Hadis, Sünnet Müdafaası

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

Konuyu tamamlayan ‘Muhtelifu’l-hadis’, ‘Oryantalistlerin hadis anlayışının eleştirisi’, ‘Hadis kitaplarının değeri’ ve ‘Caetani’ye cevap’ adlı yazılarımız ile birlikte, ‘İslam fıkhı’ adlı yazımızdaki, ‘İslam fıkhı ve sünnet, oryantalist Schacht’a reddiye’ adlı kitap özetinin okunmasını da özellikle tavsiye ederiz.

(Bu yazımızın amacı, hadis ilmi hakkında bilgi vermek değil hadis ve sünnetin önemi, değeri, delil olması konusunu açıklamak ve gerek oryantalist gerekse, ne yazık ki, hadisi önemsemeyen modernist Müslümanlara cevap vemektir. Amacımız oryantalist Hıristiyan ve modernist Müslümanların hadise yaklaşımlarına cevap vermektir. Hadis ilmi, bu kısa yazı içine sığamayacak kadar geniş bir içeriğe (Hadis terimlerinden hadis usul ve tarihine dek) sahiptir.)

Hadis, Sünnet Müdafaası

Özet

“Tarihi tenkit yöntemi, “Olayın geçtiği zamana gidip müellifin zihnindeki amacı ortaya çıkarma gayretidir. Elçinin kastettiği anlam yakalanmaya çalışılır. Bundan sonra eleştiri/tenkit başlar.” (Sarıçam, Erşahin, Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 107) Bu nedenle de Batılılar İncil’e uyguladıkları bu metodu hadislere de uygulamak istemişlerdir. “Batılı akademisyenler ‘Tarihsel eleştiri’yi hadis literatürüne de uygulamaya çalışmışlar ve onda şüphe uyandırmaktan zevk almışlardır.” (Eaton, s. 319)  “Golziher’in hadis konusundaki görüşlerini Schacht geliştirmiş ve hukukla ilgili hadislerin de uydurma olduğunu ileri sürmüş, Juynboll ise bu anlayışı devam ettirmiştir.” (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, s. 31) “Uydurma hadisleri vesile yapan oryantalistler, bunları kullanarak Hazreti Peygambere ait sahih hadisler üzerinde şüphe uyandırmaya çalışırlar.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 48) “Her şeyi Batılı gözle veya Batı ölçüleriyle görmek hevesine düştük. Batı’yı taklit etmekle her şeyin düzeleceğimizi zannettik. Sonunda, Kur’anı Kerim’e, hadislere bile farklı gözle gözle bakmaya başladık.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 11, 14) Amerikalı ünlü misyoner Samuel Zwemer, “Bir müslümana ‘dinini bırak’ dersen onun İslam’ı bırakması asla mümkün değildir. ‘Sizin dininiz olan İslamiyet mücevher yüklü çok kıymetli gemiye benziyor ama bu geminin yükü çok ağır geminin karşıya batmadan geçebilmesi için bu yüklerin bir bölümünü denize atmamız gerekir.’ demeliyiz. Böylece mübahlar’dan müstehap’lardan sünnetlerden başlayarak vaciplere farzlara gelinceye kadar onlara geminin bütün yüklerini boşalttırmalıyız. Böylece gemi karşıya geçse de boş geçmeli.” (Dr. Ahmet Üçar, Sultan, güç ve hassasiyet, s. 110) demektedir. “İlahi yasanın (Teşri) kaynağı Allah’ın Kur’an’daki sözleri ve peygamberin sünnetidir. Müslümanlar bu iki kaynağa bağlı kaldıkları müddetçe itibar ve güçlerini korumuşlar, uzaklaştıkça zafiyet yaşamış, siyasi alanda çökmüş, sömürülmeye başlanmışlardır. Batılı emperyalistler önce Kur’an’a değil, Hz peygamberin sünnetine savaş açmışlardır. Önceleri sünnetin bir kısmını inkârla başladıkları çalışmalarında sonunda, tüm sünneti inkâra ulaşmışlardır. Bunu iki yolla yapmışlardır: İçeriden batı zihniyeti ile yetişmiş olan Müslüman aydınlar ve dışarıdaki oryantalistlerle.” (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar,   s. 37-38) İtiraf etmeliyim ki ben ilahiyatta okurken ilk zamanlarımda yukarıdaki yaklaşımı abartılı bulurdum. Ama oryantalizm üzerine yaklaşık 15 senelik okumalarım beni de aynı noktaya getirdi! Üzücü olan ise, oryantalistler ile modernist Müslümanların hadise bakışı aynıdır, ne yazık ki!

Meşhur oryantalistlerden Hollandalı Snouck Hurgronje, ‘Mekke’ isimli iki ciltlik kitabında şunları söylemektedir:  “İslâm coğrafyasının farklı kesimlerinden buraya gelen Müslümanlar arasında, çarpıcı bir davranış birlikteliği var. Dilleri, renkleri, kültürleri farklı müslümanlar; sokakta karşılaştıklarında birbirlerini selâmlıyorlar. Selâm veren hep aynı cümleyi söylüyor, selâm alan da cevabî bir cümle söylüyor ve fakat bu cümleler hiç değişmiyor. İbadethanelerine sağ ayakla girip, sol ayakla çıkmaya dikkat ediyorlar. Yemeğe oturduklarında bir kelime söylüyor, sağ elleriyle yemek yiyor, sofradan kalkarken başka bir kelime söylüyorlar. Bunlar da hiç değişmiyor. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta şu ki; bunların hiçbirisi Kur’an’da yazmıyor. Benim tespitime göre bu, onların Peygamberlerinin geleneğidir.” ( Mehmet Görmez, Klasik Oryantalizmi hadis araştırmalarına sevk eden temel faktörler üzerine, İslamiyat, Mart, 2000) Yahudi kökenli Ukraynalı mühtedi Muhammed Esed de benzer bir konuya değinir: “İslam binasını tutan çelik iskelettir. Aynı zamanda hem sünnete uymamız hem de Batının hayat tarzına ayak uydurmamız mümkün değildir. Sünnet, Batı medeniyetinin dayandığı fikri temellere açıktan açığa karşıdır.” (Muhammed Esed, Yolların ayrılış noktasında İslam, s. 89, 98) Oryantalist Johann W. Fück Sünnet hakkında, ‘Her defasında İslam’ın gerçek özünü yabancı tesirler kaplamaya yüz tuttuğunda, sünnet bu yabancılaşmaya karşı yapılan savaşın parolası olmuştur.’ (J. Fück, Die originalitat des arabischen propheten, s. 152) diyerek sünnetin önemini içimizdeki modernistlerden daha iyi anladığını ispat etmektedir!

“Hadislerin de oryantalistlerin iddia ettiği gibi ortaya çıkışları 2. ve 3. asırda olmamıştır. Hadis senetleri peygamberimizde hemen sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca hadis uydurmaya karşı alınan ilmi tedbirler ve hadis alimlerinin hadise verdiği önem yazarın iddialarını geçersiz kılmaktadır.” (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, s. 50-80) Aksine, İslam düşmanı Voltaire’in de itiraf ettiği gibi: “Dünyada kimse yoktur ki hayatı Muhammed’inki kadar ayrıntılı şekilde yazılmasın.” (Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, s. 6) “Allah  resulünün hayatı ‘tarihte hiç kimseye nasip olmayacak bir şekilde’ (M. Hamidullah, İslam peygamberi, I/8) bütün yönleri ile kayıt altına alınmış, hatta “bir olay karşısında suskunluğuna varıncaya kadar tespit edilmiştir.” (Prof. Dr. Ahmet Önkal, Derleyen, Prof Dr Adnan Demircan, Çağdaş çalışmalar ve oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 120)  Muhammed Gazali’de, ‘Tarih, Müslümanlar kadar peygamberlerinin eserlerini toplayan, araştıran ve inceleyen ve onlarla hassas ilmi kurallar koyan hiçbir topluluktan söz etmemiştir. Hadis senetleri ve rivayetlere yönelik hayret uyandıracak ölçüyü dinlerin hiç birinde görmem mümkün değildir.’ (Gazali, Difa’u ani’l-Akide ve’ş-Şeriah Zıdde Metaini’l-Müsteşrikin, s. 78) demektedir. “İlk muhaddisler, özellikle Buharı ve Müslim, her hadisin sıhhatini süzgeçten geçirme hususunda insan kudretinin erişebileceği en ince titizliği göstermişlerdir, öyle ki bu inceleme Avrupa tarihçilerinin eski tarihin kaynaklarını incelerken başvura geldikleri inceleme tarzından çok daha güçlüdür.” (Muhammed Esed, Yolların ayrılış noktasında İslam, s. 94)

“İncil, Kur’an ile değil, Hz Muhammed’in hadisleri ile kıyaslanabilir.” (Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi, s. 142) John Bertin: “Bütün olumsuzluklarına rağmen, Müslümanların hadisleri vesikalandırma şansı, bizim kutsal kitabımızı vesikalandırma şansımızdan  daha fazladır.” (Münih, Ocak 1998)

Veda haccında peygamberimiz, ‘Burada bulunanlar bulunmayanlara bu bilgileri iletsin.’ (Buhari, İlim, 9,10,37; Müslim, Hac, s. 446) ve diğer bir hadisinde de, ‘Benden bir söz işitip iyi ezberleyen ve onu başkalarına aktaran kimselerin Allah yüzünü ağartsın.’ (Tirmizi, ilim, 7; İbni Hanbel, I/437) buyurmuştur. Medine’ye gelen heyetlere yurtlarına döndüklerinde hemşerilerine hadislerle ilgili bilgileri öğretmelerini de emretmiştir. (Buhari, İlim, 25; İbni Sad, VII/29-30) Peygamberimiz kolay hatırlanması için önemli şeyleri 3 kere tekrar ederdi. (Buhari, ilim, 30) Enes derki: ‘Yaklaşık 60 kişi peygamberle otururduk. Peygamber hadis öğretirdi. O çıktığında biz aramızda o hadisi ezberlerdik.’ (Kadı Iyaz, el-Ilmâ’, s. 142; Hatib, el-Cami’ li ahlaki’r-ravi, 43a, Ms. A. Municipal Library) Peygamberimizin ilim meclisinde bulunmayanlar, bulunanlardan ezberlerdi. (Hakim, Müstedrek, I/95) Hz Ömer, Kur’an ve peygamber’in sünnetlerinin öğretilmesi için valilere görev verirdi. (Hanbel, I/48) Hz Ömer, el-Eşari, İbni Abbas, Zeyd b. Erkam hadis ezberlerdi. (Hatib, Fakih, 132a) Sahabe hadisleri ya grup halinde ya da tek başlarına ezberlerdi. (Ebu Heyseme, İlim, 126,127; Darimi, Sünen, I/148,149) Bazı sahabilerin de peygambeden hadis yazdıklarına dair belgeler bulunmaktadır. (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet, oryantalist Schacht’a reddiye, s. 136)

“Peygamberin görevi Kur’an’da yer almayan ayrıntıları bildirmek ve uygulamaktır. Yani yüce Allah kitabı bir öğretmenle birlikte göndermiştir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap,  s. 44); “Peygamber, teorik taslağı pratikte uygulamıştır. Sünnet yaşanan İslam’dır.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 23) “Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve ayetlerdeki Allah’ın kastettiği manayı en iyi bilen Allah resulüdür. Peygamberimiz ayetleri açıklamış fiillerle uygulamasını göstermiştir. Hadisler, dini yaşantımızda rehberlik eden en önemli kaynaktır. Peygamberimizin yönlendirmesine ihtiyacımız vardır. Hadisleri reddeden kimseler, Kur’an’ı anlamak için yine başka insanların yorum ve açıklamalarına başvurmaktadır. Bazen de insanlar hadisler yerine kendi anlayışlarını öne çıkarmaktadır. Bu da farklı ibadet ve din yorumlarına sebep olmaktadır. Diğer semavi dinlerin bozulmasının en önemli sebebi, din adamı sınıfının insanları kendi görüşleri ile yönlendirmeleri olmuştur. Rabbimiz Kur’an’ın çağlar boyunca anlaşılmasını, onun açıklama ve uygulamalarına bağlı (Enam, 89-90) kılmıştır.” (TDV, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 83-85) “Hadis, peygamberin davranışlarının rivayetidir. Sünnet ise bu rivayetlerden çıkarılan kurallardır. Yani hadis, sünnetin taşıyıcısı ve vasıtasıdır.” (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, s. 85)

Kısaca Kur’an’dan sonra dinimizin ikinci kaynağı hadis ve sünnettir! Kur’an indikten 1400 sene sonra gelip Kur’an’ı yorumlama hakkını kendilerinde görenler, Allah ile direk muhatap olan efendimizin yorum (hadis) hakkına nedense itiraz etmektedirler. Hz Muhammed’e bizzat Allah Kur’an’ı ‘açıklama görevi’ vermiştir. Bu açıklamaların günümüze ışık tutan boyutu hadislerdir!

“Sana bu zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara ‘açıklayasın’, ta ki düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl, 44); “Sana kitabı, ancak ayrılığa (ihtilafa) düştükleri şeyleri onlara ‘açıklaman’ için ve iman eden bir topluma doğru yolu göstersin ve rah­met olsun diye indirdik.” (Nahl, 64); “Hak dini onlara ‘açıklasın’ diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.” (İbrâhîm, 4); “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın” (Tevbe, 29) Burada dikkat edilmesi gereken; ayette hem Allah’ın hem de resulünün ‘haram kılma yetkisi’nden bahsedilmektedir. Eğer peygamber sadece Allah’ın haram kıldıklarını ‘iletmekle görevli’ olsa idi, ayette bir de ‘resulün haram kılmasından’ bahsedilmesine gerek kalmazdı! Demek ki, ‘her ikisi de’ haram kılma yetkisine sahiptir. Peki, bu nasıl olmaktadır? Kendisine ‘hikmet’ verilen efendimizin uygulamaları ile tabii ki! Sünnet, yani Hz Muhammed’in uygulamaları da bizim için kıstastır: “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 21); “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4)

Not: ‘Şahsen’ Necm suresi 4. ayette geçen, “O Muhammed hevasından (Tutku, istekleri ile) konuşmaz, ‘O’ (size okuduğu) kendisine indirilmiş bir vahiydir; vahyedileni konuşur.” Mealindeki ayetteki, ‘o’ zamirinden kasdın ‘peygamberimiz’ değil ‘vahiy’ olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. Yani bu ayetin hadise delil olabileceğini düşünmüyorum!

Giriş

Hadis efendimizin sözleridir. Sünnet ise daha çok uygulamalarını ama aynı zamanda sözlerini de kapsayan bir terimdir. Sünnet ve hadise genelde üç çeşit yaklaşımdan bahsedilebilir:

Hadis ve sünneti reddedenler: Kur’aniyyun kökenli, oryantalist etkisi ile önce Hindistan’da ortaya çıkan bir akımdır.

Sünneti kabul edip, hadisi reddedenler: İşlerine gelen hadisleri eserlerine almakla paradoksa düşen bu grubun en büyük yanlışı; eleştirdikleri hadislerin büyük çoğunluğunun zaten hadisi savunanlarca da kabul edilmediğini bilmemeleri, bu tür hadislerin ya tevil-yorum ile  ya da başka hadislerle karşılaştırılarak reddettiklerini veya hadisin anlamının müspet bir zemine çekildiğini kavrayamamalarıdır. “Muhtelifu’l-Hadis ilmi, Mevzu, zayıf, mudal, mürsel, munkatı, cerh, ta’dil, rical, tabakât” gibi ilim dalları, metot ve kavramlar bu nedenle ortaya çıkmıştır zaten!

Sünnet ve hadisi kabul edenler: Bu görüşü savunmakla beraber bu sistemi savunanların da -şahsi yorumumuza göre- en büyük yanlışı, hadisin Kur’an’ı nesh edebileceği görüşünü savunmalarıdır ki, bu haklı olarak muhataplarımızca da eleştirilmektedir.

“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin ve Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir konuda ihtilafa düşerseniz, onu Allah’a ve elçisine götürün. Böyle davranmanız, daha iyidir ve sonuç itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 59) Ayette geçen “İtaat” kelimesinin Allah için olduğu gibi, Hz. Peygamber için de ‘ayrıca’ zikredilmesi, efendimizin,  Kur’an’ın dışındaki emir ve yasaklarına karşı da itaat etmemiz gereğine işaret etmektedir. “Sizden olan emir sahiplerine de” ifadesinde görüldüğü üzere, emir sahipleri için ayrıca bir “itaat” kelimesinin kullanılmaması”, aksine cümle içerisinde (atıf yoluyla) Allah ve Resûlüne karşı yapılması, istenen itaate tâbi kılınarak ifade edilmesi, onlara yapılacak itaatin mutlak olmayıp, Allah’ın kitabı ve elçisinin sünnetine uyma şartına bağlı olduğunu göstermek içindir. (İmam Şafii, er-Risale, s. 79-80)

Hadislerin yazılımına ilk başlarda Kur’an ile karışır endişesi ile izin verilmedi ise de daha sonra bu sorun ortadan kalkınca yazıma izin verilmiştir. (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 108) Dolayısı ile hadislerin yazılımına daha peygamberimiz hayatta iken başlanmıştır. (Hamidullah, İslam peygamberi, I/9) Peygamber dönemindeki yazılı malzemelerden bazıları şunlardır. Abdullah b. Amr b. As, Hz Ali, Hz Enes’in yazılı metin haline getirdiği hadisler. Sadece Amr b. As’ın es-‘Sahifetu’s-sadıka’ adlı mecmuasında 1000 civarında hadis mevcut idi. Hicretten sonra yapılan nüfus sayımı, anlaşmalar, ahidnameler, komşu devletlere gönderilen mektuplar da yazıya geçirilmişti. (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 109) İslam tarihinin ilk dönemine ait kaynaklar sahabe hayatta iken yazılı olarak kayda geçirilmişti. (Sad, Tabakat, I/70, 331; Zürkani, Şerhül alel mevahibil-ledünniye, III/354) Tedvin (Hadislerin yazılım) dönemi ile de hadisler, terdip, düzen ve belirli kaideler çerçevesinde kitaplaştırılmıştır. (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 108) 

Detay

Hadis

Hadis, ‘Hz. Muhammed’in sözlerine’ denir. Bazı hadisler vardır farz hükmündedir, yani onları yapmak farzdır. Bazıları vardır vacip hükmünde, bazıları sünnet, bazıları ise mubah, müstehap (iyi, sevap kazanılacak iş) hükmündedir. Bazı hadisler ise mevzu (uydurma gerçekte söylenmemiş), mevkuf, muzdaribdir. (kesik, eksik, hatalı rivayet edilmiş) Bazı hadisler vardır tavsiye niteliği taşır, bazılarının hükmü-uygulaması sonradan kaldırılmış, bazılarının ise yasaklığı sonradan kaldırılmış ve serbest bırakılmış, bazılarının zayıf veya eksik rivayet edilmesi ise anlamını, dolayısıyla hadisin amacı tam yansıtılamamış olmaktadır. Bazı hadislerin sözcük anlamları farklı iken, hedeflediği anlam farklı olabilmektedir. Kısaca bir konuda bir hadisi duyunca hemen “bu konuda kural şudur, Hz.  Resul böyle söylemiş, yapmıştır” dememeliyiz. O konudaki diğer hadisleri ve ayetleri bir araya getirmeli, hangisi doğru, hangisi uydurma, hangisinin uygulanmasını Hz.  Resul sonradan  kaldırmış, sınırlamış, genişletmiş veya uygulatmış iyice bilmemiz gerekir. Bu da hadis ilmini iyi bilmeye, hadis usulü, hadis tarihi, hadis terimlerine vakıf bir insan olmayı gerektirir. Yani bizim gibi avam/halktan birisi Buhari’yi açıp, hadisi okuyup, ondan hüküm çıkaramaz! Ya o hadis doğru ama başka bir hadisle sonradan uygulamadan kaldırılmış, sınırlandırılmış veya uygulama alanı genişletilmiş ise?! Hiç bir hadis kitabı tüm o konudaki doğru hadisleri bir araya toplayamaz. Çünkü o kitabı yazan bir insandır, insan ise eksik bir varlıktır. O nedenle Buhari yanında, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud gibi hadis kitapları da vardır. Özetle biz; halk/avam, hadis, ayetten hüküm çıkaramayız! Ama muhaddis ve müfessir alimlerin o hadisi-veya ayeti- yorumlamalarından ve gakih/müctehidlerinde çıakrdıkalrı hükümlerden istifade edebiliriz. Yani bu ilmin uzmanı olmayan biz halka kesimi hadise değil, onlardan çıkarılan hükümlerine bakmalıyız. Zayıf hadisi okuduk, hadis mi değil mi nereden bileceğiz, kaynak kitaplardaki yorumlara ulaşabiliyor muyuz, ya yanlış hüküm verip kendimize ve çevremize zulmedersek ne olacak?! Hadisi eksik anlamaya yönelik bazı örnekler: Hz. Resul elbisesi yerlere uzanan bir  adamı uyarıp elbisesini kısaltmasını ister. Ama günümüzde her uzun elbiseliye aynı hükmü uygulayamayız. Çünkü Hz.  Resul döneminde uzun elbise bir kibir alameti idi. Şimdi eğer insanlar kısa elbise ile kibirleniyorsa kısa elbise uzattırılmalıdır. Amaç uzun elbise değil kibirlenmemedir! Elbise araçtır, kibire engel olmak ise amaç. Ama hadisin sadece metni ile hareket etsek maksada ulaşmış olmayız! Hz. Resul kadınların kabir-mezarlara gitmesini önceleri engellemişti. Sonra ise serbest bırakmıştır. Ama Hz. Resulun vefatından sonra Hz. Aişe: “Bu kadınları görse idi yine yasaklardı.” buyurmuştur. O halde kadınlar kabirlere gitmelimi gitmemeli mi? Eğitim, bilinç seviyeleri artıp mezarlarda bağırıp üstlerini başlarını yırtmayınca gitmeli, yozlaşma başlayınca ise gitmemelidir. Yoksa gitmesini yasaklayan hadisi okuyan, eşini kızını mezara göndermez veya serbest bıraktığı hadisi okuyan gönderirse amaç anlaşılamamış olunur!

Sünnet

Sünnet, ‘Hz. Resul günümüzde olsa nasıl yapardı?’ sorusunun cevabıdır. Bu da bir ilim ve derin tefekkür ile ulaşılabilecek bir makamdır. Bir iki hadis veya kitap okuma ile muhaddis geçinme kolaycılığı değildir.  Hadislerin kelimelerine takılmamalı, kelimelerin verdiği bir amaç, hedef önceliklenmelidir. Sünnet, o hedefi yakalamaktır. Hz resul döneminde bile hadisin ruhunu yakalamak yerine kelimelerine takılanlar olmuştur. Bir sahabi yüzü yıkamak farz diye, gözlerini de yıkamaya çalışırdı ve gözleri büyük zarar görmüştü. Başka bir sahabi “Cuma günü gusül alın” hadisi gereği, ihtilam olup cuma sabahı gusül alan oğluna: “Bu sünnet yerine geçmedi, bu ihtilamdan kurtulmak için alınan bir gusüldü, bir daha al” demiştir. “Size ağır gelmeyeceğini bilsem namazdan önce misvak kullanmanızı  emrederdim” hadisinden hareketle, günümüzde de farz namazlardan hemen önce, bir iki saniyeliğine hala misvağı dişlerine süren kardeşlerimiz yok mudur? Birinci sahabi İslam’ın insanı zora sokan ibadetler içermediğini, İkinci sahabi gusülden amacın toplu gidilen yere temizlenerek gidilmesi gerektiğini hatırlatan bir hadis olduğunu, günümüzde de, aslında evden çıkmadan, temiz ağız ile toplu yerlere, camiye, namaza gidilmesinin tavsiye edildiğini anlayamayan kardeşlerimiz olduğunu görmekteyiz.

Sünnet, Kur’an: “Sünnet, Kur’an’ı Kerim’de bulunmayan, ama ona aykırı da olmayan pek çok hüküm getirmiştir. Bu görevi sünnete bizzat Kur’an-ı Kerim yüklemiştir. Bu hükümleri çıkarırsanız İslam’ın iskeleti dağılır, din insanların elinde bir oyuncak hamuruna döner. Bu çıkarma/istinbat sünnet imbiğinden geçmesi şartıyla, âlimlerin içtihatlarıyla devam etmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir. Siz bir şeyin hükmünü Kur’an-ı Kerim’de ya da sünnette bulamıyorsanız başvuracağınız merci, ‘ehli zikir/ilmiyle amil’ alimlerdir. Onların içtihatlarının dışına çıktığınızda da dini olanı terk etmiş, nefsinize uymuş olursunuz.” (Faruk Beşer, Yeni Şafak, 18 Eylül 2015) Kur’an-ı Kerim dinin ruhu ise ki, Sünnet de onun bedenidir, görünür ve yaşanır hale gelmiş yönüdür. Tebyîn (Nahl, 44): “İyi derecede açıklama, anlaşılır hale getirme demektir. Bunun bir alt derecesi beyandır. Beyan sadece sözlü açıklama olabilir. Ama tebyîn aynı zamanda uygulamalı bir beyandır ki, işte buna Sünnet diyoruz. Tebliğ: Elçinin aldığı bilgiyi aynen yerine ulaştırmasıdır. Bunun için Allah Hz. Peygamber’e ‘Rasul/elçi’ diye hitap ettiği bir ayette, “Rabbinden sana indirileni tam olarak ulaştırmazsan O’nun mesajını ulaştırmış olmazsın” buyurur (5/67). Tebyîn, tebliğden farklı bir şeydir. Hüküm: “Biz kitabı hakikat olarak sana indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hüküm veresin.” (4/105) Demek ki, Hz. Peygamber’in vahye dayalı olarak bir re’yi/görüşü olacak ve o bununla hüküm verecektir. Bu re’y Kur’an-ı Kerim’den mülhemdir; ilham alınmıştır, ama Kur’an-ı Kerim değildir. İşte bu da sünnetten başkası olamaz. Şu bir tek ayette bile Hz. Peygamber’in sünnetine işaret eden pek çok özelliği sayılır: Hikmet: “Nasıl ki, size içinizden bir resul gönderdik; ayetlerimizi size okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor, önceden bilmediklerinizi öğretiyor” (2/151) Bu ayeti Kerimede Kitap ve Hikmet yan yana kullanıldığına göre ‘bunların farklı şeyler olması’ gerekir. Sıradan insanların Kur’an-ı Kerim’de açıkça gözükmeyen hikmetlere ulaşabileceğini kabul edip, peygamberde böyle bir özelliğin olmadığını söylemek abes olur. İşte ona Kur’an-ı Kerim’in yanında verilen bu bilgi/hikmet, sünnettir ve O, tebyîn görevini bununla yapmaktadır. Tezkiye: Her türlü maddi manevi, ahlaki ve bedeni pisliklerden arındırmadır. O halde Peygamber, bazılarının sandığı gibi sade bir postacı değildir. O inananlarını yine vahiyden aldığı kabiliyetle eğitip arındırmıştır. İşte bu eğitme ve arındırma uygulaması da sünnettir. Bunlardan özellikle ‘üsve’ kelimesi önemlidir. “O sizin için güzel bir üsvedir” denir ki, hal ve harekâtıyla örnek edineceğiniz bir numune-i timsaldir demektir. Sağlam bir örneği bulunmayanların, özellikle de gençlerin bugün kimlere özendikleri, kimleri örnek aldıkları düşünülürse bunun çok anlamlı olduğu görülür. Onun sünnetine/hayat tarzına uyulmadan o nasıl örnek alınabilir? (Faruk Beşer, Yeni Şafak, 28 Ağustos 2015)

Kur’an; “Hz Muhammet’te sizin için güzel bir örnek vardır.” buyurur. Sünnet olmadan nasıl O’nu örnek alabiliriz ki? Sünneti reddeden kardeşlerimiz bu konuda ne yorum getirebilirler? Ayrıca sünneti reddeden kardeşlerimizin Kur’an’ı yorumlama hakkı kadar  Hz. Resul’un Kur’an’ı yorumlama hakkı yok mudur? Bir düşünsünler lütfen!

Sünnetin kaynak değeri

“Sünnet’in tamamı değil, bir kısmı vahiy mahsulüdür. Ancak Hz. Peygamber hata yaptığında Cenab-ı Allah tarafından ikaz edildiği için, bütün söz ve davranışları vahyin kontrolü altındadır. Vahiy ürünü olan Sünnet’in bir kısmı Hz. Peygamber’in zatıyla ilgili olmakla beraber, diğer kısmı ümmetiyle ilgilidir. Kur’an hükümleri İslam ümmeti hakkında bağlayıcı nitelikte olduğu gibi, Sünnet de bir teşri (yasa yapma) kaynağı olarak bağlayıcı bir özelliğe sahip olmak durumundadır. Vahye dayanmayan Sünnet de Allah tarafından bir ikaz vaki olmadıkça hatadan uzak sayılır. Bundan sonra önemli olan hangi Sünnet’in vahiy olduğu değil, hangi Sünnet’in teşri kaynağı olarak kullanılabileceği hususudur. Kur’an’dan sünnet’in delil olduğuna dair ayetler: Hz. Peygamber’e iman ve itaati emreden ayetler: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için -Allah’ı ve ahiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21): O, hem ibadet, hem ahlak, hem de hukuk ve diğer hususlarda insanlar için bir örnektir. Doğrudan doğruya Allah’a itaatin yanı sıra, Hz. Peygamber’e itaat de emredilmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e ve sizden olan emir (yetki) sahiplerine itaat edin.” (Nisa, 9) Müsteşrik Margoliouth’a göre Hz. Muhammed’in Kur’an’ın dışına çıkan ve herhangi bir hadiste rivayet edilen bir sünneti yoktur. (Fazlur Rahman, Islam, s. 61) Ayette Allah’a itaatle birlikte Hz. Peygamber’e ve “emir sahiplerine” de itaatin gerekli görülmesi, bunların birbirinden farklı şeyler olduğunu gösterir. Söz konusu itaatin atıf harflerinden mugayeret – aykırı olma –  için kullanılan vav harfiyle yapılmış olması da bunu gerektirmektedir. Kur’an ganimetlerle ilgili olarak “Peygamber ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun” (Haşr, 7) buyurmakta, başka bir ayette ise “aralarındaki çekişmelerde Hz. Peygamber’ i hakem tutmaları” (Nisa, 64)  istenmektedir. Bu ayetlerden zaruri olarak anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber hüküm verirken, ahlaki ve hukuki emirlerde bulunurken, Kur’an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. (Fazlur Rahman, İslam, s. 62) Kur’an bir kanun kitabı veya bir ansiklopedi olmadığına göre, Kur’an’ın temas etmediği konularda toplumda düzen nasıl sağlanacak, güvenlik nasıl temin edilecek, ekonomi, eğitim, adalet gibi sosyal konularda kim düzenleyici kararlar alıp uygulayacaktır? Böyle bir düşünce ile bugün hangi toplum yönetilebilir, hangi toplumsal mesel e çözülebilir? Bu mantığa göre, Kur’an’ın dışında bağlayıcı başka bir şey olamayacağından, toplumların yönetimi için yapılan kanun, tüzük, yönetmelik vs.nin de hiçbir bağlayıcılığının olamayacağını kabullenmek zorunda kalınacaktır. (H. Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 175-176) Hz. Peygamber (sav) sadece postacı değildir. Göreve sadece nakil ve tebliği değil aynı zamanda tebliğ ettiğini öğretmek ve uygulamalarıyla örneklik etmektir. Peygamber’e itaat Allah’a itaat olarak kabul edilmiştir: “Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”  (Nisa, 80) Şu halde Kur’an teşrii – Kural koyan – bir kaynak olduğu gibi Sünnet de teşrii bir kaynaktır. Allah’ı sevmek, Peygamber’e itaati gerekli kılmaktadır: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır”. De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin!” Eğer dönerlerse, muhakkak ki Allah, kafirleri sevmez. ” (Ali İmran, 31-32) Peygamberlerinin gönderiliş gayesi, kendisine itaat olarak ifade edilmiştir: ”Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik.” (Nisa, 64) Bütün bu ayetlerdeki itaat manasını “Resul’e itaat, Kur’an’a (Allah’a) itaattir” şeklinde anlamak doğru bir anlayış değildir. Eğer itaati böyle anlamak doğru olsaydı, bazı ayetlerde bunun ifadesi “Peygamber’e itaat, Allah’a itaattir” şeklinde ifade edilmezdi. Hz. Peygamber’e Karşı Gelmeyi Yasaklayan Ayetler: “Kim, Allah’a ve O’nun Resul’üne karşı gelir ve O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için aldatıcı bir azap vardır.” (Nisa 14) “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’ e karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası.” (Nisa,114) “Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Resul’üne karşı çıktılar. Allah ve Rasul’üne de kim karşı çıkarsa, muhakkak ki, Allah’ın cezası çetin olur.” (Enam, 13.  Bu konuda diğer ayetler için bkz. Ali İmran,132, 172; en-Nisa, 113,59,61, 65, 69; Maide, 92; A’raf, 157, 158; Enfal, 1, 20, 24, 46; Tevbe, 62, 71, 91; Nur, 51-54, 56; Ahzab, 33,36,37, 64-66, 71; Muhammed, 33; Feth,117- 18; Hucurat, 14; Mücadele, 13; Tegabun,12) Hz. Peygamber’in Verdiği Hükümlere Boyun Eğmeyi Emreden Ayetler: “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıklarında müminlerin cevabı “işittik ve itaat ettik” sözünden başka bir şey olamaz.” (Nur, 51) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan emir (yetki) sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz – Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- meseleyi Allah’a ve Resulüne götürün. Böyle yapmak en iyisi ve sonuç bakımından da en güzelidir. ” (Nisa, 59) “Allah ve Resul’ü bir konuda hüküm verdiği zaman, artık mümin bir erkeğin veya kadının bir seçme yapmaya hakkı yoktur. Zira kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36) “Asla! Rabbinin hakkı için, onlar aralarındaki ihtilaflı konularda seni hakem yapıp, sonra da, içlerinden bir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip, tam anlamıyla teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65) Bütün bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, müminler Hz. Peygamber’ in hükümlerine, ihtilaflı konularda verdiği kararlara boyun eğmek zorundadırlar. Hz. Peygamber’in Haram-Helal Kılma Yetkisi Olduğunu ifade Eden Ayetler: “Kendilerin kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resul’ünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, ezilip büzülerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”  (Tevbe, 29) ”Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı bulunan o elçiye, o ümmi Peygamber’e uyarlar. O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten meneder; onlara temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O peygambere iman edip, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’raf, 157) Ayetlerden çıkanlar sonuçlar: Haram ve helal kılma yetkisi önce Allah’a, sonra Hz. Peygamber’e aittir. Allah’ın hakkında hüküm vermediği konularla, tahsis – özelleştirme -, takyid – Daraltma -, şartlarını belirleme gibi hususlar Hz. Peygamber’in helal ve haram kılma yetkisi dahilindedir.  Hz. Peygamber’in helal ve haram kıldığı şeyler, Allah’ın haram ve helal kıldığı şeylerden başkadır. Yani Hz. Peygamber sadece- Kur’an’daki haram ve helalleri nakletmemekte, bunlardan başka helal ve haram kıldığı şeyler de vardır. Hz. Peygamber’in Kur’an’ı Açıklamakla Yükümlü Olduğunu ifade Eden Ayetler: “Biz her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (kendilerine indirileni) açıklasın.” (İbrahim, 4)  “Sana bu Zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın ve taki onlar düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl, 44) “Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için, (o Kitap) yol gösterici ve rahmet olsun.” (Nahl, 64) Hiç şüphesiz “açıklamak”, “tebliğ etmek”ten başka bir şeydir. “Beyyene” fiilinin ifade ettiği mana ile “bellega” fiilinin ifade ettiği mana ile aynı değildir. Beyan, tebliğ+tebliğ edilenin izahı demektir. Bu bakımdan Kur’an’ı açıklamak, sadece O’nu tebliğ etmekten ibaret değildir. Manaya delaleti açık olmayan (mücmel) lafızlardan ne kastedildiğinin izahı, Genelin’ın tahsisi (özelleştirilmesi) , mutlak’ın takyidi (Kesin olanın sınırlanması), şartları beyan edilmemiş bir konunun şartlarının tespiti gibi hususlar beyan sınırları içinde mütalaa edilir. Kur’an’daki emir ve nehiylerin birçoğu umumi ifadeler ve mücerred kaideler biçiminde varid olmuştur. Bunların tatbiki büyük ölçüde beyana ihtiyaç gösterir. Konuyla ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir habere rastlıyoruz: İmran b. El-Husayn (ö.52/672)’in bulunduğu bir mecliste adamın biri: “Kur’an’da olandan başkasından bahsetmeyin” deyince, ona şöyle dedi: “Sen akılsız bir adamsın! Öğle namazının (farzının) dört rekat olduğunu, onda kıraatın açıktan olamayacağını Allah’ın Kitab’ında gördün mü?” Sonra zekatı ve benzeri hükümleri sıraladı ve şöyle ilave etti: “Bütün bunları Allah’ın Kitab’ında açıklanmış olarak buluyor musun? Kitabullah bunları mübhem (Kapalı) bırakmıştır; Sünnet de açıklamıştır.” (Şatıbi, el-Muvafakat, IV/19) Hz. Peygamber’in, Sünnet’i Bir Teşri Kaynağı Olacak Şekilde Sunup Muhafaza ve Tatbikini İstemiş Olması: “Dikkatinizi çekerim! Bana Kur’an’la birlikte O’nun benzeri de verildi. Dikkat ediniz! Yakında rahat koltuğuna kurulmuş karnı tok saygısız bir adam şöyle der: Size bu Kur’an yeter; O’nda neyi helal bulursanız helak kabul ediniz; neyi de haram bulursanız haram kabul ediniz.”; “Şüphesiz Resulüllah’ın haram kıldıkları da haram kıldıkları gibidir.” (Darimi, Mukaddime 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/130-131; Ebu Davud, Sünnet, 6; Tirmizi, Ilim, 10; İbn Mace, Mukaddime 2) “Sizden bir haberi görüp işitmede hazır bulunanlar, orada bulunmayanlara tebliğ edip ulaştırsın. Umulur ki kendilerine haber ulaştırılan kimse, onu, işitenden daha iyi ezberleyip koruyabilir.” (Darimi, Menasik, 72; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/31, 32, V, 4, 37, 39, 40, 45, 72, 342, 366, 411; VI/385, 456; Buhari, ilim, 9, 10, 37, Hacc, 132; Sayd, 8; Edahi, 5; Megazi, 51; Fiten 8, Tevhid 24; Müslim, Hacc, 446; Kasame, 29, 30; Ebu Davud, Tetawu’, 10, Tirmizi, Hacc, 1 ; Nesai, Hacc, 111; İbni Mace, Mukaddime, 18)  Hz. Peygamber ayrıca kendisinden bir sözü işitip onu ulaştıran kimseye şöyle dua etmiştir: “Bizden bir söz işitip, o sözü aynen işittiği gibi koruyan ve başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin.” (Darimi, Mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/437; III/225; IV/80, 82; V/183; Ebu Davud, İlim 10; Tirmizi, ilim 7; İbn Mace, Mukaddime 18) Ve Hz. Peygamber, sünnetinden yüz çevirenin kendisinden, yani İslam ümmetinden sayılamayacağını açıkça ifade etmiştir. (Dariml, Nikôlı 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/158; III/241, 259, 285; V, 409; Buhari, Nikah 1; Müslim,Nikah 5; Nesai, Nikah 4) Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e görevli olarak gönderirken aralarında şu konuşma geçmişti: Sana hakkında bir hüküm vermen gereken bir mesele arzolunduğunda nasıl hüküm verirsin? Allah’ ın Kitab’ına göre hüküm veririm. Şayet Allah’ın Kitab’ında bulamazsan? Allah Resulünün Sünnet’iyle hükmederim. Ne Allah’ın Kitab’ında ve ne de Resulünün Sünnet’inde (bir hüküm) bulamazsan? Kendi re’yimle (Görüşümle) ictihad ederim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Resulüllah’ın elçisini muvaffak kılan Allah’a hamdederim.” (Darimi, Mukaddime 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/230, 236, 242; Ebu Davud, Akdiye 11; Tirmizi, Ahkam 3) Kadi Şüreyh (ö.78/697) Halife Ömer’e hüküm verme hususunda nasıl bir hiyerarşi takip edeceğini sorduğunda, Hz. Ömer kendisine yazılı olarak bildirdiği talimatında, önce Kur’an ile onda bulamazsa, Hz. Peygamber’in Sünnet’i ile orada da bir hüküm yoksa ümmetin üzerinde icma ettiği görüşle, bunların hiçbirisinde yoksa daha önce bu konuda raşid halifelerin ve salih nesil olan Ashab’ın verdiği bir hüküm varsa, onunla hükmetmesini veya ictihad yapması, netice itibariyle bekleyip kalmamasını emretmiştir. (Darimi, Mukaddime, 20; Nesai, Adabul-kudat 11) Hakimlerine bu tavsiyelerde bulunan Hz. Ömer, Müslüman tebeasına da şunları öğütlüyordu: “Kur’an’ı öğrendiğiniz gibi, feraizi ve Sünnet’ i de öğreniniz.” (Beyhaki, es-Sünenü ‘l-Kübrd, Haydarabad, 1352, VI/209) Sünnet’in en temel fonksiyonu, hüccet olması değil, Hz. Peygamber’in bizim için örnek olan hayatını göstermiş olmasıdır. Niteliği ne olursa olsun, Hz. Peygamber’in (sav) bütün hareketleri Müslümanlar için bir örnek teşkil etmektedir. İnanç, ibadet, hukuk ve hatta adab-ı muaşeretle ilgi olmayan konularda dahi bizim için O’nda örnekler vardır. Dinin kemale ermiş olması, Kur’an’ın Her Şeyi Açıklayan Eksiksiz Bir Kitap Olması, Hükmün Allah’a ait olması ile ilgili, sadece Kur’an’ın yeterli olduğuna dair ayetlerin öncesi ve sonrasına bakıldığında, sünnete gerek yok sonucuna varılamayacağı rahatlıkla görülür. Sadece Kur’an’ın Muhafaza Edilmiş Olması ile ilgili ayet ise Kur’an’ın korunmasının yazılması ile olduğunu bilmeme cehaletinden kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber’in Sünnet’in yazılmasını yasaklamış olması: Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber (sav) kendisinden Kur’an dışında bir şey yazılmasını yasaklamıştı. (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, Fiten 70, İlim, 8, 13; Ebu Davud, Ilim 3; İbn Hanbel, Müsned, III/39, 46, 47, 83; V/182; el Hatib, Takyid 33)  Bu vakıadan hareketle Sünnet’in hüccet oluşunu inkar edenler, “Sünnet hüccet olsaydı, hem Hz. Peygamber (sav) O’nun yazılmasını emreder, hem de sahabe ve tabiin O’nun cem’ ve tedvini için gerekli girişimlerde bulunurdu” (Abdulhalık, Hücciyyetil ‘s-Sünne, s. 189)  demektedirler. Sünnet’in yazılmasının yasaklanmış olması, bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in “Allah’ın Kitab’ını her şeyden tecrid edin, ona bir şey karıştırmayın” (Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, Fiten 70; İbn Hanbel, Müsned, 111, 39, 46, 47, 83)  sözüyle gerekçelendirilmiştir. Daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın yazılımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur’an hafızlarının çoğalması, Müslümanların Kur’an üslubunun kavranması, kısaca hadis ile ayetlerin karışma ihtimali ortadan kalkınca, hadis yazılımına izin verilmiştir. (Tirmizî, İlim, 12; Dârimî, Mukaddime, 43; İbn Kesîr, İhtisâru Ulûmi’l-hadîs, A. Şâkir neşri, s. 132; Müsned, II/403) Yine, Abdullah b. Amr b. As gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahabelere (Müsned, II, 403; İbn Kuteybe, s. 365-366) ; hafızasının zayıflığından şikayet edenlere (Tirmizi, İlim, 12) ve bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebu Şah gibi kimselerin isteklerini de izin verilmiştir. (Buhari, Lukata, 7, Diyar, 8) Sahabe, Kur’an’ın açıklamadığı konularda efendimizden gördüklerine veya işittiklerine göre hareket ederlerdi. O dönemde bile bir tek hadisi araştırmak için Medine’den kalkıp Mekke’ye kadar giderlerdi. (İbn-i Mace, I/16) Ebu Eyyup el- Ensari, bir hadisi araştırmak için Medine’den Mısır’a gitmiş, Ukbe b. Amr Cuheni’den hadisi işittikten sonra, “Bunu, ben de biliyordum; fakat biraz yanlışım vardı. İşittiğimin zıttına bir rivayette bulunmak istemedim.” (Müsned, IV/159) demiştir. Hz. Ömer bir hadisi işitir ve daha önce işitmediği bu hadisi mutlaka ispat etmesini Ebu Musa el-Eşari’den ister. Nedenini soranlara “Bu hadisi inceleme ve tespit etmek istedim” diye cevap verir. (Edebul müfret Buhari, s. 274, Müslim, VI /177-180) Hz Ali’de, başkası ona bir hadis nakledince, önce yemin ettirir sonra onun rivayetini kabul ederdi. (Tevilü muhteliful hadis, s. 49; Tezkiretu’l-Huffâz, I/9-10) Sahabe birbirine “Kur’an ve sünnete dayanmadan sorulara cevap vermemeyi” öğütlerdi. (Tezkiretul huffaz, I/62) Görüldüğü gibi din konusunda Müslümanların, hatır, gönüle bakmadan birbirilerini tenkitten geri durmamışlardır. İslam düşmanı oryantalist Caetani bile bazı sahabelerin Ebu Huriye’yi eleştirdiklerini kitabında aktarmaktadır. (Caetani, İslam Tarihi, I/117, 124, II/188) Emevi döneminde de aynı hassasiyet devam eder. Halife Hişam b. Abdülmelik oğlu için bir hadis kitabı yazmasını Zühri’den ister. 400 hadislik kitap yazılır. Bir ay sonra “O yandı, yeniden yaz.” denince aynısını yazar. Aralarında hiç bir fark yoktur. (Tezkiretul huffaz, I/95-97) Peygamberimiz Abdullah b. Amr b. Asr’a hadisler için, “Yaz, ağzımdan hak sözden başkası, çıkmaz.” buyurmuştur. (Süneni Ebu Davud, I/77) Ebu Hureyre’de Abdullah b. Amr b. As’ın hadis yazdığını bildirmiştir. (Buhari, I/36) Bu yazılan deftere, sahife-i Sâdıka denirdi ve bu sahife aynen Ahmet b. Hanbel tarafından Müsnedine aktarılmıştır. Hureyre, Medine’li bir Müslüman’ın hadisleri ezberinde tutamamasından yakınınca efendimizin kendisine, “Sağ elinden faydalan (yaz).” dediğini aktarır. (Bağdâdî, Takyidü’l-İlm, s.74-79) Sahabe gerektiğinde hadisleri yazardı, Ebu Bekr, semure b. Cünbüd’ün hadisleri kaydettikleri defterleri vardı. (Müslim, I/45; Tezkiretu’l-Huffâz, I/5) Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah ve Enes b. Malik’in de hadis sahifeleri mevcuttu. (Tirmizi, Kitabu’l-İlel, Tezkiretul huffaz, I/37) Hemmam b. Münebbih’in Ebu Hureyre’nin rivayetlerinden oluşan (Tezkiretul huffaz, I/89) hadis nüshasını aynen Muhammed Hamidullah 1953 senesinde neşreder. Yani sahabe devrinde kaleme alınan hadis mecmuası günümüzde aynen neşredilebilmiştir. Sahabeden sonra gelen tabiin adlı dönemde hadis yazımı daha ciddi ve resmi olarak ele alınır, Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz devrinde hadis yazılımı resmi bir boyut kazanır. Ayrıca Hz Aişe  gibi, 2200 küsur hadis rivayet eden sahabeler de bulunduğunu unutmamak gerekir. (Onun hadis ilmine katkıları için: el-İsabe, V/140, VIII/140; Hanbel, Müsned, VI/110-135,5/55-165; İbn-i Sad, Tabakat, II/126, ayrıca Asım Köksal’ın İslam tarihi, VII/50-56. sayfalara bakılabilir.) Efendimizin uyarı hadisi “Kim yalan yere bana söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buhari, I/35 ) başta sahabe birçok Müslüman’ı hadis rivayetinde dikkatli olmaya çağırmıştır. İbn-i Şirin hadis ilmi için, “Bu ilim, dindir.” (Müslim, I/11) derken, Abdullah b. Mübarek ise “İsnad, dindendir.” (Müslim, I/7- 12) diyerek adeta yüzyıllar öncesinden oryantalistlere nazire yapar. “Oryantalistlerin iddia ettiği gibi isnad zincirleri sonradan hadis metinlerine eklense idi, ravisi bilinmeyen, şüpheli, zayıf bir hadise rastlamak mümkün olmazdı. Tabakat, rical ilmine ise hiç gerek kalmazdı! Böyle olsa idi, mevkuf, mudal, mürsel, munkatı, mevzu hadis gibi zayıf hadis çeşitleri başta, ortada sağlam dışında hadis kalır mıydı?” Sonuç itibari ile Kur’an teşrii bir kaynak olduğu gibi Sünnet de teşrii bir kaynaktır.”  (Prof. Dr Ali Bakkal, Harran Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: V, Ocak-Haziran 2003, s. l-27)

Vahyi Gayri metluv hadislere Kur’an’dan deliller

Nisa Suresi 105. ayeti kerimede yüce Allah (cc) Hz Muhammed’e hitaben, “Allah’ın  ‘Sana öğrettikleri’ ile insanlar arasında hüküm ver.” buyurur. Allah nerede, ne zaman efendimize bir şeyler öğretmiştir? Aynı surenin 113. ayetinde ise “Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana ‘bilmediğin şeyleri’ öğretmiştir.”  buyrulmaktadır. ‘Bilmediği ve hikmetle öğretilen’ nedir? Kur’an değil, çünkü o zaten ayette ifade edildi! Tahrim 3. ayette de: “Allah da durumu peygambere açıklayınca peygamber bunun bir kısmını anlattı, bir kısmından vazgeçti.” buyrulur. Peygamber bazılarını açıklamış bazılarını açıklamamıştır. Şayet Kur’an vahyi olsaydı, Peygamberin gelen vahyin bir kısmını bildirmekten vazgeçmesi mümkün olabilir miydi? Asla! (Maide, 67) Çünkü Peygamberin Kur’an vahyini tebliğ etmemesi düşünülemez. O halde burada söz konusu olan vahiy, gayri mevlut olandır. Bu kapıyı açarsak acaba yanlış mecralara kayılmaz mı? İnsan aklının yanlış yöne kanalize olmadığı konu mu var ki?!

Tasavvuf kitaplarında hadis, hadiste metin tenkidi ve yeni hadis usulü meseleleri

“Hadisin muteber bir kitapta yer alması o hadisi tek başına güvenilir kılar mı? Tasavvufî kesimin bir kısmının Ruh’ul Beyan’da, İhya’da, Gunye’de vs geçen hadisleri sahih kabul etmesi ve bunu bir usûl olarak belirlemeleri ne kadar ilmi olabilir?

Hadisin muteber bir kitapta yer alması onu güvenilir yahut teknik tabirle söyleyelim, sahih kılmaz. Malum, bir hadisin sıhhati hangi kitapta olduğuna göre değil, sened ve metnine göre değerlendirilir. Tabii ki muteber kitap derken hadis kitapları dışındaki muteber bir alimin kitabını kastedilmektedir. Gazalî’nin İhya’sında da geçse, İmam Rabbanî’nin Mektubat’ında da geçse, hadis sahih değilse bu kitaplarda geçmesi onu sahih kılmaz. Burada hemen akla “Bu büyük alimlerin kitaplarında böyle şeyler olur mu? Olursa onların büyüklüklerine, otorite oluşlarına gölge düşmez mi?” şeklinde sorular gelebilir. Elbette büyük âlimlerin kitaplarında da hatalı şeyler olabilir. Olması, onların büyüklüklerine halel getirmez. Çünkü onları büyük yapan şey naklettikleri o sahih olmayan hadisler değil, geliştirdikleri düşünceler ve İslam’a gönülden bağlılıklarıdır. Zaten bazıları hadis ilminden bir uzmanlıkları olmadığını söylemiştir. Mesela Gazali böyledir. Keşke diğerleri de böyle söyleseydi de tartışmaları sonlandırsaydılar. Muhaddislerin zayıf hadislerle amel meselesinde fezâil (Faziletli ameller yani, hadis zayıf olsa da iyi şeylere yönlendiriyorsa onaylanır şekilde bu hadislere yaklaşılması) konusunda kapıyı aralık tutmaları böyle bir soruna yol açmış olmalıdır. Ama kapı aralık tutulurken bazıları bunu ardına kadar da açabilmiştir. Dolayısıyla zayıf hadislerle ilgili iyi niyetli bir yaklaşım, hatta amel konusunda getirilen sınırlamalar bazılarınca pek dikkate alınmamış gibi gözükmektedir. Diğer taraftan sanırım bu tür rivayetleri kitaplarına alan alimlerimiz önce bir fikre, düşünceye sahip oluyorlardı. Sonra bu düşüncelerini teyit eden akli-nakli ne varsa kullanmaya çalışmış olabilirler. ‘Esas uzmanlık alanları hadis olmayan bu alimlerimiz’ düşüncelerini teyid eden bu tür hadisleri naklederken onları araştırma imkanını bulamamış veya araştırma işiyle meşgul olamamış olabilirler. Esasen her bir alim araştırıldığında görülecektir ki, bu hadisleri kitaplarına nakledenler bir önceki alime güvenmiş, dayanmış; herhalde o kitabında naklettiyse vardır bir bildiği diyerek güvenle o hadisi nakletmiştir. Geçmiş alimlere hüsn-ü zan yapmışlardır yani. “Aslında bu hadislerin, ilk kaynağını tespit edip orada durumun nasıl olduğunu ortaya koyan çalışmaların yapılması gerekir.” Bazen öyle oluyor ki, sonraki kitaplara hadis diye giren sözleri araştırdığınızda bakıyorsunuz, falan alimin, velinin veya şeyhin sözüymüş! Bazen hadisi geriye doğru takip eder, bir kitapta geçtiğini tespit edersiniz. O kitapta söz Peygamber’e (sav) nispet edilmektedir. Ama bu sözün o kitabın müellifinden başka da kaynağı yoktur. Nasıl oluyor da, kaynağı belirsiz şeyler hadis olarak Peygamber’e (sav) isnat edilebilir? Burada biraz daha tarihi-sosyolojik araştırmalara ihtiyaç vardır. Neticede hadisin kaynağını tespit edemiyorsanız, herhangi bir değeri bulunmayacaktır. Müslüman zihnini inşa etme noktasında geçmişin bir döneminde problemli görülmeyen bir hadis başka dönemlerde sıkıntılara yol açabilmektedir. Yukarıda bahse konu alimlerin kitapları tetkik edildiğinde orada geçen hadislerin dönemleri itibariyle problemli olmadığı, pek itirazla karşılaşmadıkları görülür. Ancak günümüz itibariyle söylersek (buna Osmanlı’nın son dönemi tartışmaları da dahildir, nitekim sert tartışmalar o zaman başlamıştır) bu hadisler ve onlara dayalı inşa edilen inançlar ciddi sorun olmaktadır. Bu cihetle özellikle aslı olmayan veya uydurma olarak kabul edilen hadisler konusunda müsamaha göstermemiz söz konusu olamaz. Özellikle tasavvuf alanında rüya veya keşf yoluyla hadis tashih ve taz’if (doğrulama ve yüceltme) işlemiyle karşılaşıyoruz. Bilhassa İbn Arabi ekolune mensup ehl-i tasavvuf, bilinçli olarak hadisleri kitaplarında kaydediyorlar, çünkü onlara göre hadisler rüyada tashih ve taz’if edilebilmektedir. Hatta daha ileri giderek bu metodun muhaddislerin metodundan daha sağlam olduğunu söyleyebilmektedirler. Zira muhaddisler ölülerden, kendileri ise bizzat diriden ve kaynağından hadisi almaktadır. Bu, çok aşırı bir iddiadır. Bu ayrı bir konudur ancak ilmi açıdan böyle bir iddia kabul edilemez. Çünkü öznel tecrübeler araştırılamaz, kontrol edilemez, test edilemez, kötü niyetli kullanımlara açık bir yanı da vardır. Peki, buna rağmen orta bir yol bulunamaz mı? Hadisçiler objektif bir delil olmadığı için bu tür yollarla hadis tashihinin veya taz’îfinin mümkün olmadığını ifade ederler. Bu isabetli bir yaklaşımdır. Çünkü hadisler ile din sabit olur. Fakat bu iki yaklaşım arasında bir orta yol bulmak da mümkündür. Rüya, ilham ve keşfin dindeki yeri bellidir. Bunlar, özneldir, kişiseldir, ‘bağlayıcı değildir.’ Ama bunların kişilerin hayatında önemli yeri vardır. Dinî açıdan da böyledir. Hadislerde ilhamın, rüyanın önemli hususiyetleri olduğu ifade edilir. O halde bir sûfî rüyada vs. Hz. Peygamber’le sohbet ettiğini veya ondan bir şeyler duyduğunu söylüyorsa ne yapacağız? Onu yalancılıkla itham etmek mümkün mü? Doğrusu buna ihtimal veremiyorum. Hz. Peygamber’den bu şekilde alınanlar özneldir, kişiseldir ve bağlayıcı değildir. O kişiyi ilgilendiren, belki onun için çok değerli bilgilerdir fakat bu tür bilgiler mahkemede delil olmaz. Dolayısıyla ‘rüyanın dinde yeri ne kadar ise hadis ilminde de yeri o kadardır.’ Sûfî de bu durumu böyle algılamalıdır. Muteber âlim veya velilerin kitaplarında geçen hadisleri mutlak din kaynağı görmek doğru değildir. Dolayısıyla her zamanın ruhuna göre hareket etmek lazım. O dönemlerde bu tür rivayetler toplumda ciddi rahatsızlıklara belki sebep olmuyordu. Ancak zaman değişmiştir. Kaynaklarımızda geçen bilgileri değerlendirmeye tabi tutmadan aktarmak doğru değildir. Mesela halef dediğimiz ehl-i sünnetin kelam âlimleri müteşabihatı te’vil etmiştir. Önceden böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştı. Ama sonradan başka din mensuplarıyla karşılaşmalar sonucu te’vil etme zarureti ortaya çıkmıştır. İşte bu, zamanın ruhudur. Bir hadisin senedi varsa, o senede göre muamele görmelidir. Hadisin senedi yoksa aslı yok demektir. Ulemamız geçmişte bu tür kitaplarda geçen hadislerin tahricini yapmıştır. Hadislerin sıhhatlerini ortaya koymuştur. Onlara itibar etmek durumundayız. 

Günümüzde bazı kesimler muhaddislerin metin tenkidi yapmaksızın sadece isnadı (Hadisi rivayet eden/aktaran ravilerin güvenilirliğini) yeterli gördüğünü, bunun büyük yanlışlara yol açtığını savunuyorlar. Sizce bu iddianın haklılık payı var mıdır? Muhaddislerimiz metin tenkidi konusunda nasıl davranmışlardır?

Geçmişte isnat tenkidi yapılmıştır, metin tenkidi ihmal edilmiştir” söylemi oryantalist paradigmanın söylemidir. Dikkat edin, bugün ilmî araştırmalarımızda metin tenkidi yapmak başka bir şeydir -nitekim gerektiğinde biz de yapıyoruz- metin tenkidi yapmak veya ona yol açmak için “geçmişte isnat tenkidi yapılmıştır, metin tenkidi ihmal edilmiştir” söylemine sığınmak bambaşka bir şeydir. İşte bu oryantalist bir bakış açısıdır. Böyle oryantalist paradigmayı yansıtan başka argümanlar da vardır. Diyebiliriz ki, Müslümanlar ve oryantalistlerin hadis literatürüne yönelik farklı yaklaşımları; çalışmalarını ve iddialarını dayandırdıkları öncüller, tartışmasız kabul ettikleri temel önermeler ve inanç ilkelerinden kaynaklanmaktadır. Oryantalist paradigma neden aldatıcıdır? Bir kere eğer geçmişten bahsediyorsak muhaddislere haksızlık yapmamak lazımdır. Hadis ilminin tabiatına baktığımızda isnadın esas olduğunu görürüz. Bu, insan fıtratıyla da uyum içindedir. Bir haber duyduğumuzda önce hemen metne yönelip tenkit yapmayız. Önce “bunu nakleden kim, bunu nakledeni tanıyor musunuz?” şeklinde sorular kalbe düşer. Kimden bu haberi aldın? Önce bu soruların peşine düşülür. Onun için isnat araştırması önceliklidir. Diğer taraftan önce metin tenkidi yapılsa belki de pek çok bilginin zayi olmasıyla karşı karşıya kalabiliriz. Metin tenkidi öyle bir şeydir ki, cazibesine kapılmamak mümkün değil. Belki böyle bir anlayış hakim olsaydı rivayet asrında her ravi duyduğu şeyi “kendi aklınca veya kendi kapasitesince tenkide” tabi tutacak, sonra da onu nakletmekten vazgeçecekti. Böyle yapıldığında neredeyse hadislerin çoğunun zayi olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Çünkü her ravinin kendi anlayışı olacak ve hadisi reddedecektir. Onu nakletmeye uygun görmeyecektir. Nitekim günümüzde hadisleri Kur’an’a arz etme modası böyle bir sonuç vermiyor mu? Her aklına esen hadisi Kur’an’a aykırı görüyor, sonra bu hadis uydurmadır veya akla aykırıdır, diyerek hükmünü veriyor. Biraz araştırıldığında işin aslının öyle olmadığı görülüyor. O halde insanların öznel yanları ve aceleci yapıları onları ilmi olmaktan uzaklaştırabiliyor. İyi ki, rivayet asrının alimleri bugünkü gibi kendi özel anlayışlarıyla meseleye yaklaşmamışlar. Tabi bütün bunlar metin tenkidi yapılmayacağını göstermez. Metin tenkidi yapmak için de çağdaş söylemlere ihtiyacımız yoktur. Tarihimizde bu vardır. Mesele bunu işletmektir. En basitinden şu kurala bakınız: “Bir senedin sahih olması metnin de sahih olduğu anlamına gelmez.” Aslında bu kural “sahih hadis” tanımın içinde vardır. Ne diyor tanım? “Adalet-zapt sahibi râvilerin muttasıl senetle şaz ve illetli olmaksızın naklettikleri” hadis. İlk üçü râvi ve sened eksenli. Son ikisi ise hem sened ve hem de metin eksenli. Dediğimiz gibi râvi ve senedi öncelemesi itibariyle tanım, hadis tarihi ve realiteyle uyum içindedir. Bu tanımdan şunu çıkarırız: Demek ki, metin de ihmal edilmemiştir. Şaz ve illet gerçeği bunun göstergesidir. Özellikle illet (sorun, hata) bahsi metin tenkidi için ufuk açıcı bir metottur. İşte bu illet gerçeği, hadis metnini her açıdan eleştiriye konu etmeyi bize temin etmektedir. Onun için diyorum ki, “mesele yeni tanım veya usul arayışı olmamalıdır.” Bu, enerjimizi boşuna harcamak anlamına gelebilir. Var olan tanım veya usulü pratize edelim, işletelim. İllet bahsi derin bir bahistir. Kur’an’a, akla, sahih sünnete, tarihe, bilime aykırılık vs. hepsi illet bahsinin içine dahildir. Sikanın (güvenilir ravinin) naklettiği bir hadis Kur’an’a aykırı ise şöyle dememiz gerekir: Bu hadis illetlidir. İlleti Kur’an’a aykırı olmaktır. İllet meselenin nasıl uygulandığını tarihten bir örnekle göstermek istiyorum: “Ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir; onlara ahirette azap yoktur. Kıyamet günü her bir Müslümana, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan bir kişi verilecek ve ona ‘Ey Müslüman bu senin ateşten kurtuluşunun fidyesidir.’ denilecektir.” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 408; Ebû Dâvûd, Fiten, 7; İbn Mâce, Zühd, 34) Buhari’nin değerlendirmesi şöyledir: “Hz. Peygamber’den şefaatle ilgili nakledilen haberler ve bir topluluğun azap gördükten sonra cehennemden çıkacağına dair hadisler daha çoktur ve daha açıktır.” (et-Târîhu’l-kebîr, I/39) Görüldüğü gibi Buhari, hadiste bir illet tespit etmiştir. Bu illet, icmâa (Genel görüşe, kanaate) aykırıdır. Bu ise tam bir metin tenkididir. Şunu da belirtelim ki, metin tenkidi yapmak illa da o hadislere uydurma demek değildir. Günümüzde ise metin tenkidi adı altında pespaye tenkitler yapılıyor. Tek bir örnek vermek istiyorum. Vatandaşın biri “Dehre sövmeyiniz, zira Allah dehrdir.” (Müslim, Elfâz mine’l-edeb, 5) hadisini tenkit ediyor. Neden? Çünkü hadis, Allah’a dehr, yani zaman demiş oluyor. Bu açık küfürdür. İşte böyle metin tenkidi… Bunu biraz açıklayalım. Sahih-i Buhari’de geçen bir hadis de aynı noktaya işaret eder: “Vay şu dehrin mahrumiyet ve hüsranına’ demeyiniz. Çünkü Allah dehirdir.” (Buharî, Edeb, 101; İbn Hanbel, Müsned, II/259)  Aynı konuda Buhari’nin rivayet ettiği bir başka hadis de şu mealdedir: “Allah Teâla buyuruyor ki: “Âdemoğlu dehre söverek bana eziyet verir. Halbuki ben dehrim. Her şey Benim elimdedir. Geceyi ve gündüzü ben idare ederim.” (Buhari, Tefsir, 45) Yine bir kutsi hadiste: “Allah buyuruyor ki: “Ademoğlu dehre söver, Halbuki ben dehrim. Geceyi ve gündüzü ben idare ederim.” (Buharî, Edeb, 101) Araplar ölüm, malın telef olması vb. başa gelen musibetlerden dolay “Vay şu dehrin acısına, zararına!” derlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Dehre sövmeyiniz.” buyurmuştur. Yani başa gelen olayların failine sövmeyiniz. Siz faile söverseniz Allah’a sövmüş olursunuz. Çünkü fail odur. (Müslim, el-Minhâc, XV/6) Cenab-ı Hakkın ‘Ben zamanım’ demesi, ‘Ben zamanın sahibiyim’ anlamındadır. Mesele budur. “Hadislerin senet ve metin olarak eleştiriye ihtiyaç olduğu, Hz Ayşe başta olmak üzere çoğu sahabe ve Tabiin’in anlaştığı bir noktadır. Buhari’nin sahibi bile, yüz binlerce hadisi eleyerek kitabını yazılmıştır.” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 19)

Hadisin kaynaklık değerinden şüphe etmeyen ama mevcut hadis sisteminin işlevsel olmadığından hareketle yeni bir hadis usulü ve tenkit sistemi benimsenmesi gerektiğini iddia eden bir kesim var. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?

Kanaatime göre yeni bir usul gerekli değildir. İki açıdan. Birincisi hadis ilminin tabiatı buna müsait değildir. Hadis ilmi, geleneksel-tarihsel bir ilimdir. Usûl inşası için verilere ihtiyacımız vardır. Bu verilerin de hepsi tarihtedir. Bugün ancak bu verilerin kontrolünü yapabilir, tutarlılığını test edebiliriz. Mesela râvileri yeniden tanıyacak, tanıtacak halimiz yoktur. İkinci olarak yeni bir usûl ifadesi beylik bir ifadedir. Belki usûl içerisinde bir yenilik yapmak mümkün, ancak usûlün kendini yenilemek mümkün değildir. Gereksizdir ve enerjiyi boşa harcamaktır. Hadis usûlü masa başında yazılmamıştır. Hadis usûlü, sahada yazılmıştır. Pratikte yoğrularak ortaya çıkmıştır. Şimdi elimizde böyle bir hadis usûlü var. Bunun yerine neyi koyacağız ki? Mecburen tarihte ortaya çıkmış verileri dikkate alacağız, onlara dayanacağız, hazıra konacağız, ama bir taraftan da yeni bir usûlden bahsedeceğiz. Bana gerçekçi gelmiyor. Bir kere bugün sil baştan bir usul yazma düşüncesi, masa başı düşüncesidir. Bizim yeni bir usûle ihtiyacımız yoktur, ama var olan usûlü işletmeye ihtiyacımız vardır. Tanımların yeterli olup olmadığını anlamak için ihtiyaçları karşılayıp karşılamadığına bakılmalıdır. Sahih hadisin tanımından beklenen nedir? Bir hadisin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit etmek. Sahih hadisin tanımındaki ilk iki ilke râvilerle, üçüncüsü senetle, dört ve beşincisi hem senet hem de metinle ilgilidir. Sorulması gereken soru şu olmalıdır: Geleneksel tanım hangi ihtiyacımızı karşılamıyor ki yeni bir tanıma teşebbüs edelim? Burada ilk söylenebilecek şey geleneksel tanımın metin tenkidini ihtiva etmediği veya yeterince içermediğidir. Oysa yukarıdaki izahlara bakıldığında sahih hadisin tanımı içinde metin tenkidi mündemiçtir. Onu görünür kılmak bizim meselemiz olmalıdır. Dolayısıyla sahih hadisin yeni bir tanımını yapmaktansa mevcut ilkeleri işletmek daha mantıklı bir yoldur. O zaman sorun tanımda değil, pratiktedir.” (Prof. Dr. Yavuz Köktaş, Yolda olabilmek, yolda kalabilmek, s. 333-347)

Unutulan ve farz olan üç sünnet

İnananlar kardeştir: “Mü’minler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 10); “Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için etmedikçe iman etmiş olmaz” (Buhârî, imân, 7; Müslim, İman, 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59; Nesâî, İmân, 19, 33);”Müminleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır.” (Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, birr, 65; Tirmizî, birr, 18; Nesâî, zekat, 67); “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. ” (Müslim, îman 93-94;Tirmizî, Et’ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb 11);; “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 38, 60;Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17)

Ahlak: “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”  (Kalem, 4); “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Husnü’l Halk, 8; Müsned, II/381); “Müminlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve ailesine nâzik davranandır.” (Buhârî, Edeb, 39; Nesâî, İşretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, iman hadis no: 2612); “Mîzana – Teraziye- konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” (Tirmizî, Birr, 62); “Müslüman, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” (Müslim, İman, 14) Ahlaka, emanet, adalet, istişare gibi bir çok özellik te eklenebilir!

‘OKU’mak: “İlim öğrenmek için gayret sarf etmek, kadın erkek her Müslümana farzdır.”  (İbn Mace, Mukaddime,17); “Ya öğreten,ya öğrenen ya dinleyen ya da ilmi seven ol, beşincisi olma (yani bunların dışında kalma) helak olursun” (Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu’l Fevaid, I/122) Devamı Kur’an ve ilim adlı yazımızda!

Sünnet olmadan yapılamayacak şeylerden bazıları

Beş vakit namazın sayısı, namazın ne olduğu, kılınış şekli,  rüku ve secde sayı biçimi,vitir, bayram, cenaze namazlarının şekli ve tekbir sayısı, cuma namazının rekat sayısı, hutbe okunması, hac  ibadetini erkan, esrar ve sırları, hangi cins malların zekata tabii olacağı ve bundan ne miktar alınacağı, cihad ve harp hukuku,  anlaşma ve akidlerle ilgili esaslar, faiz sayılan ve sayılmayan  şeyler, selemin şartları, toprak ve arazi hukuku ile ilgili hükümler, orucu bozan-bozmayan şeyler, Mecusi ve Sabii’den de cizye alınması, alışverişte,  ticari şirketlerde caiz olan ve olmayan durumlar, şufa ile ilgili kurallar, hayız gören kadınların namaz ve oruç meselesi,  evlilikte süt  kardeşliğinin haramlığı ve şartları, iki kız kardeşi aynı anda nikahlanamamak ve evlendiği kadının halasını ve teyzesini artık alamamakla ilgili durumlar, kocası ölen kadının iddetini nerede,  nasıl bekleyeceği, mehrin  taban miktarının tespiti vd.

Resulullah efendimizin haram kıldığı bazı örnekler: Resulullah bir erkeğin bir kadını, halası veya teyzesi ile aynı nikahta birleştirmesini; Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesini; kadınlarla halvet halinde olmayı; kafire benzemeyi; kadınlarla tokalaşmayı; erkeklere İpek giymeyi ve altın takınmayı; güzellik maksadıyla kadınların kaşlarını inceltmesini; kadınların güzel koku sürünerek erkeklerin arasına katılmasını; kadının erkeğe erkeğin kadına benzemesini yasaklamıştır. Resulullah ehil eşek etinin haram olduğunu söylemiş, kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması sonradan sadece orucu kaza etmesini emretmiş, muta nikahını haram kılmış, dövme yaptırmayı lanetlik bir iş olarak ifade etmiş, faiz alana verene katibine ve şahidine ve içki içene sunana satana satın alana sıktırana sıkana taşıyana ve taşıttırana lanet etmiştir.

Mevzu hadis

Mevzu (Uydurma) Hadisler: Halk arasında yaygın olarak dolaşan ve gerçekte Resulullah’a ait olmayan birçok söz de hadis olarak bilinmektedir. Mevzu Hadisleri Tanıma Yolları: Hadis uyduranın itirafı, haberlerin sözünde veya manasında bozukluk bulunması, eldeki mevcut güvenilir hadis kaynaklarında bulunmaması, birçok insanın görmesi gereken bir hadiseyi bir kişinin gördüğünü iddia etmesi, Kur’an’a ve sahih sünnete muhalif olması, akıl, his ve müşahedeye muhalif olması, tarihi vukuata aykırı düşmesi. Bir kaç örnek verelim: Mesela: “Size benim hadisim olarak rivayet edilen doğru bir sözü duyduğunuz zaman onu ben söylesem de söylemesem de kabul ediniz.” Bu uydurma sözü, “Her kim benim söylemediğim bir sözü bile bile bana isnat ederse cehennemdeki yerini hazırlasın” (Buhârî, İlim, 38; Müslim, Hadis no: 4; Darimi, Sünen hadis no: 594; İmam Ahmed, Müsned hadis no: 9146) mütevatir hadisiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Zaten, Acluni, ‘sahih değildir, aşırı derecede zayıf hatta uydurma’, Darekutni “çok zayıf”, el-Ukayli’nin “Sahih bir isnadı yoktur” (Keşfu’l-hafa, 1/86, No: 220 Darekutnî, es-Sünen, V/371-372, No: 4474; el-Ukaylî, ed-Duafa, I/32; İbnu’l-Cevzî, Mevzuat, I/420; Sehavi, Makasıt, s. 56, No: 59; Ayrıca bk. Kandemir, Mevzu Hadisler, s. 175) hükmünü vermişlerdir. “Nuhun gemisi Kabe’yi yedi defa tavaf ederek Makam’ın arkasında iki rekat namaz kıldı.” (Abdurrezzâk es-Sanâ’nî, el-Musannef, V/93) uydurmasının (Mustafa es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetuhâ fi’t-teşrîi’l-İslâmî, s. 98) normal akıl ve sağlam bir mantıkla bağdaştırılması mümkün değildir, uydurmadır. (A. Aydınlı, Hadiste Tespit Yöntemi, s. 95) “Ömer ibnu Musa Humus’a geldiği zaman mescide giderek etrafını sardık. O ikide bir: “Salih bir şeyhten şöyle duydum” diyerek rivayette bulunuyordu. Bunu o kadar tekrarladı ki, dayanamayarak: “Bu salih şeyhiniz kimdir? Adını söyleyin de öğrenelim” dedim. Şeyhinin Halid ibnu Ma’dan olduğunu öğrenince: “Onunla nerede ve ne zaman görüştünüz?” diye sordum. 726’de Ermeniyye gazasında görüştüklerini söylemesi üzerine şöyle dedim: “Ey şeyhim! Allah’tan kork, Halid ibnu Ma’dan 722’de vefat etti. Sen ise onun ölümünden dört sene sonra görüştüğünü iddia ediyorsun! Üstelik o, hiçbir zaman Ermeniyye’de savaşmamıştır.” (Heyet, Hadis Tarihi ve Usulü; Prof. Dr. Nihat yatkın, Hadîs Usûlü IV Yaygın (Müştehir) ve Uydurma (Mevzû’) Haberler, s. 317)

Hangi Konulardaki Hadisler Mevzu Olabilir? Senenin veya haftanın belirli gün ve gecelerinde kılınması tavsiye edilen namazlar, Belirli tarihlerde bazı hadiselerin cereyan edeceğini haber veren hadisler, Kıyamet alametlerinin muayyen aylarda zuhur edeceğini beyan eden hadisler, Türkleri, Habeşlileri, Sudanlıları zemmeden hadisler, Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin adlarını anarak medh veya zemmeden hadisler, Mürcie, Cehmiyye, Kaderiyye ve Eş’ariyye mezheplerinden bahseden hadisler, İskenderiyye, Dimyat, Basra, Bağdat, Kazvin, Ürdün, Abadan, Cidde, Askalan, Nusaybin, Antakya, Horasan, Talkan, Merv, Buhara, Semerkant, Herat, Fas gibi şehir ve memleketleri medh veya zemmeden hadisler, Peygamberlerin veya diğer büyük zevatın kabirleri hakkında ileri sürülen hadisler, Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadisler, Aşura gününün faziletlerinden ve o gün sürmelenmekten, süslenmek veya hüzünlenmekten, namaz kılmak, infak etmek ve aşura çorbası pişirmekten bahseden hadisler, Mercimek, pirinç, bakla, patlıcan, portakal, üzüm, pırasa, karpuz, ceviz, peynir ve helva gibi yiyecek maddeleri ve gül, nergis, menekşe gibi çiçekler ve bitkiler hakkında hadisler, Sokakta yemek yemeği ve eti bıçakla kesmeyi yasaklayan ve etin faziletinden bahseden hadisler, Kur’an-ı Kerim surelerinin faziletleri hakkındaki hadislerin çoğu uydurmadır. Suyuti’nin beyanına göre hakkında hadis varid olan sureler şunlardır: Fatiha, Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide, Enam, Araf, Tevbe, Kehf, Yasin, Duhan, Mülk, Zelzele, Nasr, Kafirun, İhlas ve Muavezeteyn. (Suyuti, Tedribu’r-Ravi, II/290) İmanın artıp eksilmesi hakkındaki hadislerin çoğu uydurmadır. Akıl hakkındaki hadisler uydurmadır. Evladı zemmeden hadislerin tamamı uydurmadır. Bekarlığı öven hadisler uydurmadır. Beyaz horozu öven hadisler uydurmadır. Akik taşından yapılmış yüzük takmanın fazileti hakkındaki hadisler uydurmadır. Ticareti zemmeden ve malın fitne olduğundan bahseden hadisler de uydurmadır. Meşhur muhaddislerin meydana getirdiği bir sened zinciriyle Hz. Peygamber’den veya Hızır’dan söz eden, Hasanu’l-Basri, İmam Cafer Sadık gibi büyük zevattan rivayet edilen haberin akabinde bazen “bundan şüphe eden kimse kafir olur” şeklinde bir beyan bulunur. Bu tür nakiller de uydurmadır. Bu konuda, ‘Hadiste Mevzuât’ adlı kitap özetimize de bakılabilir.

Metni sorunlu gözüken bazı hadislerin te’vili

Allah ahirette peygambere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir. “Rabbimiz baldırını açacak, her mümin erkek ve kadın ona secde edecektir. Ancak, dünyada iken gösteriş olsun ve desinler diye secde edenler o gün secde edemeyeceklerdir. Secde etmeye çalışacaklar fakat sırtları tek bir parça haline gelecek ve secdeye eğilemeyeceklerdir. (Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, Sure: 68, bab: 2 K. et-Tevhid, bab: 24 / Müslim, K. el-İman, bab: 302, Hadis No: 183; Fethul Bari, X/116 – 117) “O gün Baldırın açılacağı! (bütün çıplaklığı ile gerçeğin ortaya çıkacağı) ve secdeye davet edilecekleri gün, (secde) edemezler.” (Kalem, 42) ayeti bize aslında bu kelimenin mecaz anlamda kullanıldığını ispat etmektedir ki, İkrime, Katade, Said b. Cubeyr, Mucahid ve Abdullah b. Abbas’da ayeti mecaz anlamışlardır. Ayrıca özel olarak ‘Peygambere kanıtlamak için (baldır açma)’ diye bir ifade hadiste yoktur. Aksi durum zaten Allah’a insanî bir özellik izafe etmek olur ki bu ayete zıt bir durum olur. Şura 11: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Yunus 10: “Sübhanekellahümme” (Allah’ım, Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederim.) Öyle ise, “baldırı açmaktan” maksat nedir? Alimler bunu, “bütün hakikatlerin çırıl çıplak ortaya çıkması (sebebiyle) hesap ve cezanın bütün şiddet ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim hadiste, Rasulullah (aleyhisselatu vesselam) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya koyarak hesap verme hadisesinin dehşetini yaşattığı o anda, dünyada iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakar hareket edenleri ayırıp müminleri dehşetten kurtaracağını, riyakarları da sırtları eğilmez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak suretiyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. Diğer hadis bunu açıklar: İbnu’l-Museyyib, Atâ İbnu Zeyd el-Leysi, Ebu Hureyre’den, Kıyamet günü Allahü teala müminlere: “Ben sizin Rabbinizim!” buyurur. Oradakiler: “(Senden Allah’a sığınırız). Biz, Rabbimiz bize gelinceye kadar bu yerdeyiz! Rabbimiz gelince biz onu tanırız!” derler. Derken Rableri (onların tanıyacağı surette) gelir. “Ben Rabbinizim!” der. Onlar da: “Sen Rabbimizsin!” derler. (Buhari, Rikak 52, Ezan 129, Tevhid 24; Muslim, İman 299, (182); Tirmizi, Cennet 20)

“Ölü ailesinin kendisi için ağlamasından dolayı azaba uğratılır.”  Ömer’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ölen kimse yakınlarının kendisi için ağlamalarından dolayı azâb görür.” (Buhârî, Cenaiz: 45; Ebû Davud, Cenaiz: 29) Abdullah b. Ömer şöyle diyor: “Ölen kimse dirilerin ağlamasıyla azâb görür.” Bunun üzerine Aişe şöyle demiştir: Allah, Ebu Abdurrahman’ı bağışlasın, yalan söylememiş fakat unutmuş veya hata etmiştir.” Olay şöyledir: “Rasûlullah (s.a.v), bir Yahudi topluluğuna uğramış, onlar ölen bir kimse için ağlıyorlarmış. Rasûlullah (s.a.v) onlar için “Onlar şu ölüye ağlıyorlar halbuki o azâb görüyor.” buyurmuştur. (Ebû Davud, Cenaiz: 29; Muvatta’, Cenaiz: 12) “Doğrusu hiçbir günahkar bir başkasının günah yükünü yüklenmez.” (Necm, 8)

Dünya balığın üzerindedir. Balık başını sallayınca depremler olur. (İbni Kesir) İbni Kesir bir hadis değil tefsir kitabıdır. İbni Kesir bu rivayeti aktardıktan sonra bu tür haberlerin ‘uydurma- israiliyat’ olduğunu da belirtmiştir.  (Tefsir, V/385; I/18) Tıpkı Îbnu Kesir gibi İbnu Atıyye de rivayetleri eserine aldıktan sonra; bunların zayıf haberler olduğunu, mevcut senedlerle bunları ispata imkân olmadığını söyler. (El-Muharrar, IV. varak 49b.)

“Yeryüzü öküz ve balığın sırtındadır. Balık sallanınca depremler olur.” (Hâkim, Müstedrek,  IV/636; el-Munziri, et-Terğib ve’t-Terhib, Beyrut, 1417, 4/257; İbn-i Kesir Tefsiri, II/29 68/1’in açıklamaları) Uydurma bir İsrailiyyat olduğunda alimler hemfikirdir: İbni Kayyım el-Cevzi (el-Menaru’l-Münif, 78); İbni Kesir (Tefsir, V/385); Ali el-Kari (Esrâru’l-Merfû’a, 430); Hâkim (Müstedrek, Beyrut, 1411/1990, IV/636); İbni Atiyye (Muharrav, IV/49). İmam Ahmed‘in ‘Kitâbu’l-İlel ve Maü’rifeti’r-Ricâl’inde, İbn Hibbân‘ın ‘Kitâbu’l-Mecrûhîn’inde de hadis sorunlu; Hadisin senedinde bulunan ravi Sa’id b. Sinan için ise ez-Zehebî‘nin Mîzânu’l-İ’tidâl’inde (II/143) Buhari‘nin Münkeru’l-hadistir ve Nesâî‘nin ‘Metruk’tur dedikleri kayıtlıdır. Zehebi, benzer bir hadisin de uydurma olduğunu belirtir. Benzer başka bir rivayet için Heysemi (Mecmûu’z-Zevâid, VII/131) hadisi rivayet edenler arasında bulunan Abdullah bin Ahmed’in zayıf bir ravi olduğunu belirtmiştir.

İddia: Buhari bile binlerce hadis arasından seçerek oluşturduğu kitabında bu hadis var mı? En güvenilir hadis kitabı böyle ise hadislere güvenilebilir mi?

Bu paylaşımda iki ayrı rivayet tek (hadis değil) “haber” olarak aktarılmaktadır! Ayrıca Buhari 3/1’de böyle bir hadis yoktur! Buhârî, Rikâk 44; Müslim, Münâfikûn 30’da “Müminlere balık ve öküzün ciğerinden yedirilmesinden” bahsedilir sadece! Yani “Dünyanın öküzle balığın üstünde” olduğunu söyleyen rivayet hadis değildir ve Buhari’de de hiç geçmez! Aksine ravilerden Sa’id b. Sinan için Buhari, “Münkeru’l-hadis” (güvenilir raviye muhalif rivayet eden zayıf ravi) der. Yeryüzü balığın sırtındadır rivayeti İbni kesir’de geçer ama israiliyat kaydını da yine bizzat İbni Kesir düşer. Hadisi mecaz olarak yorumlayanlar olduğu gibi uydurmadır diyenler de -İbn Kayyım el-Cevzi (el-Menaru’l-Münif, 78); İbni Kesir (Tefsir, V/385); İbni Atiyy (el-Muharrav, IV/49)- vardır!

Uğursuzluk üç şeydedir. At, ev ve kadın.  “Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta.” (Ebu Davud, Müslim, Buhari) “İslâm’da taşe’um (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; (Buharî, Tıb, 54 ; İbn Hacer el Askalani; Fethul Bari (Sahih-i Buhari şerhi); Bab Tıb, II/ 489) Diğer bir hadiste ise: “Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur” (Müslim, Selâm, 102) buyrulmuştur. Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şerifinde, “İslâm’da taşe’um (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe’uldur (iyiye yorma)” (Buharî, Tıb, 54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam’da bulunmadığını ifade etmiştir. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği gibi – İbn Hibban ve Hakim de sahih olduğunu belirttiği aynı zamanda Sa’d’ ın merfu olarak rivayet ettiği – hadis şöyledir: “Şu üç husus Ademoğlunun mutluluğundandır: Saliha bir kadın, uygun bir mesken ve uygun bir binek. Şu üç husus da Âdemoğlunun bedbahtlığındandır: Kötü kadın, kötü mesken ve kötü binek.”

Peygamber savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesinde bir sakınca olmadığını söyledi. Enes’in bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) -savaşa giden askerlerine hitaben- şöyle buyurdu: “Allah’ın adıyla, Allah’ın inayetiyle ve Rasulullah’ın dini üzere (cihad etmek üzere) yürüyün. Sakın piri fani yaşlıları, çocukları, kadınları öldürmeyin. Ganimetten bir şey çalmayın, ganimetlerinizi toplayıp uygun bir şekilde muhafaza edin. İyi davranış sergileyin, şüphesiz Allah iyi, güzel davrananları sever.” (Ebu Davud, Cihad, 90; Neylu’l-Evtar, VII/246) Aynı zamanda mecburiyet durumlarında yani gece baskınlarında bunların ehilleri istemeden de öldürülmesi sonucunda bir sakınca olmadığı bildirilmiştir. “Gece müşriklere yapılan baskınlarda kadın ve çocuklar da ölüyor, bunun hükmü nedir?” şeklindeki soruya karşı Peygamberimiz (s.a.v.) “Onlar da onlardan (müşrik olanlardan)dır” şeklinde cevap vermiştir. (Buharî, Cihad, 146; Muslim, Cihad, 26/h.no: 1745) Sab’ın hadisini şerhederken İbn-i Hacer (rahimehullah), bunun mensuh (Uygulamadan kaldırılmış bir kural) olabileceğini belirtir. Çünkü Ebu Davud’un rivayetinde Zuhri’nin sözünden bu hadise ilave olunmuş bir cümle bulunmaktadır. Rivayetin sonunda “Sufyan der ki: Zuhri dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladı.” İbn-i Hacer şöyle der: “Zuhri bu sözü ile sanki Sa’b hadisinin mensuh olduğuna işaret etmektedir.”

“Bir kimse önüne hayvan semerinin önündeki veya arkasındaki tahta kadar da olsa bir şeyi koymaksızın namaz kılarsa önünden geçen siyah köpek, kadın ve eşek onun namazını keserek bozar.” Ebû Zerr’e sordum; “Kara köpeğin kırmızı ve beyaz köpekten farkı nedir?” Dedi ki: “Ey kardeşimin oğlu benim Rasulullaha sorduğum şeyi sende bana sordun, “siyah köpek şeytandır” buyurdular. (Nesâî, Kıble: 7; Ebû Dâvûd, Salat: 113; Dârimi, Salat: 43; Tirmizî, Salat: 253)  Hz. Aişe’ninyanında namaz kılanın önünden geçen köpek, merkep ve kadının namazı bozacağından bahsedildi. Bunun üzerine o şöyle dedi : “Bizi merkep ve köpeğe mi benzettiniz?! Allah’a and olsun ki ben, kıble ile Peygamber arasında yatarken, onun bana doğru namaz kıldığını gördüm. Bazen bir ihtiyacım hasıl olurdu. Ona karşı oturup, Allah Rasulunü rahatsız etmek istemezdim. Bu yüzden ayakucu tarafından yavaşça sıyrılıp çıkardım.” Ahmed bin Hanbel şöyle demiştir: “Namaz kılanın önünden siyah köpeğin geçmesi namazı bozar. Merkebin veya kadının geçmesi ise tartışmalıdır.” (İbn Hacer el Askalani; Fethul Bari (Sahih-i Buhari şerhi) ; Bab Namaz, II/147-148)

“İçki içmede beşinci kez ısrar edenleri öldürün.” Muaviye b. Ebi Sufyan (r.anh) demiştir ki:
Rasûlullah (s.av.): “İçki içtikleri zaman onlara dayak atınız. Sonra yine içerlerse dövünüz, sonra tekrar içerlerse, yine dövünüz, sonra yine içerlerse öldürünüz.” buyurdu. (Tirmizi, Hudud 15; îbn Mace, Hudud 17; Nesai, Eşribe 42; Ebu Davud, Hadler, 36) Tirmizi, ‘Kitabu’l-Ilel’inde şöyle diyor: “İnsanlar onun (öldürmenin) terk edildiğinde, yani, mensuh olduğu üzerinde icma etmişlerdir.” der. Hattabi de şöyle der: “Bazen emir cezayı vaad (ceza ile tehdit) şeklinde olur. Onunla bu işin olunması amaçlanmaz. Onunla ancak bir işten ‘sakındırmak’ kastedilir.” Bu metot Kur’an’da da kullanılır. “Kur’an’ın önemli eğitim yöntemlerinden birisi, korkutma yoluyla kötülüklerden vazgeçirmektir. Müjde verme, teşvik etme ve yöntemlerini istediği gibi korkutma yöntemini de kullanmaktadır.” (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, s. 490)   

Kertenkele Öldürmek. Ebu Hurayra anlatıyor: “Rasulullah buyurdular ki: “Kim keleri ilk darbede öldürürse ona yüz sevap yazılır. İkinci vuruşta öldürürse daha az kazanır. Üçüncü vuruşta ise bundan da az sevap kazanır.” (Muslim Selam 147 (2240); Ebu Davud Edeb 75 (5263 5264); Tirmizî Ahkâm 1 (1482); Tirmizî tertibinde Sayd bölümünde 13. bab) Alimler kertenkelenin eziyet verici haşerattan sayıldığında ittifak etmişlerdir. Peygamber (s.a.v.)’in onun öldürülmesini emir buyurması bundandır. Bir vuruşta öldürmenin çok sevaplı, ikinci vuruşta öldürmenin ondan daha az sevaplı olması bu hususta dikkat göstermeye teşvik içindir. Hem zararlı hayvan acı çekmez hem kaçmasına engel olunur.

“Eğer İsrail oğulları olmayaydı et kokmayacaktı.” (Buhari, Kitabu’l Enbiya, 8 ; Fethu’l Bâri, Kitabu’l Enbiya, 3330, VII/11-15) Bakara, 57. âyetinde işaret olunduğu üzere İsrail oğulları kırk yıl çölde gökten inen ‘menn ve selva’ adlı yemeklerle geçinmişler. Bu iki gıdadan her gün yetecek kadar almaya ve taze taze yemeye izinli idiler. Fazla almaktan men edilmişlerdi. Fakat hırslı davranan bu millet yasak zıttına bıldırcın etini saklamaya başlamışlar ve eti kokutmuşlardır. Hadiste bundan bahsetmekte ve yaptıkları hata üzerinden dünyaya olan hırsları eleştirilmektedir. Benzer örnekler için ‘Tevili Muhtelifu’l-Hadis’ adlı yazımıza da bakılabilir!

İslam düşüncesinde sünnet ve yeni bir usul denemesi

İnsanlığın kurtuluş ümidi olarak sadece “İslam”dır. Burada kastettiğimiz İslam’ın günümüz şartlarında, teorisi ve pratiğiyle çerçevesi çizilmiş bir İslam olmayıp; teorisinin yeniden ortaya konması ve pratiğe dökülmesi gereken bir İslam olduğudur. Temel kaynakların Kur’an ve Sünnet olduğu kuşkusuzdur. Metod klasik yöntemlerden gerekli gördüğü unsurları almakla birlikte, onlara ilaveten sosyal bilimler alanındaki çağdaş gelişmelerden de yararlanmak durumundadır.

Sünnetin Yorumlanması: Değişen şart ve ihtiyaçlara uygun olarak nasıl her asırda Kur’an yeniden yorumlanmış,  yeni yeni tefsirler yazılmışsa,  aynı şekilde sünnetinde daima yeniden yorumlanması gerekir.  Fakat maalesef bugün, çağdaş bir şerh olma iddiasıyla yazılmış olan hadis yorumlarının ve şerhlerinin büyük çoğunluğu,  geçmiş yorumların tekrarı olmaktan öteye gidememektedir. Yine hadis/sünnet eğitimine baktığımızda genelde verilen hadis eğitiminin pek çoğu öğrenciler açısından günlük hayatta uygulanma imkanı bulunmayan bilgilerdir. Yani “Sünnet-Siret “yaşanması gereken bir olgu olarak değil de bilinmesi gereken bir malumat olarak algılanmaktadır.”

Klasik Sünnet tanımlarının Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Sünnet Tanımı Denemesi:

Günümüzde Müslümanlar -gelenekçi olsun,  modernist olsun- tekrar Kur’an’a dönmek gerektiği konusunda hemen hemen fikir birliği etmiş durumdadır. Sünnet konusunda yapılan çalışmalarda ise ya sünnet konusundaki bazı tenkitlere karşı onu savunma amacına,  ya da bazı İslami meselelerin hadisler ışığında ele alınması amacına yöneliktir.  Bu çalışmalar kesinlikle yararlı ise de asıl önemli olan “14 asırlık birikimimizi gözden geçirmek,  değerlendirmek ve bu değerlendirmenin ışığında çağın ihtiyaç ve şartlarına uygun bir sünnet anlayışı geliştirmektir.” 

Gerek halk düzeyinde, gerek öğrenciler üzerinde yapılan gözlemlere göre sünnet denince ilk akla gelenler genelde; namazın sünnetleri, sünnet olmak, misvak kullanmak, gümüş-akik yüzük, sarık sarmak, yemeğe tuzla başlamak, sakal bırakmak vb. Bu sayılanlardan farklı olarak, diğer İslam toplumlarında sünnet olarak ele alınıp üzerinde durulan konulara dair şu örnekleri verelim. Mesela Ebu Abdirahman Mukbil b. Hâdî el-Vâdi’nin Ayakkabılarla namaz kılmanın meşruiyeti adlı eserinde sergilediği sünnet anlayışını özellikle zikredelim. Yazar, ayakkabıyla namaz kılmanın da unutulan sünnetlerden olduğunu hadisleri zikrederek, bir sünneti ihyaya çalışmaktadır. Yine toplumumuzda Hakses dergisinde “unutulan sünnetlerimiz ve namazda sarık sarmak” başlığı altında yayınlanmış makale, toplumumuzdaki sünnet anlayışının tipik bir örneğidir. Yazarların üzerinde durdukları konuların öze, esasa değil, teferruata taalluk eden konulardır. Bu örnekler gösteriyor ki sünnetin ana konuları ve özellikle Müslümanların “toplumsal problemleri üzerinde durulması gerekirken, ferdi bir sünnet anlayışının zihinlerde hakim olduğunu” gözler önüne sermektedir. Görülen odur ki, mevcut sünnet anlayışımız, geçmişin sırf bir tekrarı olmakta öteye gidememekte ve çağdaş İslam toplumlarının karşılaştığı meselelere yol gösterememektedir.

Niçin Bugüne Kadar Yeni Bir Sünnet Tanımı ve Anlayışı Geliştirilemedi?

“Sünneti bir model, yaşayış tarzı ve dünya görüşü olarak değil, mücerret bir delil olarak algılama alışkanlığı olarak algılandı.” Müslümanlar İslam’ı bir ideoloji, bir hayat tarzı ve dünya görüşü olarak algılamadıkça, içinde bulundukları durumdan kurtulmalarının mümkün olmayacağını idrak etmişlerdir. Ayrıca, “Geçmişte yaşamış olan İslam alimlerinin seviyelerini erişilmez kabul edip, onların geliştirdikleri tanımlardan daha iyilerini yapamayacağımız düşüncesi de” ikinci bir nedendir. Yine “Uygun zemin bulunamayışı.” Diğer bir etkendir. Sünnet ilkelerinden uzaklaşmış ve sık sık totaliter bir karakter kazanmış olan yönetimlerde, yeni bir sünnet anlayışı getirmeye çalışmak, mevcut yönetimle karşı karşıya gelecektir. Buna örnek olarak; yönetimin baskılarına maruz kalan İmam-ı Azam Ebu Hanifeyi , “mihne” olaylarında yönetim tarafından işkencelere tabi tutulan İmam Ahmet b. Hanbeli ve  hısımlarının yönetimi arkalarına alarak hapse attırdıkları İbni Teymiyyeyi örnek verebiliriz.

Klasik Sünnet Tanımlarının Değerlendirilmesi

Hadisçilerin Tanımı: Şeri bir hüküm ifade etsin yada etmesin, Hz.  Peygamberin bütün sözleri, fiilleri, takrirleri, onun hayatına dair bilgiler, sünneti oluşturur. Fıkıhçıların Tanımı: Farz ve vacipler dışında Hz. Peygamberden gelen hükümler sünneti meydana getirir. Usul-i Fıkıhçıların Tanımı: Kur’an dışında, Hz. Peygamberin şer’i bir hüküm teşkil eden söz, fiil ve takrirleridir. Kelamcıların Tanımı: Kelamcılar sünneti bidatın karşıtı olarak tanımlamışlardır ki, aslında bu bir tanım olmaktan ziyade, bir şeyin ne olmadığını tarif etmektir. Bu tanımların eksik yönlerini şöyle sıralayabiliriz. Sadece akademik ihtiyaçlara göre yapılmış olmaları. Sünnetin toplumsal boyutundan ziyade, bireysel boyutuna ağırlık vermişler, Bağlayıcılık yönünden sünneti sınıflandırmamışlar ve Kur’an tanımların dışında bırakılmıştır. Bu tanımların hiçbirisinde sünnet; sosyal, ekonomik, ahlaki, siyasi vb.  açılardan ele alınmamıştır. Sünnet, fert planında Hz.  Peygamber gibi İslam’ı yaşamak olduğu kadar, aynı zamanda -hem de daha önemli olarak- Hz.  Peygamberin oluşturduğu Medine toplumu gibi bir toplumu çağımızda oluşturmaya çalışmaktır. Yani sünnetin temel amacı, sadece iyi birer Müslüman yetiştirmek değil, bilakis Hz. Peygamberin bütün gayretleri, Kur’anın ilkelerini esas alan, Kur’ana dayalı bir toplum oluşturma gayesine yönelik olmalıdır. Oluşturulan bu toplumda, nihai görevini de Ali İmran, 110.  ayette bizlere açıklamaktadır. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, Allah’a da inanırsınız. ”

Muhammed Tahir b. Âşur’a (1879-1973) göre sünneti 12 kategoride mütalaa etmek mümkündür. Bunlar:

Yasama, fetva, yargı, devlet başkanlığı, iyiye güzele teşvik, arabuluculuk, fikir danışanlara yol gösterme, nasihat, insanları en mükemmel olana yönlendirme, yüce hakikatleri telkin, tehdit ve azarlama, yaratılış icabı ve maddi ihtiyaç gereği yaptıkları. Saydığımız bu maddelerde ilk 3 ü hariç diğer başlıkların bağlayıcılığı yoktur. Fakat günümüzde birçok Müslüman, bağlayıcılık açısından farklılıklar arz eden sünneti ayrım yapmaksızın, bir bütün olarak kabul etmektedir. Şalvar giymek, masada yemeyip yerde yemek yemek, çatal bıçak kullanmayıp elle yemek, koltuk yerine yerde oturmak gibi hususlar sünnet olarak kabul edilip, bunlar üzerinde ısrarla durulmaktadır.

Yasama: Sünnetin büyük çoğunluğu bu kategoriye girer. Çünkü Hz.  Resul’un gönderiliş amacı ahkam bildirmektir: Hacc’ın  nasıl yapılacağı,  namazın nasıl kılınacağı gibi.

Fetva: Dini konularda Hz Resul’e  sorulan sorulara O’nun verdiği fetvalar. Bu fetvalar bağlayıcıdır!

Yargı: İhtilaflı iki taraf arasında  Hz. Resul’un verdiği hükümler. Bu  kategorinin bağlayıcılığı da söz konusu şahıs, durum, şartlara bağlıdır.  Mesela sıcak bölgelerde fermastasyona sebep olan  bazı kapların  kullanımının yasaklanıp, bu  yasağın soğuk  bölgelerde geçerli olmaması gibi.

Devlet başkanlığı: Peygamber olarak değil, devlet başkanı olarak verdiği hükümler: Harpte düşman üzerinden alınan eşyaların kullanılabileceği hükmü gibi. Devlet başkanı izin vermezse  düşman üzerindeki eşya alınmaz.

İyiye-güzele teşvik: Bu emir ve yasaklar mutlaka yapılması gereken şeyler değil,  iyi-güzele teşvik  amacını güder.

Arabuculuk: İki tarafı anlaştırmak amacıyla  ve iki tarafın rızasına dayalı olmak şartıyla ortaya konan çözümler: Mesela Ka’b  b. Malik ile Abdullah b.  Hadred arasındaki alacak meselesinde “alacağının yarısından vazgeçmesini Ka’b’a  tavsiye etmesi” gibi. Yoksa herkes alacağının yarısından vazgeçmek zorunda değildir.

Fikir danışanlara yol gösterme: Hz Resul,  Hz Ömer‘in  sadaka olarak verdiği  atını sakatlanınca para ile geri almak istemesini caiz görmemesi buna örnektir. Fakihler ise bu alışverişi caiz görürler. Hz. resul yasak koymamış,  sadece davranışı hoş görmemiştir.

Nasihat: Kendisine evlilik için gelenlere yaptığı tavsiyeler gibi. Bu tavsiye ve yönlendirmeleri emir-yasak değil, sadece nasihattir.

İnsanları en mükemmele yönlendirme: Bir çok emir ve yasağın amacı budur. Hasta ziyareti,  cenazeyi takip, davete icabet etmek gibi

Yüce hakikatleri telkin: Mesela sadakanın önemini anlatmak için söylediği: “Uhud dağı kadar altınım olsa,  üç dinar kalıncaya kadar onu sadaka olarak dağıtırdım.” Ebu Zer bu hadisi ümmete şamil kılmak ister ama Hz. Osman ona itiraz eder.

Tehdid ve azarlama: Tehdid ve İkaz amacı ile Hz resul’un mübalağa ifade eden cümleleri. Bu tür hadislerin zahiri manalarını kabul etmek yanlış olur. Mesela ”Cemaatle namaza gelmeyen Müslümanların evlerini başlarına yıkasım gelir.” hadisi. Böyle bir  şey yapılmamıştır. Amaç gevşek Müslümanları ikazdır.

Yaratılış icabı ve maddi ihtiyaç gereği yapılanlar: Hz resul’un insan olarak yaptıkları şeyler. Yeme  içme,  giyinme,  yürüyüşü,  uyuması,  Bedir savaşında İslam ordusunun mevzilerinin belirlenmesi gibi.

Yeni Bir Sünnet Tanımı: Hz.  Peygamberin kendi döneminde İslam toplumunu, akide, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi, eğitim, ahlak, hukuk vb.  bireysel ve toplumsal hayatın her alanında yönlendirip yönetmede, Kur’an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir zihniyet ve dünya görüşüdür.

Sünnetin bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere üç boyutu söz konusudur. Zira Sünnet, bireyselliğe indirgendiği, sadece Hz.  Peygamber gibi iyi bir Müslüman birey olmak ile özdeşleştirildiği sürece İslam dünyasının kurtuluşu sadece bir ütopya olarak kalmaya devam edecektir. Sünnet sadece şekil-lafız değil, şekil-lafızın altında yatan mana, ruh, ilke, hikmet ve amaçtır. Sünnet Peygamberin her dediğini her yaptığını aynen ve bunların altında yatan amaç, gaye ve ilkelere bakmaksızın tekrarlamak, taklit etmek değildir.  Sünnet bize Kur’an’ın bir yorumu olması hasebiyle bireysel ve toplumsal prensipler verir. Bize düşen bunlardan yola çıkarak her zaman ve her mekanda, gelişen şartlar altında çağımız sorunlarına cevap hazırlamaktır. Kur’an ve sünnet kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün meselelere hazır çözüm getirmemiştir. Nitekim Muaz b.  Cebel’i Efendimiz Yemene görevli olarak gönderirken, ona karşılaşacağı meseleleri nasıl çözeceğini sorduğunda Muaz b.  Cebel: “Önce Kur’an’da çözüm arayacağım, onda bulamazsam senin sünnet modeline bakacağım, ondada bulamazsam kendi görüşüme göre hüküm ve karar vereceğim.” (Tirmizi, Ahkam, 3, Ebu Davut, Akdiye, 11, Daimi, Mukaddime 20; el- Müsned, V. 230. 236, 242) demiş ve Efendimiz de bunu kabul etmiştir. Burada da açıkça görülmektedir ki sünnetin bütün meselelere hazır çözümler getirmediği düşüncesine daha Hz. Peygamberin sağlığında bile rastlanmaktadır.

Sünnetin prensip olmasının ne anlama geldiğini biraz daha açalım. Hz. Peygamber herhangi bir konuda bir sünnet ortaya koymuşsa  bunu yaparken bazı amaçları gerçekleştirmeyi hedef almış, bazı ilkeleri göz önünde bulundururdu. Mesela Abbad b. Şurahil yakınlarıyla beraber Medine’ye gelir ve açlığa dayanamayarak buğday tarlasına girer ve birkaç başaktan taneleri toplar. Durumu gören tarla sahibi gelip onun elbiselerini alır ve onu döver. Bunun üzerine Abbad Efendimize giderek durumu anlatır. Efendimizde tarla sahibini çağırtıp ona niye böyle yaptığını sorar. Adam da Abbad’ın yaptıklarını anlatınca  Resulallah “O bilgisiz idi, sen ona öğretmedin; aç idi karnını doyurmadın. Elbiselerini ona geri ver!” der ve Abbad’ın yediği buğday karşılığında tarla sahibine bir ölçek buğday verilmesini söyler. (Nesai, Ebu Davud). Buradan anlıyoruz ki Hz.  Peygamber bir kimsenin malını onun izni olmaksızın alan birine, onun bu fiili işlemeye sevk eden sebepleri araştırmaksızın yargılama ve cezalandırma cihetine gitmemiştir. Kısacası sosyal adaleti hakim kılmadan, bir ceza sistemini uygulamaya çalışmak kadar Kur’an ve Sünnete aykırı bir şey olamaz. Konuyla ilgili olarak zekat müessesesinden de örnekler verilebilir. Mesela Hz.  Peygamberin zekatın sadece buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden alınmasını emrettiği bir rivayete bakarak İbni Ömer, Ahmet b.  Hanbel, Musa b.  Talha, İbni  Sîrîn, Şa’bî, Hasan b. Salih, İbn. Ebi Leyla, Abdullah b.  Mübarek ve Ebu Ubeyd, tarım ürünlerinde zekatın sadece bu dört sınıftan alınacağı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Hz.  Peygamberin hadiste sadece bu 4 tarımsal ürünü zikretmesinin nedeni, o zaman bu ürünlerin başlıca üretim çeşitlerini teşkil ediyor olmalarıdır. Sünnete uygun olan ise her türlü tarım ürününden zekat alınmasıdır ki, İmam Azam,  Davud ez-Zahir ve Maliki mezhebine mensup olan İbnu’l Arabi de bu görüşü savunmuştur. Ağız temizliği ile ilgili olarak özellikle misvak kullanmanın sünnet olduğu kanaati hayli yaygındır. Bu yaygın kanaat ise “şayet ümmetime zorluk vermeyecek olmuş olsaydım, onlara her zaman “sivak”ı emrederdim” hadisinin ve sivak kelimesinin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Zira bu ve benzeri hadislerde geçen “sivak” kelimesi, fırçalamak veya fırça anlamındadır. Diş fırçalamada kullanılanların en iyisi, arak ağacının dalıdır, çünkü bu dallar damağı kuvvetlendirir, diş hastalıklarını önler, sindirimi kolaylaştırır, idrarı arttırır. Bununla birlikte fırça ve benzeri gibi dişlerin kir ve pasını gideren, ağzı temizleyen her türlü aletin kullanılmasıyla sünnete uyulmuş olur. (Seyyid Sabık). Buhari’den nakledilen “Diş fırçalamak ağzı temizler, Rabbinin de rızasını celbeder.” Hadisinden anlaşılan, kişi ağzını ne kadar temizlerse, sünnete o kadar çok uyacak olmasıdır.

İslam’da Sünnetin Konumu

Bir hadisin isnadının sağlam olması metninin de sağlam olduğunu göstermez. Bir hadisin kabulü ve reddi konusunda herkes kendi kanaatinde ısrar edebilir. Mesela İbni Ebi Şeybe, Musannef’inde İmam Azam’ı pek çok hadisi kabul etmemesinden dolayı reddetmiştir. Buhari’de Sahih‘inde İmam Azam’ın birçok görüşünü eleştirmiştir. Buna mukabil Hanefiler de Buhari’deki pek çok hadisi delil olarak kabul etmemişlerdir. Hadisçiler özellikle tasavvuf eserlerinde mevcut çok sayıdaki hadisi uydurma olduğu gerekçesiyle reddetmişlerdir. Bunu en açık örneği İmam Gazalinin İhya’sındaki hadislere yöneltilen eleştiriler oluşturmaktadır. Tefsirde de durum aynıdır. Pek çok müfessir tefsirlerde uydurma veya israiliyattan olan rivayetleri aldıkları için eleştirilmişlerdir.

Sünnetin Reddi ve Sadece Kur’an ile Yetinme Düşüncesi: Hz.  Peygamber, “Bilin ki bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bazı kimselerin “Sadece bu Kur’an’a sarılın. Kur’an’ın helal dediğini helal, haram dediğini haram kabul edin” diyeceği zamanlar yakındır. Bilin ki Allah’ın Resulünün haram kıldıkları da Allahın haram kıldıkları gibidir.” (Ebu Davud, Sünnet, 5(6), İmaret, 33; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî, Mukaddime,49; Ahmed b. Hanbel, II/367, IV/131-132, VI/8)

Sadece Kur’anın yeterli olacağını savunanların delilleri: “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am, 38)  Bu ayeti inceleyecek olursak, bu ayetin harfi anlamında, insanoğlunun bu güne kadar sahip olduğu bütün bilgileri tek tek Kur’an’da bulmamız gerekirdi. Bu ayette Kur’an’ın her şeyi açıklamasının sadece insanlığı hidayete ulaştıracak ilkelerle ilgili olduğunu kabul etmek gerekecektir. Zira namaz, oruç, zekat, hac vs.  çeşitli konuların teferruatları Kur’an’da bulunmamaktadır. “Zikri biz indirdik, onu koruyacak olanda biziz.” (Hicr, 9) Bu görüş sahipleri “Allah bu ayette sünnetin değil Kur’an’ın korunacağını bildirmiştir. Sünnette Kur’an gibi delil olsaydı Allah onu da korurdu” demektedirler. Bu görüştekiler Hz.  Peygamberin sözlerinin yazılmasını yasaklayan hadisleri iddialarına dayanak olarak almakla farkında olmadan bir çelişkiye düşmekteler. Zira Hz.  Peygamber Kur’an gibi yazılmasını emretmediği için, hiçbir hadisi delil olarak kullanmamak gerekirdi. “Hüküm ancak Allah’ındır” (En’am, 57) Geçmişte haricilerin sloganı olan bu ayete bakılarak hükmü sadece Allah’ın vereceğini, Kur’an’dan başka hüküm koyulamayacağını savunulur. Ancak ayetin tamamını incelediğimizde nasıl bir yanlışa düşüldüğünü görürüz. “Deki: Ben Rabbimden gönderilen açık bir delile dayanıyorum. Halbuki siz onu yalanladınız. Hemen gelmesini istediğiniz (azabı getirmek ise) benim elimde değildir. Çünkü hüküm ancak Allah’ındır. O doğruyu haber verir ve O hükmedenlerin en yücesidir.” Görüldü gibi konu müşriklerin Hz. Peygamberi susturabilmek için ortaya attıkları azabın gelmesini istemelerinin Hz.  Peygamberin değil Allahın elinde olduğudur. Bu ayetin genel anlamı, ‘hüküm vermede başvurulması gereken temel ilkeleri ve değerleri vazetmek Allah’a mahsustur’ demektir. Sünnete gerek olmadığını ileri sürenlerin bir düşüncesi de şudur: “Müslümanlar sadece vahiy yoluyla gönderilene tabi olmakla yükümlüdürler. Vahiy ise sadece Kur’an’la sınırlıdır.” denmektedir. Ancak Kur’anın lafzî anlamıyla yetinerek bütün meselelere çözüm getireceğini düşünmek yanlış olur, çünkü  sadece Kur’an’ın değil, sünnetin bile, karşılaşılan yeni problemlere hazır çözümler sunamadığı dönemlerde, kıyas, istihsan, kamu yararı vb. içtihat teknikleri uygulanmak durumunda kalınmıştır. Ancak hadisler içinde Kur’an’a aykırı olanların olduğu ileri sürülerek itiraz edilmek istenebilir. Bu durumda sünnetin devre dışı bırakıldığını varsayalım. Bu takdirde Kur’an’da açıkça yer almayan problemlerin çözümü bizlerin içtihadına terk edilmiş olacaktır. Bizler de bazı içtihatlarımızın hatalı olabileceğini öne sürerek içtihat-yorum hakkımızın elimizden alınması nasıl mantıksız bir tutum ise sünneti bize nakleden hadisler içinde Kur’an’a aykırılık var diyerek  sünneti ve hadisi tamamen reddetmek  de mantıksızdır. Hülasa insafı elden bırakmamak ve “kendimize tanıdığımız Kur’anı yorumlama gereğini Hz.  Peygambere tanımak en uygunudur.”  Başka bir hususta: “Hz.  Peygamberin verdiği hükümler yaşadığı dönemin ihtiyaçlarına uygundur. Bu nedenle sünnetin bu gün bizim için delil teşkil etmesi, geçerli olması mümkün değildir.” iddiasıdır. Bu ifadede sünnetin aynen taklit edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Ancak sünnetin tanımı bölümünde, ””sünnet sadece şekil-lafız değil, şekil-lafzın altında yatan mana, ruh, ilke, hikmet ve amaçtır” maddesinde sünnetin nasıl anlaşılması gerektiğini incelemiştik. 

Sünnetin Bir Delil ve Kaynak Olduğunu Savunanların Dayanakları: Hz.  Peygambere itaati emreden ayetler. Hz.  Peygamberin hükümlerine boyun eğmeyi emreden ayetler. Hz.  Peygambere isyan etmemeyi, ona karşı çıkmamayı emreden ayetler. Hz.  Peygamberin Kur’anı açıklama görevinden bahseden ayetler. Hz.  Peygamberin haram helal kılma yetkisinin olduğunu ifade eden ayetler. Hz.  Peygamberin, Müslümanların uyması gereken güzel örnek olduğuna dair ayetler.

Hz.  Peygambere itaat etmeyi, Ona karşı çıkmamayı, Onun hükümlerine boyun eğmeyi emreden ayetler: Ali İmran 31-32: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah bağışlayandır esirgeyendir. De ki: Allah’a ve peygambere itaat edin. Eğer dönerlerse, bilsinler ki Allah kafirleri asla sevmez.”; Nur 54: “De ki: Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Peygambere düşen açıkça tebliğde bulunmaktır.”; Nisa 59: “Ey iman edenler, Resule ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, meseleyi Allah’a ve resulüne götürün. Böyle yapmak en iyisi ve sonuç bakımından da en güzelidir.” Bu ayetlerde Resule itaat ve kararlarına boyun eğme anlamı rahatlıkla görülebilmektedir. Ancak bu düşünceyi eleştiren kişiler de ayetlere bakarak şunları demekteler. ”Resule itaatten sünnete, hadise uyma anlamı çıkmaz. Peygamber ne Allah’ın ne de insanların vekilidir. Peygamber ancak Allah’ın elçisidir. Elçiyi tanımak, elçinin kendisini değil, göndereni tanımaktır. Bundan dolayı elçiye itaat gönderene itaattir. Peygambere itaatten de kastın, Allah’ın peygamber aracılığı ile bildirdiği emirlere itaat olacaktır. Bunun içinde Peygamberin içtihadını (yorum, fetva) dahil etmeye imkan yoktur.” Resulün Kur’an’ı nakleden bir postacı olmadığı hususunu destekleyen bir ayete bakalım. Bakara 151: “Nitekim biz size, aranızdan size ayetlerimizi okuyan, onları (kötülüklerden) arındıran, ‘size kitabı ve hikmeti öğreten’ ve bilmediklerinizi size öğreten bir peygamber gönderdik.”  (yine Ali İmran 164, Cum’a 2. ayetlerde bu konuyla ilgilidir.) Ayette geçen “kitap ve hikmet” kelimelerin sadece Kur’an ile sınırlandırılmaması gerekir. Çünkü hem Kur’an ve hem de ayrıca ‘Hikmet’ kavramları ayrı ayrı geçer ayette! Bu ifade ile Kur’an’ın kastedildiğini var sayalım. Buradan da Hz.  Peygamberin Kur’anı sadece tebliğ ile sınırlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunu kitap ve hikmetin “öğretilmesi” tabirinden çıkarıyoruz. Çünkü insanlar bir metni-ister Kur’an gibi kutsal kitap olsun-anlama konusunda aynı düzeyde değildir. Kur’an ayetlerini doğru ve arzu edilen bir şekilde anlamaları imkansızdır. Bu olumsuzlukları önlemek ise, bir Resulün, sünnet gibi bir kurumun devreye girmesini gerekli kılmaktadır. Çünkü “Kur’an’ı sabit noktada tutan, sünnetin ta kendisidir.” İnsanların ayetleri doğru anladıklarını da farz etsek bile bu kez uygulama ile ilgili problemler söz konusu olacaktır. Bu bakımdan tebliğde dahi bir açıklama, izah etme, uygulamayı kontrol etme anlamı bulunmaktadır. O halde sonuç olarak denebilir ki Hz.  Peygamberi sadece Kur’an’ı nakleden biri, bir postacı olarak nitelendirmek mümkün değildir. “Bir kurum olarak sünneti kabullenmenin farz olduğunu söyleyebiliriz.” Zira bu farziyet, Kur’an’ın, Resule itaat emrinden kaynaklanmaktadır. Eleştiride geçen “o vekil değil elçidir” kelimesini ele alırsak, Kur’an’ı merkez alan bir sünnet anlayışına göre Hz.  Peygamberin Allah adına istediği gibi tasarrufta bulunan bir “vekil” olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Aksine bu tür bir sünnet anlayışına göre Hz.  Peygamberin Allah’ın Resulü olması sıfatıyla, Kur’anın ilk muhatabı, ilk uygulayıcısıdır. Onun nasıl uygulanacağını, yeni meseleler karşısında ondan ilham alarak nasıl çözümler üretileceğini gösteren ilk muallim de O’dur. Bu tür bir anlayışa göre Hz.  Peygamberin Kur’an’a ters düşme pahasına, aklına estiği gibi hüküm koyması asla mümkün değildir.

Hz.  Peygamberin Kur’an’ı Açıklamakla Yükümlü Olduğuna Dair Ayetler: İbrahim 4: “Biz her peygamberi mutlaka kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (kendilerine indirileni) açıklasın.”; Nahl 44: “Sana da zikri (Kur’anı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar.” Peygamberlerin aldıkları ilahi mesajları, içinde yaşadıkları topluma iletebilmeleri için, onların dillerini bilmesi kadar mantıklı bir şey olamaz. “Açıklama”nın, ”açıklanan” bir metinle ilgili ve onda bulunmayan bir takım ek bilgiler anlamına geldiği söylenebilir. Bu açıklamalar, nadiren birtakım ayetlerin kelime anlamlarıyla ilgili olabileceği gibi, kelime anlamı açık olduğu halde, uygulama ile ilgili bir takım kapalı yönleri bulunan ayetlerle de ilgili olabilir.  Bu ayetlerde geçen Hz.  Peygamberin Kur’an’ı açıklaması demek, onun Kur’an metninde bulunmayan bir takım ek bilgiler ortaya koyması demektir. Mesela emir niteliğindeki bazı ayetlerin farziyet mi, tavsiye mi yoksa mubahlık mı ifade ettiğini Hz. Peygamberden öğrenilebilir. 

Hz.  Peygamberin Helal ve Haram Kılma Yetkisine Sahip olduğuna Dair ayetler: Tevbe 29: “Kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlere, ezilip büzülerek kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”; Araf 157: “Onlar ki ellerinde ki Tevrat ve İncil’de yazılı bulunan o elçiye, o ümmi peygambere uyarlar. O Peygamber ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten men eder; onlara temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O peygambere iman edip, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.” Bu ayetler Allah ve Resulünün haram kıldıklarını aynen kabul etmenin zorunlu olduğunu gösterir. Burada unutulmaması gereken Hz.  Peygamberde Allah’ın iradesi uyarınca bu yetkiyi kullanabilir. Allah’ın yetkisi tamamen bağımsız, Resulünün ki vahye dayalı ve ondan kaynaklanan bir yetkidir. Tahrim 1-2: “Ey Peygamber, eşlerinin gönlünü almak, onları memnun etmek için, Allah’ın sana helal kıldığını niçin kendine haram kılıyorsun?Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Şüphesiz Allah (kefaret şartı ile) yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır.” Bu ayette eleştiri konusu olan “Allah’ın helal kıldığını haram kılması hususunda Peygamber uyarılmıştır. Anlaşılıyor ki Peygamberin içtihadı gereği koyduğu yasak, Allah’ın koyduğu yasak gibi olamaz. Aralarında fark vardır” sözleri sünnetin haram-helal  konusunda koyduğu hükümlerin mutlak bağlayıcı olmadığını ispata yönelik bir manevra olarak değerlendirilebilir. Halbuki ayet  Hz. Peygamberin bir eşinin kendisine bal şerbeti içirmesi, diğer eşlerinin de kıskançlık duygusuna kapılarak Hz. Peygamberden hoş olmayan bir koku geldiğini söylemeleri ve bu suretle ikramda bulunan eşini gözden düşürmeye çalışmaları karşısında o, bir daha bal şerbeti içmemeye yemin eder. Burada helal olan bal şerbetinin hükmünün değiştirilerek haram kılınması elbette söz konusu değildir. Çünkü Hz.  Peygamber bütün Müslümanları bağlayıcı bir hüküm olarak “bal şerbeti herkese haramdır” dememiş, sahabenin hiç biride bal şerbetinin haram olduğunu aklına getirmemiştir. Burada “Peygamberin içtihadı” ile kastedilen, Kur’an’daki ilkelere kıyas etme olarak sanılıyorsa, şu unutulmamalıdır ki bazı içtihatlar bağlayıcılık açısından Kur’an’ın emir ve yasaklarından geri kalmaz. Mesela: Kur’an’da açıkça uyuşturucu maddelerin haramlığı zikredilmemiştir. Ancak haram kılınan içki ile Kur’ani naslara bakılarak hükmü verilen uyuşturucu arasında bir fark yoktur. Yine sünnetin bağlayıcılığı ile ilgili “Allah’ın elçisi vasıtasıyla insanlığa gönderdiği Kur’an’daki nehiylere “haram”, Hz. Peygamberin nehiylerine ise “yasak” demek doğru olur” iddiasında ise şunu söylemek gerekir. Yasak ve haram arasında, birinin Arapça, birinin Türkçe bir kelime olmasından başka bir fark yoktur. Haramın anlamı da “yapılması yasak olan” dır. Haramı haram yapan ondaki niteliktir. Bu nitelik Kur’an dışında da olabilir. Hz. Peygamberin haram kıldığı şeyler zaten Kur’an’a dayandırılarak haram kılınmıştır. 

Hz. Peygamberin, Müslümanların Uyması Gereken Güzel Örnek Olduğuna Dair Ayet: Ahzab 21: “Andolsun ki, Allah’ın peygamberlerinde sizin için Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır.” Bilindiği üzere yeni bir kitap göndermeyen birçok peygamber vardır, ancak bir peygamber olmaksızın gönderilen herhangi bir kutsal kitap yoktur. Mekke müşrikleri de Kur’an’ın kendilerine peygamber aracılığı olmaksızın, doğrudan gönderilmesini defalarca istedikleri halde bu istekleri reddedilmiştir. Bunun sebebi gayet açıktır ki, insanlığın sadece kutsal bir kitaba değil, bu kitabın içeriğini kendilerine öğretecek bir öğretmene de ihtiyaç vardır. Ayette sözü edilen örnek almanın farziyet mi yoksa müstehap mı olduğu konusunda ihtilaf vardır. Ancak örnek almanın dini hususlarda farz, dünyevi konularda ise müstehap olarak yorumlanması da mümkündür. (Kurtubi)

Sünneti Temellendirmede İzlenilen Bazı Tartışmalı Yaklaşımlar

Necm, 3-4: “O kendi arzu ve hevasından bir şey konuşmamaktadır, o vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” Sünnetin İslam’da bir delil ve kaynak olduğunu ispat etmek amacıyla en fazla başvurulan ayetlerin başında gelen bu ayetin yanlış anlaşılması, Müslümanların sünnet hakkında yanlış kanaate varmalarına sebep olmuştur. Ayetin “o kendi arzu ve hevasından bir şey konuşmamaktadır” bölümüne bakarak Peygamberin sözlerinin yani sünnetin de vahiy ürünü olduğunu söylemek son derece yanlıştır. Necm suresinin 1-18.  ayetlerini bir bütün olarak değerlendirdiğimizde Kureyşlilerin “O bu Kur’an’ı kendisi söyleyip uyduruyor” demelerine bir cevap olarak indiğini görebiliriz. Buna göre “O kendi arzu ve hevasından bir şey konuşmamaktadır” demek, O Kur’an’ı kendi arzu ve hevasından uydurmaz demektir. Yani onun (Kur’an olduğunu) söylediği, Ancak Allah’tan gelen bir vahiydir. Çünkü ayetin devamında “o vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir” denmektedir. Feth, 10: “(Ey Muhammed) Sana biat edenler, aslında Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Her kimde Allah’a verdiği sözü tutarsa, Allah ona en büyük bir mükafat verecektir” ayeti de sünneti temellendirmek amacıyla kullanılan ayetlerdendir. Bu ayet Hudeybiye’de yapılan bidatten bahsetmektedir. Sözü edilen biat/bağlılık belli bir konuda yapılan biattir. Bu Hz.  Peygambere her hususta mutlak itaat edileceğine dair genel bir biat değildir. Ölüm pahasına müşriklerle savaşma ile ilgilidir. Sünneti temellendirmek amacıyla Hz.  Peygamberin “ismet” kavramına da başvurulduğu görülmektedir. Şunu belirtelim ki, Hz.  Peygamberin kasten hata yapmaktan masum olduğu kuşkusuzdur. Bu şekilde hata yapabileceğini kabul edenler, Allah’ın onu bu hatası üzere bırakmayıp hemen uyaracağını ilave ederek,  Hz.  Peygamberin “ismet” ini korumaya çalışmışlardır. Nur 63: “Peygamberi kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden birini siper ederek sıvışıp gidenleri elbette Allah bilmektedir. Bu sebeple onun emrine aykırı davrananlar başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok feci bir azap isabet etmesinden sakınsınlar” ayeti de sünneti Temellendirmede delil olarak ileri sürülebilir.  “Bu sebeple onun emrine aykırı davrananlar” ifadesi ile  Hz.  Peygamberin kastedildiği söylenmektedir. Ancak  ayetteki (huve)zamirinin Allah’a ait olması da mümkündür. Sonuç olarak bu ayetin kesin bir delil olabileceğini söylemek mümkün değildir. Hemen belirtelim ki sünneti temellendirmek için yeterince açık ayet vardır. Fakat nuzül sebepler farklılık gösteren ayetleri bu amaçla kullanmak ta yanlıştır.

Sünnetin Mahiyeti ile İlgili Tartışmalar

Kur’an dışında vahiy var mıdır?

Sünnetin tamamının vahiy ürünü olduğunu söylemek imkansızdır. Ancak vahiy dışında Hz.  Peygamberin Cenab-ı Hak ile herhangi bir iletişim veya diyalog kurma imkanından mahrum olduğu anlamında anlaşılmamalıdır. Adına ister vahiy, ister ilham, isterse başka bir şey densin, Resulullahın vahiy dışında Allah (cc) ile temas kurmuş olması mümkündür. Bu açıdan birkaç ayete bakarak Kur’an dışı vahyi sünnetin tamamına yaymakta hata olur.

Kutsi Hadisler

Hadis ilmi açısından kutsi hadislerle diğer hadisler arasında herhangi bir fark yoktur. Zira her iki türe dahil hadislerde bir takım râviler aracılığı ile yani isnad ile bize ulaşmaktadır. Yine her iki tür hadisler içerisinde sahih olanların yanında hasen, zayıf veya mevzu (uydurma) olanları bulunmaktadır. Kutsi olmayan hadislerden örnek verecek olursak: Mesela “Bu Kur’an Allah’ın sofrasıdır. Bu sofradan alabildiğinizi almaya çalışın” sözü Abdurrezzak ve ed-Dârimi tarafından Abdullah b.  Mesudun sözü olarak nakledilirken, el-Hakim tarafından Hz.  Peygamberin sözü olarak rivayet edilmiştir. İşte normal hadisler için söz konusu olan bu durum Kutsi hadisler içinde geçerli olabilir. Özetleyecek olursak kutsi hadislerin diğer hadislerden herhangi bir ayrıcalığı yoktur. Yani diğer hadisler gibi değerlendirilir. İsnadının sağlamlığı, metninde de İslam’ın ruhuna, Kur’an’ın esaslarına uygunluğu sağlanırsa, o takdirde bu hadisin sahih olduğuna hükmedilir.

Hz.  Peygamberin Konumuyla İlgili Bazı Yanlış Yaklaşımlar

Sünnetle ilgili diğer aşırı uç ise sünnetin tümünün vahiy ürünü olduğu görüşüne tepki olarak ortaya çıkan Hz. Peygamberin Kur’an dışında vahiy alamadığını ve Kur’an’ın vahyi dışında sıradan bir insandan farkı olmadığını ileri süren görüştür. Bunu  kısaca Hz.  Peygamberin sekülerleştirilmesi olarak tanımlamak uygundur. S.  Nakib el-Attas bu konu hakkındaki eleştirilerini şu şekilde belirtmiştir: Bu düşünceye sahip insanlar Kur’an’da Yüce ve Ulu Allah’ın: Hz.  Peygambere “bizim gibi bir insan” olduğunu söylemesini emrettiği ayetin (Kehf, 110) altını çizerek yaptılar. Onların bu ayetin altını çizmeleri ve sürekli olarak vurgulamaları bize Hz.  Peygamberin bir melek, bir ilah ya da insan suretine girmiş bir tanrı olmadığını, bir beşer, bir ölümlü olduğu gerçeğini güya hatırlatmak içindir. Peki bunu ne amaçla yaparlar? Hepimiz inançsız, kafiriz de bizi bu gerçeği düşünmeye mi davet ediyorlar? Şunu bilmelidirler ki, ilk defa keşfettiklerini sanıp, alıntı yaptıkları ayet aslında inançsızlara matuftur – ilgilendirir- Kur’anı Kerimde yer alan başka ayetlerde de, diğer peygamberlere de benzer şeyi söylemeleri emredilmiştir. Bunların hepsi de inançsızlar içindir. (Enam, 91; İbrahim, 10-11; İsra, 93-94; Kehf, 110; Enbiya, 23) İnanalar, Peygamberlerinin insan olduğunu zaten bilirler. Hz.  Peygamber sıradan bir insan olsaydı, ashabın onu örnek alması lüzumsuz bir şey olurdu. Bu örnek alış ise onda (sav) diğer insanlarda birtakım meziyet ve faziletlerin bulunduğunu, dolayısıyla onun sıradan biri olarak görülmediğini ortaya koymaktadır. Şu unutulmamalıdır ki, onun sünneti sadece hükümlerden ibaret değildir. Onun Peygamberlik görevini yerine getirirken gösterdiği azim, kararlılık, bireysel ve toplumsal ilişkilerinde ortaya koyduğu yüce ahlakı; tevazuu, hilmi (Yumuşaklılığı), sabrı, feragati, iyilikseverliği, adalet bilinci, kısaca Müslümanların “ilk ve en mükemmel Örneği”nin sahip olduğu ahlaki faziletler de sünnetin bir parçasıdır. Allah’ın son dini İslam’ı insanlığa sunması ve Kur’an’ı tebliğ için seçtiği bir insanın sıradan biri olduğunu düşünmek kabul edilemeyecek bir tavırdır. Çünkü “Bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiş olan” (Enbiya, 107) ve “Yüce bir ahlak üzere olduğu” (Kalem, 4) bir Peygamberi “sıradan” olarak nitelendirmek ona açıkça haksızlık ve insafsızlıktır. Seyyid Kutup “ve sen yüce bir ahlaka sahipsin” ayeti ile ilgili şunları söylemektedir. -Hiç kuşkusuz Yüce Allah Peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bütün evrensel büyüklüğü ile son Peygamberlik misyonunu -bu yüce kişiliği ile- Hz.  Muhammed’den başkası taşıyamazdı. Hz.  Peygamber ne bir melek, ne de bir “yarı insan-yarı ilah’tır”. Bilakis “o bir insandır ama sıradan biri değil, bir insanın olabileceği kadar mükemmel bir insandır.” İnsanlık kıyamete kadar onun büyüklüğü karşısında saygıyla eğilecektir. Müslüman ise “Allah ve melekleri Peygamber’e salat ederler. Ey mü’minler sizde ona salat edin ve selam verin” (Ahzab, 56) ayeti uyarınca, ona karşı duyduğu saygı ve sevgiyi daima şu sözlerle dile getirmeye devam edecektir:  “Salat ve Selam senin üzerine olsun Ey Allah’ın Resulü!”   (Pr. Dr. Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet / Eleştirel Bir Yaklaşım)

.

Oryantalist hadis anlayışı ve eleştirisi

Hadisleri bir uydurma sürecinin ürünü kabul eden Lammens, Becker tarafında eleştirilmiş ve ‘Her ne zaman İslami kaynaklar kendi görüşünü destekleyici bilgi sunsa, Lammens’in şüpheciliği ortada gözükmemektedir.’ diyerek onun bu yaklaşımının onu tarafsız bir tarihçiden ziyade bir polemikçiye dönüştürdüğünü belirtmektedir. (C. H. Becker, Matters of fundamental importance for research into the life of Muhammad, s. 331, 334)

Oryantalist hadis anlayışı ve eleştirisi

Kur’an’ı vahiy değil Hz Muhammed’in yazdığını, hadislerin ise müşterek ravi denen özellikle tebeü’t-tabiin döneminde (2. yy) uydurulduğunu, siyer kitaplarının ise uydurma ve masallarla dolu olduğunu ileri süren oryantalistler tüm bu iddialarına rağmen, “sonradan uydurulan hadislerde ve siyer eserlerinde hala nasıl eksik, uydurma, zayıf rivayetlerin bulunduğuna” açıklık getirememektedirler. Öyle ya madem Müslümanlar kendileri yazdı neden eksik, kendilerine zarar verebilecek içerikle doldurdular da, yüzlerce yıl sonra oryantalistlere malzeme bıraktılar.

Bazı hadis terimleri
Ravi: Hadisi rivayet eden.
Senet-İsnad: Ravilerin adı yazılan isim zinciri.
Tarik: Yol, hadis isnadının diğer adı.
Muttasıl: Senedi kesintisiz hadise denir.
Sahih: Ravisi adil ve ezberi kuvvetli, senedi kesintisiz, hadisin metninde sorun olmayan hadis.
Sıhhat: Hadisin sağlamlığı, sahihliğini ifade eden kelime.
Sika/Siga: Güvenilir ravi.
Zabt: Ezberlediği hadisi unutma sorunu olmayan, ezberi kuvvetli ravi.
Adalet: Haramdan kaçınıp, helalleri yapan adil kişi.
Münekkid: Hadis ilminde derin ilmi bulunan hadis alimleri.
Cerh: Araştırma sonunda ravide eksik, hata bulunması.
Ta’dil: Araştırma sonunda ravinin güvenilirliğinin pekiştirilmesi.
İhticac, Huccet: Delil kabul edilen seçkin alim.
Tabakat: Tabakalar demektir. Hadis alimlerinin hayatlarının anlatıldığı kitaplardır.
Rical: Hadis rivayet etmekle meşgul olan insanlar.
Sahabe: Peygamberimizin arkadaşları.
Tabiin: Sahabeyi görenler anlamındadır.
Merfu hadis: Hz Resul’den gelen hadis.
Mevkuf hadis: Sahabeden gelen hadis.
Maktu hadis: Tabiinden gelen hadis.
Mürsel hadis: Tabiinden, sahabe atlanarak Hz Muhammed’e izafe edilen hadis.
Mudal hadis: Senette en az iki ravisi düşen hadis.
Müdelles hadis: Senetteki bir kusuru, eksiği gizlenen hadis.
Musannef: Sınıflandırılmış, tasnifi yapılmış hadisleri olduğu eserler.
Muvatta: Ahkam hadislerinin içerisinde bulunduğu eserler.
Sünen: Sünnetin çoğuludur, sünnetle alakalı eserlerdir.

Önsöz

XIX. ve XX. yüzyıllar hadisle ilgili oryantalist çalışmaların yoğun olduğu dönemlerdir. Bu asırda 600 civarında oryantalist 2.000’e yakın çalışma yapmıştır. İ. Goldziher, J. Schacht ve G. H. A. Juynboll bu konuda önde gelen oryantalistlerdendir. Bu oryantalistler hadislerin peygamberle bir alakasının olmadığını ileri sürerler. Müslümanlar hadislerin sıhhatini, sağlamlığını araştırmaya kendilerini adarlarken bu oryantalistler ise, uydurma olduğunu kabul ettikleri ve hadis adı ile İslami eserlerde geçen sözlerin ne zaman uydurulduğunu bulmaya dönük çalışmalar yapmışlardır. (s. 11)

Oryantalist çalışmalarında görülen ‘Hz.’ benzeri saygı ifadeleri de aslında bulunmayıp yazarlar tarafından ilave edilir. (s. 14)

Oryantalizm ve hadis ilmine oryantalist yaklaşımın tarihçesi

Hadislerin sıhhatini tespitte ehli rey (akıl) ve ehli hadis ekolleri aralarındaki bazı görüş farklılıklarına rağmen, 18. yüzyıla kadar daha çok ehli hadis merkezli bir sünnet anlayışı İslam toplumuna hakim idi. Ancak sömürge ülkeleri İslam alemini işgale başladıktan sonra, özellikle  Hindistan kökenli olmak üzere Ehli Kur’an (Kur’aniyyun) hareketi ortaya çıkmış, Kur’an dışındaki bilgi kaynaklarını reddetmişlerdir. (s. 17)

Müslümanların diğer dinler hakkındaki araştırmaları

Halife Mansur, Halife Memun dönemleri başta olmak üzere yaklaşık 3 asır tercüme faaliyetleri İslam aleminde çok yaygın idi. Aristo mantığı, Meşşailik adı altında İslam aleminde yaygınlaşmış, Farabi, İbni Sina ve ibni Rüşt bu akımın İslam alemindeki öncü filozofları olmuşlardır. 13. yüzyıl Avrupa’sında İbni Sina’cılık ve İbni Rüşt’çülük adıyla yaygın iki felsefi akım mevcuttu. (Bekir Karlığa, İslam düşüncesinin batı düşüncesine etkileri, s. 36-42, 58) Netice itibari ile Rönesans’ın hazırlanmasında Batının, İslam bilim ve felsefesine borçlu olduğu kabul edilmektedir. (Hüseyin Sarıoğlu, İbni Rüşt Felsefesi, s. 33; Ömer Mahir Alper, İbni Sina, s. 156) Başta Taberi, Cahız, İbni Hazm, 1162 yılında Müslüman olan Samuel b. Yahya el-Mağribi gibi birçok yazarlar Yahudi ve Hıristiyanlığı inceleyip reddiyeler yazmışlardır. (s. 19)

Hıristiyan ve Yahudilerin İslam hakkındaki araştırmaları

Yuhanna ed-Dımeşki ortaçağda İslam hakkındaki bilgilerin temel kaynağıydı. Ona göre İslam Hıristiyanlığın içinden çıkmış sapık bir mezhepti. Hz Muhammed İncil ve Tevrat’ı görmüş, Bahira ile karşılaşmış ve sonunda sapık bir mezhep kurmuş sahte bir peygamber ve deccalin habercisi idi. Daha sonra rahip el-Venerable’nin öncülüğünde Toledo Külliyatı oluşturulur. 12 ve 13. yüzyıllarda bazı İslami eserler tercüme edilir ve reddiyeler yazılır. Henry Stubbe, Geothe, Thomas Carlyle gibi düşünürler istisna olarak İslam hakkında olumlu eser yazan düşünürlerdir. (s. 20) Yuhanna ed-Dımeşki’nin anlayışı günümüze kadar gelmiştir. Yahudi kroniklerinde (Tarihi sıralamalarda ) Hz peygamber Yahudi kökenli gösterilmekte veya Hıristiyan kökenli bir mecnun, lanetli olarak (Nuh Arslantaş, Yahudilere göre Hz Muhammed, s. 206-214) tanımlanmakta idi. (s. 21) Southern’in ‘Ortaçağda batının İslam’a bakışı’ adlı kitabındaki ifadesine göre bu dönem, bilim ve objektiflikten uzak cehalet asrıydı. (Hamdi Zakzuk, Oryantalizm, s.12) Edward Said 1800-1910 yılları arasında oryantalistlerin İslam hakkında 60.000 kitap yazdığını söylemektedir. (Said, Oryantalizm, s. 325) Renan, Muir, Goldziher, Margoliouth, Massignon, Gibb gibi oryantalistler ise son zamanlarda adı öne çıkan insanlardır. (s. 24)

Batı’da hadisle ilgili çalışmaların başlaması

İlk İslam ansiklopesidi kabul edilen ‘Bibliotheque Orientale’i hazırlayan Fransız oryantalist Herbelot’a göre hadisler çoğunlukla Talmut’tan alınmıştır. Daha sonra kendini samimi bir Yahudi olarak niteleyen Ignaz Goldziher bu konuda adını duyurmuştur. Tarihi tenkid metodunu hadislere uygulamıştır. (s. 25)

Oryantalistlerin hadislerle ilgilenme sebepleri

Oryantalistler, İslam araştırmalarında misyonerlik, ilmi, ticari, siyasi ve sömürgecilik gibi farklı amaçları taşımaktaydı. (Mişel Cuha, ad-Dirasatul-arabiyye, s. 19-23; Mehmet Görmez, Oryantalizmi hadis araştırmaya iten temel faktörler, İslamiyat III, s. 11-31; i. H. Göksoy, Snouck-Hurgronje, Christian, DİA, XXXVIII, 340; Yücel Bulut, Oryantalizmin kısa tarihi, s. 90) Oryantalistlerin günümüzdeki araştırmalarına, bakınca ortaçağdan itibaren İslam algısının değişmediğini, aksine pekiştiğini görmekteyiz. (s. 27)

Arent Jan Wensinck adlı oryantalistin ‘Hadisin önemi’ adlı makalesinde, İslam’ın kısa süre içinde evrensel bir dine dönüşmesinin sırrının, hadis araştırmalarında yattığını ifade etmektedir. (Mehmet Görmez, Oryantalizmi hadis araştırmaya iten temel faktörler, s. 18) Margoliouth, ‘İslam’da hadis üzerine’ adlı makalesinde, İslam’ın köklü bir gelenek oluşturmasını hadislere borçlu olduğunu belirtir. (David Samuel Margoliouth, On Moslem Tradition, s. 113-121) Johann W. Fück ise, ‘Hadisçiliğin İslami geleneğin oluşmasındaki rolü’ adlı makalesinde, İslam kültürünün tekparça olmasının en önemli sebebi daha ziyade Hz Peygamberin örnekliğidir. (Fück, s. 146)  derken John Voll’e göre de hadis külliyatının çizdiği şekliyle sünnet, İslam’ın değişimlere karşı kullanılan en büyük mukavemet gücüydü. (Voll, İslam süreklilik ve değişim, s. 25,65, 84, 190)

Dünyanın her tarafında Müslümanların günlük hayatı hadisler tarafından yönlendiriliyordu. Farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar arasındaki kültür birliği, ortak hayat tarzını sağlayan yegane şey Hz Peygamberin sünnetiydi. Bu durum oryantalistler için hadis araştırmalarını zorunlu hale getirmişti. (Görmez, s. 12-30)

Batıda hadis araştırmalarının misyonerlik ruhunun egemen olduğu dönemde değil de, siyasi-ticari gayelerin sömürge hareketlerine dönüştüğü zamanlarda çoğalması, araştırmaların akademik merak, misyonerlikten çok siyasi amaçları hedeflediği görüşünü desteklemektedir. (s. 50)

Oryantalistik hadis araştırmalarının tarihi ve kültürel arka planı

Genelde İslam ve özelde hadis hakkında araştırma yapan oryantalistler, kendi tarihsel ve kültürel arka planlarından etkilenmişlerdir. (Harald Motzki, Hadis tarihlendirme metotları, s. 113) Yapılan İlmi çalışmalar, Tevrat’ın çeşitli dönemlerde farklı yazarlar tarafından kaleme alındığını, metin üzerinde düzeltme, değiştirme ve ilaveler yapıldığını, metnin tek kişi yani Hz Musa’ya nispet edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Kutsal metinlerin belli şahıslara ait oluşuyla ilgili dini gelenek geçerliliğini yitirmişti. (s. 30) İncil, yazarlar tarafında kaleme alınmış ancak tanrı, yazarların yaptığı işin sorumluluğunu üstüne almıştır. İçerik bakımından birbirini tutmayan yazılı metinler İznik konsili ile elemeye tabi tutulmuştur. 18. yüzyıldan itibaren tenkit ilminin İncil ve Tevrat’a uygulanması sonucunda tarihi gerçeklerle bağdaşmayan ifadeler, ilme aykırı bilgiler, dil ve üsluptaki farklılıklar, Kitabı Mukaddes’in (İncil, Tevrat ve Zebur’un) tamamının aynı kutsal ruhun ilhamıyla tanrı tarafından yazdırılan bir kitap olduğu inancını sarsmıştır. Kutsal kitap yazarlarının eserlerine kendi damgalarını vurdukları kabul edilmiştir. Dolayısı ile yazarların karakterleri, metinlerin hangi şartlarda ve ortamda, hangi sebeplerle ve kimin için yazıldıkları bilinmediği takdirde onları anlamanın mümkün olamayacağı kabul edilmiştir. (Ömer Faruk Harman, Ahdi Cedid, DİA I/507) Kutsal metinler sadece ilahi değil insani unsurları da barındırmakta idi. Julius Wellhausen kitabı mukaddesteki her kitabın, yazıldığı dönemin tarih kaynağı olarak değerlendirilebileceğini ifade eder. (Ali Dere, Oryantalistlerin hadise yaklaşımları, s. 18) Oryantalistlere göre kutsal metinler gibi Kur’an’da vahiy ürünü değildir. Kur’an’ın Yahudi ve Hıristiyan kaynaklı olduğu iddiasındadırlar. (s. 31)

Oryantalist hadis anlayışının kurucuları

Ignaz Goldziher: Koyu Yahudi bir çevrede büyür Macar krallığı saray müşaviri olur İngiliz enformasyon bakanlığı adına doğu uzmanı olarak çalışır. Kahire’de 1873 ve 1874 yılları arasında Ezher üniversitesi hocalarının derslerini takip eder. Hadis alanındaki iki ciltlik ‘Muhammedanische studien’ adlı eseri ile meşhur olmuştur. (s. 35)

Joseph Schacht: Küçük yaşlarda Yahudi hahamlardan dersler alır ve İbranice öğrenir. İslam hukuku alanında doktora yapar. (s. 37)

Gautier Herald A. Juynboll: Oryantalizm araştırmalarıyla ünlü bir aileden gelir. 2010 yılında vefat etmiştir.

Temel hadis kavramlarıyla ilgili oryantalist iddialar ve eleştirisi

Oryantalistler hadis, sünnet, isnad gibi kavramalara Müslümanlardan farklı anlamlar yüklemişlerdir.

Hadis ve Sünnet Yerine “ tradition-gelenek” kavramını kullanmaları

Oryantalistler hadis yerine gelenek veya yaşayan gelenek ifadelerini kullanırlar. Onlara göre hadis, peygamberle alakalı değildir, Müslümanların zaman içerisinde geliştirdikleri gelenekleri ifade eder. (s. 44) Oryantalistler, kendi dinlerinde geleneğin önemli bir yer kaplaması nedeniyle hadislerin de Hz. Peygamber ile bir ilişkisinin olmadığını ifade etmek için kullanmaktadırlar. Kendi dinlerinde olduğu gibi İslam’da da hadis diye bilinen sözlerin aslında birer gelenek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlara göre gelenek dinin kaynağıdır. Ama bu geleneğin Hz İsa ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. (s. 45) Gelenek Hz. İsa’dan sonraki döneme işaret etmektedir. Böylece oryantalistler hadis veya sünnet yerine tradition (gelenek) tabirini kullanmak suretiyle bunların Hz. Peygamber’le bir ilişkisinin bulunmadığını ifade etmek istemektedirler. (s. 46) Goldziher’e göre hadis siyasi çatışmalar ve mezhep ihtilaflarında, tarafların kendi görüşlerini peygamberin sözleriyle destekleme teşebbüslerinin sonucudur. (Goldziher, Muslim studies, II/19) Oryantalist Margoliougth’a göre Hz. Peygamber Kur’an dışında hiçbir dini hüküm bırakmamıştır. Sünnet diye bilinen İslam öncesi Arap örfüdür. Bu Arap örfünü dini bir kural haline getirmek isteyen II. yüzyıl Müslümanları hadisler uydurmuştur. (Fazlurrahman, İslam, s. 63)

Hadis kavramı hakkındaki iddiaları

Ignaz Goldziher’e göre hadis, peygamber’e nispet edilen şifahi sözdür. Sünnet ise ilk Müslümanların uygulamalarıdır. (s. 49) Schacht da hadislerin mezheplerin görüşlerinin önce tabiin, sonra sahabe, en sonunda da peygambere nispet edilmesidir. İmamı Şafi’den sonra bu hadisler en üstü mertebeye ulaştırmıştır. (J. Schacht, Origins of Muhammadan Jurisprudence, s.140) Juynboll, Goldziher ve Schacht’a göre, hadisler dini bir metin değil, İslam toplumunun siyasi, sosyal ve kültürel durumlarını yansıtan tarihi metinlerdir. (s. 51)

Sünnet ve peygamberin sünneti hakkındaki iddiaları

Goldziher’e göre islami sünnet eski Arap anlayışının yeniden gözden geçirilmiş şeklidir. Ona göre sünnet, ilk Müslüman cemaatin uygulamaları, hadis ise bu uygulamaların Hz. peygambere sözle nispet edilmesidir. (Goldziher, Muslim studies, II/24-28) Juynboll, sünnetle ilgili görüşüne delil olmak üzere Hz. Ömer’in, ölüm döşeğinde, etrafındakilere karşılaştıkları problemleri çözmek için Kur’ana, muhacirlere, ensara, çöl halkına ve son olarak ehl-i zimmete başvurmalarını tavsiye ettiğine dair bir bilgi nakleder. Aslında Hz. Ömer’in tavsiyesinin Juynboll tarafından naklettikleri ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. ‘Kur’an lafzını’ metne Juynboll ilave etmiştir. Başvurmalarını  ise söz edilmemektedir. ‘Yönetime geleceklerin’ hassas  davranmaları, onların halkın haklarını korumaları tavsiye edilmektedir. Juynboll  önce metnine ‘Kur’an’ kelimesini  ilave etmiş, sonra da onu bağlamıyla hiç ilgisi bulunmayacak şekilde yorumlamıştır. Onun  hatası Daniel Brown tarafından da aynen tekrar edilmiştir. (s. 53)

Hadis ve sünnet kavramlarıyla ilgili iddiaların eleştirisi

Sünnet kelimesi yerine oryantalistler gelenek kavramını kullanmaktadırlar. Bu kavram Hıristiyanlıkta kilisenin din hakkındaki kararlarını ifade etmektedir ve Hz. İsa ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Hadis veya sünnetin de Hz. Peygamberle bir ilgisinin bulunmadığı iddiası ile oryantalistler hadis ve sünnet yerine gelenek kavramını kullanmaktadırlar.  (s. 56) İslam alimlerine göre ise sünnet genel anlamda peygamberimizin ‘Örnek alınan uygulamaları’ anlamında kullanmaktadırlar. Hz. Peygamber, “ sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” ve “size iki şey bırakıyorum, onlara tutunduğunuz sürece sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve peygamberin sünneti .” buyurmuştur. (Buhari,”Nikah”, 1; Müslim, “ nikah”, 5; Malik, “Kader”, 3) Hicri I. asırdan itibaren sünnet, peygamberimize nispet edilerek peygamber’in sünneti şeklinde kullanılmakta idi. Hz Ebu Bekr, Ömer, Ali, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer’den bu konuda bir çok rivayet bulunmaktadır. (Malik, Feraiz, 4; Tirmizi, Feraiz, 10; Ebu Davud, Feraiz, 5, 40; Müslim, Talak, 44-Mesacid,257; Buhari, hac, 34- Ahkam, 43;Nesai, İftah, 13- İmamet, 50; Abdürrezzak b. Hemmam, Musannef, V/34) Bu durum oryantalistlerin ilk dönemlerde sünnetin siyasi anlamda kullanıldığı iddiasının isabetli olmadığını göstermektedir. Peygamberin sünneti tabiri, sahabe ve tabiin dönemlerinde de kullanılmakta idi.   (s. 58) oryantalislerden Bravmann da ‘The Spiritual Background of Early Islam’  isimli eserinde sünnet kelimesinin başlangıçtan itibaren peygamberin sünneti anlamında kullanıldığına dikkat çeker. (Bravmann, s. 123 194) Dolayısı ile oryantalistlerin peygamber sünneti kelimesini hicri ikinci asır sonlarında ortaya çıktığı iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. (s. 59)

Hadis kavramı

Goldziher ve Schacht isnadların sonradan ortaya çıktığını iddia ederler ve ehl-i rey (akıl ekolü) taraftarlarının sünnete değer vermediğini iddia ederler. Hâlbuki Ebu Hanife, ‘insanlara öğrettiğiniz şeylerin en faziletlisi sünnettir.’ demektedir. Ayrıca Ebu Hanife’nin ‘peygamberimiz şöyle buyurmuştur, gelen rivayet şöyledir, Resulullah’tan bir rivayet gelmiştir.’ türü sözleri de hadise verdiği öneme delalet eder. (Ebu Hanife, el Alim, s. 10, 24 25; Ebu Yusuf, İhtilaf, s. 172, 21,16,78) İçtihadının gerekçesinin kendisin ulaşan hadisler olduğunuda ifade etmektedir. (s. 60) Oryantalistler hicri 2. asırda sahabe ve tabiin’in görüşlerini (mevkuf, maktu) peygambere nispet edildiği (merfu) görüşü de gerçeği yansıtmamaktadır çünkü hicri 2. asrın sonlarında yazılan birçok musannef, cami’, sünen ve müsnet türü eserlerde birçok mevkuf ve maktu hadis bulunmaktadır. Oryantalistlerin iddiası gerçek olsaydı, 3. asır hadis kitaplarında mevkuf ve maktu rivayetlerin bulunmaması gerekirdi. Bu iddianın yanlışlığını ortaya koyan diğer bir husus ‘reffa’ kavramıdır. Bu kavram mevkuf veya maktu rivayetleri peygambere nispet eden ravi anlamında kullanılmaktadır. Rical kitaplarında bunların kim oldukları tespit edilmiştir. (s. 63) Eğer oryantalistlerin iddia ettikleri gibi mevkuf hadisler merfu hale getirilseydi, 3. asırda hadis kitaplarında mevkuf rivayetler olmamalıydı. (s. 64)

İsnat hakkındaki iddiaları ve eleştirisi

Leone Caetani’ye göre isnadlar sonradan metinlere eklenmiştir. (s. 66) Scahacht’a göre isnadlar keyfi olarak oluşturulmuştur. (Scahacht, Origins, s. 163) juynboll’a göre de isnadlar uydurulmuştur. (Juynboll, Hadis tarihinin yeniden inşası, s. 101) İbn Şirin’in açıklaması ile isnadların uydurulmaya başlandığını Schacht iddia eder. Şirin hicri 110′ da vefat etmiştir. Harald Motzki, James Robson ve Gautier Harald juynboll, Schacht’ın fitnenin başlangıç tarihi ile ilgili iddialarını reddederek hicri 30 civarı olduğunu ileri sürerler. Dolayısı ile isnadda bu tarihten itibaren başlamıştır. Oryantalist iddia, hemen hemen tüm isnadların uydurma olduğu şeklindedir. Bu iddia aynı zamanda tüm İslam toplumunu yalana göz yummakla itham etmek gibi büyük bir iftirayı da içermektedir. Halbuki Ali İmran, 78; Tevbe, 90; Mümin, 28; Müslim, Birr, 103-105- İman, 106-108; Buhari, Edep, 69- İman, 24- İlim, 38; Hanbel, IV, 183; Davud, Edep, 71 gibi daha birçok ayet ve hadis ile İslam’da yalan söylemek yasaklanmıştır. Normal hayatta yalan söylenmesi yasaklanan bir dinin mensuplarının topluca, üstelik peygamberleri hakkında yalan söylemeleri veya bu yalanlara göz yummaları ne akla uygundur ne de tarihi gerçeklerle örtüşür. Hadis rivayetinde bir kere yalan söylediği tespit edilen ‘Kezzab; yalancı’ olarak nitelendirilir. Bu durum Müslümanların toptan yalan söylediğini değil, yalan söyleyenleri takip ve tespit ettiklerini göstermektedir. İsnadlarda zayıf veya kezzab ravilerin olması, aslında oryantalist iddiayı da yalanlamaktadır. Oryantalistler haklı olsalardı ‘tüm ravilerin sıga/güvenilir ravilerden oluşması gerekirdi. (s. 74)

İsnadla ilgili oryantalist kavramlar ve eleştirisi

Müşterek ravi

Oryantalistlere göre hadisi uyduran, senedi ortaya atan, icad edendir. (Juynboll, Hadis ilmindeki kimi terimlerin yeniden değerlendirilmesi, s. 145) Müşterek ravi hadisi birden çok öğrenciye aktaran ravidir. Yani bir isnad nerede dallanmaya başlarsa, müşterek ravi odur. (Juynboll, İsnad analiz metotları, s. 67,74) Şa’bî, Zühri, Hişam b. Urve, A’meş, Muhammed b. İshak, Süfyan es-Sevri, Malik b. Enes, Abdullah b. Mübarek, Süfyan b. Uyeyne…gibi. Oryantalistlere göre müşterek ravi, hadis metin/sened uydurucularıdır. (s. 77, 87, 102,107)

Juynboll’a göre Müslümanlar müşterek ravi olgusunu biliyorlardı. (s. 78) Aynı oryantaliste göre müşterek ravi ile ‘Medar ve Teferrüd’ kavramları aynı anlamdadır. (Juynboll, Hadis ilmindeki kimi terimlerin yeniden değerlendirilmesi, s. 141, 145, 148, 149) Schacht ve Juynboll’a göre müşterek ravi olmanın tek ölçüsü, öğrencilerinin çok olmasıdır. Bu tarih boyunca etrafında talebe toplanmış alimleri sahtekar olarak nitelemek demektir.   Halbuki bu o insanların söz sahibi oldukları ilimde otorite olmaları, bilgilerine müracaat edilen biri olmalarından kaynaklanmaktadır. (s. 84) Schacht ve Juynboll tarafından müşterek ravi yani uydurmacıların başı olarak nitelendirilen Şa’bî ve Zühri, ‘aslında hadis uydurmalarını önlemek amacı ile’ isnad faaliyetlerini başlatan  alimlerdir. Diğer adı geçen hadis alimleri ise ravileri rech ve ta’dîl eden (Araştırma yaparak ravilerin yalanlarını ortaya çıkaran veya sıga/güvenilirliklerini ortaya koyan) tenkit ehli hadis alimleridir. (Emin Aşıkkutlu, Hadiste rical tenkidi, s. 48, 55) Halbuki bu alimler tedlisi (Hocasında duymadığı hadisi duymuş gibi rivayet eden raviyi) bile yalanın kardeşi kabul eden, önde gelen hadis alimleridir. (Hatib el-Bağdadi, el-Kifaye, s. 393) Söz konusu alimlerden hadis uydurmakla nitelendirilen veya güvenilir olmayan yok gibidir. (İbni Hacer, Tehzib, II/304) Müşterek ravi iddiası ile oryantalistler, hadis ilmine olan güveni sarsmayı amaçlamaktadırlar ve aslında bu iddia bir kurgudan başka bir şey değildir. (s. 86) Medar ravi, birçok hadis hocasının hadislerini insadlarıyla bir araya getiren, toplayan ve aktaran kişidir. Bu kişiler, oryantalist iddiaların aksine haklarında hadis uydurduğu veya güvenilir olmadıklarına dair herhangi bir bilgi İslami kaynaklarda bulunmayan kişilerdir. (s. 87) Hatta uydurmak değil aksine, bu tür faaliyetleri önlemek amacı ile ravi tenkiti ile tanınmış kişilerdir. (s. 88)

Aile isnadlarının uydurma olduğu iddiası

Schacht, Juynboll aile üyeleri arasındaki isnadı da uydurma kabul ederler. (s. 89) Sistematik rivayetin bulunmadığı dönemlerde sahabe çocuklarının babalarından hadis alma arzusu, aile isnadlarının oluşmasında en önemli etkenlerden biri olmuştur. (s. 91) Hicri II. asır sonrası, sistematik rivayetlere geçişle birlikte aile isnadları önemli ölçüde kesintiye uğramıştır. (Bekir Kuzudişli, Hadis rivayetlerinde aile isnadları, s. 203) Aile isnadlarının bir kısmında yalancı ve zayıf raviler tespit edilmiştir. Bu durum oryantalist iddialarını da yalanlamaktadır çünkü, aile isnadlarının tamamı uydurulmuş olsa idi raviler içinde güvenilir olmayan hiçbir ravinin bulunmaması gerekirdi. Bu durum aile isnadlarının hemen kabul edilmediğinin de göstergesidir. (s. 91) Hadis alimlerinin kendi ailesine mensup ravileri eleştirmeleri de, her aile isnadını güvenilir kabul etmediklerinin delilidir. (Kuzudişli, s. 336, 343, 383) Oryantalistlerin aksine hadis alimleri, genellemeci bir yaklaşım sergilememişler, her isnadı tek tek araştırarak değerlendirmişlerdir. (s. 92)

İsnadların gelişmesi iddiası

Oryantalistlere göre isnadlardaki eksiklikler zamanla tamamlanmış, kesinti olan yerler düzeltilmiş, raviler keyfi bir tutum içinde davranmışlardır. Schacht, ‘hicri III. asırda, Kütüb-i sitte ile isnadlar mükemmelleştirilmiştir’ derken, Juynboll’a göre isnadlardaki kopuklukları gidermek için uydurma raviler ortaya atılmıştır. (s. 93) Hicri II. asırda muttasıl isnadlar kadar munkatı-kesintili isnadlarda bulunmaktadır. Hatta bazı mürsel hadisler aslında muttasıldır: İbrahim en-Nehai, ‘Doğrudan İbni Mesud’dan naklettiğim zaman o, birçok tarikten gelmiştir.’ (Tirmizi, Sünen, V, 755) şeklinde açıklamada bulunmuştur. Hicri II. asıdan itibaren özellikle İmamı Şafii’nin, hadislerin sıhhatinde isnadın muttasıl olma şartını gerekli görmesinden sonra muttasıl isnadlı hadisler tercih edilmeye başlamıştır. Dolayısı ile III. asırdan itibaren isnadlarda mürsel-muttasıl oranı, muttasıl lehine değişmiştir. Bu oryantalistlerin iddia ettiği gibi III. asırdan daha önce munkatı/kesintili senedlere sahip olan hadislerin zamanla muttasıl hale getirildiği anlamına gelmemektedir. Hatta III. asırda bile hadis eserlerinde munkatı/mürsel/mudal isnadlı rivayetler bulunmaktaydı. Oryantalistlerin iddiası doğru olsa idi, III. asırda yazılan eserlerde munkatı isnadların bulunmaması gerekirdi. M. Fuad Abdülbaki’ye göre İbni Mace’nin Sünen’inde yer alan 4341 hadisten 613’ü zayıf isnadlı, 99’u ise uydurma veya aşırı derecede zayıftır. Ebu Davud’un Sünen’inde de 69 munkatı, 129 mübhem, 1000 civarında muallak ve 2 mudal rivayet bulunmaktadır. İsnadların mükemmelleştirilmesi gibi bir faaliyet için olsa idi İslam alimlerin bu eserleri övgü ile karşılanmalı, bu eksiklikler eleştirilmemeli idi. (s. 96)

Muammerun iddiası

İslam literatüründe yüz yıldan fazla yaşayan kişilere muammerun denir. (s. 97) Oryantalistlere göre bu isimler isnada dahil edilmiştir ve bu kişiler hayali kişilerdir. (s. 98) Mesela Juynboll tarafından muammerun arasında rivayet edildiği halde uzun yıllar yaşamış, Kufe ve Basra’da kadılık yapmış ‘Kadı’l-Mısreyn’ diye anılan Kadı Şurayh gibi alimler de bulunmaktadır. Tabiin’in tanınmış alimlerinden Ebu Rafi Nufey b. Rafi es-Saiğ ve hadis münekkidlerinden sika ve adil olarak vasıflanan Şa’bi, Süfyan b. Uyeyne, Süleyman A’meş gibi alimlerde  Juynboll tarafından uydurma kişiler olarak adlandırılmışlardır. (s. 100) Muammerun raviler tenkid dışı bırakılmamışlardır. Bunlardan bazıları için ‘münkeru’l-hadis, hadislerinin çoğu münkerdir, mürsel rivayette bulunur’ tarzı eleştiri alan muammerundan şahsiyetler bulunmaktadır. (s. 101) Juynboll tarafından müşterek ravi olmakla itham edilen ravilerden her biri ya bir veya bir kaç muammer raviden hadis rivayet etmiştir. Oryantalistin iddiası doğru olsa idi ve muammerun ihtiyaç gereği uydurulsa idi, sayıları sınırlı değil onlarca hatta yüzlerce olmalı idi. Ayrıca muammerun dışındaki rivilerden hadis rivayeti bir kaç kişi ile sınırlı kalırdı ki, durum tam tersidir.(s. 103)

Ravi-rical kaynaklarıyla ilgili oryantalist iddialar ve eleştirisi

Goldziher, isnadarın önemli ölçüde uydurma olduğunu düşünmektedir. Schact’da isnadın müşterek ravi tarafından uydurulduğunu ileri sürmektedir. Juynboll ise isnadların Müslümanlar tarafından uydurulduğunu iddia eder. (s. 107) Juynboll, ‘ismi ve baba adı aynı olan (Hafs b.Ömer gibi) ravilerden sadece biri gerçektir. Diğeri sahtedir.’ İddiasında bulunur. Halbuki her toplumda önemli ve meşhur kişilerin adlarının yeni doğan çocuklara verilmesi sosyal bir gerçektir. İngiltere de George, Almanyada Hans, Hollanda’da, Junynboll, İsrail’de Abraham. Günümüzde adı, soyadı hatta birçok nüfus bilgileri aynı fakat şahısları aynı olan birçok kimse bulunmaktadır. Böyle bir durumda bunlardan birinin gerçek, diğerinin uydurma kabul etmenin isabetli olmadığı ortadadır. (s. 113) Hz Muhammed’de oğluna, ‘Dedem İbrahim peygamberin adını veriyorum.’ diyerek İbrahim adını vermiştir. İşin en ilginç yönü ise bu iddiayı ortaya atan  Joynboll’un babasının adının Theodorus Willem  Joynboll, dedesinin ise Theodorus Willem Johannes Joynboll olmasıdır. Kendi soyunda Joynboll torun, baba ve dede müşterek isimdir ve kendi iddiasına göre ikisinin uydurma olması gerekmektedir! Hadis alimleri ‘el-Müttefik ve’l-müfterik’ adlı eserler ile aynı adı taşıyan insanları tek tek incelemişlerdir. Mesela Enes b. Malik adında10 kişi tespit edilmiş, bunlardan beşinin hadis ravisi olduğu ve her birinin farklı kişiler olduğu belirlenip, haklarında gerekli bilgiler verilmiştir. (s. 114) Hadis ilmi isnad, dolayısıyla ravi merkezli bir ilimdir. Hicri birinci asrın sonlarına doğru ravilerin ehliyeti araştırılmaya başlanmıştır. İkinci asırdan itibaren münekkit mühaddislerin sayısı artmıştır. Üçüncü asırdan itibaren ise raviler üzerinde yapılan araştırmalar yazıya geçirilmiştir. Rical kaynakları diye tanınan bu eserlerde ravinin adı, ilmi yolculukları, hocaları, hastalıkları, hafıza durumu, güvenilirliği gibi konularda bilgilerde bulunmaktadır. (s. 110) Hatta ravilerin sadece vefat tarihlerine özel ‘vefeyat’ adlı eserler yazılmıştır. Tabakat başlığı taşıyan kitaplarda raviler  tarihi ile ilgili eserlerdir. Bu başlığı taşıyan kitaplarda raviler sahabe, tabiin, tabeut-tabiin şeklinde nesillere ayrılarak incelenir. Ravilerin tabakalarını bilmek suretiyle raviler arası irtibat ve hadisin mürsel, munkatı, mudal ve müdelles olup olmadığı tespit edilir. Tabakat başlığını taşıyan eserlerin en tanınmışı, İbni Sa’d’ın “et-Tabakatül Kübra” isimli eseridir. (s. 111) Oryantalistlerin iddiaları doğru olsaydı üçüncü asır hadis eserlerinde isnadı kopuk, ravisi mübhem (ismi bilinmeyen) veya meçhul ravi bulunmamalı, uydurulan şahıslarla isnadlar tamamlanmalıydı, halbuki üçüncü asır hadis kitaplarında munkatı, mürsel türlü rivayetler bulunmaktaydı. Meçhul ravileri tespit edip haklarında hüküm veren hadis alimlerinin, hadis uydurmasına göz yumduğuna iddia etmek gerçekci değildir. (s. 112) Goldziher hadis araştırmacılarının raviler hakkında ihtilaf ettiklerini ifade eder. Joynboll ise İbni Hacer’in ‘Tehzib’ adlı eserinde Nafi’ isminin diğer eserlere göre daha az geçtiğini belirtip bu kişinin hayali biri olduğunu ima eder. Dikkat edilirse bir isim fazla da geçse az da geçse, oryantalistlerce eleştiriye maruz kalmaktadır! Ayrıca Juynboll’da aynı ravi hakkında hem övgü hem yergi içeren değerlendirmeler olduğunu belirtip rical kitaplarının güvenilirliğini sorgular. Buna örnek olarakta Haccac b. Ertat el-Kufi’yi örnek verir. (s. 117) Raviler hakkında bilginin çeşitli olması tüm raviler için değil, bir kısım ravi ile alakalıdır. Sosyal bilimlerde aynı kişi hakkında nasıl ihtilaf edilebilmekte ise rical kitaplarında da aynı şey söz konusudur. Her alimin aynı bilgiye sahip olması düşünülemez dolayısı ile verilen hükümlerde farklılık arz edebilmektedir. Hassas olan müteşeddid alim ile daha az hassas olan mütesahil alimlerin kararları aynı olamaz. Joynboll’un yanıldığı yer, hadis alimlerinin ravi incelemelerdeki ‘titizlik farklılıklarını’ dikkate almamasından kaynaklanmaktadır. Yine ve her daim olduğu gibi bu oryantalistte bu konuda genellemeci bir iddiada bulunmuştur. İddiasına örnek verdiği Haccac b. Ertat el Kufi’nin hadis münekkidlerince adaletli olduğu ama zabt konusunda eleştiriye uğradığı görülmektedir. Yani iyi bir insan ama hadis ezberi konusunda zayıf birisidir. ‘Rivayetlerinde hataları var ama yalancı değil’ türü eleştirilerde bu anlama gelmektedir. (s. 119) Bu ravinin hataları bellidir ve başka rivayetlerle telafi edilebilecek bir düzeydedir. (İbni Hacer, Tehzib, II/197) Joynboll’un örnek verdiği diğer ravi Yunus b. Habib için ise, Joynboll’un iddiasının tersine Sâcî dışında tüm münekkidler onu olumsuz olarak açıklamışlardır. (İbni Hacer, Tehzib, XI/438) Raviler hakkında verilen farklı kararlar hassasiyet farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Bu ihtilaf her ilimde görülebilir. Bu durum iddia edilenin aksine rical kitaplarının güvenilirliğini  gösterir. Zira tüm raviler hakkında aynı sonuçlara varılıp farklı görüşler bulunmasaydı, o zaman kasıtlı bir yaklaşımdan söz edilebilirdi. (s. 121) Juynboll, Abdullah b. Ziyad b. Sem’an örneğini vererek bu hadis uydurmacısının bir takım büyük hadis alimlerince övüldüğünü ve hadislerinin kabul edildiğini ima eder. Halbuki Hişam b. Urve, İbrahim b. Sad, Malik, Yahya b. Main, Hanbel, Davud, Ahmed b. Salih, Cüzcani, Darekutni, Ali el-Medini vs gibi bir çok alimce hadis uydurmacılığı ile suçlanmıştır. Sadece İbni Adi, ‘bir kaç hadisi dikkate alınabilir’ der. Ama aynı yerde ‘cidden çok zayıf biri’ olduğunun da altını çizer.  (s. 122) Oryantalist iddialardan biri de bir çok rical ve sikat (Güvenilir ravi) eserlerin çok zayıf ve metruk ravilerle dolu olduğu iddiasıdır. İcli’nin ‘Kitabu’s-Sika’ adlı eserinde 2116 ravi bulunur. Bunlardan 33’ü zayıf veya metruk, 4’ü zındıktır. Bu kişilerin bu kitapta olmasının sebebi, sorulan sorulara verilen cevaplardan ötürü kaynaklanmaktadır, güvenilir oldukları anlamında değil. İbni Şahin’in ‘Sıka ravilerin tarihi’ adlı eserinde ise 1569 ravi bulunur, birkaçı zayıf veya metruktur. İbni Hibban’ın ‘es-Sıkat’ adlı eserinde birçok zayıf ve meçhul ravi bulunur. Açıklamayı da bizzat kendisi yapar, ‘Onu, delil olan biri olarak değil, durumu bilinsin diye buraya aldım.’ der. Kısaca o kişileri tanıtmak amacı ile kitabına almıştır.  (s. 124) Yine Juynboll, İbni Hacer’in ‘Tehzib’ adlı eserinde, Nafi ve Şu’be isimli ravilerin Buhari, Ebu Hatim ve İbni Sad’ın  eserlerine göre daha az geçtiğini ileri sürüp bu adların hayali olduğunu ima eder. Halbuki üç eserde her türlü zayıf, metruk, sika ravi adı geçer. İbni Hacer’in eseri ise ‘sadece zayıf ravilerle’ alakalıdır. Dolayısı ile bu isimlerin daha az geçmesi normaldir. Oryantalistler ya bu eserlerin özelliklerini bilmiyor veya kafasındaki kurguya göre hareket ediyorlar.  (s. 125) Özetle Juynboll kaynakları dikkatli incelemediği ve genellemelere gittiği için birçok yanlışa düşmüştür. Von Grunebaum, “Müslümanların, herhangi bir dalda ele aldıkları biyografik eserler, sayıca çokluğu, titizlikle ele alınışı ve enteresan bilgileri toplayışı bakımından, insanı hayret ve dehşete düşürmektedir.” (The Journal of Genaral Education, sayı 4, s. 25) diye itirafta bulunmaktadır. Hadis ilminde sahabinin adil olduğu bir ölçü olarak kabul edilir. Bundan maksat onların günah işlemediği değil, hadis uydurmayacağıdır.  (s. 127) Oryantalistler sahabe ile fazla ilgilenmezler çünkü onların iddiasına göre hadisler sonradan gelenlerce uydurulmuş, sahabe adı sonradan isnada eklenmiştir. Oryantalist Goldziher, sahabinin tamamını hadis uydurmakla itham eder. Halbuki bir sahabinin hadis uydurması başka, sonradan hadis uyduran birinin sahabeye hadis nispet etmesi başka bir şeydir. Nitekim James Robson, Ebu Hureyre hakkındaki oryantalistlerin iddialarının aslında, daha sonra ona haksız yere isnat edilen rivayetlere dayanabileceği ihtimalinden bahseder. (Robson, Ebu Hureyre, Encylopedia of Islam, I/129) Reşit Rıza’da Ebu Hureyre’nin yalan söylediğinin iddia edilmediğini, sadece onun rivayetleri hakkında birkaç sahabinin tereddütleri olduğunu ifade eder. Ama bunlarında onun adaletini geçersiz kılacak cinsten değildir. (Rıza, Bir misyonerin Ebu Hureyre hakkındaki bazı iddiaları, s. 25) Juynboll, Ömer b. Abdülaziz döneminde yaşayan Nafi”nin hakkında çok az bilgi olduğunu ileri sürüp onun hayali biri olduğunu iddia eder. Hâlbuki rical kitaplarında ravilerin geniş hayat hikayeleri yazılmaz. Kimliği, hocaları, talebeleri, hadis rivayetine olan ehliyet durumu vb. bilgiler verilir ve bu tüm raviler için bu durum söz konusudur. (s. 131) Oryantalistin zikrettiği Nafi’ için İbni Hacer’in ‘Tehzib’inde ikibuçuk sayfa bilgi bulunmaktadır. Ayrıca Juynboll, ‘Kitabu’l-Vülat’, ‘tabakat’ ve ‘Safvetu’s-safve’ adlı eserlerde Nafi”nin adının geçmediğinden bahseder. Halbuki Tabakat’ın Leiden baskısı ‘eksiktir’ ve Medine’li ravilerden bahsetmemektedir. Daha sonra tamamlanan baskısında Medine’li ravi Nafi’ hakkında bilgi yer almaktadır. K. Vülat adlı eserde ise ravilerden değil, ‘sadece Mısır’da görev yapan kadılardan’ bahsetmektedir. S. Safve ise evliya menkıbelerinden bahseden bir kitaptır. Böyle bir kitapta Nafi’den bahsedilmesini beklemek cehalet göstergesidir.  (s. 133) Dokuz temel hadis kitabında (Kütübü Tis’a) güvenilirliği meşhur 181 ravinin Nafi’den rivayette bulundıuğu tespit edilmiştir. Bu 181 güvenilir ravinin yalan söyleyen veya hayali bir kimseden hadis naklettiğini ileri sürmek akla aykırı bir iddiadır.  (s. 134) Goldziher, Zühri’nin emevi yöneticilerinin emriyle hadis uydurduğunu iddia eder. Halbuki hadis münekkidleri ittifakla onun sika/güvenilir bir ravi olduğunu bildirirler. Goldziher, Taberi’deki bir nakle yanlış anlam vererek Halife Muaviye’nin Kufe valisinden Ali aleyhine ve Osman lehine hadis uydurmasını istediğini ileri sürer.  (s. 135) Halbuki Taberi’de geçen ifade, “Ali taraftarlarını dinleme, Osman taraftarlarını dinle” anlamındadır. Talat Koçyiğit, bu oryantalistin hadisle ilgili görüşlerini ele almış ve tenkid etmiştir. (Ankara Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, 15, 1967, s. 43-55) Goldziher, Zühri’den nakledilen, “yöneticiler zorlayana dek hadisleri yazmayı doğru bulmazdık”  ifadesinden hareketle hadis uydurulduğunu ileri sürer. Oryantalist metnin bir kısmını nakletmiş, arzu ettiği görüşü elde etmeyi amaçlamıştır. Halbuki halife Hişam b. Abdülmelik, Zühri’den, çocukları için hadis yazmasını istemiştir. Daha önce hadis yazılmasına karşı olan Zühri’den halife çocukları için hadis yazmasını istemiş, “Çocuklar için yazınca, diğer Müslümanlar içinde hadis yazdırmanın uygun olduğunu düşündük” açıklamasını yapmıştır. (Fesevi, el-Marife, I/355; Zehebi, Siyer, V/334) Goldziher, Zühri’nin hadis uydurmasına örnek olarak, “üç mescid için seyahat edilir; M. Haram, M. Nebi ve Beytül makdis ( Kudüs)” hadisini verir ve “bu hadise göre hac üç mescidde de kabul olur” der. (Goldziher, Muslim Studies, II/44-45) Halbuki Zühri’nin bu hadisi uydurması tarihen imkansızdır. Çünkü Kudüs’teki Kubbetu’s-sahra’nın inşasına 685 yılında başlanmıştır. Zühri o yaşlarda ya 12 – diğer rivayet 22 – yaşlarında olmalıdır ki bu yaşlarda halife makamındaki birinin kendinden bu derece önemli kararlar vermesi istenecek bir yaşta değildir. Ayrıca Emeviler hakkında hadis uydursa idi, hemen sonra gelen Abbasiler hanedanlığı döneminde aleyhine fikirlerin olması, hakkında olumsuz kanaatlerin söylenmesi gerekirdi. Ayrıca bu hadisi, tabiin döneminden birçok kişi de rivayet etmiştir. Goldziher kaynak olarak aşırı Emevi düşmanı ve Şii olan Ya’kubi’nin ‘Tarih’ini kaynak göstermektedir ki, gerek Ya’kubi zamanında gerek öncesinde veya sonrasında hac ibadeti ile alakalı, ima edilen hiç bir aksaklık veya sorundan bahsedilmez. Kısaca olay tamamıyla, oryantalistin kaynaklardan süzerek işine gelen bir rivayeti alıp amacına uygun kurgulamasından ibarettir ki, oryantalistlerin her zaman yaptığı da tamamıyla budur! (s. 137) Zühri Kimdir? Juynboll, hadis tarihinde 120 Zühri tespit ettiğini, bunlardan hangisinin gerçek veya sahte olduğunun ayırt edilemeyeceğini ifade eder. (Juynboll, Hadis tarihinin yeniden inşası, s. 190-197) Hadis tarihinde sadece Zühri adı geçerse bu meşhur olan ve tek Zühri kastedilir. Ama Zühri adı yanında diğer adları da geçerse o zaman bahsettiğimiz Zühri dışındaki biri kastedilmiş olur. Zühri denildiğinde meşhur olan kastedildiği için, ayrıca ismi zikredilmez eserlerde. Hasan b. Umare’nin Zühri’den hadis rivayet ettiğinde İbni Uyeyne’nin kulaklarını tıkadığı şeklindeki rivayeti Juynboll İbni Hacer’den aktarır. Halbuki rivayet, Zühri’nin kimliği ile alakalı değil, Hasan b. Umare’nin güvenilir olmamasıyla alakalıdır bir durumdur. (s. 139) Nitekim Hasan b. Uyeyne hadis alimlerince hadis uyduran biri olduğunda ittifak vardır. (İbni Hacer, Tehzib, II/307) Juynboll daha sonra başka bilgilerde aktarır ama bu bilgiler Zühri’nin güvenilirliği ile alakalı değil, ondan hadis aldığını söyleyen ravilerin güvenilirliği ile alakalı bilgilerdir. Zühri’nin kimliği ile alakalı hiç bir ilgisi yoktur tüm bu yazılarının. Yine bu oryantalist, mevcut bilgileri istediği gibi yorumlamaya çalışmış, bu anlayış tüm oryantalistlerde en belirgin özellik haline gelmiştir. (s. 140) Her toplumda önemli kişilerin adları yeni doğan çocuklara verilir, bu sosyal bir gerçekliktir. Zaten rical kitapları yanında ‘ensab’ adı ile aynı kimliği taşıyan insanları doğru tespit etmek için özel eserler de telif edilmiştir. (s. 141) Ayrıca Juynboll, Zühri hakkında başka iddialarda bulunmakta ise de kaynak belirtmediği için değerlendirmeye gerek te duyulmamaktadır. Kaynak gösterdiklerindeki durum da zaten ortadadır!

Juynboll’ul Salih kavramıyla ilgili iddiası ve eleştirisi

Ona göre hadis uyduran kişilere ‘Salih’ sıfatı verilip rivayetlerine meşruluk kazandırılmaktadır. Halbuki Salih kelimesi zühd anlamındadır. Bir insan güvenilir, ibadetine düşkün olabilir ama rivayetlerinde de hata yapabilir. Veya zabt, ezber konusunda hata yapabilir. (s. 144) Hadis alimleri bu ikisini birbirinden ayırabilmişlerdir. Abid-salih biri bile olsa, hadis ilminde insanlar cerh edilmekten, eleştirilmekten kurtulamamaktadırlar veya hadis ilmindeki hataları onların dini alandaki kimliklerinin göz ardı edilmesine engel olmamaktadır. Salih olmak ayrı, hadis ilminde ehliyet sahibi olmak ayrıdır. Hadis alimlerinin bu kelimeyi hangi anlamda kullandıkları açıktır, gizli bir anlamı yoktur. Oryantalist, Salih kavramına yanlış anlam yüklemiş ve hatalı sonuçlara varmıştır. (s. 145)

Hadis kaynaklarının güvenilirliği hakkındaki oryantalist iddialar ve eleştirisi

Schacht’a,  Joynboll’a, Goldziher’e, Caetani’ye göre hadisler, II. asırda ortaya çıkmış, III. asırda metin ve senet olarak mükemmelleştirilmişlerdir. Hadislerin Hz Muhammed ile bir ilgisi bulunmaktadır. (s. 149-151, 152) David Samuel Margoliouth, Hz peygamberin Kur’an dışında herhangi bir hüküm kaynağı bırakmadığını, sünnetin arap örfü, hadisinde uydurma olduğunu ileri sürmüştür. (s. 153) Goldziher’e göre hadisler, fırka ihtilaflarında kendi görüşlerinin Hz peygamberin otoritesinden destek bulma teşebbüsüdür. (Goldziher, Muslim Studies, II/119, 73-83) Aynı oryantalist Kütüb-i Sitte, Buhari, Müslim gibi eserlerler hakkında Müslümanların verdikleri bilgilere Batı’da güvenildiğini ancak bunun yanlış olduğunu ileri sürer. (Goldziher, Die Religion des Islam, s. 101) Tabii sormak gerekir bu bilgiler yanlış ise bunlardan hareketle neden İslam dinini saldırmaktasınız ey oryantalistler? Doğru ise de, yanlış ise de saldırı güdüsü önplandadır..! Halbuki Golziher bile sahabe döneminde hadis sayfalarının bulunduğunu zikretmektedir. Başta Abdullah b. Amr, Sa’d b. Ubade, Esma b. Umeys, semüre b. Cündeb, Cabir b. Abdullah gibi sahabilerin hadis sayfaları bulunmakta idi. Bunlar dışında Amr b. Hazm, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebu Evfa, Enes b. Malik gibi sahabilerin de hadis yazdığı bilinmektedir. (s. 155) Emeviler döneminde dini literatür başlamış, Abbasiler döneminde buna tıp, matematik ilim türleri de eklenmiştir. Goldziher ilk musannef yani konu esaslı eserin Buhari olduğunu iddia eder. Halbuki II. Asrın başlarında başlayan konu esaslı hadis çalışmaları, ortalarına doğru yaygınlaşmıştır. (s. 156) Şube b. Haccac ve İmamı Malik gibi istisnaları bulunmakla birlikte, hadis alimleri genel olarak hicri II. asra kadar ayırım yapmadan, zayıf-sahih her türlü rivayeti almaktaydılar. Tirmizi bu durumu, ‘Birçok hadis alimi durumunu açıklayarak, zayıf raviden rivayette bulunmaktaydı, dolayısı ile güvenilir ravilerin zayıflardan rivayeti seni hataya düşürmesin.’ Şeklinde açıklamada bulunmakta idi. (s. 158) Bu dönemde isnadını zikretmek kaydı ile hadis eserlerinde her türlü rivayeti bir arada zikretmek geleneği hakim idi. Kütüb-i Sitte’de, diğer eserlere nispetle daha çok sahih hadis bulunduğu söylenebilir ama bu onda hiç zayıf hadisin olmadığı anlamına da gelmez. “Batıda senedli bilgi nakletme geleneği hem yoktur hem de imkansızdır. Bu nedenle onlar metin üzerine yoğunlaşmışlardır.” Goldziher, aynı mantığın İslami eserler üzerinde de uygulanması gerektiğini savunur ve metin tenkitinin ihmal edildiğini ileri sürer. (s. 161) Halbuki Fatıma b. Kays ile Ömer arasındaki boşanma ve mesken hakkındaki dialog (Müslim, Talak, 46); Aişe annemizin, “Allah Ömer’e rahmet etsin” diye başlayıp mezar başında ağlama ile ilgili hadisi düzeltmesi (Buhari, Cenaiz, 33; Müslim, Cenaiz, 22) ve ‘Onlar ağlıyor, o ise kabirde azap görüyor.’ demesi (Buhari aynı yer, Müslim, Cenaiz, 27); Ebu Hureyre’nin Kadın, eşek, köpek ve namaz hakkındaki rivayetini Hz Aişe’nin düzeltip, ‘Ben önünde yatarken, peygamber namaz kılardı.’ demesi (Buhari, Salat, 105; Müslim, Salat, 270) gibi rivayetler, İslam tarihinde metin tenkidinin yapıldığının delillerindendir. Müslümanların bir şeyi kabul etmeden önce ona şüpheyle bakma cesaretini gösteremediğini iddia eden Leona Caetani’nin  (Caetani, İslam Tarihi, I/85) aksine, İslam tarihi boyunca ortaya çıkan itikadi ve fıkhi ekollerin varlığı İslam’da tenkit zihniyetinin varlığını ispat etmektedir. Bu iddia bir celahet ve ön yargı ürünüdür. Bu ekollerin ortaya çıkmasının en temel sebeplerinden biri, dini kaynakları anlamadaki yöntem farklılığıdır. Nitekim, ‘er-Red’ adı ile başlayan eserler itikad; ‘İhtilaf’ ismini taşıyan eserler ise fıkıhtaki tenkit zihniyetini ortaya çıkaran ürünlerdir. (s. 162) Hz Muhammed’in, ‘ İctihadda isabet eden iki, hata eden bir sevap alır.’ (Buhari, İtisam, 13, 21; Müslim, Akziye, 15)  şeklindeki yönlendirmesi de tenkit zihniyetini oluşturan en önemli etkenlerin başında yer almaktadır. (s. 162) Hadis ilminde de, bir hadisin farklı rivayetlerini karşılaştırarak en sağlam metni tespit etme gayreti anlamına gelen, ‘Muaraza’ yöntemi de hadis ilminde var olan tenkit yöntemine delil teşkil eder. Eyyüp es-Sahtiyani’nin ‘Hadis aldığın kişinin hatasını tespit etmek için aynı hadisi diğer kişilerin rivayeti ile karşılaştır’, Abdullah b. Mübarek’in ‘Hadisin doğrusunu tespit etmek istiyorsan birbiri ile karşılaştır.’ gibi yönlendirmeler ve ‘idrac’, ‘ziyadetü’s-sika’, ‘ihtisar ve takti’, ‘el-mezid fi muttasilil esanid’ gibi kavramlar hadis metinlerini karşılaştırma ile alakalı çalışmalara işaret eder. (s. 164) Ehli hadis, ilk 3 asır isnad tenkidini benimsemişlerdir. Dördüncü asırda ise Hakim en-Nisburi, ‘Marifetu’l-ulumi’l-hadis’ adlı eserinde bir bölümü, isnadı sağlam ve güvenilir ravilerden meydana geldiği halde metni problemli olduğundan sahih kabul edilmeyen hadislere ayırmıştır. (Nisaburi, Marife, s. 58) Habib el-Bağdadi’de bir haberin sahih kabul edilebilmesi için akla, Kur’an’ın ayetlerine, mütevatir sünnete, icmaya, her türlü kesin delile aykırı olmaması gerektiğini ifade etmektedir. Hicri altıncı asırdan itibaren mevzu-uydurma hadislerin müstakil kitaplarda bir araya getirilmeye başlanması ile bu tür hadisleri tespit amacıyla metin tenkidi prensipleri yazılı hale getirilmiştir. Nitekim İbni Kayyim el- Cevziyye, ‘el-Menaril münif’ adlı eserinde senedi incelemeksizin bir hadisin mevzu olduğunun anlaşılabilmesinin prensiplerini tespit etmiştir. (İbni Kayyim, el-Menar, s. 50) Ehli rey (akıl) ekolü ise başlangıçtan itibaren içerik tenkidi yapan bir ekoldür. Ebu Yusuf, ‘Kitap ve sünnete uygun olanı al, diğerlerini buna göre değerlendir. Çünkü Kur’an’a aykırı olan, Hz Peygamberden rivayet edilmiş dahi olsa ondan değildir.’ demiştir. (Ebu Yusuf, er-Red, s. 24) Oryantalistlerin kendi dinlerinde gelenek esas olduğu için hadisleri de gelenek kategorisine eklemeye çalışmışlar, İncil’ler ilahi değil ise Kur’an’ı da Muhammed yazmış olmalı, İncil’e uygulanan tarihi tenkit metodu Kur’an’a da uygulanmalı diyerek, kendi içlerine düştükleri çelişkileri İslam’da da görmek istemektedirler! Oryantalist iddia, uzun hadis metinlerinin daha sonra ortaya çıkarıldığı şeklindedir. Bu iddia, Batı’da İncillerin tarihlendirilmesiyle ilgili geliştirilen, ‘ uzun metin daha sonra tarihlidir, metin farkları konusunda kısa olan tercih edilir.’ prensibinin hadislere uygulama anlayışından kaynaklanmaktadır. Halbuki ‘İdrac, ziyadetu’s-sika, ihtisar, takti, el mezid fi muttasili esanid.’ gibi kavramlar, hadis metinlerinin değişime uğramasıyla ilgili terimlerdir ve hadis alimlerinin bu konudaki hassasiyetlerini ve oryantalistlerin iddialarının aksini ortaya koymaktadır. (s. 168)  Oryantalist iddiaların aksine İslam alimleri başlangıçtan itibaren hadis metinlerine ilave yapılmasını kesinlikle doğru bulmamışlardır. Mücahid, ‘hadisin metnine ilave etme’, A’meş, ‘hadis ehli, hadise vav, elif, dal gibi bir harf ilave etmektense gökten yere düşmeyi tercih ederlerdi’, Main, ‘Hadise ilave yapma’ demektedirler. (Tirmizi, Sünen, V/746; Bağdadi, el-Kifaye, s. 212, 223,  224) Hatta bu konularda da özel çalışmalar yapılmıştır. Mesela, el-Hattabi, ‘Islahu galatil-muhaddisin’ adlı eserinde bazı muhaddislerce yanlış rivayet edilen 140 kadar kelimenin doğrusunu göstermiştir. (s. 170) Goldziher gibi oryantalistler, mesela Buhari’nin 600.000 hadisten seçilmiş 4.000 hadisle ‘Camiu’s-sahih’ adlı eseri yazdığı iddiasını eleştirir. Halbuki sözü edilen rakamlar hadis metinleri değil, isnadları ile ilgilidir. Hadis alimleri hadisin isnadını esas almaları bir metnin her isnadını farklı bir hadis  olarak değerlendirmelerini gerektirmiştir. Onlar sahih veya değil derken, öncelikle isnadını kastederler. Dolayısı ile aynı metne sahip iki rivayet için hem sahih hem değil şeklinde iki farklı görüş ileri sürebilmektedirler. Bu, “bu isnadla sahih, diğer isnadla sahih değil” demektir. (s. 172) Zaten ibni Salah da ‘İki farklı isnadla rivayet edilen tek hadis, iki hadis olarak kabul edilir’ der. (Salah, Ulumül- hadis, I/261) Dolayısı ile Kütübi Sitte dönemine kadar beş veya altı nesil olduğundan, hadisin her isnadı her nesilde genişleyerek ve artarak sadece bir metin 100 bazen 150 hadis olarak görülmeye başlanacaktır. Mesela Buhari’de 4000 hadis varsa bu isnadları ile 400.000 veya 600.000 hadis olacaktır. Bazı hadisler farklı sahabiler tarafından rivayet edildiği için daha sahabe neslinde o tek hadis, seksen hadis olabilmektedir. Çünkü temel kıstas isnattır! (s. 173) Oryantalist iddia bu kadar gayret, emek ve yazarın çalışmalarını görmezden gelerek hadis tarihini adeta, sahte metin ve isnadlarla, sahtekar ravi ve muhaddislerin ortak yapımı bir senaryo olarak görmektedirler. Bunda da temel neden kendi dinlerini gerçek görüp, İslam tarihi ve eserlerinde metot ve kural tanımadan hatta birbirlerinin görüşlerine aykırı şekilde hata aramaları gayretinden kaynaklanmaktadır.

Oryantalistlerin yöntemleri ve eleştirileri

Tarihi tenkit metodunu kullanan oryantalistler, kendi dini metinleri dahil tüm eserlere tarihi bir metin olarak bakarlar. Hadislerin Muhammed peygamberle zaten ilgisi yoktur onlara göre ve amaçları Müslümanlar gibi hadislerin peygamberce söylenip söylenmediğini araştırmak değil, ‘ne zaman uydurulduğunu’ tespit etmektir. Çünkü uydurma olduğu zaten baştan kabul edilmiş bir ön kabuldür! (s. 178) Abdullah b. Amr, ezberlemek amacı ile hadisleri yazmaktaydı. Bu durum peygamberimize sorulunca, ‘ Yazmaya devam et.’ buyrurur. (Müsned, II/162; Darimi, Mukaddime, 43; Ebu Davud, İlim, 3) İslam alimleri mevzu-uydurma rivayetleri belirlemek amacı ile isnadda yer alan ravileri araştırdıkları gibi metni de esas almışlardır. Mezhepleri öven veya yeren hadislerin uydurma olduğunu da bizzat İslam alimleri kural olarak belirlemişlerdir. Her rivayet hocası veya ravisi ile her alanda araştırılmış, sahih olup olmadığı ortaya konmuştur. Oryantalistler ise hadisleri zaten Hz peygamberle ilişkilendirmezler. Onlara göre hadisler tarihi verilerdir. Bu da onların en temel hatasını oluşturmaktadır. Zira onlar teorilerine uymayan haberleri hemen uydurma olarak değerlendirip reddetmişlerdir. Ayrıca birkaç örnekten genellemelere gitmişler ve bazı kaynakları görmezden gelmişlerdir. Bunlar onların en büyük ortak hatalarıdır. (s. 181) “Schacht’ın kaynakları kullanmada keyfi davranır, haddinden fazla genelleştirme yapar ve tezindeki çelişkileri görmezden gelir.” (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet, oryantalist Schacht’a reddiye, s. 97, 119) Hadislerin yazılımında farklı görüşlerde ileri sürülmüştür. Ehli rey’den olup hadislerin yazılmasına taraftar olanlar olduğu gibi Ehli Hadis’ten olup hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar da olmuştur. (el-Bağdadi, takyidül-ilm, s. 22) Bu Goldziher’in iddiasının yanlışlığını ortaya koymaktadır. (s. 182) Schacht, kısa metinlerin önceki, detaylı bilgi verenlerin ise daha sonraki bir tarihe ait olduğunu iddia eder. (Origins, s. 156, 165, 188) Halbuki hadis kitaplarının gelişim süreci bu iddianın tam aksine olduğunu göstermektedir. Hadis ilminde hadisler zaman geçtikçe konularına göre parçalara ayrılmıştır ki, buna ‘Taktiu’l-hadis’ adı verilir. Buhari bunun en meşhur örneklerindendir. Kısaca oryantalist yazarın aksine, uzun hadisler III. asır kitaplarında kısa haliyle yer alabilmiştir. (s. 183) hadise yapılan ilavelerde ayrıca takip edilmiş, ‘idrac, el-mezid, ziyade’ gibi tabirlerle hadislere ilave yapılmasına imkan tanınmamıştır. (s. 184) Oryantalistlere göre isnada müşterek raviden peygambere gelen kısım uydurmadır. Onlara göre müşterek ravinin tespiti ile uydurma hadisin ortaya atılma tarihi de bulunmuş olur. Ayrıca ‘uydurma şahsiyetlerle maktu hadisler merfu hale getirilmiştir’ derler. (Schacht, origins, s. 172; Goldziher, Muslim studies, II/148) Müşterek ravi iddiası tarihi olarakta geçersizdir. Azımsanmayacak sayıda hadisi Hz Peygamber’den birden fazla sahabi, aynı şekilde, ilgili sahabiden birden fazla tabiin, ondan da birden fazla ravi tarafından rivayet ettiği görülmektedir. (s. 187) Oryantalistler kendi iddialarına delil olacak örnekleri özellikle seçmişlerdir ki, bu konu batılı bilim adamlarınca da ifade edilmektedir. (Harald Motzki, Batıda hadis çalışmaları tarihi seyri, s. 227-229) Hicri birinci asırda genelde sözlü rivayet hakim iken, II. Asrın başlarından itibaren yazılı ve sistematik rivayete geçilmiştir. Schacht’ın müşterek ravi olarak nitelendirdiği İbni Şihab ez-Zühri, İbni Cüreye, İbni Uyeyne gibi birçok alimin, hadis toplayıcısı olduklarının tespit edilmesi, isnadın bu kişilerde kollara ayrılmasının sebebini oluşturmaktadır. (Harald Motzki, s. 63) Bu alimler kendilerinden önceki bilgileri eserlerine toplayıp sonraki nesillere aktarma görevini yerine getirmişlerdir. Bu durum birçok ravinin kendilerinden hadis almalarına sebep olmuştur. İlk dönem hadis alimleri genellikle tek ravi ve yalnız en güvenilir olduğunu düşündükleri hadisi aktarmayı düşündüklerinden çok sayıda ravi ve kaynak zikretmeyi gerekli görmemişlerdir. (Harald Motzki, s. 156) Aynı hadisin, müdevvin (hadisi toplayan) dışında farklı isnadlarının  da bulunması bu durumu desteklemektedir. (s. 188) Mesela Zehebi, sahabeden başlayarak kendi dönemine dek her tabakadan hadis hafızlarından örnekler verdikten sonra şöyle der: “Bunlar güvenilir hadis hafızlarıdır. Sahabiden tabiin tabakasından biri tek başına bir hadis rivayet ederse onun hadisi sahihtir. Etbeu’t-tabiinden biri tek başına hadis naklederse onun hadisi sahih garibtir. Etbeu’t-tabiinden biri tek başına rivayet ederse o hadis garib ferd hadis olur. Daha sonraki tabakalardan birinde bir ravi tek kalırsa bu hadis münker olur.” (Harald Motzki, hadis tarihlendirme metotları, s. 205) Yaşanan gelenek veya hukuk ekollerinin görüşlerinin zamanla hadis olarak adlandırıldığı iddiası doğru olsa idi, hicri III. Asırda mevkuf veya maktu hadislerin bulunmaması, bunların II. Asırdan itibaren merfu olması gerekirdi. Hadis alimleri maktu veya mevkuf hadisleri hataen merfu olarak nakledenleri Reffa’ olarak nitelendirip eleştirmişlerdir. (s. 190) Zamanla isnadların mükemmelleştirildiği iddiası da geçersizdir. Çünkü o zaman şu an elimizde olan hadis kitaplarının hiç birinde meçhul veya müphem ravinin olmaması gerekirdi. Hepsinin güvenilir ravilerden oluşması gerekirdi. Hadis alimleri kusurlu olan isnadları, olduğu gibi, tüm eksik ve kusurları ile nakletmişler, kusurlarını örtmeye çalışmamışlardır. Ayrıca mechul ravilerin daha çok müşterek ravi ile Hz peygamber arasında olduğu tespit edilmiştir. (Bekir Kuzudişli, hadis araştırmalarından oryantalist gelenek; Motzki, s. 30-32) Ayrıca Michael Cook’un da ifade ettiği gibi şayet hadis ve idnadlar müşterek ravi tarafından uydurulduysa, hadis alimlerinin güvenilir ravilerden oluşan isnadlar üzerindeki ısrarları anlamsız olurdu. (H. Motzki, Hadis tarihlendirme metotları, s. 104) Netice itibari ile hicri II. Asırda mürsel hadisleri toplayan ‘el-Merasil ve el-ilel’ adlı eserler yazılmıştır. (s. 192) Juynboll neredeyse tüm hadislari uydurma kabul eder. Ama iş Hz Aişe’ye iftira edildiğine dair rivayetlere gelince olayın gerçek ve sahih olduğunu ortaya koymaya çalışır. Bu da onun değerlendirmelerindeki subjektif yaklaşıma delil teşkil eder. Yine kendi çizdiği isnad şemasında Zühri müşterek ravi olarak adlandırılmakta yani hadis uydurucusu olduğu söylenmekte ama olay Hz Aişe’ye iftira olayına gelince rivayeti ondan alabilmektedir. Hâlbuki kendi sistemine göre bu olayı, ‘Zühri’nin uydurması’ olarak adlandırması gerekmekte idi. Amad Mez, Hamilton Gibb, Von Grunebaum gibi bazı oryantalistler de rical kitapları hakkındaki hayranlıklarını ifade etmektedirler. (s. 201) Johann Fück, ‘hadislerin gerçek bir özü vardır. Hadislerin ilk iki yüzyılın bir icadı olduğunu iddia eden bakış açısı, peygamberin kudretli kişiliğinin, bağlıları üzerinde meydana getirdiği olağanüstü etkiyi tamamen yanlış değerlendirmektedirler.’ (Fück, The Role of Traditionalism in Islam, s. 15) demektedir. Kısaca oryantalistler, verdikleri yanlış bilgilerle hadis alimlerine duyulan güveni sarsmayı amaçlamaktadırlar. (s. 202)

  Prof Ahmet Yücel, Oryantalist hadis anlayışı ve eleştirisi

.

Hadis kitaplarının değeri

Günümüzde hadis kitapları hakkında bir takım insanlar ileri geri konuşmaktadır. Böyle konuşanların ne hadis usulünden ne hadis tarihinden ne hadis ulemasının gayretlerinden, ne metotlarından ne de muazzam hadis literatüründen haberleri vardır. Özellikle oryantalistlerin başlattığı bir söylem bazıları tarafından devam ettirilmektedir. Oryantalistlerin temel amacı hadisler hakkında Müslüman zihinlere şüphe sokmaktır. Şu kadarını söyleyelim ki, bizim ateist oryantalistler (!) Batının Hıristiyan oryantalistlerinin eline su bile dökemez. Neden? Çünkü Batılı oryantalistler Arapça bilmekte, kaynaklarımıza inebilmektedir. Yazdıklarında kitabî konuşabilmektedir. Ama bizim ateist oryantalistler bırakın Arapça bilmeyi, kaynaklarımızı tanımayı, en temel dini bilgileri dahi bilmemektedirler. Ancak ne var ki, Batılı oryantalistler de kaynakları tanımasına rağmen onlardaki bilgileri çarpıtmaktan, işlerine geleni cımbızla çekip almaktan ve işlerine geldiği gibi bir metot uygulamaktan geri kalmamışlardır. Tabii sömürge zihniyetine malzeme taşımanın başkaca da yolu yoktu elbette! Şimdi değişen tonlarda ileri sürdükleri şu iddialara bakalım: Hadis eserleri güvenilmezdir. Hadislerin hepsi uydurmadır. Hadisler 150-200 yıl ezberden ezbere nakledilmiş, sonra yazıya geçirilmiştir. Onlara nasıl güvenilsin?! Sahabe de Hz. Peygamber’e yalan isnat edebilmiştir. Onların naklettiği hadislere nasıl güvenilebilir?! Kur’an’dan sonra en sahih kitap olduğu söylenen Buharî’de bile oldukça fazla uydurma hadis vardır. Geri kalan hadis kitaplarını varın siz düşünün?!

Bu iddiaların her biri tek tek incelenmeyi hak ediyor. Gerçi bunlara çeşitli ilmî çalışmalarla cevap verilmiştir. Biz sadece son iddiadan yola çıkarak hadis kitaplarının değerini ortaya koymaya çalışacağız. Oryantalistlerin belirli maksatlara ulaşmak için ortaya attıkları diğer iddiaları şimdilik bir kenara koyalım. Burada esas tartışacağımız konu Müslümanların hadis kitaplarına objektif yaklaşıp yaklaşmadıklarıdır. Hadis kitaplarını tenkit edip etmedikleridir. Mesela diyelim ki, Buharî’de veya başka muteber bir hadis kitabında uydurma veya hatalı bir hadis var da Müslümanlar onu görmezlikten gelmiş midir? Yahut bir uydurma veya hata var da onu gizlemişler midir? Bu çerçevede ne kadar objektif olabilmişlerdir?

Bu sorulara cevap vermeden önce üç hususun önceden bilinmesi gerekir. Onlar da uzun uzadıya konuşulacak şeyler, ama biz özetleyelim:

Hadis değerlendirmesinin iki boyutu vardır. Sened ve metin tenkidi. Sened ve metin tenkidi tarihte mükemmel bir şekilde uygulanmıştır. Hem de benzeri başka milletlerde görülmeyecek biçimde. Raviler didik didik edilmiş, hepsi tek tek değerlendirilmiştir. Metinler Kur’an’la, akıl ve tarih bilgisiyle test edilmiş, hatalar ortaya konulmuştur. Bütün bunlar her şeyin bittiği anlamına gelir mi? Artık bizim yapacağımız bir şey yok mu? Asla! İlim beşikten mezara kadar. Kıyamete kadar ilim ve tefekkür, tenkid ve tahlil devam edecektir. Sonuçta bütün yapılanlar bir ictihaddır. İctihadda isabet de olur hata da. Önemli olan iyi niyetlerle tüm gayretimizi ortaya koymaktır.

Ravileri değerlendirmek de; hadisler sahih, hasen, zayıf, uydurma demek de bir ictihad işidir. Bu da yadırganacak bir şey değildir. Tam tersi bilimsel özgürlüğü sağlayan bir şeydir. Her varılan sonuç mutlak olsaydı, ilim de dururdu herhalde. Tabii bu, hadislere herkesin gelişi güzel “bu sahihdir, bu uydurmadır” diyebilmesi anlamına gelmez. Zira bu ilim uzmanlık gerektiren bir ilimdir. Netice itibariyle uzmanların hadîslere verdikleri hükümler ictihâdîdir. Bir hadîsçi bir hadîse sahih derken bir başka alim zayıf diyebilmektedir. Elbette bunun çeşitli sebepleri vardır. Bu ayrı bir konudur. Mütevatir bir haber ictihâd dışıdır. Zira burada kesin bilgi oluşur. Onun için mütevatir habere sahih hadîs denmez. Bir anlamda mütevatir sahihin ötesindedir. Ancak sahih hadîs böyle değildir. Sahih olduğu ifade edilen hadîsin yüzde doksan dokuz Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenebilir, ancak yüzde yüz olduğu söylenemez. Çünkü hadîse hüküm vermek, ictihâdîdir ve ictihâd da zann-ı galip ifade eder. Bu, aynen fıkıhçının bir mesele hakkında ictihâd etmesine benzer. Fıkıhçı bütün verileri toplar, konu hakkında zann-ı galibi oluşur ve hükmünü verir. Verdiği bu hüküm sonuçta bir ictihâddır, yüzde yüzlük bir kesinliği yansıtmaz. Bununla birlikte hadîsçi olsun veya fıkıhçı olsun yaptıkları ictihâdın bir değeri muhakkak vardır. Kişi ya ictihâd ehlidir, kendisi ictihâd eder, başkasının ictihâdıyla kendini bağlı hissetmez ya da ictihâd ehli değildir, bu durumda bir müctehidin ictihâdını taklid eder. Bunun gibi hadîsçiler bir hadîse sahih hükmü verdiğinde ya aksini söyleyebilecek bilgi ve birikime sahip olunmalıdır ya da bu hükmün gereği yerine getirilmelidir.

Güvenilir ravilerin naklettikleri hadisler sahihdir. Ama bu mutlak değildir. Bu çerçevede bir ilkeye dikkat çekmek istiyorum. Bu ilke hadis değerlendirme işinin hem ne kadar objektif olduğunu hem de ne kadar durağan, olmuş bitmiş bir iş değil, dinamik, her zaman üretilebilen bir süreç olduğunu ortaya koyar. Bu ilke şudur: “Hadis ravilerinin güvenilir olması metnin de sahih olması anlamına gelmez.” Yani güvenilir raviler de hata eder. Güvenilir ravinin Kur’an’a aykırı olabilecek veya tarihe muhalif bir hadisini düşünelim. Olur mu? Olur. Bu durumda teknik olarak hadise uydurma denemez. Zira raviler güvenilir. Hadis ravileri güvenilir diye de metin olduğu gibi kabul edilemez. Zira Kur’an’a veya tarihe, akla aykırı. Bu durumda söylenecek şey şudur: Ravileri güvenilir ama metin Kur’an’a vs. aykırı olmakla illetlidir, hatalı, kusurludur. Güvenilir ravilerden böyle bir şey sadır olabilir mi? Pratikte oldukça nadir olsa da teorik olarak evet sadır olabilir. Güvenilir ravi demek yüzde yüz isabet eden, hata etmeyen ravi demek değildir. Hatası oldukça az olan ravi demektir. Zaten hataları çok olsa güvenilir ravi olmaktan çıkar, zayıf ravi olur. İşte bu nokta hadis ilminin ne kadar objektif olduğunu gösterir. Güvenilir ravi mi, her şeyini mutlak kabul ederim anlayışı yoktur. Elbette güvenilir ravinin rivayeti konusunda oldukça titiz olmalıyız, ama Kur’an’a, akl-ı selime aykırı bir durum varsa güvenilir ravinin hadisi diye mutlak kabul söz konusu değildir. Yine hadis ilminin dinamik bir ilim olduğunu da ortaya koyar. Zira her dönemde ravileri ve onların naklettikleri hadisleri, yeniden ve sürekli değerlendirme imkânı verir.

Şimdi gelelim hadis kitaplarının değerine. Benzer sorular tarihte de alimlere yöneltilmiştir. Oradan başlayalım. Mesela Nevevî’ye “Buhari, Müslim, diğer sünenler ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen hadislerin değeri” sorulmuş, buna şöyle cevap vermiştir:  “Buharî ve Müslim’deki hadîsler sahihdir. Geri kalan sünen ve müsnedlerin çoğunda ise hem sahih hem hasen hem zayıf hem de batıl hadîsler vardır. En iyisini Allah bilir.”

Ancak Nevevî böyle söyledi diye dedikleri hemen kabul edilmemiş, özellikle Buharî ve Müslim konusunda tenkide tabi tutulmuş ve neyi kastedebileceği üzerinde durulmuştur. Zira şu bir gerçektir ki, Buharî ve Müslim’de de -mevzû veya şiddetli zayıf değil fakat- zayıf hadîs vardır. Yani Buharî ve Müslim’in hadislerini değerlendiren hiçbir alim onlara teknik olarak uydurma hadis olduğunu söylememiştir. Onlarda uydurma hadis tespit edememişlerdir. Ama ravisi cerhe uğramış veya senedi kopuk bazı zayıf hadislerin olduğunu söyleyenler olmuştur. Hatta bazı hadislerin zayıflığında ittifak bile edilmiştir. Aşağıda ifade edeceğiz ama şimdiden söyleyelim; bu da abartılacak bir şey değildir. Tam tersi bir hakkı teslim etmek ve objektiflik adına önemli bir şeydir. Bu duruma göre Nevevî’nin “sahihdir” ifadesini “çoğu” şeklinde anlamak gerekir. Zira – aşağıda bir kaçına işaret edeceğiz – Müslim’in illetlerine/hatalarına dair müstakil hadîs kitaplar yazılmıştır. Buharî ve Müslim’e birlikte yöneltilen tenkitler de vardır. Şerhlere baktığımızda tenkitlerle karşılaşıyoruz. Müstakil tenkitler de bulunmaktadır. Bunların çoğuna cevaplar verilmiştir, ancak yine de -az da olsa- zayıf hadîs vardır. Buharî’yi savunmakla meşhur olan İbn Hacer bile bazı hadîslerde Buharî’nin hata ettiğini, ravileri içinde cerhe uğrayanlar olduğunu belirtmiştir. O zaman “Buharî ve Müslim’deki hadîsler sahihtir.” şeklindeki ifadeyi iki türlü anlamamız gerekir: İhticac etme, delil getirme makamında kaydettikleri hadîsler sahihtir, bununla birlikte istişhad ve takviye etme makamında ya da bablarda kaydettiği hadîsler içinde az da olsa zayıf bulunmaktadır. Sahih olanlara nazaran zayıf hadîsler oldukça azdır. Dolayısıyla genel olarak onlarda bulunan hadîsler sahihdir, demektir.

Şimdi bir fikir vermesi açısından Buharî ve Müslim hakkında tenkid ve değerlendirme yapan bazı kaynakları kaydedelim. Burada sıralanacak eserler hem tenkit çalışmalarını hem de tenkitlere verilen cevapları içermektedir: Ebu’l-Fadl el-Herevî (ö. 327), İlelu’l-ehâdîs fî Kitâbi’s-Sahih li-Müslim. Dârekutnî (ö. 385), el-İlzâmât ve’t-tetebbu’: Kitap iki kısımdan oluşur. Tetebbu’ kısmında Buhârî ve Müslim’in hadîslerinden 218 tanesini illetli olduğu için tenkit eder. Bu tenkitler önemlidir; ancak hepsi isabetlidir, anlamına gelmez. İsabet ettiklerinin yanında çoğu tenkitlerine de itiraz edilmiştir. Bunlar bir yana, hepsi isabetli olsa bile tekrarlarıyla birlikte on altı bine yakın hadîsi içeren Sahihayn için çok da büyütülecek bir durum değildir. Zira bu, kitabın hadîslerine oranla yüzde bir demektir. Ebû Mes’ûd ed-Dımeşkî (ö. 401), Kitâbu’l-ecvibe amma eşkele eş-Şeyh ed-Darekutnî alâ Sahîhi Müslim, Riyad, 1998. Ebû Ali el-Ğassânî (ö. 498), Takyîdu’l-mühmel. Ebu’l-Velîd el-Bacî (ö. 474), Kitâbu ‘l-cerh ve’t-ta’dil fî esmâi’l-mezkûre fî Sahîhi’l-Buhârî ve Müslim. Zeynuddîn el-Irâkî (ö. 806), el-Ehâdîsu’l-muharrece fi’s-Sahîhayn elletî tuküllime fîhâ bihi da’fin ve’nkıtain. Cemâluddin b. Mâlik el-Endulusî (ö. 672), Şevâhidu’t-tavzîh ve’t-tashih li-müşkilâti’l-Câmii’s-Sahîh: Buhârî’deki gramerle alakalı müşkilâta dairdir. İbnu’l-Cevzî (ö. 597), Keşfu’l-müşkil min hadîsi’s-Sahîhayn, (thk. Ali Hüseyin el-Bevvâb), ts. İbn Hacer(ö. 852), Hedyu’s-sârî: Burada İbn Hacer, Dârekutnî’nin tenkit ettiği 110 Buhârî hadîsine tek tek cevap vermiştir. Günümüzde de bu tenkid ve değerlendirmeler devam etmektedir.

Dediğimiz gibi Buharî’de tenkid konusu olup senedi kopuk olan bazı zayıf hadisler veya râvîsi cerhe uğrayan bazı hadîsler söz konusudur. Özetle Buhârî söz konusu olduğunda, onu zayıf hadîsler açısından şöyle değerlendirmek mümkündür: Buhârî’de tenkid konusu yapılan hadîslere bakıp hemen zayıf hükmü verilmemelidir. Muhakkak bu tenkidler araştırılmalı, ardından bir hükme varılmalıdır. Zira pek çok tenkid yapılmış, ancak bu tenkitlerin isabetli olmadığı ortaya çıkmıştır. Buhârî’de zayıf hadîs bulunmadığı sanılmamalıdır. Zira Buhârî’de alimlerin ittifakla kabul ettiği zayıf hadîsler bulunduğu gibi, çoğunluğun zayıf kabul ettiği hadîsler de vardır. Buhârî’de zayıf hadîsin varlığı abartılarak Buhârî konusunda yanlış bir kanâate yol açılmamalıdır. Buhârî’de zayıf hadîsler söz konusu olduğunda şu hususlar göz önünde bulundurulmalıdır: Müellif o konuda sahîh bir hadîs bulamamıştır. Bu hadîslerin râvîlerindeki zaaf,  rivayetlerini terki gerektirecek kadar şiddetli değildir. Bu hadîsler ahkâm konusunda değil, amellerin faziletleriyle ilgilidir ki, bir kısım hadîsçilerin bu konuda müsamahakâr davrandıkları bilinmektedir. Bu hadîslerin önemli bir kısmı hüccet olarak değil, başka hadîslere “makrûnen/bitişik”, istişhâd/destek kabilinden nakledilmiştir.

Müsnedlere gelince onlarda zayıf ve mevzû hadîs vardır. Mesela İbnu’l-Cevzî, -Hanbelî olmasına rağmen- Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 15 tane uydurma hadîs olduğunu belirtmiştir. Burada da altını çizerek belirtelim ki, mezhepte imamı olmasına rağmen İbnu’l-Cevzî, ilim adına objektifliği elden bırakmamış ve kendi imamını tenkid edebilmiştir. Tabii bununla birlikte İbn Hacer bu iddiayı el-Kavlu’l-müsedded fi’z-zebbi ani’l-Müsned adlı eserinde çürütmüştür. (İ. L. Çakan, Hadîs Edebiyatı, s. 36) Tekrarlarıyla birlikte kırk bin hadîsin bulunduğu bir eserde tartışmalı on beş mevzû hadîsin bulunması da abartılacak bir sayı değildir. Tam aksine müellifin ne kadar titiz ve başarılı olduğunu ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

Kütub-i sitte içindeki sünenlere gelince onlarda zayıf ve mevzû hadîsler vardır. Zaten kütub-i sitenin bazı müellifleri naklettikleri zayıf hadîslere işaret etmiştir. Bununla birlikte günümüz araştırıcılarından Muhammed Şevman er-Rumlî, Elbanî’nin bu sünenlerde geçen ve mevzû hükmünü verdiği hadîsleri bir araya getirmiştir. Buna göre Ebu Davud’da mevzû olarak bir hadîs; Tirmizî’de on sekiz hadîs; İbn Mace’de kırk beş hadîs bulunmaktadır. Nesaî’de ise -az zayıf hadîs olsa da- mevzû hadîs yoktur. (Bkz. Ahâdîsu’s-süneni’l-erbati’l-mevzûa bi-hükmi’l-allame Muhammed Nasıruddin el-Elbanî, Kahire, 2001) Elbette Elbanî’nin verdiği bu hükümlerin de ictihadî olduğu belirtilmelidir. Burada zikredilenler sadece mevzu hadislerdir. Zayıf hadis ise bu sünenlerde mevzulardan çok fazladır.

Kütub-i sitte dışındaki hadis kitaplarına gelince onlarda mevzu ve zayıf hadis bunlara göre daha da fazladır. Hatta bazı hadis kitapları vardır ki, mesela Deylemî’nin Müsned’i gibi, mevzu hadisler oldukça fazladır. Bu anlamda hadis kitapları da tabakalara ayrılmıştır. İlk sırada malum olduğu üzre Buharî vardır. Müslim bile ondan sonra gelmektedir. Gerçi Müslim’i Buharî’ye üstün tutan bazı alimler varsa da çoğunluğun görüşü tersidir. Zira Müslim’in tenkide uğrayan ravisi daha fazladır. Bundan sonra diğer hadis kitapları sıralanır.

Kısaca belirtmek gerekirse hadis kitapları büyük gayretlerin sonucu olarak bize kadar gelmiştir. Belki onları gözümüz gibi korumalı, kıymetlerini bilmeliyiz.  Gerçekten çok sıkı tenkit ve elekten geçirilerek bu kitaplar oluşturulmuştur. Bununla birlikte bu durum hiçbir zaman onların kutsal ve dokunulmaz oldukları anlamına gelmez. Onları terkip edenler de birer insandır. Hata ettikleri de olmuştur. Bize düşen onlara saygıyı muhafaza etmekle birlikte ilmin gereği olarak tenkitlerini de yapabilmektir. Zaten tarihte bu tenkitler yapılmış, bize büyük bir miras bırakılmıştır. Ancak dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, o da aceleyle hemen aklımızla “falan hadis akla aykırıdır” şeklinde peşin hüküm vermemektir. Böyle peşin hükümlerin verildiği birçok hadis biraz araştırılınca görülecektir ki, uygun bir yorumu vardır. Dolayısıyla hadis âlimlerinin hadis hakkında ne dediklerini görmeden hadisleri reddetmeye kalkışmak ve bu noktada sırf aklımıza dayanmak bizi yanlışlara sürükleyebilecektir. Prof. Dr. Yavuz Köktaş

 

                                           

3 Comments