Nasreddin Hoca’nın “Dağın başında bir yalan uydurdum, aşağı inince ben bile inandım.” demesi gibi Batı da, oryantalizm yoluyla bir Doğu imajı çizmiş. Nitekim Doğu’da oryantalist yaklaşımı benimsemiş nice Doğulu olduğu gibi, Batı’da da oryantalist bakışa kurban giden nice topluluk mevcut.
Komünizm, liberalizm, faşizm, feminizm gibi sonu ‘izm’ ekiyle biten birçok akım bulunuyor. Bunlara gönül verenler kendilerini bu ideolojilerin mensubu görüyor ve temsil ettiği fikirleri benimsiyor. Fakat ‘oryantalizm’ kavramı söz konusu yaklaşımı tersine çeviriyor. Çünkü bu terim, Doğu’da (Orient) yaşayanların benimseyebileceği ve sonuna ‘izm’ eki getirerek kendini ait hissedebileceği durumu ifade etmiyor.Hatta oryantalizm, Doğuluların fikirlerini yansıtmadığı gibi onların tavır koyduğu bir akıma tekabül ediyor.
Doğu hakkında incelemede bulunmaya ‘oryantalizm’ (istişrak), şarkla ilgili çalışmalar yapan bilim adamlarına ise ‘oryantalist’ (müsteşrik) adı veriliyor. Bu tanımlamalar zihinlerde herhangi bir olumsuzluk oluşturmuyor. Ancak kelimeler anlam olarak dönüşüm geçirmese de oryantalist faaliyetler zamanla boyut değiştiriyor. Çoğu inceleme, ona biçim verenlerin elinde bir bilim dalının verileri olarak kalmanın ötesine geçip siyasî kimliğe bürünüyor. Yani tüm çalışmalar, alan araştırmasının dışına çıkarak incelediği topluma hüviyet kazandırma hatta onları yönlendirme hareketine dönüşüyor.
Bu kavramı bir bütünlük içinde ‘Orientalism’ isimli eserinde dünya kamuoyuna sunan Edward Said de “Oryantalizm gerçek Doğu’yu değil Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir Şark’ı aksettirir.” şeklinde anlatıyor. Said, Doğuluların başına gelebilecek en kötü şeyin Batı gözlükleri takarak kendilerine bakmak olduğunu düşünüyor. Bu noktada Edward Said’in dediği gibi “Batı’nın gözlüğüyle kendimize bakmak ne gibi sonuçlar doğurdu?” sorusu akla geliyor.
Konuyla alakalı ‘Oryantalistlerin Yanılgıları’ adlı bir kitap kaleme alan ilahiyatçı yazar Prof. Dr. Yıldırım, Avrupa terminolojisinde Doğu’nun farklı algılandığına temas ediyor. Yıldırım’a göre Batı Avrupalı kendisini dünyanın merkezinde görerek birtakım tanımlamalar yapıyor. Malum olduğu üzere Doğu ve Batı izafî kavramlar. Ancak Batı Avrupalı, kendi bölgesini dünyanın merkezi sayması itibarıyla Doğu’yu Avrupa ortalarından başlatıyor. Türkiye’yi Ortadoğu’ya yerleştiriyor. Yani bugün kullandığımız ‘Ortadoğu’ tabiri 20. asrın öncesinde kullanılmazkan artık lügatimizdeki yerini almış durumda.
Prof. Dr. Yıldırım, oryantalizmin Batı ile İslâm dünyasının ilişkilerini sekteye uğrattığını ifade ediyor. Zira Batılılar, Doğu İslâm hakkında bilgi almak istediklerinde müsteşriklerin eserleriyle karşılaşıyor ve dine o perspektiften bakıyor. Bu durumda da gerçek İslam’ı değil, falan oryantalistin tasvir ettiği bir İslam’ı görüyor.
Yıldırım, Hıristiyanların Kur’an-ı Kerim’i nazil olmasından beş asır sonra tercüme ettiklerine dikkat çekiyor. Nitekim Haçlı Savaşları’ndan elli yıl sonra 12. Yüzyılda Fransa’nın güneyinde Cluny papazı Pierre birtakım mütercimler Kur’an-ı Kerim’i tenkit etmek amacıyla Latinceye tercüme ettiriyor. Fakat bu tercüme o dönemde değil de ancak 16.yüzyılda dört asır sonra İsviçre’de yayımlanıyor. Yani Kur’an nazil olduktan dokuz asır sonra Batı’da tercümesi ortaya çıkıyor. Yıldırım, bu Latince tercümenin kasıtlı yanlışlar içerdiğini belirtiyor. Oryantalistlerin Arapçaya veya İslami ilimlere yeterince vakıf olamamaları da yanlışlıklara sebebiyet veriyor. 20 asırda Müslümanların yaptığı çevirilerin yanında az da olsa bazı oryantalistlerin nisbeten başarılı sayılabilecek mealleri bulunuyor: Fransızca’da M. Hamidullah ve D. Masson ile J. Berque’in; İngilizce’de M. Picktall, A.J.Arberry ve Abdullah Yusuf’un mealleri bunlardan bazıları.
Müsteşriklerin faaliyet alanı Kur’an’la sınırlı değil. Şarkiyatçılar, yazma eserleri toplama, fihristlendirme, Arapçadan Batı dillerine tercümeler yapma, bilimsel makaleler yayımlama yoluyla çalışmalarını sürdürüyor. Nitekim 19. asrın ortalarından 20. asrın ortalarına kadar geçen süre zarfında 60 bin kitap yazılıyor. 1902’de başlayan ansiklopedi çalışmaları 1939’da sona eriyor. 1954’de başlattıkları Yeni ansiklopedi ise 2005’te tamamlanıyor. Bu da asırlık bir oryantalist gayreti gözler önüne seriyor. Prof. Dr. Yıldırım’a göre onlar İslam dinini ve medeniyetini bilimsel incelemeye yöneliyor. Aralarında nisbeten objektif ve insaflı olanlarla beraber kasıtlı olanlar da mevcut. Müsteşrikler, bu ansiklopedilerle Batı dünyasına, kendi anladıkları İslam’ı gösterirken, Müslümanlara da bu anlayışlarını empoze ediyor. Çalışmalar en yaygın dillerde yapılarak iyi bir dağıtım organizasyonuyla bütün dünyaya yayılıyor.
Bu sebeple Batı’da yapılan çalışmaların Müslüman ilim adamları tarafından görülüp hesaba katılması gerektiğinin altını çiziyor. Yeri gelmişken İslâm dünyasında konuyla alakalı zikretmeye değer birkaç teşebbüs olduğundan bahsediyor: İslâm-Türk Ansiklopedisi, Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Medine’deki Tebliğ Fakültesi Oryantalizm Bölümü ve Hindistan’daki Delhi İlimler Akademisi. Yıldırım’a göre Türkiye’deki İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) de tüm Müslümanların yüzünü ağartan modern bir ilim merkezi.
Tunuslu bir ilim adamı olan Selahaddin Keşrid de “Biz Kur’an’ı anlamayı Şarkiyatçılara bıraktık, şimdi de kalkmış onların yanlışlarını derliyoruz. Dillerdeki gelişmelere paralel olarak cazip, doğru, güzel üslupla hazırlanmış mealler yayınlamalıyız.” diyerek bir an evvel yapmamız gerekenleri özetliyor aslında.
Müsteşriklerin Hz. Muhammed’in hayatına bakışI
Müsteşriklerin bir diğer ilgi odağı da Peygamber Efendimiz’in hayatı. Neredeyse bütün oryantalistler kendi eserinde Hz. Muhammed’e yer vererek âdeta O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem), iddialarına basamak yapmaya çalışıyor. Zira müsteşriklere göre Efendimiz’le ilgili en ufak bir şüphe uyandırmak İslâm’ı temelden sarsmak için yeterli. Bunu bildikleri için de çalışmalarını Peygamberimiz üzerine yoğunlaştırmışlar. Siyerin pek çok temel prensibini inkâr etme konusunda birleştikleri gibi Kur’an’ın beşer kaynaklı olduğunda ısrar etmişler.
Prof. Dr. Yıldırım, oryantalistlerin hepsinin aynı kefeye konulmalarının doğru olmadığını, onların farklı kategoriler teşkil ettiklerini vurguluyor. Örneğin 18. asırda Prof. Dr. Adrien Reland, İslâmiyet’i anlatan ‘De Religioni Mohammedica’ adında iki cilt kitap yazıyor. Bu zât İslâmiyet’i olduğu gibi tanımak istemesinin sebebini şöyle açıklıyor: “İslâm muarızımızdır ama onu olduğu gibi tanımalıyız ki tenkitlerimizi ona göre ortaya koyalım.” Reland, birçok ithama maruz kalsa da Avrupalıların İslâm’ı yanlış tanıdığını savunuyor. Yıldırım’a göre oryantalizm Reland gibi öncülerin izinden gidebilseydi Şarkiyatçılık, Doğu’da bu kadar olumsuz bir etki bırakmazdı. Burada “Oryantalizm, esas başarması gereken fonksiyonu gerçekleştirebilmiş midir?” sorusu akla geliyor. Yıldırım, bu soruya “Şayet oryantalizm, kendisinin inceleme konusu olan Doğu-İslâm dünyasını olduğu gibi tanıyabilse ve tanıtabilseydi, İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında bir köprü olabilseydi işte o zaman oryantalizm fonksiyonunu ifa etmiş olurdu.” cevabını veriyor.
‘Kendi kendimize oryantalizm uyguluyoruz’
Süleyman Şah Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu, oryantalizmin sosyolojik okumasını yapıyor. Batılının zihninde bir Doğulu oluşturma sürecinin 11 Eylül olaylarıyla ivme kazandığını ileri sürüyor. Ona göre 11 Eylül’den sonra bilinçli bir şekilde insanları korkuya sevk edecek bir İslâm imgesi oluşturuldu. Medya ise bu konudaki en büyük kuvvet oldu. Nitekim saçlı, sakallı, Kalaşnikof’lu görsel malzemelerle Müslümanlar teröre bulaşan aktörler gibi lanse ediliyor. Yani din ve şiddet olgusunu yan yana getirmeye çalışan medyatik bir amaç söz konusu. Kömeçoğlu, büyük bir nüfusun peygamberi olan Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) şiddet yanlısı gösteren Danimarka karikatürlerini hatırlatarak, bu sürecin çok daha eskilere dayandığını dile getiriyor. Zira oryantalizm sinema, tiyatro, edebiyat kanalıyla da yayılma alanı bulmuştur. Mesela Dante’nin ‘İlahi Komedya’ eserinde Efendimiz, Hıristiyanların Dolcino dediği bir kişiyle özdeşleştirilip cehennemde acı çekerken gösteriliyor. Dolayısıyla Dante’de resmedilen Hz. Muhammed ile Danimarka karikatürlerine kadar gelen süreç arasında ilinti bulunuyor. Yani oryantalizm, yeni biçimleriyle form değiştirerek devam ediyor.
Doç. Dr. Kömeçoğlu, kendi içimizde de bir Doğu ürettiğimize değiniyor. Ona göre Türkiye’de Fırat’ın batısında yaşayanların kafasında olumsuz bir Doğu imgesi var. Gerek geleneğin gerek dinin etkisiyle uzun yıllar bir arada yaşadık ve farklılıklarımızla bütünleştik. Ancak modernleşme süreciyle birlikte akılcı, pozitivist, otoriter yaklaşımlarla güzel hasletlerimize darbe vurduk. Homojen bir ulus oluşturma gayesiyle kendi içimizde bir Doğu ürettik. Yani kendi kendimize oryantalizm uygulamaya başladık.
Sosyolog Kömeçoğlu, yerli oryantalizmin bir diğer sebebinin de akademik adımlar olduğunu düşünüyor. Yurtdışına giden bazı akademisyenlerimizin, Batılı gözüyle Doğu’ya baktığına işaret ediyor. Öyle ki çeşitli ülkelere giden bilim adamlarınn bazıları Batı’da yaygın olan bilgiyi ve teori modellerini kullanarak kendi ülkeleri üzerine araştırma yapıyor. Örneğin Amerika’da eğitim görüp ülkesine dönen kimi akademisyenler Türkiye’ye onların gözlüğüyle bakıyor. Bu durum ister istemez kendimize dönük bir oryantalizm oluşturuyor. Kömeçoğlu’na göre akademisyenlerin çift yükümlülüğü bulunuyor. Çünkü onların payına hali hazırdaki müsteşrik çarpıtmaları düzeltme görevi de düşüyor. Akademisyenlerimizin Batı dillerine vakıf olup, kaynaklarımızı iyi öğrenip arada köprü kurmaları gerekiyor.
Şarkiyatçılık eğitim sistemimize de yansıyor
Batı üniversitelerinin hemen çoğunda İslâmiyet’le ilgili bir bölüm bulunuyor. Fakat bu bölümler ülkemizde olduğu gibi ilahiyat fakültelerinin bünyesinde değil, siyasal bilgiler ya da uluslararası ilişkiler bölümlerinin içinde okutuluyor. Katolik Üniversitesi’nden Prof. Sidney Griffith, bu çarpık duruma dikkatlerimizi çekiyor: “Batı üniversitelerinde İslâmiyet’le ilgili bölümler ilahiyat fakültelerinde değil de siyasal bilgiler veya uluslararası ilişkiler bölümünde yer alıyor. Bu tutum, peşinen Batılıların İslamiyet’i dinî bir mesele olarak değil de, siyasî bir hadise olarak gördüklerini gösteriyor. Bu yanlış çıkış noktasından dolayı ona göre şartlanma oluyor. Böylece Batılılar, bilerek veya bilmeyerek, İslâmiyet’i dinî bir mesele değil de, siyasî bir hadise olarak algılamaya şartlanıyor.”
Fatih Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Cengiz Şimşek, Türkiye’deki eğitim içeriklerinde de oryantalizmin bulunduğunu kaydediyor. Ona göre bugün itibarıyla Batı’nın hemen her alanda ileri bir düzeyde olduğu, bizim onları yakalamamız gerektiği bilinci, siyasetten eğitim ve toplumsal yaşama kadar her alana sirayet etmiş durumda. Bu hastalıklı bakış, yeni yetişen nesle “Bir şeyler üretecek kapasite ve bilince sahip olmadığımız” fikrini aşılıyor. Dolayısıyla eğitim bilimleri alanında teorik ve pratik bakımdan Batılı bilim adamlarının çalışmaları çerçevesinde eğitimci yetiştiriyoruz. Tespitlerimiz bile kendi toplumumuza ait değil. Bu verilerden hareketle, toplumsal sorunlarımıza çareler arayan eğitimciler bu sebeple fayda sunamıyor.
Şimşek’e göre oryantalist bakış açısı, o kadar yaygın ki, ücra bir okulda muhteşem denemeler yapan bir öğretmenimizin bilimsel tespitlerini referans göstermeyi bile eğitimcilerimiz çoğu kez zul görüyor. Ama onun yerine adı Anderson olan sıradan bir ABD’li öğretmenin dar dairede yaptığı uygulamaları bilimsel kazanımlarımıza dahil edebiliyoruz. Bilim adamlarımız kendilerini hep Batı’nın ürettiği doğrultuda çalışmalar yapan kişi olarak gördüğü için, kendileri profesör bile olsa topluma ve ardından gelen bilim adamlarına ilham olamıyor. Şimşek, bu olumsuz tabloyu düzeltmek için öneride bulunuyor: “Kendi problemlerimize kendi öğretmenlerimizin sunacağı reçetelere, kendi geleceğimize kendi bilim adamlarımızın sunacağı planlara ihtiyacımız var. Batıcı ve oryantalist bakış değişmedikçe, bize yabancı bilim adamlarının ürettikleri teorilerin laboratuvarları olmaktan öteye gidemeyiz.”
Hâsılı, güç dengelerinin farklılaşması ve globalleşmeyle birlikte oryantalizmin eskisi kadar etkili olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Batı’da yaşayan veya gezip gören insanımız, artık ideal bir Avrupa’nın hayalini kurmuyor. Aksine kendi ülkesiyle Batı arasındaki mesafenin iyice daraldığını hatta birçok alanda öne geçebileceğimizin farkına varıyor. Edward Said’in ‘Batı gözlükleriyle Doğu’ya bakmak’ tespiti geçerliliğini korusa da “Başkasının gözüyle kendimize bakmak ne kadar sağlıklı?” sorusunu bugün açıkça soruyoruz.
( Hemra Köse, 19 Nisan 2012 )