Mezhepler

1.318 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

Bu konuda ayrıca, ‘Müslümanların iç meseleleri’, ‘Ehli sünnet’ adlı yazılarımızı da tavsiye ederiz.

Mezhep ile din aynı mıdır? 

Dini kaynaklardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlere mezhep denir. Mezhepler itikadî, de fıkhî mezhep olarak ikiye ayrılır.

Efendimiz (sav): “Hâkim hüküm verirken ictihad eder ve ictihadında hakka isabet ederse, iki sevap alır. Hüküm verirken ictihat eder ve ictihadında hata ederse, bir sevap vardır.”
(Mecmau’z-zevaid, I/683; Buhari, Temenni, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ebu davud, Akdıye, 2) buyurmuştur. Fetva verme seviyesinde ilmi yeterliliği olmayanların “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Nahl, 43) ayeti gereği bir fakihin fetvaları ile amel etmesine izin verilmiştir. 

İmam-ı Ebu Hanife: “Bir hadis sahihse benim mezhebim odur. (Reddu’l-Muhtar, 1/72, 475; İbn Abidin, Hâşiye, I/63, Resmu’l-Mufti, I/4; el-Fellâni, İkazu’l-Himem, s. 62); “Bizim şu ilmimiz bir görüştür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha güzelini getirirse kabul ederiz ” (İbnu’l-Kayyım, İ’lâm’ul-Muvakkıîn.I/76)

İmam Şâfi: “Eğer kitabımda Nebevî sünnete aykırı bir şey görürseniz, benim görüşümü dikkate almayıp sünnete göre hükmedin” (İbn Ebî Hâtim, Âdâbu’ş-Şâfiî ve menâkıbuh, s. 93; Beyhakî, Menâkıbu’şŞâfiî, I, 472; Ebû Şâme, Muhtasaru’l-müemmel, s. 31; Nevevî, el-Mecmû’ şerhu’l-Mühezzeb, I, 63; İbn Kayyım, İ’lâmu’l-muvakkıîn, IV, 233; Fellânî, Îkâzu himemi zevi’l-ebsâr, s. 100); “ Ben bir söz söyler de, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözüme muhalif sahih bir hadisi varsa, Rasûlullah’ın hadisi (amel etmekte) evladır, beni taklid etmeyin.” (İbn ebi Hatim, Adabu’ş-Şafi, s. 93)

İmam Malik: “Ben bir beşerim, isabet eder, hata da ederim. Benim görüşlerime bakın; Kitap ve sünnete uyanları alın, Kitap ve sünnete uymayanların hepsini terkedin.” (ibn Abdilberr, el-Cami, II/32; İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, İ’lâm’ul-muvakkıîn,  I/75; İbn Hazm, Usulu’l-Ahkam, VI/149); “Bizimkisi zandan ibarettir. Kesin bir kanaate varamayız.” (İbnu’l-Kayyım, I’lfunu’l-Muvakkıin, I/76)

İmam Ahmed Bin Hanbel: “Evzai’nin görüşü, Malik’in görüşü, Ebu Hanife’nin görüşü. Bunların hepsi birer görüştür. Bana göre de hepsi eşittir. Delil ise ancak rivayetler (hadisler)dir.” (İbn Abdilberr, el-Cami, II/149; İbnu’l-Kayyım, İ’lam, II/302)

İmam-ı Malik, alışverişle ilgili bir hadisin bir kelimesini tevil ile farklı bir fetva verince İbn-i Ebi Zi’b tarafından “Malik tövbeye davet edilmelidir.” şeklinde eleştirince İmam-ı Ahmet b. Hanbel İbn-i Ebi Zi’b’i tenkit ederek “Malik hadisi reddetmemiş, bu şekilde tevil etmiştir.” diyerek imam-ı Malik’i savunmuştur. (İbn-i Ebi Ya’la, tabakatul hanabile, I/ 251)

“İslam’ın tüm ana teması farklılık içinde bütünlüktür. Şu formülü asla unutmamalıdır;  her şeyin en iyisini bilen ancak ve ancak Allah’tır! Yaşayanların ölümü her zaman aklında tutmaları gerekir, yazmakta ya da konuşmakta olan insanların da, kendilerinin cahilliklerini ve bakış açılarının sınırlı olduğunu unutmamaları gerekir. Vallahu A’lem.” (Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi, s. 17, 18)

Günümüz İslam âleminde Müslümanların mezhep konusunda içine düştükleri en önemli sorun, ehlisünnet içi bir fetva bile olsa farklı bir fetvasını duydukları her insanı “Tümden” reddetme, eğilimi içine girmeleridir. Hâlbuki Kur’an ve sahih sünnetten hareket ettikten sonra ve ehlisünnet çizgisi içinde kalan her türlü yorum, fetva, görüş, ufuk açıcı birer fikir zenginliği olarak kabul edilmelidir. Bir insanın birkaç fikri kabul edilmeyebilir bu gayet doğaldır, bir insanın tüm konularda “Doğru, hak” üzerinde bulunmasına da imkân yoktur. Mezhep dinin kendisi değil, o dini temek kaynaklarından (Ayet- hadisten) mezhep imamının anlayabildiğidir. Günümüzde devam eden dört ehli sünnet mezhep olduğuna göre, farklı içtihatların olması da doğaldır, yeter ki nas ile delillendirilebilsin! “İlim ehli arasında, ilmi koruma noktasında yakınlık, fıkhî meselelerin delillendirilmesi konusunda ise farklılaşma mevcuttur.” (Hatibul bağdadi, el- Fakih vel Mütefakkih, II/71) Ehlisünnet çizgisi içinde kalan her türlü fetva bizim için değerlidir ve saygı gösterilmesi gereken görüşler olarak kabul edilmelidir. Bir âlimin mensubu olduğu mezhep dışında, araştırmaları sonucu bulduğu farklı bir görüşe rastlarsak, o âlimin o görüşünü kabul etmesek bile, genel olarak o âlimin görüşlerinin tümünü reddetmemiz gerekmez.

İmam Taberi ehlisünnetin büyük imamlarından biridir. Fakat `ayak yıkamayı sünnet, ayağı mesh etmeyi farz` olarak yazmıştır tefsirinde. Şimdi kendisi Şii mi olmuştur? İmam Azam Ebu Hanife, İmam Cafer`in arkasında namaz kılmış, ona talebelik yapmıştır. Biri Sünnilerin imamı, diğeri Şiilerin imamıdır. El-Keşmiri, Feyzu’l-Bâri’de: “Namazdaki elleri kaldırmadaki sahih rivayetten dolayı bir Hanefi olarak o görüşü kabul ederim.” der. Herkes bildiği gibi İmam-ı Şafi, İmam-ı Hanefi birçok fetvalarını zamanla değiştirmişlerdir. (Münâvî, Ferâidü’l-fevâid, s. 9; Dekkar, El-İmamu’ş-Şâfiî, s. 154) Hatta İmamı Şafi Mısır’a yerleştikten sonra hepsi değilse de birçok fetvasını değiştirmiş ve “Bağdat’taki eski görüşlerimi nakledene hakkımı helal etmiyorum” (Ebu Zehra, Târihu’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye, s.462; Cündi, el-İmamu’ş- Şâfiî, s. 194.; Emin elHûlî, el-Müceddidûn fi’l-İslam, s. 85; İbrahim, Muhammed, Hanefî ve Şafiîlerde Mezhep Kavramı, İstanbul, s.118) ve “Irak’ta ki kitaplarımı yakın” (İbn Hacer Askalanî, Tevali’t-Te’sis li Meali Muhammed b. İdris, s. 117) buyurmuştur. Bu durum onların (Hepsinden Alla razı olsun) hakkı arama çabaları, gerçeğe ulaşma kaygılarının göstergesidir. “Acaba halk ne der, beni eleştirir, kınarlar mı?” dememiş, doğruya ulaştıklarına inandıkları an eski fetvalarını terk etmişlerdir. Hatta bu nedenle çok ağır eleştiri almışlar, ağır ithamlara maruz kalmışlardır. Ama onlar asla kendi fetvalarını ayet-sahih hadis mertebesinde görmemişlerdir. Görenler ise ne yazık ki, günümüzdeki mezhepli değil mezhepçi takipçileri olmuştur!

Kısaca İslam mezhepleri Peygamberimizin vefatından yaklaşık bir asır sonra oluşmuştur. O günün şartlarında zamanın âlimleri günün şartlarına göre dini konularda fetva ve yorumlarını yapmışlar bazılarının görüş ve önerileri etrafında cemaatle oluşmuş ve zamanla da ekolleşmişlerdir. Hiçbir âlim kendi görüşünü diğerinin üstünde görmemiş, herhangi bir konuda fikir ve görüşünü beyan etmiş ve birbirine saygı göstermiştir. Hatta bazen önceki görüşünü daha sonra terk etmiş, ya değiştirmiş veya başkalarının görüşünü benimsemiştir. İslam mezhepleri dini yaşamak için kolaylıktır. Fakat bazı insanların elinde zorluk ve çekilmez bir hal alarak nefret ve bölücülük halini almakla birlikte, tutucu ve bağnaz insanların elinde bölücülük ve yıkıcılık haline dönüşmektedir. Unutmayalım ki mezhepler din içindedir, ayrı bir din değildir. Din İslam`dır ve İslam birleştirir.

İctihad ile kulluk

“Son din İslam’dır, insanlık var oldukça Allah’a kulluk bu dinin bildirdiklerine uymakla olacaktır. İnsan, eşya ve ilişkiler mahiyet veya nitelik bakımından durmadan değişiyor; Hz. Peygamber’in yaşadığı zamanda bulunmayan birçok nesne, ilişki biçimi, araç, âdet ve âlet ortaya çıkıyor. Eğer vahiy, hem geldiği zamanda hem de bütün zamanlarda olacak ve bulunacaklar için açıklamalar yapsaydı evler dolusu kutsal kitap ve hadisler olması gerekirdi. Ayrıca o günün muhataplarının hayatlarında bulunmayan şeylerden bahsetmek abes olurdu. Bu sebeple Allah Teâlâ o gün yaşayanlar ile daha sonra gelecek olanlar için ‘zorunlu olanları’ açıkladı, geri kalanları ise ‘açıkladıklarına bakarak bulup uygulamalarını’ kullarına bıraktı. İşte bu ‘açıkladıklarına bakarak bulup uygulama’nın adına ictihad denir. İctihad kul/beşer işidir; o bakacak, anlayacak, düşünecek ve söylenmişten söylenmemişin bilgisine ulaşacak. Bu işte hatanın veya ihtilafın (farklı anlama, sonuç çıkarma, çözmenin) kaçınılmaz olduğu -insanın mahiyeti ve nitelikleri bakımından- kaçınılmazdır. Buna rağmen Allah, ‘açıklamadıklarımı da, açıkladıklarıma bakarak doğru (ben açıklasaydım nasıl açıklar idiysem öyle) bulun, aksi halde bana itaatsizlik etmiş olursunuz’ deseydi kullarına ‘imkansızı teklif’ etmiş olurdu. O imkânsızı teklif etmeyeceğini de bildirmiştir. Şu halde ictihadlık alanda itaat, kulun çabası sonunda ulaştığı “zan ve kanaate göre davranmasıyla” gerçekleşecektir. Bu zan ve kanaate göre haram bildiğinden uzak duracak, helal bildiğine yaklaşacak, farz ve vacib bildiğini yerine getirecektir. “İctihad yapamayacak olanlar da yapanlara danışarak, onlardan fetva alarak itaat edeceklerdir.” Yasak olan, vahyi göz önüne almadan (açıklananlara bakmadan) kendi aklı ve arzusuna göre hüküm çıkarıp uygulamaktır. Usulünce ictihad yapıldığında ise sonuç hatalı olsa da (mesela Peygamberimiz hayatta olsaydı da bu sonuç ona arzedildiğinde hatalı bulsaydı) yine de kul üzerine düşeni yapmış ve bir ecir (ahiret için değerli karşılık) almış olacaktır. İsabet etmiş olması halinde ise ecri artacaktır. Bu ecir meselesinin de hikmeti, müctehidi olanca gücünü sarf etmeye teşviktir.”  (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 02.12.2012 )

Din büyüklerini ilah edinenler

“Mali’den bir haberi izliyorum. Bir grub selefi, bir takım cami ve mezarları tahrip etmişler. İslam dünyasında bu gün Selefi, Şii, Tasavvuf ve liberal/ılımlı islami akımlar arasında ciddi bir çatışma potansiyeli bulunuyor. Ümmet olma bilinci, siyasi, ideolojik ve mezhebi sebeplerle ciddi anlamda yara almış durumda. Akımlar kendilerini dini aslı olarak, ötekileri sapma olarak görüyor. Oysa bunların hepsi birer yorum. Farkında olmadan din büyüklerini İlah ve Rab ediniyorlar olmasınlar sakın! Bir bakıma Mezheplerini din ediniyorlar sanki.” (Abdurrahman Dilipak, Yeni Akit, 05.07.2012) “Mezhep dediğiniz içtihadlar topluluğu değil mi? İçtihad konusu şüpheli olan konularla ilgili değil mi? Muhkem nas ile sabit olan bir konuda içtihad olmaz. İçtihad olmayan konuda mezheb de olmaz. O zaman kim kendi mezhebi dışındakileri tekfir edebilir? Allah, Resul ve kitaba usul ve esasa bağlı kalarak ortaya konulan içtihatlardaki hükümler birbirinin tam zıddı olabilir. Bundan dolayı kimse diğerini tekfir edemez. Akıl da, mezhep de, tarikat da güzeldir ama mezhepçilik de, tarikatçılık da, akılcılık da güzel değildir. Her kesimde yanlış yapanlar olabilir. “Bu tekfirci yaklaşım İslam ümmetine, dışarıdan gelen tehditlerden daha fazla zarar vermektedir.” Mezheplerimizi din edinmeyeceğiz. Din büyüklerimizi de İlah ve Rab edinmeyeceğiz. İttifak ettiğimiz zaman birlikte hareket edecek, ihtilaf ettiğimiz zaman, kaynak, niyet ve usul açısından sorun yoksa birbirimizi mazur göreceğiz. İlle anlaşmamız gerekiyorsa hakeme gideceğiz. Değilse istişare ve şûra ile yetineceğiz.” (Abdurrahman Dilipak,  Akit, 30 Nisan 2016) “Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa’yı ilah edindiler.” (Tevbe, 31)

Bir de kendisini ‘Kur’an Müslümanı’ kabul eden ve Kur’an (ilk değil) tek kaynaktır diyen mealciler var! Onlar, “Mezhep Yok” diyorlar. Çıkmış sonra ayetleri izah ediyorlar. El insaf, biz senin izahını değil İmam-ı Azam’ın ayet izahını kabul ediyoruz. Zaten mezhep te bu demektir.”  

Mezhebin lüzumuna dair

“Demagoglar “Asr-ı Saadet’te dört mezheb mi vardı? İtikatta Eş’arilik ve Maturidilik mi vardı?” diye soruyorlar; yoktu deyince de “Öyleyse bunlar bid’attir” hükmünü veriyorlar. A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet’te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid’at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor? Asr-ı Saadet’te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü Kur’an ceste ceste 23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi. Asr-ı Saadet’te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı. Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu. Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur’an’ın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular. Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı. Yine İmamı Eş’ari ve İmamı Maturidi Kur’an’a ve Sünnete dayanarak İslam’ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler. Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi. Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir. Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid’atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu. Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir. Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır. Mezhebe lüzum yokmuş, Kur’an yetermiş. Kur’an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamak şartıyla. Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur’an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar? Kur’anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için. Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar: ‘Mezhepler bid’attir. Mezhepler sapıklıktır.’ Hatta çok ileri giden bazıları ‘mezhepler puttur’ bile diyor. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid’attir diye niçin yırtınıyor? Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dâhil olacaktır.” (Mehmet Şevket Eygi, Milli gazete,  09 Nisan 2011)

“Fırka-i Naciye hangi mezhep” diye bir soru sorulmaz, ‘hangi mezhepten olursa olsun’ namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, zekat veren, Allah’a ve ahiret gününe iman eden, Allah’a, resulüne kitabına iman edenlerden kimlerse, tevhid yolunda, ihlasla rızai ilahi yolunda ilerliyor ise onlar kurtuluşa erenlerden olacaktır. “Onlar hangi mezhepten” diye bir şey yok. “Hak Mezhep” diye bir kategori de yok. Allah, resul ve kitab çizgisi içindeki her mezhep makbuldür. Muhkem nas ile sabit bir konuda içtihad olmaz. İçtihad olmayan bir konuda ise mezhep olmaz. Mezhep ihtilaflı konularda olacağı için ‘şu haktır-şu batıl’ denmez. İhtilaflı olan hiçbir şey Hak kategorisinde değerlendirilmez. Batıl olabilir çünki verilen hüküm “usul”e ya da “nas”sa mugayir olabilir. “Nas’sa mugayir olmayan birden fazla görüş olabilir.” Özellikle de müteşabih ayetler zaten zaman, mekan ve olay, kişi bağlamında kendi içinde farklılık gösterebilir. Burada önemli olan usul ve Kur’an-ı Kerim’in külli kuralları ve Sahih olan Nebevi sünnete aykırı olmamasıdır.”  (A. Dilipak, Akit, 8.7.2016)

Tevil varsa tekfir yoktur

“Maksadım, Müslüman olan insanları kucaklamak yerine dışlamayı, tefrika yüzünden zayıflayarak düşmana yem olmayı karınca kararınca engellemektir. Ben “ehl-i sünnet çizgisindeyim ve genel olarak bu çizginin sahih İslam anlayışını temsil ettiğine” inanıyorum. Ancak üç kayıtla: Ehl-i sünneti, bu kavramın içine giren farklı anlayışları da katarak geniş çerçeveli görüyorum. Ehl-i sünnet dışında kalan İslam mezheplerini de ümmetin mezhepleri olarak görüyor, sahiplenenleri -onlar İslam’dan çıktıklarını beyan etmedikçe ve söz ve fiilleri için bir tevil imkanı mevcut oldukça- tekfir etmiyorum. “İnandığı gibi yaşama konusunda tavizsiz olmak güzeldir ama taassub hangi tarafta olursa olsun caiz değildir, mezmumdur, bundan kurtulmak gerekir” diyorum.  İmam-ı Gazâli’nin Faysalu’t-Tefrika’sından:  “Hak ve hakikat her bir mezhepte dolaşır durur. Hasetçilerin etkisinde kalmayan, taklidin kör etmediği, gerçeği öğrenme arzusu ve tefekkürün tahrik ettiği sen! Zihnini işgal eden ve seni huzursuz kılan bu durumdan kurtulmak istiyorsan önce muhatabından küfrün (dinden çıkmanın) tanımını yapmasını iste. Eğer küfür, “Eş’ârî veya Mu’tezilî veya Hanbelî ve diğer mezheplere muhalefet etmektir” diyorsa, o, geri zekâlıdır, taklidin zincirine vurulmuştur, körlerden daha kördür; onu iknaya uğraşıp boşa vaktini harcama. İnsaf sahibi isen bilirsin ki, hak ve hakikati belli bir âlimin ve mütefekkirin tekelinde kılan, hakikati yalnız o bilir diyen kimse küfre ve çelişkiye başkalarından daha yakın durmaktadır. Küfre yakındır; çünkü o âlimi, iman ve küfür, kendisini tasdik veya tekzip etmeye bağlı olan masum (hata etmez) peygamber mertebesine getirmiştir.” İslam tarihinde tekfirci kişi ve gruplar daima bulunmuştur. Bunlara karşı bir de söz ve davranışı, sahibinin diğer söz ve davranışlarıyla bir bütün olarak ele alan ve en küçük bir “dinden çıkmama ihtimali” varsa bunu tercih eden, insanları mümkün olduğunca iman dairesi içinde tutan alimler vardır ve bu ikinci tutum “Kıblesi Kâbe olanları tekfir etmeyiz” diyen Ehl-i sünnetin tutumudur.” (Hayrettin Karaman, Yeni, şafak, 14,17,22 Haziran 2018)

“Din kardeşliğini, birlik ve kardeşlik inancı, anlayışı ve duygusu içinde ümmet birliğini sağlamanın şartları vardır: İçtihat, yorum, görüş beşeri bir faaliyet olduğuna ve “peygamberler dışında beşerin yanılması ve yanlış yapması da mümkün (ve olmakta) olduğuna göre hiçbir âlim, şeyh, mürşit, lider, kanaat önderi… isabet ve hakikati kendi tekelinde görmeyecek, “yalnız benim dediğim, görüşüm, mezhebim, tarikatım haktır” demeyecektir.” Peygamberlik sona ermiştir; artık bir kimsenin çıkıp da, “Ben rüya gördüm”, “Ben Peygamber ile görüştüm, konuştum”, “Bana Allah bildirdi” gibi iddialarla insanları saptırmalarına imkân verilmeyecek, böyle çıkışlara müsamaha edilmeyecektir. Ayrıca, doğru ve uygun dediğimiz usulü uygulayarak bir sonuca ulaşan her müminin ulaştığı sonuç hem kendisi hem de ona itimat edenler, ondan fetva alanlar ve dini öğrenenler için muteberdir; bu bilgi ve fetva ile dinini yaşayanlar doğru yoldadırlar. “Farklılık içinde birlik” ve “farklılığın ümmet için bir zenginlik” olması hedefleri ancak bu anlayış çerçevesinde gerçekleşebilecektir. Kur’an’ı Arapçasından veya meâlinden okuyan, hadis kitaplarını metinlerinden okuyan, bu okumalara “doğru usulü uygulamadan” kafasına estiği gibi mânâlar veren, hükümler çıkaran, üstelik aynı yolu takip etsinler diye insanlara icazetler de veren kimseler doğru yolda değildirler. Temel metinlerden doğru usulü uygulayarak mânâ ve hüküm çıkarma işi içtihattır ve tefsirdir; bu işin yapılabilmesi için iman, ilim ve ahlâk yeterliği gereklidir; bu yeterliğe sahip olmayanların peşine düşmek insanı doğru İslâm anlayış ve yaşayışından saptırır; bu konuda uyanık ve ihtiyatlı olma zarureti vardır. Ve son olarak, Ferdî din hayatı için soru soranlara, fetva isteyenlere ehli tarafından bilgi ve fetva verilir. Ümmetin uygulaması için kural oluşturmak, yol göstermek, kanun yapmak, proje ortaya koymak söz konusu olduğunda mutlaka şûrâ usulü uygulanmalıdır. Şûrâ dini ve uygulama alanını iyi bilen âlimler ve uzmanlardan oluşan danışma kurullarıdır.” (Hayrettin Karaman, Yeni şafak, 15 Temmuz 2018)

Fıkıh, hadis, tercih ehli

Sahih hadisten hüküm çıkarmak hadis âlimlerinin işi değildir. Usûl ve fıkıh âlimlerinin işidir. Nice büyük hadis âlimleri vardır ki, taşıdığı, rivâyet ettiği hadislerin fıkhını bilmez. Eğer böyle olsa idi her hadis âlimi müctehid olurdu ve mezhebi olurdu. Halbuki hadis âlimlerinin bir çoğu da bir müctehidi taklid etmişlerdir. Bu nedenle A‘meş Ebû Hanîfe’ye, “Ey Fakihler zümresi! Sizler tabipsiniz, bizler ise eczacıyız.” demiştir. (Abdulkâdir b. Muhammed b. Nasrullâh el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudiyye fî tabakâti’l-Hanefiyye, II/484-485; Ayrıca ibn Abdülberr, Câmi‘u beyâni’l-ilm II/1029; Ali Abdülbâsıt Mezîd, Minhâcu’l-muhaddisîn fi’l-karni’l-evveli’l-hicrî ve hatta asrina’l-hâzir, s. 89) Kur’an ve sünnetten (eğer müctehid değilse) ne bir tefsir âlimi ne de bir hadis âlimi fetvâ verebilir. Fetva verme işini bunların hepsini de kapsayan yâni kur’an ilimlerini, hadis ilimlerini bilen, sahabelerin ittifaklarını (icmâ), ihtilaflarını bilen, usul, tarih, ıstılah, Arap dilini çok iyi bilen, aynı konudaki tüm rivayetleri bilen ve ictihad özellikleri taşıyanlar ictihad yapabilir. (Nevevî, Mecmu,1/64; Ebul Leys es Semerkandî, En Nevâzil, vr. 268, Ûşî, el Fetava’s Sirâciyye, s. 600, Destinânî, Risâle fî âdâbi’l Müftîn, vr. 46) “Tercih ehli tahkik ettiği meselede mukallit olmaz. Tercih ehli pek çok meselede mukallid olabilir. Ben çoğu meselede mukallidim, hatta avamım. Bir namaz kılabilmek için belki de bin mesele vardır. Bunların hepsini tahkik ederek tercihte bulunmak bir ömre yetmez. Onun için ‘ben hanefiyim’ diyorum. Ancak ayrıca bir akademisyenim. Araştırma yapıyorum. Tahkik ettiğim bir meselede farklı kanaate varabilirim. Vardığımda onu kabul ederim. Bu durum mezhepsizlik anlamına asla gelmez. Birkaç örnek: Hanefilere göre müellefi kuluba zekat verilmez, neshedilmiştir. Bana göre eğer devlet başkanı uygun görürse caizdir. Kur’an’a abdestsiz dokunmak haramdır. Bana göre abdestli dokunulması daha iyidir ama haram değildir. Sadece Arafat ve müzdelifede değil, zaruret halinde, alışkanlık yapmamak kaydıyla namazları cem etmek mümkündür… Bunların elbette gerekçeleri vardır. Burada onlar üzerinde duracak değilim. Mesele anlaşılsın diye bu örnekleri verdim. Bütün bunlara rağmen ben hanefiyim. Bunu söylerken de kimseyi kandırmıyorum. Çünkü bir dünya mesele içerisinden bu konularla ilgili bir tercihte bulunuyorum. Yani bir dünya meselede Hanefiyi taklit ediyorum. Bu beni Hanefi olmaktan çıkarmaz.” Prof. Yavuz Köktaş 

 Ehli sünnet caddedir

“Sünnî (Ehl-i sünnet ve cemâ’at) itikad mezhebleri: selef, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye olmak üzere üç mezheptir. Ehl-i sünnet, inanç (akaid, kelam) konusunda olsun, amel (fıkıh) konusunda olsun ihtilaflara, farklı anlayışlara ve içtihatlara yer verdiği için bir patika, bir keçi yolu, bir tek şeritlik yol değil, birden fazla şeridi olan bir caddedir. Yön aynı, yol aynı ama birçok şerit vardır. Trafik kurallarına riayet etmek şartıyla bu caddenin hangi şeridinden gidilirse gidilsin camianın Ehl-i sünnet yol arkadaşlığı, yoldaşlığı vardır. Bu yazdıklarımın delili,  önemli ve farklı anlayış ve yorumlara rağmen -mutaassıp ve mezhepçi taklitçiler bir yana- Ehl-i sünnet âlimlerinin birbirini tekfir etmemeleri, önemli tartışmalara rağmen birliği, yoldaşlık ve kardeşliği korumalarıdır. Ehl-i sünnet İslam’ı Peygamberimiz (s.a.) ve O’nun rehberliğinde dini öğrenen ve öğreten ilk nesil Müslümanları gibi anlayan, bu anlayış üzerinde birleşmiş bulunan ümmet çoğunluğunu (cemâat) muhafaza eden, ayrı baş çeken grupları “aynı kıbleye yöneldikleri ve namazı toptan terk etmedikleri sürece” İslam’dan dışlamayan, yöneticiler adaletten ve sünnetten sapsalar bile ümmetin birliğini bozma, düşmanlara fırsat verme gibi fitne ihtimalleri bulunmadığı sürece ihtilal yapmayı caiz görmeyen, uygun zamanı bekleyen Müslüman çoğunluğun mezhebidir, yoludur, İslam anlayışıdır.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 24-29 Haziran 2018)

“Ben, tek mezhebi değil, Sünni fıkıh ve itikat mezheplerinin tamamını bir zenginlik sayıyor, hepsi birden İslâm’dır diyorum; müminlerin bütün mezhep imamları ve diğer fıkıh, kelâm, tasavvuf âlimlerinden istifade edebilmeleri için kapıların açık olduğunu söylüyorum.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 19 Ağustos 2018)

Zaten günümüzde de ümmetin geri kalmasının nedenlerinden biri de fikri çeşitliliğe müsamaha gösterilememesidir! “İslam medeniyetinin ilerleme dönemleri her zaman, birden fazla ekol, akım ve eğilimin rekabet içinde olduğu dönemler olmuştur.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 98)  

“Allah Hz. Musa’ya bebek katili, kendini ilah sanan Firavun ile yumuşak konuşmasını buyururken bizler birbirimizle bile güzel konuşmuyoruz. Seninle aynı fikirde olmayanlara sapkın, mürted, münafık diyorsun. Kalbini açıp da baktın mı? İnsanların imanını nasıl yargılayabiliyorsun? Bize düşen doğrusunu Allah bilir deyip, bize düşen ne var ise ona bakmak ve birbirimize sahip çıkmaktır.” Nouman Ali Khan

Son söz: Mezhepsizlik ihtilaf ve fitnedir! “Mezhepler İslam ümmetini dört büyük kuvvetten oluşan muazzam bir orduya dönüştürürken; Mezhepsizlik orduyu parçalayıp her bir askeri kendi başına buyruk bırakan dağınık ve fonksiyonsuz sürülere dönüştürür.”

 

 

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz


Yukarı Çık