Evrim Teorisi

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

Konu ile alakalı,  “Bilim yanılmaz mı?, Ateizm Yanılgısı, Dinsiz ahlak olur mu?, Ateist akıl, Allah’ın varlığının ispatı, Deizm Yanılgısı, Natüralizm” başlıklı yazıları da öneririz. 

Giriş

Tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini, türler arası geçiş ile canlıların oluştuğunu ve doğal seçilim/seleksiyon ile değişim ve devamlılığın gerçekleştiğini ileri süren, materyalist dünya görüşünü savunanlarca yaratılışçı görüşe alternatif olarak kabul edilen ve bilimsel olduğu ileri sürülen bir teoridir. Evrim teorisi Tanrı fikrini reddeder. Dolayısı ile yaratılışın, ilim, irade, kudret sahibi bir güç tarafından değil, kendiliğinden ve tesadüfler zinciri sonucu gerçekleştiğini savunur. Halbuki, “Akıl yürütme faaliyetinin planlanmamış ve tesadüfi bir doğal seleksiyon süreci ile oluştuğunu savunan bu materyalist ateist akıl, ‘yürütme faaliyetinin güvenilirliğini’ savunamaz duruma gelecektir. (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 278) Ayrıca evrim teorisi, kişisel anlamda insanı hayvan seviyesine indirgerken sosyolojik platformda da dünya üzerinde büyük yıkımlara neden olmuş bir teoridir. Evrim bir teoridir ama savunucularınca bir ‘inanç sistemi’ gibi savunulmakta ve ona iman etmeyenler aforoz edilmektedir.

Evrimi savunanların çıkmazları kısaca; İddialarını destekleyecek fosil kanıtlarının bulunamaması, şifreleme/kodlamanın türler arasındaki geçişe engel olması, türler arası geçiş sırasında beslenme, nefes alma, yaşam ortamının nasıl ayarlandığı sorunu, geçiş anlarındaki eksik yönleri ile düşmanlardan nasıl korunabildikleri gibi birçok etkenin göz ardı edilmesi şeklinde sıralanabilir. “Evrimle hiçbir zaman bir bakteri başka bir organizmaya dönüşmez, doğal seçilim asla yeni bir tür üretmemiştir. Profesör Phillip Johnson,  ‘Darwin yargılanıyor’ isimli kitabında, ‘delillerin hiçbiri, doğal seçilimin yeni türler ortaya çıkarmadığını göstermiştir.’ derken, Yahudi kökenli agnostik David Berlinski ise, ‘Evrim teorisinin yanlışlığını gerekli fosillerin eksikliğini, matematiksel olarak imkansızlığını ve bu teorinin bir grup bilim adamının dayatmaları ile çıkarları için kullanıldığını birçok kitabında dile getirmiştir.’ Ortak genetik kod, aynı yaratıcının aynı biyosferde yaşamamız için bizleri tasarladığını göstermektedir, türler arası geçişi veya evrimi değil.” (B. Erdem, Teistik argümanlar, s. 44-45, 52) Zaten “Türler arası geçiş, günümüz biyolojisinde imkansız olarak görülmektedir.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm, Sonuçsuz Serüven, s. 44) “Evrim teorisinde ilk maddeyi patlamaya götüren neden neydi, cansız maddeden canlı varlık nasıl ortaya çıktı? Üreme kabiliyeti bulunan ilk canlı nasıl ortaya çıktı? Hayat tek başına kimyasal tepkimelerden ibaret sayılamaz. Evrim bir senaryodur. Evrim teorisinde farklılıklar göz ardı edilip, sadece benzerlikler dikkate alınmaktadır, başta bilinç olmak üzere!” (Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar 2, s. 64-68) “Evrim teorisi, ‘tabiata bilimsel yaratıcılık’ özelliği vermektedir. ‘Doğaya kutsal bir güç affedilmesi, doğanın yaratıcı güç olduğu iddiası, ateş, su ve toprağın kutsal kabul edilmesi anlayışı aslında pagan kültürün uzantısıdır.’ Sosyal darwinizm ile ırkçılığa ve savaşa meşruiyet kazandırılmıştır. Savaşı biyolojik bir gereklilik olarak gören darwinizm, ırkçılığa ve askeri uygulamalara haklar kazandırarak, insanlık tarihinin en büyük savaşları olan I. ve II. Dünya Savaşlarına ideolojik zemin hazırlamıştır. (Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Şiddet karşısında İslam, Komisyon, DİB, s. 97-98) “Sorun, canlıların niye birbirlerine yardım ettikleridir. Darwin’in teorisine göre, her canlı kendi varlığını sürdürmek ve üreyebilmek için bir savaş vermektedir. Başkalarına yardım etmek, o canlının sağ kalma olasılığını azaltacağına göre, uzun vadede evrimde bu davranışın elenmesi gerekirdi. Oysa canlıların özverili olabilecekleri gözlenmiştir.” (Bilim ve Teknik Dergisi, sayı: 190, s. 4) Zaten “Bir olay devamlı tekrarlanmakta ise, burada tesadüften ziyade bilinçli bir iradenin seçimi söz konusudur.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s. 85)

Evrim materyalist dünya görüşünün önce biyolojik, daha sonra ise sosyolojik dayanağı olmuştur. “Ateistler, evrimi savunurlar.”  (Modern Çağın İnanç Sorunları, Komisyon, DİB, Profesör Dr Adnan Bülent Baloğlu, s. 87) “Darwinci evrim teorisine ateistler sık sık başvurulur.” (Alper Bilgili, Bilim ne değildir? s. 42) “Marx ve Engels, tarihi, diyalektik evrimle açıklamışlardır.” (Fulya Gürses, Hasan Basri Gürses, Dünya’da ve Türkiye’de gençlik, s. 42) “Marx’ın gözündeki kendi benlik imgesi, kendisinin de söylediği gibi ‘Sosyolojinin Darwin’i’ olmaktı.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 31) 1 Ekim 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyetini kuran  Mao Zedong’a göre, “Çin sosyalizminin temeli, Darwin’e ve evrim teorisine dayanmaktadır.” (Okur, İbrahim, Çin: 3500 Yılın Köşe Taşları, s. 344) Joseph Stalin’de “Genç nesillere Darwin’in öğretmeliyiz.” (Kent Hovind, The False Religion of Evolution) demektedir. “Darwin’den önce naturalistlerin dünya üzerindeki olağanüstü canlı çeşitliliğini açıklaması oldukça zor iken, Darwin’in evrim teorisi, salt “doğal nedenler” yoluyla yaşam çeşitliliğini açıklama iddiasını materyalistlere vermiştir.” (Kemal Batak, Naturalizm Çıkmazı, Dennett’ten Dawkins’e yeni ateizmin felsefi temelleri ve teistik eleştirisi, s. 67) Dawkins de, “Darwin’in evrim teorisi sayesinde ateizmin kanıtlandığı” inancındadır. (Mustafa Akyol, Bilim, din ve ateizme dair modern ezberlerin sonu, s. 92) “Richard Dawkins militan ateist tavrını Darwinizm ile meşrulaştırır. Tasarımcının ya da ruhun olduğu hissini, Darwin’i okuduğunda tamamen kaybettiğini söyler Dawkins.” (Prof. Adnan Bülent Baloğlu, Son hurafe Deizm, s. 173)  “Ünlü eski ateistlerden Flew ise, evrim teorisinin tabiatta olan biteni açıklamadığına kanaat getirmiş.” (Baloğlu, s. 176) ve ateizmden vazgeçmiştir!

“Empedokles, canlıların ilk önce kafa, el, ayak gibi organlarının oluştuğunu, sonra bu organların rastlantıyla bir araya geldiklerini; insan kafası, insan vücudu ile buluştuğu zaman bütünün hayatta kaldığını, ancak sığır vücuduyla buluşunca uyum sağlayamadığını ve yok olduğunu öne sürmüştür.” (Murat Öner, Darwin öncesi evrim düşüncesi, Haber Bülteni, TMMBO, s. 58) Bu  filozofun görüşü çok uçuk gelmiş olabilir ama evim teorisi de b görüşün bilimsel kılıf giydirilmiş halinden başka bir şey değildir!

Günümüzde “Darwincilik, bir inanç halini almıştır. Evrimin bilim teorisi ise çok çürüktür, güçsüzdür.” (Aliye Çınar, Deizm ve ateizm üzerine, s. 29, 126. Bu konuda, ‘Ateizm yanılgısı’ adlı yazımızda birçok örnekler verilmiştir!)  “İslam ise insanın insanlığını vurgular. Onu hayvani özelliğin üstüne çıkarır.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 195)

Sosyal Darwinizm, Darwin’in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Türler arasındaki mücadeleyi toplumlar arası mücadeleye taşır ve buna bilimsel kılıf uydurur. Böylelikle de sömürü ve savaşlara altyapı hazırlar. “Sosyal darwinizm teorileri, emperyalizmin ortaya çıkışında yer alan güçlü kültürel amillerdir.” (Philip G. Altbach, Gail P. Kelly, Sömürgecilik ve eğitim, s. 63) Darwin: “Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üstü medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir.” (Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 124) derken “Naziler de, materyalizme sadık kalarak darwinizmin ahlak felsefesine tutunmuşlardır.” (Sami Amiri, Ateizm kendi paradigmasıyla yüzleşiyor, s. 54) “Francis Galton, kuzeni Charles Darwin’in de etkisiyle ari ırk kavramının kuramcısı olarak ortaya çıkar.” (Sefa M. Yürükel, Batı tarihinde insanlık suçları, s. 63) ve sonuçta “21 milyon insan, Alman nazizmi sonucu öldürülür.” (Yürükel, s. 107) “Darwin tarafından üretilen, güçlünün zayıfı evrim yoluyla yenmesi teorisine atıfta bulunan ve bu teoriyi pratikte uygulayan ve Avustralya’da 1788’den itibaren hüküm süren sömürgeci İngiliz yönetimi kendilerini üstün ırk olarak görmekte, Avusturya yerlerini ise alt ırk olarak tanımlamaktaydılar. Hatta onları hayvan olarak görüp yok edilmelerini bir görev olarak sayıyorlardı.” (Yürükel, s. 94) “Avustralya Tasmanya Kraliyet topluluğu ikinci başkanı James Bernard, yapılan soykırımlar için, “Soykırım kendiliğinden oluşmaktadır. Evrim Kanununa uygun olarak gelişmektedir.” demektedir. Avustralya sömürge parlamentosu’ndan Vincent Lesina, “Evrim kanununun bize gösterdiği gibi, bütün bu siyahlar, beyaz adamın yürüyüşünün ilerlemesi için kesinlikle yok edilmelidir.” diyordu.” (Yürükel, s. 95) “Sosyal Darwinci siyasi bakış açısı, Batılı toplumları medeniyetin merkezi, Batılı olmayanları da aşağı toplumlar olarak yorumlanmaktadır.” (Yürükel, s. 149) “Sosyalist bilimkurgu yazarı H.G. Wells, ‘İnsani yeterlikte eksik olan siyahi, esmer, kirli beyaz ve sarı insan yığınlarına ne olacak? Eh, dünya bir hayır kurumu değil, bence yok olup gitmelleri daha iyi’ derken, Julian Huxley, ‘Zenci ırkları gibi Moğol ırkların da Avrupa ırklarından aşağı ırklar olduğuna dair elinde bilimsel kanıtlar’ olduğunu ileri sürmekte idi.” (John Gray, Ateizmin Yedi Türü, s. 61) “Darwinizm’in ortaya attığı doğal seleksiyon fikrine göre sömürgeci bir gücün baskısı altına girmek, biyolojik açıdan ‘zayıf’ olan ırkların kaçınılmaz kaderidir.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 80) “Siyasi alanda faşizm, üstün ırk teorisine dayandığı için evrimin doğal seleksiyon iddiasına dört elle sarılmıştır. Maddeci zihniyet, hayatı sürekli bir mücadele olarak görmek istemektedir. Zenginlerin fakirleri acımasızca ezmesi, evrim teorisinin gereğidir. Öyleyse her türlü orman kanunu uygulanabilir.” (Selçuk Kütük, Deizm,s. 208, 220) Kısaca, Ferdi darwinizm ateizme; sosyal darwinizm ise sömürü ve katliama neden olmaktadır!

“Yeni fosil bulguları Darwin’i desteklemezken, evrim teorisi hala bir tabudur. Bunun en temel nedeni teorinin kutsallaştırılması, neredeyse bir din gibi sorgulanamaz hale getirilmesidir. Darwinin teorisi ile birlikte, dinlerin savunulduğu yaratılış öğretisi artık birer efsane olarak görülmeye başlanmıştır. Tanrı yaratıcı unvanını kaybetmiştir. Darwin’e göre, doğada türlerin sabitliği diye bir şey yoktur. Teori, burjuva sınıfını doğuran endüstriyel zihin yapısına hizmet etmiştir. İnsanlar arasında da, güçlüler ayakta kalacak, zayıflar elenecekti. Çünkü doğadaki mücadele ile insanlar arasındaki mücadele benzerdi. Darwin, İngiliz sömürgeciliğine meşruiyet kazandırmış, sömürgeciliğe biyolojik bir temel sağlamıştır. Sömürgeciliğin doruğa ulaştığı bir dönemde tabiattan sağlanan böyle bir meşruiyet/geçerlilik, batılılar için kaçırılmaz bir fırsattı. Teorisi hala bir tabudur. Bilim dünyası, tıpkı eskiden dine yönelik sorgulamaların küfürle suçlanması gibi, evrim teorisini sorgulayanlara uzun yıllar bu gözle bakmıştır. Evrim teorisi bir bilim midir, yoksa bir inanç mı? Teoriler, şimdilik doğru kabul ettiğimiz varsayımlardır. Newton fiziğinin fizikte son nokta olduğunu kabul etseydik, Einstein’a mahal bırakmayacaktık. Dolayısıyla, Darwin’in teorisine inanmayı bilimin amentüsü gibi görmek, bilime yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bilimi din haline getirmektir. Ateist nesil evrim aşısı ile aşılanmıştır. Bu neslin evrimcileri, gökyüzüne Tanrı yerine seleksiyonu çıkarır. Doğal seleksiyonla vaftiz olmuşlardır. Evrim vahyini türdeşleri arasında yaymak için tebliğe soymuşlardır.” (Modern Çağın İnanç Sorunları, Komisyon, DİB, Profesör Doktor Ali Köse, s. 126-130)

Evrimciler, “Şimdi bulamadığımız fosili 100 yıl sonra belki de bulacağız”, “bilim gelişecek ve beden ölse bile insan beyni uzayda yolculuk yapabilecek” ve “gelecekte din yok olacak” derken (Detay aşağıda, ‘Dine alternatif bir hurafe dini: Evrim’ adlı başlıkta) ‘gayb’a iman etmiş olmuyorlar (!) ama yaratılışa inananlar kıssalara iman edince bilim dışı oluyor ve hurafeci ilan ediliyorlar! Darwinistler “Göremedikleri için Tanrı’ya inanmazlar ama dinlerin bir gün sonu gelecek türü asla göremeyecekleri ütopyaya inanırlar.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 60) Kısaca, ateist bilim adamları “Tesadüfle (!) oluşan kainatı akıl ile yaptığımız aletler ile incelemeye çalışmaya.” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s. 235) devam etmektedirler!

“Evrim teorisinin kabulü, insanın biyolojik kökenini inceleme meselesinin çok ötesine geçmiş ve güçlü olanın hayatta kalması gibi sosyal imaları olan bir alan haline gelmiştir. Evrimci anlayış, insanların belirli bir aşamaya ulaştığında “dinlerin terk edileceği” düşüncesini sosyal bilimlerin merkezine yerleştirmiştir.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 33) “İlk insanın Adem olduğu veya insanın evrimin bir ürünü olduğu iddiası. İki yaklaşım birbirine öylesine dışlayıcıdır ki, birisinin kesinlikle yanlış olduğu açıktır.”  (Selçuk Kütük, Deizm, s. 113) “Türlerin kendi içlerinde çeşitlilik sadece bir tür içinde sınırlıdır. Bir türden başka bir türe geçiş yoktur. ‘Laboratuar şartlarında bile’ bir türden başka bir türe geçişin gerçekleştirilemediği düşünülürse, bu işlemin kendiliğinden ya da tesadüfen olduğunu ileri sürmek bilimsel anlayışa uygun düşmez. Canlı olmanın, fizik veya kimya kanunlarının kavram ve formülleri açısından herhangi bir tanımı mevcut değildir. Bir kitaptaki harflerin diziliminin herhangi bir anlam ifade etmesi, ancak bir ‘okuyucu’ ile mümkün olabilir. Eser, yazarı tarafından belirli bir mesajı vermek üzere harflerin uygun bir şekilde dizilmesi ile yazılmıştır. Kitaba anlam ve ruh verenin yazarın kendisi olduğu açıktır. Sayısız araştırma, son derece yüksek bir teknoloji kullanılmasına rağmen  bir hücre bile elde edilememiştir. Hayatın tesadüfen oluştuğuna ikna olabilmek için canlılığın en azından laboratuar şartlarında elde edilmesi gerekir. Bu gerçekleştirilirse bile, bilim adamlarının eli ile gerçekleştirilmiş olacaktır. Yani yapılan işlemin bilinçli bir öznesi olacaktır. ‘İnsanlar bir olan tanrıyı inkar etmek uğruna, sayısız ilahları kabul etmek durumunda kalmaktadır.’ Bir kelimeyi meydana getiren harfler, o kelimenin anlamından haberdar değildir. ‘Bir kitabın hem yazarının hem de okurunun bilinçli olması gerekir.’ Bilinçli olmayan elektron, proton, nötron gibi parçacıkların kendi kendine bir araya gelerek inanılmaz bir şekilde ‘birden çok parçadan oluşan, bu parçaların birbiriyle bağlantılı ve ilişkili olduğu’ bir kompleksliği oluşturduğuna inanmak mümkün değildir. Bir kitabın içinde çok değerli bilgiler olabilir, fakat o ‘kitaba çok bilgili’ denilmez; bir kasaya da çok zengin diyemeyiz. Bu evren bilgi, sanatla doludur ama o ‘bilgili veya sanatkar’ değildir. Resim ile ressamı aynı şey zannetmek ciddi sorunlar taşıyan bir bakış şeklidir. ‘Bir sistemin kendi kendini yapabilmesi için kendinden önce var olması, kendini yapmayı planlaması, karar vermesi ve hesap yapması gerekir.’ Bu ise tam anlamıyla bir çelişkidir. ‘Bilimsel açıklamalarda ‘tesadüf’ kavramı kabul edilebilir bir faktör olsaydı, bilim hiçbir şekilde ilerlemezdi.’ Evrim teorisi sadece bir kabul ve inançtır. ‘Komplekslik taşıyan olayların tesadüfen meydana gelme ihtimali sıfırdır.’ Kalın bir fizik kitabının ‘kim tarafından yazıldığını merak ederiz’ ama o ‘kuralları koyanı, uygulatanı neden inkar ederiz?’ Evrim süreci belirli amaca yönelik değildir. Bunun sonuçlarının felaket olacağı unutulmamalıdır. ‘Eşyanın, birtakım fiziksel kanunlara uygun olacak şekilde hareket etmesi, her şeyin bir amaca yönelik olduğunu göstermektedir. ‘Vicdan, muhabbet, vefa’ hayatta kalmayı veya güçlü olmayı gerektiren zaruri şeyler midir?’ Bir programcı olmadan, bir bilgisayar programının ortaya çıkmasını beklemek imkansızdır. Üzerinde sadece 29 harfin bulunduğu bir daktilonun başına bir maymunun oturduğunu ve her 1 saniyede bir tuşa bastığını düşünelim. Maymun, evrenin başından bugüne kadarki zaman,  yani yaklaşık 15 milyar sene uğraşmış olsa bile, hala ‘evrim teorisi’ yazmayı başaramamış olacaktı.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 192, 194-201) “Bir motorun benzin deposuna bağlı hortum çıkarılmış olsa, bütün mekanizma hareketsizliğe mahkum olur. Benzer şekilde nefes alabilmek için burun delikleri, nefes borusu, akciğer, kan, kalp, birçok parçanın aynı anda var olması gerekir. Bunlardan herhangi birinin olmaması, derhal ölüme sebebiyet verecektir. Motorların zaman içinde gelişimi gösterdikleri doğrudur ama bu gelişimi kendi kendilerine yapmaları imkansızdır. ‘Kazanılmış özelliklerin genlere nasıl işlenmiş olduğuna dair hiçbir açıklama yoktur. Belirli bir karmaşıklık seviyesinin üzerine çıkmış sistemlerin tesadüfi bir oluşumun neticesinde meydana gelmiş olma ihtimali, matematiksel olarak sıfırdır.’ Kumsalda taşlarla yazılmış kilometrelerce uzunlukta anlamlı yazılar görsek, bunu tesadüfe bağlayamayız. On tane tuğlanın üst üste dizilmesini tesadüfe bağlamayan bir akıl, bir hemoglobin proteinin tesadüfen oluşma ihtimali 1/20574 iken, onun tesadüfen oluşmasının imkansız olduğunu nasıl inkar edebilir? ‘Evrimin bilime değil batıl bir inanca dayalı olduğu görülmektedir.’ Evrimcinin, gerçekleşme ihtimali sıfır olan bir seçeneğin üzerine tüm hayatını (ebedi hayatını) yatırmakta ısrar etmesi nasıl bir kumardır? Çevrenizde gördüğünüz evlerin ve otomobillerin hiçbir mühendisi ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden var olduğunu ispatlayabilir miyiz? “Doğal Seleksiyon varsayımının temelinde, canlılar için faydalı olan değişimlerin organizma tarafından benimsenmesi, faydalı olmayan değişimlerin ise bir sonraki nesle aktarılmaması anlayışı bulunmaktadır. Değişikliğin faydalı veya zararlı olduğuna karar veren şey nedir? Bir şeyin faydalı ya da zararlı olduğuna karar verebilmek için, olayın tümünü ve geleceğini görebilmek gerekir. Doğal seçilim, isminden de anlaşıldığı üzere bir ‘seçme’ işlemidir. O halde bir ‘bilinçli seçicinin’ bulması gerekir. Yaratıcıyı kabul etmeyenler, tabiatı bilinçli kabul etmek gibi bir çıkmaza girmektedirler.” Evrimcilerin kullanmaya çalıştıkları diğer bir evrim mekanizması da mutasyonlardır. ‘Faydalı bir mutasyona rastlama ihtimali milyonda bir mertebesindedir.’ Deneysel olarak mutasyona uğratılması kolay canlılar olan mantarların bir milyar yıldır aynı formlarını korudukları bilinmektedir. ‘İmalat hatası sebebiyle bir uçağın düşmesi mümkündür, fakat herhangi bir yanlışlık ya da kusur sebebiyle pervaneli bir uçağın süpersonik bir uçağa dönüşmesini bekleyemeyiz.’ Sürekli olarak bozulan bisikletin uçağa dönüşmesi gibi bir şeydir bu. Mutasyonların meydana gelmesine en fazla radyoaktif etkiler sebep olmaktadır. Çernobil, Nagazaki, Hiroşima’nın sonuçları ortadadır. Gözü meydana getiren parçacıkların ancak tümü bir araya geldiğinde görme olayı söz konusu olmaktadır. Balıklar sudan karaya doğru çıkarak evrimleşme iddiası vardır. ‘Kullanılmayan organlar körelir’ prensibine göre, mesela nefes borusu olmadıkça akciğerin var olmasını ya da kornea tabakası olmaksızın retinanın ortaya çıkmasının bir anlamı yoktur. “Her bir parça kendi içinde gelişimini tamamladıktan ve diğer parçalarla temasa geçip bir bütün oluşturduktan sonra söz konusu organ aktif hale gelecektir. Başlangıç aşamasında parçalar henüz fonksiyonel olmadıkları için, evrim gereği körleşmeleri ve ortadan kalkma gerekecektir.” Esas sorgulamak istediğimiz şey, maymunla insan arasında geçiş özelliği gösteren herhangi bir ‘canlı geçiş formunun’ neden var olmadığıdır! Evrimciler ‘tüm canlıların ortak bir takım özelliklere sahip’ olduğunu kabul eder. Bu ‘tüm canlıların tek bir elden çıktığına işaret etmez mi?’ Ortak özelliklerin bulunması, bir tasarımcının var olduğuna işaret etmez mi? ‘Fosillerde, yarı balık ve yarı sürüngen özelliği gösteren hiçbir örneğe rastlanmamıştır.’ Fosil kayıtları türlerin aniden ve mükemmel bir şekilde ortaya çıktığını göstermektedir. Piltdown adamı kafatası veya ünlü zoolog Ernst Haeckel tarafından yapılan cenin çizimlerinin tamamen uydurma olduğu ortaya çıkmıştır. Birbirinden habersiz erkeğe ait sperm hücresi ile dişinin üreme hücrelerinin, kromozom sayılarını 46’dan 23’e indirerek birleşmesi ve yeni bir hücre oluşturması, evrimsel olarak nasıl açıklanabilir? ‘Evrim taraftarlarına göre canlılar, görmek istedikleri için göze sahip olmuşlardır. Gözleri olmayan bir canlı, görmenin ne olduğu hakkında hiçbir fikre sahip olamayacağından, ‘görme talebinde’ bulunması düşünülemez.’ Hiçbirimiz uçmak istediğimiz için kanatlara sahip olamayız, ama kuşlar kanatları olduğu için uçabilir. Kanatların ortaya çıkışının, teorinin kendisi ile nasıl çelişik olduğuna değinelim. Teorinin en temel kaynaklarından iki tanesi şudur: ‘İhtiyaç duyulan organlar kendiliğinden oluşur, işe yaramayan organlar körelir ve yok olur. Başlangıçta henüz gelişim aşamasında ve çok küçük boyutlarda olan uzantıların, uçmak açısından hiç bir faydası olmayacaktır. O halde, ikinci prensibe göre faydası olmayan bu küçük çıkıntıların körelerek ortadan kalkması gerekecektir.’ Yine darwincilerin, “Çevre, ne tür organizmanın en iyi uyum sağlayacağını bilir ve yanlış bir şey ortaya çıkarsa tıpkı daktilonun yanlış harfi attığı gibi bu şeyi atar.” (Emilliani Cesari, The Scientific Companion, s. 151) şeklindeki iddiaları da, evrimcilerin ikna edicilikten ne kadar uzak olduğunu gösteren örneklerdendir. ‘Tabiatın kendisine şuur, bilinç, akıl, düzenleyici gibi özellikler vermek putperestliğin çok ilkel bir halidir.’ Evrimcilerin, ‘her şey, zaman içinde enerjinin uygun şekillere girmesiyle ortaya çıkmıştır’ iddiası vardır. Enerjinin nereden ve nasıl ortaya çıktığı veya enerjinin düzgün bir şekilde yönlendirilemeyeceği ve işleyen sistemin düzenine zarar verebileceği hep göz ardı edilir. ‘Önemli olan, bu enerjinin bilinçli bir şekilde yönlendirip kullanılabilmesidir.’ Açıkça belirtmek gerekirse, ‘ne var olmak ne de hayatta kalmak için ‘insandaki gibi akla’ ihtiyaç yoktur.’ Felsefe konuşabilmenin, hayatı sorgulamanın hayatta kalmaya hiçbir faydası yoktur. ‘Eğer zihnimiz kendiliğinden ve bilinmeyen bir şekilde oluşmuş ise, böyle bir zihnin ürettiği düşüncelerin doğruluğuna ve kesinliğine ne derece güvenilebilir?’ Evrimcilerin zihinlerinde vahşi bir dünya tasavvuru vardır. Annenin yeni doğmuş yavruları için kendini feda etmesi gibi olaylar da, ‘kuvvetlinin hayatta kalması’ prensiplerini açıkça yanlışlar.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 203-221) “Evrim Kendinden daha güçsüz olan varlıklara gösterilen merhamet duygusunu da asla açıklayamaz.”(Hacı Ali Şentürk, Ateizm, Sonuçsuz Serüven, s. 38)  

Bilim, deneyle ispat edilebilen konularla ilgilenir. Evrim bilimsel olarak ispat edilebilmiş midir? Asla! Tüm deneylerde, ya deney ortamı deney yapanlarca ‘özel ayarlanmış’ ya da ‘özel kodlamalarla’ bilgisayarda deneyler yapılmıştır. Sonuç; Ayarlayan olmadan bir sonuç elde edilememektedir! Abiyogenez: Cansızların canlılara evrildiği iddiasıdır. Deneysel olarak birçok bilim adamı, özel şartlar hazırlanan ortamlarda bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır ama bu başarılamamıştır! Ama evrimcilere göre bu tesadüfen gerçekleşmiştir! Bunu savunanlara da hala bilim adamı denmektedir!

Doğal seçilimde güçlü olanın, çevreye uyum sağlayanın ayakta kaldığı iddia edilir. Yüz puanlık soru: Peki bu uyum DNA’ya nasıl etki etmiştir. Canlı uçmak istiyor. Bu istek o canlıyı meydana getiren her bir hücrenin içindeki DNA şifresini nasıl değişmiştir? Veya asıl soru; Bu mümkün müdür? Milyarlarca yazılım bir anda nasıl değişmiştir? Bazıları değişse, zaten yaşam olamazdı! Peki bir bilimsel açıklaması var mı? Hayır!

Detay:

Charles Darwin, 1859 yılında yazdığı ‘On The Origin of Species by Means of Natural Selection’ (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını “Doğal Seleksiyon” teorisi ile açıklamaya çalışmıştır. Evrim teorisine göre insanlar ve günümüz maymunları ortak atalara sahiptirler. Bu ilkel yaratıklar zamanla evrimleşerek bir kısmı günümüz maymunlarını, evrimin diğer bir kolunu izleyen bir başka grup da günümüz insanlarını oluşturmuştur.  Darwin, Lamarck’ın ‘kazanılmış özelliklerin’ (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle ‘aktarılması’ tezine ‘doğal seleksiyon’u da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştır. Ancak zamanla Darwin’in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıkmıştır. Lamarck’ın kalıtım ile ilgili teorileri ise kökten yanlış olduğu DNA’nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştır. Ancak Evrimciler yine pes etmemişlerdir. Bu kez Neo-Darwinizm ile ortaya çıkmışlardır. Bu yeni Evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının ‘mutasyon’lara dayandığı şeklindedir. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA’sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürerler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başlar. Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozmakta ama yeni DNA kodları üretememektedir. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları körelmekte ya da yer değiştirmektedir. Yeni bir organın oluşması da mümkün olmamaktadır. Üstelik ‘mutasyonların tamamına yakını zararlıdır.’ Bu nedenle de mutasyon tezi, evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kalmıştır. Zaten birçok evrimci de bunu itiraf etmektedir. Neo-Darwinizm’den biraz daha farklı bir evrim modeli olarak başka bir görüş daha ileri sürülmüştür: ‘Sıçramalı evrim.’ Orijinal ismi “punctuated equilibrium”, yani “kesintiye uğratılmış denge” olan bu model, 1970’lerin başında, Harvard Üniversitesi paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge tarafından yüksek sesle savunulmaya başlanır. Her ikisi de, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucu iki temel kavramla özetlerler: Stasis (Durağanlık)  ve  Aniden ortaya çıkış. Gould ve Eldredge, bu iki olguyu evrim teorisi içinde açıklayabilmek için, canlı türlerinin Darwin’in öngördüğü gibi ‘kademeli küçük değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğunu’ öne sürmüşlerdir. (S.J. Gould, “Evolution’s Erratic Pace” Natural History, vol. 86) Schindewolf teorisine örnek verirken, ‘tarihteki ilk kuşun, bir “grossmutasyon”la, yani genetik yapıda tesadüfen meydana gelen dev bir değişiklikle, bir sürüngen yumurtasından çıktığını’ iddia etmektedir. (Stephen M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco: W. H. Freeman and Co. 1979, s. 35, 159) Aynı teoriye göre, bazı kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirler de! Schindewolf’un bu fantastik teorisi, 1940’lı yıllarda da Berkeley Üniversitesi’nden genetikçi Richard Goldschmidt tarafından benimsenmiş ve savunulmuştu. Ama teori o kadar tutarsızdı ki, kısa zamanda terk edilmek zorunda kalınmıştır. Gould ve Eldredge’i bu teoriye yeniden sarılmaya zorlayan etken ise, fosil kayıtlarının hiçbir “ara form” olmadığını göstermesiydi. Fakat bir çok evrimci dahil bu görüşü reddetmektedir ve genetikçiler, zoologlar ya da anatomistler de, doğada bu tür “sıçramalar” oluşturacak bir mekanizma olmadığını söylemektedirler.

Evrim Teorisine eleştiriler

Bu teoride basitten mükemmele doğru bir gelişme ileri sü­rüldüğü halde, kromozom sayılarında böyle bir gelişme yoktur. Mesela tek hücrelilerden Radiolaria’da kromozom sayısı 800 olduğu halde, top­rak solucanında iki, alabalıkta 80-96, insanda ise 46’dır. Darwin’in bahsettiği şekilde türlerin değişmesi için geçen zaman, bugün dünyanın hesap edilen yaşından çok daha büyüktür. Ortam şartlarına en iyi uyma “ilerleme” şeklinde olduğu gibi, “ge­rileme” şeklinde de olabilmektedir. Mademki tabiatta zayıflar elenmektedir, o halde bize göre çok güçsüz gibi görünen türlerin yaşaması nasıl izah edi­lecektir? Veya zayıf kime göre neye göre? Yeni türlerin birbirinden tedricen, yani yavaş yavaş türediğini gösteren ara formlar-fosiller- hala daha bulunamamıştır! Her canlının ‘genetik yapısını muhafaza ederek’ kendi neslinden meydana gelmesinin sayısız örneği, “bir türün başka bir türden tesadüfen evrimleşerek hasıl olduğu” teorisine ters düşmektedir. Birçok organizmanın, yeryüzüne ilk çıktığı andan itibaren hiç değişmeden günümüze geldiği görülmektedir. Bir organ tam olarak teşekkül etmediği sürece onun bir fonk­siyonu olmadığından, organ tam teşekkül edinceye kadar canlıya bir fayda sağlayamamaktadır. Darwin ise bu düşüncenin aksini savunmaktadır. Ona göre, Mesela insan gözü, tam teşekkül edinceye kadar geçirdiği farz edilen ara devrelerde de görevini yapmıştır. Yarım gözün, yarım kalbin ya da yarım kafatasının mükemmel bir organ gibi nasıl görev yapmış olduğunun açıklanması hala yapılamamıştır.

İnsanın maymundan geldiğini iddia eden teori ayrıca günümüz insanı ile ataları arasında birtakım “ara form”ların yaşadığı da iddia eder. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” olduğu iddia edilir:

Australopithecus: Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Aslında bu canlılar soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildirler. Australopithecus cinsinin çeşitli türleri bulunur; bunların bazıları iri yapılı, bazıları ise daha küçük ve narin yapılı maymunlardır. Australopithecus’ın iki ayağı üzerinde dik yürümeye başlayan ilk maymun olduğu iddiası, başkanı Lord Zuckerman olan ve beş uzmandan oluşan ekibin 15 yıllık çalışması sonunda yaptığı, “bu canlının bir maymun türü olduğunu ve dik yürümedikleri” açıklaması ile yalanlanmıştır. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, s. 75-94) Diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da, araştırmaları sonucu Australopithecus’un iskelet yapılarının günümüz orangutanlarınınkine benzediği sonucuna varmıştır. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, s. 75-94) 2000 yılında B. G. Richmond ve D. S. Strait adlı iki bilim adamının gerçekleştirdiği ve Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada Australopithecusların önkol kemikleri incelenir ve bu türün günümüzde yaşayan ve 4 ayak üzerinde yürüyen maymunlarla aynı önkol anatomisine sahip olduğu sonucuna varılır. (Richmond, B.G. and Strait, D.S., Evidence that humans evolved from a knuckle-walking ancestor, Nature, 404(6776):382, 2000)

Homo habilis: 1984 yılında bulunan bir iskelet, bu türün maymunlarınki gibi küçük beyin hacmine, uzun kollara, kısa bacaklara sahip olduğunu göstermiştir. Antropolog Holly Smith, Fred Spoor, B.Wood, Frans Zonneveld de araştırmaları sonucu hep aynı sonuca varılmıştır. Homo habilis bir maymundur ve maymun iskeletine sahiptirler. (Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol 94, 1994, s. 307-325; Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, ‘Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion’, Nature, vol 369, June 23, 1994, s. 645-648)

Homo Rudolfensis: İnsan yüzü anatomisi profesörü Tim Bromage, C. Loring  Brace, paleantropolok Prof. Alan Walker, evrimci paleoantropolog J. E. Cronin yaptıkları incelemelerde bu canlının yüz, diş, beyin hacmi  ile bir maymun olduğu sonucuna varmışlardır. (Tim Bromage, New Scientist, vol 133, 1992, s. 38-41; Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, “Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion”, Nature, vol 369, June 23, 1994, s. 645-648; Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s. 54; J. E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, “Tempo and Mode in Hominid Evolution”, Nature, vol. 292, 1981, s. 113-122;)

Homo Erectus: Yapılan araştırmalar modern insan iskeleti ile Homo erectus’un iskeleti arasında hiç bir fark olmadığını göstermiştir. Erectus bir insandır, maymunla bir benzerlikleri yoktur. Erectus gibi küçük kafatası hacmine sahip pigmeler, kalın kaş çıkıntılarına sahip Avusturalya yerlileri günümüzde hala daha yaşamaktadırlar. (L.S.B. Leakey, The Origin of Homo sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L.S.B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974) Homo erectus ile bizim aramızdaki fark, zencilerle, eskimolarla arasındaki fark kadardır ama sonuçta her ikisi de insandır. (Boyce Rensberger, The Washington Post, November 19, 1984) Ayrıca Homo rudolfensis’in, atası olduğu iddia edilen homo habilisten bir milyon yıl daha yaşlı olduğu da ortaya çıkmıştır.

Neandertallar: Ölülerini gömen, müzik aletleri yapıp çalan, zeka seviyeleri, konuşmaları ile günümüz insanlarından tek farkları biraz daha güçlü bir iskelete sahip olmalarıdır. Dolayısıyla onlarda insandırlar. (Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s.136; Erik Trinkaus, “Hard Times Among the Neanderthals”, Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10;  R. L. Holloway, “The Neanderthal Brain: What Was Primitive”, American Journal of Physical Anthropology Supplement, vol. 12, 1991, s. 94) İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, Homo yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecus’dan daha gelişmiş canlılardır. Bu türün evriminin en son aşamasında ise, Homo sapiens, yani günümüz insanının oluştuğu öne sürülmektedir. Ama artık bu iddia da çürütülmüştür. (Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992. s. 136; Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, vol 94, 1994, s. 307-325) Evrimci yayınlarda ya da medyada zaman zaman adı geçen ‘Java Adamı’, ‘Pekin Adamı’, ‘Lucy’ gibi fosiller de üstte saydığımız dört türden birine dahildirler. Bu türlerin de kendi içlerinde alt türleri olduğu kabul edilir. Ramapithecus gibi bir zamanların çok iddialı ara form adayları ise, sıradan bir maymun olmalarının anlaşılması üzerine (Dr. Robert Eckhardt, Scientific American, 1972) insanın hayali soy ağacından sessiz sedasız çıkarılmıştır. (David Pilbeam, “Humans Lose an Early Ancestor”, Science, Nisan 1982, s. 6-7) Evrimciler “Australopithecus – Homo habilis – Homo erectus – Homo sapiens” sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo Erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlardır. Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. Bu ise elbette bu canlıların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Zaten artık bu teorinin eskimiş bir ideolojik kalıntı olduğunu evrimciler de itiraf etmektedir. (David Pilbeam, “Rearranging Our Family Tree”, Nature, Haziran, 1978, s. 40; American Scientist, Sayı 66, Mayıs-Haziran, 1978, s.379)

Evrimle ilgili kavramlar ve evrimcilerin itirafları I

Doğal Seleksiyon: Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, “Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.” (Colin Patterson, “Cladistics”, Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz,4 Mart 1982, BBC) “Tabii ayıklama söz konusu olsaydı, zayıfların yok olup kainattaki bütün canlıları mükemmel olması gerekirdi. Evrimi ispatlayacak fosil kayıtlarına da rastlanmamıştır.” (Prof Temel Yeşilyurt, Çağdaş inanç problemleri, s. 53, 54)

Mutasyon: Amerikalı genetikçi Babu G. Ranganathan, “Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.”  (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)

Ara-Geçiş Formları Çıkmazı: “Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlanmamaktadır? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerindedir? Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değildir? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır .” (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, s. 179) Evrimci paleontolog Mark Czarnecki, “Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur. Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin’in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır.”  (Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean’s, 19 Ocak 1981, s. 56)

Fosillerden hareketle yıllarca hep evrim teorisi propagandası yapılmıştır. Şimdi ise, ‘ara geçiş forumu iddiasında bulunmadık’ yalanları ortaya atılmaktadır. O zaman bilim adamları ‘Piltdown Adamı’ gibi sahtekarlıkların üzerine balıklama neden atlamışlardır?!

Fransız materyalist zoolog Pierre Grassé, “Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar. Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.” (Pierre Grassé, Evolution of Living Organisms, New York, Academic Press, 1977, s. 82) derken evrimci paleontolog Mark Czarnecki, “Evrimi ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur. Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin’in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin yaratıldığını savunan argümana destek sağlamıştır.”  (Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean’s, 19 January 1981, s. 56) itirafında bulunmaktadır. “Darwin’den sonraki yıllarda, onun taraftarları bu yönde (fosiller alanında) gelişmeler elde etmeyi ummuşlardır. Bu gelişmeler elde edilememiş, ama ‘yine de ‘iyimser’ bir bekleyiş’ devam etmiş ve bir kısım hayal ürünü fanteziler de ders kitaplarına kadar girmiştir.” (Science, July 17, 1981, s. 289)  “Çoğu paleontolog, ellerindeki kanıtların Darwin’in küçük, yavaş ve kademeli değişikliklerin yeni tür oluşumunu sağladığı yönündeki vurgusuyla çeliştiğini hissetmiştir. Ama onların bu düşüncesi susturulmuştur.” (S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes, and the Origin of Species, s. 71) Glasgow Üniversitesi paleontoloji profesörü T. Neville George, “Elimizdeki fosil kayıtları son derece zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir.” (T. N. George, “Fossils in Evolutionary Perspective”, Science Progress, vol 48, January 1960, s.1, 3; Aynı sonuca Harvard Üniversitesi’nden ünlü paleontolog Niles Eldredge’de ulaşmaktadır: N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 59) Ama yüz yılı aşkın süredir yapılan araştırmalara rağmen aranan o fosiller bir türlü bulunamamıştır!

 

Acı gerçek şudur ki, evrimcilerin ellerinde resimlerde kalan ama fosili bulunmayan hayali çizimler kalmıştır sadece! 

‘Yaratılıştaki içgüdü’yü kim güttü? Aklı kim verdi? ‘Tabiat üretici’ yazıyor. Üretilen olan tabiat kendi kendini mi üretti? Hem üretilen hem üreten nasıl olunabilir? İtalyancadan çeviri ile Müslüman halka suni/yapay kültür ithali ile yetişen neslin nihilizme kayması normal değil mi?

Ünlü evrimci paleontolog Colin Patterson, “Hayatın doğası hakkında her biri ‘birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye’ vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.” (Harper’s Mgazin, Şubat 1984, s. 60)

“Dikkat edilirse evrimcilerin iddialarının tek tek cevaplanması yerine bizzat kendilerinin teorilerinin çöktüğüne dair açıklamalarla konuyu ele alıyoruz. Daha kısa ve etkili olması yönünden tercih ettiğimiz bu metot ateist/oryantalist iddialarda da kullanmıştır.”

İlk Canlılar: Evrimciler, canlılığın yeryüzünde ‘ilk ortaya çıkışı’ konusunda büyük bir açmaz içindedirler. Çünkü canlı moleküller, rastlantılarla açıklanamayacak kadar komplekstir. Canlı hücresinin tesadüfen oluşması açıkça imkansızdır! Ki, bir de onun gibi trilyonlarcasının tesadüfen oluşup birbirleri işle uyumlu bir habitat meydana getirmesi imkansızdır! Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya geldiler. Moleküler evrim teorisinin en önemli ismi sayılan Rus evrimci Alexander İvanoviç Oparin, 1936’da yayınladığı ‘Yaşamın Kökeni’ adlı kitabında şöyle demektedir: “Maalesef hücrenin meydana gelişi, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.” (Alexander I. Oparin, Origin of Life, s.196) Evrimciler hücrenin rastlantılarla oluşabileceğini ispat etmek için sayısız deney, araştırma ve gözlem yapmışlardır. Ancak yapılan her çalışma, hücredeki kompleks yapıyı daha detaylı bir biçimde ortaya koyarak, evrimcilerin varsayımlarını daha da fazla çürütmüştür. Almanya’daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose bu konuda şöyle demektedir: “Kimyasal ve moleküler evrim alanlarında, yaşamın kökeni konusunda otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen tüm deneyler, yaşamın kökeni sorununa cevap bulmaktansa, sorunun ne kadar büyük olduğunun kavranmasına neden olmuştur. Şu anda bu konudaki bütün teoriler ve deneyler ya bir çıkmaz sokak içinde bitmekte ya da bilgisizlik itiraflarıyla sonuçlanmaktadır.” (Klaus Dose, “The Origin of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, vol. 13, no. 4, s. 348) Nükleotidlerin tesadüfen biraraya gelerek RNA ve DNA’yı oluşturmasının imkansızlığını, evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger şöyle ifade etmektedir: Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi kompleks moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi -ki bu ‘belki’ mümkün olabilir- ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanması. İşte bu ikincisi, olanaksızdır. (Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118) Uzun yıllar moleküler evrim teorisine inanan Francis Crick bile DNA’yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir: “Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat ‘mucizevi bir şekilde’ ortaya çıkmıştır.” (Francis Crick, Life Itself: It’s Origin and Nature, s. 88) Evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA’nın meydana gelmesi hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalmıştır: “Bir proteinin ve çekirdek asitinin (DNA-RNA) oluşma şansı, tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır!” (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim,  s. 39) Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşebilir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşleşmenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Amerikalı mikrobiyolog Jacobson, bu konuda şöyle demektedir: “İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez.” (Homer Jacobson, “Information, Reproduction and the Origin of Life”, American Scientist, s.121) Alman bilim adamları Junker ve Scherer, canlılık için gerekli moleküllerin hepsinin sentezinin ayrı ayrı koşullar gerektirdiğine dikkat çeker. Bu ise, Junker ve Scherer’e göre, yaşam için gereken birçok farklı maddenin bir araya gelme şansının hiç olmadığını göstermektedir: “Kimyasal evrim için gerekli tüm moleküllerin elde edileceği bir deney bilinmiyor. Dolayısıyla çeşitli moleküllerin değişik yerlerde çok uygun koşullarda üretilip, hidroliz ve fotoliz gibi zararlı etmenlere karşı korunup, yeni bir reaksiyon bölgesine taşınması gerekmektedir. Burada tesadüften bahsedilemez, çünkü böyle bir olayın gerçekleşme ihtimali yoktur!” (Reinhard Junker & Siegfried Scherer, Entstehung und Gesiche Der Lebewesen, s. 89) Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Evolution, A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında bu durumu şöyle anlatır: “Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini ‘belirleyen, emreden ve kontrol eden’ sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!” (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, s. 351) Bunlar da Darwin’in bizzat kendisinden: “Bana ‘insan’ konusuna girip girmeyeceğimi soruyorsun. Sanırım bu konudan tamamıyla uzak duracağım. Benim yirmi yıldır üzerinde çalıştığım bu yapıt ise, hiçbir şeyi çözümlemeyi veya cevaplamayı başaramayacak.” (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, I/467) “İnsanın evrimi konusunda akıl almaz derecede hayal kırıklığına uğradım.” (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, II/298) Richard Leakey ve Roger Lewin, uzun uzun insanın evrimi ile ilgili varsayımlarda bulunduktan sonra;  “Bunlar muhtemel, ancak açıkçası doğruyu bilmiyoruz. O zaman bütün bunlar boşuna bir zihin jimnastiği mi diye itirazda bulunabilirsiniz. Bir noktaya kadar öyle.” (Richard Leakey – Roger Lewin, Göl İnsanları, TÜBİTAK, s. 23)

Skandallar

Evrimi kanıtlamak için sahtekarlık yapan Ernst Haeckel’in itirafı da ilginçtir: “Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları ‘en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller’ bulunuyor!” (Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, s. 204)

Piltdown Adamı: Bilim insanları, bu fosilin o güne kadar bilinmeyen erken dönem bir insan türüne ait olduğunu düşünür. Fakat daha sonra, kafatasının 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiğinin de yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu ortaya çıkar! (Kenneth Oakley, William Le Gros Clark & J. S, “Piltdown”, Meydan Larousse, Cilt 10, s. 133;Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44; John Evangelist Walsh. Random House, Unraveling Piltdown:: The Science Fraud of the Century and Its Solution) Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmiştir. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kaybolmaktadır. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark, “dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, ‘nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış’ olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizleyememektedir. (Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44) Sahte olduğu ancak 40 yıl sonra ‘anlaşılabilmiştir!’ (Cumhuriyet,  7 Ekim 2020)  40 yılı aşkın bu sure zarfında üzerine birçok bilimsel (!) makaleler yazılmıştır. Ayrıca dünyanın farklı üniversitelerinden 500’ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırlamıştır! (Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids, Eerdmans, 1980, s. 59) 

piltdown_man-sahte-milliyetcocuk-1

1953’te sahte olduğu ispatlanan Piltdown adamı için 14 Mayıs 1975 tarihli Milliyet Çocuk dergisi gerçekmiş gibi yayınlar yaparak, çocukların zihnine evrim teorisini işlemeye devam etmekte idi! 

1930 yılına ait Resimli Ay Dergisi. Papazlardan daha gavur doludur ülkem! 

Cava (Java) adamı: Eugene Dubois, 1891 yılında Endonezya’nın Java Adasındaki Solo Irmağı’nın kıyısında ‘Bir adet diş, kafatası parçası ve uyluk kemiği’ bulur. Önce kafatası parçası bulunmuş, bir sene sonra, kafatası bulduğu yerden yaklaşık 15 metre ileride birde uyluk kemiği bulmuş ve bu ikisinin aynı bedene ait olabileceğini fikrine ulaşmıştır. Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca Java Adamı’nı araştıran Marvin L. Lubenov Bones of Contention (Tartışmalı Kemikler) adlı kitabında, Dubois’in fosili bulduğunda yeterli bir jeoloji bilgisine sahip olmadığını şöyle bir alıntı ile aktarır: “Dubois, Java fosil faunasını ilk tanımladığında Pleistocene olarak belirtmişti. Ancak Pithecanthropus’u (Java Adamı’nı) bulduktan hemen sonra fauna birden Tertiary oldu. Faunanın Pleistocene özelliklerini azaltmak için elinden geleni yaptı.” (Bones of Contention, Marvin L. Lubenov, s. 88) Cambridge Üniversitesi’nden ünlü anatomist Sir Arthur Keith, bu hacime sahip bir kafatasının maymuna ait olamayacağını net olarak belirtip maymunlara has güçlü çiğnemeyi sağlayan yapısal özelliklerin bu kafatası başlığında bulunmadığını ortaya koyar. Keith, kafatasının kesinlikle bir insana ait olduğunu söylemektedir. Evrimi ispatlayacak fosil bulmak için proje başlatan ekibin başı  Prof. Selenka, günümüz insanıyla Java Adamı’nın aynı dönemde yaşadığı, dolayısıyla Java Adamı ile insanın evrimi arasında bir bağlantının olmadığı sonucuna varıyor, projede sekreterlik görevini yürüten Dr. Max Blanckenhorn ise, ‘bulgularıyla Dubois’nın tezini doğrulayacakları yerde çürüttükleri için özür diliyordu!’ Prof. Phillip Johnson boşuna, “Bugün bilim çevreleri Darwinizm’i test etmeyi değil, ne olursa olsun korumayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Bilimsel araştırmaların kuralları da bu ideolojiyi doğrulayacak şekilde belirlenmektedir.” (Marvin L. Lubenow, Bones of Contention: A Creationist Assessment of Human Fossils, s. 88) dememektedir!

Nebraska Adamı:  1922’de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska’daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi’ne ait ‘bir azı dişi fosili’ bulduğunu açıklar. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktadır. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başlar. Bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumlarken bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu ileri sürer. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile “Nebraska Adamı” adı verildi. “Bilimsel” ismi de hemen üretilir: Hesperopithecus haroldcooki. Birçok otorite Osborn’u destekler! ‘Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı’nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon/yeniden yapım resimleri yapılır.’ Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska adamının, eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlanır. Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmiştir! Evrimci çevreler bu “hayalet adamı” o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çeker. Ancak 1927’de iskeletin öbür parçaları da bulunmuştur. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aittir. Dişin, Prosthennops cinsinden ‘yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir türüne’ ait olduğu anlaşılır. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atar: “Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan.”  (W. K. Gregory, “Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man”, Science, cilt 66, Aralık 1927, s. 579)

Miller deneyi: Stanley Miller 1953 yılında yaptığı bir deneyle bir aminoasitin ilkel şartlarda oluşabileceğini ispat ettiğini ileri sürer. Fakat deneyinde  yaptığı hileler zamanla ortaya çıkar: Metan ve amonyak gazlarını deneyinde kullanan Miller’in deneylerinin aksine, 1970’lerden sonra, ilkel ortamda ‘bu gazların olmadığı’ ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar, atmosferin ilk dönemlerde azot, hidrojen, su buharı, oksijen ve karbondioksitten oluştuğunu ispat etmişlerdir. Bu gazlarla yapılan 1975’teki deneyde ise, tek bir aminoasit bile elde edilememiştir! Miller, deneyinde ‘soğuk tuzak’ adlı mekanizma da kullanmıştır. Bu mekanizma ile aminoasitin oluşumunu ‘engelleyen’ oksijeni de Miller deneyinden soyutlamıştı. Miller deneyi sonucunda, canlıların yapılarını bozan organik asitler de oluşmuştu. Miller ‘bu asitleri de deneyden izole’ etmiştir. Kısaca Miller deneyi, evrimi değil evrimsizliği ispatlamaktadır! Çünkü bir aminoasitin oluşumu için bile, deney ortamına, asıl ortamında olmayan metan ve amonyak gazlarının eklenmesine, olan oksijenin çıkarılmasına, oluşacak aminoasitin korunması için özel bir mekanizmanın (soğuk tuzak) kurulmasına ve bozucu özelliğe sahip organik asitlerin izole edilmesine ihtiyaç vardır! Kısaca, ‘bir adet’ aminoasitin bile tesadüfen değil ‘özel şartlarda, kontrolle, bir laboratuvar ortamında, bilinçli müdahalelerle’ ancak elde edilebileceğini Miller deneyi ile ispatlanmaktadır ki, bu da evrimin çöküşü için yeterlidir!

İlk canlı ve hücrenin oluşumu: Hücreler, canlının yapısal ve işlevsel özellikler gösterebilen en küçük birimidir. Hücreyi kısımları ve görevleri bakımından bir fabrikaya benzetebiliriz: Fabrikanın dış duvarları hücrenin zarına; işçiler ve makineleri sitoplazmaya; yöneticinin bulunduğu yer ise çekirdeğe, hücredeki golgi aygıtı paketleme odasına benzetilebilir. Endoplazmik retikulumun görevi madde taşınmasıdır ki, bu da fabrikadaki üretilen malzemenin taşıyıcı bantlarda taşınması gibi kabul edilebilir. Hatalı ürünlerin atık odasına gitmesini lizozom hücresindeki sindirilmeyen maddelerin hücre zarına atmasına, fabrikanın içindeki enerjiyi Mitokondriye, temizlik görevlilerini de kamçılara benzetebiliriz ki, tüm bu nedenlerle de, “hücrenin organizasyonu, sık sık bir fabrikanınkine benzetilmiştir. Hücrenin donanım ve mekanizmalarının sabit olmayıp daima parçalanıp yeniden kurulduğu da unutulmamalıdır.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 118) Bu minik fabrikaların bir araya gelip birbirleri ile uyum içinde çalışmasını da evrim tasadüfe bağlamaktadır. Halbuki hücre bilinen en kompleks ve en üstün düzene sahip sistemdir. Biyoloji profesörü Michael Denton, Evolution, A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde bir Teori) isimli kitabında hücrenin kompleksliğini bir şehre benzetmektedir: “Moleküler biyoloji tarafından ortaya konan hayatın gerçek yönünü anlayabilmek için bir hücreyi, çapı 20 kilometre olan Londra veya New York gibi büyük bir şehrin büyüklüğüne ulaşana kadar milyonlarca kez büyütmeliyiz. Bunun sonucunda karşımıza eşsiz bir kompleksliğe ve mükemmel bir düzene sahip bir yapı çıkacaktır. Hücrenin yüzeyinde, sürekli olarak bazı maddelerin giriş ve çıkışına yarayan ve bir uzay gemisinin liman çıkışlarını andıran milyonlarca kapı görülür. Eğer bu kapılardan birinden içeriye girme imkanımız olsa kendimizi dünyanın ‘en muhteşem teknolojisinin’ ve insanı hayrete düşüren bir kompleksliğin içinde buluruz. ‘İnsan zekasının yapımı olan her ürünün çok üstündeki bu kompleks yapı’ bizim düşünme kapasitemizin çok üstündedir ve tesadüf kavramını tamamen ortadan kaldırmaktadır.” (Denton, Evolution, s. 242) Bugün hücrenin içinde; enerjiyi üreten santraller; yaşam için zorunlu olan enzim ve hormonları üreten fabrikalar; üretilecek bütün ürünlerle ilgili bilgilerin kayıtlı bulunduğu bir bilgi bankası; bir bölgeden diğerine ham maddeleri ve ürünleri nakleden kompleks taşıma sistemleri, boru hatları; dışarıdan gelen ham maddeleri işe yarayacak parçalara ayrıştıran gelişmiş laboratuvar ve rafineriler; hücrenin içine alınacak veya dışına gönderilecek malzemelerin giriş-çıkış kontrollerini yapan uzmanlaşmış hücre zarı proteinleri olduğunu biliyoruz. Bu saydıklarımız hücredeki kompleks yapının yalnızca bir bölümünü oluşturur. Evrimci bir bilim adamı olan W. H. Thorpe, “Canlı hücrelerinin en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı, hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir” (W. R. Bird, The Origin of Species Revisited., Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, ss. 298-99) şeklinde itirafta bulunmaktadır. Evrimciler, hayatın kökeni sorunuyla 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde karşı karşıya gelmişlerdir. Almanya’daki Johannes Gutenberg Üniversitesi Biyokimya Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Klaus Dose: “Hayatın kökenine cevap bulmak için kimyasal ve moleküler evrim sahasında 30 yıldır yapılan çalışmalar başarısızlıkla sonuçlandı. Hayatın nasıl oluştuğu, hala en büyük sır.” (Klaus Dose, “The Origin of Life: More Questions Than Answers”, Interdisciplinary Science Reviews, Vol 13, No. 4, 1988, p. 348) San Diego Scripps Enstitüsü’nden jeokimyacı Jeffrey Bada: “Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?” (Jeffrey Bada, Earth, February 1998, p. 40) Materyalist İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, ‘Tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını’ (Hoyle on Evolution”, Nature, Cilt: 294, 12 Kasım 1981, s. 105) söylerken aslında yaşamın hiç de tesadüfen oluşamayacağını ilan etmektedir. Harold Blum adlı evrimci bilim adamı da, “Bilinen en küçük proteinlerin bile rastlantısal olarak meydana gelmesi, tümüyle imkansız gözükmektedir.” (W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 304) şeklinde itirafta bulunmaktadır. Amerikalı jeolog William Stokes, ‘Essentials of Earth History’ adlı kitabında bu gerçeği kabul etmektedir: “Eğer milyarlarca yıl boyunca, milyarlarca gezegenin yüzeyi gerekli amino asitleri içeren sulu bir konsantre tabakayla dolu olsaydı bile yine (protein) oluşamazdı.” (W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 305) New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan hücresinde ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.) Elde edilen rakam, 1.040.000’de 1 ihtimaldir ki bu sayı, 1 rakamının yanına 40 bin tane sıfır gelmesiyle oluşan akıl almaz bir sayıdır. (Robert Shapiro, Origins: A Sceptics Guide to the Creation of Life on Earth, New York, Summit Books, 1986. s.127) Amino asitler farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler; ancak proteinler, yalnızca ve yalnızca “peptid” bağlarıyla bağlanmış amino asitlerden meydana gelirler. 500 amino asitlik bir protein molekülünün meydana gelme ihtimali, 1’in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan (10950) ve aklın kavrama sınırlarının çok ötesindeki astronomik bir sayıda, ‘1’ ihtimaldir.  Hayati bir protein olan “hemoglobin” molekülünde yukarıdaki örnek proteinden daha fazla, 574 tane amino asit bulunur. Şimdi bir de şunu düşünelim: Vücudunuzdaki milyarlarca kırmızı kan hücresinden yalnızca bir tanesinde, tam 280.000.000 hemoglobin bulunur. Hücre yalnızca amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın da değildir. Yüzlerce gelişmiş sistemi bulunan, insanoğlunun halen tüm sırlarını çözemediği komplekslikte bir canlıdır.

Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin ‘tesadüfen’ uygun bir şekilde biraraya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesinin ise hiç imkanı yoktur! Hele ki bu hücre gibi daha miyarlarcasının bir araya gelip birbiri ile uyum içinde çalışıp bir canlıyı oluşturması ve bu canlının yaşayacağı ortamın (Yemek, içmek, nefes almak, hayatta kalmak vd.) uygun olup, kendi gibi milyarlarca daha canlının var olup, trilyonlarca başka canlı (Bitki, hayvan ve hatta cansız olan su, toprak, hava gibi özellikler) ile uyum içinde binlerce senedir yaşayabileceklerini düşünmek, sadece taassup, batıl inanç, subjektivizm ve cehaletle açıklanabilir! Sir Fred Hoyle, ‘aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmekte’dir ve bunun (kabul edilmemesinin) nedenini, “bilimsel değil, psikolojiktir.” (Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, s. 130) diye açıklamaktadır.

Vücuttaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA’nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA’daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur. Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını oluşturan aminoasitler, DNA’da yer alan üç nükleotidin arka arkaya sıralanmasıyla ifade edilmiştir. Vücudumuzdaki organların herbiri farklı sayıda gen tarafından kontrol edilir. Örneğin; deri 2559, beyin 29930, göz 1794, tükürük bezi 186, kalp 6216, göğüs 4001, akciğer 11581, karaciğer 2309, bağırsak 3838, iskelet kası 1911 ve kan hücreleri 22092 gen tarafından kontrol edilmektedir. DNA’daki harflerin diziliş sırası insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanısıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10.000 işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin ve 100 trilyon hücrenin planları tek bir hücrenin DNA’sında mevcuttur. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Bütün bu imkansızlıkların yanısıra, DNA çok zor reaksiyona giren bir yapıya sahiptir. Çünkü DNA, çift zincirden oluşmuş sıkı bir helezon şeklindedir. Bu bakımdan da canlılığın temeli olması düşünülemez. Dahası, DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Her ikisi de birbirine bağımlı olduğundan, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olmaları gerekir. Ya da ikisinden birinin daha önce “yaratılmış” olması zorunludur. Science dergisinde yayımlanan makaleye göre, Harvard Tıp Fakültesi’nden Profesör George Church liderliğindeki üç kişilik ekibin yaptığı araştırma sonucu: Bir gram DNA üzerine 455 milyar gigabyte veri kodlanabiliyor. Bu da 100 milyar DVD’deki veriden daha fazlası demek. DNA’nın bu kadar küçük alanda bu kadar büyük veriler taşıyabilmesi üç boyutlu olmasından kaynaklanıyor. (Hürriyet, 17 Ağustos 2012) DNA’daki genetik bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, yaklaşık 500’er sayfalık 900 ciltten oluşan bir kütüphane oluşturmamız gerekirdi. Ama bu muazzam hacimdeki bilgi, DNA’nın “gen” adı verilen parçacıklarında şifrelenmiştir. Evrimci bir biyolog olan Frank Salisbury, “orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir.”  (Frank B. Salisbury, “Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution”, American Biology Teacher, Eylül 1971, s. 336) demektedir. 41.000’de bir, “küçük bir logaritma hesabı” sonucunda, 10620’de bir anlamına gelir. Bu sayı 10’un yanına 620 sıfır eklenmesiyle elde edilir. 10’un yanında 11 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakamın gerçekten de kavranması mümkün değildir. Evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalmıştır: “Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı, astronomik denecek kadar azdır.” (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s. 39) San Diego California Üniversitesi’nden Stanley Miller’in ve Francis Crick’in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel bu konuda şöyle demektedir: “Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları ‘aşırı derecede ihtimal dışıdır.’ Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, ‘yaşamın, kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda’ kalmaktadır.” (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, vol. 271, October 1994, p.78 ) Aynı gerçek, diğer bazı ünlü evrimci bilim adamları tarafından da kabul edilir: “DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz”. (John Horgan, “In the Beginning”, Scientific American, vol. 264, February 1991, p. 119 ) “Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, ‘hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile’ tatmin etmemiz gerekiyor.” (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York, Vintage Books, 1980, p. 548) Cardiff Üniversitesi’nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe vardığı bilimsel sonucu şöyle ilan eder: “Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu. Ama şu anda, Tanrı’ya inanmayı gerektiren açıklama karşısında, öne sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Biz hep açık bir zihinle düşünmeye alıştık ve ‘şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu sonucuna’ varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil.” (Chandra Wickramasinghe, Interview in London Daily Express,14 Ağustos 1981)

Önce birçok tesadüf meydana gelerek basit kimyasal maddelerin içinden gerçekte tesadüfen oluşması “rastgele saçılan harflerin kusursuz bir şiir oluşturmaları” kadar imkansız olan (Bu benzetme, moleküler evrim teorisinin kurucusu sayılan Rus biyokimyacı Alexander Oparin tarafından yapılmış ünlü bir itiraftır: A. I. Oparin, Origin of Life, s.132-133) bir protein oluşturmuşlardır. Sonra başka tesadüfler başka proteinleri meydana getirerek, yine tesadüfen bu proteinleri biraraya toplamış ve onları uygun şekilde organize etmişlerdir. Sadece proteinler değil, DNA, RNA, enzimler, hormonlar, hücre organelleri gibi her biri son derece kompleks olan hücre içi yapılar, hep tesadüfen ve yanyana oluşmuştur. Bu milyonlarca tesadüf sonucunda ise, ilk hücre meydana gelmiştir. Kör tesadüflerin marifeti olan mucizeler burada son bulmamış, bu hücre tesadüflerin yardımı ile çoğalmaya başlamıştır. Söz konusu iddiaya göre bir başka tesadüf, hücreleri organize etmiştir ve bundan ilk canlıyı meydana getirmiştir. Bir canlıdaki tek bir gözün oluşması için dahi milyonlarca “şanslı olayın” birarada gerçekleşmesi gerekmektedir. İşte burada da tesadüf denen kör süreç devreye girmiş; önce, yine tesadüfen oluşan kafatasında en uygun yerlere en uygun büyüklükte iki delik açmış ve sonra buraya tesadüfen gelen hücreler, yine tesadüfen gözü inşa etmeye başlamışlardır. Görüldüğü gibi, tesadüfler, sonuçta ne elde etmek istediklerini bilerek hareket etmektedirler. Daha en baştan, “görmek, işitmek, nefes almak” ne demektir bilen, yeryüzünde hiçbir örneği olmadığı halde bunlardan haberdar olan “tesadüf”, büyük bir ‘bilinç ve akıl göstererek, son derece ileri görüşlü’ davranarak, canlılığı adım adım inşa etmiştir.

Kısacası evrim teorisi, moleküler düzeyde gerçekleştiği iddia edilen evrimsel oluşumlardan hiçbirisini ispatlayabilmiş değildir. RNA molekülünün nasıl olup da kendine bir hücre zarı bulduğu, daha sonra hücre organellerini nasıl ortaya çıkardığı gibi birçok soru cevapsız beklemektedir. 

kodlama-pcdunyasi-hayat-2

dna-kodlama-programlayan-1

Bir evrimci ıssız bir adaya düşse,  görülüp yardım ulaşsın diye ‘Help’ yazısını sahile yazsa, ama kimse ona yardım etmese! Daha sonra bir şekilde ‘tesadüfen’ evrimcimiz o adadan kurtulsa ve sonra da insanlara: “Oraya kocaman bir yazı yazdım, onu gördüğünüz halde bana niçin yardım etmediniz?” diye sorsa, çevresindeki insanlarda ona: ‘Dört harften oluşan bir yazıydı, dalgalar taşları sürüklerken veya yengeçler yürürken oluşmuştur diye düşündük’ şeklinde cevap verse, evrimci kızıp bu cevabı reddetmez mi? Karşısındakiler de bu defa, “Sen üç buçuk milyar harften oluşan DNA’ya tesadüf diyorsun da, biz dört harften oluşan yazıya mı tesadüf deyince kızıyorsun?!!” dese, evrimcinin verebileceği bir cevabı var mıdır acaba?

Alman Federal Fizik ve Teknoloji Enstitüsü’nün yöneticisi Prof. Dr. Werner Gitt: “Bir kodlama sistemi, her zaman için zihinsel bir sürecin ürünüdür. Madde, bir bilgi kodu üretemez. Maddenin bilgi ortaya çıkarabilmesini sağlayacak hiçbir bilinen doğa kanunu, fiziksel süreç ya da maddesel olay yoktur.” (Werner Gitt, “In the Beginning Was Information”, CLV, Bielefeld, Germany, s.107, 141) Basit tek hücreli bir canlının tesadüfen gerçekleşen mutasyonlarla oluşma ihtimali 1/1078.436’dır. Yani, 10’un yanına 78.436 tane sıfır koyulması demektir. Dikkat lütfen, söz konusu olan sadece tek hücre’dir! Ve İstatistik dünyasında 1/1030’dan sonraki alan “gerçekleşme ihtimali yok” olarak kabul edilmektedir. (John R. Hadd, Evolution: Reconciling the Controversy, Kronos Press, New Jersey 1979, s. 31)

İnsan Genomu Projesi’ni yürüten Celera Genomics şirketinin en önemli uzmanlarından biri olan Gene Myers: “DNA’da çok müthiş bir ‘akıl’ var.” (Tom Abate, “Human Genome Map Has Scientists Talking About the Divine Surprisingly Low Number of Genes Raises Big Questions”, San Francisco Chronicle, 19 Şubat 2001) “İnsan genomundaki bilgi, alfabe kullanılarak yazılabilseydi, her biri 1.000 sayfa olan ve her sayfasında 3.000 harf bulunan 1.000 adet kitaba sığardı.” Toplamı, 3 milyar harf.” (Werner Gitt, The Wonder of Man, Christliche Literatur-Verbreitung e.V., Almanya, 1999, s. 75) “Şu anda yeryüzünde bilinen en üst seviyedeki saklama kapasitesi DNA molekülüne aittir.” (Werner Gitt, The Wonder of Man, Christliche Literatur-Verbreitung e.V., Almanya, 1999, s. 75) “İnsan vücudundaki bütün hücrelerin DNA’ları düzleştirilip, uç uca eklenirse yaklaşık 50 milyar kilometre uzunluğunda olacaktır. Bu uzunluk Dünya’dan Güneş Sistemi’nin ötesine ulaşmak için yeterlidir. Işığın, vücudunuzdaki tüm DNA’lar boyunca yolculuk edebilmesi için, yaklaşık 2 gün gerekirdi.” (Lee Spetner, Not By Chance, Shattering the Modern Theory of Evolution, The Judaica Press Inc., 1997, s. 30) Ünlü Amerikan filozofu Prof. Daniel Dennet, Darwin’s Dangerous Idea (Darwin’in Tehlikeli Fikri) adlı kitabında DNA’daki bilgi yoğunluğunu şöyle tarif etmektedir: “Bilgisayar çağının “mühendislik harikalarına” alışkın olmamıza rağmen, DNA ile ilgili gerçekleri kavramak çok güç. Molekül boyutundaki bu makineler kopyalama yapıyorlar. Aynı zamanda editörlük yapan enzimler, inanılmaz bir hızla hataları düzeltiyor. Onların yaptıkları işin çapına, hala süper bilgisayarlar bile erişemiyor. Biyolojik makro moleküllerin saklama kapasitesi, günümüzdeki örneklerinin derecelerce üzerinde.” (Daniel C. Dennett, Darwin’s Dangerous Idea, Touchstone, New York, 1996, s. 151) “DNA’nın bilgiyi minyatürleştirme, diğer bir deyişle sıkıştırma yeteneği ise, günümüz teknolojisinin çok ötesinde, şaşırtıcı bir boyuttadır. Kıyaslayacak olursak, Los Angeles, Güney California Üniversitesi’nden Leonard Adleman’ın yaptığı hesaplamalara göre, sadece 1 gram DNA, bir trilyon CD’ye eş değer bilgi saklayabilmektedir.” (John Whitfield, “Physicists Plunder Life’s Tool Chest”, Nature, 24 Nisan 2003) DNA bilgisayarı’nın muciti Dr. Leonard Adleman: “Eğer hücrenin içine bakarsak kendi başımıza yapamayacağımız fevkalade makinalar görürüz. Bu muhteşem bir alet kutusudur. ” (John Whitfield, “Physicists Plunder Life’s Tool Chest”, Nature, 24 Nisan 2003) Moleküler biyolog Michael Denton, “Hücrelerin aşırı derecede kompleks varlıklar oldukları açıktır. Hücredeki komplekslik bir jumbo jette bulunandan çok daha fazladır. Sanki jumbo jetteki komplekslik insan gözünün göremeyeceği bir toz zerresine paketlenmiştir. Bu kadar kompleks olan bir şeyin, bu kadar küçük bir hacme nasıl sığdırıldığını anlamak çok zordur. Üstelik zerre büyüklüğünde bu jumbo jet, hiçbir çaba sarf etmeden kendisini çoğaltabilmektedir.” (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, ss. 212-213) “Biyolojik bilginin, hücre çekirdeğinin minik hacmi içerisinde paketlenmesine imkan sağlayan, DNA’nın paketleme özellikleri, insan için özel olarak düzenlenmiştir.” (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 381) “DNA, söz konusu sıkıştırma kapasitesine sahip olmasaydı, hücrenin, düzensiz DNA iplikçiklerini kapsayabilecek biçimde, çok daha büyük olması gerekecekti. Fakat hücrelerin daha büyük olmaları mümkün değildir. Çünkü hücrenin oksijen ve besin kaynakları, ancak hücrenin mevcut çapı kadar mesafede verimlidir.” (Michael J. Denton, Nature’s Destiny, Free Press, New York, 1998, s. 154)

“Onlar (şu anki adları ile evrimciler!) Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir.” (Hac, 74)

Junk DNA İddiası

“İnsan genomundaki protein kodlayan bölgeler (genler) toplam DNA dizilerinin yalnızca % 1,5’idir. Geri kalan bölümün yarısından fazlası tekrarlanan dizilerden (hurda DNA) ibarettir.” (www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/yeniufuk/icerik/genom.pdf) Evrimciler, DNA’nın protein kodlamayan büyük kısmını, “junk DNA-hurda/çöp DNA” olarak tanımlamıştır (Ohno S. So much “junk” DNA in our genome. Brookhaven Symp Biol. 1972;23:366-370) Onlara göre DNA’nın büyük bölümü hiçbir işe yaramamakta ve hurda-çöp dizilerden ve manasız tekrarlardan oluşmaktadır. Bu nedenle insan DNA’sının bu bölümünün detaylı araştırılmasının gereksiz olduğunu (Lewin R. Proposal to sequence the human genome stirs debate. Science. Jun 27 1986;232(4758):1598-1600) zaman ve para israfına sebep olacağı (Robertson M. The proper study of mankind. Nature. Jul 3-9 1986;322(6074):11) ifade edilmektedir. Dr. Evan Eichler ise; “Hurda DNA ifadesi bizim cahilliğimizin yansımasıdır.” (http://eichlerlab.gs.washington.edu/news/art9.htm) demektedir. Başka bilim adamları de birbirine yakın türlerde, bu tekrarlayan dizilerin fonksiyonlarının farklı olduğunu gözlemlemişler ve şaşkınlıklarını ifade etmişlerdir. (Ludwig MZ. Functional evolution of noncoding DNA. Current opinion in genetics & development. 2002;12(6):634-639) Gerçekte hücrelerde, ne hurda ne de çöp DNA vardır; insan DNA’sındaki her bir harfin, her bir kodun tahminlerimizin çok ötesinde manaları vardır. Protein sentezinde kullanılan genlerin okunup okunmamasını ve seviyesini düzenleyen mekanizmaları araştıran bilim dalı olan “epigenetik” alanındaki gelişmelerle artık hurda olarak adlandırılan kısımlar, “non-coding DNA/protein kodlamayan DNA” şeklinde ifade edilmeye başlanmıştır. Bunlar  “asli düzenleyiciler” olarak kabul edilen binlerce farklı mikroRNA (microRNA) kodlamaktadırlar (Alexander RP, Fang G, Rozowsky J, Snyder M, Gerstein MB. Annotating non-coding regions of the genome. Nat Rev Genet. Aug 2010;11(8):559-571)  Son yıllarda yapılan çalışmalar mikroRNA’ların çok sayıda vazifesi olduğunu ortaya koymuştur. Hücredeki tüm  sentez olayları mikroRNA’ların kontrolü altında gerçekleşmekte,  kanser dahil, insanoğlunun maruz kaldığı pek çok hastalıkta da önemli rol oynamaktadır. (Esquela-Kerscher A, Slack FJ. Oncomirs – microRNAs with a role in cancer. Nat Rev Cancer. Apr 2006;6(4):259-269, Paranjape T, Slack FJ, Weidhaas JB. MicroRNAs: tools for cancer diagnostics. Gut. Nov 2009;58(11):1546-1554) Dr. Mattick ve arkadaşlarına göre, protein kodlayan genlerdeki bilgi, akıl almayacak kadar sofistike (karmaşık) bir kontrol ve düzen içerisinde kullanılmaktadır ve mikroRNA’lar “master (ana/temel) düzenleyiciler”dir. Bu sebeple DNA’mızı “düzenleyici serilerden yaratılmış bir deniz ve protein kodlayan kısımları da bu denizdeki adacıklar” olarak tanımlamak gerekmektedir. (Mattick JS, Taft RJ, Faulkner GJ. A global view of genomic information–moving beyond the gene and the master regulator. Trends Genet. Jan 2010;26(1):21-28)

Özetle, evrimciler tarafında adeta körelmiş organlar derecesinde ele alınan “Çöp DNA, geçmişte protein kodlamayan DNA kısımlarının tamamı için kullanılırken, artık kodlamayan DNA kısımlarının pek çoğunun önemli işlevleri olduğu bilinmektedir.” (Dr. Mahir E. Ocak, Çöp DNA Nedir? gençbilim Tübitak, 27/04/2015)Yani, “Çöp DNA’nın, atıl ve etkisiz DNA dizilerinden oluşmadığı anlaşılıyor.” (Sedat Ölçer, Çöp DNA, Bilim ve Gelecek, Sayı: 144, 1 Şubat 2016) Nessa Carey tarafından yazılan “Çöp DNA”adlı kitap da, evrimci bu iddiaları artık çürütmektedir. 

Evrimci görüşten yaratıcıya deliller: Hücre kendi kendini nasıl ‘tekrarlar’! Hem kodlamayı yapıp hem de çoğaltma yönergesini veren kimdir? Organizmaya dönüştüren, akılsız ve cansızdan canlı üretebilen kimdir? Bilgi nasıl ve neden taşınır? Canlı için gerekli ve hayatın devamı için zorunlu olan temel bilgileri taşıtma komutunu veren kimdir?

“Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler.” (A’raf, 179)

Evrimcilerin cevap veremediği birçok alan vardır ama özellikle de, “Cansızdan nasıl canlı, akılsızdan nasıl akıl ve ileriye dönük plan (mesela  olmayan göz, gerek ilk evrimleşme (!) aşamasında gerekse anne karnında)” ortaya çıktığını hala açıklayamamaktadırlar! Halbuki materyalistlere göre evrim, “kör ve geleceği hesaplanamayan bir süreçtir.” (Dawkins, Kör Saatçi, s. 7)

Dine alternatif bir hurafe dini: Evrim

“Bir takım değişikliklere uğramış, ancak özde hala aynı özellikleri taşıyan evrim teorisi, kendisine ‘ilahi bir şevkle inanan taraftarlarının tebliğ ettiği bir din’ haline gelmiştir ve teoriye şüphe ile bakanların bilimselliğe yeterli inancı olmayan, kafası karışık kişiler olduğunu düşünmektedirler.” (Margorie Grene, Encounter, s. 48-50) İngiliz fizikçi H.S. Lipson, “Evrim, bir bakıma bilimsel bir din haline gelmiştir. Hemen hemen tüm bilim adamları bunu kabul etmişler ve pek çoğu da gözlemlerini ona uydurmak için bulgularını eğip bükmeye hazırlanmaktadırlar.”  (M. Morris, The Long War Against God, s.127) derken, bilim felsefecisi Karl Popper, evrim teorisinin ‘bilimsel’ bir teori değil, ‘metafizik’ bir araştırma programı olduğunu”  (Popper, The Philosophy of Karl Popper, vol. 1, ed. P.A. Schilpp, s. 183 143) söylemekte ve bu bilimsel görünüşlü batıl dinin varlığını dünyaya ilan etmektedirler.

Evrimcilerin amentü esaslarından biri de gayba/bilimsel ispat edilemeyene ‘iman’ etmektir! ‘Şaşırtan varsayım’ isimli eserinde İngiliz moleküler biyolog Crick şöyle demektedir: ‘Eninde sonunda’ beynin nasıl çalıştığını gerçek anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını ‘yapabileceğiz’ (Francis Crick, Şaşırtan varsayım, s. 284) Crick, kırmızıyı görmenin sinirsel karşılığının ‘ileride’ bulunacağından da umutludur. Ona göre kırmızının kırmızılığının ‘açıklanamayacağı ortaya çıksa bile’, bundan sizin kırmızıyı benim gördüğüm gibi gördüğünüzden emin olamayacağımız sonucu çıkmaz. (Kemal Batak, Naturalizm Çıkmazı, Dennett’ten Dawkins’e yeni ateizmin felsefi temelleri ve teistik eleştirisi, s. 95)  Crick sorular sormaya devam etmektedir: “En basit soruları yanıtlayabilecek ne yeterince ayrıntılı bilgimiz ne de düşüncemiz var. Renkleri nasıl görüyoruz, tanıdık bir yüzü anımsayınca neler oluyor beynimizde?” (Crick, Şaşırtan varsayım, s. 28) “Hiç bir fosil ‘bulunmasa bile’ bu evrim kuramını çökertmez. ‘Varsayalım ki henüz hiç bir fosil bulunamadı. Bu, tüm ara canlıların doğaya karıştığını’ gösterir. ‘Diyelim ki tüm fosiller fos çıktı! Bu bile evrim kuramını çökertmez.” (Ümit Sayın, “Uçtu Uçtu Dinozor Uçtu”, Bilim ve Ütopya, Kasım 1998) Aşağıdaki cümleler de aynı yazara aittir: “Theropoda’daki değişimin nedenlerini ve mekanizmasının belirlenmesi bugünkü bilgilerle mümkün değildir, ama ‘100 yıla kadar bu konuda dev adımlar atılacağına kesin’ gözüyle bakılmaktadır.” Zaten üstatları “Darwin de ‘daha sonraki’ fosil bulgularının teorisini doğrulayacağını’ düşünüyordu.” (B. Erdem, Teistik argümanlar, s. 53) Evrimci G.W. Harper, evrim teorisini “metafizik inanış” olarak tanımlarken (Harper, “Alternatives to Evolutiotism”, s 16) Julian Huxley bunu desteklercesine evrimi, ‘gerçeğin tümü’ (Huxley, “Evolution and Genetics”, Ch.8 in What is Science?, s. 278) olarak nitelendirmektedir. Evrimciler teorilerine o kadar şiddetli bir şekilde iman etmişlerdir ki, evrimci Nature dergisinde yayınlanan bir makalede ifade edildiği gibi; “Bu saygın bilim adamları, ‘eğer evrim teorisi doğruysa’ diye başlayan bir cümle yazmaktansa sağ ellerini kesmeyi tercih ederler.” (Nature, “Darwin’s Death in South Kensington”, Şubat 26, 1981, cilt 289, s. 735. Darwin on Trial, Phillip E. Johnson, InterVarsity Press, 1991, s. 138)  Benzer örneklere ‘ateist akıl’ adlı yazımızdan da ulaşabilirsiniz.

Darwinizm’in önde gelen ideologlarından Pierre Teilhard de Chardin’in aşağıdaki sözleri, Darwinistler’in evrim teorisine bakış açılarının ‘bilimsellik’ seviyesini gözler önüne sermektedir: “Evrim bir teori, bir sistem ya da bir hipotez midir? Hayır! O, bunların ‘hepsinden öte bir şeydir.’ Evrim, kendisinden ‘kuşku duyulmayan yegane ilkedir’ ki, tüm teoriler, tüm sistemler, tüm hipotezler, ciddiye alınabilir ve ‘doğru olabilmek için ona dayanmak’ zorundadır. Evrim, tüm gerçekleri aydınlatan ‘bir ışık’, tüm çizgilerin kendisinden çıkması gereken ‘bir ana çizgidir.’ İşte evrim budur. (Francisco Ayala, “Nothing in Biology Makes Sense Except in the Light of Evolution: Theodosius Dobzhansky, 1900-1975”, Journal of Heredity, (V. 68, No. 3, 1977), s. 3)

Prof. Dr. Arif Sarsılmaz: “Klavyenin tuşlarına saniyede bir defa rast gele basan birinin, yalnızca bir defa “evrim hipotezi” yazabilmesi için yaklaşık 317 milyar yıl uğraşması gerekir. Eğer evrim bir inançsa ve ona iman ediliyorsa sözümüz yok ve inananlara saygımız var ama söz konusu olan ‘bilimsel bir teorisi ise’ o zaman bilimsel verilerin ışığında bu teorinin tartışılmaz bilimsel gerçek olduğu dayatmasının tartışılması gerekiyor.” (Prof. Dr. Arif Sarsılmaz , 10 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması )

Biyokimya alanında, tek bir protein molekülünün bile tesadüfen oluşma ihtimalinin matematiksel olarak “sıfır” olduğunu ortaya konmuştur. Genetik bilimi, DNA’yı keşfetmiş ve her canlının her hücresinin çekirdeğinde, o canlı ile ilgili son derece detaylı bilgilerin, şifrelenmiş olarak kayıtlı olduğunu bulmuştur. Paleontoloji, canlıların Prekambriyen Dönemi’nde aniden ortaya çıktığını ve canlı türleri arasında evrim teorisinin öngördüğü ara-geçiş formlarının bulunmadığını göstermiştir. Kimya, Le Chatelier Kanunu ile evrim teorisinin ilkel dünyada meydana gelen organik maddeler iddiasının aksine, amino asitlerin sulu ortamlarda birleşemeyeceklerini kanıtlamıştır. Jeoloji, dünyanın hiçbir döneminde evrimcilerin canlılığın oluşumu için iddia ettiği atmosfer şartlarının var olmadığını tespit etmiştir. Fizik, ilk dünya şartlarında ultraviyole ışınlarının, “fotodissosiyasyon” yoluyla meydana geldiği iddia edilen molekülleri parçalayacağını ispatlamış ve evrimin, ilk amino asitlerin atmosferdeki gazlardan oluştuğu iddiasını geçersiz kılmıştır!

2010’lu yıllarda, bir süre sanal alemde, ‘Evrimciler tesadüfü savunmaz’ diyenlere tesadüf etmeye başlamıştık, sonradan nedense sustular! Nedenlerinden birkaçını biz sıralayalım:

Bir kere teori, iddiası gereği tesadüfe dayanmaktadır: “Evrim, genetik kompozisyonun rastgele mutasyonlar yoluyla değişmesi anlamına gelir. Evren tasarlanmamış ise, bu durumda akıllı bir varlık evrim sürecini yönetmemiş demektir.” (Aliye Çınar, Deizm ve ateizm üzerine, s. 114, 314)

“Tanrının yok olduğunu konusunda mutlak bir bilgiye sahip olunamayacağını” kabul eden ve “fizik kanunlarının olduğundan çok az bile farklı olması halinde yeryüzünde yaşamını imkansız hale geleceğini” itiraf eden Dawkins, genlerin yüzlerce başka genlerle işbirliğini ise ‘rastgele bir sürüklenme’ ve ‘doğal seçilim sonucu’ olarak açıklamaktadır. (Dawkins, Tanrı yanılgısı, 81, 189, 254) Yine Dawkins “şanssızlığım beni insan ırkının bir üyesi yaptı.” (Dawkins The God Delusion/Tanrı Yanılgısı s. 400) derken, Agnostik paleontolog Stephen Jay Gould ise; “Biz buradayız. Çünkü tuhaf bir balık grubu, ayrı bir yüzgeç yapısına sahipti.” (Sami Amiri, Ateizm kendi paradigmasıyla yüzleşiyor, s. 101) demektedir. Halbuki tüm bu iddiaların aksine “Bilim, canlı organizmaların tesadüfen vücuda gelemeyeceğini ispatlamıştır. Darwinizm de insanı, aşağılık bir hayvan seviyesine indirmiştir.” (Sami Amiri, Ateizm kendi paradigmasıyla yüzleşiyor, s. 38)

“Tıpta Nobel armağanı kazanmış bir ilim adamı kitabında şu görüşleri ileri sürebilmiştir: “Birkaç temel element ‘yardımıyla’ canlı madde, ‘kendi kendini ‘tesadüf eseri’ yaratabilmiştir.’ Organik canlı varlıklar çeşitli dış tesir altında teşekkül edebilecektir.” (Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, s. 193)

Fransız Bilimler Akademisi’nin eski başkanı olan ünlü Fransız zoolog Pierre Grassé bir materyalisttir, ancak Darwinist teorinin canlılığı açıklayamadığını itiraf etmektedir ve Darwinizm’in temelini oluşturan “tesadüf” mantığı hakkında şunları söylemektedir:  “Mutasyonların, hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak gerçekten çok zordur. Ama ‘Darwinizm bundan fazlasını da ister’: Tek bir bitki, tek bir hayvan, binlerce ve binlerce, ‘tam olması gerektiği şekilde faydalı tesadüflere maruz kalmalıdır.’ Yani ‘mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir.’ Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.” (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 103) Grassé, “tesadüf” kavramının evrimciler için ifade ettiği anlamı da şöyle özetler: “Tesadüf, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan ‘bir tür ilah’ haline gelmiştir.” (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, s. 107) Ateist Diderot, “İbadethanelerden çıkın, tanrı yoktur. Evren geniş bir bilardo masasıdır. Üzerinde sonsuz sayıda bilyeler, ‘rastgele’ hareket etmekte, çarpışıp durmaktadır.” demekte idi. David Ruelle ise ‘Rastlantı ve Kaos’ isimli kitabında şöyle yazmaktadır: “Evrende ‘oldukça büyük bir rastlantısallık’ vardır. ‘Günün birinde’ evrende yaşam ortaya çıkmıştır. ‘Nasıl olduğunu tam olarak bilmiyoruz.’ Küçük genetik iletiler kendilerini gelişigüzelliğe ‘uydurmayı başardılar.’ Daha sonra bir araya gelip yeniden düzenlenmiş iletiler oluşturmayı ‘öğrendiler.’ Bunun sonucu olarak da genetik iletiler evrendeki düzenin bir bölümünü ‘kendi amaçları’ için kullanma olanağına kavuştular. Bir süre sonra yaşamın zeki adını verdiğimiz yeni bir öğesi ortaya çıktı.” (Ruelle, Rastlantı ve Kaos, s.151-158) Matematikçi filozof W. A. Dembski herkesin bildiği sırrı açıklar: “Bilim adamları’ izah yetersizliğini yaratıcı ile açıklama’ ithamından korktukları için tabiat üstü her şeyi inkar edip, “bilgi eksikliğinin sebep olduğu açıklama boşluklarını ‘şans ile’ açıklama” hatasına düşerler.” (Dembski, Üçüncü tür açıklama, s. 98) Evrimci eşcinsel Yuval Noah Harari, ‘Ortada sadece hiçbir amacı olmayan son derece ‘körü körüne’ ilerleyen bir evrimsel süreç var ve bu da insanların ‘doğmasını’ sağlıyor.’ (Harari, Sapiens, s. 118) demektedir. Dawkins’e göre de, Darwin’in doğal seçilime dayalı ‘Evrim’ kuramı, Paley’nin ‘tanrı fikrinin yerini’ almalıdır. “İlle de bir saatçiden söz edilecekse, kör saatçiden söz edilebilir. Çünkü ‘doğal seçilim kör, geleceği hesaplanamayan’ bir süreçtir.” (Dawkins, Kör Saatçi, s. 6-7)

  Kitabın adı bile ‘rastlantı’ Ama bu kitap bile bir yazara muhtaçtır! Yukarıda ‘savunulmayan’ rastlantı kelimesinin geçtiği bazı sayfaların ekran görüntüleri verilmiştir!

Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisinin 25 Ağustos 2001 tarihli sayısında ise “Rastlantı Evrenin Hakimi mi?” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Fransız Science et Vie adlı bilim dergisinin Nisan 2001 sayısında yeralan bir yazıdan tercüme edilen bu çeviride, evrendeki canlı ve cansız tüm varlıkların, kusursuz düzen ve dengenin yaratıcısının ‘rastlantılar’ olduğu ileri sürülmektedir: “Rastlantısal çarpışmalar yavaş yavaş gezegenimizi oluşturdu. Ayçiçeği, beynimizdeki nöron bağlantıları hep rastlantısal değişimlerin ürünüdür.”

                                            
cumhuriyet-bilim-rastlanti-1

 

evrimcikafa-1

‘ABD Ulusal Bilimler akademisi’nin yayınladığı kitaptaki peşpeşe gelen iki cümlenin birbirini yalanlamaktadır! Demek ki isminde ‘akademi’ geçmesi, içeriğinin bilimsel ve mantıklı olmasını gerektirmemektedir!

Profesör Haluk Oral ve Profesör Ali Nesin de yaşamın rastlantıların eseri olduğunu savunmaktadırlar. (Mustafa Akyol, Bilim, din ve ateizme dair modern ezberlerin sonu, s. 177) Zaten tüm Darwinistler de, “yaşam, tesadüfi bir evrim sürecinin ürünüdür.” demektedir. (Mustafa Akyol, Bilim, din ve ateizme dair modern ezberlerin sonu, s. 92)  

Aşağıda meşhur bir ateist yazarın eserinden bir cümle aktarıyoruz!

Bu da sosyal medyada yapılan paylaşımlardan bir görüntü

1391802_577102089050604_1369953039_n - Kopya

evrim-teasduf-4

Yukarıdaki görüntüde, ateizmi savunduğu videosunda Efe arkadaş, “Her şeyin tesadüfen bir araya geleceğini inanmadığınız için ateistleri anlayamıyorsunuz!” derken gözükmektedir. 

Evrimci E. Fuller Torrey’ın iddiası, rastlantı teorisini bir adım daha ileri taşır ve tanrı inancının da evrimin bir yan ürünü olduğunu ileri sürer! 

Evrim ağacı da rastlantı iddiasında geri kalmaz tabii! Yine aynı sitede yüz elli yıldır aranan ara geçiş formlarına ait fosil kayıtlarını bir türlü bulamadıkları için bakın ne yazmaktadırlar, ki tekrar altını çizelim soralım, “Dinazor fosilleri var, maymun fosilleri var da, hala neden arageçiş formlarına ait fosil bulunamıyor?!” Sitedeki ‘bilimsel’ yazıdan devam edelim: “Sözde kavganın diğer sebebi de, görselde açıklanıyor. ‘Ara türlerin her birine sahip olmamız teorik olarak bile imkansızdır.’ Çünkü bırakın her bir türü, her bir nesil bile, bir öncekiyle bir sonraki arasındaki geçişi sağlar. Ancak ‘fosil oluşumu, çok çok nadir gerçekleşir.’ Oluşan fosillerin de ‘çok çok ufak bir kısmını’ gün yüzüne çıkarabilmekteyiz. Dolayısıyla ‘her bir nesle ait fosiller bulmamız imkansızdır.’ Ancak elde ettiğimiz, 4.5 milyar yıllık evrim sürecinden parça parça kesitlerdir. Tıpkı yazıda, uzun bir cümlenin bazı harflerine sahip olmamız gibi. Evrimi eksik basamaklara rağmen ‘net bir şekilde’ görebiliriz.” 

Evet, evrimi savunan bile, “fosil yok ama hem bulduğumuzla yetinin hem de aradaki boşlukları ön kabulümüze göre doldurun.” demektedir. Yani ortada bir bilim, ispat, deney, pozitivizm, rasyonalizm, objektivizm değil bir inanç söz konusudur! Aşağıda da bir videodan görüntü paylaşıyoruz.

Aşağıda da, epey bir gaza gelmiş evrimci bir arkadaşın videosundan bir kesit sunuyoruz.

Bu da diğer bir evrimci yazarın eserinden:

Bu satırları yazıp insanın üçüncü gözünün açılmaması için ancak, ‘tesadüflere inanan bir ateist’ olmak gerekir: “İlginç bir ‘tesadüf’ ama, bizler evrenin tarihinde, boş uzaya nüfuz etmiş karanlık enerjinin varlığının tespit edilebileceği yegane dönemde yaşıyoruz. Bir dönem birkaç milyar yıl sürer, doğru, ama ebediyen genişleyen bir evrende bu süre kozmik bir göz açılıp kapanıncaya kadar geçip gider.”  (Lawrence M. Krauss, Hiç yoktan bir evren, s. 133 )

Evrimciler ders verecek ve anlatılarında ‘tesadüfe tasadüf etmeyeceğiz!’, mümkün mü?

Evrimci Dawkins, “Ben yaşadığım için ‘şanslıyım.’ Siz de öyle! Yaşam biçimimiz için tam anlamıyla ‘mükemmel’ bir gezegende yaşıyoruz.” (Dawkins, Gökkuşağını çözmek, s. 23) derken acaba içine düştüğü çelişkiyi neden görememektedir?!

“Darwin tesadüfi oluşum (şimdi tesadüfi mutasyon olarak bilinir) ve doğal ayıklanma kavramlarına dayanarak bir açıklama ileri sürer.” (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 74) iken, Jacques Monod’nun yorumu da, ‘her türlü ‘yaratılışın’ kaynağı yalnızca ‘rastlantıdır.’ Rastlantı ‘özgürdür’ ama kördür.’(Fritjof Capra, s. 124) şeklindedir. Rastlantıyı ilah edinen bu yazar, ‘yaratan, özgür olan’ ama aynı zamanda ‘kör olan’ bu tanrıya inancını bilim adına tüm dünyaya ilan edebilmektedir. Ama ne ilginçtir ki, “Ateistler, günlük yaşantılarında, gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler için tesadüfü/şansı hiç de hesaba katmamaktadırlar!” (Hamza Andreas Tzortzis, Hakikatin izinde, Din bilim Ateizm, s. 212)

Evrimci Çağrı Mert Bakırcı, ‘Evrenin karanlığında evrimin ışığı’ adlı kitabının 49. sayfasında, “doğal seçilim, bir canlının hayatta kalıp kalmayacağının ‘doğa tarafından’ belirlenmesidir.” ve “Doğadaki çeşitlilik rastgele olarak ‘yaratılır.’ ” demekte ve sonra da, “doğal seçilim rastlantısal değildir.” diyerek, yaratıcıyı inkar ederken yaratılmış olana ‘yaratıcı özelliği vermekte’ ve “bir şeye iman etme ihtiyacını” bu şekilde gidermektedir. (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 32) Ayrıca Bakırcı, tesadüfü reddederken aslında “tesadüfün olmadığı yerde bir bilincin olduğunu” da itiraf etmekte (Hamid Cengiz, s. 35) ama bilinçli bu yönlendirmeyi de inkar etmektedir.

Evet, orada bir ulu ‘şans’ tanrısı, evrenin ‘tesadüf’ ilahı veya kozmik ‘rastlantı’ mimarı vardır ama bu iddiaları ileri sürenler aynı zamanda kendilerini ateist olarak nitelendirirler! -İşte tam burada, ‘Ateist akıl’ adlı yazımızı özellikle tavsiye ederiz-

Eski materyalist görüş, öncesiz  ve sonsuz olan bir evren teorisi şeklinde idi ve bu görüşün bilimsel olduğu ileri sürülüyordu. Big Bang ile bu görüş bilimsel anlamda terkedilmiştir. Patlama ile önce  enerji, sonra atom altı parçacıklar, sonra atom (ve Güneşten kopan parça ile oluşan dünya), moleküller ve bileşik (su molekülleri gibi) amino-asit (Proteinlerin yapı taşı) peptit, polipeptit, protein (Canlılığın yapı taşı), karbonhidratlar ile yağ molekülleri ve yağ asitleri, hücre, doku, organ, sistem, organizma (canlı) türleri oluşmuştur.

Ama nasıl olurda şans eseri bir atom kendi kendine oluşabilmiştir? Atomlardan tesadüf eseri sonsuz sayıda bir çok daha oluşur ve şansa bakın, bir araya gelip molekül, elementleri oluşturur. Daha sonrada, oluşanlar yine rastlantı eseri, diğeri ile birleşip şans eseri birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarını oluşturur ve su şansa bakın ki ortam da -öyle ya oksijen, su, besin, hayatta kalma, vd. zinciri de- şans eseri hep tam istenen uygun yoğunluk ve derecede oluşup ayrıca orada onların beklemektedir! ‘Oluşan’ bu moleküller şansa bakınız ki, başka moleküllerle birleşip amino asitleri oluşturmaktadır. Bu şekilde şans eseri oluşan başka aminoasitlerle birlesen bu zincir; peptit, onlar şans eseri ayrıca oluşan başkaları ile birleşip polipeptit, onlar şans eseri başka oluşanlarla birleşip protein, onlar; hücre…Sonra; doku…, onlar organ…, onlar sistemleri oluşturmakta ve sonunda tümü birden de organizmayı/canlıyı oluşturmaktadır! Her bir atom şans eseri oluşup, her bir parça şans eseri birleşirken ahenk içinde bir bütünlük oluşturmakta, birbirini  yok etmeden bir uyum içinde birleşirken, her ‘anda da’ çevre şartları bu oluşumları engellemeyecek bir şartlarda olmaktadır! Bu organizma şans eseri hayatını devam ettirecek çevresel şartların tam ortasında (ki tüm bu şartlarda ayrı bir şans eseri sonucu oluşmuştur!) bulunmakta ve kendi gibi şans eseri oluşan başka birçok organizma ile uyum içinde üreme özelliklerine sahip olmakta ve devamlı şansları yaver gitmektedir…

Bir de ‘Deneme’ iddiası vardır! “15 milyon yıl önce orangutan ve Gibbon’dan ayrılan yolumuz, 10 milyon yıl önce gorilden, 6.5 milyon yıl önce ise şempanzeden ayrıldı. Böylelikle insanın 6.5 milyon yıl önceki atası, daha sonra insanın da ortaya çıkmasına sebep olacak, farklı dallara da ayrılan, ancak bu dallardan sadece türümüzün geriye kaldığı bir gelişim sürecine girerek çok sayıda ‘denemeye’ imza atacaktır.” (Odatv, 31 Mar 2017) ‘Deneyi yapan kimdir?’ diye sormadan direk tespitimizin altını tekrar çizelim: ‘Zaman’a tanrı/ilah özelliklerini izafe edip, zaman tanrısının denemelerle primatlardan insanları oluşturduğunu iddia eden bilim (!) dalına evrim denir.

Arkeologlar, kazılar sırasında yerin altından süs eşyaları, çanak ve çömlekler, hatta çok az şekillendirilmiş bir tahta dahi bulduklarında, hemen burada eski bir medeniyetin, akıl, beceri ve bilinç sahibi insanların yaşadıklarını anlarlar. Ancak nedense bazı paleontologlar, yerin altında çanak ve çömleklerle karşılaştırılamayacak kadar kompleks tasarım ve özelliklere sahip 100 mercekli gözleri olan trilobitleri, salyangozları, denizyıldızlarını bulduklarında, bunların burada tesadüfen ve kendiliğinden, denemeler sonucu oluştuğunu öne sürebilmektedirler!

Evet, evrimin ana şemsiyesi olan ateizm bilimsel değil aslında psikolojik temelli bir dünya görüşüdür: “Ateizmin ne felsefeyle ne de bilimle bir ilgisi vardır.  Ateizm tamamen psikolojik bir sorundur.” (Psikolog Andreas Tzortzis) “Ateizm Psikolojiktir.” (Fred Hoyle-İngiliz matematikçi ve astronom); “Ben 35 yıllık matematik profesörü olarak söylüyorum, ateistleri anlamaya çalışmanız boşuna zaman kaybı, çünkü bunların dünya görüşü psikolojiktir.” (Oxford Universitesi,Matematik Profesörü ve Filozof John Lennex) Detay için ‘Ateizm yanılgısı’ adlı yazımıza bakılabilir.

Aslında sıradan haberler üzerinden mantık ve kıyas yürütelrek de evrim çürütülebilir..

evrimciakil-ateakli-1

Ateist mantık, askeri ‘tek’ kamuflaj elbisesini teknolojiye, kar tavuğunun 4 mevsimlik elbisesini ‘tesadüfe’ bağlarlar! 

Dijital fotoğraf makinesinde odaklanma sorunu vardır ve bu sorunu gidermek birkaç saniye sürebilmektedir. Daha ileri seviyedeki gözün görme/odaklanma süresi ise saniyenin onda birinden daha azdır. Evrim teorisyenlerinin iddiasına göre göz, tesadüf ve doğal seleksiyon sonucu oluşmuştur. Buna göre 8 milyar insanın sahip olduğu ikişer gözden toplam 16 milyar göz ‘tesadüfen’ oluşmuştur. Doğal gözün daha az gelişmiş versiyonu olan dijital fotoğraf makineleri, insan gözüne göre doğada daha çok bulunmalıdır. Çünkü daha geri bir teknolojiye sahiptir. Yani ağaçlardan meyve gibi dijital fotoğraf makineleri de sarkmalıydı. Evrimcilere çok komik bir görüş olarak görünebilir bu iddia ama bize de evrim teorisi epey komik hatta trajikomik gelmektedir zaten!

1950’li yıllardan beri yapay zeka üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Birçok bilim adamının ve teknoloji şirketinin büyük masraflar yaparak geldiği son nokta, ‘maymun zekasının’ gerisindedir! Bilim, ‘Bedi’ ve Halik’ olan Allah’ın hayvanlara kodladığı zeka ve içgüdüye, yapay zekanın son noktası bile ulaşamamaktadır!

Yapay zeka, başlı başına insan zekası tarafından geliştirilmiş bir yeniliktir. İnsan zekası ise başlı başına öğrenme, akıl yürütme, hatırlama ve düşünme gibi yeteneklerle doğuştan var olur. “Yapay zeka, olağanüstü tasarımlar yapma, inanılmaz hızda büyük miktarda bilgi işleyebilme ve hassas hesaplamalar yapabilme yeteneğine sahip olsa da, insan zekası hala eşsiz bilişsel yeteneklere sahiptir. İnsan zekası, eleştirel düşünme, empati, duygusal anlayış ve etik karar verme gerektiren görevlerde üstünlük sağlar. Yapay zeka algoritmaları, önceden belirlenmiş parametreler içinde çalışmak üzere tasarlanmıştır ve insan deneyimleri ve öznel bakış açılarına sahip değildir.” (Barış Özcan, Yapay Zeka ile İnsan Zekasına Kapsamlı Bir Bakış, 26 Mayıs 2023)

Amerika’daki Ulusal Sandia Laboratuvarı, yapılan çalışmalar sonucunda “göz keskinliğine ve netliğine yaklaştıklarını” açıkladı. Yayınlanan haberde “64 bilgisayarı kullanarak dijital bir görüntü elde edildiği ve bilgisayarların bu görüntüye ulaşmasının ise yalnızca birkaç saniye sürdüğü” belirtildi. (ABD Ulusal Sandia Laboratuvarları Haber Bülteni, 12 Temmuz 2001) Bu elbette ki çok önemli bir gelişmedir ancak burada unutulmaması gereken bir nokta vardır: İnsan gözü retinadaki görüntüyü saniyenin onda biri kadarlık kısa bir sürede oluşturur ve bu görüntü yalnızca 1 milimetrekare genişliğinde bir alanı kaplar. Bu özellikleri düşünüldüğünde insan gözünün son teknolojiye sahip 64 bilgisayardan çok daha hızlı ve kullanışlı bir mekanizma olduğu açıkça görülmektedir. Teknoloji İnsan Kalbindeki Tasarıma Ulaşamıyor Ortalama 70-80 yıl gibi uzun bir süre yaşayan bir kişinin kalbi, dakikada 70-80 kereden bütün ömrü boyunca yaklaşık birkaç milyar defa atar. Yapay kalp üzerine araştırmalarıyla tanınan “Abiomed” isimli şirket, bütün araştırmalarına rağmen kalbin yıllarca başarıyla sergilediği kesintisiz fonksiyonu taklit edemeyeceklerini ifade etmiştir. Şirketin yeni geliştirdiği yapay kalbin 5 senede yaklaşık 175 milyon kez atması ise çok iyi bir hedef olarak görülmektedir. (Robert Kunzig, Discover Avrupa bölüm yazarı, The Beat Goes On, January 2000)

“Bilgisayar destekli kameralar da dahil olmak üzere hiçbir insan buluşu alet, göze rakip olamaz.” (David H.Hubbel, Eye Brain and Vision, Scientific American Library, 1988, s.34)  “Retina hücrelerinin yaptığı işler; ışığı algılamak, cisimlerin kenarlarını hesaplamak, ışık sinyalinin gücünü artırmak, aydınlık ya da karanlığa göre uyum sağlayarak düzeltmeler yapmak. Günümüzün güçlü bilgisayarları da benzeri işlemleri yerine getirebilmektedir. Ancak retinadaki sinir ağı bu iş için, bilgisayarlara nispeten çok daha az bir enerji kullanır. California Teknoloji Enstitüsü’nden Carver Mead, Caltech firmasından biyolog Misha Mahowald ile birlikte retinadaki sinir ağına benzer yapıda elektronik devreler tasarlamıştır.” (Jim Giles, Nature, Think Like A Bee, 29 March 2001, s.510-512) Ancak tüm çabalara rağmen, bu devreyi, retina ağında olduğu gibi birebir olarak taklit edebilmek mümkün olmamıştır! Taklit edilemeyen tesadüf eseri ama taklit bilimsel buluş; Evrimci akıl!

Organ naklinde mucize dolap. Oxford üniversitesi, bağışlanan organı 72 saat vucut dışında bekleten bir cihaz geliştirdi. (Hürriyet, 17.3.2013) Sadece bir organı 72 saat  (Yaratan, büyüten, yaşatan değil, sadece bir kaç saat) çürütmeyen cihaza ‘Mucize’, bir çok organı uyumlu bir arada yaşatan sisteme ‘Tesadüf’ diyen bilimsel rasyonalist (!) görüşe evrim denir!

Biyonik elle hissetmek mümkün. Elektrotların direk sinir sistemine bağlandığı biyonik elle hissetmek de mümkün. Yapay organlar, robotik uzuvlar ve sentetik kana sahip olarak geliştirilen ”biyonik adam” Londra’daki Bilim Müzesi’nde sergileniyor. İnsana çok benzeyen robot 600 bin Euro’ya maloldu. Gövdeye yerleştirilen protez organlar bir kan pompalama sistemiyle tamamlandı ve sistemin modifiye polimer damarlar aracılığıyla çalışması mümkün kılındı. (Bursada Bugün, 18.2.2013) Taklidi hem pahalı, hem hala orijinale ipotekli. Ama estetik ve daha kullanışlı aslının tesadüfen oluştuğu ileri sürülür ve bu iddiayı savunanlar da bilim insanı olarak adlandırılır!

Bu biyonik uzuvlar söz dinliyor. Karşısında çaresiz kalacağımız güce ve yeteneklere sahip transinsanlar konusunda endişelenmek için henüz erken. Geçtiğimiz sene Danimarkalı Dennis Sorensen isimli engelli, biliminsanları tarafından geliştirilen bir biyonik el protezi sayesinde dokuz yıl sonra ilk defa “elini” hissetmeye başlamıştı. Bu mekanik el, hisleri yapay tendonlar ve sinirlerine bağlı elektrotlar vasıtasıyla kendisine iletmişti. Biyonik uzuvlar konusunda Avusturya, İsviçre ve İtalya öne çıkıyor. Biyonik göz ve kulak alanındaysa Avustralyalılar öncü. Bugün bir biyonik kol 30 bin avro civarında. Biyonik göze sahip olmanın bedeli 100-150 bin dolar. Tek problem biyonik uzuvlar doğrudan kaslar ve sinir sistemiyle bağlantıya geçtiği için sürekli bir enfeksiyon kapma riski var ve vücudun reddetmesine karşı ömür boyu ilaç alma zorunluluğu getirebiliyor. (Milliyet, 15.03.2015)

 

 

imzaun

235345324646

Aslı tesadüfen oluşan insanın suni/yapayını milyar dolarlarla ve hem de akademisyenler hala başarılamadılar. (Hürriyet, 01 Mart 1983)

 Amerika Birleşik Devletleri’nde, Minnesota Üniversitesi’nde, laboratuvar ortamında, insan kalbi üretildi. Ölü organlara ‘kök hücre’ enjekte edilerek canlandırılan organların, kalp nakli ameliyatı için bekleyen binlerce hasta için umut olabileceği belirtiliyor. (BBC, 4 Nisan 2011)

Kopyası bile laboratuar ortamında ancak yapılabiliyor! Yöntem ise hep aynı. İşleyen mekanizmayı kullanmak, taklit etmek ama orjinalini yapabilen hala yok!

             TEK HABER VE EVRİM BİTER:denge-bilimilibileolmuyor-1

“Bir grup bilim adamının Arizona’ya kurdukları ve 700 gün önce dış dünyadan bağlantısız yaşamaya başladıkları ”Biyosfer 2” tam anlamıyla bir cehenneme dönüştü.” (Hürriyet, 11 Eylül 1993) Uzayda hayat için bir deneme yapılıyor. Ne binanın yapımı, ne canlıların bırakın yapılması, sadece taşınması, ne gıda takviyesi gibi hiçbir sorunun yaşanmadığı bu özel ortamda, 2 sene bile yaşamın dengesi korunup devam ettirilememiştir! Bilimsel olarak, benzer fonksiyonları icra edebilecek mini bir kopya ortam bile sağlanamazken, çok daha büyük ve kompleks olan evrenin tesadüfen oluştuğunu hala bilim adına insanlar nasıl savunabilmektedir?

Evrensel çapta, türler arası uyum ve dengeye bir başka örnek: Csiro Projesi

avustralya-sigir-gubrebocekleri-1

İngiltere, Avustralya kıtasında sığır yetiştirmeye karar verir ve daha önce bu kıtada yaşamayan sığırları bu ülkede yetiştirmek üzere kıtaya taşır. Ama kısa sürede sığır gübreleri tüm kıtada büyük sorunlar oluşturur; her yer sığır gübresi ile dolmuştur! Bunun üzerine ‘CSIRO Avustralya gübre Böceği Projesi’ başlatılır. Ocak 1968’ten Nisan 1984’e kadar, 43 türe ait, 1,73 milyon gübre böceği, Csiro Böcek Bilimi tarafından, doğaya salınır. Sonunda sorun, insan kaynaklı nedenlerden oluşan pürüzler dışında, büyük oranda halledilir. Ama Yaradan’ın dengesi sadece iki tür arasında değil, evrensel boyuttadır. Yıl, 2023: “Avustralya’ya ithal edilen böcekler, rahatsız edici bir yerel mantar türü tarafından canlı canlı yenildi.” (TV 100, 07.06.2023)

Diğer bir örneği ateist dünya görüşü ile yönetilen Çin’den verelim. Komünist lider Mao Zedung başa geçtiğinde büyük bir tarım toplumu oluşturmak ister. Bu yüzden 1958’de tarlalara zarar veren serçeler ve haşerelere karşı seferberlik ilan edilir. Ülke çapında büyük kitleler 24 saat boyunca organize olarak serçelerin yumurtaları ve yuvalarına zarar verir. Serçeleri kaçırmak için on binlerce korkuluk ve kırmızı bayrak üretilir. Ülkedeki işçilerin yarısı seferberlikte yer alırken, atış ekipleri kurulur. Devlet tarafından serçe öldüren vatandaşlara çeşitli ödüller verilir. Ama 1960 baharında tarlaları böcekler bastığında Çinli liderler öldürülen serçelerin böcekleri yiyerek aslında faydalı olduğunu fark eder. Öldürülen iki milyar serçeden sonra Mao serçeleri ‘düşmanlar’ listesinden çıkarır. Fakat artık çok geçtir. Çünkü ülkede zararlı böcekleri yemesi beklenen serçelerin soyları neredeyse tükenmiştir. Ekolojinin alt üst olması ve tarlaların zarar görmesiyle üç yıl sürecek ‘Büyük Kıtlık’ başlar. Büyük kıtlık boyunca en az 20 milyon kişi açlıktan hayatını kaybeder.

Doğal denge bozuldu, tarla fareleri çoğaldı. Kış aylarında farelerin sadece yiyecek için dışarıya çıktığını ifade eden Anadolu Üniversitesi (AÜ) Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ali Yavuz Kılıç, ”Aslında tarla farelerinin bu dönemde uyuması lazım. Şimdi yaz mevsimi gibi dışarıda cirit atıyorlar” dedi. Tarla farelerinin doğal düşmanları olan tilki, yılan ve yırtıcı kuşların maalesef yok edildiğini belirten Kılıç, şunları söyledi: ”Böylece farenin üremesi kontrol altına alınamıyor. Farenin doğal düşmanlarından tilki kürkü için zehirlenerek avlanıyor. Doğal olarak düşman azalınca fare populasyonu yükseliş gösteriyor. Tarımda süne ve kımıldan sonra en büyük zararı veren hayvan faredir. Bazı tarlalara fare yüzünden adeta gidilemiyor. Keskin Göleti etrafından fareden geçilmiyor. Bazı bölgelerde iri lağım fareleri ortaya çıkmaya başladı. Bu fareler daha önce yoktu.” (NTV, 16 Şubat 2011)

Teknoloji ürünü Bilgisayar ve kendiliğinden oluşan insan! 

bilgi-beyin-1

“Bizim kullandığımız masa üstü bilgisayarların işlem hızı yaklaşık saniyede 10 milyar. İnsan beyninin hafıza kapasitesi: 200 terabyte: 200 000 gigabyte” (forum.chip.com.tr, 11.09.2007) Londra College Üniversitesi Nöroloji Birimi: Eğer her bir nöronun 1 baytlık veri taşıdığını varsayarsak, beyin 4 terebayt kapasitesinde olabilir. Bu da 4 bin cigabayttır. Fakat beyinde her bir nöron için 50 bin sinapsis (bağlantı noktası) bulunduğunu düşünürsek, beynin kapasitesinin 500 terabayttan daha fazla olabileceğini görürüz. Bu da ortalama olarak 1000’in üzerinde bilgisayara tekabül eder. Ancak bilgisayarların aksine beynin belleği dolmaz, öğrendikçe genişler. (Milliyet, 17.11.2010) “Bilgisayarlar insan beynine yaklaşamıyor. Beynimizi simüle etmeye çalışan bu süper bilgisayar, bakın insan beyni karşısında nasıl zorlandı. 83 bin işlemci beynin %1’ine denk. Japon ve Alman bilim insanlarının yaptığı bir çalışma, insan beyninin “işlem” kapasitesini ortaya koydu. Araştırmada 83 bin mikro işlemciye sahip olan dünyanın en güçlü süper bilgisayarlarından biri kullanıldı. Bu bilgisayar ile 40 dakika süren bir işlem sonucunda, insan beyninin bir saniyelik süredeki tam kapasitesinin %1’ine denk gelen değere ulaşıldı. Milyonlarca matematik işlemini göz açıp kapayıncaya kadar yapabilen bilgisayarların insan beyni ile hala boy ölçüşememesinin nedeni olarak, beynin yapısındaki yüksek sayıdaki sinir hücresi gösteriliyor. Birbiri ile sürekli iletişim halinde olan 200 milyar sinir hücresinin yarattığı güç hiçbir bilgisayar ile ölçülemiyor. Bu bağlantılar arasında gidip gelen elektrik sinyallerinin her biri için 1000 farklı switch bulunuyor. Tüm bunları hesaba katınca insan beyninde yüzlerce trilyon boyutunda veri otoyolu bulunuyor. Araştırmada insan beyninin %1’ine denk gelen 1,73 milyar sanal beyin hücresinin 10,4 trilyon sanal veri yolun üzerinden haberleşmesi simüle edilmeye çalışılmış. İnsan beyninin bir saniyede gerçekleştirebildiği bu işlem için 83 bin mikro işlemciye sahip dünyanın en güçlü bilgisayarının 40 dakika boyunca çalışması gerekmiş. Bu sonucun, insan beyninin 1 saniyelik kapasitesinin sadece %1’ini simüle ettiğini de tekrar vurgulamak lazım. (chip.com.tr, 07 Ağustos 2013)

darwinistakil-1-2

Tesadüfen oluşan insana benzer robot yapabilmek için; “uzman ekip, 1 milyon dolar, en az 8 yıllık çalışma, ergonomi için yapılan çalışmalar…” (Sabah, 13.9.2003) gerekmektedir!

Dünyanın ilk biyonik insanı da bu:

“Yaklaşık ‘1 milyon dolara mal olan’ robotun modeli,  ‘dünyanın en yetenekli biyonik uzmanlarından’ biri olarak kabul edilen ve İsviçre’nin Zürih Üniversitesi’nde sosyal psikolog olan Bertolt Meyer tarafından hazırlandı.  Robotun ‘ayak bilekleri ve ayakları’ Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Media Lab’de görevli ‘biyo-mühendis’ Hugh Herr tarafından geliştirildi. Protez bacakları desteklemesi için, biyonik adam için ‘Rex’ adı verilen bir ‘dış iskeler inşa edildi.’ Yeni Zelanda’daki REX bionics şirketi tarafından ‘geliştirilen’ dış iskelet, biyonik adamın düzgün yürümesini sağlıyor. Pankreasından akciğerlerine kadar ‘yapay’ organları bulunan biyonik adam, insanlardaki gibi işleyen bir kan dolaşımına sahip. ABD’nin Arizona eyaletinde bulunan SynCardia Systems tarafından üretilen ‘yapay kalp’ sahibi biyonik adam, ABD’nin Second Sight şirketi tarafından ‘geliştirilen’ retina protezi sayesinde görüyor.” (Akşam, NTV, 21.10.2013) Bu kadar teknoloji, emek ve para ama sonuç hilkat garibesi bu robot! Ama çok daha mükemmeli “tesadüfen” oluşuyor, hem de teknolojisiz! Ve bazıları bu iddiayı bilimsellik adı altında tezgahlamaya devam ediyor!

 muhendis-tesaduf-1

 Evrimci mantığı; I. resim  mühendislik harikası, II. resim tesadüf!

Evrimciler buyrun, tesadüfen kendiliğinden oluşan bu insanı, siz teknoloji yardımı ile yapın!

 biri-tesadufmudedi-1

                                                                        Evrim ve Organ Nakli

Evrim ve Organ Nakli. Organ naklinde uygun organ bulunsa bile, vücut bu yeni organı yabancı olarak görüp, reddedebilmektedir. Bu bazen aylarca sürer bir süreçtir ve her gün onlarca ilaç alınması gerekebilmektedir. Organ naklinden sonra yıllarca da dış enfeksiyonlara karşı özel bir tedbir alınması gerekmektedir. İşte bu kadar hassas ve uyumlu bir sistem bütünüdür insan vücudu. Evrimcilerin iddiası, her bir hücre, her bir organ tesadüfen bir araya gelmiş ve yaşam; özel tahliller, uygun organlar ve ortamlar bütünü olmadan tesadüfen başlamış ve devam etmektedir..!

Darwin ve Türkler

“Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, ‘medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da, kuşkusuz ortadan kaldırılacaktır.’ Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada ‘şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar’ kalacaktır.” (Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York, A L. Burt Co., 1874, s. 178) “Darwin, Kafkas Türklerinin yok olacağını ileri sürer.” (Sami Amiri, Ateizm kendi paradigmasıyla yüzleşiyor, s. 49) Darwin, bir arkadaşına  yazdığı mektupta da Türkler için, “Aşağılık ırk, barbar, yok edilecek toplum” (The Life and letters Of Charles Darwin, New York, I/266) ifadelerini kullanmaktadır.

1880-1885 yılları arasında o dönemin en büyük sömürgeci devleti olan İngiltere’nin başbakanlığını yürüten William Ewart Gladstone, “Türkler Asya’nın içlerine geri sürülmelidir.” diyerek kampanya başlatır. Gladstone, İttihat ve Terakki üyelerinden Ahmet İhsan’ın ‘Matbuat Hatıralarım’ adlı eserinde “Gladstone, İngiliz parlamentosunda eline Kur’an’ı alıp: ‘Türkler bu kitapla yürüdükçe medeniyete muzırdır (zararlıdır)’ dediğini aktardığı kişidir. O dönemde İngilizler kendi ülke menfaatleri için Osmanlıyı parçalamaya çalışmaktadır. Bu nedenle de birçok faaliyette bulunurlar. Bunlardan birinde de Londra’da Türkler ile ilgili “Bulgar Terörü ve Doğu Sorunu” isimli bir broşür yayınlarlar. Kısa sürede birkaç baskısı yapılan broşürle İngiliz halkı Türklere karşı kışkırtılır. Andre Maurois ‘İngiltere Tarihi’ adlı eserinde, “Gladstone, arka arkaya vermeye başladığı nutuklarla İngiliz kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirdi” diye de yazmaktadır. Gelelim konumuz olan C. Darwin’in araştırmacı bilim adamlığı kimliğine. Emperyalist maksatlı bu çalışmaları araştırmadan kabullenen Darwin, 19 Ekim 1876 tarihinde bir kere, ondan sonra 2 kere daha, toplam üç kere Bulgaristan yardım sandığına bağışta bulunur. “Darwin balkanlarda ne olduğunu bilmiyordu ve İngiliz başbakanında etkilenmişti. Ölene kadar Türkleri barbar olarak düşündü” (Bu dinciler, Soner Yalçın, s. 297-298) Yanıbaşındaki olaylardan habersiz olan Darwin, insanlık tarihini yeniden yazmak iddiasında bulunmuştur! İşin diğer ilginç yönü, Marx hayranı olup, agnostik olduğu halde, evrimi ve materyalizmi benimseyen Darwin, fikirlerini yıllarca gizlemiş, eserinin ölümünden sonra yayınlanmasını vasiyet etmişti: “Darwin, agnostik olarak ölmüştür.” (Mustafa Akyol, Bilim, din ve ateizme dair modern ezberlerin sonu, s. 44) “Dostlarını karşısına almaya cesareti yoktu, kurulu düzeninin yıkılmasını istemiyordu. Ailesi zengindi. Yaşadığı bu zengin hayattan taviz vermek istemiyordu. Kilise çevresince hala dindar kabul ediliyor ve saygı görüyordu.”  Taki, 1858’de A. Russel Wallace tarafından yazılan ve kendi görüşlerine paralellik arz eden makalesini okuyana dek. ‘Kıskançlık’ onu harekete geçirir ve 1837’de yazdığı eserini 1859’da yayınlar: Türlerin Kökeni. (Bu dinciler, Soner Yalçın, s. 410-415) Kıskançlık Darwin’in takıyyesine son verdirmiştir! İşte aydın/araştırmacı/devrimci evrim teorisyeninin  fikir ve yaşam namusu!

Darwin’e göre Kadınlar

Darwin, “İnsanın Türeyişi” adlı kitabında ‘kadınların idrak etme, hızlı kavrama ve taklit konusunda ‘daha aşağı’ ırkların özelliklerini taşıdıklarını ve bu nedenle daha eski ve alt bir medeniyet seviyesine sahip olduklarını’ yazmıştır. (John R. Durant, Darwin, s. 295; Darwin, İnsanın Türeyişi, s. 15) Darwin kadının evlilikteki rolünü şöyle tarif ediyordu: “Sizinle ilgilenecek biri – better than a dog anyhow: Bir köpekten daha iyi oyalayabilecek- ev ve evin sorumluluklarını alacak biri.” (Charles Darwin, Autobiography, s. 232-233; Rebecca Coffey, daily.jstor.org, 14 Şubat 2020; Maria Popova; theatlantic.com, 16 Ağustos 2012; Alice Vincent, telegraph.co.uk, 12 Şubat 2016; Brenna Lee, eudaimoniac.com/charles-darwin-pros-and-cons-of-marriage/#easy-footnote-bottom-1-2630) “Sana çocukluktan itibaren sürekli eşlik ederler, sonra ilgili beslerler ve sevip oynaşabileceğin bir obje olurlar. Kadın, herşeye rağmen bir köpekten daha iyi bir şey. Ev ve evle ilgilenecek bir kişi. Müzik ve havadan sudan konuşmalar. Bunlar sağlık için iyi şeylerdir.” (Charies Darwin, The Autobiography of Charles Darwin 1809, 232-233) Darwin erkeğin özelliklerini ‘güçlü, cesur ve akıllı’ olarak görüyor, kadının özelliklerini ise ‘edilgen ve beden bakımından güçsüz ve “beyinleri eksik” olmak’ şeklinde ifade ediyordu. Erkek diye yazıyordu, ‘o kadından daha yürekli, daha mücadeleci, daha enerjiktir. Üstelik daha fazla yaratıcı dehaya sahiptir.’ (Fritjof Capra, Batı düşüncesinde dönüm noktası, s. 122) Darwin, Evlenmeden bir yıl önce 1838 yılında, “kadının, sevilen, oyun oynanan ve her halükarda köpeklerden daha iyi bir şey olduğunu” yazmıştı. (Sami Amiri, Ateizm kendi paradigmasıyla yüzleşiyor, s. 51) John R. Durant, “Darwine göre özellikle de yaşam mücadelesi hususunda kadınların, erkeklerden kat kat daha düşük mertebede olduğunu” ve “Zeka geriliği olan çocuklar ile kadınları, muhakeme yeteneklerinin yetersiz olmasından dolayı aynı kategoride değerlendirdiğini.” belirtir. (Durant, Darwinci Miras, s. 295)

Sigmund Freud’a göre kadınlar

Ateist Sigmund Freud’un görüşleri de Darwin’den farklı değildir: “O, kadınların rasyonel/akılcı düşünme melekesine sahip olmadığını, etikle/ahlakla ilgili konuklarda erkeklerle kıyaslanamayacağını” ileri sürmektedir. (Emre Dorman, Din neden gereklidir? s. 64) Üniversite Sağlık Ağında kadın sağlığı profesörü ve başkanı olan Donna Stewart göre, Freud, zamanının bir adamıydı. Kadınların özgürleşme hareketine karşıydı ve kadınların yaşamlarına cinsel üreme işlevlerinin egemen olduğuna inanıyordu. Freud kadınları erkeklerden daha aşağı olarak tanımlarken, birçok kadın psikanalizin gelişiminde ve ilerlemesinde etkili oldu. (Kendra Cherryvery, wellmind.com, 29 Ağustos 2022) Boston Simmons College psikoloji profesörü olan torunu Sophie Freud ise, dedesini ‘sahte peygamber, kadın düşmanı ve teorilerini modası geçmiş biri’ olarak nitelendirir. (ahrp.org/freud-goes-up-in-smoke-toronto-star 16 Kasım 2003)

Deizm dininin peygamber olan Kant’a göre Kadınlar

Kant’a göre kadınlar, aklını kullanabilme yetisinden mahrum, sürekli güzelliği ve cinselliği ile ön plana çıkmaya çalışan, zayıf, başka birinin himayesine muhtaç varlıklardır.
“Evli erkekler yalnızca kendi eşlerinin sevgisini kazanmaya çalışırken, evli kadınlar ise bütün erkeklere sahip olma eğilimindedirler.” (Immanuel Kant, Anthropology from a Pragmatic Point of View, s. 208) “Kadın kendini herkesin beğenisi için bir nesne yapar.” (Kant, Anthropology from a Pragmatic Point of View, 209) Ona göre “bir kadının çekiciliğinin temelinde cinselliği yatmaktadır.” (Kant, Güzellik ve Yücelik Duygusu Üzerine Gözlemler, 79) Kant, kadınları karakterize eden iki ilkeden bahseder. Bunlardan ilki türün devamlılığı, ikincisi ise toplumun yetiştirilmesi ve kadınlar tarafından inceltilmesidir. (Kant, Anthropology from a Pragmatic Point of View, 207) “Doğa tarafından kadına ‘verilen’ korkaklığın ve zayıflığın nedeni, kadının embriyoyu koruma zorunluluğundandır. Böylece kadınlar tehlikelerden uzak durarak embriyoyu koruyacaklardır. Bununla birlikte kadın, tabiatı gereği korkak olduğu için güçlü ve cesur erkeğin korumasını talep eder.” (Kant, Anthropology from a Pragmatic Point of View, 207) Kant, kadının felsefe yapabilme imkanına da değinir: “Onun felsefi bilgeliği muhakeme etmek değil duygusallıktır.” (Immanuel Kant, Observations on the Feeling of the Beatiful and Sublime and Other Writings, çev. Patrick Frierson, Paul Guyer (New York: Cambridge University Press, 2011), 38) Kant bir kadının felsefeyle uğraşmasını, hele (muhtemelen erkek) bir yorumcu olmadan bunu yapmasını ‘hiç hoş olmayan bir iş’ olarak görmüştür. (Aliye Kovanlıkaya, “Kant’ta Cinsiyet Farklılığı,” Cinsiyetli Olmak içinde, ed. Zeynep Direk (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 11-12) “Okullu (eğitimli) kadınlar kitaplarını saatleri gibi kullanırlar. Onlar saatlerini sadece bir saate sahip oldukları bilinsin diye takarlar. Buna rağmen saatleri genellikle ya çalışmaz ya da doğru zamanı göstermez.” (Kant, Anthropology from a Pragmatic Point of View, 209) “Kadının büyük biliminin içeriği daha çok insanoğludur ve insanlık arasında da erkeklerdir.” (Kant, Pragmatik Açıdan Antropoloji ile Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler, 75) Kadının uzmanlık alanının erkek olduğunu söyleyen bu söylemler, Kant’ın kadınlara verdiği rolün ve çizdiği sınırın en açık biçimde ifade edilmiş halidir. Kant, kadınların teorik bilgi eksikliklerinin olumsuz bir şey olmadığını hatta bu eksiklilerini güzellikleriyle ve candan dostluklarıyla kapattıklarını vurgular. Şöyle ki kadınlar, “Erkeğin kendi yetenekleriyle sağlamak zorunda olduğu kitabi bilgiden yoksunluklarını ve diğer eksikliklerini güzel endamlarıyla, neşeli naiflikleriyle ve büyüleyici dostluklarıyla yeterince telafi etmiş olurlar.” (Kant, Güzellik ve Yücelik Duygusu Üzerine Gözlemler, 86) Kant’ın kadınlarla ilgili görüşlerini özetleyecek olursak, kadınlar erkeklerin himayesine ihtiyaç duyan zayıf varlıklardır. Bu yüzden kadınlar doğanın kendilerine verdiği görevi yerine getirerek soylarını devam ettirmeli, bununla birlikte erkeğin gücü üzerine kurulu toplumun ilerlemesinde ve inceltilmesinde erkeğine yardımcı olmalıdır. Kant, akıl yürütmeyi gerektiren konularda kadınların bir rehbere (erkeğe) danışması gerektiğini belirterek kadınların akli meselelerdeki yetersizliğini göstermeye çalışmıştır. (Firdevs Demir, Kant’ın Kadınlarla İlgili Görüşlerinin Ahlak Felsefesi Bağlamında Değerlendirilmesi, Mizanü’l Hak İslami İlimler Dergisi, sayı: 5, 2017, s. 87-99)

Darwinizmin ortaya çıkardığı, insanlık onurunu ayaklar altına alan; İnsanat bahçeleri

“19 ve 20. Yüzyıllarda, ‘insanat bahçeleri’ kurulur, ‘gelişmemiş’ ırklara ait insanlarda buralarda sergilenir. Sergilenen insanlar, modern beyaz adamın üstünlük duygusunu tatmin ederken, aynı zamanda Avrupa’nın sömürgesine bir gerekçe ve bir meşruiyet de üretilmekteydi. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganları ile yola çıkan Fransız Devrimi’nin 100. yılını kutlayan 1889 tarihli Paris Evrensel sergisinde 400 Afrikalının sergilendiği bir ‘Zenci Köyü’ kurulmuştu. Brüksel’de, 1897 tarihli sergide ise bir levha ziyaretçileri şöyle uyarıyordu: ‘Kongo’luları beslemeyin, yemekleri verildi.’ İnsanat bahçeleri, sömürgeciliğin faziletlerine yönelik propaganda çalışmalarının bir parçasıydı.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 82, 83) Darwin, Kızılderilileri ve karaderilileri, insanlaşma aşamasına gelmemiş maymunlar olarak görüyor ve onlara hayvan muamelesi yapılmasında bir sakınca görmüyordu. Evrim teorisine dayalı bu uygulamaya göre, 1962 yılına kadar hayvanat bahçelerine ek bir bölümde insanlaşma aşamasını tamamlamamış maymunlar olarak bu insanlar sergileniyordu. Batıda insan haklar aslında beyazlar içindi, uzun bir süre. (Abdurrahman  Dilipak, Yeni Akit, 13.8.2017) İnsan Hayvanat Bahçeleri! “Vahşi insanlar, ilkeller, insana benziyorlar, insanoğluna en yakın varlık galiba” diye tasnif ediliyorlardı. Hayvanat bahçelerinde, fuarlarda, sergi alanlarında teşir edilmek için binlerce insan kadın, erkek, çocuk Afrika’dan gemilerle Avrupa ve Amerika’ya taşındı. Belçika, Hollanda, İspanya, Macaristan, Almanya, İsveç, İtalya, ABD’de, bir değil pekçok kentinde 1870’lerden 1960’lara kadar var oldu. İnsanlar nadir hayvanlarmış gibi seçiliyorlardı, kimilerini kafeste teşhir ettiler. Fuar alanının dışındaki levhada “Lütfen yiyecek vermeyin daha önce beslendiler” yazılıydı. Çoğunun üzerindekiler çıkarılıyordu, göğüsleri açıktaydı. Bazıları intihar etti, bazıları ise teşhir edilirken öldü. Ölen de sergilendi. Aynı dönemlerde bazı bilim adamlarının görüşleri de aktarılıyordu: “Haftalardır bunların üzerinde çalışıyoruz, bunların aklı aşırı derecede geri. Fevkalede saldırganlar ve hiçbir hisleri yok. İnsana en yakın vahşi örneği denebilir” (Habertürk, 7 Aralık 2014) 

                                  

Biyokimya Uzmanı Michael J. Behe, “İlk başlarda Darwin’in evrim konusundaki fikirlerini benimsiyordum. Çünkü O herkesten önce davranıp ortaya bir şey atmıştı ve ben aksini ispat edene kadar onu kabullenmek zorundaydım. Ta ki, 10 yıl öncesine, Avusturalyalı bilyokimyager ve yazar Michael Danton’un yazdığı bir kitabı (Evolution Theory in Crisis) okuyana kadar. Danton; Darwinist teoriyi çürütecek bir sürü bilimsel tez ortaya sunmuştu. Daha önce hiç bu tarz argumanlar iddalar duymamıştım ve bence onlar gerçekten çok ikna ediciydiler. Önce kendime kızdım, böylesine iyi bir üniversitede güzel bir sandalyem varken ben bu iddiaları ispatları neden daha önce okumamıştım ve o günden sonra Evrim Teorisine ciddi ilgi duydum ve araştırmalara başladım. Zaman içerisinde Darwinin evrim teorisinin hiç bir bilimsel kanıta dayanmadığını anladım.” demekte ve daha sonra evrimi çürüten ünlü ‘Darwin’in Kara Kutusu’ adlı eserini yazmaktadır.

Bilim adamlarının itirafları II

Prof. R. Goldschmidt (Zoolog, California Üniversitesi):  Şimdiye kadar hiç kimsenin makro mutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikro mutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosofila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik. (Richard B. Goldschmidt, Evolution, As viewed by One Geneticist, s. 94) Gordon Taylor (Evrimci genetikçi):  Bu çok çarpıcı, ama bir o kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller. (Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, s. 48) Kevin Padian: Büyük evrimsel değişiklikler nasıl başladı? Türlerin on binlerce yıl oturup faydalı mutasyonların meydana gelmesini beklediğine (bu arada bu nasıl oluşmaktadır?) ve büyük bir istekle bunları yeni ve yararlı bir tür değişimi oluşana kadar biriktirip koruduklarına inanan biri var mı? İşte bu durum Waddington ve diğerlerinin de belirttiği gibi neo-Darwinizm’in “saçma ve mantık dışı” matematik argümanlarıdır. (Kevin Padian, “The Whole Real Guts of Evolution”, Review of Genetics, Paleontology and Macroevolution, By Jeffrey S. Levinton, s. 77) Pierre-Paul Grassé: Ne kadar çok sayıda olursa olsunlar, mutasyonlar herhangi bir evrim meydana getirmezler. (Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, s. 88)  Şanslı mutasyonların hayavnların ve bitkilerin ihtiyaçlarının karşılanmasını sağladığına inanmak, gerçekten çok zordur. Ama Darwinizm bundan fazlasını da ister: Tek bir bitki, tek bir hayvan, tam olması gerektiği şekilde binlerce ve binlerce faydalı tesadüfe maruz kalmalıdır. Yani mucizeler sıradan bir kural haline gelmeli, inanılmaz derecede düşük olasılıklara sahip olaylar kolaylıkla gerçekleşmelidir. Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir. (Pierre-Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, s. 103) Francisco J. Ayala:  X ışınları gibi yüksek enerjili radyasyonlar mutasyon oranını arttırırlar. Radyasyondan olayı meydana gelen mutasyonlar rastgele, bir anlamda onları taşıyan bireylerin sağlığı üzerindeki etkilerden bağımsız olarak meydana çıkar. Rastgele mutasyonlar çoğunlukla zararlıdırlar. Bir organizmadaki genom gibi tamamen organize bir sistemde rastgele bir değişiklik sistemin düzenini veya kullanılırlığını arttırmaz, aksine azaltır. (Francisco J. Ayala, “Genotype Environment and Population Numbers”, Science, vol.162 (27 Aralık 1968), s. 1456) James F. Crow (Wisconsin Üniversitesi, Tıp Genetiği Bölüm Başkanı, radyasyon ve mutasyon konusunda uzman):  Mutasyonların hemen hepsi zararlıdır ve bunun bedelini insanlar öder. Bu nedenle mutasyon oranını yükseltecek olan her türlü insan aktivitesi insanlık için ciddi sağlık ve ahlak sorunları oluşturuyor. (James F. Crow, “Ionizing Radiation and Evolution,” Scientific American, vol. 201 (Eylül 1959), s. 138)  Hayatı oluşturan kimyasal işlemlerin bütünlüğüne isabet edecek rastgele bir değişikliğin bozucu etkisi olacağı kesindir. Aynen bir televizyondaki bağlantıların rastgele değiştirilmesinin görüntünün kalitesini artırmaması gibi. (“Genetic Effects of Radiation”, Bulletin of Atomic Scientists, No: 14, s. 19-20) Frederick Seymour Hulse: Mutasyonlar rastgele meydana gelirler. Yüksek komplekslikteki sistemlerin bileşiminde ve işleyişindeki herhangi bir değişiklik bu sistemin işleyişini geliştirmeyecektir ve bu nedenle mutasyonların büyük kısmı dezavantajlıdır. Bir organizma ve çevre arasında çok hassas bir denge vardır ve bir mutasyon bu dengeyi kolaylıkla bozabilir. Bir insan aynı şekilde frenin veya gaz pedalının pozisyonunu rastgele değiştirerek bir arabanın işleyişinin gelişmesini de bekleyebilir. (Frederick S. Hulse, The Human Species, s. 61-62)Evrimci zoolog D. L. Stern: Evrimsel biyolojinin en eski problemlerinden biri geniş çapta çözülmemiş olarak duruyor. Hangi mutasyonlar, evrimsel açıdan faydalı olan fenotip çeşitliliğini oluşturabilir? Bunlar ne tür moleküler değişiklikleri gerektirir? (icr.org/headlines/ darwinvindicated.html; Was Darwin Really “Vindicated”?, Frank Sherwin, Institute for Creation Research, April 30, 2001) Stephen Jay Gould: “Bir mutasyon büyük ve yeni bir ham malzeme (DNA) oluşturmaz. Türleri mutasyona uğratarak yeni bir tür elde edemezsiniz.” Hoimar Von Ditfurth (Alman Psikiyatri ve Nöroloji Profesörü. Ünlü Alman evrimci bilim yazarı): “Alabildiğine kompleks biyolojik bir işlevin, organik bir düzenin, amaçsız, hedefsiz, keyfi mutasyonların rastlantısal sonuçları olarak ortaya çıkıp çıkamayacağı sorusuna yanıt ararken, tasavvur etme yeteneğimiz oldukça yaya kalacaktır. Gerçekten de, rastlantısal mutasyonların ardından, sözünü ettiğimiz türden yeni mekanizmaların, yeni düzenlerin ortaya çıkması için evrim istediği kadar zaman bulmuş olsun, yeni denge ve düzenlerin rastlantının ürünü olduğunu ileri sürmekle iyice ileri gitmiş, başka türlü düşünenleri tahrik etmiş olmuyor muyuz? Deyim yerindeyse, sakat doğum gibi bir şeydi bu tuhaf yaratıklar. Bir mutasyonun sonucuydular. Mutasyon sonuçları hemen her zaman bir felaket doğurmuşlardır.” (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 2, s.66-69) Bu noktada itirazcılar, anlamlı ve amaca uygun özelliklerin tümüyle rastlantısal olarak yeterli miktarda oluşmasını sağlamak bakımından, mutasyonların sayısının yeterli büyüklükte olamayacağına ilişkin bir karşı tezi öne sürmek eğilimdedirler. Gerçekten de çok sayıda mutasyon, olasılıklar kurallarına göre, bırakalım gelişmeyi desteklemeyi, zararlı ve hatta öldürücü olmaktan kurtulamaz. (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 6, s. 97) Dr. Mahlon B. Hoagland:  Bugün canlı organizmalarda birikmiş bilgi (üç milyar yıllık evrimin birikmiş sonucu) bütün dünya şairlerinin toplamından daha çok işlenmiş, daha incedir. Bir harfte, bir kelimede, bir deyimde rastlantıya bağlı bir değişimin parçayı daha iyi yapması uzak bir olasılık, böyle rastlantısal bir çarpmanın zararlı olması daha akla yatkındır. Birçok biyolog, nükleer silahların, nükleer reaktörlerin ve endüstride üretilen mutasyona neden olabilecek türden kimyasal maddelerin artmasından, bu nedenle korkmaktadırlar. (Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, TÜBİTAK, s. 69) Hatırlayacaksınız, bir organizmanın DNA’sında bir değişikliğin olması hemen her zaman onun için zararlıdır; başka bir deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya yol açar. Bir benzetme yapalım; Shakespeare’in oyunlarına rastgele eklenen cümlelerin onları daha iyi yapması pek olası değildir. Temelinde DNA değişiklikleri ister mutasyonla, ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme şansını azaltma özelliklerinden dolayı zararlıdır. (Mahlon B. Hoagland, Hayatın Kökleri, s. 153) Warren Weaver (Evrimci bilim adamı). Weaver, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi’nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında şöyle diyordu:  Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir? (Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, c. 123, 29 Haziran, 1956, s. 1159) Üstelik mutasyona uğramış genlerin, karşılaşılan durumların büyük çoğunluğunda ve şimdiye kadar üzerinde çalışılan türlerde zararlı etkilerine rastlanmıştır. En uç durumlarda zararlı etkiden kastettiğimiz ölüm demektir. Diğer durumlarda ise döl üretebilme olanağının azalması veya diğer bazı ciddi anormallikler anlamına gelir. (Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, s. 1158) Michael Pitman: Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki, sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat kaldılar ya da kısır oldular. (Michael Pitman, Adam and Evolution, s. 70) Evrim literatürünün popüler yayınlarından Earth Sciences ergisinin editörü Richard Monestarsky, evrimcileri şaşırtan bu Kambriyen Patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir: Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen Devir’de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar. (Richard Monestarsky, “Mysteries of the Orient”, Discover, Nisan 1993, s. 40) “Yeni moleküler temelli filogeninin bazı önemli sonuçları vardır. Bunların en önemlisi, süngerler, cnidarianlar, ctenophorlar arasındaki “ara form” sınıflamaların ve bilateryen canlıların son ortak atasının yani “urbilateria”nın ortadan kalkmasıdır. Bunun doğal sonucu olarak, urbilateria’ya giden soy ağacında çok büyük bir boşluğumuz var. Kademeli bir biçimde giderek artan bir komplekslik senaryosu yoluyla, “boşluktaki atayı” yeniden inşa etme yönündeki umudumuzu -ki bu eski evrimsel mantık yürütmede çok yaygındır- kaybetmiş bulunuyoruz.” (André Adoutte, Guillaume Balavoine, Nicolas Lartillot, Olivier Lespinet, Benjamin Prud’homme, and Renaud de Rosa, “The New Animal Phylogeny: Reliability And Implications”, Proceedings of the National Academy of Sciences, 25 April 2000, vol 97, No 9, pp. 4453-4456) Evrimci paleontolog Gerald T. Todd, “Kemikli Balıkların Evrimi” başlıklı bir makalesinde bu gerçek karşısında şu çaresiz soruları sıralar: Kemikli balıkların her üç sınıfı da, fosil tabakalarında aynı anda ve aniden ortaya çıkarlar… Peki ama bunların kökenleri nedir? Bu denli farklı ve kompleks yaratıkların ortaya çıkmasını ne sağlamıştır? Ve neden kendilerine evrimsel bir ata oluşturabilecek canlıların izlerinden eser yoktur? (Gerald T. Todd, “Evolution of the Lung and the Origin of Bony Fishes: A Casual Relationship”, American Zoologist, C. 26, No. 4, 1980, s. 757) Türk evrimcilerden Engin Korur, kanatların evrimleşmesinin imkansızlığını şöyle itiraf eder: Gözlerin ve kanatların ortak özelliği ancak bütünüyle gelişmiş bulundukları takdirde vazifelerini yerine getirebilmeleridir. Başka bir deyişle, eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz. Bu organların nasıl oluştuğu doğanın henüz iyi aydınlanmamış sırlarından birisi olarak kalmıştır. (Engin Korur, “Gözlerin ve Kanatların Sırrı”, Bilim ve Teknik, Sayı 203, Ekim 1984, s. 25) 20. yüzyılın en büyük evrim otoritelerinden ve Neo-Darwinist teorinin kurucularından biri olan George Gaylord Simpson: Dünya üzerindeki yaşamın en kafa karıştırıcı olayı, Mezozoik Çağı’nın, yani sürüngenler devrinin, memeliler devrine aniden değişmesidir. Sanki bütün başrol oyunculuğunun çok sayıda ve türdeki sürüngenler tarafından üstlenildiği bir oyunun perdesi bir anda indirilmiştir. Perde yeniden açıldığında ise, bu kez başrolünde memelilerin yer aldığı ve sürüngenlerin bir kenara itildiği yepyeni bir devir başlamıştır. Ortaya çıkan memelilerin bir önceki devire ait izleri ise yok gibidir. (George Gaylord Simpson, Life Before Man, s. 42) Evrimci zoolog Eric Lombard, Evolution (Evrim) adlı dergide şöyle yazar:  Memeliler sınıfı içinde evrimsel akrabalık ilişkileri (filogenetik bağlar) kurmak için bilgi arayanlar, hayalkırıklığına uğrayacaktır. (Eric Lombard, “Review of Evolutionary Principles of the Mammalian Middle Ear, Gerald Fleischer”, Evolution, C. 33, Aralık 1979, s. 1230) 1984 yılında, Çin’in Yunnan bölgesinin güney bölümündeki Cheng jiang’da, büyük miktarlarda kompleks omurgasız keşfedildi. Bunların arasında bulunan ve şu an soylarının tükendiği bilinen trilobitler en azından bugünkü varolan omurgasızlar kadar kompleks yapılıydılar. İsveçli evrimci paleontolojist Stefan Bengtson, bu durumu şöyle açıklıyor: Eğer canlılık tarihinde herhangi bir olay, insanın yaratılışı mitine benzetilecekse, o da çok hücreli organizmaların ekolojide ve evrimde baş aktör haline geldikleri okyanus yaşamındaki ani farklılaşma dönemidir. Darwin’i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır. (Stefan Bengston, Nature, 345: 765, 1990) San Diego California Üniversitesi’nden Stanley Miller’in ve Francis Crick’in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel: “Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.”  (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, vol. 271, October 1994, p. 78) EvrimciDouglas R. Hofstadter:”Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.” (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, p. 548) Richard Leakey (evrimci paleoantropolog): David Pilbeam hoşnutsuzlukla şöyle der: “Farklı bir bilim dalından zeki bir bilim adamını getirseniz ve ona elimizdeki yetersiz delilleri gösterseniz, kesinlikle ‘bu konuyu unutun; devam etmek için yeterli dayanak yok’ diyecektir.” Ne David ne de insanın atasını araştıran diğerleri elbette ki bu tavsiyeye uymayacaklardır, ancak hepimiz bu kadar yetersiz delille sonuç çıkarmanın ne kadar tehlikeli olduğunun tamamen farkındayız. (Richard E. Leakey, The Making of Mankind, s. 43) Richard Leakey – Roger Lewin: Hominidler de (maymun ve insan arasında var oldukları varsayılan) bir parça bacak kemiği, kalça veya diz kemiği, vs.’den yola çıkılarak oluşturulmuştu. (Richard Leakey and Roger Lewin, Origins, s.111; David  Johanson and Edy Maitland, Lucy, s.157) Atalarımızın dört ayak üzerinde hareket biçiminden iki ayak üzerinde dik yürüyüşe geçtiğini biliyoruz. Bunun önemli avantajlar sağladığı da kuşku götürmez bir gerçek. Ancak bu gelişmenin başlangıçta “neden” gerçekleştiği bir sır. Çünkü avantajların çoğu, ancak dik yürüme yeteneği çok iyi geliştiğinde ortaya çıkıyor. (Richard Leakey-Roger Lewin, Göl İnsanları, TÜBİTAK, s. 24) Richard Leakey – Roger Lewin: Ne yazık ki, insanın evrimi yolu bize çok az ve zayıf ipuçları veriyor: Taştan aletler, kafatası parçaları, bir bacak kemiği parçası, yarım bir çene kemiği, nadiren bütün bir kafatası ve tabii çok sayıda diş… Bir zamanlar atalarımızın yaşadığı, şimdi derinlerde gömülü tortullarda bulabildiklerimiz işte bunlar. Eğer birileri, örneğin beş ila bir milyon yıl önce yaşamış atalarımızın şimdiye kadar bulunan bütün fosil kalıntılarını bir odaya toplamaya girişseydi, hepsini sergilemek için sadece birkaç büyük masa yeterdi. Bundan da kötüsü, 15 ila 6 milyon yıl önce yaşamış hominidlere ait fosil buluntularını yerleştirmek için, çok da büyük olmayan bir ayakkabı kutusu yeterli olacaktır. (Richard Leakey – Roger Lewin, Göl İnsanları, s.33-34) Christopher Wills (California Üniversitesi’nde Biyoloji Profesörü): Kendi atalarımız konusunda harcadığımız tüm çabalara karşın, kayıtlarda halen daha büyük boşluklar var. Bir milyon yıl kadar geriye baktığımızda ise, birbiriyle yarışan bu yaratıklar içerisinde hangisinin bizim atalarımız olduğunu -eğer varsa- kestirebilmek zor. (Christopher Wills, Genlerin Bilgeliği, s. 106) F. Clark Howell (Tarihin en büyük bilim sahtekarlığının konusu olan Piltdown Adamı hakkında): 1953 yılında keşfedilen Piltdown Adamı, insan kafatası ve maymun çenesinden oluşan bir yaratıktan başka birşey değildi. Bu bilerek tezgahlanan bir aldatmacaydı. Ne çenenin maymuna ait olduğunu, ne de kafatasının insana ait olduğunu kabul etmediler. Bunun yerine, bu parçaların maymun ve insan arasındaki döneme ait bulgular olduğunu açıkladılar. 500.000 yıl öncesine ait olduğunu söyleyerek, buna bir isim koydular (Eoanthropus Dawsoni veya Dawn adamı) ve bu konu üzerine yaklaşık 500 adet kitap yazdılar. Paleontologlar bu buluşla elli beş yıl boyunca boş yere oyalanıp durdular. (Howell, F. Clark, Early Man, s. 24-25) Wray Herbert: John Hopkins Üniversitesi’nden Antropolog Alan Walker’a göre birtakım kemiklerin insanların kalıntıları olarak yanlış yorumlanması ile ilgili büyük bir gelenek vardır. Walker, “geçmişte yetenekli bazı antropologlar büyük bir hata yaparak bir tür timsah femur kemiğini ve üç tırnaklı bir at tırnağını insanların atasından kalıntılar olarak yorumlamışlar” demektedir. (Wray Herbert, “Hominids Bear Up, Become Porpoiseful”, Science News, Sayı 123, 16 Nisan, 1983, s.246) Boyce Rensberger: İnsanın en eski atası olarak tanımlanan komple bir iskelet Kenya’da bulundu. Kemikler 1.6 milyon yıl önce ölmüş 12 yaşında uzun boylu homo erectus türünden erkek bir çocuğa ait. Bu yeni buluntu ile eski insanların vücut yapısı ile günümüz insanının arasında herhangi bir farkın olmadığı ortaya çıktı. Hatta iskelet günümüzün 12 yaşındaki çocuklarına oranla daha uzun. (Boyce Rensberger, “Human Fossil is Unearthed”, Washington Post, 19 Ekim 1984, s.11) Jerald M. Loewenstein ve Adrienne L. Zihlman: Ancak evrimsel soyların tanımlanması için anatomi ve fosil kayıtları hiç de güvenilir değildir. Ancak yine de paleontologlar bundan öteye gitmemekte kararlılar. Bilim adamlarının üzerinde ittifak ettikleri tek bir soyağacı bulunmamaktadır. Aksine neredeyse yaşayan ve nesli tükenmiş hominidlerin tümüne ait olası kombinasyonlar ve permütasyonlar biri veya diğeri tarafından inkar edilmiştir. (Jerald M. Loewenstein ve Adrienne L. Zihlman, “The Invisible Ape”, New Scientist, sayı 120 , 3 Aralık, 1988, s.58) Robert D. Martin (Evrimci paleontolog): Aşağıda sayılan tüm diğer türlere ilişkin bilinen sağlam fosil kalıntılarının var olduğu fikrinden yola çıksak bile (bu durum genel olarak mevcut primat fosil kayıtları genel olarak göz önüne alındığında oldukça şaşırtıcı bir durum olacaktır) insan evrimine delil olarak kullanılabilecek kuşku verici benzerlikler uyandıran birkaç kırıntının ötesinde bundan 3.8 milyon yıl önceki döneme denk gelebilecek gerçek bir fosil delili bulamayız. (Robert D. Martin, Primatların Orijini ve Evrim, Princetown Universitesi Yayınları, 1990, s.82) David Pilbeam (Ünlü paleontolog):  Benim tereddütlerim sadece bu kitabı (Richard Leakey’in Kökler isimli kitabı) değil, paleoantropolojinin bütün ilgi alanını ve metodlarını kapsıyor. Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dahil olmak üzere kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyorlar. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersiz. (David Pilbeam, American Scientist, Sayı 66, Mayıs-Haziran, 1978, s. 379) İnsan evrimi hakkında düşündükçe, bir bilim adamı olarak değiştiğimi hissettim. İçimizde yerleşmiş bulunan ön kabullerin farkındayım ve bunları zihnimden kazımak için gerçekten çaba gösteriyorum. Geçmişte teorilerimiz, elde olan gerçek bilgimizden çok bizim o anki ideolojimizi yansıtıyordu. (David Pilbeam,”Rearranging Our Family Tree”, Nature, Haziran,1978, s. 4) Roger Lewin (Ünlü evrimci yazar): Fiziksel alanda insanın evrimiyle ilgili herhangi bir teori nasıl olup da, güçlü çeneler ve köpeklerde olduğu gibi uzun hançer dişlerle donatılmış, dört bacağı üzerinde koşabilen maymun benzeri atanın, doğal savunma anlamında güçsüz olan yavaş, iki ayağı üzerinde yürüyebilen bir hayvana dönüştüğünü açıklamalıdır. Buna ek olarak Huxley’in ifade ettiği gibi bizim “bir dağın üzerinde yükselmemizi” sağlayan akıl, konuşma, ahlak; işte bu, evrim teorisine tam anlamıyla bir meydan okumadır (www.mesozoic.demon.co.uk/ mankind.html) Robert B. Eckhardt (Pennsylvania State Üniversitesi, Antropoloji Profesörü): İnsanı şaşkına çeviren Hominoidler serisinin arasında, insanın hominid (insanımsı) atası olduğunu gösteren morfolojiye sahip bir fosil var mıdır? Eğer genetik varyasyon işin içine katılırsa, cevap ‘hayır’ olacaktır. (“Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, sayı 226, 1/1972, s. 94) John Reader: Bütün hominid (insanımsı) koleksiyonu toplasanız bir bilardo masasını ancak doldurur. İlk olarak fosiller, ata olarak yüksek derecede önemli bir hayvana yani bize işaret ediyor. İkinci olarak ise fosiller bütün ümitleri kıracak şekilde eksiklerle dolu ve türler sadece küçük parçalardan ibaret, hiçbir sonuca götürmüyor, öyle ki eksik olanlar hakkında, mevcut olanlardan daha fazla şey söyleyebiliriz. (John Reader, “Whatever Happened to Zinjanthrapus?”, New Scientist, vol 89, no:12446, 26 Mart, 1981) Dr. Lyall Watson: Soy ağacımızı oluşturan fosiller o kadar yetersiz ki hala fosil örneklerden daha çok bilim adamı var. Bir gerçek var ki o da insan evrimi için fiziksel kanıtların tamamı boş yer kalacak şekilde, tek bir tabutun içine yerleştirilebiliyor. Örneğin modern maymunlar hiçbir yerden türememişlerdir. Hiçbir geçmişleri yok, hiçbir fosil kayıtları yok. Ve dik, çıplak, alet kullanabilen, büyük beyinli varlıklar olan modern insanların gerçek kökeni, dürüst olmak gerekirse bununla aynı derecede gizemli bir olay. (Dr. Lyall Watson, “The Water People”, Science Digest, Mayıs 1982, s. 44) William R. Fix: İnsanoğluna ait fosiller hala o kadar seyrektir ki, pozitif beyanlarda ısrar edenler tehlikeli bir zandan diğerine atlamaktan ve yeni dramatik bir keşifin yapılıp kendilerini tamamen aptal durumuna düşürmemesini ummaktan başka birşey yapamazlar… Ama açıkça bugün bundan ders almak istemeyenler var. Gördüğümüz gibi etrafta, insanoğlunun kökeni hakkında küstahça konuşarak hiçbir şüphe olmadığını söyleyen bir sürü bilim adamı var: Bir de delilleri olsaydı. (William R. Fix, The Bone Paddlers, s. 150) Dr. Tim White (Evrim Antropolojisti): İnsanımsı bir canlının köprücük kemiği olduğu düşünülen 5 milyon yıllık bir kemik parçasının, aslında bir yunusun kaburga kemiğinin bir parçası olduğu anlaşıldı. Birçok antropoloğun sorunu çok fazla (hominid) kemiği bulmak istemeleri. Böylece buldukları ufak bir kemik parçasının hemen ‘hominid’ kemiği olduğunu söylüyorlar. (Dr. Tim White, New Scientist, Nisan 28, 1983, s. 199) Holly Smith (Amerikalı antropolog) 1994 yılında yaptığı detaylı analizlerde insanın hayali soyağacında yer alan canlıların gerçekte ya maymun ya da insan olduklarını ortaya çıkardı. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu: Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecines ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin modern insanlarla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir. (Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, c. 94, 1994, s. 307-325) Stephen Jay Gould (Harvard Üniversitesi paleontologlarından): Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30) Evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve Davis: biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz. (Villie, Solomon, and Davis, Biology, Saunders College Publishing, 1985, s.1053) Niles Eldredge ve Ian Tattersall:Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur. (Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, s. 126-127) Henry Gee (Nature dergisinin en önemli bilim yazarı):Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların ön yargılarına göre şekillenmiştir… Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama geceyarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır-eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir. (Henry Gee, In Search of Deep Time, s. 116-117) John Durant (Oxford Üniversitesi tarihçisi; İngiliz Bilim İlerleme Derneği’nin (British Association for the Advancement of Science) 1980’lerdeki bir toplantısından):Acaba, aynen “ilkel” efsaneler gibi, insan evrimi teorileri de kendilerini yaratanların değer sistemlerini, onların kendileri ve toplumları hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak, güçlendiriyor olabilir mi?”  (Roger Lewin, Bones of Contention, s. 312)  İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur… Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler, geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır… Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır. (John R. Durant, “The Myth of Human Evolution”, s. 425-438) Richard Leakey: (Louis Leakey) Lucy’nin kafatasının büyük bir bölümünün hayal gücüyle tamamlandığını ekledi, bu sebeple onun hangi türe ait olduğu hakkında kesin bir sonuç çizmek imkansızlaşıyor. (Richard Leakey The Weekend Australian, May 7-8, 1983, s. 3) Albert W. Mehlert (Evrimci ve paleoantropoloji araştırmacısı) : Kanıtlar, Lucy’nin pigme bir şempanzeden başka bir şey olmadığını ve aynı şekilde yürüdüğünü (bazı durumlarda beceriksizce dik duruyor, ama çoğunlukla dört ayak üstünde duruyor) gösteriyor. Maymundan insana olduğu iddia edilen dönüşüm için kanıtlar kesinlikle inandırıcı değil. (“Lucy-Evrimcilerin İnsan Maymun Arası Tek İddiaları”, Creation Research Society Quarterly, Vol22, No3, Aralık 1985, s.145) Charles Darwin: Yine de çok eski bazı kafataslarının, örneğin Neandertal insanınkinin, iyi gelişmiş ve yetenekli olduğu kabul edilmelidir. (Charles Darwin, İnsanın Türeyişi, s.72) C. Loring Brace (Evrimci antropolog): Neandertallerin kısa ve dar kafatasları, büyük çene kemikleri ve burunları, en belirleyici olarak da başlarının arkasında topuz şeklinde çıkıntıları vardı. Brace’in Phoenix’te yapılan Amerikan Antropoloji Derneği’nin yıllık toplantısında yaptığı açıklamada birçok modern Danimarkalı ve Norveçli’nin benzer özellikleri olduğunu ifade etti: “Kesinlikle, günümüzün Avrupalı kafatasları, Amerikalı Kızılderili ya da Avustralyalı Aborijinlerden daha çok Neandertal kafataslarına benziyorlar” dedi. (The Arizona Republic (Phoenix), 20 Kasım 1988, s.B-5) Erik Trinkaus (Paleoantropolog, New Mexico Üniversitesi): Neandertal kalıntıları ve modern insan kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertallerin anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde modern insanlardan aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur. (Erik Trinkaus, “Hard Times Among the Neanderthals”, Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R.L. Holloway, “The Neanderthal Brain: What Was Primitive”, American Journal of Physical Anthropology Supplement, c. 12, 1991, s. 94) Prevention Dergisi (Evrimci doğrultuda yayın yapan bir dergi): Dr. Francis Ivanhoe (Londra) yaptığı çalışmalarını 8 Ağustos 1970 tarihli Nature dergisinde yayınlatarak Neandertal bilmecesini çözmüş oldu. Şu an elinde olan antropolojik ve tıbbi kanıtlara göre Neandertal adamı yanlış zamanda kuzeye göçme kararının kurbanı. Dr. Ivanhoe’ya göre, Neandertal adamı UV ışınlarından yoksun kaldı ve beslenme yoluyla da gerekli besin maddelerini de temin edemedi ve binlerce yıl aktarılan D vitamini eksikliğinin neden olduğu raşitizme yakalandı. Neandertal adamının beyin hacmi bazen modern insanınkinden daha geniştir. Neandertal yetenekli bir alet yapma ustası, başarılı bir avcıydı ve hatta sanat yönü gelişmişti. Ama en önemlisi, sosyal ve dini bilinç gibi kültürel değerleri de gelişmişti. (“Neandertal Man, Victim of Malnutrition”, Prevention Ekim 1971, s. 115-121) Bonnie Blackwell (Evrimci jeolog, City University of New York’s Queens College): Neandertaller hem davranışsal hem de zihinsel kapasite açısından Homo sapienslere (insanlara) çok benzemektedirler. Her iki grubun da müzik gelenekleri tarih öncesi dönemin çok gerilerine dayanmaktadır. New York Üniversitesi arkeologlarından Randall K. White Neandertallere ait bir kemik için şöyle demektedir: “Slovenya’da bulunan ve müzik enstrümanı olarak kullanılan bu kemik Avrupa’da sonraki dönemlerde kullanılan kemik enstrümanlara son derece benzemektedir.” (Bonnie Blackwell, “Neandertal Noisemaker”, Science News, vol. 15, 23 Kasım 1996, s. 328) Tel Aviv Üniversitesi’nden B. Arensberg, Yoel Rak: Hyoid hem boyutu hem de şekli itibariyle modern insandakinin tıpatıp aynısı. Ayrıca kaslar bağlantı pozisyonları da modern insanınkiyle aynı. Araştırmacılar, ağır çene kemiği yapısına rağmen Neandertallerin konuşabildikleri inancında birleşiyorlar. (Sarah Burney, “Neanderhals Weren’t So Dumb After All”, New Scientist, c. 123, 1 Temmuz 1989, s.43)  Neandertal, büyük güçlü kaslara sahip, sert bir çevrede başarıyla yaşamını sürdüren bir insan ırkıdır. Sahip oldukları aletler binlerce ve binlerce yıl aynı kalmıştır. Teknolojilerinde ve davranışlarında evrim olduğuna dair bir belirti bulunmamaktadır. Milford Wolpoff (Antropolog Michigan Üniversitesi): Bir Neandertalin hayatta kalmasına yardım eden başkaları vardı. Onu seviyorlar mıydı, topluluklarına değerli bir katkısı mı vardı, bunlar onun çocukları mıydı ve sadece kendi soylarını mı koruyorlardı? Evet, bunun neden gerçekleştiğine dair birçok masal uydurabiliriz. Önemli olan nokta bunların hepsinin insanlara ait olduğudur. Hayvan masalları yoktur ve bu onların davranışlarının toplumsal bir derinliği olduğunu gösterir. Herşeyi biliyorlardı, modern insanın sahip olduğu davranış kapasitesinin hiçbiri Neandertallerde eksik değildi. Chris Stringer (Antropolog, Doğa Tarihi Müzesi): Zannediyorum evrim konusunda tartışma çok kişiselleştiriliyor, çok sayıda belirsizliğin olduğu alanlarla uğraşıyoruz.  Randall White: Cro-magnonların yaptıkları eserler bütün insanlık tarihindeki eserlerle yanyana bulunma hakkına sahiptir. 20. yüzyıl bakış açısıyla, Cro-magnonların var oluşlarında olağanüstü olan şey, hamlıktan ve kabalıktan seçkinliğe ve bir tür mükemmelliğe doğru aşamalı bir evrimin aslında gerçekleşmemiş olduğudur. Sanat tarihi 35.000 yıl önce başlamaktadır. James Shreeve (Bilim Yazarı): Yeni tarih saptama yöntemleri 40.000 yaşında oldukları zannedilen fosillerin aslında 100.000 yaşında olduklarını ortaya çıkarmıştır. Şimdi eğer Cro-magnonlar 60.000 yaşındaki Neandertallerden daha eskilerse, nasıl olur da onlardan türemiş olabilirler? İngiliz Dorothy Gerat Tel-Aviv’in arkasındaki Stark Tepeleri’nde hem Neandertal hem de Cro-magnon kalıntıları keşfetmişti. Daha önceden tespit edilmiş olan kronolojiye uydukları var sayılmıştı. Neandertallerin yaklaşık 60.000, Cro-magnonların yaklaşık 40.000 yaşında olduğu sonucuna varılmıştı. Bazı araştırmacılar ikna olmadı. Mağaralardaki tabakalaşmanın mağaralardaki su akıntıları yüzünden bozulduğuna inanıyorlardı. Başka bir tarih saptama yöntemi ile yeni tarihi saptadılar. Sonuçta anatomik olarak modern insanların İsrail topraklarında Neandertallerden daha önce ortaya çıkmış oldukları saptanmıştır. Yeni tarih şaşkınlık yaratmıştır, (çünkü) modern görünüşlü fosillerin aslında 100.000 yaşında olduklarını söylemektedir. Neandertaller ise yaklaşık 60.000 yaşındadır. Bu kanıta göre Cro-magnonlar, Neandertallerden evrimleşmiş olamazlardı. Türlerin yok olması ile ilgili birçok senaryo bulunuyor… Bunlar varsayımlarla doludur. Bu vadilerde savaşların ya da şiddetli çarpışmaların olduğuna dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Yalnızca tuhaf bir biçimde tecrit olmuş, tek başına kalmış fosiller vardır. (25 Temmuz 98 Tarihinde Discovery Channel’da yayınlanan ‘Neandertaller’ konulu yayından) Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras: Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800.000 yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü… Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz birşeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina’da kasetçalar bulmak gibi birşey. Böyle birşey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık “modern” bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık. (“Is This The Face of Our Past”, Discover, Aralık 1997, s. 97-100) 3.6 Milyon Yaşındaki İnsan Ayak İzleri Hakkındaki İtirafları: Mary Leakey tarafından 1977 yılında Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde ayak izleri bulundu. Bu izler 3.6 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan bir tabakanın üzerindeydi ve en önemlisi, günümüz insanının bırakacağı ayak izlerinden tamamen farksızdı. Bu ayak izleri daha sonra ünlü paleoantropologlar tarafından incelendi. Bu bilim adamlarından biri Tim White idi. Tim White: Hiç kuşkunuz olmasın. Bunlar modern insanın ayak izlerinden tamamen farksız. Eğer bu izler bugün bir California plajında olsalardı ve bir çocuğa bunların ne olduğu sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden burada bir insanın yürüdüğünü söylerdi. Bunları, kumsalda yer alan diğer yüzlerce insan ayak izinden ayırt edemezdi. Dahası, siz de ayırt edemezdiniz. (D.C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, s. 250) Louis Robins (Kuzey California Üniversitesi): Ayağın kemeri yüksektir, ufak olan kişinin ayak kemeri benimkinden bile daha yüksektir, yani parmaklar insan parmaklarıyla aynı şekilde yeri kavramaktadırlar. Bunu başka hayvan formlarında göremezsiniz. (Science News, cilt 115, 1979, s. 196-197) Russell Tuttle: Bu izler, çıplak ayaklı bir Homo sapiens tarafından bırakılmış olmalıdır. Yapılan tüm morfolojik incelemeler, bu izleri bırakan canlının ayağının, modern insanlarınkilerden farklı olmadığını göstermektedir. (I. Anderson, New Scientist, c. 98, 1983, s. 373) Sonuçta, Laetoli G bölgesindeki 3.5 milyon yıllık ayak izleri bugünkü modern insanların izlerine çok benzemektedir. Bulgu, bu izleri bırakan canlıların bizden daha kötü ya da farklı yürüyen bir canlı olduğunu göstermemektedir. Eğer bu izler bu kadar eski olmasalardı, bunların da bizim gibi bir homo türü tarafından bırakıldıklarını hiç tartışmasız kabul edebilirdik… Ama yaş sorunu nedeniyle, bu izlerin Lucy fosili ile aynı türe, yani Australopithecus afarensis türüne ait bir canlı tarafından bırakıldığı varsayımını kabul etmek durumundayız. (R. H. Tuttle, Natural History, Mart 1990, s. 61) Elaine Morgan (Evrimci paleoantropolog): İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır: Neden iki ayak üzerinde yürürler? Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler?  Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler? Neden konuşmayı öğrendiler? Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir: Henüz bilmiyoruz. Henüz bilmiyoruz. Henüz bilmiyoruz. Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir. (Elaine Morgan,The Scars of Evolution, s. 5) Lord Solly Zuckerman (Anatomi profesörü, Birmingham Üniversitesi – Bilim Başdanışmanı): Objektif doğrunun ilgi alanından çıkıp, varsayıma dayalı biyolojinin ilgi alanına girdiğimiz zaman – buna insanın fosil tarihinin incelenmesi de dahildir – fikrinin doğruluğuna inanmış birisi için herşey mümkündür. Hatta ateşli bir taraftarın birbiriyle çelişen birkaç şeye aynı anda inanması bile olasıdır. (Solly Zuckerman, Beyond the Ivory Tower, s. 19) İnsan, maymun benzeri bir yaratıktan evrimleştiyse bu evrimi fosil kayıtlarına bir iz bırakmadan yapmıştır. (Solly Zuckerman, Beyond the Ivory Tower, s.64) Robert Eckhardt: Eğer Hominid kavramından kastedilen şey, ufak bir yüze ve ufak bir çeneye sahip bir maymun değilse, bu süre içinde (14 milyon yıl önce) herhangi bir insan-maymun arası canlının yaşadığına dair elimizde delil yoktur. (Robert Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, Sayı 226, 1972, s.94)

evrim-fos-1-2

Bu haberlerde komedi niyetine:

erkekevrimi-fare-uzay-1

Erkeğin yüzü yumrukla evrimleşmiş. Atalarımızın yüzleri yumruklu kavgalarda daha az zarar görecek şekilde evrim geçirmiş. ABD’deki Utah Üniversitesi araştırmacıları, erkeklerin yumruk yumruğa kavgalarda daha az zarar alabilmek için sert ve etli yüz hatlarına sahip olacak şekilde evrim geçirdikleri iddiasını ortaya attı. Biological Reviews adlı dergide bulgularını yayınlayan araştırmacılar, dünya yüzeyindeki ilk hominidler arasında sayılan Australopitekus erkeğinin, kadın ve yiyecek kaynakları yüzünden birbirleri ile dövüştüğünü bu nedenle şiddet eylemlerinin evrimlerinde önemli rol oynadığını savundu. Araştırmacılar daha önce Australopitekus erkeklerinin kaba yüzlere ve kalın çenelere sahip olmaları konusunda farklı bir teori üzerinde duruyordu. Araştırmacılar, Australopitekus erkeğinin bu durumunun sert kabuklu yemişlerle besleniyor olmasından kaynaklandığını düşünüyordu. Fakat bu türe ait fosiller üzerinde yapılan ayrıntılı incelemelerde teorinin hatalı olduğu kabul edildi. Uzmanlar, insanın evriminde şiddetin hep önemli rol oynadığını ifade etti. Kısa süre önce de modern insanın elinin kavgalar sayesinde şekillenerek son durumuna kavuştuğu açıklanmıştı. (Hürriyet, 9.6.2014) Boks maçında yüzü tanınmayacak hale geldi. Kadınlar BDB Ulusal Şampiyonluğu maçı sonrası Alman boksör Cheyenne Hanson’ın yüzünün aldığı son hali görenleri korkuttu. (Fanatik, 30.3.2021) Evrimci mantığa göre Cheyenne bu şekilde devam ederse torunları dünya güzeli seçilebilir!evrim-hurriyet-1

Hayatları boyu balık yiyen ama zekası gelişemeyen canlıların suçu ne idi, ‘Kazanılan!’ bu zeka nesilden nesile nasıl aktarılabildi acaba?!

(Hafta Dergisi, 15 Eylül 1950, Sayı 51, Cild 3,  s. 8)

Evrimciler önce atalarının kim olduğunda bir anlaşsınlar, sonra Hz Adem mi ‘o mu’ bizimle tartışmaya başlarlar!

‘Evrim, teori ve kanun’ üzerine ‘yeni bir iddia!’

Evrimciler, ‘Biz tesadüf demiyoruz’ iddiasında bulundukları gibi, evrim ‘teorisi’nin hala teori aşamasında kalmasına da bilimsel bir kılıf bulmak için farklı yöntemler denemekte ve “Teori” kavramı üzerinden evrimi bilimsel bir kanun seviyesine çıkarmaya çalışmaktadırlar! (Bu da 2015’li yıllarda bir süre dile getirilip sonra unutuldu, tıpkı 2000’li yıllarda ‘sünnet olmak sağlığa zararlıdır’ furyasının kısa sürede sona ermesi gibi!) İddialarına göre evrim kanıtlandıktan sonra kanun seviyesine çıkmazmış. ‘Modern’ bilimde artık açıklamaların adı; teori imiş! Bu görüş açıkça, artık kanun seviyesine çıkabilecek hiç bir “bilimsel görüşün” olamayacağının da itirafıdır aslında! Yıllarca Bilim; “değişmez en doğru, aklın en üst sınırının ürünü” olarak insanlığa anlatılırken, artık aklın bir sınır olduğu, bugün iddia edilenin yarın hatalı olduğunun görüldüğü bilim dünyasında kanunların da sınırı aşağı çekilmiş, hatta bilimselliğin son noktasının sadece teori olabileceği iddia edilir hale gelmiştir! ‘Teorilerle, yani şimdilik doğru olduğu iddia edilenlerle idare edin bi zahmet, taki yeni “teori” onu çürütene kadar’ denmek istenmektedir. İyi de evrim bir iddiadır zaten, ‘modern bilimin’ kullandığı anlamda bir teori bile değildir ki! Unutmayalım ki, kanun bir olayı tanımlarken, teoriler o olayı açıklar! Evrim ise açıklanamama, net bir tanımı yapılamamakta, içeriği ve iddiaları devamlı değiştirilmektedir!

Bir evrimcinin zihni anatomisi 

celalsengor-1

“Kenan Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum. “Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil.” Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde ‘goriller birbirlerine dışkılarını ikram’ ediyorlardı. ‘Onlar da bizim gibi primatlar.’ Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz! Mesela jeolojinin kurucularından olan William Buckland’ın hayvanlar alemindeki her şeyi tatmak gibi bir merakı vardı. ‘Dışkı ve sidikler dahil.’ Sen sidiğini içmez misin? ‘Amonyağı fazla olan bir sıvı’ sadece. 1981’den beri ‘35 yıldır, hiç arasına girmedim halkın.  Halkla ilgi bir şeyler yapmayı ya da içine karışmayı da sevmiyorum.’ Baştan beri sevmedim.  Hayvancıklar yaşıyorlar. İnsanlara da bir itirazım yok. Müzik dinlemek istediğim zaman Viyana’ya gidiyorum. ‘Bethoveen’ın 9. Senfonisi’ni gözlerim yaşarmadan dinleyememişimdir.’ Orada gayet güzel dinliyorum. Opera dinliyorum.  ‘İnce Memed’ bitirebilmek  için kahramanca kendime karşı mücadele verdim. Ama bir yere geldim “Yeter artık ya!” dedim. Fenalık geldi. Yani kardeşim, okuyamadım.  ‘Türkiye gibi toplumlar oligarşi ile yönetilmeli.’ Eğitimsiz bir grup hiç oy kullanmayacak! Diziyi 10 dakika sonrada kapattım ve hakkında bir yazı yazdım “Felakettir” diye. Ben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir hayranıyım. Bunun bir sebebi var. Ben bu adamların arasında büyüdüm. Sonra da üniversiteye intisab ettim. Ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman denildiğini gördüm! Yuh be! Muazzez İlmiye Çığ Hanım. Kendisi samimi bir vatansever, muhakkak değerli bir Sümerolog ama entellektüel diyemeyeceğim.” (Radikal, 22 Kasım 2015) “Atatürk niye Dahi Diktatör? Diktatör kötü bir şey değil. Bugün “diktatör” hakaret anlamında kullanılmaya başlandı.  Hitler ve  Mussolini diktatördü. Her yaptığından emindi. Oysa hiçbir bilim adamı yüzde yüz emin olamaz. Atatürk de her yaptığından yüzde yüz emin değildi. Atatürk deney yapıyor, yanlış yaptığını gördüğü an geri çekiliyor. Bilimde de yapılan budur. Deney tutmadı mı, çöpe atarsın.”  (Abbas Güçlü, Milliyet, 30.10.2015) “Dışkıyı pis ve idrar içirmeyi işkence kabul etmeyen Prof. Dr. Celal Şengör, sesinin yapay zeka ile ilahi seslendirilmesinde kullanıldığı videodan rahatsız oldu ve “Ahlaksızlık tam da budur. Reziller!” diyerek suç duyurunda bulundu. (İstiklal Gazetesi, 14.07.2023) 

Pelin Dilara Çolak ile yaptığı bir youtube videosunda Celal Şengör’e; “Bir din seçseydiniz hangi dini seçerdiniz” şeklindeki soruya Şengör, “din seçmek karakterime uygun değil ama bir din seçseydim Yunan Dinini seçerdim. Onların tanrıları insana benziyor ve insanı özgür bırakıyor” cevabını veriyor. (www.mirkitap.com/post/spek%C3%BClasyonu-ve-tekni%C4%9Fi-hakikat-zanneden-celal-%C5%9Feng%C3%B6r-1?) Halbuki Allah Şengör’ü öyle özgür bırakmıştır ki, kendisini yarattığı halde inkar edebilmektedir Sayın Şengör! Evet! ‘Yedikleri’ kadar ‘tercihleri de’ ilginç Celal Bey’in. Tek tanrı yerine çok tanrıcılı Yunan mitolojisine meyillidir kendisi!

Evrimi savunan kitap serisinden evrimi çürüten deliller

evrimcikitapserisi-1 evrimcikitapserisi-2

 

Evrimci mantığa göre yeteri kadar süre beklersek tosbağa ferrari’ye dönüşebilecektir! Tabii o tosbağa nasıl oldu ayrı konu! 

Tripot Balığı: Okyanus tabanının zifiri karanlığında yaşayan bu balık neredeyse göremez. Onun yerine zemine yerleştirdiği üç ayağıyla yaklaşan avlarının titreşimini algılar. Ama evrim terorisine göre karaya çıkarken balıkların yüzgeçleri ayağa dönüşmüştü! Bu direk denizin (4000 metre) en dibinde hem de!

Evrimi savunuyor denen bazı  İslam alimleri ve gerçekler

İbrahim Hakkı: “Cenab-ı Hak, Hz. Adem’i yaratmak isteyince Azrail (as)’i yeryüzüne gönderip ona, yedi iklimden toprak aldırmış ve sonra Cebrail (as)’i gönderip o kuru ‘toprağı yoğurtup’ hamur haline getirtmiş.” (Marifetname, s. 18) A. Hamdi Akseki:” Hz. Adem’in ‘ilk insan’ ve ilk peygamber olduğuna ve topraktan yaratıldığına itikad ediyoruz.” (İslam-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, No. 87, s. 2, 1947) Hamdi Yazır: “Şimdiye kadar balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir.” (Yazır, Hak Dini, I/329-330) 

Gelen sorular ve cevaplarımız:

Soru: Hocam merhaba. Dün haber oldu ama siz bir bakabilir misiniz? 46000 yıl önceki solucanlar canlandırılmış, bilim insanları tarafından. Şöyle sorular gördüm: “Hani Allah var ediyordu?” Ne düşünüyorsunuz? Haber linki: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/teknoloji/sibiryada-donmus-46-bin-yillik-solucan-bilim-insanlari-tarafindan-canlandirildi-979905

Cevaben: O solucanı kim yarattı, uygun ortamda canlanma özelliğini ona kim verdi, bilim adamlarını kim yarattı, onların solucana verdiği çorbanın maddelerini kim yarattı? Tabiatta zaten kış uykusuna yatan veya su bulana kadar kendisini uyku moduna alan birçok canlı var, uygun şartlarda, ısıda veya suya kavuşunca kendileri zaten uyanıp harekete geçiyorlar! Haberdeki; “uykuya dalan” ve “zorlu koşullarda hayatta kalabilen” kelimelerini anlamayan ve kendisini ateist olarak nitelendirenler, “uyuyanı” uyandırmayı “var etme/yaratma” olarak anlayıp, oradan -Haşa- Allah yoktura varmak için bir delil bulduklarını zannetmektedirler! Ateistlere istediğiniz kadar “akli, mantıki ve bilimsel delil” getirin, eğer niyetleri yok, kibirleri tavan yapmış veya ilmi seviyeleri yetersiz ise, muhatapları ile sadece alay etmeye, küçümsemeye devam edeceklerdir!

Soru: Hocam merhaba. Geçen de atmıştım size bir Türk Gencinin (Furkan Öztürk) ne bulduğunu. Homokiral denen birşey. Bununla ilgili düşünceniz nedir? Bir gazetede ne olduğu yazılmış gerçi ama benim aklıma bir sürü şey takıldı şu an. Linkini de atayım, saygılar: https://www.karar.com/amp/yazarlar/iskender-oksuz/furkan-ozturk-ne-yapti-1596866

Cevaben: Bu arkadaş bilimsel bir çalışma yapmış tebrik ediyoruz hatta Allah’ın varlığına deliller de bulmuş, nasıl mı? Makalesinde “Bir ırmağın beslediği ve su seviyesi mevsimler değiştikçe yükselip alçalan bir gölün kıyısında, homokiral ürünün nasıl saf hale geleceğini” anlatmış. O ırmak nasıl oluştu? Su, mevsimler, su havzası vd. nasıl var oldu ve birbiri ile uyumlu bir birliktelik oluşturdu? Daha doğrusu tüm bunları, ayarlamayı yapan kim? Bilim, ‘nasıl?’ sorusunu bulur ama ‘kim ve neden?’ sorularına cevap aramaz ne hikmetse! İngiliz fizikçi Paul  C. V. Davies, ‘Bilimle uğraşan hiçbir kimse, fizik kanunlarının nereden geldiğini hiç sormamaktadır.’ (Ergin Ögcem, Ateizmden deizme Antony Flew, Doktora tezi, s. 107) derken de aslında önemli bir itirafta bulunmaktadır! Fatih arkadaşımızı tebrik ediyoruz ama kimse oradan ateizme geçiş yapmaya kalkmasın. Ateistler bunu daha önce Miller-Urey Deneyi vb. ile de iddia ettiler, buna cevabı da yukarıda verdik. Ben yapılan her açıklamada yüce Yaradan’a ulaşıyorum. Bu kadar ‘ilim, irade, kudret, tekvin’ göstergeleri bizi bu sıfatlara sahip olana götürmeli!

Soru: evrimciler sizin dediğiniz gibi hadi dini geçersiz kılalım ortaya olmayan ara geçiş formu çıkaralım gibi ideolojik savlarla hareket etmiyorlar.Ayrıca Taner bey’in yorumda dediği gibi tesadüf sonucu oluştuğunu kimse söylemiyor, açıklamaları şu: “Mevcut doğal yasalar hayatı zorunlu kılmıştır.” Amerikanın saygın üniversitelerini inceleseniz evrim konusunda hepsinin ikna olduğunu görürsünüz, hatta yaratılışın öne sürdüğü argümanları doğrulamak için inançlı gittiği halde sonradan temelinin ne kadar çürük olduğuna ikna olan arkadaşlarım var. En basitinden Cambridge ya da Harvard gibi saygın üniversiteleri örnek gösterebilirim

Cevaben: Öncelikle evrim’le ilgili yazımızı okumanızı rica edeceğim, çünkü ideolojik olmadığınızı iddia ettiğiniz kişilerin, adeta ‘olmak zorunda’ mantığı ile bu teoriyi nasıl savunduklarını göreceksiniz! Ayrıca tesadüf sonucu oluştuğunu söyleyenlerin bir listesi de bu yazımızda var, saygın dediğiniz ABD bilimler akademisinin kitabından alıntı da dahil! İşin en ilginci de, bir yaratıcıyı kabul etmeyen Dawkins gibi insanların, “Mevcut doğal yasalar hayatı zorunlu kılmıştır.” şeklinde özetlenebilecek; yaratılana yaratıcılık sıfatı verme paradoksuna düşebilmeleridir. Basit bir mantıkla hareket edelim: Akıllı yaratık olan insanlara trafik kurallarını uygulatamayan bir dünyada yaşıyoruz. Sonra da, akılsız varlıklara bile ‘yasaları’ işletebileni inkar etmeye bilimsellik adını veriyoruz! Kafası karışan arkadaşlara, ‘Allah’ın varlığının ispatı’, ‘Bilim değişmez mi?’ ve ‘Ateist akıl’ adlı yazılarımızı tavsiye edebilirim. Yıllardır ateizm üzerine araştırma yaparım, evrim ve evrimin bir parçası olan ‘körelmiş organlar’ iddiaları ile ilgili her sorularına aldıkları cevaptan sonra, ‘nerede hata yapıyoruz?’ sorusuna cevap aramadan, psikoloji alanına girecek bir ruh hali ile yeniden itiraz ve çelişkili başka iddialarla yollarına devam etmektedir ateist arkadaşlar. Açık olan bir şey varsa o da, bilimin her yeni buluşla evrimi reddettiğidir; Görecelik kuramından Big Bang’e dek! Hele DNA şifresi ve kodlamalar konusuna girersek, evrim tamamen geçersiz bir konuma düşmektedir! “Arınmaya niyetin var mı?” (Naziat, 18) sorusuna samimi olarak ‘evet!’ diyenleri OKU (Alak, 1, 3) emrine davet ediyoruz.

Soru: Evrim için sık yapılan hatalı söylemlerden biridir tesadüf. Oysa evrim tesadüflerden değil defalarca tekrar eden ‘denemelerden’ ibarettir. Şöyle düşünün: önümüzde bir kapı var ve sizde de bu kapıya anahtar yapan bir makine, bu makine ile yaptığımız milyonlarca denemeden birinde kapının açılmasıdır evrim. Şu anda bile vücudumuz milyonlarca anahtar üreten bir sistemi çalıştırıyor. Hatta bu anahtar mekanizması sayesinde bizim bağışıklık adını verdiğimiz sistem çalışıyor. Özetle; evrim tesadüf değil, milyonlarca denemeden sonra ortaya çıkan olumlu sonuçlardır.

Cevaben: Tesadüf kelimesini kullanan biz değiliz aksine evrimciler, hata varsa onlarda! ‘Defalarca tekrar, Deneme’ dediniz, bunları kim deniyor? Evrimcilere göre, akıllı bir iradenin, var oluş sürecüne müdahelesi söz konusu değil! O halde ne, kim? İşte biz O’na Tanrımız olan Allah (cc) diyoruz! Daha da önemlisi, verdiğiniz örnekteki “kapı ve makine’” nasıl oluştu sorusu? Savınız bana nedense Miller Deneyini hatırlattı. Akıllı ve iradeli varlıkların, olaylar zincirine el atması ile gerçekleşen o deneyi! Dile getirmediniz ama, yüce Yaradan “evrim yolu ile evreni yarattı” deseniz, o zamanda bu teoriyi 150 yıldır din aleyhine kullanan ateist söylemi ne yapacağız?! Sorular çok, konu uzun… ! ‘Bizce’ evrim bir teori idi ve tarihteki çöplükte yerini aldı. Biz Yaradan’ın, kodlamalarla ve atom altı evren dahil, türler arası geçiş olmadan canlıları yarattığına inanıyoruz. Selametle.

Soru: Ginede şempanzelerin davranışlarını kaydeden bir grup bilim insanı, primatların hiçbir neden olmaksızın bir ağacı kutsal olarak belirleyip değişik zamanlarda ziyaret ettiklerini ve üzerine kaya parçaları fırlattıklarını, yani bir çeşit ibadet ve tapınma ritüeli gerçekleştirdiklerini tespit etti. Tüm bunların insan ve maymun ortak atadan geliyor savını desteklediği iddia ediliyor buna cevabınız nedir?

Cevaben: Açıkçası videoyu izledim ve “evrimciler işi bu raddeye kadar getirmişlerse, artık iyice köşeye sıkışmışlar demektir.” sonucuna ulaştım. Bir ağaca taş fırlatma ile onu kutsal kabul etme arasında ne gibi bir bağlantı var acaba? Ben şahsen bu açıklamaya, evrimin bilimselliği (!) kadar değer veririm. Ortada bilim yok, bilim adamlarının (!) psikolojik sorunları var bence. Neyse, bu ‘bilimsel yorumu’ fazla ciddiye almaya gerek yok bence Mustafa kardeşim; Primat bile ibadet ediyor (Yani genlerde var!) ama gelişmiş bir primat türü olan insan (!) olan evrimciler hala ateist! Hem sonra hani tanrı inancı zamanla ortaya çıkmıştı?! Sorular arttıkça, delil diye sundukları örneklerin kendi iddialarını çürüttüğünün farkına bile varamamaktadır evrimci materyalistler.

“Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf, 179)

5 Comments