumdur. İslam’da birçok farklı mezhep vardır ve bu mezhepler farklı yorum, fetvaları nedeni ile birbirini kafir ilan etmezler! Gelelim konu olan fetvaya! Mesela ceza hukukunda adam öldürmenin cezasının olması, o hukuk sistemini savunanların bu fiili onayladığı anlamına gelebilir mi? Hukukta ve İslam fıkhında da -Özellikle Hanefi Mezhebinde- ‘sadece olan olaylara değil, olabilecek olaylara da fetvalar’ verilmiştir. Böyle bir ‘yanlışı’ bir gün bir yapan çıkarsa, ‘cezası şudur’ diye önceden kişisel görüş ifade edilmiştir! Fıkıh hayatın kendisidir, olanlara, yapılanlara ve olabileceklere karşı gerekenleri ifade eder. İşin ironik yönü, kendisi de bir hukukçu olan Arsel’in bu konulara yabancı olmaması gerektiğidir. Hukukta ictihad kavramını ya bilmeden ya bildiği halde gizleyerek konuya bu açıdan yaklaşmak sadece taassup ile açıklanabilecek bir özelliktir!
Size deseler: “Yemek yediğin çanağın ya da su içtiğin bardağın içine sinek düştüğü zaman sineğin her tarafını batır, sonra çıkar at ve yemeğine ya da içmene devam et. Çünkü sineğin iki kanadının birinde hastalık, diğerinde de şifa vardır. Sinek idrak ve ilahi ilham sahibi olduğu için, önce zehirli olan kanadını sokar, deva olan kanadını dışarıda bırakır. Eğer sineğin, dışarıda kalan ‘ şifa ‘ kanadını yemeğin ( ya da içeceğin ) içine batıracak olursan, şifa hastalığı gidermiş olur.”
Arsel’in, kendince alay ettiği bu durum bilimsel olarak kanıtlanmıştır! Ayrıca, çöl gibi ortamlarda su başta olmak üzere gıda maddeleri her istenildiği anda bulunamayabilir, o nedenle de çok değerlidir. Hadis-ü şerif ‘zorunlu hallerde’ neler yapılabileceğini bize aktarmaktadır. Ama çöl dışında, zorunluluk yoksa temizlik dini olan İslam, gerekeni yapmamıza izin verir. Zaten bu fiilin dinen farz olduğunu da hiçbir alim ileri sürülmemiştir! I. Dünya Savaşında kimyasal gaz saldırılarında askerler idrarlı bez ile ağızlarını sararak kendilerini korurlardı, hatta II. Dünya savaşı sırasında ülkemizde sivil halka bile bu bilgi aynen öğretilmişti. Ama bu, her zaman idrarlı bezle dolaşmayı veya alternatif durumlar varken bu metodu kullanmayı zorunlu kılmaz. İşte hadisten de çıkarılacak hüküm de budur!
Efendimizin hadisi şu şekildedir: “Sizden birinizin kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur.” (Ebu Davud, Et’ime 49, Buhari, Tıbb 58, Bed’ü’l-Halk 14; İbnu Mace, Tıb 31, Nesai, Fera’ 11) İbnu’l-Cevzi der ki: “Bu kimsenin söylediğinde bir gariplik yok. Zira arı, baş kısmıyla bal toplar, aşağı kısmıyla da zehir alır. Zehiri öldüren yılanın eti, zehrin tedavisinde kullanılan ilaca katılmaktadır.” (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, XI/135-137) İşte iman sahibi bir İslam aliminin yaklaşımı ve ateist akademisyenin yukarıdaki bakış açısı. Şimdi de gelelim konunun bilimsel boyutuna.
“Sineklerden antibiyotik elde ettiler. Çığır açacak ilk adım Sydney’deki Macquarie Üniversitesi’nden Prof. Andy Beattie önderliğindeki ekip çok ilginç bir araştırmaya imza attı. Sinekler, böcekler ve her türlü haşerenin çürüyen et ve gübre dahil her pisliğe karşı dayanıklı olduğunu dikkate alan bilim adamları, ”Bu yaratıkların enfeksiyonlara karşı süper direnci olması gerekli, aksi halde sağ kalamazlardı. Onlardan antibiyotik yapma deneyimlerimiz şimdilik başarılı sonuçlar verdi” dediler.” (Hürriyet, 1.10.2002) Sinek Kanadındaki Mikrop Öldürücü Özellik Keşfedildi. Makale, Acta Biomaterialia adlı bilim dünyasında itibarı yüksek bir dergide yayınlanıyor. 1 Eylül 2017’de yeni basıma sunulacak olan makalede bazı sineklerin ve uçan böceklerin kanatlarındaki kimyasal yapılar incelenmiş ve çok ilginç bulgular elde edilmiş. Bazı sineklerin kanatlarının yapısı incelendiğinde bilim adamları çok etkili bir bakteri (mikrop) öldürücü bir yapıyla karşılaşmışlar. Palmitik ve stearik asitlerin kristalize olmuş bir türevinden oluşmuş kaplama taşıyan sinek kanatlarının, tıp dünyasının tedavi etmekte zorlandığı Pseudomonas aeruginosa ve Staphylococcus aureus gibi çok tehlikeli mikropları bile öldürebilecek bir nitelikte olduğu görülmüş. Üstelik bunu yaparken sineğin kendisine veya çevreye zarar veren herhangi bir yan etkiye yol açmadan bu etki gerçekleşmekte. Halbuki bilindiği gibi, antibiyotiklerin çok ciddi yan etkileri görülebiliyor. Bu iki yağ asidinin çok özel şekilde tasarlanmış mikro kristal yapısı bu çok etkili antimikrobik özelliği sağlamakta. Yazıda bu yapının ayrıntısı üzerine uzun değerlendirilmeler yapılıyor. (Elena P.Ivanova et al. Bactericidal activity of self-assembled palmitic and stearic fatty acid crystals on highly ordered pyrolytic graphite. Acta Biomaterialia. Volume 59 react-text: 70 , /react-text react-text: 71 1 September 2017 /react-text react-text: 72, Pages 148-157; Prof Dr Volkan Tuzcu, Zafer, Eylül 2017 489. Sayı)
Sinekten antibiyotik elde etme çalışmaları geçtiğimiz yüzyılda başlanmış ve bu sayede 1930 ve 1947’de İngiliz ve İsveç ilim adamları “cafasin” ve “klotinizin” adlı antibiyotikleri keşfetmişlerdir. Günümüzde artık sinek vücudunun tamamen anti bakteriyel etkiye sahip güçlü antibiyotikler ile kaplı olduğu da bilinmektedir.
Özellikle yukarıda ekran görüntülerini verdiğimiz araştırmaların ikincisinin başlığı hadis ile tıpatıp aynıdır. ‘Antibiotic on the the left wing of the the house fly can kill its own bacteria’: Ev sineğinin sol kanadında bulunan antibiyotik kendi bakterisini yok edebilmektedir!
Macquarie Üniversitesinden biyoloji bilimleri bölümünde bir grup araştırmacı, sineklerin çürük et, meyve ve gübre dahil olmak üzere her türlü pisliğe karşı dayanıklı olduğu teorisinden yola çıkarak sineklerin sahip oldukları bu antibakteriyal özellikleri farklı gelişim evrelerinde ortaya çıkarmak üzere çalışmalar yaptılar. Grubunun yeni keşfini Melbourne Mikrobiyoloji Konferansında tanıtan Ms Jonanne Clarke, “Çalışmalarının, yeni antibiyotiklerin bulunması için yapılan küresel araştırmaların ufak bir parçası olduğunu fakat ‘kimsenin daha önce bakmayı akıllarına getirmedikleri bir yere’ odaklandıklarını” söylüyor. Ms Clarke, mide içersinde de meydana gelen antibakteriyal özelliklerin sinek bedeni üzerinde mevcut olduğunu söylüyor ve her iki yerde de bu aktiviteleri görebileceğimizi belirtiyor ve “Sinek bedeni üstüne yoğunlaşmamızın sebebi daha kolay ayrışılabilir yapıda olmasıdır.” diye ekliyor. Biophysical Journal‘da, 19 Şubat 2013’te yayınlanan, Avustralyalı ve İspanyalı 14 bilim adamının deneyleriyle kaleme aldıkları ‘Biophysical Model of Bacterial Cell Interactions with Nanopatterned Cicada Wing Surfaces’ adlı makalede, sinek kanatlarının yüzeyindeki nanopatternlarının, temas halinde bakterileri yalnızca fiziksel yüzey yapısına bağlı olarak öldürdüğü kanıtlanmıştır. Makale, Clanger cicada (Psaltoda claripennis) kanadı nanopatternlarını antibakteriyel nanomalzemelerin tasarımına dahil etmenin faydalarından bahsederek, nanoteknolojinin sinek kanadını model alması önerisini sunmaktadır. ‘Sinek kanatlarının, bakteri kirliliği ve enfeksiyonlara karşı artan dirence sahip’ yeni işlevsel yüzeylerin geliştirilmesi için ‘model niteliğinde’ olduğunu belirtilmiştir. Kanada’daki McGill Üniversitesi‘nden kimya mühendisi Anne-Marie Kietzig sinek kanadı nanopatternları modeline dayanarak üretilecek materyallerin, otobüs korkulukları gibi yaygın olarak hastalığı barındıran halka açık yüzeylere uygulanabileceğini öne sürüyor. 2Bu, (sinek kanadı nanopattern modelleri) pasif bir bakteri öldürme yüzeyi sağlayacak.’ diye ekliyor ve ‘çevreye zararlı deterjanlar gibi aktif maddeler gerektirmediğini’ belirtiyor. (İnternational Weekly Journal of Science, ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3576530)
Auburn Üniversitesi Alabama Tarımsal Deney İstasyonu araştırma entomologları Ed ve Mary Cupp, karasineklerin (Musca domestica) ağız sıvısında bulunan protein kesilerinin yaraları iyileştirici etkisini tesbit ettiler. Ayrıca araştırmalarına göre, protein cilt ülserleri ve diyabetik ayak lezyonları gibi kronik yaraların iyileştirilmesi için benzer bir şekilde çalışacak. AU Veteriner Hekim Koleji’ndeki küçük hayvan cerrahisi profesörü olan Mary Cupp ve Steven Swaim, antibiyotikleri ve protein iyileştirmeyi birleştiren çözümlerle tedavi edilen cerrahi insizyonların (kesik, yarık) tek başına antibiyotiklerle tedavi edilen insizyonlara göre daha hızlı ve daha güçlü olduğunu belirleyen bir araştırma yaptı. Auburn’un Teknoloji Transfer Ofisi (OTT), teknolojiyi mevcut şirketlere ve bu teknolojinin çevresinde bir girişimde bulunmayı düşünen girişimcilere pazarlamaktadır. (Today in Viddya, Cilt 7, Sayı 23, Yayınlanma: 23 Ocak 2005, Editör: Susan K. Boyer)
FEBS Letters’ta 22 Eylül 1997’de Cilt 415, Sayı 1’de 64-66 sayfalar arası yayınlanan ‘Chemotherapeutic activity of synthetic antimicrobial peptides, correlation between chemotherapeutic activity and neutrophil-activating activity‘ isimli makalede bilim insanlar, ‘34 amino asit tortusundan oluşan Sarcophaga peregrina’nın (et sineği) güçlü bir antibakteriyel proteini olan sapecin B’nin aktif çekirdeğini saptadıklarını, bu çekirdeğin, sapecin B’de bir α-sarmal oluşturan 11 amino asit kalıntısı, artıklarının 7-17’den oluştuğunu, bu peptiti daha da modifiye ettiklerini ve hem antibakteriyel hem de antifungal (mantar öldürücü) aktivite sergileyen birkaç antimikrobiyal peptid sentezlediklerini; genellikle, X ve X’in bir hidrofobik kalıntı olduğu her iki uçta ve XXXXX’teki [K veya R] X [K veya R] motiflerine sahip olan undecapeptitlerin potansiyel olarak bakteri ve mantarların öldürülmesinde aktif olduklarını, bakterinin ATP’yi sentezleme ve amino asitler taşıma kabiliyetini de kaybettiğinin bulunduğunu’ belirtmişlerdir.
Yukarıda da kısaca değindiğimiz, Avustralya Sidney’deki Macquarie Araştırma Üniversitesi Division of Environmental & Life Sciences, Department of Biological Sciences’ta çalışmalar yapan J. Clarke ve ekibi, 2003’te yayınladığı ‘Hypothesis driven drug discovery: antimicrobials in flies‘ isimli makalesi ve diğer çalışmalarını sunduğu Australian Society for Microbiology Konferansında üç türün de yüzeylerinin antibakteriyel özellik gösterdiğini kanıtlamışlardır. Ev sineği-kara sinek (Musca domestica), koyun sineği (Lucilia cuprina), meyve sineği (Drosophila melanogaster) yüzeylerindeki antibakteriyel aktivitenin daha etkili terapötik ömrünün olduğu belirtilmiştir.
Bu konuda bir makale yayınlayan Dr. Samahı, mikrobiyologların sineğin midesinin içinde parazit olarak yaşayan uzun hücrelerinin bulunduğunu keşfettiklerini bildiriyor. Bu mantarsı hücreler, kendi üreme döngülerinin bir bölümü olarak, sineğin solunum kanallarına doğru çıkıntı yaparlar. Sinek, sıvının içine tamamen batırılırsa, osmotik basınçta meydana gelen değişiklik hücrelerin çatlamasına yol açmaktadır. Bu hücrelerin muhtevası ise, sineğin vücudunda taşıdığı patojenlere karşı olan bir antidottur; yani zehire karşı panzehirdir. Yemeğe bulaşan sinekten çıkan zararlı mikropları, sinek batırılınca çatlayarak ortaya çıkan antidot tesirsiz hale getirmektedir. (Dr. Mustafa Reyhanlı, Gerçeğe Doğru Dergisi, Cit, 5) Bu konuda araştırma yapan Dr. İzzeddin Cevvale de şu tespitlerini dile getirmiştir: Eskiden beri bilinen bir gerçek vardır ki, zararlı hayvanların zehirinde hem fayda hem de zarar vardır. Yani bunlardan hem zehir ve hem de panzehir bulunmaktadır. Karasineğin iki kanadından birinde zehir diğerinde ise panzehirin bulunması, yüce Rabbimizin yaratmış olduğu varlıklar içinde insana hayret verecek şeylerdendir. İşte bal arısı, bir taraftan insanlara faydalı olan balı yaparken diğer taraftan iğnesinde taşıdığı zehirli maddeye bak! Balıyla faydalı olurken, zehiriylede öldürücü olabiliyor. Nitekim akrep de iğnesiyle zehir saçarken, vücudu (eti) ile de panzehir veriyor, zehrini nötr hale getiriyor. Tıpta, yılanın kuyruğundan ve zehirli haşerelerden serum elde edilir. Elde olunan bu serumla akrebin veya yılanın soktuğu kimseler tedavi edilir. Hatta daha da ötesi, kanser acılarının dinmesi için yine bu hayvanlardan elde edilen serumlardan yararlanılır. Yine günümüz tıbbı, insana tiksinti verici özelllikte olan maddelerden hayat verici ilaçlar elde etmektedir. Mesela penisilin küften elde edildiği gibi, streptomisin ise kabir toprağından elde edilmektedir. Bilindiği gibi Bakteri İlmi’nde her bir mikrop için onu öldüren bir panzehir vardır. Mikrop bir canlının vücuduna girdiği zaman, vücud bu mikroba karşı harekete geçer, böylece vücuda giren mikroba karşı onları yok edici karşı bir antikorlaortadan kaldırır. Hulasa vücutta oluşan antikor ve antitoksin, mikrobu yok eder. Nitekim bu kural karasinek için de aynen geçerlidir. Karasineğin vücudunda da birbirine karşı savaş veren iki tür zehirin bulunması gayet normaldir. Böylece kara sineğin taşıdığı hastalık yapıcı mikroplar, sineğin yemeğe veya suya düşmesiyle bulaşacağından onun diğer kanadında da bu zehiri önleyecek panzehir vardır. O halde bizim yapacağımız bir şey var, böyle bir durumda hastalığa yakalanmamak ve zehiri önlemek için Peygamber Aleyhisselam’ın tavsiyesine uymak sağlığınız için gayet faydalıdır. Hastalığı yapan, mikropların kendisi değil, onların salgıladıkları toksinlerdir. Vücut bu toksinlere karşı antitoksin meydana getirmek suretiyle kendisini korur. Acaba sineğin vücudunda bu toksinlere karşı antitoksin meydana gelmez mi? Mahmud Kemal ve M. Abdülmümin Hüseyin adında Mısırlı iki tabip; karasinek hadisindeki durumu tesbit etmek için yaptıkları araştırmalarında diyorlar ki: 1871 yılında Alman Prof. Brifeild, Almanya halkı karasineğin, İmposamosouy adını verdiği Mantar cinsinden bir tufeyliye/asalağa mübtela olduğunu keşfetti. Bu tufeyli devamlı olarak sineğin vücudunda yaşayıp geçinmektedir. Profesör yaptığı incelemede bu tufeylinin lintomophteraly adında bağlı yahut birleşik yosun mantarları Sygmomysis denilen bir yosun mantarı türüne mensup olduğunu gördü. Bu parazit su yosunu mantarı denen ‘phycomclspristiti’nin ikinci çeşidindendir. Bu asalak hayatını, sineğin vücudunda mevcut, içinde özel bir salgı olan yuvarlak hücreler şeklindeki yağ tabakasında geçirir. Sonra bu yuvarlak hücreler uzar, meydana gelen açıklıklardan yahut sineğin karın halkaları mafsallarından dışarıya çıkar ve sineğin vücudunun dışına çıkmış olur. Bu çıkış devri, bu mantarın üreme devresidir. Bu devrede mantarın tohumları hücrenin içinde toplanır. Hücrenin iç basıncı artar, nihayet bu basınç o dereceye ulaşır ki, hücre cidarları buna tahammül edemiyerek patlar ve içteki tohumlar itme kuvvetiyle hücrenin 2 cm. dışına fırlar. Öte yandan modern çağın bilim adamlarının buluşları da, Alman bilgini Brifeild’in teorisini desteklemektedir. 1945 Yılında Mantar bilgisinde en büyük üstad olan Prof. Langiron, devamlı olarak sineğin karnında yuvarlak hücreler şeklinde yaşayan bir mantarda “Enzim” denilen karışma gücü yüksek bir salgı bulunduğunu açıkladı. 1947-1950 Yılları arasındaki iki Alman bilgini Arnstaine, Cook ve İsviçreli bilgin Rolius araştırmalarında, “Javaein” dedikleri bir madde buldular. Bu maddeyi sinekte yaşayan Mantar türünden elde ettiler. Bu maddenin hayatiyete zıt olduğunu, tifo ve dizanteri gibi birçok mikropları öldürdüğünü tespit ettiler. 1948 Yılında İngiliz bilim adamlarından Briyan Courtes; Heming; Geferies ve Mackjohan araştırmalarında “Cotin-sine” dedikleri hayatiyete zıt bir madde buldular. Bunu yine sinekte yaşayan aynı tür mantardan elde etmişlerdi. Tifo, dizanteri vs. gibi mikroplara karşı tesirli idi. 1949 Yılında iki Alman bilgini Omcyve Farmer ve İsviçre’den German, Roth, Athlenger ve Blathner de araştırmalarında “İniatin” adını verdikleri tek hücrelilerin yaşamasına zıt bir madde elde ettiler. Bunu da sinekte yaşayan Mantar türüne mensup bir mantardan elde etmişlerdi. Bu maddenin tifo, dizanteri ve kolera gibi hastalık mikroplarına karşı tesirli olduğunu gördüler. 1947 Yılında ise ilim adamlarından Moftiş tarafından, sinek vücudunda yaşayan mantarlara mahsus bir kültürden tek hücreli canlılara zıt maddeler elde edildi. Bunların tifo, dizanteri ve benzeri mikroplara karşı kuvvetle müessir olduğunu gördü. Keza bunlar, hummalı hastalıklara sebep olan mikroplara karşı da tesirleri kuvvetli idi. Bu maddenin bir gramı, mezkur mikroplarla mülevves yüz litre sütü koruyacak güçte idi. Yiyecek veya içeceğin içine düşen sinek, yiyeceğe veya içeceğe iyice batırılmaksızın alınıp atılacak olursa; çıkarıldığı yerde sineğin taşıdığı zararlı mikroplar kalmış veya oraya bulaşmış olabilir. Eğer sineğin tamamı birden yiyecek veya içeceğin içine batırılıp daldırılmış olursa durum ne olur? Sinek yiyecek ve içeceğin içine tamamen batırılmış olunca, sineğin vücudunda bulunan panzehir harekete geçer. Bu batırma sırasında panzehir taşıyan zar patlar ve parçalanır. Panzehir hemen harekete geçmekle, sineğin taşıdığı mikropların üzerine atılır ve onları etkisiz hale getirip, imha eder. (Said Havva, er-Rasul, s. 36-41. Not: Said Havva ‘nın er-Rasul isimli eseri içinde bir bölüm olarak yayınlanan Karasinek hadisi ve bu badis etrafında söylenen sözler, daha sonra “el-lsabe fı’r-Reddi ata men taane fi hadisi’z-Zübabe” adı altında, müellif Elbani ile birlikte müstakil bir risale olarak yayınlanmıştır. Ayrıca; Sadeddin Roston Tere, S. Ateş., Hakses, 966, s. 4, sayı 17) Günümüzde sineklerde bulunan antibakteriyel özellikler, ilaç yapımında kullanılmaya çalışılmaktadır. (http://www.abc.net.au/science/articles/2002/10/01/689400.htm Ayrıca; Site kapandığı için arşiv adresi: https://web.archive.org/web/20160307044832/www.islamdunktv.com/2011/01/hadith-of-fly-refuting-those-who-laugh.html)
“Balıkların insanları baştan çıkarmak üzere birtakım oyunlara başvurduğunu belleten dinsel kurallara inanırmısınız?” … “kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: ‘aşağılık maymunlar olun’ dedik…” (a’raf suresi, ayet 166; bakara suresi, ayet 65.)
Yahudi kavmini, Allah’u Teala -Rızklarının bir aracı olan – balık tutup tutmamakla imtihan etmişti: “Cumartesi (sebt, sabbat) yahudilerin kutsal günüdür. Yahudi şeriatında cumartesi haftalık tatil günü olup o gün çalışmak ve dolayısıyla avlanmak yasaklanmıştır. Cumartesi günleri balıklar avlanma yasağı dolayısıyla ürkütülmedikleri için diğer günlere göre daha rahat hareket eder, sahile yaklaşır, su yüzüne çıkarlardı; çalışma günlerinde ise derin sulara çekilirlerdi. Balıkların, insan davranışlarına ne kadar kolay alıştıkları bilinmektedir. Ayette, bu sahil beldesinin sakinleri olan Yahudiler söz konusu geleneği ihlal ederek cumartesi günleri de avlandıkları için eleştirilmektedir. Çünkü onlar bu suretle dinlerinde on emrin dördüncüsü olarak yer alan (Çıkış, 20/8-11) önemli bir kuralı ihlal etmişlerdir. Balıkların avlanma yasağının bulunmadığı günlerde uzaklara çekilirken cumartesi gününde akın akın sahile doğru gelip görülmesi, nefislerine ve çıkarlarına düşkün kimselerin iştahını kabarttığı ve avlanma yasağını çiğnemelerine yol açtığı için ayette bu husus bir deneme, imtihan olarak değerlendirilmektedir. Nitekim müteakip ayetten anlaşıldığına göre bazı iyi kimseler yasağı delmedikleri için bu imtihanda başarılı olmuşlardır.” (DİB, Kur’an Yolu Tefsiri, II/613) Örneğin -Ateistler bilmez ama- oruçlu bir insan için bir bardak su ne kadar değerlidir değil mi? O bir bardak su “İnsanı nasıl baştan çıkarır, ne hayallere daldırır!” Ama ateist zihniyetin bunu anlamasını bekleyemeyiz tabii! Öyle ya, bir kişi neden, karşılıksız olarak birine para versin (sadaka, zekat), parası ile aldığı etin bir bölümünü fakirle paylaşsın (Kurban), toplumsal ortak bilinç oluşsun diye tüm inananlar aynı anda aç-susuz kalsın? (Oruç) Ateist mantık, ye- iç, fırsatını bulunca dünyadan ne götürsen kârdır mantığını ile hareket eder. Öyle ya ateiste göre kendisi, öncesi maymun, sonu toprak olan ve nedensiz- tesadüfen var olan bir parça et- yağ- sinir karışımı bir hayvan türü değil midir? Hayat güçlülerin ayakta kaldığı bir savaş alanı ise neden kendi güçsüz kalıp, tabiat ananın bu hediyesini kaybetmeyi göze alsın ki? Hangi ateist yılbaşı kestiği hindinin bir bölümünü bir fakirle paylaşmıştır? Yılbaşı ağacını süslerken doğa sevgisi aklına gelmiştir?! Arsel, kelime oyunları, önyargı, taassup dolu yazısı ile “İmtihanı kaybedip açgözlülüklerinin esiri olan Yahudilere Allah’ın hitabını” nasıl yorumluyor görülmektedir! Gelelim maymun meselesine: Türkçede bile “Maymun iştahlı” diye bir deyim vardır. ‘Doymak bilmez, açgözlü’ anlamında kullanılır. Kısaca bir mecaz kullanım söz konusudur bu ayette. Kur’an’da mecaz sanatının yoğun biçimde kullanıldığını önyargısız bakan her göz görür. Kur’an mecaz sanatı deryasıdır dersek mübalağa yapmış olmayız. Ama Arsel yine yaptı ateistliğini ve mecazı asıl anlam ile alarak veya bilmeyerek okuyucuyu yönlendirmektedir! ‘Dinsiz ahlak olur mu?’, ‘Evrim’, ‘İslami emirler ve hümanizm’ ve ‘Kur’an ve mecaz’ adlı yazılarımız okunursa bu konular daha da iyi anlaşılır kanaatindeyiz.
soru: “Ev farelerinin, yangın çıkarmak bakımından pek usta olduklarına ve onları bunu yapmaya şeytanların zorladıklarına ve bu nedenle mutlaka öldürülmeleri gerektiğine dair İslami buyruklara uyar mısınız?” , “siz uyumak istediğinizde kandilinizi söndürünüz. Çünkü şeytan bunun gibi hayvanları yangın cinayetine sevk eder.”
Kur’an kadar hadislerde de edebi sanatsal ifadeler ve mecaz-teşbih bol miktarda kullanılmıştır. Kur’an’ın indiği dönemde Araplar arasında şiir ve söz sanatları çok ilerlemişti. Sözlü sanatın yazılı ilk metinlerinden olan Kur’an’da ve hadislerde bu tür sanatsal ifadeler bol miktarda kullanılmıştır. İnsanlar da içinde oldukları toplumdan ayrı değerlendirilemezler. Hz Resul’de hadislerinde bol bol teşbih sanatını kullanmıştır. ‘Şeytan, kötülüğün, negatif düşüncenin, olumsuzluğun simgesi’ olarak hadislerde geçer. Kötülük yapan insanlar da “Şeytana uydum” demezler mi zaten?! Hadislerde anlatılanlar da bu mihval üzeredir.
“Horozların melek gördükleri zaman öttüklerine ve öttükleri zaman Müslümanlar için tanrı’nın ‘keremi’nden dilekte bulunmak gerektiğine dair bir hükmü tanrı ve ‘ peygamber ‘ buyruğu olarak kabul ediyor musunuz?”, “Eşeklerin şeytan gördükleri zaman anırdıklarını ve anırdıkları zaman ‘euzü bi’llahi mine’ş-şeytani’r-racim’ deyip tanrı’ya sığınmanın Müslüman kişi bakımından zorunluk olduğuna inanıyor musunuz?”
Öncelikle ortada bir zorunluluk yoktur. Hadis bir öğütte bulunmaktadır ve bu dinen zorunlu bir emir değildir. Ama bilinen bir gerçek vardır ki, hayvanların altıncı hissi biz insanlardan çok daha fazladır. Birçok deprem olayında bunu yaşayarak gördük. Onlar titreşimleri daha önce hissederler. Hatta henüz teknoloji o seviyeye ulaşmadığı ortada iken hayvanlara bu özelliği vereni anlamamak sadece nankörlükle açıklanabilir. Bazı hayvanlar biz insanlara göre daha çok görür, hisseder, duyar. Depremin sismik titreşimlerinden, melek, şeytanlara dek! “Tavuk ve horoz gibi kümes hayvanları deprem öncesinde ilginç sesler çıkartmaktadırlar. Horozların sürekli olarak sıçradığı ve kümeslerinden dışarı çıktığı gözlemlenmiştir.” (ankaravetrium.com/blog/hayvanlar-depremi-nasil-hisseder) “Jeofizik Mühendisi Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan’ın yaptığı bir araştırmada depremi önceden haber veren tam 57 farklı göstergeden bahsedilmektedir. Örneğin, at, eşek ve inek gibi hayvanlar huysuzlaşırlar, ahır kapılarından dışarı çıkmak isterler.” (zaferdergisi.com/makale/13757-depremi-onceden-tahmin-etmede-hayvan-ve-bitkiler-kullanilabilir-mi.html) Ama tabii ki her ötüşün melekle alakalı olduğunu iddia eden de yoktur, bu tür olayların gerçekleşeceğini inkar edende!
Size deseler: “öküz, kendi sırtına binilmesinden hoşlanmadığını ve çünkü gururlu bir hayvan olduğunu söyler. Çünkü o, sadece tarla sürmek için yaratılmış bir hayvan olduğunu kabul eder ve bunu kendi ağzıyla Yahudilere bildirmiştir, Muhammed de öküzün bu şekilde konuştuğuna inandığını söylemiştir.” , (beni israil zamanında) bir kimse öküz üzerine binmişti. Bu sırada hayvan o kimseye yüzünü çevirip bakarak: ‘Ben bunun için yaratılmadım? ben tarla sürmek için halk olundum’ demiştir.”
Arsel yine aynı hataya düşmekte ve edebi, sanatsal içerikli sözleri anlayamamaktadır. “Hayvanları yaratılış amaçları dışında kullanılmamasının” bizlere öğütlendiği bu tür hadisleri kavrayamayanlar, La Fontaine’in anlatımı, ders verici hikayelerine sıra gelince birden takdir hisleri ile dolarlar! İslami kaynaktan gelen bu rivayetlere önyargılı yaklaşırlarının nedeni aslında çok açıktır; Taassup, önyargı, (diğer dinler değil ama sadece) islam düşmanlığı! Efendimizden bir örnek verelim: “İlmini muhtaç olandan esirgeyene, gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder.” Bu hadiste ilme verilen önem, paylaşmanın teşviki gibi mesajlar alınması gerekirken eminiz ki Arsel bu hadisi görse, bu hadis de bilim-akıl dışı hadislere örneklerden biri olacak ve diyecekti ki: “Soru: siz kuşların hatta bırakın onu sudaki balığın bile konuştuğuna inanır mısınız? bırakın konuşmayı, beddua ettiğine… cevabınız “evet” ise iyi bir müminsiniz!” A’raf, 179: “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.”
“Aksırmanın tanrıdan gelme olduğuna ve çünkü tanrının aksırmaya muhabbet ettiğine, buna karşılık esnemenin şeytandan olduğuna ve esnemek üzere ‘ha’ diye ağzını ayıran kişiye şeytanın güldüğüne inanır mısınız?”
“Yine aynı” hatalar zincirine bir halka daha! Aksırmayı engellemenin zararları malumdur. “Hapşırmanın nedeni, vücudumuzun zararlı ve istenmeyen parçacıkları dışarı atma çabasıdır.” (Turktime, 29.9.2021) “Hapşırmaya engel olunması beyin kanaması, felç hatta kalbin durmasına neden olabilir.” (NTV, 8.2.2017) “Ağzı ve burnunu kapatıp hapşırığını engelleyen genç kadın, ölümle pençeleşiyor.” (Sabah, 14.2.2002) “Hapşırdığınızda kalbinizin ritmi anlık olarak bozulur.” (medicalnewstoday.com/articles/does-your-heart-stop-when-you-sneeze; health.clevelandclinic.org/does-your-heart-stop-when-you-sneeze) “Beynimiz akciğerlerimize istenmeyen maddelerin dışarı atılması emrini verir. Böylelikle, soluk borumuz yoluyla ağız ve burnumuzdan çok güçlü bir hava çıkışı gerçekleşir. Ancak hapşırık sırasında ağız ve burnu kapamak, içeride oluşan basıncın sinüslere, burun boşluğuna ya da göğse geri gitmesine neden olur. Üstelik böyle bir engelleme sonucunda, hapşırık sırasında oluşan basınç normalin 20 katına kadar çıkabilir. Bu yüksek basınçlı havanın ağızdan ve burundan çıkış yolu bulamayıp kafaya doğru yönelmesi kulak zarına ya da östaki borusuna zarar verebilir.” (bilimteknik.tubitak.gov.tr/makale/hapsirigi-tutmak-zararli-mi) “Hapşırığınızı engellemeyin.” (Milliyet, 23.02.2007) “Hapşırmayı engellemek öldürebilir.” (Posta, 16 Kasım 2022) “Hapşırma, yüz, göğüs ve karın kaslarının koordine bir şekilde çalıştığı, solunumun devamını sağlayarak vücudu koruyan bir reflekstir.” (Price WM, Batsel HL. Respiratory neurons participating in sneeze and in response to resistance to expiration. Exp Neurol 1970; 29: 554–570) Refleks bilindiği gibi istemdışı, elde olmadan yapılan bir sinir etkinliğidir. ‘Refleksin kaynağı kim?’ ufuk açıcı sorusunu sorup, hapşırmanın kısaca faydalarını sıralayalım: “Hapşırma esnasında hem kalbe hem de beyne gerekenden çok daha fazla kan pompalandığı için beyin ve kalbin rahatlaması sağlanır. Kan damarlarını genişletir. Gözyaşı ve sinüs kanallarını açar. Akciğerde bulunan zararlı maddeler vücuttan atılır. Akciğerde bulunan havayı boşaltarak, taze hava girmesini sağlar. Kalbimizi birkaç salise durdurarak dinlenmesini yardımcı olur.” (Haberturk,06.12.2019) Hz Resul “Hapşıran, Elhamdülillah -Allah’ım sana teşekkür ederim, mikroplar vücudumu terk etti ve kalbim yeniden çalışmaya başladı- desin.” buyurur. (Buhari, Edeb 126; Tirmizi, Edeb 3; İbni Mâce, Edeb, 20) Benzer mealde bir hadiste: “Allahü teala aksırmayı sever, esnemeyi sevmez.” (Buhari, Edeb 125, 128; Bed’ü’l–halk 11. Ayrıca bk. Tirmizi, Edeb 7) buyurur Efendimiz. Çünkü Yüce yaradandaima bizim iyiliğimizi ister. “Allah sizin iyiliğinizi ister.” (Bakara, 185) İslam’ın tüm emirleri ki bunlar psikolojik, sosyal, dünyevi veya uhrevi, maddi ve manevi olabilir, hepsi insanların huzur ve sağlığını korumayı amaçlar. Bu konuda ‘İslami emir ve yasaklar ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılabilir! Hz Resul’de mealen, “aksırın; vücudunuzu rahatlatın, tutmayın.” demektedir. Esneme esnasında ağzın kapatılması gerektiğini de yine efendimiz şeytana izafe ederek, “Esnerken ağzınızı kapatmazsanız edebe aykırı davranır ve şeytanı memnun edersiniz” demektedir. Bu edebi uslubu bilenler hadislerden alınacak mesajı hemen alırken kimi de Arsel gibi, dinsizliğine mazeret arama gayretindedir!
Hukuk ve ahlak anlayışıyla ilgili
Bölüm 2
Bazı sorular “Hırsızlık, zina vb. gibi suçları işleyen kişilerin, ölmeden önce ‘la ilahe illa’llah’ (Allah’tan başka tapacak yoktur) demek suretiyle her türlü günahtan kurtulup doğruca cennete gideceklerini kabul edebilir misiniz?”
Halbuki ‘Kul hakkını Allah asla affetmez!’ (Buhari, Mezalim, 10, Rikak, 48; Buhari, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4) Efendimiz de, “Şüphesiz ki ümmetimin iflas edeni şu kimsedir: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zina isnad ve iftirasında bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyamet 2; Ahmed, II/303, 324, 372) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz üzerinde borç olan bir kişinin cenazesini de kılmamıştır. (Buhari, Nefekat, 15; Müslim, Feraiz, 14) Yine efendimiz borçlu ölenin cennete gidemeyeceğini (Nesai, Büyû, 98/4681) bildirmiştir. Konuyu daha fazla uzatmadan asıl konumuza dönelim. Şirk ve kul hakkı İslam’da asla af edilmeyen iki büyük günahtır! İslam’da bir konu ile ilgili bir hükme varmak için o konu ile ilgili tüm ayet ve hadisler bir araya getirilmelidir. Yoksa ateistlerin durumuna düşmek, yanlı ve yanlış sonuçlara ulaşmak kaçınılmazdır. Hele öyle bir de ölmeden hemen önce yapılacak istiğfarı Allah zaten kabul etmez! Bunun bariz örneği Firavun ile ilgili kıssadır. Bir de ateistler ‘Kur’an’da kıssalar neden geçer?’ diye sorarlar! Musa peygamber Kızıldeniz’i yarıp karşıya geçince, Firavun arkasından onu takip eder ama denizin ortasına geldiğinde sular kapanmaya başlayınca “Bende Musa’nın ilahına inandım” der ama Allah imanını kabul etmez. (Yunus, 90- 91) Son andaki tövbe kabul edilmez, tıpkı kul hakkı ile gelen tüm diğer günahkarlar, af dilemeyen tüm ateistlerin af olunamayacağı gibi. Zina, hırsızlık zaten büyük günahlardandır. Sadece ‘Lailaheillellah’ demekle cennete gidilmez ama günahkar insan imanını bu işleri yaptıktan sonra da korur ve günahlarında tövbe edip sahiplerinden kul hakkının affını diler ve af edilirlerse, kıyamet günü ya direk ya da günahlarının cezasını çekip cennete girebilirler. Yine İslam, ‘hırsızlık eden daimi cehennemde kalacak’ dese Arsel bu kere de, “Bir günah yüzünden ebedi cehennemde kalınır mı?” diye itiraz edecekti. Dolayısı ile ne ateistin dediği gibi, istediğin günahı yapıp sonra tek cümle ile kimse cenneti kazanabilir, ne de kul hakkı ve şirk hariç günahlar yüzünden -tövbe edildikten sonra- ebedi cehennemde kalınır. “Muhakkak ki Allah, her bir şeyi en iyi bilendir.” (Ankebut, 62)
“Namaz kılmakla her türlü günahtan kolaylıkla kurtulma olasılığına inanır mısınız?”
Bilinçli olarak namaz kılan, namazda ahiret, kul hakkı, cennet nimetleri ve cehennemin azabı ile ilgili ayet okuyup, bunları düşünen, namazın ruhunu ve amacını keşfedenleri tabii ki namaz günahtan alıkoyar. Bu nedenle Kur’an’da, “Gerçek anlamı ile kılınan namaz, aşırı davranış ve kötülüklerden insanı alıkoyar.” (Ankebut, 45) buyrulur. Yani Kötülük ile namaz bir arada bulunmaz. Namaz kılan kötülük yapmaz; yapanın namazı, namaz olmaz. “Yazıklar olsun o namaz kılanların ki, Onlar namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. İyiliğe de engel olurlar.” (Maun, 4-7)
Müslümanlık sınavı
Bölüm 3
Tanrı kavramıyla ilgili bazı sorular
“Size deseler: ‘ Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar, saptırır ya da gönlünü kapatıp kafir kılar. Dilediğini putlara taptırır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kafir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?”
Bu konuya cevap, ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ ve ‘Kader’ adlı yazılarımızda verilmiştir.
“Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesad çalışanların cezası ancak (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. bu onların dünyada rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azab vardır.” (Maide suresi, ayet 34.)
Ateistler boşuna kimseyi kandırmaya çalışmasın. “İslam barış dinidir.” Hz Resul amcasını öldürtüp ciğerini yiyeni af etmiş, ilk Müslümanlara işkence edip öldürenleri Mekke’yi fethedince bağışlamış, Bedir’de esir edilenleri okuma yazma öğretmesi karşılığı serbest bırakmıştır. Peki, yukarıdaki ayetler neyi amaçlamaktadır? Ayetlerde Müslümanlarla anlaşma yapıp, anlaşmayı bozanlara uygulanacak cezalar ifade edilmektedir. (Razi, XI/214; İbn Sad, Tabakat, II/57-59, 74-78) Anlaşmayı kabul eden karşı taraf bunları göze alıp anlaşmayı ihlal edip, bu şartlara razı olurken -Çünkü göze alıp anlaşmayı bozmuştur!- İslam’a saldırmak için bu ayeti fırsat görüp kullanmak ancak önyargı, taassup göstergesi olabilir. Çünkü karşılıklı anlaşmaları bozma dışında “İslam daima barış ve hoşgörü dini.” olmuştur ve asla anlaşmaları bozan taraf da Müslümanlar olmamıştır. Bu konuda ayrıca, ‘Tevbe suresi 5. Ayet’, ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar.’ başlıklı yazılar da okunabilir.
“Tanrı’nın yanlış ya da çelişkili kararlar verdiğine ya da insanlardan akıl alarak iş gördüğüne inanır mısın?”
“ Kur’an’da çelişki yoktur.” adlı yazımız bu iddialara cevaplar verilmiştir!
Müslümanlık sınavı
Bölüm 4
Hoşgörü” ve “İnsan sevgisi” konularında birkaç soru!
Yazarın ileri sürdüğü tüm iddialara cevaplar ilgili başlıklar altında ele alınıp verilmişti!
Müslümanlık sınavı
Bölüm 5
“İslam ve kadın” konusunda bazı sorular
‘İslam’da kadın hakları’ başlıklı yazımızda iddialar cevaplanmıştır. Ayrıca ‘İslami emirler ve hümanizm’, ‘İslam barış dinidir’, ‘Kul olmak gerçek anlamı ile özgür bir birey ve vatandaş olmak demektir’, ‘Savaş hukuku’, ‘İslam sevgi toplumu’ başlıklı yazılar da, bu bölümdeki diğer iddiaları cevaplamaktadır.
İslam şeriatının tarihi Türk düşmanlığı konusunda birkaç soru. “İslam şeriatında ‘ırklar’ ve ‘toplumlar’ arası eşitlik diye bir şey yoktur, Arabın üstünlüğü ilkesi vardır. İslam’a göre tanrı Türkleri insanlığa felaket getirici ırk olarak tanımlamıştır!” “İslam’ın Türk’e düşman olduğunu ve bu düşmanlığı Muhammed’in başlattığını ve Arabın tarihi Türk düşmanlığının bundan kaynaklandığını biliyor musunuz?”
“Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.” (Müsned, V, 411) hadisi ve ırkçılığı yasaklayan birçok ayet ve hadisi (Hucurat, 10; Müslim, İmare, 57; Nesai, Taḥrim, 28; İbn Mace, Fiten, 7; Müsned, IV, 107, 160; Ebu Davud, Edeb, 112; Ebu Nuaym, I, 9; II, 367; Süyuti, I, 8-12; Mehmed Said Hatipoğlu, İslâm’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşliliği, AÜİFD, XXIII, s. 135) görmeyen Arsel, uydurma olduğu bilinen hadisleri peş peşe sıralayıp İslam’ı ırkçı bir din olarak göstermeye çalışmaktadır. İslam insanın atalarının ve ırkının körü körüne takipçisi olmasının önüne geçilmesi istenmiştir. (A’raf, 28, 70; Yunus, 75-78; Hud, 61-63, 84-88; Nahl, 35; Sebe 43; Zuhruf, 22-25) Ümmetçi olduğu, ırkçılığa yer vermediği için faşistlerce eleştirilen İslam, Arsel tarafından da ırkçı bir din olarak ilan edilmektedir! Halbuki gerçekte ırkçı olan din Yahudiliktir (Levililer, 26/12; Çıkış, 19/5-6; II. Krallar, 5/20) ve Kur’an Yahudiliği eleştirmektedir! (Maide, 82) Bu konu uydurma hadis kitaplarında öyle önemli yer kaplamıştır ki, kimi uydurma hadisler Türkleri kötülerken, kimi uydurma hadislerde Türkleri övmekte hatta Hz Resul’ü Türk bile ilan edebilmektedir! Bu konuda ‘Müslümanların iç meseleleri’ ve ‘Türkler hakkındaki uydurma hadisler.’ başlıklı yazımıza müracaat edilebilir.
Kur’an’ın eleştirisi
İlhan Arsel’in, “Kur’an’ın eleştirilemez”, “tartışma kabul etmez”, “içeriği değiştirilemez ve hiçbir şekilde değişmez bir kitap olarak benimsenmesi ve bundan doğma sakıncalar.” şeklinde özetlenebilecek bazı iddialarda bulunur. İslam toplumu içinde yaşayan “Dehriyyunculardan İbni Ravendi’ye, Dımeşki’den Oryantalistlere nice kafir Kur’an’ı eleştirmemiş midir? Allah bizzat Kur’an’da kendi varlığını tartışmaya açmamış mıdır? Hatta bir peygamber olan Hz İbrahim’in soru sormasını yine Kur’an bizlere haber vermekte ve bunu bizlere örnek göstermekte değil midir? Bakara, 260: “Bir vakit de İbrahim: ‘Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?’ demişti. Allah: ‘Ne o, yoksa buna inanmadın mı?’ dedi. İbrahim şöyle cevap verdi: Elbette inandım, lakin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.” (Dikkat, iman sorunu yok ama kalben yani duygusal yönden, manevi olarak daha yücelmek için görmek istiyor Hz İbrahim!) Kur’an bir peygamberin ‘konuştuğu ve inandığı’ Allah’a soru sormasını bizlere haber veriyorken böyle bir kitap soru sormayı yasaklayabilir mi? Bakın Kur’an’da Allah ne buyuruyor: “Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” (Enfal, 42) Yine Allah ehli kitaba (Yahudi ve Hristiyanlara) şöyle seslenir: ” De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, iddianızı ispat edecek delilinizi getirin.” (Neml, 64) Kendi iddiasından emin olmayan muhataplarına böyle kesin bir üslup ile talepte bulunabilir mi? İslam’ın ortaya çıkışından 14 yıl sonra yapılan Bedir savaşında bile (Mekkeli) muhacirlerin 94 kişi olduğu düşünülürse, Mekke’deki müşriklere karşı nasıl sert çıkışlar yapabilirdi ki Müslümanlar? Ayrıca Arsel’in İslam tarihinden haberi olsa, Hz. Muhammed’in (s.a.v) kendisine sorulan soruların hepsine cevap verdiğini de bilirdi. Kur’an’da bile yüce yaratıcı kendi varlığının ispatlarını sunar ve Kur’an insanları araştırmaya yönlendirirken (Tarık, 5; Mülk, 3; Zümer, 21; Ankebut, 20; Ali İmran, 190; Bakara, 164) ve Kur’an-ı Kerim’in eğitim, öğretim ve bilim konusunda ilgili ayetleri; Okuma-yazma ve kalemden bahseden ayetler, İnsan bilgisinin kaynağı ve değeriyle İlgili ayetler, İnsanın yetiştirilmesiyle, fıtrat özelliklerinin eğitimi ve öğretimiyle ilgili ayetler, Bilim, ilim ve tefekkürden bahseden ayetler, Toplumdan, geçmiş milletlerin özelliklerinden, hayat tarzlarından ve örflerden bahseden ayetler şeklinde ayrılırken (Halis Ayhan, İslamiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı: 5, İstanbul 1998, s. 64) ve George Sarton, Introduction of the History of Science/Bilim tarihine giriş adlı kitabında şunu söyler: “Müslümanların bilimsel alanlardaki faaliyetlerinin arkasındaki itici gücü kavrayabilmek için Kur’an’ın onların hayatındaki merkezi rolünü anlamak gereklidir.” Ve Biruni ise Kitab al-Tahdid Nihayat al Amakin adlı eserinde: “Bilginin aranması gerektiği Allah’ın bir emridir.” (Elif Dorman, Kur’an’da Bilime Teşvik Eden Ayetler Işığında İslam Bilim Tarihi ve Kadın Bilim İnsanları, Kurani hayat, 07 Ekim 2020) yazarken Rasulüllah (sav) kendisine soru sorulmasını neden yasaklasın ki? Eğer öyle olsaydı, “Kim ilim öğrenme arzusuyla bir yola girerse, Allah bu sebeple ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikir 11) demez, Müslümanları ilim öğrenmeye teşvik etmezdi. Soru sormadan ilim mi olur? Bırakın erkeklerin soru sormasını, kadınlarda Mescid-i Nebevi’ye gelirler, Hz. Peygamber’e soru sorarlardı. Talep üzerine Peygamberimiz kendilerine özel ders için Perşembe gününü tahsis etmişti. Hz. Aişe validemiz de, “Şu Ensar hanımları ne güzel hanımlardır! Haya sahibi olmaları, ilimde derinleşmelerine engel olmamıştır” (Buhari, İlim 50; Müslim: Hayz 61; Ebu Davud: Taharet 120; İbn Mace: Taharet 124) demişti. Bu konuda ‘Kur’an ve bilim’ başlıklı yazımıza da bakılabilir. Peki Rasulüllah’ın (sav) sorulmasını istemediği soru yok mu idi, tabii ki vardı. Soran kişiyi yükümlülük altına sokacak veya kimseye faydası olmayacak soruların sorulmasını efendimiz gereksiz görmüştür:
“Yahudi’lerin vaktiyle kendi peygamberlerine (Örnegin Musa’ya) sorular sorduklarını hatırlatarak: “Hayır, siz, ona benzer, öyle boş, kafirane, taleplerde bulunmazsınız.” şeklinde konuşmuş ve bu konuda Tanrı’dan vahiy geldi diyerek Bakara sûresi’ne şu âyet’i koymuştur: “(Ey Müslümanlar!) Yoksa siz de, daha önce Musa’ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, şüphesiz dosdoğru yoldan çıkmıştır” (Bakara sûresi, âyet 108)
Meselenin aslı şudur: “Bir vakit de Musa, kavmine demişti ki: “Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor.” Onlar da: “Ay! Bizimle eğlenip alay mı ediyorsun?” dediler. O da: “O gibi cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” dedi.“Onlar: “Bizim için Rabbine dua et onun ne olduğunu bize açıklasın.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: “Bir sığır ki ne yaşlı, ne de genç, ikisi ortası bir dinç. Haydi emrolunduğunuz işi yapın!” dedi.” Onlar: “Bizim için Rabbine dua et rengini bize açıklasın” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: Rengi bakanlara sürur veren sapsarı bir sığır.” dedi. Onlar: “Bizim için Rabbine dua et, onu bize iyice açıklasın; çünkü o sığır bize karışık geldi. Bununla beraber Allah dilerse elbette onu buluruz.” dediler. O da: “Rabbim şöyle buyuruyor: O, ne koşulup toprağı süren, ne de ekin sulayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” dedi. Onlar da: “İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun.” dediler. Bunun üzerine o sığırı (bulup) boğazladılar. Neredeyse yapmayacaklardı. (Bakara, 67-71) Yüce Allah, İsrail oğullarına bir sığır kesmelerini emretmişti. Ancak Yahudilerin içerisinde de özgür akla (!) ve eleştirel bakışa (!) önem veren insanlar vardı ki, soru üzerine soru sorarlar. detay isterler ve kendilerini zora sokarlar. Yahudiler daha başlangıçta herhangi bir sığır kesseler, Allah’ın emri yerine getirilmiş, maksat hasıl olmuş olacaktı. Rasulullah (sav) bu tür, kişinin kendisine fayda sağlamayacak, kendi ve çevrelerini zora sokacak sorular sorulmasını istememiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Oraya yol bulabilen insana Allah için Ka’be’yi haccetmesi gereklidir.” (Ali İmran, 97) ayetini okumuştu. Bir adam kalkarak: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” diye sorar. Hz. Peygamber bu soruya cevap vermez. Adam sonra “Ya Rasulallah! Her sene mi? diye sordu. Hz. Peygamber yine yüz çevirdi. Adam üçüncü kez yine: “Ya Rasulallah! Her sene mi?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, eğer ‘Evet!’ deseydim o zaman mutlaka (her sene) vacib olurdu; eğer o şekilde vacib olsaydı siz de onu yerine getiremezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre girerdiniz. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakınız, üstelemeyiniz.” (Müslim Hac 141,412; Nesai hac 76, İbn mace menasik 41-44, Ahmet IV/175) buyurmuştur. Kur’an’daki, “Hakikaten biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali vermişizdir. Fakat insan tartışmaya çok düşkün olan bir varlıktır.” (Kehf, 54); “Kendilerini doğru yolda zannederken şeytanlar onları yoldan saptırıp dururlar.” (Zümer, 37) ayetleri acaba Arsel’e birilerini hiç anımsatmış mıdır? Bu konuda, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızdaki, ‘İslam’da soru sormak yasaklanmış mıdır ?’ başlıklı sorunun cevabına da bakılabilir.
Dursun da kitabında, “Kur’an’a koyduğu hikaye ve masalların pek çoğu, soru sormanın kötülüğünü, ve peygamberlere soru sormadan baş eğmek gerektiğini dile getirir nitelikte şeylerdir.” demekte idi. Kur’an ve hadisler birçok yerde yeryüzü ve gökler üzerinde araştırıp düşünmeyi (Ali İmran, 191; Zariyat, 21; Ali İmran, 190, Furkan, 62; Sad, 27; İ.Canan, Kütüb-i Sitte, XVI/147-151, Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr. 118; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I/209; Ah-med b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, s. 139, el-Heysemi, Mecma’u’z-Zeva’id, I/81; eI-Beyhaki, Şu’abu’l-İman, I/136; es-Suyuti, el-Cami’u’s-Sağir, 3347, 3349) tavsiye eder, ilim sahiplerini över. “Rabbim ilmimi artır” (Taha, 114) duası, Kur’an’ın öğrettiği duaların başında gelir.
Arsel, “Her ne kadar Muhammed, zaman zaman kendisine soru sorulmasını istermiş gibi görünerek: “Her kim bana bir sey sorarsa behemehâl haber verecegim. Babasının kim olduğunu sorsa bile” demekle beraber, din konularında (özellikle Kur’an üzerinde) tartışma olasılığına fırsat bırakmamıştır. Örneğin “ceza günü”nün ne zaman geleceğini, “kıyamet’in” ne zaman kopacağını soranlara, bu soruları yüzünden ateşe atılacaklarını söylerdi”
Arsel’e sormak lazım din konularında soru sorulmasını izin vermeseydi acaba din bugüne kadar nasıl gelebilirdi? “Kıyametin ne zaman kopacağını sormalarına izin vermemiş”miş! Arsel eline bir hadis kitabı alsaydı, kıyamet alametlerinin neler olduğunu orada ayrıntılı olarak görürdü. Kıyametin ne zaman kopacağı konusunda ise cibril hadisi diye meşhur hadiste “Sorulan sorandan daha bilgili değil” (Buhari, İman 1; Müslim, İman 1) diyerek kendisinin de bunu bilmediğini efendimiz açıkça ifade etmiştir. Ayrıca Rasulullah (sav) bilse ve kıyametin ne zaman kopacağını haber verseydi, Arsel ne yapacaktı acaba, namaza mı başlayacaktı?
Arsel, “Kur’an konusunda akılcı” bir tartışmaya girişilmesine yanaşmazlar; Kur’an üzerinde tartışma yapmayı, Tanrı’ya ve Muhammed’e hakâret sayarlar ve tartışmaya girişenleri dinsizlikle suçlarlar. Çünkü tartışma ve eleştiri yoluna girildiği an bu kitabın sarsıntıya uğrayacağını ve muhtemelen temel’den yıkılacağını herkesten iyi bilirler.”
Darwinizm mi akılcılık yoksa ateizm mi? Komünizm mi yoksa emperyalizmin merkezi ABD’de yaşarken emperyalizmin tek düşmanı olan İslam’a saldıran eserler vermek midir akılcılık? Kur’an üzerinde tartışılmayan hatta iftira edilmeyen tek ayet kalmamıştır yeryüzünde? Soru vardır öğrenmek için sorulur, soru vardır iyi niyet ama eksik bilgi içerir, soru da vardır muhatabı küçük düşürmek, onunla alay etmek için gündeme getirilir ve verilen cevap da soran için önemli değildir; cevap dinlenmez bile ve diğer konuya atlar! Kısaca ilmi bir tartışma değil, iftira/çamur atma yarışı vardır ortada ki, işte bu taassuptur! Yoksa yüzlerce yıldır tartışılan Kur’an hala insanlığı aydınlatırken birçok ateist görüş fikir tarihin çöplüğüne gömülmüştür. Arsel, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar, Babürlüler, Harzemşahlar, Endülüs Emevileri gibi İslam devletlerini, Farabi, Kindi, İbn-i Sina gibi Allah’a, meleklere, ruh’a inanan, İslam şeriatı dışına çıkmamaya önem veren Kur’an aşıklarını tam anlayamamıştır. İslam tarihinde Kufe ekolüne, ‘Ehli Rey’ denmiştir. Bunlara Ehli Rey denmesinin sebebi, Allah’ın (c.c.) muradını, Rasulullah’ın (sav) kastını anlamada aklı öncelemeleridir. Yoksa Arsel’in dediği gibi cezaları yumuşatmamışlar ya da hafifletmemişlerdir. Ebu Hanife’nin cezalar konusundaki ictihatları Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “Şüpheli şeylerle hadleri (cezaları) kaldırın” (Kasânî, Bedaiu’s Sana’i fi Tertibi’ş Şera, VII/67) kuralı gereğidir ki, bu da Roma hukuku değildir. Arsel bu iddiaları ile aynen oryantalistlerin iddialarını tekrarlamıştır. Bu konuda, ‘İslam fıkhı’ adlı yazımıza bakılabilir.
Önce ‘Kur’an’ın toplanıp yazıya geçirilmesini’ve sonra ‘Kur’an’ı Muhammed yazmıştır’ iddiasını diline dolayan Arsel daha sonra da salavat kelimesine takılmıştır. “Kur’an’ın kaynağı nedir?” ve “Kur’an’ın aslı yakıldı mı?” başlıklı yazılarımız ilk iddiasına cevap verirken, diğer iki iddiasına cevaba geçelim: Arsel aşağıdaki ayeti vererek ‘Kur’an-ı Kerimi Hz. Muhammed’in kendisi uyduruyor, o tanrı sözü değil’ demeye getirir: “Bu Kur’an şerefli bir elçinin Allah’tan getirip okuduğu sözüdür.” (Tekvir, 19) Arsel eğer biraz Arapça bilseydi, haydi Arapça bilmesini bir yana bırakın biraz önyargılarından kurtulsaydı, “Andolsun ki, Kerim (onurlu) olan bir elçinin sözüdür” ayetinde Muhammed isminin geçmediğini “Kerim elçi” ifadesinin geçtiğini görürdü. Evet Hz. Muhammed (s.a.v.) bir ‘elçi’dir. Elçi; kimin elçisiyse onun sözlerini nakleder, kendisi adına da bir şey uyduramaz. Hz. Muhammed (s.a.v) Rabbin elçisidir ve ondan aldığı vahyi tebliğ etmiştir. Bu konu ayrıca, ‘Ateistlere cevaplar’ başlıklı yazıda, ‘Kur’an insan sözü mü?’ altbaşlığı ile açıklanmıştır.
Arsel, “Fakat bütün bunlardan gayrı bir de Kur’an’da, Tanrı’nın Muhammed’e “salevat” getirdiğine ve Müslümanların Muhammed’e teslimiyet göstermeleri gerektiğine dair şöyle bir âyet var: “Süphe yok ki Allah ve melekleri, salavat getirirler peygamber (Muhammed’e; ey inananlar siz de ona salavat getirin, tam teslim olarak da selâm verin” ( Ahzab 56). Bu âyet’in bir başka şekli şöyle: “Bir hakikattir ki Allah ve melekleri, o Yüce Nebî Muhammed’e salat ederler. Ey müminler, siz de hep ona salavat ediniz ve hulûs ile selâm veriniz” ( Ahzab 56)
Arapça bilmediği halde İslami konularda yazılar yazmayı kendisine metot edinmiş olan Arsel bu iddiayı da Dursun’dan alıntılamıştır. Ateistler, “Ahzab, 56. ayette, Allah Muhammed’e salat ediyor.” derler. Salat kelimesinin her yerde namaz anlamına geldiğini zannederler. Kur’an’da salat kavramının Allah’a nispetle kullanıldığında ‘rahmet ve bağışlama’; meleklerin nispetle kullanıldığında ‘dua’; Hz Peygamberin nispetle kullanıldığında da ‘dua ve bağışlama talebi’; müminlerin nispetle kullanıldığında da ‘dua ve namaz kılmak’ anlamında olduğunu bilmiyorlar.” (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 42) Yani ayetteki salavat: “Rabbimizin rahmeti, meleklerinin istiğfarı ve bizim de duamız Efendimiz Hazreti Muhammed’e olsun.” demektir. Peyhamberimizin tavsiye ettiği salavatta bunu açıkça göstermektedir: “Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed’in ailesine, İbrahim ve ailesine bereket ihsan ettiğin gibi bereket ihsan eyle!” (Buhari, Enbiya,10; Da’avat, 31, 32; Müslim, Salat, 65, 66, 69) “Salat, yardım, destek” anlamındadır. Allah sadece peygambere değil, kullarına da salat eder. Ahzab, 43. ayet: “Allah ve melekleri karanlıklardan aydınlığa çıkmanız için size salat eder.” Yani, Allah bizimle mesajlaşır, varlığını hissettirir. Salat tek taraflı bir eylem olmadığı gibi, peygambere özel bir durum da değildir.” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 147) Thomas Carlyle: “Arabistan’ın ilk defadır ki onun sayesinde yaşayan bir memleket olmuştur. Muazzam bir inkılap gerçekleştirmiş bu kahramanımız, bir tanrı olarak değil, bir peygamber olarak görülüyor. Dünya tarihinde yeni bir insanın, bu insan ne kadar büyük olursa olsun, artık Tanrı olarak tanındığı görülmeyecektir. O, hakiki bir peygamberdir. Muhammed’in sahte bir peygamber, dininin ihtiraslar yığınından oluştuğu iddiası, bugün artık ayakta duracak vaziyette değildir.” (Thomas Carlyle, Peygamber Kahraman Muhammed, s. 21) derken içimizden bazılarının bunu anlayamamaları düşündürücüdür! Ayrıca bu konu ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazımızda da ele alınmıştır.
Hz. Muhammed ve dünya hayatının nimetleri
Arsel, Hz Muhammed’in dünyalık nimetlere düşkün olduğunu, para, iktidar için peygamberliğini ilan ettiğini ileri sürer. Eğer gerçek bu olsa idi Efendimiz daha peygamberliğinin ilk yıllarında kendisine önerilen ‘makam, mal ve güzel kadın’ tekliflerini (Siretu İbn Hişam, I/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, I/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, I/474; Beyhaki, Delail’u’n-Nübüvve, II/63; Taberi, II/218-220) hemen kabul ederdi. Efendimiz bu ve benzeri teklifleri reddetmiş ve zorluklarla dolu 23 senelik mücadeleyi göze almıştır. Hedefine ulaştığında ise kendine saraylar yapmamış, tekrar Medine’deki tek odalı evine dönmüştür! Hz. Muhammed’in vefatından sonra bir akrabası Hz. Aişe’yi ziyaret eder. Aişe onun için bir sofra hazırlar. Ve sonra dayanamayıp ağlamaya başlar. Akrabası sebebini sorar. Hz. Aişe: “Ben doyuncaya kadar her yemek yiyişim de ağlarım,” der. Misafir sorar: “Niçin?” Hz. Aişe:“Çünkü Allah’ın Elçisi bütün ömrü boyunca doyuncaya kadar hiç yemedi. Sıkıntı içerisindeydi. Bir günde iki öğün yemedi. Ekmek yediği zaman hurma yemedi, hurma yediği zaman ekmek yemedi. Sürekli başkalarını kendine tercih ettiği için hep böyle yaşadı. Şimdi ise insanlar yediklerini eritmek için ilaç kullanıyor.” (M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, I/381) Üç gün süren Hendek kazımının en zor tarafı aynı günlerde bütün şiddetiyle devam eden açlık ve kıtlıktı. Arkadaşları, çalışırken, açlıktan düşüp bayılmamak için orada adet olduğu şekliyle karınlarına taş bağlamışlardı. Bir ara Efendimizin karşısına dizilirler. Ahirette kendilerinin bu fedakarlıklarına şahitlik etmesini isterler. Ve elbiselerini sıyırıp, taşları gösterirler. O sadece tebessüm eder. Sonra da kendi elbisesini sıyırır. Hz. Muhammed’in karnında iki taş birden bağlıdır. (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.58, 236) Bir yolculuktadırlar. Yemek için mola verilir. Arkadaşlarının her biri bir görev üstlenir. Hz. Muhammed’de “Ben de ateş için odun toplayayım”, der Arkadaşları mani olmak isterler. “Ey Allah’ın Elçisi! Siz dinlenin biz o işi de görürüz.” Hz. Muhammed, “Gerçekten bunu isteyerek yapacağınızı biliyorum. Ancak ben bir topluluk içinde ayrıcalıklı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Bunu Allah’ta sevmez”. Ve odunları toplamaya koyulur. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/63) Medine’de Hicret’i takip eden ilk günlerdir. Medineli Müslümanlar bütün maddi varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen kardeşleriyle muhacirle her şeylerini paylaşırlar. Her eve on tane misafir düşmüştür. Hz. Muhammed’te (sav) bu evlerden birini başka muhacir arkadaşlarıyla paylaşır. Onlardan biri olan Mikdad bin Esved anlatmaktadır. “Evde, sütleri ile evin geçiminin sağlandığı bir kaç keçi vardır. Keçiler sağıldığında herkes kendi payına düşen sütü içer. Hz. Muhammed’in payı kasede kalırdı. Bir gece Hz. Muhammed eve geç geldi. Herkes kendi payını içerek, yatmıştı. O kaseyi boş buldu, bir başkası sütü içmişti ama o sesini çıkarmadı. Sadece şöyle dua etti. “Ey bugün beni doyuran Allah’ım, onları da doyur!” Daha sonra Mikdad bin Esved peygamberin açlığını gidermek için keçilerden birini kesip, pişirmek ister. Hz. Muhammed izin vermez. Onun yerine ikinci kez sağılan “keçiden çıkan bir kaç damla sütü içer ve sessizce yatağına uzanır. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/188) Ebu Hüreyre ile birlikte, çarşıya alışverişe çıkmışlardır. Alış verişi bitirdikten sonra satıcıya tartması için para yerine kullanılan gümüş parçalarını uzatır ve “Dikkatli ol, ağırca tart” der. Şaşırarak hiç bir müşterisinden böyle bir teklif duymadığını söyleyen satıcıya Ebu Hüreyre karşısındakinin peygamber olduğunu bildirir. Satıcı derhal Hz. Muhammed’in ellerine kapanarak öpmek ister. O izin vermez. “Bunu İranlılar krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, içinizden bir insanım.” Eve dönüş sırasında Ebu Hüreyre yükünü taşımaya yardımcı olmak ister ona da izin vermez. “Kişi, eşyasını, taşıyabiliyorsa, sadece kendisi taşımalıdır.” buyurur. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/156-157) Oturarak namaz kıldığını gören Ebu Hureyre sorar: “Ey Allah’ın Elçisi! Hasta mısın?” Cevap verir: “Hayır, açım!” Yeni Müslüman olmuş ve kendisini ilk kez gören bir göçebe Arap heyecanından, karşısında titremektedir. Hz. Muhammed “Arkadaş, sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” der. (M. Yusuf Kandehlevi, III/153) Yeni Müslüman olmuş ve görgü, nezaket kurallarından habersiz göçebe Arapların kendisini rahatsız etmeleri, amcası Hz. Abbas için ciddi bir üzüntü konusu olmaktadır. Bir gün yine böyle bir grup tarafından çevrelenmiş, tozun toprağın üzerinde ve kızgın güneşin altında yeğenini gören amca dayanamayıp şöyle der: “Ey Allah’ın Elçisi! Bari sana bir çardak yapsak da hiç olmazsa güneşten korunsan! Müslümanların dertlerini orada dinlesen.” O cevap verir: “Hayır! Allah beni kendi katına alıncaya kadar, ben onların arasında bulunacağım. Ökçeme basmalarına, elbisemi çekiştirmelerine ses çıkarmayacağım. (İbrahim Refik, Güllerin Efendisi, s.109) Arkadaşları O yanlarına her girdiğinde hızla ayağa kalkmaktadırlar. En sonunda bir gün dayanamaz. “İranlıların birbirlerini büyük görerek ayağa kalktıkları gibi siz de bana ayağa kalkmayın. Çünkü ben bir kulun yemek yediği gibi yemek yiyen, bir kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.” Bunun benzeri başka bir olayda ise uyarısına şu eklemeyi de yapar: “Hiç kimse için kalkılmaz. Ancak Allah için ayakta durulur.” Bundan sonra arkadaşları O içeri her girdiğinde kendilerini zorla tutarlar ayağa kalkmaz, oturmaya devam ederler. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, III/68; Kadı İyaz, Şifai Şerif, s. 129) Kızı Hz. Fatma’ya giderek evinde yiyecek bir şeyler olup olmadığını sorar: “Kızım! Sende yiyecek bir şey yok mudur? Ben çok açım.” Hz. Fatma: “Canım sana feda olsun babacığım! Yemin ederim ki ben de de size yedirecek bir şey yoktur.” diye cevap verir. Bu sırada O peygamberliğinin yanı sıra İslam devletinin de başındadır! Başka bir gün kızı Hz. Fatma yeni pişirdiği arpa ekmeğinden bir parça da peygamber babasına götürür. Hz. Muhammed kızına: “Vallahi kızım” der “üç gündür baban bir şey yememiştir.” Bu sırada da devlet başkanıdır. (Hayatüs-Sahabe, M. Yusuf Kandehlevi, IV/383) Mekke fethedilmiştir. Siyasi ve askeri mücadelesinin zaferle sonuçladığı bir gün yaşamaktadır. Öğle yemeğini ise arkadaşlarıyla birlikte, sokakta, toprağın üzerine oturarak yemektedir. Bu durumu garip sayan, bir kadın laf atar, “Şuna bakın! Yere oturmuş bir köle gibi yemek yiyor.” Hz. Muhammed tebessüm ederek cevap verir: “Benden güzel köle mi olur! Çünkü ben de Allah’ın kölesiyim.” Başka bir defasında eşi Hz. Aişe rica eder: “Ne olur bağdaş kurarak, biraz daha rahat oturarak yemek ye.” Bunun üzerine alnını yere değdirecek kadar öne eğilir. “Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum, çünkü ben bir kuldan başka bir şey değilim.” (Ebu Şeyh el-İsbehani, Hz. Muhammed’in Edeb ve Ahlakı, s.64) Habbab bin Eret Mekke’den hicret etmiş, ilk Müslümanlardan azatlı bir köledir. Medine’de Hz. Muhammed tarafından uzun sürecek bir göreve gönderilir. Tekrar evine dönüp, günlük işlerinin başına dönünceye kadar ise o işleri her gün Habbab bin Eret’in evinde bizzat Hz. Muhammed görür. Evin kadınları süt sağmasını bilmedikleri için sığır ve keçileri her gün Hz. Muhammed tarafından sağılır. Ailenin, erkeğin yokluğundan etkilenmesine izin vermez. (Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, I/66) Kendisine en çok benzeyen ve kendinden geriye kalan tek çocuğu Hz. Fatma’yı, amcası Ebu Talib’in oğlu Hz. Ali’yle evlendiririken, çeyiz olarak verebildikleri, yorgan yerine kullanılan kadife bir örtü, yaygı, elek, havlu, bir bardak, bir el değirmeni, bir tulum, iki su testisi, içi hurma lifi dolu bir deri minder, deriden yapılmış bir kab ve bir kırbadan ibarettir. Yorgan yerine verilen kadife örtü kısa olduğu için başa çekilince ayak, ayağa çekilince de baş açıkta kalmaktadır. (İbn-Sad, et-Tabakâtül Kübra, VIII/23) O’nun vefatında İslam toprakları yaklaşık 1,5 milyon km ye ulaşmıştı. O hayatta iken Hicaz, Yemen ve bütün Arap Yarımadası, Irak ve Şam’ın yakın bölgeleri fethedilmişti. Oralardan elde edilen ganimetlerin beytülmal hissesi, cizye ve zekatlardan, krallara toplanamayacak kadar çok mal Rasulullah’a toplanıp getirilmişti. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey kendine almamış bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve Müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki; “Uhut dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yarımda birgece kalması beni memnun etmez.” (Sahih-i Buharı, Kitabu’z-Zekat ve Kitabu’r-Rikak’da; Sahih-i Müslim Kitabu’z-Zekât, 9. Bap, Hadis No: XXXIII/94; Sünen-i Ibni Mâce, Kitabü’z-Zekat, 3. Bap, Hadis No: 1787) Hz. Peygamber’in maddi mirasını menkul mallar ve gayr-i menkul mallar şeklinde iki kısımda mütalaa etmek mümkündür. Menkul olanlar, para, zati eşya, hayvan gibi mallardır. Hz. Peygamber son hastalığı esnasında yanında bulunan yedi dirhemin de fakirlere dağıtılmasını istemiştir. (İbn Sa’d, II/237-239) Bu bakımdan o, nakit miras bırakmamıştır. Hırkası, kılıcı ve yüzüğü ise devlete kalmıştır. Peygamberimiz kendisine getirilen sadakaları kesinlikle kabul etmemiş bunun kendisine ve ailesine haram olduğunu beyan etmiştir. “Bu sadakalar Muhammed’e ve O’nun ailesine helal değildir!“ (Sahihi Müslim, zekat 168) Bırakın zekat ve sadaka almayı, bir kişi kendisine bir şey hediye etse hemen o da ona bir şey hediye ederdi ve şöyle buyururdu: “Hediyeleşiniz ki birbirinize olan muhabbetiniz artsın!” (Münavi, Camiu’s-sağir şerhi, III/271) İbnu Abbas (r.a) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v.), Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderdi. (Giderken) Ona dedi ki: “Sen Ehl-i Kitap bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey Allah’a ibadet olsun. Allah’ı tanıdılar mı, kendilerine Allah’ın zekatı farz kılmış olduğunu, zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını onlara haber ver. Onlar buna da itaat ederlerse kendilerinden zekatı al. Zekat alırken halkın (nazarlarında) kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasını almaktan kork. Zira Allah’la bu beddua arasında perde mevcut değildir.” (Buhari, Zekat I/41, Sadaka I/63, Mezâlim 9, Megazi 60, Tevhid 1; Müslim, İmân 31, (19); Tirmizi, Zekat 6, (625); Ebu Davud, Zekat 4, (1584); Nesai, Zekat 46, 5, 55) Bilindiği gibi zekat muhtaçların hakkıdır, zekat parasıyla cami bile yapılması caiz değildir. Bir defasında Peygamberimize bir miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki, “İşte şimdi rahatladım.” (İmam Suyuti, Menahilü’s-Safa, s.14) O yiyecek, giyecek ve meskenden ihtiyacı kadarı ile yetinirdi. İhtiyaçtan fazlasını edinmezdi. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi. Çoğunlukla da siyah çizgili sert bir elbise ve kalın bürde giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları yanında bulunan ve bulunmayanlara paylaştırırdı. Çünkü elbiselerle övünmek, onlarla süslenmek bir şeref ve yücelik ölçüsü değildir. Zeyd b. Sa’ne müslüman olmadan önce, Rasulullah’a gelerek bir alacağının ödenmesini isteyip Peygamberin yakasını toplayıp çekti. Ağır sözler söyledi ve “Ey Abdulmuttalip oğulları, siz borcunuzun süresini uzatıyorsunuz” dedi. Hz. Ömer adama kızıp bağırdı. Rasulullah ise tebessüm ederek buyurdu ki, “Ya Ömer! Bana da, ona da senin bu tepkinden başkası gerekirdi. Bana güzel bir şekilde ödememi, ona da güzel bir şekilde istemesini söylemelisin.” Sonra “borcumun süresinin bitmesine üç gün süre kaldı.” buyurarak, sürenin daha dolmamış olmasına rağmen, Hz. Ömer’e adamın alacağını ödemesini ve onu korkuttuğu için yirmi ölçek de fazla vermesini emretti. Bu olay Zeyd’in Müslüman olmasına vesile olmuştur. Zeyd bu olaydan sonra diyor ki, “Ben Muhammed’de peygamberlik alametlerinin hepsini görmüştüm iki şey var ki, onları denememiştim: Yumuşaklığı öfkesine galip geliyor mu ve öfkesi şiddetlendikçe yumuşaklığı artıyor mu, bunları denedim ve onda mevcut olduğunu gördüm” (Süyutî, Menahilu’s-Safa s.17, İmam Beyhakî’nin, Ebu Naiym’in, Ibni Hibban’ın tahric ettiklerini kaydetmiştir. Ayrıca imam Taberani, Mu’cem’inde tahric etmiştir. Mecmau’z-Zevaid, VIII/240.) İbnul-Munkedir diyor ki, Cabir b. Abdulah’ın şöyle dediğini işittim: Rasulullah’tan (s.a.v.) bir şey istenip te “hayır” dediği vaki değildir.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’l-Fedail, 14. Bap, Hadis No: 56/2311) İbn-i Abbas diyor ki, “Rasulullah (s.a.v.), hayır/iyilik yapmada insanların en cömerti idi. En cömert olduğu zaman da ramazan ayı idi. Cebrail (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen rüzgardan daha cömert olurdu.” (Sahih-i Müslim, Kitabü’l-Fedail, 12. Bap, Hadis No: L/2308; Sünen-i Tirmizi, Ebvabu’l-Cihad, 14. Bap, Hadis No: 1687; Sünen-i İbni Mace, Kitabu’l-Cihad, 9. Bap, Hadis No: 2772) Rasulullah, Havazin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine Beni Mustalık kabilesinin tüm esirleri sahabe tarafından serbest bırakılmıştır. Yine Abbas’a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş getirilmiş bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi sonra bir adam gelip istedi. Ona “Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git. İhtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bir şey gelince biz ona parasını öderiz.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ya Rasulallah Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?” diye sordu. Bu söz Peygamber’in hoşuna gitmedi. Ensardan bir sahabe de “Ver ey Allah’ın Rasulü. Arz’ın Sahibi’nin azaltacağından korkma!” dedi. Rasulullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden belli oldu. Buyurdu ki, “Ben bununla emrolundum” (Sünen-i Tirmizi, Şemail, s. 514-515) Bir adam Rasulullah’a gelerek ondan bir şeyler istedi. Rasulullah başkasından yarım ölçek borç alıp ona verdi. Alacaklı yarım vasak malını istemeye geldiğinde, ona bir vasak verdi ve “Yarısı borcum için yarısı da bağıştır” buyurdu. (Sünen-i Tirmizi, Ebvâbü’z-Zühd, 37. Bap. Hadis No: 2363) Geceleri; üzerinde uyudukları, gündüzleri de, biraz kestirip uykusuzluklarını giderdikleri döşekleri, koç postu idi. (Asım Köksal, İslam Tarihi, IX/258; Sa’d, Tabakat, VIII/ 8-25) Ehl-i beyt’in üç gün arka arkaya muntazam bir yemek yediği asla olmamıştı. Çoğunlukla hurma ve su ile geçinirlerdi. (Sünnen-i İbn-i Mace, II/536) Bazen ay geçer de bu mutavazı hücrenin kandilinin ışıldadığı, bacasının tüttüğü görülmezdi. (İbn-i Hanbel, Müsned, VI/217) Rasul-i Ekrem, Hazret-i Aişe’nin hücresinde bulunduğu zaman yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sorar, o da hiç bir şey bulunmadığını söylediği vakit o günü oruçlu geçirirler, yahut Medine’li müslümanlardan biri bir miktar süt gönderir ve bu sütle yetinirdi. (İbni Hanbel, Müsned, VI/49- 244) Yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz mal-mülk peşinde değildi. 10 yıl İslam devleti başkanlığı yapan bir devlet adamı olarak fakir bir hayat yaşadı. Günde bir öğün yiyen Hz. Peygamber haftanın her pazartesi ve perşembe günü oruç tutardı. Receb ve Şaban aylarında çok fazla oruç tutar, her ayın 13-14-15 inde ve her Muharrem ayında da üç gün oruç tutardı. Günde ikinci öğün yemek yiyen eşi Hz Aişe’ye “Bir günde iki öğün yemek mi yiyorsun” diye sitem ettiğini, bazı günler de açlıktan diğer sahabeler gibi karnına taş bağladığını, Hz. Aişe’nin “aylarca evimizde ocak yanmazdı.” dediğini, Eşi Hz. Aişe’nin karanlık çökünce yatsıdan sonra hemen uyuduklarını söylediğinde, “kandilde (zeytin) yağınız yok muydu? diyen hanım sahabeye “yağımız olsaydı onu yakmaz, yerdik” dediğini ateistler nerden bileceklerdir!? Dinsizler, “Muhammed rüşvetle insanları Müslüman yaptı” demektedirler. Menfaat elde etmek için ortaya çıkmış bir peygamber niçin para vererek insanları Müslüman yapsın? Zorla ellerindeki malları alır, istediği gibi ordu kurar, her istediğini de yapar, yaptırırdı. O’nun gayesi o kişilerin dünya ve ahiretini kurtarmaktan başka bir şey değildi! Bu iddialara cevaplar için, “ Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir” ve “Oryantalistlerin Hz Muhammed hakkındaki ithamları ve gerçekler” adlı yazılarlarımıza da bakılabilir!
Kur’an’daki yeminler, benzetmeler, argo iddiası
Arsel der ki: “Kur’an’daki Tanrı, tıpkı Araplar gibi, her söylediğini yeminlerle kanıtlamak ister; tıpkı Araplar gibi, her vesileyle hakir kılıcı laflar eder, örneğin kullarına “yabani eşekler”, “susamış develer”, “dilini sarkıtıp soluyan köpekler” ya da “alçak zorbalar” şeklinde sözler sarf eder; tıpkı Araplar gibi kin ve intikam besler, kıskançlıklarını belli eder ve kendisinden beklenmeyen tutum ve davranışları seçer!”
Kur’anı Kerimde, bu kelimelerin nerede geçtiğine bir bakalım. Yabani eşek: “Sizi Sekar’a sokan nedir?” (Onlar) derler: “Biz namaz kılanlardan değildik, fakirlere yemek yedirmezdik. Batakçılarla dalar giderdik ve hesap gününe yalan derdik, bize o ölüm gelinceye kadar! Fakat o zaman şefaatçilerin şefaati fayda vermez. O öğütten veren şeyden yüz çevirirlerken şimdi ne mazeretleri var? Böyle iken onlara ne oluyor ki adeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri ‘gibi’ öğütten yüz çevirip kaçıyorlar!” (Müddessir, 42-51) 51. ayette hakaret değil, benzetme sanatı yapıldığı anlaşmaktadır. Susamış/susuz develer: “Ey Muhammed! Şu halde onların azaba uğramalarını istemekte acele etme. Biz onlar için ancak (takdir ettiğimiz günleri) sayıp durmaktayız. Allah’a karşı gelmekten sakınanları Rahman’ın huzurunda bir elçiler heyeti ‘gibi’ toplayacağımız, suçluları da suya koşan susuz develer ‘gibi’ cehenneme sevk edeceğimiz günü düşün!” (Meryem, 84-86) Yine benzetme, teşbih kullanılmıştır. Dilini sarkıtıp soluyan köpekler: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o ayetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu ‘gibi’dir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler. Ayetlerimizi yalan sayan ve ancak kendilerine zulmeden bir kavmin durumu ne kötüdür!” (A’raf, 175-177) Görüldüğü gibi tüm ayetlerde benzetme sanatı yapılmıştır. Alçak zorbalar: “O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler. Şunların hiçbirine eğilme, uyma: Çok yemin eden, bayağı-alçak. Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran. Hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış. Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş?” (Kalem, 8-14) Anlaşılacağı üzere ayetler; namaz kılmayan, fakirleri gözetmeyen, insanlara zülmeden, dünyada fitne çıkaran, kötülük yapan, boş şeylere dalıp hayatlarını nefsi arzularına göre yaşayan, ahirete inanmayan, heva ve hevesine uyanlar hakkındadır. Teşbih sanatını bilmeyen; benzeyen, benzetilen; benzetme ve benzetme edatından haberi olmayanların kendilerine eşek, deve, köpek dendiğini zannetmeleri cehaletlerini gösterir. Allah yer ve göklerin sahibidir. O’nun için kin ve kıskançlık asla söz konusu olamaz! O (cc) sadece ‘Zalimleri sevmez’ (Ali İmran, 57; Şura, 40); ‘Laneti zalimlerin üzerine olacak.’ (Hud, 18; şusa, 40); ‘Zulmedenleri ne bağışlayacak, ne de onlara bir kurtuluş yolu gösterecektir’ (Nisa, 168) ve ‘Cehennem de, zalimlerin kötü bir durağı’ (Ali İmran, 151) olacaktır! Unutmayalım ki zalime şefkat mazluma zulümdür! Hem ateistler inanmadıkları bir Tanrının zalimleri cezalandırmasıyla neden bu kadar ilgilenmektedir? Yoksa ahiretin var olabileceği konusunda bilinçaltında bir dürtü onları rahatsız etmekte de, bunu içlerinde bulundukları ortam gereği dışa mı vuramamaktadırlar!?
Arsel, “Kur’an’ın hemen her satırı, Tanrının kendi kendini yüceltmesiyle, “kul” olarak yarattığı insanlara kendi büyüklüğünü ve güçlülüğünü kabul ettirmek istemesiyle, onları yerlere kapanarak kendisine taptırmağa çalışmasıyla ve fakat bu istek ve gayretlerine karsı dikilenlere küfür’ler ve hakâretler yağdırmasıyla doludur.”
Örnek olarak Vakıa suresi 50-56. ayetleri verir. Önce ayet mealini verelim: “Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz, ey sapkın/yoldan sapmış yalanlayıcılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.” Zaten öldükten sonra dirilmeye inanmayan Arsel, cehennem azabında bahseden ayetlerden neden şikayetçi olmaktadır? Yoksa Arsel’i vicdanı mı rahatsız etmektedir? Yoksa Kur’an’ın direk kendisine hitap ettiğini mi hissetti de itiraz etmektedir?! Arsel yazdığı kitaplarla Müslümanlara, efendimize her türlü hakareti yapacak, insanların ve evrenin tesadüfen oluştuğunu iddia edecek, (Cevaplar için “ Evrim teorisi ” ve “ Allah’ın varlığının ispatı” adlı yazılarımıza bakılabilir) Allah inkar etmesi yetmeyip, bir de İslam’ı karalama çabasına girecek ve dinsiz bir toplumu insanlara önerecek ve bunların karşılığında cezadan bahsedilince itiraz edecek! Bir suçlunun ceza kanununa itiraz etmesi kadar çelişkili bir durumdur bu itiraz. Halbuki Allah bizzat uyarıyor, ikaz ediyor! Aslında Kur’an, “Ey sapkın yalancı!” derken aslında ne kadar aktüel bir ilahi eser olduğunu da ispatlamakta değil midir? Evrim ile yüce yaratıcıyı inkar etmek yalancılık, Freud’un libido eksenli görüşlerinin temeli sapıklık değil midir? Nikahsız birlikteliği savunan Arsel’in dünya görüşünün sonlarının ne olduğuna, 1990’lı yıllarda sosyalist rejimlerin çökmesiyle dünya yaşayarak şahit olmadı mı? Allah’ın Rahman, Rahim, Vehhab gibi birçok, “Seven, acıyan, bağışlayan” sıfatlarını ve Kur’an’daki cennet nimetlerini görmeyip, cehenneme girecek zalimlerle ilgili ayetler üzerinde yorumlar yapılması da aslında psikolojik tahlile muhtaç bir bakış açısına işaret etmekte değil midir?
Kalem suresinin 15. ayetini de kitabına almıştır Arsel. “Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: Öncekilerin masalları! der. Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.” (Kalem, 15)
Ateistler Kur’an’a hep aynı hatalı metotla yaklaşmaktadırlar; ayetleri bağlamından koparmak için cımbızlayıp işlerine gelen yerlerini okuyucuya aktarmaktadırlar. Bu ayeti öncesi ile okuyalım: Kalem, 8-15: “Şu halde seni yalancılıkla itham edenlere boyun eğme! İstedikleri şudur: Sen taviz veresin ki, onlar da taviz versinler. Olur olmaz yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp iğneleyen, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günahkar, huysuz ve kaba, üstelik karakteri bozuk kimselere, serveti ve çocukları var diye sakın boyun eğme. Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der. Yakında onun alnına (cehennemlik) damgasını vuracağız.” Bu ayetlerdeki, “Daima kusur arayıp kınayan.” ve “Ayetler ona okunduğu zaman: Öncekilerin masalları! diyen” kişi olarak benim ilk aklıma gelen Arsel olmaktadır! Yeni vefat eden (Bu yazı yazıldığı sıralarda; 7 Şubat 2010, Florida, ABD’de) Arsel’in ‘Havada olan burnunun yakında yere sürtülüp sürtülmeyeceğini’de artık zamanla göreceğiz! Aslında bu ayetler hep kötü huylara sahip insanlardan bahsetmektedir. Allah kitap ve peygamber göndermiş, insanlara zararlı olan davranışları açıklamış, kötülerin cehenneme gideceğini bildirmiştir. Bizlere yararlı olanları emreden Yüce Yaradan, (‘İslami emirler ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılabilir) cennet nimetlerini de bildirmiş ve sonuçta da tercihi hür iradeli yarattığı insanlara bırakmıştır. İsteyen kendi tercihleri ile cennete isteyen de cehenneme gider. Hadi cehenneme gider ateist, bari başkalarını da saptırmasa! Bir de onun günahının yükünü de yüklenmektedirler! “Onlar mutlaka kendi günah yükleriyle birlikte, saptırdıkları kimselerin günah yüklerini de taşımak zorunda kalacaklardır ve tüm temelsiz uydurup durdukları şeylerden de hesaba çekileceklerdir.” (Ankebut, 13)
Arsel, Ali İmran 119. ayetten hareketle yine eleştirilerine devam eder: “Kur’an’da (Imrân sûresi’nde) Tanrı’nın, inanmadan “inandık” deyip Müslüman imiş gibi görünenlere karsı “Kahrolun” (ölün) diye bedduâ’lar ettiği yazılı.” der. Ayete bakalım: “Siz Kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, ‘size olan kin ve öfkelerinden dolayı’ parmak uçlarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden çatlayın!” Şüphesiz Allah insanların içlerinde gizlediklerini de en iyi bilendir.” Ayet ikiyüzlü, yalancı münafıklara, İslam’a kin duyanlara ‘Keskin sirke küpüne zarar.’ atasözü mealinde, “kininizle başbaşa, ne haliniz varsa görün.” dememizi ve onları muhatap almamamızı istemektedir. Arsel, kendi gibi olanları da ifşa eden ‘size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar.’ ayetinden mi alınmıştır bilinmez ama ‘Öfkeden çatladığı’nı açıkça ve her defasında belli etmektedir! Öfkesini içinde saklasa, İslam’a iftiralar atmasa muhatap alınmayacak bu kesime en azından cevap vermek için bir süreliğine kaale alıp cevap vermeye devam ediyoruz! Beyzavi ve Celaledin gibi en sağlam kaynaklara göre bu ayetler, Hz. Muhammed’e düşmanlık besleyen Velid b. Muğire hakkında inmiştir. Cenab-ı Hakk’ın büyük nimetler bahşettiği Velid, kibir ve gururuna yenik düşmekteydi. “Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed’e gelsin? Ebu Mesud Amr bin Umeyr bile nasıl bir kenarda bırakılabilir? Biz ikimiz Taif’in reisleriyiz” diyerek Cenab-ı Hakk’ın iradesine karşı durmaktaydı. Serveti ve sahip olduğu çocuklarıyla kibirlenmekte, kendisini herkesten üstün görmekteydi. Peygamberimize karşı iftiralar atmakta, öldürmek istemekte, kıskanmakta, hasedi ve inadı ile en önde gitmekte idi. Kendisi iman etmediği gibi, kendi kavminden olanların da iman etmemesi için her türlü yola başvurmaktaydı. İslam’a ve Peygamberine karşı yaptığı hareketlerinden dolayı, hakkında en çok ayet nazil olan müşrik kişiler arasında yer aldı. (İbni Hişam, Sire, I/288-289; Kadı İyaz, Şifa, I/512-513) Çağdaş Muğire olan Arsel, İslam’a bu kadar düşmanlık yapan Muğire’nin avukatlığını dolaylı yoldan neden yapmakta, yaptığı kötülükleri -İslami kaynaklarda tek tek anlatılır neden gizleme gereği duymaktadır, yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
‘Harun’un kız kardeşi’nin anlamı nedir?
Arsel’e göre, Muhammed, “İsa’nın anası Meryem ile, Musa’nın ve Harun’un kız kardeşleri olan Meryem’i birbirleriyle karıştırmıştır.”
Dünyada Harun isminde bir kişi mi vardır? Günümüzde de Muhammed, Ali, Fatıma, Ayşe gibi isimler yaygın olrak kullanılmaz mı? Bu konu, ‘Oryantalistlerin Kur’an, İslam ile ilgili eleştirilerine cevaplar’ adlı sayfada detaylı olarak açıklanmıştır.
Kur’an, Tevrat ve kurban
Arsel, “Ademoğullarının hikayesi” başlıklı yazısında, Maide suresi 27. ayetin anlamını yazarak, bunun Tevrat’ta da geçtiğini, bu iki oğlun isimlerinin Habil ve Kabil olduğunu Tevrattan hareketle aktarmakta ve sonuç olarakta, Hz. Muhammed bu kıssayı “Tevrattan almıştır.” iddiasında bulunmaktadır.
Hz. Adem’in oğullarının isimleri Kur’an-ı Kerim’de geçmez. Arsel’in iddia ettiği gibi Tevrat’ta Kabil değil Kayin ismi geçer. (Yaratılış, 4) Allah (cc) ilk insandan itibaren insanlığa hep aynı dini, İslam dinini göndermiştir. Allah benzer içeriğe sahip emir ve yasakları insanlara iletmiştir. Gönderilen kitaplar içinde tahrif edilen, bozulan kısımlar dışında kalan yerlerde benzerlikler olması çok doğaldır. Hz Muhammed’in İslam’ı davetinde Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğunu zaten açıkça bildirilir. “Muhammed Allah’ın Rasulüdür ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40; Buhari, Menakıb 18; Müslim, Fedail 20) Kur’an önceki peygamberlerin de Allah tarından gönderildiğini ve Hz Muhammed ile diğer peygamberlerin benzer mesajları bildirdiğini birçok ayetle bizlere bildirir. Bu konuda “İslam tüm dinlerin özüdür.” adlı yazımıza bakılabilir.
Kurbandan hareketle de Arsel: “Eğer Tanrı kan akıtılmasından hoşlanmamış olsa ve kurbandan maksadın yoksula yardım olduğunu düşünmüş olsa, bunu açıkca bildirirdi.” der. Allah “Elbette onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Ancak O’na sizin takvanız ulaşacaktır. Böylece onları sizin emrinize verdik ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah’ı tekbir ile yüceltesiniz.” (Hac, 37); “Siz de kesilen kurbanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin.” (Hacc, 28) ayeti yanında komşu-kul hakkı, oruç, hac, selamlaşma gibi ibadetlerle toplumsal bilinci, ruh birliğini sağlamayı amaçlayan İslam’ın kurban emri yoksula yardıma mı engel olmaktadır? Zekat, fitre, sadaka, fıtr gibi ibadetler yanında kurbanda fakire dönük bir ibadet değil midir? Bu konuda detaylı bilgi için “İslami emirler ve hümanizm” adlı yazıya bakılabilir. “Belli ki insanların kendisine olan bağlılıklarını “Tanrı adına” kan akıtılmasına göre değerlendirmek istemistir! Bundan dolayıdır ki din adına cihad’a çıkılmasını, kafirlere karşı savaşılmasını, kılıçla vuruşulmasını (Yâni kendi adına kan akıtılmasın) “kutsal” bir sey olarak görmüştür.” diyen yazara cevap olarak “ İslam barış dinidir.” ve “İslam savaş kuralları.” başlıklı yazıları öneririz. Cihad, yeryüzünde adaletin gerçekleşmesi, zulmün ortadan kaldırılması, toplumların her türlü sömürüden uzak maddi ve manevi refah içinde yaşaması için yapılır. Günümüzde, Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra kurulan 47 devletin ve dünyadaki birçok müstazaf milletin içler acısı durumu ortadadır. Yıllarca kapitalist ve komünist ülkeler tarafından toprakları ve halkları sömürülen müstazaf tüm ülkelerin kurtuluşu İslam’dadır. Bu konuda, ‘İdealler ve tarihten pratik realiteler’, ‘İslam barış dinidir’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, Arsel’in üzerinde özgürce yaşadığı bu topraklar da cihad sayesinde özgürlüğüne kavuşmuştur! “Türk ve İslam Devletlerinde olağanüstü dönemlerde, savaş öncesi ve savaş sırasında verilen önemli fetvalardan birisi de “Cihad Fetvası”dır. Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi ve 153 müftü ile birlikte, Anadolu’da başlayan mili mücadeleye destek verici Ankara fetvasını yayınladılar.” (Necdet Bayraktaroğlu, Anadolu Fetvası, Yeni Ufuk Dergisi, Ağustos 2018; Hakimiyet-i Milliye, 5 Mayıs 1936, No: 27) “Anlatılan şekilde hakarete ve esirliğe uğrayan halifelerini kurtarmak için, ellerinden geleni yapmaları bütün Müslümanlara farz olur mu? Cevap: Hakikati Allah en iyi bilir ki, olur. Halifeliğin gasbedilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan mücadelede ölenler ‘Şehit’ kalanlar ‘Gazi’ olurlar mı? Cevap: Hakikati Allah en iyi bilir ki, olurlar.” (Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, s. 65-68; Milli Mücadele, II/768-769) “Müftü Ahmet Hulusi efendi’nin 15 Mayıs 1919’da Milli Mücadeleyi Başlatan Fetvası: Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir, vatana karşı irtikab edilecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı imkânsız günahtır. Cihad, tam manasıyla teşekkül etmiş dini farize olarak karşımızdadır. İşgal edilen bölgelerde her bir kişinin görevi (farz-ı ayn) silahına sarılmak ve mücadele etmektir. Meşru olan; münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihaddır. Korkmayınız, me’yus olmayınız. Bu livâ-yı hamidin altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak ‘Cihad-ı Mukaddes Fetvası’nı ilan ve tebliğ ediyorum.” (Gotthard Jaschke, Mustafa Kemal ve Cihat, Tarih Okulu İlkbahar 2009 Sayı III, s. 165) Cihad öyle bir ruhtur ki, I. Dünya savaşı sırasında Çanakkale’den 13.201 km uzaktaki Avustralya’da yaşayan iki Osmanlı savaş esirinin direniş ruhunu bile ateşleyebilmektedir. “Avustralya hükümetinin, İngilizlerle birlikte savaşma üzere Çanakkale’ye asker çıkarmaya karar verdiğini duyan Maraşlı Abdullah, Tarakçı Mehmet vatanlarına geri dönmek isterler ama bu mümkün olmaz. Bunun üzerine Avustralya hükümetine savaş ilan ederler. Bunu da gönderdikleri bir mektup ile duyururlar ve Çanakkale’ye sevk edilecek olan Avustralya askerlerine büyük zayiatlar verdiren suikastler düzenlerler.” (Hürriyet, 25 Eylül 2018) Tabii bu ruhu, olaylara materyalist ve pragmatist bakan evrimci ateistlerin anlamasını beklemiyoruz! Ama kendilerini, “şeriata karşı başkaldırmak ve savaşmak gibi ‘asil’ bir davranışla görevli” sayan veya “Aydınlanma Savaşçısı” ilan edenlerin, en azından cihada laf ederken bir kere daha düşünmeleri gerektiğini hatırlatmak isteriz! İşin ilginci de, İslam aleyhine kim kitap yazmışsa o hem aydın hem savaşçı ilan edilmektedir! “Aydınlanma savaşçısı Turan Dursun.” (Yüzyıl Dergisi, 9 Eylül 1990, Yıl:1, Sayı: 6); “Aydınlanma savaşçısı Muazzez İlmiye Çığ hayatını kaybetti.” (Hürriyet, 18.11.2024); “Aydınlanma Savaşçısı Prof. İlhan Arsel’i yitirdik.” (vatanpartisi.org.tr, 09.02.2010)
İlhan Arsel ve eserleri hakkında diyanetin görüşü
-‘İtalik’ yazılar tarafımızca eklenmiştir-
Sn. Arsel, aslında başkanlığımızın bir yayınını değil bunu bahane ederek, başta Kur’an-ı Kerim ve peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) olmak üzere İslam dinini karalamaya çalışmaktadır. Oysa bir dini ve o dinde kutsal sayılan şeyleri karalamak bir insanlık suçudur; çünkü o din mensuplarını rencide eder. Ancak sn. Arsel’e göre, sadece İslam dini değil, tarih boyunca bütün dinler, hür düşünceyi ve insan aklının gelişmesini önlemişlerdir. İlim, teknik ve medeniyetin ilerlemesi, insanlığın fikri tekamülü, din denilen vahim eden ve dinle ilgili her şeyden kurtulmakla mümkündür. Sn. Arsel bu kanaatini “Kadın ve Şeriat” adlı mezkur kitabında defalarca ifade etmekten çekinmediği gibi, muhteva itibariyle ‘hepsi de birbirinin tekrarı’ olan “Arap milliyetçiliği ve Türkler” (Ankara, 1973, ikinci baskı, 1975), “Teokratik devlet anlayışından demokratik devlet anlayışına”, (Ankara, 1975), “Toplumsal geriliklerimizin sorumluları; Din adamları” (Ankara, 1977), ” Biz profesörler” (Ankara, 1979) adlı kitaplarında ve çeşitli makalelerinde de ısrarla savunmaktadır. Adı geçenin kitaplarının rastgele sahifeleri çevrildiğinde bile görülmektedir ki, dini hükümler ‘maksatlı şekilde yorumlanarak alay konusu’ yapılmakta, dünya çapında ün yapmış büyük ilim adamları, Allah’a inandıkları ve dine saygılı oldukları için ‘aşağılanmaktadır.’ Bu konuda, kitaplarında gelişigüzel seçilmiş bir kaç örnek şunlardır: “islam’ın en büyük ve en geniş görüşlü sanılan bilim adamları, düşünürler ve yazarlar, örneğin al-Farabiler, ibn Sinalar, ibn Tufeyller, al-Gazaliler ve saymakla bitmeyecek daha niceleri, bütün gayret ve dehalarını: “Ne yapalım da şu aklı, şu insan zekasını işlemez, düşünemez ve yaratamaz hale sokalım. Ne yapalım da insanları yani halk yığınlarını, kendi akıl ve iradeleriyle değil ve fakat ‘gökten inen’ kurallara göre yaşamağa alıştıralım, sorununa yönelmişlerdir.” (Toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.3) Batı bile Farabi, Rüşt’ü ustat kabul etmişken Arsel bu kadar fütursuzca iddialarda bulunabilmektedir. ‘İslam Biliminin Rönesans’a Etkileri’ adlı yazımız bile tek başına Arsel’e cevap için yeterlidir! “Şinasilerin, Namık Kemallerin, Mustafa Fazıl Paşaların, Ali Suavilerin, Ziya paşaların ve diğerlerinin tutum ve davranışlarında özgürlüğün, halkçıların, millet iradesi üstünlüğünün, eşitlik düşüncesinin izlerini aramaz. Düpedüz bilgisizliktir. İstisnasız, tümü şeriatçı (dine bağlı) idi. önemli olan tek şey Kur’an idi, hadis idi, sünnet idi.” (Biz profesörler, sh.86) “Aydın olarak bizlerin hepimize düşen en büyük görev, insan aklını ve düşün tarzını şeriatın ve özellikle Kur’an’ın, ya da peygamber emirlerinin tutsaklığından kurtarıp, özgürlüğe kavuşturmak, ‘akıl çağına’ ulaştırmaktır. Asıl önemlisi, Kur’an’ın yanılmaz bir kitap olmadığını, çelişkilerle dolu bulunduğunu, gerçekler kaynağı sayılamayacağım ortaya vurmanın. En büyük hizmet olduğunda karar kılmaktır.” (Biz profesörler, sh. 147) ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ ve ‘İslam barış dinidir’ adlı yazılarımız bu ithamlara cevap vermektedir. “İster kur’an sureleri ve ayetleri, ister peygamber hükümleri, ister icma-ı ümmet ve ister kıyas-ı fukaha hükümleri olsun, teker teker ele alıp eleştirmedikçe, yermedikçe, akıl süzgecinden geçirmedikçe, türk insanını uygar kerteye eriştirme yolu bulunamaz.” (Biz profesörler, sh.81) Şartlanmışlık psikolojisi ile hareket eden ve tüm doğruları sadece kendi düşünce ekseni içine hapseden Arsel, kendisi gibi düşünmeyenleri sadece eleştirmemekte, aksine hakaret ederek aşağılamaya çalışmaktadır. Eleştirel düşünce tabii ki olmalıdır ama bu tarz düşünce ancak önyargı ile tanımlanabilir. Mesela neden “Darwinizm de eleştirilmelidir” dememiştir, sonuçta o sadece bir ‘teori’dir! Peki ya artık çoktan çökmüş olan materyalist dünya görüşü veya ateizm/deizm çok mu bilimseldir? ‘Ateizm Yanılgısı’, ‘Deizm Yanılgısı’ ve ‘Evrim’ adlı yazılarımızı özellikle tavsiye ederiz. “Evet, bütün sorun, din adamının cehaletinden ziyade, onu cahil halde tutan, şeriatın (İslam dininin) kendisidir ve asıl savaşılmak gereken de bu temeldir. Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır ve onunla eğitilenler de, ister istemez cahil olmaktadırlar. Akla ve müsbet ilme ve ahlaka aykırı ne varsa, hepsi oradadır. Kur’an ve hadis (sünnet) hükümleri oradadır. Bunları, Arap peygamberi tanrı adına ve tanrının sözleridir diye yerleştirmiştir.” (Toplumsal geriliklerimizin sorumluları, sh.210) Hem şeriat düşmanı hem şeriatı bilmemektedir Arsel. Şeriatın Araplara özel olduğunu ve Kur’an’ı Hz. Muhammed’in yazdığını iddia ediyor. Cevap için, ‘Kur’an sadece Araplara mı indirilmiştir?’,‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ ve ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazılara bakılabilir. İfade etmekte yarar var ki, İslam dini; İlim, kültür ve medeniyetin yükselmesine engel değildir. Engel olsaydı, 8. asırdan 14. asra kadar bütün parlaklığı ile hüküm süren bir İslam ilim, kültür ve medeniyeti doğmazdı. Dini hükümlerin ilim ve akl-ı selim ölçülerine göre değerlendirilmesinden, Müslümanlar hiç bir endişe duymazlar. Ancak, ilk emri oku! (Alak, 1) olan ve “İki günü eşit olan kişi ziyandadır.” (Keşfu’1-hafa, II/233, no: 2406) ilkesi ile daima ilerlemeyi ve yükselmeyi isteyen bir dinin, “Cehalet, şeriatın (dinin) kendisinde yatmaktadır.” hükmü ile cehaletin kaynağı olarak ilan edilmesi, şüphesiz tarafsız ve ilmi ölçülerle yapılan bir değerlendirme değil; “Dinler, ruhaniler sınıfının, halkı sömürmek için uydurdukları efsanelerdir. İlim ilerleyip, tabiattaki sırlar çözüldükçe, insanların kafası aydınlanacak ve bu efsane de yok olup; gidecektir.” diyen Voltaire, D’alembert, Diderot gibi 18. asır filozoflarından bir kısmının, günümüzde artık hiç bir ilmi değeri kalmamış olan batıl iddialarının, körü körüne taklidine dayanan ön yargı ifadelerinin tekrarından başka bir şey değildir. Yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü üzere, ‘Sayın Arsel’in din ve özellikle İslam dini konusundaki hükümleri, inceleme ve araştırma sonucu olmaktan çok, aşırı bağlı bulunduğu Voltaire ve benzeri filozofların, genellikle Hristiyanlık konusundaki düşüncelerinin sonucu olarak ileri sürdükleri fikirlerden oluşmaktadır. Bu ön yargı onda tarafsız bir inceleme ve araştırma imkanı bırakmamış; onu İslam’a ve Müslüman bilginlere hınç duymağa ve ‘savaş açmaya’ sevketmiştir.’ Nitekim en büyük hukukçular arasında yer alan ve Müslümanlarca İmam-ı Azam unvanı ile büyük saygı ile anılan Ebu Hanife’ye “Hanefi efendi” deyişini şöyle açıklamaktadır: “Ebu hanife’ye “Hanefi efendi” derken, ben bu kullandığım efendi sözcüğü ile zihniyetini ve insanlık anlayışını beğenmediğim ‘Bu şeriatçıyı yermek istedim.’ tıpkı Gazzaliyi, ya da ibn Teymiye’i ya da ebu’s-Suud ve nice benzerlerini yermek istediğim gibi. “Bu kişilerin adlarının yanına efendi sözcüğünü koymak, her nedense bana hınç çıkarma duygusu verir.” (Biz profesörler, sh.186) Bizzat kendi ifade ve açıklamalarından da anlaşıldığı üzere Sayın ‘Arsel dini konularda yeter bilgisi ve yetkisi olmayışı bir yana, isabetli hüküm ve sonuçlara ulaşabilecek nitelikte tarafsız bir ilim adamı da’ değildir. Onun din kavramına ve özellikle İslam dinine karşı kin ve hınç derecesine varan bu olumsuz tutumu, ‘onu akademik kariyere sahip bir bilim adamına yakışmayan davranışlara’ ve halen üniversitelerimizde görevde bulunan değerli ilim ve fikir adamlarını, (kendi de dahil), toptan “Ortaçağ üniversitelerinde hademelik bile yapamayacak kertede kimseler.” (Biz Profesörler, sh.134; Cumhuriyet gazetesi, 28 Aralık 1976, sh.2; Fakülteden ayrılırken başlıklı yazı) diye itham etmeye ve hiçbir ciddi araştırma yapmadan, hatta ‘hiç düşünmeden, gelişigüzel yazılar yazmaya ve bazen gülünç durumlara düşmeye kadar’ sevketmiştir. Nitekim, Osmanlı imparatorluğunun yükselme döneminde (Kanuni, 2. Selim ve 3. Murad’ın saltanatları esnasında) aralıksız 28 yıl şeyhülislamlık makamım hakkıyle dolduran; bilgisi, dirayeti, ahlakı ve eserleriyle haklı bir üne kavuşan büyük Türk bilgini Ebu’s-Suud Efendi’nin bir fetvasında, “Erkeklikten kesilmiş yaşlı kişiye” anlamında olarak yer alan “cima’a kadir olmayan pir’e” ifadesindeki, ismin “e” hali ile kullanılmış “pir” (yaşlı kişi) kelimesini, bilinen asalak böcek (pire) sanmış; ‘anladığını sandığı bu fetva ile’ ilgili olarak Varlık Dergisi’nin Ağustos 1970 tarih ve 827. sayısında (sn.3) yayınlanan “değer ölçülerimizdeki zavallılık” başlıklı yazısında: “Ebu’s-Suud efendi, bugün hala Türklerin haklı olarak iftihar edebilecekleri en mühim şahsiyetlerden ve Türklere ve Müslümanlara büyük hizmetleri dokunan bir alim olarak baş tacı edilir. Oysa ki, 16. yüzyılın bu büyük ve en ünlü bilgim diye gösterilmek istenen kişi, insanlık sevgisi duygusundan yoksun ve kadının pire ile cima (cinsi ilişki) edip edemeyeceği sorunlarıyla meşgul olabilecek kadar, insan zekasızı küçülten bir kimsedir. Hiç şüphesiz, kendisine cima’a kadir olmayan pire” konusunda soru sorabilecek kadar cahil ve ilkel bir toplumdan, Ebu’s-Suud efendiden daha iyisinin kolay kolay yetişmeyeceğini unutmak gerekir.” sözleriyle, gerçekten ‘ortaçağ üniversitelerindeki hademelerin bile kolayca anlayabileceği Türkçe bir cümleyi anlayabilecek seviyede bulunmadığını, bizzat kendisi’ ispatlamıştır. Zira söz konusu fetvada “Cima kadir olmayan pir’e yahut on iki yaşında olan oğlancığa” ifadesinde yer alan “pir” ve “oğlancık” kelimelerinin, gramerde (ismin “e” hali) denilen durumdan başka bir şey olmadığını anlamak için, ‘değil profesörlük unvanına sahip olmak, okur-yazar bile olmaya gerek olmayıp, Türkçe bilmenin yeterli olduğu’ açıktır. Unutmamak gerekir ki, “Cahil ve ilkel bir toplum” olarak nitelediği toplum; ilim, sanat, kültür ve medeniyet itibariyle, asrının en ileri toplumudur. Ebu’s-Suad Efendi gibi ünlü bir kişinin şahsiyetinden ve yaşadığı asrın kültür ve medeniyetinden böylesine bihaber olan sayın prof. Arsel’in tek meziyeti, ‘hiç bilmediği konulan bile bildiğini iddia’ ederek, milletimizin saygı duyduğu her değere hakaret edecek kadar cesur olmasıdır.” Yukarıda verilen örnek ve açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, Sayın Arsel’in başkanlığımız yayınlan ve hizmetleriyle ilgili olarak, objektif değerlendirmeler yapması mümkün olmadığı gibi, ‘ilmi durumu ve ihtisası bakımından da böyle bir değerlendirme yapacak ehliyette değildir. İddialarının hemen hepsi mesnetsiz ve ön yargıdan ibarettir.’ Bilgi ve takdirlerine arz ederim. İrfan Yücel, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan V.
Soru: Muhammed’in, karıları için uydurduğu ayetler: “Muhammed’e Hafsa, her ne kadar söz vermiş olsa da, sözünü tutmayıp gördüklerini Ayşe’ye söyler; Ayşe’de duyduklarını Muhammed’in diğer eşlerine aktarır. Bu yüzden Muhammed’in eşleri mırıldanıp söylenmeye başlarlar. Muhammed, Hafsayı karşısına alarak neden dolayı sırrı başkalarına açıkladığını sorar. Hafsa şaşırıp, bunu nereden anladığını Muhammed’e sorunca, Muhammed, herşeyi tanrı’dan öğrendiği, çünkü tanrı’nın her gizli şeyi kendisine haber verdiğini söyler. Ve olan biteni böylece Kur’an’a geçirir, yani karılarına duyduğu utancı, tanrı’ya atfen Tahrim suresinin 3. ayetini uydurur ve karılarını uyarır! ” Buna cevap verir misiniz?
Cevap: Oryantalistlerin temel ithamlarının başında “Kur’an’ı Muhammed yazdı.” iddiası yer alır. Tüm Kur’an’ı yüzlerce yıl taramış, “Daha önce karar verdikleri hükme” delil aramışlar ve sonunda Kur’an’da bu gibi ayetlerle aradıklarını bulduklarını iddia etmişlerdir. İşin ilginç yanı -ve her zaman olduğu gibi- ateistler de bu oryantalist iddiaya balıklama atlamışlardır. ABD’de yaşayan ve orada ölen İlhan Arsel’de ‘Kur’an eleştirisi’ adlı eserinin tümünde ne hikmetse (!) “Aynen” oryantalist iddialarını alt alta sıralamıştır! Gelelim sorunuzun cevabına: Kur’an’ın hiç bir ayeti sadece efendimiz ve ailesi için özel inmemiştir. Benzer bir iddia efendimizin evine izinsiz girilmemesi hakkındaki ayet (Ahzab, 53) için de iddia edilir. Efendimiz ‘evine izinsiz girilmemesini sağlamak için ayet uydurmuştur’ der oryantalistler. (‘Ahzab 53. ayette Muhammed, eve gelen misafirlerini Allahın sözleriyle kovuyor’ iddiasına cevap için ‘Kur’an’da celiski yoktur’ adlı yazıya bakılabilir.) Halbuki efendimiz İslam’ın nasıl yaşanacağını bizlere ‘uygulamalı olarak’ göstermekle görevlidir. (Ahzab, 21, Haşr, 7) Yukarıdaki ayette de yine Allah (cc) bizzat efendimizin hayatından örnekle bizlere mesajlarını iletir. Ayet önce olayı aktarır ve benzer durumlardaki hükmü bizlere bildirir. “Hz. Peygamberin, eşlerinden birine sır olarak söylediği bir sözü eşi tamamen koruyamamış, yine Resulullah’ın eşleri içinden en çok samimi olduğu birine aktarmış, bundan haberdar olan Hz. Peygamber ona sitem etmiş, bunun üzerine ikisi birbirine arka çıkıp kendisinden bazı maddi taleplerde bulunarak diğer eşlerini de ilgilendirecek tarzda bir dayanışma içine girmişlerdi. Bu durum karşısında Resulullah, hem dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak hem de ailesine karşı eğitici bir tedbir uygulayarak onların gerçek iradelerini yoklamak üzere mutat aile hayatını terketti, dargın bir halde onların odalarında bulunmak yerine ‘îlâ yemini’ yapıp kendine ait odasında bir ay uzlete çekilmişti. Hz. Peygamber uzlete çekilişinin 29. günün bitiminde eşlerine döner. Eşlerini boşamadığı haberini de sevinç içinde Hz. Ömer duyurdu. Surenin asıl nüzul sebebi bu ‘îlâ yemini’dir, anlatılan diğer olaylar ise buna götüren sebep ve mukaddimelerdir.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII/5084-5085, 5094, 5113, 5115) Bizzat Hz. Peygamber’in hayatından örnek gösterilmesi gereğine binaen belirli olaylara gönderme yapan somut anlatım üslubunun seçildiği bu ayetlerle kuşkusuz o sırada yaşanan bir probleme çözüm getirilmiş ve ayetlerin nüzulü/inişi de örnek neslin yetiştirilmesinde etkili olmuştur.
Yine ateist/oryantalist iddianın aksine bir içeriğe de sahiptir bu ayetler. (Tahrim, 1-4) Öncelikle bu ayet ile Efendimizin helal olan bir şeyi kendisine yasaklamasının hata olduğu ilan edilmektedir ki, bir kişi ‘yazdığı’ iddia edilen kitabına hatalarını eklemez! Yine bu hatanın yani yeminin kefaretini de ‘kitabında’ yazmaz! Ama aksine bu ayetler bunları açıkça ifade etmektedir ki sadece bu ayetler bile Kur’an’ı hz muhammed’in yazmadığını delili olarak yeter! Bu konuda detay için, ‘Oryantalistlerin Hz Muhammed hakkındaki ithamları ve gerçekler’ adlı yazımıza bakılabilir. Bu ayetin bize gösterdiği diğer önemli bir gerçek ise efendimizin vahiy almadığı durumlarda bizler gibi bir insan olduğunu bizlere göstermesidir. Efendimiz birçok hadisinde (Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı yücelttikleri gibi siz de beni aşırı yüceltmeyin. Ben, sadece ve sadece bir kulum. O halde ‘Allah’ın kulu ve elçisi deyin (Buhari, Enbiya 3484) Bir adam Peygamber’e dedi ki: “Ey Muhammed! Ey Efendimiz, ey efendimizin oğlu! Ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” Rasulullah hemen müdahale etti: “Ey insanlar! Sözlerinize dikkat edin ki Şeytan sizi hükmü altına almasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im! Allah’ın kulu ve elçisiyim! Vallahi beni, Allah’ın beni yerleştirdiği konumumdan daha fazla yüceltmeye kalkmanız hoşuma gitmez.” (İbn Hanbel, III/153) buyurmuş) kendisinin övülmesini engellemiş ve kendisini Musa, Yunus ve İbrahim peygamberlerden üstün gören Müslümanları da uyarmıştır. (İbn Hanbel, III/153; Buhari, Enbiya, 46 ve 38) Birçok Kur’an ayeti de (Kehf, 110: “De ki: ben de sizin gibi bir beşerim.”; Fussılat, 6: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahy olunuyor.”) Efendimizin peygamber olması yanında bir insan olduğunun altını çizmiştir. Zaten İslam’a giriş cümlesi olan kelime-i şehadette de bu özellikle vurgulanır: Muhammed (sav) Allah’ın önce kulu sonra resulüdür! Yine ayrıca Resulullah’ın davranışlarının – diğer alanlarda olduğu gibi- aile hayatında da gösteriş ve yapaylıktan uzak olduğu ve iyi bir eş olma özelliğini öne çıkaran bir tavır sergilediği gözden kaçmamaktadır. Yine bu ayette atıfta bulunan olay vesilesiyle, sır verme konusunda titiz davranmak gerektiği, sır saklama konumunda bulunanların da ağır sorumluluk altında bulundukları dolaylı biçimde ifade edilmiş olmaktadır. Saklanmayan sırlar yüzünden nice kanlar döküldüğüne ve nice ümitlerin boşa gittiğine dikkat çeken Maverdi, sır saklamanın insanın hayatındaki en önemli başarı ve esneklik sebeplerinden biri olduğunu belirtir ve Hz. Ali’nin şu özdeyişini aktarır: “Sırrın senin esirindir; sırrını açıkladığın takdirde sen onun esiri olursun.” (Mustafa Çağrıcı, İFAV Ans, IV/118-119) Kısaca oryantalist -ağızlı ateistlerin- iddialarının aksine bu ayette biz Müslümanların günlük hayatına ışık tutacak birçok hikmetleri bünyesinde barındırmaktadır.
Bilgiler güzel fakat yazım şekli biraz kötü sitenin biraz daha modern olması gerekiyor.
CEVABEN
Bu konuda çok eleştiri var… İnşallah imkan olur, düzeltiriz.
Selamlar