“Birçok İslam ülkesinde reform düşüncelerinin, Hristiyan siyasi ve askeri nüfuzla beraber veya onun neticesinde ortaya çıktığı, acı bir gerçektir.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 265) “İslam’da Reform fikirleri, İslam toprakları Hristiyanların siyasi-askeri hakimiyeti altına girince gündeme gelmeye başlamıştır. Bu reform taleplerinin kökenini ise, yabancıların menfaatleri oluşturur.” (Tibawi; Abdülmelik, Algar, Krizdeki Oryantalizm, s. 80) “Her şeyi Batılı gözle veya Batı ölçüleriyle görmek hevesine düştük. Batı’yı taklit etmekle her şeyin düzeleceğimizi zannettik.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 11) Sonunda, Kur’anı Kerim’e, hadislere bile farklı gözle bakmaya başladık. (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 14) Oryantalist bakış açısına göre “İslam ya ruhu ile değişime onay vermeli ya da ilgi ve alakasını hayattan koparmalıdır.” (K. Cragg, The Call of the Minaret, s. 17) Oryantalist Gibb, modernistleri şöyle över: “Bunu bizzat Müslüman düşünürlerde görmek mümkündür. Orta çağın dogmatik formüllerini reddetmeye çalışırlar.” (H.A.R Gibb, İslam’da Modern Yönelimler, s. 12) ve sonra Gibb haklı olarak modernistlerin en büyük hatalarını açıkça ifade eder: “Modernistlerin hataya düştükleri nokta, gaye olarak kabul ettikleri şeyin kendi toplumlarıyla ters düşmesidir.” (Gibb, s. 103) “Bugün Müslüman ismi taşıyan modernistler, hükümetlerinin veya oryantalistlerin hâkimiyeti altındadırlar. Modernistler oryantalistlerin metod ve düşüncelerini izlerler ve hükümet gücü ile bunları halka empoze ederler. Onlar Batı karşısında ‘Taklitçi ve özür dileyici bir yaklaşım’ içindedirler.” (Sonradan Müslüman olan Margaret Marcus/Meryem Cemile, İslam ve Oryantalizm, s. 126) “İslami reform, çoğunlukla bir özür dilemedir. Batı sömürgeciliği, dolayısıyla ortaya çıkan aşağılık duygusuna cevap vermeye yönelik bir çabadır.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 100) Gerçekte ise “Müslümanlar için reform (Islah) ya İslam’ın katıksız özüne doğru ‘restorasyonu’ ya da Müslümanların pratikte özde olmayan ilaveleri temizlemesi anlamına gelmelidir.” (Tibawi; Abdülmelik, Algar, s. 115)
Modernistler, özellikle son 200 yıldır batı karşısında İslam aleminin içine düştüğü duruma çözüm olacak alternatifler arayışı içinde olan, İngiliz işgali altındaki Hindistanda başlayan ‘Kur’an yeter’ sloganı ile özdeşleşen (TDV İslam Ansiklopedisi, Kur’âniyyûn, XXVI/428-429) ama aslında durmadan içeriği değişen bilim’e (Bilim değişmez mi? adlı yazımıza bakılabilir) aşırı bağlı olan ve batıdan ithal kavramlar karşısında eziklik hisseden, iyi niyetli ama yanlış metot ile ümmeti kurtarmaya çalışan kardeşlerimizdirler! Gerçekte ise izzet/onur; istikamet’ten, köklerden, geçmişimizin bilgi birikiminden; şirk ve hurafeden arınmış ehli sünnet inancındadır!
“Modernistlerin, Kur’an ve Sünnet ile alakalı oryantalistlerden alıp tekrarladıkları, sayısız hezeyanları bulunmaktadır. Hadislerin işlevsizleştirilmesinden sonra, tarihsel olduğu gerekçesiyle mi yoksa uydurma manalar vererek mi Kur’an’ın tahrif edileceği artık yalnızca bir ayrıntıdır.” (Hasan Yaşar, Ömer Faruk Korkmaz, Yücel Karakoç, Modern Bir Akıl Sapması, Deizm, s. 108, 112) şeklinde eleştirilere maruz kalan ama, başta ‘tarihselcilik’ metodunu kullanan alimlerin vardıkları son nokta itibari ile, ne yazık ki, bu eleştiriyi haklı çıkaracak teoriler ileri süren “Reformcuların hedefi, İslâm’ı “modernite” ile “uyumlu” hale getirmektir.” (Cemil Aydın, İslam Dünyası Fikri, s. 23) Sonuç itibari ile günümüzde bazı modernistler, “Hz. Peygamber’e (as) bile tanımadıkları bir tefsir ve tevil yetkisini kendi akıllarına tanıyabiliyor.” (Şahin Doğan, Risale Haber, 15 Eylül 2015) ve “Sadece Kur’an’ı konuşturduğunu ifade edenler aslında İslam’ın değerlerine yabancı olan çağdaşçılığın değerlerini Kur’an üzerinde okumaya ve onları doğru çıkarmaya çalışmaktadırlar.” (Mehmet Paçacı, Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu, s. 167)
“Yeni bir Din tasavvuru inşasına soyunmak, yeni bir bid’at mezhep inşa etmektir. Kur’an’ın korunmuş olmasının, onların Kur’an’dan çıkardığı hükümlerin doğru olup olmamasıyla en küçük bir ilgisi yoktur. Halkı Kur’an’a çağıranlar, aslında Kur’an’dan ‘kendi anladıkları’ şeye, Kur’an ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet etmektedirler. Kendilerine karşı herhangi bir itiraz vuku bulduğunda, durumu “Kur’an’a itiraz ediliyormuş” gibi takdim ediyorlar. Gerçekte ise, Kur’an’ın, muradullaha uygun biçimde ancak ve ancak Sünnet’in ve Sahabe’nin rehberliğinde anlaşılabilir.” (Ebubekir Sifil, İstikâmet Yazıları II)
İşin ilginci, Kur’an’ın “dinde tek kaynak” olduğundan ne sahabenin haberi var, ne tabiinin, ne de etba’u-tabiinin; Boşuna hadis ezberi ve nakliyle uğraşıp kendi başlarına iş açmış bu ehli sünnet alimleri! Fakih sahabeler ve tabiinin fakihleri o hadislerden ahkam çıkartıp hadlerini aşmışlar! Neyse ki on dört asır sonra hatayı fark edebilen müctehidler ortaya çıkabilmiş!
Mealizm denen bu hadissiz Kur’an tarikatı, Kur’an’da yok denilerek, “kadınlar erkeklere namaz kıldırabilmekte, sigara haram veya mekruh değil, Türkçe ezan ve namaz olur, Kelime-i şehadette, “Ve Eşhedu enne Muhammed abduhu ve resuluhu” demek şirktir, Hz Adem peygamber mi, ilk insan mı? Tesettür-başörtüsü yoktur, namazın içeriği; sayısı ve şekli gibi birçok alanda farklı fetva verebilmekte ve buraya alamayacağım ahlaka aykırı başka fetvaları ile bu ‘new sect’, ümmeti bir tarafta eski hurafelerle yorulmuş tarikatlar, diğer tarafta güncel hurafeler üreten kendileri arasında bırakan bir ikileme sokabilmektedirler.
“Kur’an size yetmez mi, hadise ne gerek var?” diyen bu kardeşlerimize bizim cevabımız: ‘Biz, Kur’an’ı açıklama hakkını Hz Muhammed’e; siz modernist hocalarınıza veriyorsunuz!’ şeklinde olacaktır! Sünnet/hadis olmadan Kur’an doğru anlaşılamaz! Bu iddiamıza iki delil getirebiliriz: Bizzat Kur’an-ı Kerim, “beyan, hikmet” kavramları ile sünnet/hadise atıfta bulunması ve sünnet/hadisden bağımsız Kur’an yorumu yapanların şu an geldikleri sonucun oryantalizm ile paralellik arz etmesi!
“Kur’an’a uyan hadisleri kabul ederim, Kur’an yeter!” diyen kardeşlerimiz aslında, ‘Kur’an’dan çıkardığı yorumlara uyan hadisleri’ kabul etmektedirler! Bu söz, “Ben Kur’an’dan ne anladı isem siz de onu, ‘Kur’an’ın tek doğru yorumu’ kabul edeceksiniz” anlamına gelmektedir! Bu aslında mezhebi reddedip, kendi yorumunuzu kutsallaştırmaktan farksızdır! Meali okunan hocayı, mezhep imamı; onun yorumlarını da hadis gibi kabul eden ama; mezhep ve hadise karşı olan bu kardeşlerimiz, içine düştükleri çelişkiyi fark edememektedirler ne yazık ki!
Günümüzde tarikatlarda hurafe hatta şirk unsurları, hadisi anlamada bir yöntem sorunu, mezhepleri din ile özdeşleştirme problemleri olduğu asla yadsınamaz ama çözümü yine 1400 senelik engin tecrübe birikimine sahip ehli sünnet çizgisinde olduğunu da unutmamak gerekmetedir.
“Kur’an’a davet edenlere sapık, cemaatine davet edenlere ehli sünnet denir.” diyen kardeşlerimizin es geçtiği nokta, “her mealin bir yorum olduğu” gerçeğini göz ardı etmeleridir! Yani siz direkt Kur’an’a değil; – her kim ise- bir şahsın Kur’an’dan anladığına insanları davet ediyorsunuz! Bizler ise ‘hadislere, peygamberin Kur’an yorumu’ olduğu için değer veriyoruz! Sorunlu olanları zaten reddederiz veya tevil ile yorumlarız! Sonuçta siz ‘bir’ yoruma; biz ise ehli sünnetin ‘ortak akılda buluştuğu’ yoruma insanları çağırıyoruz. Zaten mealini okuduğunuz hocanın etrafında da bir kitle oluşunca; otomatikman mezhep oluşmakta değil midir?
1990’lı yıllarda Ankara İlahiyatta okurken, “Oryantalistler önce mezhep imamlarına, sonra sünnete, sonra Kur’an’a saldırır. Mezhep ortadan kalktı mı hadisler, onlarda ortadan kalktı mı Kur’an’a saldıracaklar.” sözünü anlamsız bulurdum. Son 10 senedir (2010-2020) oryantalizm üzerine yaptığım okumalar ve onların görüşlerinin -üzülerek ifade edeyim- modernist yaklaşımlarla arasında var olan paralellik, bu sözün ne kadar gerçeği yansıttığını gösterdi ne yazık ki!
“İhtilafların kaynağı Kur’an’ın kendisi değil, herkesin ayrı ayrı Kur’an olarak algıladığı şeydir. Önce müçtehidler, mezhep imamları, sonra Tabiin, sonra Sahabe hedef tahtasına oturtuldu. Bazıları önce kendi fikirlerini onlarınkine alternatif olarak sundular, sonra onları da bir kenara atarak kendi yorumlarını doğrudan pazarlamaya başladılar. Bize Resulullah’ın sünnetini aktaran kaynakların tamamı devre dışı bırakılınca, kendi ene-egoları ile Kur’an’a, Sünnetin irşadıyla değil, doğrudan doğruya varmak istediler. Varabildiler mi? Vardıkları şey Kur’an değildi; onların kendi anlayışlarıyla, ön yargılarıyla, heva ve hevesleriyle çevrelenmiş olan bir kitaptı. Onlar, ümmetin bin dört yüz senedir anladığı manaya tamamen yabancı düşüyor ve ‘genetiği değiştirilmiş’ bir din tasvir ediyorlardı. Kur’an ile konuştuğunu ve Kur’an ile hüküm verdiğini zanneden insanların büyük çoğunluğu, aslında kendilerinin patronu olamadılar, sadece “patron” değiştirdiler, o kadar.” Ümit Şimşek
Modernist slogan: “Yılların eskitemediği müşrik söylem: Atalarımız öyle diyor. ‘Peki, ya ataları doğruyu bulamayan kimselerse?’ (Bakara, 170)” Ehli sünnetin yorumlarını inkarcılar için inen ayetin muhatapları ile bir tutarak bu kesimi ‘uydurulmuş din’ taraftarı olarak itham eden bu kardeşlerimize bir sorumuz var: “Ya ileride ata olacak günümüz mealcilerinin yanlış yorumlarını ileride “Kur’an böyle diyor” diye savunan çıkarsa ne olacak? Onlarda mı müşrik, dolayısı ile günümüz mealcileri de müşrik atası olacak?!”
“Kendilerini ‘tarihselci’ olarak niteleyen kesim, Kur’an’ı Hz Muhammed’in sözleri olarak nitelendirmektedirler. Kur’an ve hadislerde tekrarlanan kelimeler karşılaştırıldığında Kur’an’da kafiyenin oldukça yüksek olmasına rağmen Buhari’de kafiyenin yok denecek kadar az olduğu, Bir harften oluşan kelimelerin Kur’an’da daha fazla geçerken Buhari’de 2-3 ve 4 harften oluşan kelimelerin daha çok geçtiği, Kur’an’da geçen kelimelerin %83’ü gibi çok yüksek bir oranda kelimenin Buhari’de geçmediği, Kur’an’da en sık geçen sayının ‘bir’ olmasına karşın Buhari’de en sık geçen sayının ‘üç’ olduğunu ve Hz Muhammed’in Kur’an’da geçen konular hakkında konuştuğu, ayrı bir gündemi olmadığını da hatırlarsak, aradaki bu farklar, ayet ve hadislerin kaynaklarının farklı olduğunu bizlere göstermektedir. Muhammed (sav) arzusuna göre konuşmaz.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? Deizme Cevap, s. 199-204)
Tarihselciler; “Kader, şeytan, cin, kıssa, hadis, berzah, had, miras gibi hükümler o tarihe özel anlaşılmalıdır” derler. Onlara göre peygamber sadece aracı, postacıdır; açıklama görevi yoktur. Kur’an ayetleri içinde yaşanılan döneme göre anlaşılmalı, yorumlanmalıdır. Yani zamanı vahye değil, vahyi zamana göre anlamak gerektiğini ileri sürerler. Batıdan alınan usül, kavram, hayat tarzı bu bakış açısında ana kıstaslardır. Zamanın popüler kavramları Kur’an’a söylettirilmeye çalışılmaktadır. Bu modernizm de olabilir, pozitivizm de, sekülerizmde! Bu bakış açısının zamanla deizme yönelmesi kaçınılmazdır! “Hadisi şeriflere güvenmeyeceksek, Kur’an’ın bugünü bağladığını kabul edeceksek geriye ne kalır? Tabii ki deizm!” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 65) “Günümüzde Ehl-i sünnetin temel sabitelerini tartışmaya açanlar doğrudan yahut dolaylı şekilde ateizm ve deizmin önünü açmaktadırlar. Modernistler, sistemli bütüncül din anlayışından uzak algılarıyla denetimsiz birçok mezhep kurmaktadırlar. Dindeki en temel konuları bile ilmi düzlemden çıkararak tartışmak, kişilere ilim ve kapasitelerinin üzerinde bir yol göstererek dini ameli düzlemden çıkarmaya sebep olmakta değil midir?” (İbrahim Çoban, Ateizm ve Deizm Eleştirisi, s. 258) “Ülkemizde mealcilik ve tarihselcilik gibi akımlar, İslam’ın ibadet alanı dışında kalan bölümünü rafa kaldırıp, kendi liberal anlayışlarının hakim olacağı bir alan açmayı amaçlamaktadır. Tarihçi zihniyetlerin varacağı nokta deizmdir: Ver kurtulculuğun, yani batılı zihinle çatışma halindeki inanç esaslarından, ahkama kadar her hükümden vazgeçilebileceği yönündeki kanaatlerin neticesi; yönetim, sosyal hayat ve pratik dini hayat açısından deizmden farklı olmayacaktır.” (Hasan Yaşar, Ömer Faruk Korkmaz, Yücel Karakoç, Modern Bir Akıl Sapması, Deizm, s. 54)
Tarihselciliğin sefaleti: “Tarihselcilik, modernitenin en önemli teorilerinden biri. Tarihselcilik, hakikatin insanların yeryüzündeki tarihsel sınırlarıyla kayıtlı olduğunu savunur. Tarihselcilik, dini beşeri tarihsel alana indirger. Tarihsel bakış, bir tahrifat aracıdır. Zamana mahkum bir Tanrı icat eder. Tarihsel değişimle beraber Tanrı da değişecektir. Kur’an kıssaları da tarihseldir. Sonuçta tarihsel olan kelam ve kelamın anlatıları, değişen yeni tarih ile beraber iki seçenekle karşı karşıya kalır. Ya onları yeni tarih içinde ‘yeniden anlam sahibi kılmak’ ya da onları ‘geçmiş tarihleriyle yüz yüze bırakmak.’ Modernistler birincisinde, İslamiyet’i modern tarihsellik içinde yapılandırmak isterler. İkinci seçenekte ise “çöl kanunu” diyerek kaba bir reddiyeciliğe başvururlar. Sonuçta ‘birincisinde deformasyon, ikincisinde ise reddiyecilik’ öne çıkar. Allah’ın kelamı hem içine doğduğu zamana konuşur hem de başka zamanlara. ‘Geçmiş, gelecek ve şimdi gibi üç bağlamla sınırlanan zaman bilinci beşeridir.’ Tanrı’nın zaman bilinci bunların çok üstündedir. Allah tarihte yaşanan toplumları tarih üstü alana taşıyarak her tarihte anlamamıza imkan verecek “ibretler” sunar. Firavun, bizim için M. Ö. 3000’li yıllarda yaşayan somut bir tarihsel varlık değil, bir ‘kıssanın sembol şahsiyetidir.’ Firavun ilahlaşınca köleleştirir. İnsanlar köleleşir. Hakikat, insanı kölelikten kurtaran bir özgürlük bilincidir. Kıssa, özgürlük mücadelesinin anlamını anlatır insana. ‘Tarihselcilik, İslamiyet’i de tarihsel evrimin içinde oluşan bir din olarak görür.’ İslam’ın Kelamı, tarihsel değil. Çünkü Kelamın sahibi, zamanların da sahibi tarihlerin de. Zamanın ve tarihin yarattığı değil, zaman ve tarihi yaratandır.” (Ergün Yıldırım, Yeni Şafak, 30.12.2018)
Modernistler ve gelenekçiler çatışmasından yükselen tarihselcilik: Modernistler, İslamiyet’i modernliğin parametrelerini ön koşul kabul ederek yorumluyor. Modernlik algısı, ciddi anlamda pozitivist bir karakter taşır ve aslında tarihselcilik yaklaşımıyla (Alman tarihselciliği ile) da çatışır. ‘Modernistler, İslam’ın ilk doğuş ve tarihsel mirasına moderniteyle bakarlar.’ İslam’ın bütün zamanlarına modern bilincin mutlaklığıyla nazar ederler. Modernlik, insanlığın evrim sonucu elde ettiği son hakikattir! Hakikatin son hali! İnsanlığın bulduğu son değişmez paradigma. İslamiyet, modernliğin hakikat kabulleriyle tartılmaya başlanır. Bu çerçevede modernlikle çelişki arz eden İslami pratikler ve görüşler hesaba çekilir. Elbette rasyonalizm, pozitivizm ve tarihselcilik gibi modern yöntemler burada devreye girer. Bu yöntemlerle sadece İslamın tarihsel ve kültürel mirası okunmaz, aynı zamanda İslam metafiziği veya ilahiyatı da buna dahil edilir. Dolayısıyla bu yöntemlerle uzlaşmayan ve çelişik gözüken taraflar “tarihselcilik” bağlamında dışlanır. Yani ‘bunlar tarihseldir, geçmişte kaldı’ denir. Olumsuzlama tutumuyla İslamın hakikatine meydan okunur. ‘Arkasından da hermenötik aracılığıyla da modern bilince göre yeni yorumlar yapılır.’ Modernistler, modernliği evrensel hakikat bağlamına yerleştirerek hareket ederler. Bu açıdan da evrenselci bir kimlikleri bulunmaktadır. Elbette bu Eurosentrik bir evrenselciliktir. Modernist yaklaşım, İslam toplumlarının içinde bulunduğu krize karşı kendilerini bir alternatif olarak sunarlar. 19. Yüzyılda Müslüman aydınların ekseriyetle uzlaştıkları “Müslüman kalarak modernleşmek” tezi yerine, “Müslümanlıkla modernleşmek” yaklaşımını benimsiyorlar. Modernliğe uymayan ve onunla çatışan Müslümanlık ise tarihsellikle açıklanır ve ilerlemenin gerisinde kalan bir olgu olarak değerlendirilir. (Ergün Yıldırım, Yeni Şafak, 20.01.2019)
Aslında tarihselcilik, Hıristiyanların İncil’i zamana uydurmak amacı ile kullandıkları hermenötik ilminin Kur’an’a uygulanmasındna başka bir şey değildir! Sadece bu bile bu metodun ne kadar taklitçi ve İslam’ın bünyesine yabancı bir kavram olduğunun göstergesidir.
Tarihselcilik sefaleti: Tarihselciliğin felsefi temellerini Hegel attı: Tarihi, dolayısıyla zamanı ve mekanı kutsadı. Kutsanan zaman, Aydınlanma Çağı’ydı, kutsanan mekansa Avrupa ve uygarlığı. Hegel’in sorunu, Descartes’la kabaca temelleri atılan, Kant’la muhkemleştirilen, ‘Avrupa uygarlığı fikrinin mutlak bir şekilde dünya üzerinde egemenlik tesis edeceği’ zemini inşa etmekti. Hegel, Avrupa aklını tanrılaştırıyordu. Hegel, inançları güçlü bir Hristiyandı ama Protestandı. Protestanlaşma, Tanrı’nın hayattan uzaklaştırılması, dinin bireysel bir inanç meselesine indirgenmesiydi: Bunun sonucu deizm olacaktı. Deizm de kültürel çözülme ve nihilizmle sonuçlanacaktı. Dilthey, sosyal bilimlerde tarihselciliğin temellerini attı; böylelikle kabaca “hakikat fikri yoktur, hakikat herkese göre değişir” mottosuna dayanan postmodern anlama ve yorumlama sürecini hazırladı. Gadamer, “ufukların buluşması”ndan, “diyalojik okuma stratejileri”nden söz eder. Her şey buraya ve şimdiye göre yorumlanır. Gerek tarihselciliğin, gerekse hermenötiğin sabitelerini yitiren, değişkenlerin önünde sürüklenen Batı dünyasında bir anlamı ve karşılığı vardır. Ama vahyin kaynaklarının sağlam olduğu Müslüman dünyada bir karşılığı olmaz, olamazdı; olsa olsa kafa karışıklıklarının, okumuş-yazmış insanların zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmesine yol açabilirdi. ‘İnsan, her daim sabite arayışı içindedir.’ Sabitelerini yitirdiği zaman, değişkenleri sabite katına yükseltmekten çekinmez. Kaçınılmazdır bu: İnsan, sabitesiz /“omurgasız” ayakta duramaz zira. Pergelin sabit ayağını, vahyin hakikatlerine, bu hakikatlerin nasıl anlaşılabileceğini vahyin şaşmaz sabiteleri ışığında sarih ve vazıh bir şekilde ortaya koyan İslam ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına basacağız. Ancak ondan sonradır ki, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara, bütün değişkenlere velud ve münbit bir şekilde açılabilmemiz, bütün dünyalara da, değişkenlere de “ruh üfleyebilmemiz” imkun duhiline girebilir.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 30-31.12.2018)
Nurettin Yıldız: “Bu işler sahabe ile başlar, sonra efendimizin tartışılması ile devam eder. Fakat bir süre sonra iş, Kur’an ayetlerinin tartışılması boyutuna gelir. ‘Şu hadisler olmamalı’ dendiği gibi şimdi de, ‘şu ayetler Kur’an’da olmamalı’ya getiriliyor iş. Bazı ayetlerin kültürel olduğu, bugün o ayetlere gerek olmadığını ima etme cüretinin gösterildiği günlere gelindi. ‘Eskiden oryantalistlerin, batılı İslam araştırmacıların iddialarıydı bunlar.’ Şimdi oryantalistlerin o bilinen malzemeleri, Türkiye’de Müslüman diye bilinen insanlar tarafından piyasaya sürülüyor. İnsanların yeniliği ortaya koyarak sivrilme arzuları vardır. Yenilik eskiyi yok ederek yapılan bir yenilik olmamalıdır; eskiyi yenile. ‘Eskiyi sunuş tarzın yeni olsun.’ Yeni yetişen nesil yorumlama, avucunun içinde şekillendirme iddiası ile hayata bakıyor. Kendi elimizle dine bir şekil vermeye kalkışıyoruz. Efendimizin hadisleri ile uğraşmak tam anlamıyla, peygamber Aleyhisselam konumuna talip olmaktır. Onu kaldırdığınız zaman, Kur’an hala ortada duruyorsa, ‘onu ben beyan ederim, merak etmeyin’ demiş oluyorsunuz. Kendini peygamber efendimizin beyan vazifeli kimliğinin yerine koyuyorsunuz. Kur’an gösterip, kendin Kur’an olup konuşuyorsun. “Allahu Teala’nın keskin çizgilerle ayırdığı veya ayırmadığı şeyler var Kur’anı Kerim’de. Niye? ‘Kalbiniz ne durumda, bunu test etmek istiyoruz’ diyor, Allahu Teala.” Ashab-ı kiramın ve talebeleri olan imamlarımızın teğet geçildiği bir yerde iyi niyet arayamayız. Esasen iyi başlamış şeyde ölçü kaçırma var. Sen bu tür konular üzerinde şöhret arıyorsun ya da birilerini memnun etmek istiyorsun. Çok ağır bir gaflet içindeler.” Prof. Süleyman Hayri Bolay: “Tarihselcinin dayandıkları, Hegel’in tarihselci ve Nietzsche’nin Hristiyanlığı tehdit eden yazılarıdır. Bunlar geçmişte sınırlı bir ilim çevresinde tartışılmış konulardır. Bunlar salonlarda konuşulacak konular değildir. ‘Kalabalıklara çetin meseleleri açmak, imanları sarsmaktan başka bir netice vermez.’ O iddiaların karşısına mantıki, ilmi, dini delillere dayanan doğru bilgiler ortaya konulmalı, geniş kitlelere onların anlayacağı ifadelerle ulaşması temin edilmelidir. Hint havzasındakiler, İngiliz ve ABD kaynaklıdır.” Prof Şevket Kotan: “Tarihselliğe yönelme, ümmetin kurtuluşu davasında kurtarıcı bir rol, İslam’a yönelik oryantalistik itiraz ve saldırılara kolaydan cevap üretebilme potansiyeli olduğuna kanaat getirilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Şatibi’de zirvesine ulaşan, ‘gaye ve maslahat temelinde yükselen fıkhi anlayışa geri dönmeye’ gerek vardır. Ama ne yazık ki böyle bir tarih bilinci yerine, kaba bir modernizm üreterek böyle değerli bir tartışmayı tükettik. Sürdürülen tartışma sonuçta bir tür oryantalistik mecraya doğru yol almaktadır. Buradan varacağı yer ise, Muhtemelen Hristiyan din anlayışı olacaktır. Hristiyan vahiy (İncil); azizler tarafından yazılan metinlerdir. Metinlerde yazım hataları, mitoloji yer alabilir, metinlerde yer alan tarihsel olaylar gerçek ya da anlatıldığı gibi olmayabilir. Bu düşünceye sahip hocalarımızın iyi niyetli olduklarını düşünüyorum. İlmi konuların ilmi mahfillerde tartışıldıktan sonra, eğer gerekiyorsa, fayda verecekse uygun bir usulle halka sunulması gerekir. Oryantalistik/modernist dayatmaların büyük oranda kendisini tarihselcilik olarak üretmesi meselesidir konu.” (Altınoluk dergisi, Kasım 2018, sayı: 393)
Tarihselci tarihin dışında mıdır? Bana göre tarihselciliğe, özellikle ilahiyatçı çevreleri ikna eden şey hala Batı tarih algısının veya modernliğin merkezde olduğu ciddi bir etki sözkonusu. Bunlar Batı’nın karanlık yüzünü fiilen belli bir aşk seviyesinde örtüyor. Ol âşıklar, o çok gelişmiş Batılı ülkelerin İslam dünyasının geri kalmışlığında hala oynamaya devam ettiği sömürgeci, ırkçı, soykırımcı, insanlık dışı rolünü göremiyor, bütün bu geri kalmışlığın suçunu sadece Müslümanlara yükleyen bir kahır edebiyatına meylediyorlar. Müslümanların bugün Suriye’de, Mısır’da, Yemen’de, Irak’ta ve İslam dünyasının her yanında kendi kaderlerini değiştirme, kendi tarihlerinin aktörü olma yolunda ortaya koydukları iradenin nasıl bir Batılı tedbire çarptığını görmedik mi? Genellikle şahit olduğumuz tarihselci söylemin en büyük handikapı neredeyse kendini tarihin üstünde görüp, o konumdan Allah’ın bile tarihin etkisinde nasıl kalabileceğine dair konuşabilme imtiyazına talip olması.” (Yasin Aktay, Yeni Şafak, 05 Ocak 2019)
Tarihselcilik: “Batı kaynaklı olan bu kavram daha sonraları Kur’an üzerinde uygulanmaya çalışılmıştır. Bu kavramı ilk kullanan Hegel’dir. Kur’an’ın tarihselliğini ilk savunan isim Fazlur Rahman’dır. Fazlur Rahman, Kur’an’ın hukukla ilgili ayetlerini birer (hukuk) kanun olarak kabul etmemektedir. O, Kur’an’ın hitabının tarihsel olduğunu söyler ve delil olarak da: “Mekke ve çevresindekileri uyaran bir kitap.” (Maide, 92); “Babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için.” (Yasin, 5) ayetlerini delil gösterir.” (Doç Dr Hüseyin Çelik, Kur’an Ahkâmının Değişmesi, s. 95, 96) “Buradaki ilk ayetten kasıt Arap yarımadası, milletten kasıt ise Araplardır, der.” (İ. Güler, F. Rahman, İslami araştırmalar, V/94) ABD’de yaşayan ve orada vefat eden bu modernist tarihselci, ne yazık ki oryantalistlerin bakış açısına sahiptir ve bu konudaki onların görüşlerini aynen savunmaktadır. Roger Garaudy, Muhammed Arkoun, Hasan Hanefi, Şirak Ali, Mümtaz Ali, Halis Albayrak son zamanlarda da Muhammet Öztürk, tarihselciler arasında sayılırlar. ‘Batı kaynaklı, batı kökenli bir düşünceyi alıp olduğu gibi Kur’an üzerinde uygulamanın hiçbir akli ve tutarlı gerekçesi yoktur.’ Tarihselcilik düşüncesi batıda seküler anlamda gelişmiştir. Hristiyanların vahiy anlayışı Müslümanlarınkinden farklıdır. ‘Onlara göre kutsal metinler Allah’ın kelamı olmadığından, bunları teolojik olarak okumak gereksizdir. Kur’an’a tarihselci yaklaşım ortaya atanlar da oryantalistlerdir. Onlar, Kur’an’ın Hristiyan kutsal metinleri gibi insan sözü olduğunu düşüncesindedirler.’ Kur’an’ı anlamada böylesi bir metot kullanılacağına dair hangi ayet ve hadis delil getirilebilir? Mucize olan Kur’an’ın metinini tarihsel yorumlamak başka problemlere zemin hazırlar. Tarihselcilere göre Kur’an’ın ahlaki emirleri evrensel, hukuksal emirleri tarihseldir. Allah ahlaki ilkelerde evrensel ilkeler koyarken neden aynı şeyi hukuksal alanlarda yapmamıştır? Kur’an’daki cezalarla ilgili getirilen hükümler, Kur’an’ın tarihsel olmadığının delilidir. Allah bazı konularda en ince teferruatına kadar açıklama yaparken, bazı konularda yüzeysel olarak hüküm belirtmiştir. Hangi ilke ve esaslara göre yeni ceza türleri getirilecek veya getirilen bu cezaların öncekinden daha etkin olduğu nasıl ispatlanacaktır? ‘Akıl esas alınacaksa kimin aklı esas alınacaktır?’ Tarihselciler hükümlerinin değişebileceğini savundukları nasslar için, kendilerince illetler üretmişlerdir. Onlar adete Allah’ın niyetini okuyarak, kendilerince bir neticeye varmaya çalışmışlardır. Oysaki ‘Allah’ın niyetini tespit etmek ya tanrısal bir vizyona ya da Allah’tan gelen bir nakille mümkün olabilir.’ Kur’an bir topluluğa, bir aleme değil; alemlere gönderilmiştir. Onun hükümleri de bütün alemlerde geçerlidir. ‘Kur’an’ı tarihsel görenler, kendi görüşlerini evrenselleştirmiştir.’ Onlar adeta, ilahi niyeti ölçen bir terazi bulmuşlardır. Vahyin içeriğini tarihi olaylar belirlemediğine göre, onun değişip değişmeyeceğini de tarihi olaylar belirleyemez. Tarihi gibi görünen nassların dahi bir metot vermeleri, ilkelere ışık tutmaları bakımından korunmaları ve değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyoruz. ‘Şeriatta tekamül vardır. İlke, esas ve amaç bakımından çerçeve boşluğuna meydan vermemiş, bu çerçevede akla, içtihada geniş bir yer ve rol vermiştir.’ ‘Muamelat alanında asıl olan maslahattır.’ Ancak neyin maslahat olduğunun ölçülerini bizzat vahiy koyar. Akıl, “hakk”ın ölçülerini kendisi koyamaz. Şeriatın uygulanması sırasında kavmi ve coğrafi renk tonlarına sahip olması normaldir. Vahiy kaynaklı bu hukuki yapı, medeniyet yolunda ilerlerken ayaklarımızı sağlam basabileceğimiz sabit bir zemine sahip olmamızı gerektirir. Batı değerlerine uygun düzenlemeler yaparak, İslam’ın uygulanabileceğini savunmak tutarlı değildir. Farklı anlamayı nerede durduracağız? İşin detayına, pratiğe inildiğinde karışıklıklar ortaya çıkacaktır ki ‘günümüz tarihçileri bile şu anda, kendi aralarında bir birlik sağlayamamışlardır.’ Bugün Şari’ kim olacaktır? Allah, olmamış sembolik ve masalımsı bir şeyi anlatacak ve insanlardan da bunları uygulamaların isteyecek. Bu Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz. Eğer Kur’an’ın kıssaları gerçek olmamış olsaydı, Mekkeli müşriklerin, “Bu ancak öncekilerin masallarıdır.” şeklindeki sözlerini eleştirmenin bir mantığı olmayacaktı. Çünkü gerçek olmayan bir şey ancak masal olabilir. (Hüseyin Çelik, 98-104. sayfalar arasında, toplam 30 madde halinde, tarihselcilere itirazlarını sıralar.) Kur’an’ın tarihselliği yerine anlamların tarihselliğini savunmak daha isabetli olur. (s. 102) Tefsirin tarihsel olabileceğini söyleyebiliriz. (Hüseyin Çelik, s. 104) Mehmet Bayraktar tarihselciler için şunu söyler: “Böyle düşünenler, nasih mensuhu kabul etmezler. Yani Allah’ın, bir hükmü kaldırıp yerine başka bir hükmü getireceğini kabul etmezlerken, kendilerine bu hakkı tanıyorlar. Eğer ayetin zahiri günün kurallarına uymuyor ise, kolayca onun hükmünü kaldırarak, onu nesh edebiliyorlar.” Bir kişinin kendi kafasından hükümlere illet belirlemesi demek, Allah’ın niyetini okuması demektir. Bu da, Allah’ın belirlemiş olduğu hududullahı çiğnemeye kalkışmaktır. (Hüseyin Çelik, s. 167) Tarihselciler her değişmeyi kabullenirler. Sonuçta da ulaşılan hukuk, ilahi olmaktan çıkar ve beşeri bir hukuk şeklini alır. (Hüseyin Çelik, s. 170) Hükümlerin değişeceğini savundukları nasslar için, kendilerince illetler üretmişler, ‘Kur’an’ı tarihselleştirirken, kendi görüşlerini evrenselleştirmişlerdir.’ (Hüseyin Çelik, s. 192) Had ve kısas cezaları, zamana, şartlara göre değişebilen cezalar olsaydı Allah’u Teala, ta’zir cezaları gibi bunların da cezalarını nasslarla belirlemezdi. (Hüseyin Çelik, s. 170) Kur’an tarihseldir düşüncesi, Hindistan’da Seyit Ahmet Han öncülüğünde başlamıştır. Hz Peygamber döneminde de değişim olgusu vardır. Kur’an’ın 23 senede tedricen inmiş olması bunun açık örneğidir. Kur’andaki, “vesailden olan, ta’lil edilebilen ve ictihadi olan hükümler” değişime açık hükümlerdir. (Hüseyin Çelik, s. 190) İlletin kalkmasından dolayı geçici olarak bazı hükümler askıya alınabilir. Tarihselciler, Allah’ın hükümlerinin değişmesi gerektiğini savunmak için, kendilerince üretmiş oldukları illetler ile adeta Allah’ı niyetini okumaya çalışmışlardır. İlletileri kendileri belirlemiş ve ona göre de hükümleri değiştirmeye çalışmışlardır. Tarihselciler, bir metodoloji geliştirememişlerdir. Hükümlerin değişmesi gerektiğini söylerken bunun ölçüsünü belirtememişlerdir. Kendi aralarında dahi birlik sağlayamamış, herkes kendince bir yolu belirlemeye çalışmıştır. Bu düşünce yapısının arkasında, Batılı söylemler bulunmaktadır. Tarihselci söylemin ortaya koymaya çalıştığı hükümlerin hiçbirisi tecrübe edilmemiştir.” (Hüseyin Çelik, s. 192, 193)
Kur’an nedir? “Lütfen Kur’an’ı akademik bir kitap olarak görmeyi bırakın! Bu, kitap binlerce mesele için geldi ve her meselesi de hayatın içine dairdir. Bu kitap karı koca arasındaki ilişkileri, baba oğul arasındaki ilişkileri, komşu ile komşunun ilişkileri, zengin ile fakir arasındaki ilişkileri düzeltmek için geldi. Zina edenlerin nasıl tövbe edeceklerini öğretmek için geldi. Kur’an’ın iki yönü vardır. Bu Kur’an kitaptır ve hitaptır. Canlı bir kitaptır. Hayatın içindedir. Hayatın her anında seninle yaşayan bir kitaptır bu. Kitaptan ziyade hitaptır bu. Bir kanun metni gibi soğuk değildir. Yatak odanda yanında, banyoda yanında, abdest alırken yanında, çarşıda, pazarda, sokakta, savaşta, sevişte, barışta, borçta, günahta, samimiyette, riyada, ibadette, kavgada, yemekte. İşte özellikleri anlatmakla bitmeyen kitabın hikayesi budur! Çünkü bu kitaptır ve hitaptır. Hayatın içinden bir kitaptır. Hayatın içinde bu halleri yaşayan herkese bir hitaptır. “Nerede olursanız olun o, sizinle birliktedir” ayeti işte budur. Her nerede olursak olalım, hangi konum ve pozisyonda olursak olalım, hangi hali ve ahvali yaşıyor olursak olalım o, bizimledir ve bize söyleyecek bir kaç çift lafı var.” Murat Padak
Ehli sünnet, modernistler, selefiler: Ümmetin genel sorunlarını ilgilendirmeyen, usul meseleleri, şaz konular veya müteşabihe giren meseleler, alimlerin ilgi alanına giren uzmanlık gerektiren konulardır. Yoksa, İslami ilimlerde derinleşmemiş, hatta ilmihal konusunda bile cahil bir kitlenin veya kamu önünde bu konuları konuşmak sadece kafa karışıklığına neden olur ve olmaktadır da! Halbuki yapılması gereken alimlerin kendi arasında bu konuları tartışıp sonuçları halka duyurması olmalıdır. İlmi tartışmalar, felsefi konular alimler arasında halledilmeli, sonuçlar topluma bildirilmelidir. Günümüz Müslümanlarının marjinal bir kesimi batı medeniyeti karşısında eziklik ya da tepkisellik arasında kalmıştır. Eziklik, modernizm ve tarihselciliği; tepkisellik ise, selefilik tekfirciliğini ortaya çıkarmıştır. Halbuki bize gereken, gıybet, gösteriş, zina, yolsuzluk, israftan uzak, sabırlı, ahlaklı, adaletli emin/güvenilir olmak, iyiliği hatırlatıp, kötülükten sakındırmak olmalı idi.
Ezik Modernistler: Günümüz modernist Müslüman aydınlarının batı karşısında aşağılık kompleksi içinde olduklarını bizzat yaşadığım iki örnekle açıklamak istiyorum. Yıl 1994, Ankara İlahiyat fakültesinde dersteyiz. Ders tefsir, öğretmen tefsir profesörü S.A. Derste konu İslam had cezalarına gelir ve ders esnasında hocamız fikirlerini şöyle temellendirir:” Ben bunu Avrupalılara nasıl açıklarım?” Yıl 2012. İslam felsefe profesörü İ.G. konferansını bitirmiş, konferans sonrası sohbet etmektedir. Anlattıkları ne yazık ki, oryantalistlerin yapmak istediklerinin Müslüman bir akademisyence İslam adına dile getirilmesinden başka bir şey değildir ve son sözü şu şekildedir: “Ben bu İslam’ı Amerika’da bile anlatabilirim!” Dünyayı sömüren, insanlarını insanlıktan çıkarıp ahlaksızlığın girdabında döndüren Batılıların kendilerini ifade derdi yokken, bizim aydın kesimimizin bir kısmındaki bu kompleks bakalım daha ne kadar devam edecek!
Ehl-i sünnetin ortaya çıkma nedeni ve günümüz mealcilerinin anlayamadığı temek husus şudur: İslami ilimler, ilmek ilmek tarih süzgecinden geçmiş/işlenmiş ve zamanla ihtiyaç nedeni ile ortaya çıkmış ilimlerdir. Günümüzde tartışılan tüm konular eskiden de tartışılmış ve hayatın akışı, tarihi süreç içinde ümmet karşılaştığı soru-n-lara cevap olacak şekilde, hadis/tefsir/fıkıh/tasavvuf/kelam/mantık vb. ilim dallarını ortaya çıkarmıştır. Tüm bu ilimler ve metotları teori değil bizzat hayatın kendisi ortaya çıkarmıştır. Ama günümüzün kolaycı Müslümanları, ramazanda İslam’ı yaşayarak yılı kurtardığını zannetmesi gibi, kısa ve az bilgi/metotla, bir alimin Kur’an’dan anladığı ile çeviri yaptığı bir meali okuyarak, Müslümanların sorunlarına çözüm üretebileceklerini zannetmektedir. Geçmişi, yaşananları bilseler Ehl-i sünnet çizgisine saygı duyacaklar ama onlar, yeniden Amerika’yı keşfetme peşine düşen kardeşlerimizdir. Zaman onları ehli sünnet çizgisine getirecektir ama arada geçen süre ne yazık ki, ümmetin kayıp hanesine yazılacaktır!
Üzücüdür ki, tarihselcilik adına oryantalist görüşleri sosyalist jargonla ifade eden ve bunu İslam diye sunan hocalarımız bulunmaktadır: Prof İlhami Güler: “Kur’an’a gitmek iyi de, şimdi Kur’an’a gitmenin çok tehlikeli bir şeyi var. Sanki o kitabı millet kendine hitap etmiş gibi okuyor. Eminim şurada da çoğunuzun en büyük hatası o. Efendim Kur’an bize hitap ediyor. Hayır, 1400 sene öncesindeki bir adama hitap ediyor. 1400 sene öncesinin Mekke ve Medine sokağına hitap ediyor. Sana hitap etmiyor. Dolayısıyla bu gün Kur’an okumanın saçmalıkları kötülükleri var.” (Cevap için, Ahmet Nair’in “İlhami Güler’in Kur’ân Hakkındaki Görüşlerinin Kur’ân ve İslâm Dini Açısından Değerlendirilmesi” adlı makalesini tavsiye ederiz.)
“Tek kaynağımız Kur’an, mezhepsizim, ehl-i sünnete karşıyım” diyen arkadaşlar! Öztürk, Okuyan, İslamoğlu, Bayındır gibi alimlerin etrafında bir kaç bin kişi toplandı mı, cemaat lideri; bir kaç milyon toplanınca mezhep imamı olmayacaklar mı? Mezhepler zaten böyle doğmadı mı zaten?
Kur’an Müslümanlığı aslında; “Kur’an ‘ı peygamber (hadisler) değil, bizim aklımız ve güncel bilim ile açıklayalım” demek değil midir? Peki, akıl sınırlı ve bilim ise değişken değil midir? Bu tür insanların yorumlarında isabet etme ihtimalinden çok daha fazla, hadislerin sahih olma ihtimali yok mudur? Zaten sonuç ortada: “Kur’an ‘da namaz yok, cin yok, başörtüsü yok, tavuktan kurban olur, evrim vardır.” diyenler hep ehl-i sünnet karşıtı mealci kardeşlerimiz değil midirler?
ABD merkezli bazı modernistlerden haberler ile devam edelim. “ABD’nin New York kenti İslam dininde bir ilke imza attı. Dünyada ilk kez bir kadın imam, kadınlı erkekli cemaate Cuma namazı kıldırdı. Prof. Amina Vadud, namaz öncesi bir basın toplantısı düzenledi ve ‘Cuma namazını ben kıldıracağım’ dedi.” (19.3.2005) Evangelic papaz Anis Shorrosh’un yazdığı incil, Tevrat ve Kur’an’ın karışımından oluşan 77 sure ve 368 sayfalık kitap ortadoğuda bedava dağıtıldı. İlgi görmeyince internet sitesi bile kapatıldı. Yazar ABD’li ve aşırı İslam düşmanı biri olarak tanınıyor. (2004) 19’cu Edip Yüksel ve son resul (!) İ. Erol Evrenesoğlu’da (Evrenesoğlu, 27.11.2019’da ABD’de öldü.) ABD’de yaşıyor. ABD’de yaşayan ve 12 yıl önce Müslüman olan (!) Washington’daki Light of Reform camisinin afrika kökenli eşcinsel imamı (!) Daayiee Abdullah, eşcinsellere imam nikahı kıydı. (Hürriyet, 19.4.2013)
“Reformcular bir baştan öbür başa, Batı akılcılığı karşısında afallamış, sonradan aynı Batının 20. asırda aynı akılcılığı iptale kadar giden fikir çilesinden nem bile kapamamış, doğunun özüne giremezken Batının kabuğunu olsun görememiş idrak yüzkaralarıdır.” (Necip Fazıl Kısakürek, Arınma Çağında İslâm, s. 156); “Modernist Müslümanlarca sözcük ve deyimler öyle bir biçimde kullanılmaktadır ki, bu, Batı karşısında hissedilen kültürel şok ve aşağılık kompleksinin göstergesidir. Bu tür yazılar, Batı norm ve değer yargılarına boyun eğen, teslim olan köle bir zihniyeti yansıtmaktadır. İşin daha da kötüsü, bunlar İslâm etiketiyle piyasaya sürülmektedir. Bu etiket de yalnızca bazı duygusal unsurları dışa vurmaktadır. İslam’ın özünü dışa vuran entelektüel ve manevi/tasavvufi hakikatten mahrumdur.” (Seyyid Hüseyin Nasr, Çağdaş İslâm düşüncesinde gerileme, sapma ve uyanış, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XIII, Sayı: 23 (2011/1); s. 253-259); “İslam Modernizmi denince; İslam’ı, batının değerlerini ve mantığını esas alarak yorumlayan yaklaşım, bazen de Batının meydan okumalarına cevap arayan, Batıya İslam’ı hoş göstermeye çalışan uzlaşmacı yorum anlaşılır. 19. yüzyıldan beri Batının sürekli artan siyaset, bilim ve teknik alanlardaki gücünün İslam dünyasında sebep olduğu entelektüel bunalımların ve politik çarpıklıkların neticesi olan bir zihni gerginlik karşısında Müslümanların şahsiyetlerini kaybetmesi, özellikle aydınları bu geri kalışın faturasını bir yerlere çıkarma saplantısına düşürmüştür. Geçmiş birikimin ayırt edilmeksizin külliyen karalanması ve reddedilmesi bu aşağılık kompleksini bastırmada çare gibi görülmeye başlanmıştır.” (Yusuf Aygün, İslam Modernizmi Üzerine, antoloji.com)
Hadislere, Kur’an merkezli yaklaştığını söyleyen bir kardeşimizin yazısı: “14 asırdır bugüne kadar kimse bilemedi de ilk siz mi bildiniz? Bu, geleneksel din anlayışına sahip çevrelerde oldukça sık karşılaştığımız bir sorudur. Günümüze intikal edemeyen, buna fırsat verilmeyen kitaplardaki bilgiler ne olacak? Mutezili alimlerce h. 1-4. asırda yazılan bu tefsirlerin hiçbiri günümüze intikal edemedi. Çünkü sistematik olarak imha edildiler. Peki, bu eserler günümüze kadar gelebilmiş olsaydı neleri okuyacaktık? Bunu tam olarak bilebilmek mümkün değil elbette ama Mutezilenin iki kurucu önderinden biri olan Amr Bin Ubeyd’in şu sözü/davranışı ipucu veriyor; Amr b. Ubeyd, “bir kimsenin rızkı, eceli, ameli, şaki/isyankar veya said/mutlu olacağı, cennetlik mi cehennemlik mi olduğu anasının karnında iken yazılır.’’ (Kütüb-i sitte, hadis no: 4834; Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) manasındaki hadisi rivayet edildiğinde şöyle demiştir; “Eğer bu hadisi A’meş söylerken duysaydım onu yalanlardım; Zeyd b. Vehb söylerken duysaydım, ona cevap vermezdim/sevmezdim. Abdullah b. Mesud söylerken işitseydim, kabul etmezdim; Peygamber söylerken duysaydım reddederdim. Allah’ın söylediğini işitseydim O’na derdim ki; Senin bizden aldığın misak (söz) böyle değildi.” (Hatıb Bağdadî, Tarihu Bağdad, XII/172; Aydınlı O. İlk Mu’tezile’nin Özgür İrade Söylemi: Amr b. Ubeyd ve Kader Anlayışı, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/2, s.127-146) Mutezili eserler günümüze intikal eden diğer eserlerden çok daha özgündü ve daha da önemlisi Kur’an’ı önceliyorlardı; ilmi soykırıma uğradılar ve yok edildiler.” Bu kardeşimizin hadislere getirdiği eleştirileri, mutezili bir alimin görüşü olduğu iddia edilen bu rivayet kabul ederken de getirmesi değil mi idi? Ayrıca o hadisin ehli sünnet itikadı içinde ve mutezililerin bile itiraz edemeyeceği, hem de bilimsel açıklaması da bulunmaktadır. (Zamanın göreceliği, Big Bang ile zamanın başlaması konusu için ‘kKader’ ve ‘Atesit akıl’ adlı yazılarımıza bakılabilir) Yine, elimize geçmeyen mutezili eserlerin içeriğini bilmeden, ehli sünneti böyle eleştirmek ne kadar bilimseldir? Acaba ehli sünnet, mutezileyi ortadan mı kaldırmıştır yoksa ümmetin ortak aklı, yüzlerce yıllık tecrübesi ile ehli sünnet etrafında mı birleşmiştir? “Mihne”yi ehli sünnetin yapmadığı ortadadır! Yani, başka düşünceleri bizzat Mutezile baskı altında tutmuş değil midir? Hatta günümüzde daha ellerine güç geçmeden, biz ehli sünneti “indirilmiş din” diye tekfir eden, bu mutezili yaklaşım sahipleri değil midir? Zaten Amr’ın cümlesi de, -Haşa- Allah’a bile akıl verme yetkisini kendinde gören akılperestliğin bir göstergesi değil midir? Ehli sünnet, kendisini tekfir eden Şiiler için bile ‘ehli kıble tekfir edilemez’ prensibini uygulamamış mıdır?
“İslam Dünyasında yapılması gereken önemli şeylerden ilki, “aşağılık kompleksi”nden kurtulmaktır. İkincisi, sadece hukuk sadece mistisizm vb. olmayan İslam’a bütün olarak bakmak yani bütüncül bir İslam anlayışı tesis etmektir. Üçüncüsü, 21. yy.’da yeni bir müslüman entelektüel oluşturmaktır. Yani ikinci sınıf Batı düşünürü olmayan ama Batı felsefesini inkar etmeden kendi kimliğini ve geleneğini iyi bilen, kendi kimliği ile varolan bir entelektüel yetiştirmelidir. Batı sorular sordu ve bizim yerimize kendi duymak istediği cevapları verdi. Şimdi yapılması gereken şey, bu sorular arasından sadece İslam Dünyasını ilgilendiren sorulara cevap vermek. Bunun ötesinde kendi sorularımızı sormak ve kendi gündemimizi oluşturmaktır.” (Seyyid Hüseyin Nasr’ın Bilim Sanat Vakfı’nda düzenlenen, “20. yy.’da neler öğrendik? ve 21. yy.’da neler öğrenmeliyiz?” başlıklı konuşmasından, 17.10.2009) “Akılcılık” ilkesi ve akla yüklenen fonksiyon, bizdeki ilk rasyonalistler olarak değerlendirilen Mu’tezile tarafından bile Modernistlerin tavrına göre nisbeten daha makul bir çerçevede kendisini göstermiştir. ‘Modern İslam Düşüncesi için’ aslolan “murad-ı ilahi” değildir. Bu düşünce için aslolan, beşer taleplerine azami ölçüde cevap veren bir hayat tarzını yakalayabilmek için dinden ne kadar istifade edilebileceğidir. (Ebubekir Sifil, Çağdaş Dünyada İslamî Duruş, s. 11) “Modern dönemde yaşanan bozgunun sebepleri de elbette sorgulanmalıydı; sorgulandı da. Ancak mağlubiyet psikolojisi ile yapılan bu sorgulamayı benzerlerinden ayıran önemli noktalar vardı. Bunların başında Ümmet’in, “kendisini” değil de “dinini” sorgulamaya heveslendirilmesi gelir.“ (Ebubekir Sifil, Modern dönem Kur’an telakkileri, İnkişaf, Ocak-Mart 2006) “Biz biliyoruz ki Müslümanların kalplerinde taşıdıkları aşağılık kompleksi Batının düşüncesinden değil teknolojisinden kaynaklanmaktadır. Unutulmamalıdır ki Batıda geçmişte aynı kompleksi İslam dünyası karşısında hissetmiştir.” (Şaban Ali Düzgün, Evrensellik düşüncesi ve İslam dünyasındaki yansımaları, AÜİF Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 1-4, s. 525 ) “Avrupalıların, Müslümanlar tarafından deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Müslümanların günümüzde bilim alanında ve buna bağlı olarak pek çok alanda geri kalmış olmalarının altında motivasyon eksikliği yattığı, bu motivasyon eksikliğinin ise, doğru kavram sisteminin ortaya konulamaması yüzünden olduğu unutulmamalıdır. Bunu aşmanın yolu ise, Kur’an’daki kavram sistemine dönmekle mümkün olabilecektir.” (Şakir Kocabaş, İslam ve Bilim, Divan İlmî Araştırmalar Dergisi, 1996/I, 68) “Modernizmin içeriğinde “akılclık, bilimcilik, bireysellik (bireysel özgürlükçülük); dünyevilik, hazcılık ve faydacılık” var; başta Hristiyanlık olmak üzere hemen bütün dinler, ayakta kalabilmek için modernizm ile uzlaşmışlar, kendilerini inkar mahiyetinde de olsa birçok tavizler vermişlerdir. Tanımladığımız manada modernizme itirazı olan; akla, bilime, özgürlüğe, dünya hayatında yaşanacak hazza ve elde edilecek faydaya, temelde karşı çıkmamakla beraber bütün bunların sınırlarını koyan, madde ile mana, dünya ile âhiret arasında dengeyi öngören bir tek din kalmıştır ki, o da İslâm’dır. Müslümanlar üçüncü bin yılda insanoğluna farklı (alternatif) bir medeniyet, bir hayat tarzı, bir ilişki modeli sunmak gibi büyük bir misyonu -fiilen olmasa da kâbiliyet olarak (bilkuvve)- yüklenmiş bulunuyorlar. Modernizmi temsil eden Batı’nın bu yüzden İslâm’a itirazı var, onu uslandırmak, diğer dinlere yaptığı gibi onu da uyumlu hale getirtmek istiyor.” (Hayrettin Karaman, Dinler Arasında Diyalog)
“İndirilen, uydurulan din” üzerine
“Uyduruk din tabirinin bizzat kendisi uyduruk! Dinin yanlış anlaşılması olabilir, ama uyduruğu olmaz.” (Ergün Yıldırım, Yeni Şafak, 08 Aralık 2019)
Din hiç bir yorumla sınırlandırılamaz! ‘İndirilen din’ diyenlerde kendi yorum\uydurmalarına ‘din’ diyor. Hurafeye hep beraber karşı olalım ama tekfircilere benzer isnatlarda bulunmayalım! Eskiden Ateistler hatalarını anlayınca bir cemaate, tarikata girip bir yol tutturuyorlardı. Şimdi indirilmiş din, mealcilik, modernizm, tarihselcilik söylemlerini dinleyen ateistler, ateizmi bırakıyor ama cemaatlerden de uzak kaldığı için, arada; araf’ta kalıp; deizme kayıyorlar. Cemaatçilerin yanlışlarını dile getirelim, tamam ama tamamını yok saymak, tamamen reddetmek te büyük yanlış olur! Biz Müslümanların en büyük hatası; ‘Tüm doğruları’ tek yazar, hoca, şeyh, mezhepte aramamızdır! Tüm hocaefendiler insandır, eksik/hataları vardır ama hepsinden de, ‘mutlaka’ alınacak şeyler vardır! Unutmayalım ki, Ehli sünnet tek mezhep değildir. Müslümanlar olarak birbirimize karşı yapıcı bir üslupla eleştiri yapmıyoruz. Fikri eleştirelim ama kişileri eleştiri, tekfirciliğe götürür; bu da ancak ve sadece İslam düşmanlarına yarar! Ayrıca unutmayalım ki, mesela, başörtüsünün Kur’an’da olmadığını savunan yorumları kabul eden ‘belli bir kesim’, Kur’an’ın yorumu olduğu için bu yorumu kabul etmiyorlar; zaten daha önce savundukları görüşlerine uygun olduğu için bu görüş etrafında kenetlenip, Müslümanlara karşı bu fikri kullanıyorlar.
“Kur’an bize yeter” diyen Bayındır’a göre namaz 5 vakit; Yüksel’e göre 3 vakit; Eliaçık’a göre 2 ila 7 arası; H. Yılmaz’a göre ise, vakti de şekli de yok. Bunlardan ayrı olarak da aslında ‘Mezhepsizim’ diyenlerin hepsi, namazdan zekata Hanefi fıkhına göre ibadetlerini yapıyorlar, o da ayrı bir konu!
Önce mezhep yok dediler, sonra hadisi inkar ettiler, şimdi Kur’an’daki “kıssalar ve lanetler” üzerinden Kur’an üzerinde şüphe uyandırmaya çalışıyorlar. Sırada deizm, sonra Ateizm var! Mezhep yok derken, kendi yorumları çerçevesinde mezhep oluşturmaya çalıştılar! Hadis yok derken, peygamberin yorumlarını değil kendi yorumlarını insanlara kabul ettirmeye çalıştılar! Korkarım sıra kendi kitaplarını yazmaya gelecek! Hadisi inkar edenler Kur’an’a nasıl yaklaşacaklarını bilmediklerinden, evrimcilikten devrimciliğe savrulmaktadırlar. Daha mezhebin ne olduğunu anlayamayanlar, ‘indirilmiş din’ mezhebini savunuyorlar! Kelle sayısınca ‘mezhep’ oluşmasına neden olunacağına, ümmetin 1400 senedir etrafında kendiliğinden kilitlendiği ehli sünnet içinde ve onun metodu ile yola devam edip, ‘içinde iken’ ve onun usul-metodu ile, hurafe, şirk, batıl içeriklerden kurtulup, Kur’an’ın açıklama görevi verdiği peygamberimizin sahih hadisleri etrafında kilitlenmemiz gerekli hala anlaşılamamaktadır! Detaylar için, “Hadis müdafaası, ehli sünnet, mezhep” adlı yazılarımıza bakılabilir!
Sadece Kur’an yeter, mi yoksa, ‘Kur’an yeter’ diyen hocaların ‘açıklamaları’ da, zorunlu mudur acaba? Resulullah ayetleri iletirken ‘açıklama’ yaptı mı yapmadı mı? Eğer yapmadı diyorsanız, ayetleri iletip tek bir kelime açıklama yapmadan sustu mu sadece? ‘Alın, ne anlıyorsanız onu uygulayın’ mı dedi? Açıklama yaptı diyorsanız, o ‘açıklamalar’ nerede? Bizim için değerli değil mi onlar? Ayetlerin manası hakkında ihtilafa düşüldüğü zaman, ki sadece Kur’an yeter diyenler bile kendi aralarında ihtilaflı iken, o halde sizden veya bizden birimizin anlattığının, Kur’an’a ve/veya Resul’ün açıklamasına uygun düştüğünü hangi kaynaklardan öğreneceğiz? Resul’ün (sav) tek görevi ayetleri iletmekse ve Resul’e itaatten kasıt da salt ayetlerin lafzına itaat etmekse, bu durumda Kur’an’da -Allah’a itaat edin- ibaresi yetmez miydi? Bir yönetici elçi ile bir de mektup yollasa ve mektupta da ‘elçiye uyun’ dese, bundan siz ne anlarsınız! Veya şöyle tekrar ve tekrar soralım: Resul’e vermediğiniz açıklama yetkisini, siz ne hak ve ne hadle kendinizde buluyorsunuz? Bunu -Kur’an tek kaynak- savınızla bağdaştırıyorsanız, o halde ikinci kaynak olarak kendi açıklamalarınızı ve Kur’an’dan anladığınızı bize -Kur’an- diye dayatmış olmuyor musunuz? “Kur’an’a çağırdığını” söyleyenler neden Kur’an’da olmayan (Cin yok; Evrim, var gibi) kendi kanaatlerine (hevalarına) inanmamızı bekliyorlar? “Kur’an’a çağırdığını” söyleyenler kendi fikirlerini eleştirenlere neden sanki ‘Kur’an’ı eleştiriyormuş’ muamelesi yapıyorlar? Kur’an’ı anlamamız için sadece Kur’an yeter diyenlerin sözlerine (hadislerine) ihtiyacımız var mıdır? “Kur’an’a çağırdığını” söyleyenlerin arkasından gidenler, neden hadisleri çok rahat eleştirirken hocasının herhangi bir sözünü (hadisini) asla eleştiremiyorlar? Sakın eleştiriyoruz demesinler yıllarca beraberdim bu kesimle, bir yıl önce karşı çıkacakları görüşleri hocaları dile getirince birden aydınlanma yaşadıklarını (!) ve o eski karşı olduklarını nasıl savunduklarını defalarca gördüm! Ayrıca biz hadislere, ayetleri anlamamıza yardımcı olduğu için değer veriyoruz, bunu da bilin lütfen!
Modernistlerin yanılgıları: Çoğu hurafe olan halk arasındaki uygulamaları ıslah etmek yerine, “Kur’an’da yok” diyerek imha ederken yerine alternatifleri de sunamamışlardır! Sonuç: Hurafe kökenli de olsa, dinle irtibatlarını kesen bu kesimin imani olmasada pratikte deistleşmesine neden olmaktadırlar.
‘Hadis’i reddet’ diyenlerden tarihselcilere, modernist kardeşlerimize bir hatırlatma: Bizler de biliyoruz, ‘Kur’an bize yeter’ diyerek, hadis ilmini red veya İslam tarihini ve İslami kaynakları inkar ederek ‘birçok soru, sorun, ithamlardan kurtulacağımızı!’ Ama onlar bizim köklerimiz, tarihimiz, bizi biz yapan gerçekler! Alimlerimiz zaten ‘israiliyattan mevzuata, tabakattan rical ilmine; Sebebi Nuzul’dan usül ve ıstılahlara’ üzerlerine düşen görevleri yapmış, söz konusu kaynaklardaki eksik-yanlışları gün yüzüne çıkartmışlardır. Bize düşen, ehli sünnet çizgisinde yola devam ederek ve alimlerimizin tenkit usullerinden faydalanarak tarihi kaynaklarımızı gözden geçirerek onlardan yararlanmaya devam etmektir! Ne geçmişimizi inkâr ederiz ya da yanlışlarını görmemezlikten geliriz.
Mealcilik
Arapça bilmeden, usül bilmeden, onbeş asırlık birikimden yararlanmadan Kur’an-ı Kerim’in Arapçadan başka bir dile yapılmış tercümesini/mealini okuyup bundan hüküm çıkarmak konusunda Sayın Mehmet Okuyan’ın öz eleştirisini hatırlatalım: “Mealle yetinmeyin, kuru okumadır meal. Mealle kesinlikle olmaz, 30 senedir meal okuyun diye bağırıyoruz, ‘yanlış mı yaptık?’ diye düşünüyorum. Adam meali eline alıp cüretkar şekilde savurup duruyor, ne kadar cesursun! Tefsir okumak lazım, mealle yetinmemeli, kabukta kalmamalıdır.”
Kitabımız, doğru anlaşılabilmesi, anlama ve uygulamada yanlışa düşmemesi için Peygamberimiz’e uyulmasını (Teğabun, 12; Nisa, 80; Enfal, 20, 24; Nur, 52, 54; Ahzab, 36, 70; Muhammed, 33; Fetih, 17; Hucurat, 14) emrediyor. Yine kitabımız, hem onu anlama hem de uygulamada ihtilafa düşüldüğünde doğruya yönelme için alimlere (ilmi birikime) başvurmayı tavsiye ( Nahl, 43) ediyor. Tercüme ve meal, birçok kelime ve cümlenin muhtemel manalarından birini tercih ederek yapılır; diğer muhtemel manalar asıl metinde kalır, meale geçmez. ‘Hüküm çıkarmak için’ Arapça ve usül bilgisine ihtiyaç vardır. (H. Karaman, Yeni Şafak, 21 Aralık 2018)
Hadis ilmi: Kur’an’daki ‘Beyan’ (Rahman, 4; Kıyame, 19; Nahl, 44) ve ‘Hikmet’ (Bakara, 32, 129, 151, 269; Nisa, 54; Sad, 20; Zuhruf, 63; Kamer, 5; Cuma, 2) kavramalarının anlamından habersiz, “muhtelif’u-l hadis, mevzuat, usul’ü-hadis, mustalahu’l-hadis, tabakat ve rical ilimlerini bilmeyenler hadis konusunda ahkam kesmeleri, ‘cahil cesur olur’ sözünün tezahüründen başka bir şey değildir.
Fazlurrahman: “Fazlur-Rahman’ın ‘İslam’ı, İslam’ı oryantalistlerin tarzında yeniden kurmaya yönelik modernist bir teşebbüstür. Onun, sünnet kritiği Schact’a dayanır, İslam tarihi analizi H.A.R. Gibb’inkinin esasına, tüm yaklaşımları ise W.C. Smith’in düşünceleri ile köklenir. (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 291) Felaketten sakınılacaksa hem adil hem de dayanıklı, yeni bir sosyal düzen oluşturulmalıdır.” (Ziyaüddin Serdar, s. 300) Amerika’da 1988 yılında vefat eden Fazlurrahman, Türkiye’de yenilikçi fikirlerin önderi olarak kabul edilir. O, tefsir usulünde Kur’an’a parçacı değil bütünsel olarak yaklaşılması gerektiğini, önce Kur’an’ın indiği döneme gidilip, sonra tekrar oradan günümüze dönülmesi gerektiğini savunur. Ayetin indiği ortamın önemli olduğunu, hangi soruna çözüm için indiğinin iyi bilinmesi gerektiğini, sonra ayetten genel ahlak ve toplumla ilgili ilkeler çıkarmamız gerektiğini söyler. ‘Yaşayan sünnet’ kavramını da Türk okurları ile tanıştırmıştır. Kur’an’a ters düştüğünü iddia ettiği hadisleri uydurma kabul eder. Hadis ravileri kadar, metinlerinde incelenmesi gerektiğini söyler. Şefaati, aracılık kabul eder ve reddeder. Kıyamette, tüm evrenin tamamen yıkılıp yeniden inşa edileceğini kabul etmez ve kıyametin sadece dünya ile sınırlı olduğunu ileri sürer. Fazlurrahman, insanı ruh-beden diye ikiye ayırmayı kabul etmez. Riba ile faizi ayrı değerlendirir. Kadının şahitliği, çok evlilik ve miras konularına yeni yorumlar getirir. Allah’a, ahirete inanan ve iyi işler yapan Yahudi ve Hristiyanların da cennete gidebileceğini ileri sürer. Tüm bu iddialarına cevaplar bir çok alimce verilmiştir. 26 Temmuz 1988’da Şikago’da vefat eden Fazlurrahman’a Allah rahmet eylesin.
Zeki Bayraktar örneği üzerinden nebi-resul ve peygamberimiz sünnetinin bağlayıcılığı konusu. Samimiyeti ve gayretinden asla şüphe duymadığımız Sayın Bayraktar, “Nebi resul ayrıdır, Nebinin getirdikleri bağlayıcı değildir, Kur’an’da, ‘Ya eyyuhe’n-nebi’ diye başlayıp Hz peygamberin hata yaptığı belirtilen ayetler var.” diye devam eden ve “Nebi, hata yapar, söyledikleri bağlayıcı değil” şeklindeki iddiası ile, ‘Bu ayetlerden hareketle, nebi vasfı ile yaptıkları bağlayıcı değildir’e ulaşılan Sayın Bayraktar’ın bu ‘yorum’undan hareketle, “Ayetten çıkan sonuç budur, Kur’an bunu diyor” demek, yanlıştır. Çünkü Kur’an’da ‘nebi’ kavramı birçok yerde geçer ve aynı zamanda resul anlamında da kullanılmıştır.* Sadece bir kaç ayetten hareketle, “Nebiye uymak farz değil, resule farz” deyip, buradan hareketle, “Nebi, ipek haram, dövme haram derken, bunlara uymak zorunda değiliz, bunlar bağlayıcı değildir” gibi sonuçlara ulaşmak büyük hatadır. Bizzat Kur’an’da peygamberimiz için, “beyan, hikmet” kavramları kullanılır! “Nebi kelimesi ile hata kelimesi yan yana kullanılmamalıdır.” Bu, “İslam’ın temelleri ile oynamaktır!” Hz. Muhammed, “abduhu ve resulu”dur ama hatalar, abd/kul olmasındandır, nebi olmasından değil! Hz peygamberin hayatının beşeri yönü de vardır; yer, içer, uyurdu. Bu O’nun ‘kul’ yönüdür ama bunları nebiliğe bağlamamalıdır. Hata (zelle) dediğimiz nedir? “İki iyiden daha az iyi olanı seçmek” değil midir? Yoksa iyi ve kötü tercihlerinden kötüyü seçmesi değildir. ‘Gözleri görmeyene tebliğ etmek yerine toplumun ileri gelenlerine tebliği seçmesi’ zelle’ye örnektir. *Resul ile Nebi arasında bir fark yoktur; Hac, 52. Beşer ile Ademoğlu arasında da fark yoktur; İsra, 94. Şura suresi 51. ayette Allah’ın beşer olana vahy verme yollarından bahsedilir. Ama Müslüman evrimcilere göre beşer, ruh üflemeden önce insan statüsü kazanmayan, adeta maymunumsu bir varlıktır! Allah, onlara yani beşere neden vayh versin ki? Mealizmi savunanların anlamadığı püf noktası şudur; İnsan, prensipleri pratiğe geçiren, kendisi için rol model (Ahzab,21) olacak insanlar arar daima. Bu da hadis ve sünnet ile peygamberimiz üzerinden gerçekleşir.
Mustafa Öztürk ve tarihselcilik üzerine: “Kur’an’daki kıssaları gerçek değil, Kur’an’ın yazılışı kesin değil, Kur’an’ın manası Allah’tan sözleri Muhammed’den.” türü ifadelerle, oryantalistlerin söylemlerini içimizden bir Müslüman’ın dile getirmesi veya bu söylemlerin ateistlerce kullanması ne yazık ki Sayın Öztürk’ün pek dikkatini çekmemektedir! Bu yorum sahipleri, Kur’an’a rağmen Kur’an’ın ruhuna aykırı görüş ileri sürmekte olduklarının farkında bile değillerdir.
Firari zihinlerin Ehl-i Sünnete saldırıları: Yeni bir din adamı tipi, kaçtığı dünyanın bakışıyla Müslümanlık iddiasında bulunan tip. Bu tipin ciddi bir şekilde ele alınması ve analiz edilmesi lazım. Elitizm, kibir, nihilizm, septisizm, ironiye bürünen şarlatanlık, Ehli Sünnete saldırı, peygamberi dalga geçen dil ile anlatma, yarı akılla din sorgulama. Hepsi buradan fışkırıyor. İşte onlardan bir söylem: “İslam içinde Protestanlık gerekir. Önerdiğim protest bir İslam. Karşı devrim teklifinde bulunuyorum” Firari zihinlerin” tecdit yapacak ne kapasiteleri ne de inançları var. Ehli Sünnet vel Cemaat gibi on beş asır boyunca Müslümanlara toplum sözleşmesi olmuş bir tecrübeyi yok etmek istiyor. Müslümanlar fırkalaşma, hizipleşme ve teo-politik çatışma gibi büyük ihtilaflardan sonra bir barışa ve uzlaşmaya varıyor. Bunun adını yine ümmetin ortak muhayyilesi ve kararı ile Ehli Sünnet vel Cemaat olarak koyuyorlar. İçinde birçok mezhebi, tarikatı ve grubu taşıyor. Çoğulcu bir yapı. Siyasetle ilişkilerinde uzlaşıcı, isyan ve çatışmaya karşı mesafeli. Tekfirci yaklaşım ve hareketten uzak duran bir yöntem. Ehli Sünnetin ana düşünce yapısı kucaklayıcı, çoğulcu ve tecrübeleri (örf ve icma-i ümmet) önemseyen bir din anlayışını temsil eder. Müslümanların tarih içinde temel kaynaklarından ilham alarak geliştirdikleri bir ahit. “Orta Yol”, bir yaklaşım ve yöntem. Kur’an ‘da geçen “vasat ümmet” tezinin Müslüman toplumdaki tezahürü. Uzlaşma yorumlara ulaşılmış. Bundan dolayı da içinde birçok yol barındırmış ve Müslümanların toplumsal sözleşmesi olarak gerçekleşmiş. Ehli Sünnet ne Mutezile gibi teori mutlaklığı ile hareket eder ne de Haricilik ve Şiilik gibi isyan ruhuyla davranır. Devletin toplum üzerindeki etkisini ahlak önerileriyle ve adalet vurgularıyla atma çabasına gider. Sorunları sabır yaklaşımı ile uzun vadeye yayarak çözme gayretinde olur. Tecdit ve ihya ile yeni yorumlar geliştirir. (Ergün Yıldırım, Star, 29 Temmuz 2023)
“Yıllarca Kur’an’ın tarihsel bir metin olduğu yönündeki tezini ilmi bir tez olmaktan çıkarıp olabildiğince siyasi ve tepkisel bir teze dönüştüren sözkonusu ilahiyatçının geldiği lümpen nokta ibretlik. Şöyle diyor sözkonusu ilahiyatçı: “Başımızın belası tarikat ve cemaatlerin harmanladığı Sünni Müslümanlığın bence köküne kibrit suyu dökülmeli. Yeniden tepeden tırnağa bir teoloji geliştirilmesi lazım. İslam içinde Protestanlık gerekir. Önerdiğim protest bir İslam. Karşı devrim teklifinde bulunuyorum” Bu nasıl bir dil? Bu nasıl bir akademik seviye? Sünni Müslümanlık’la ilgili hangi çalışmaların hangi analizlerin seni ne adına bu noktaya götürüyor? Seni bir Mehdi gibi bekleyen bir dünya, bir toplum, bir ümmet mi var yoksa?” (Yasin Aktay, Hiç mi sevmediniz? Yeni şafak, 19/08/2023)
Kendilerine acizane tavsiyelerim: Meal okuyacak olan, bir kaç meal birden okumalıdır. Herkes, “ilmi ölçüsünde” Kur’an’dan alacağını alır. Kimi, ‘Allah anlamayacağımız Kur’an mı indirdi?’ diye soruyor, kimi ‘Biz Kur’an’ı anlayamayız!’ diyor! Her iki kesime de cevabımız şudur: ‘İlmin ölçüsünde anlarsın’ anlamadığını ise “bir bilene” (Nahl, 43) sormalısın
“Vahyin metinleşme tarihindeki tüm müphemlikleri izale edecek bir eser telifinin bugünden sonra da güçlü bir ihtimal olmadığı” veya “Kur’an’daki kıssaların tümünün gerçek olmadığı” iddiasında olan ayrıca, Kutsi hadisi reddederken vahyin inene dek Allah korumasında olduğunu ama anlamı ile gelen vahyin peygamberin kendi sözleri ile insanlara tebliğ ettiğini, yani Kur’an’ı peygamberin kutsi hadisi haline getirdiğini anlamayan bir ilahiyat profesörü (M. Ö.) veya Kur’an’da sure adı bile olan cinleri reddederken, Kur’an’da olmayan evrimi savunan bir müfessir (M. İ.) ile muhatap olduğumuz bir asırda yaşıyoruz… Aynı profesöre göre, Bayındır, A. R. Demircan, Taslaman “haddini bilmeyen, küstah, ilmin, alimin, geçmiş ulemanın yazdıklarına burun kıvıran, ‘onlar kimmiş lan’ diyen, ‘böyle küstah, pervasız’ tabir caizse ‘tinerci ve balici diyebileceğimiz bir tip’lerdir.
Ayrıca, “Hz Muhammed, örneğin namazın nasıl kılınacağını uygulamalı gösterdiği halde, günümüzde farklı şekillerde namazını kıldığını söyleyenler de mevcuttur.” (Ekrem Sevil, Allah’a Meydan Okumanın Yeni Adı Deizm, s. 109)
Ümmet hiç mi icma etmemiştir? Namazda icma, tarifinde icma, evrimi reddetmede icma, cin’in varlığını kabulde icma, Hz Adem’in topraktan yaratıldığında icma, Sahabeye yaklaşımda icma, Gulat şiaya ve tekfirci selefiliğe mesafeli olmada icma, Ehli kıblenin tekfir edilmeyeceğinde icma, edille-i şer’iyye’de (Kur’an-sünnet-icma-kıyas) icma, hadisi kabul etmede icma, vd. İlk anlarda Buhari ile Ebu Hanife arasında sorunlar çıkabilir ve hatta çıktıda ama toz duman dağılıp aradan zaman geçince, sonunda ümmet her iki önderinde etrafında birleşip, ikisini de bağrına basarak 1400 senelik en büyük icmayı gerçekleştirmiş ve Ehli Sünnet etrafında cem olmada icma etmişlerdir!
Oryantalistler, ‘Kur’an Araplara indi, evrensel değildir.’ Derken, Tarihselciler de, ‘Kur’an o dönemki Araplara indi, evrensel değil.’ demektedirler. Mealciler, ‘ensest ilişki’ diyerek, ‘çanak çömlekten yaratırma’ diye yaftalayarak Hz Adem’in çocuklarının evliliklerini reddederken, sonra da evrimi savunurlar. Sanki maymunlar dini nikâh yaparak çoğalmışlardır! Mealciler hem ‘namazı ikame edin yoksa uydurulmuş dinci olursunuz’ derler hem de, ‘namaz kılmayana ceza verilmeli’ diyen ehli sunneti eleştiriler. Bu kardeşlerimiz kendilerini Ebu Hanife ile özdeşleştirirken, onun ehli sünnet âlimi olduğunu da gözardı ederler. Mealci kardeşlerimiz, “Sunniye sorsan şii yoldan çıkmış, şiiye sorarsan sunni. Kuran’a bakarsan hepsi yoldan çıkmış” derler. Halbuki Şiiler Sunnileri (İmamet, takıyye gibi iman esaslarımızın eksik olduğunu ileri sürerek) tekfir ederken, Sünniler Şiileri tekfir etmez! Ama mealciler her ikisini de (uydurulmuş dinci) diyerek tekfir ederler! Biz de diyoruz ki, yaşasın kuşatıcı İslam anlayışı olan ehli sünnet!
Mealci kardeşlerimiz, “Peygamber Resul sıfatı ile Allah’tan aldığı ayetleri insanlara bildirmiştir. Nebi sıfatı ile de normal sıradan insan gibi günlük yaşamına devam etmiş ve sözler söylemiştir. Resul olarak Kur’an’dan başka bir şey söylememiştir. Nebi olarak söyledikleri ise bizi bağlamaz.” derler. Kısaca mealcilere göre hazreti Muhammed sadece bir postacıdır!
Bir başka mealci de şunu söyler: “Şimdikiler Kur’an ayetlerinden rahatsız, Mekkeli müşriklerde rahatsızdı.” Bu tekfirci söyleme aynı üslupla cevap versek ve “Şimdikiler peygamber sözlerinden rahatsız, Mekkeli müşriklerde rahatsızdı.” desek hoşlarına gider mi? Bu ne dışlayıcı bir üslup ve tekfirci yaklaşımları yetmedi, şimdi de şirk ithamlarına muhatap olmaktayız…!
Ehli sünneti eleştirmek dışında, alternatif bir usul ortaya koyamayan kardeşim söyler misin? Ehli sünnetin namaz tarifi dışında, alternatif olarak namaz konusundaki görüşleriniz nedir? ‘Kur’an’da başörtüsüyle camilere girilmez diye bir ayet yok, o halde başörtüsü camiye girilebilir’ diyen bir zihniyet ile bir medeniyet inşa edilebilir mi? Kur’an, leş-ölü hayvanların etini yenilmesini yasaklamıştır. (Bakara, 173) Siz balık türü hayvanları nasıl yiyebiliyorsunuz? Uydurulmuş din diyerek ehli sünneti tekfir eden sizlerin zihniyeti iktidar olursa tarihte yeni bir ”Mihne” olayı yaşanmayacağının garantisi var mıdır?
Modernist arkadaşım!
Biz İslam’a yapılan her saldırıda İslami kaynakların bir parçasını reddederek ithamlardan kurtulmaya çalışırsak sonuçta, reddettiğimiz kaynaklardan çok daha kötü sonuçlarla karşı karşıya kalırız: İslam’da evrim var, hazreti Adem’in babası var, Hz Adem peygamber mi? Namaz var mı, nedir, kaç vakittir gibi… İslam tarihi boyunca hiç sorun teşkil etmeyen bu tür konular bir bakarsınız karşınıza İslam adına çıkmış! Bu nedenle bizler İslami kaynakları tümünü kabul eder ve savunuruz! Ehli sünnet, temel bir kaynağımızı reddetme yoluna gitmez, çok daha zor olan yolu tercih eder; içindeki yanlış bilgileri diğer kaynak kitaplarla kıyaslayarak çıkarır, geri kalanı ise kaynak olarak korur ve kullanır!
“Sadece Kur’an yeter” diyen ve tarikatları eleştiren kardeşlerime 100 puanlık soru: Bu kadar şirk ve hurafe varken neden insanlar tarikatlara akın ederken, sizin önerdiğiniz teklife sıcak bakmıyorlar? Çünkü “halk cahil” derseniz, her seçimde yenilen muhalefetin, “halk cahil o nedenle bize oy vermiyor” cevabına benzer savunmanızı kimse muhatap alıp kabul etmez! “Onlara cennet bedavaya vaad ediliyor” derseniz; gece namazı, oruç, harama bakmama, sünnet-nafile namaza özel hassasiyetle onlar sizi, beni ikiye katlarlar! Sakın cevap yerine imalı, suçlayıcı “hadisçi, mezhepçi” kolaycılığı ve ithamları ile bize cevap vermeyin lütfen!
Hadi, buyrun cevap verin! Bizim cevabımız ve çözüm önerimiz malum; Ehli sünnet!
Emperyalist Batı medeniyeti karşısında ideallerini kaybetmiş ezik Müslümanlar; Modernistler!
Modernist ve tarihselciler, batı medeniyetinin daha adil, daha bilimsel ve daha ahlaklı bir yer olduğunu ifade ederler. Peki, bu aydın (!) kesimimiz haçlı seferleri ile başlayan ve özellikle son 200 yıldır ahlaklı, eğitimli, medeni, uygar, güvenilir denilen batının İslam ülkelerinin iç işlerine karışıp düzenlerini bozduğunu, yerel kaynaklarını kendi ülkelerine akıttığını; Suriye, Sudan, Mısır, Libya, Irak, Afganistan, Pakistan ve daha nice ülkelerin yönetimlerine varıncaya kadar müdahalede bulunduğunu, darbeler gerçekleştirdiğini görmüyorlar mı? Batılı insanlar mademki ahlaklı ve adil insanlardır, o halde neden yöneticilerine Türkiye’de masum kanı akıtan PKK’ya vermenin hesabını sormuyorlar? Kilometrelerce uzakta olan Suriye’de, Irak’ta neden insan kanı akıtıyorlar? Neden İsraili destekliyor, Filistinlilerin öldürülmelerine göz yumuyorlar? “Batı sömürdüğü Doğu kaynakları ile müreffeh bir hayat yaşıyor ve Doğudaki savaşlardan besleniyorlar!” İslam Ülkelerinin başına kendi kuklalarını dikmiş iken doğu nasıl gelişsin? En son Ukrayna’ya yaptıkları veya I. Ve II. Dünya savaşında yeryüzünü kana buladıklarını, ateizm ve komünizm illeti ile insanlığın dünya ve ahiretini mahvettiklerini, LGBT ile nesli yok etmeye çalıştıklarını, sömürge ile elde ettikleri güç ve teknolojiyi yine sömürge için kullandıklarını bu modernist arkadaşlarımız neden göremezler? Çünkü ideallerini kaybetmişler ve fikri mücadelede yenilgiyi kabullenmişlewrdir. Ümitsiz ve karamsardırlar!
Halbuki ümmeti yeniden şahlandıracak ilkeler ve idealler köklerimizde var! Tarihte buna defalarca şahitlik etmiştir. Yapılması gereken, tevhit ve adalet merkezli bir ümmet ruhu içinde ayağa kalkmak, ‘OKU’mak ve ahlak merkezli bir toplum olmak! En azından bu yolda ve idealde olmak, olabilmek; celladına aşık olmamak gereklidir. Unutmayalım ki İslam zafer değil sefer dinidir!
Detay için “Batı medeniyeti” , “Dinsiz ahlak olur mu?” ve “ İslam ülkeleri neden geri?” adlı yazılarımızı tavsiye ederiz!
Mezheplere karşı olan, mealci bir kardeşimizin ehli sünnete ithamları ve çelişkileri