Kuran’dan günümüz ateistlerine bakış
1- Müteşabih ayetlere yoğunlaşırlar: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri kesin anlamlıdır (muhkem), ki bunlar kitabın özüdür. Diğerleri de benzer anlamlıdır (müteşabih). Kalplerinde hastalık bulunanlar, insanları şaşırtmak ve farklı anlam vermek için benzer anlamlı olanlarının ardına düşerler. ” ( Ali İmran:7)
2- Kuran müminin imanını kafirin küfrünü artırır: ” …mü’minlerin de imanı pekişsin.” (Müddesseri:31), ” Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır.” ( Maide: 68), ” Bir sure inince, aralarında «Bu, hanginizin imanını artırdı?» diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanını artırmıştır; onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler. Kalplerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kafir olarak ölmüşlerdir.” ( Tevbe-124-125 ) Kur’an, “kimilerini olumlu kimilerini de olumsuz yönde etkilemektedir.” (Prof. Dr. M. Halil Çiçek, Müşkilu’l-Kur’an’ı Yeniden Değerlendirmek, s. 24)
3- Gerici : “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın.” dense, o beyinsizlerin inandıkları gibi inanır mıyız? derler. (Bakara, 8-20)
4- Materyalizm: Ahiret- Cennet Hayal: “Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, “Allah ve Resülü bize, ancak aldatmak için vaatte bulunmuşlar” diyorlardı.” (Ahzab:12), ” «Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek değiliz» dediler.” (Enam:29)
5- Din bizi geri bıraktı: “Münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar: ‘Bunları dinleri aldattı’ diyorlardı.” (Enfal: 49)
6- Din cahilidirler ama bilgiçtirler: “İnsanlardan bazıları Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azılı şeytanın ardına düşer.” (Hac:3)
7- Kuran çağ dışı: Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman, «İşittik, işittik! İstesek biz de aynını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır» derlerdi. ( Enfal:31)
8- Komünist ekonomi teorisi: Faiz ile alışveriş aynıdır: “Bu durum onların ‘alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı.” (Bakara:275)
9- Misyonerlik* : “Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlûp olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme toplanacaklardır.” ( Enfal: 36), ” Kâfir olanlar ise, hakkı bâtıla dayanarak ortadan kaldırmak için bâtıl yolla mücadele verirler. Onlar âyetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.” (Kehf:56)
11- Hûcu: “İnkar edenlere, dünya hayatı güzel görünür, onlar, inananlarla alay ederler.” ( Bakara:212)
12- Sonuç: “Bırak onları, yesinler, içsinler, keyif sürsünler ve emel kendilerim oyalasın; sonra bilecekler!” (Hicr:3)
*Günümüz ateistleri misyoner mantığı ile İslam’a yaklaşmaktadırlar.
Ateizm
“Allah’ın varlığı daha lise yıllarında kafama takılmıştı. Varsa eğer, niçin görünmüyordu? Hadi görünmesi bir yana, yalvar yakar dua ettiğim halde, niçin isteklerimin hiçbirine cevap vermiyordu?..Her tarafta kötülükler artıyor, insanlar haksız yere öldürülüyor, fakat Allah yerinden bile kıpırdamıyordu.Varlığı konusunda şüphelerim iyice artmaya başladı.Düşündüm taşındım, sonunda şüphelerimi gidermenin bir yolunu buldum. Onu çok kızdıracağını düşündüğüm şeyler yapmaya karar verdim, sırf “bakalım ne olacak?” diye.Bir gün tuvalete besmele çekerek girdim.İçeride de bildiğim bütün duaları okudum. Öyle fısıltıyla falan da değil, basbayağı yüksek sesle. Bekledim, hiçbir şey olmadı. Bu deneyleri defalarca tekrarladım. Cesaretim arttı, sonunda Allah’a inanmanın anlamsız olduğuna karar verdim.”
Tuvalette okudukları dualardan sonra yukarıdan uzanan bir elin, “sus, Allah’tan korkmaz!” deyip tokadı patlattığını şahit olanı da görülmemiştir. Toplumumuzda ceza denilince akla “sille-tokat girişmek”, “tek ayak üzerinde durdurmak”, “hak mahrumiyeti”, “karakollarda falakaya yatırılmak” gibi şeyler geldiği için, bir anlamda “Allah’ın sabrını sınama” denilecek türden deneylerin ardından beklenen ceza gelmeyince, “olsaydı, cezalandırırdı” deyip Allah’a inanmaktan vazgeçiliyor. Sanki Allah, tuvaletlerde adam marizleyen “sigaracı avcısı” despot bir lise müdürüymüş gibi…
Kimi zaman da bir “Hizmetçi-Tanrı” düşlemiş insanlar. Alaaddin’in sihirli lambasına elini sürer sürmez ortaya çıkan ve “baş üstüne” deyip istenen her şeyi hemen yerine getiren cin örneği, zor zamanlarda insanı rahatlatan, yardıma koşan, “gel” deyince gelen, “git” deyince giden bir “hizmetçi tanrı”. Düşledikleri bu “hizmetçi tanrı”, istediklerini yapmayınca küsmüşler ya da kafaları kızıp ateist olmuşlar. Kimileri de delil yetersizliğinden dolayı inkar etmiş Allah’ı. Bu hassasiyet bütün ateistler için geçerli bir “uluslarüstü hassasiyet”. Eğer buna hassasiyet denirse tabi! Örneğin ünlü İngiliz Filozofu Bertrand Russel, bu konuda bir hassasiyet örneği sergilemiş zamanında. Bir BBC programında spiker Russel’e; “ Üstad, öldükten sonra eğer bir öteki dünya varsa ve yaşarken inanmadığınız Tanrı çıkıp da “ Bana niçin inanmadın?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?” şeklinde bir soru sorar. Filozof, şu cevabı verir spikere: “ Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin daha doğru dürüst bir delil göstermedin öyleyse?” Nedir bu Ateizm?
Teizme bağlı olarak ortaya çıkan ateizmin felsefe tarihindeki kökleri bir hayli gerilere, felsefenin başlangıç dönemine kadar uzanır. Prof. Mehmet Aydın, “Din Felsefesi” adlı kitabında ateizm sözünün genellikle biri geniş diğeri de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmakta olduğunu söyler ve ateizmin bu iki kullanılış şeklini şöyle açıklar: “Geniş anlamda ateist, sadece teist olmayan, başka bir deyişle Tanrıyı hayatına sokma gereği duymayan kişi şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumsuzluk takısı “a”, tıpkı “apolitik” ve “asosyal” kelimelerinde olduğu gibi, nispeten daha nötr bir durum ifade etmektedir. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrının var olmadığını öne süren kişidir. Bunlardan birincisine “negatif ateist”, ikincisine ise “pozitif ateist” denir. Pozitif ateist , sadece Tanrının varlığına inanmamakla kalmaz, aynı zamanda onun yokluğunu kanıtlamaya çalışır. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur.”
Türkiye’de aydınlar çok fazla bir inanç krizi yaşamadan tanrıyla ilişkilerini kopardılar. Bir aydının dünyayı kavramada dışsal otoritelere çok fazla itibar etmeden, düşüncenin kendine özgü dayanaklarıyla hareket etmeye çalışan bir insan için tanrı inancını, işte “göklerde oturan büyükbaba”nın ve dolayısıyla da, düşünceye bir hakaret gibi bir kavram olmasının ötesine geçirilmesi yolunda Türkiye’de çok az çaba gösterildi. Ve dolayısıyla aydın olmak isteyen birinin çok kolaylıkla atabileceği dayanaklardan biri oldu. Milliyetçilikten vazgeçmek, Türk aydını için tanrıdan vazgeçmekten daha zordur.” Bir Örnek:Oruç Aruoba:Bir felsefeci.Çeşitli çevirileri var. Özellikle Nietzche’den.Metis yayınlarında iki telif eseri yayınlandı: “De ki İşte” ve “Tümceler”. Boyut Yayınlarının editörlüğünü yapmakta olan Aruoba, ateizm, Türkiye’de ateizmin felsefi temelleri, aydının Tanrı inancı, kendi ateist geçmişi ve Türkiye’de din olgusu ile ilgili konularda düşüncelerini şöyle dile getiriyor:
Bir tanrının var olduğuna inanmamak konusunda ateistim.Ama bir de fiili olarak ateist bir siyasal politika izlemek anlamındaysa hayır. Dinle bir alıp veremediğim yok. Yani bir “ist” olmak anlamında ateist değilim. Ama bir tanrıya inanmıyorum.Ailem Kemalist, ama dindar bir aileydi. Bir cumhuriyet ailesi çocuğu olarak, gerekli ölçüde dinsel terbiye de gördüm. “ Kulhuvallahu ehad”i ezbere bilirdim. Belli bir yaşa kadar bayram namazlarına gittim. Daha sonra koleje devam ettim. Ortalarda bir yerde din bitti ve tanrıya inanmamaya başladım. Gördüğüm eğitim Batı eğitimiydi. Ankara Kolejini bitirdim. Müspet ilim denilen öteberiden okuduk. Bir noktada belki tanrının varlığının gereği kalmadı.
Ateizm Zor Zanaat!
Ateist olmanın çok zor, hatta imkansız olduğunu söyleyen düşünürlerin sayısı çok. Onlara göre ateist olduklarını açıkça söyleyenler bile samimiyetten uzak ve varlıklarının derinliğinde tanrı fikri mutlaka gizli. John Baille, böyle düşünüyor. J.A.T. Robinson adlı düşünür ise, düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını vurguluyor ısrarla. Robinson’a göre her insan, ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duyar…Robinson “iç baskı”dan hareketle, ateizmi bir tür “kaçış” olarak nitelendirilir.Gazali ve Descartes gibi birçok düşünüre göre de Allah’a inanmak tamamen fıtri bir olay ve insan tabiatı ve insan tabiatı inanmaya daha doğuştan yatkın. Belki de bu fıtri özellikten dolayı salt ateizmin çok zor, hatta imkansız olduğu görüşü birçok taraftar buldu.
Nietzsche, Hangi Tanrıyı Öldürdü?
“Tanrı öldü” diyen Nietzsche ile Jean-Paul Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçuların geliştirdikleri bir ateist görüş de, duygusal ve ahlaki bir endişede çıkış noktası bulur.İnsan ahlaki varlığını koruyabilmesi bakımından tanrının ahlak alanına sokulması anlamını taşıyan teolojik ahlaka karşı duran Emmanuel Kant, bütün muhalefetine rağmen tanrının varolması gerektiğini söylüyordu ve tanrının varlığını ahlaksızlığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan “en yüksek iyiye” ulaşılması için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant’ın tanrısı bir anlamda “ahlak tanrısı” idi.Nietzsche ile birlikte diğer ateist varoluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı inancı da bu idi.Nietzsche ve diğer ateist varoluşçulara göre tanrı var ise eğer, insanın özgürlüğü yok demektir. Özgürlük olmadığı gibi, insan kendi özünü oluşturma özgürlüğünden de yoksundur. Bu gücün varolması için bir şeye ihtiyaç vardır: Tanrının ölümü.Sartre açısından özgürlük bir “seçimdir”, kendi imkanlarını oluşturan bir seçim. İşte tanrı inancı bu seçme imkanını ortadan kaldırır, çünkü tanrı, insanın özünü belirleyen bir kudreti simgeler.Nietzsche’nin öldürdüğü tanrı, kilisenin “insan-tanrısı” idi. Zaten böyle bir tanrı hiç yaşamadı. Nietzsche’den Türkçe’ye çeviri yapan Oruç Aruoba’ya göre “Tanrı öldü” demekle “Tanrı yoktur” demek farklı şeyler. “Tanrı yoktur” demiyor, “Tanrı öldü” diyor Nietzsche ve öldürdüğü tanrı da Hıristiyanların tanrısından başkası değil. Aruoba, Nietzsche’nin “ Tanrı öldü” sözündeki anlamı şöyle açıklıyor: “Nietszche, felsefe tarihindeki ilk tam ateisttir, ilk tam nihilisttir. O, şöyle bir gelişmeye dikkat çekiyor: Hıristiyanlık öyle değerler üzerine kurulu ki, bunlar geliştikçe Hıristiyanlığı da ortadan kaldırmak zorunda olan değerler. Bu değerlerin en önemlisi de “hakikat”. İsa “Ben hakikatim” derken, Hıristiyanlığın en önemli değerine işaret ediyor. Bilim ve felsefe tarihinde de hakikatin araştırıldığını görüyoruz. Hakikat, bir anlamda temel değer. Doğruyu bilmek ve doğru söylemek gibi bir endişeden yola çıkılarak Tanrı fikrinin, insanın bir hipotezinin sonucu olduğu ortaya konulmuş. 19.yüzyılın ortalarında Darwin ve Freud gibi bilim adamlarının araştırmaları sonucu, dinin söylediklerinin doğru olmadığı anlaşılmış. İnsanda araştırma ve gerçeği ortaya çıkarma eğilimi var. Bu aslında Hıristiyanlığın da özünde olan bir şey ve batı kültürünün temeli. Kant’ın yaptıklarına çok dikkatli bakılırsa, ateizmin koşulları görülür. İnsan aklının bir ürünüdür tanrı.Ateizm, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, aynı zamanda yaygın bir kültür haline de gelmiş oluyor. Hıristiyan değerler kendi içinde anlamını yitiriyor. Ama bu Hıristiyanlığın kendi içinden kaynaklanan bir şey.Mesela Schopnehauer gelene kadar “ben dinsizim” diyen hiçbir filozof yok. Descartes, tanrının var ve tek olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Spinoza için ateist diyorlar ama, yaygın din anlayışına uyum sağlayamadığı için söyleniyor bu. Hepsi sonuçta “ben Hıristiyanım ve tanrı vardır” diyorlar ama aslında yaptıkları, tanrının varlık koşullarını ortadan kaldıran şeyler. Felsefe tarihinde bu gelişmelerin farkına Nietzsche varıyor ve “Tanrı öldü” diyor.Prof. Hüseyin Hatemi’ye göre Nietszche açık bir ‘akıl hastası’. “Ama Nietzsche de felsefi olarak Allah’ın varlığını inkar edemezdi. O aslında Hıristiyanlığın uygulanışındaki bazı yanlışlara karşı çıktı ve bunda da haklı idi. Ama akıl hastası olduğu için, bu çıkışlarını iyi kontrol edemedi. Nietzsche Hıristiyanlığa karşı çıktı. Ancak bunu “tanrıya karşı çıkış” diye ifade etti. “Tanrı öldü” demesi “Hıristiyanlık öldü” demek gibidir” diyor Hüseyin Hatemi ve Nietzsche ile ilgili olarak şu anekdotu aktarıyor: “Üniversitede duvara bir talebe ‘Tanrı öldü-Nietzsche’ diye yazmış. Nietzsche’nin ölümünden hemen sonra bir başka talebe, o yazının yanına şunu eklemiş: “ Nietzsche öldü- Tanrı”. (Yalçın Çetinkaya, İzlenim Dergisi, 1993)
Ateizm ve çıkmazları üzerine
“Ateizm ve Çıkmazları”, kapsamı oldukça geniş bir konudur. Bir din ulusu, “Tanrı’ya giden yollar yıldızların sayısı kadar çoktur” der. Ateizme giden yollar, belki bu kadar çok değildir ama burada da bir değil, birden çok yolların bulunduğu bir gerçektir ve bu yolların her biri, başlı başına birer inceleme konusudur. Biz bu incelememizde, ateizme temel olan veya temel olduğu öne sürülen görüşlerden sadece çok önemli olan birkaçı üzerinde duracak ve onların eleştirisini yaparak ana çizgileriyle konunun genel görünümünü ortaya koymaya çalışacağız.
Konumuzun başlığında “Ateizm” terimine yer vermemiz, bu terimi dilimizde tam olarak karşılayan ve yaygın bir kullanıma sahip olan bir terimin bulunmayışından ötürüdür. Din literatürümüzde ateizm terimine en yakın terim olarak, ‘ilhad” kelimesi kullanılmaktadır. Arapça olan bu kelimeyi, bugün ancak klasik dini yazılarda bulmaktayız. Yine Arapçada kullanılan ve “inanç yolundan sapan” anlamına gelen “zındık”, “zaman yönünden dünyanın bir başlangıcı olduğuna inanan” anlamına gelen “dehri” (çoğulu: Dehriyyun) kelimeleri, tıpkı “ilhad” kelimesi gibi, günümüz felsefe yazılarında hemen hiç kullanılmamakta, ayrıca bu son iki terim ateizm terimini tam olarak karşılamamaktadır. Günlük dilde ve halk arasında kullanılan “Allahsız!” sözü, bilindiği gibi, “insafsız, merhametsiz v.b.” anlamında ve daha çok bir yergi ifadesi olarak kullanıldığı için, ateizmle doğrudan bir ilgisi yoktur.
Basım tarihleri oldukça yeni olan bazı sözlüklerimiz, ateizm terimini, genellikle “tanrıtanımazlık” terimi ile ifade etmektedirler. Sanıyorum iki kelimeden oluşan bıı terimin güçlüğü, “tanımak” fiilinden gelmektedir. Bildiğim kadarıyla, “tanımak” fiilini, “inanmak” fiili yerine pek kullanmamaktayız. Nitekim “Siz Tanrı tanır mısınız?” veya, “Tarıya inanır mısınız ?” yerine, “Tanrıyı tanır mısınız ?” şeklinde bir soru, kulağa oldukça yabancı gelmektedir. Kanaatimce “Tanrıyı tanımama” daha çok, “Tanrıya inanmam” anlamında değil de, “Tanrıya bir tür meydan okuma” anlamında kullanılmaktadır. Ateizm terimi yerine “Tanrıya inanmazlık” sözünü kullanmak belki daha yerinde olur; ancak burada ismin “e” halinin araya girmesi, kelimenin tek terim olarak kullanım kolaylığını ortadan kaldırmaktadır.
Batı dillerinin çoğunda, Tanrı hakkında düşünmenin bejli başlı akımları için kullanılan terimler genellikle ya Yunancadaki “theos”dan, ya da Latincedeki “deus”dan türetilmiştir. Bu kelimelerden türetilen “teizm”, “ateizm”, “panteizm”, “henoteizm”, “deizm” ve benzeri terimlerin derli-toplu tanımlarını yapmanın kolay bir iş olmadığı hemen her filozof ve ilahiyatçının itiraf ettiği bir noktadır. Söz gelişi, kime ateist diyeceğiz? Felsefe tarihinde, ateistlikle suçlanan birçok büyük düşünür, böyle bir suçu kesinlikle reddetmiştir: Fichte ateistlikle suçlanmış, ancak o, “Bir insanın gerçek anlamda ateist olabilmesi için hiçbir ahlaki ideale sahip olmaması gerektiğini öne sürerek”, kendisine yöneltilen suçu kabul etmemiştir. Spinoza’nın Tanrı kavramı, Yahova’dan daha geniş olduğu için, ateistlikle suçlanmıştır 1. Yine yüzyılımızın tanınmış Hıristiyan ilahiyatçılarından biri olan Paul Tillich, Tanrı’yı “varlığın bizzat kendisi” veya “var olan her şeyin gerçek temeli” şeklinde tanımladığı ve O’nu evrenin dışında bulunan tek ve şahsi bir varlık olarak düşünmediği için, ateistlikle. Suçlanmıştır 2. Dahası var: Sokrates, Yunan “popüler” tanrılarını reddettiği ve bir tür monoteizme yöneldiği için, ateistlikle suçlanmıştır. Yine eski Romalılar, kendi Tanrı kavramlarını kabul etmedikleri için, ilk hıristiyanları bile ateistlikle suçlayarak cezalandırmışlardır. 3
Bu durumda kimlere ateist dendiğine bakarak, ateizmin ne olduğu konusunda birtakım ipuçları yakalamak mümkünse de terimin çeşitli kullanımlarını içerebilecek bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Tanımlamadaki güçlük, büyük ölçüde, ortada farklı ve çok sayıda tanrı kavramlarının, dolayısıyla buna karşılık çok sayıda. ateistik anlayışların bulunmasından ileri gelmektedir. Orta ve Doğu Asya’da yaygın olan bazı dinler bir yana, tek tanrıcı dinlere mensup kişilerin zihinlerindeki tanrı tasavvurları bile bir ve aynı değildir. Öyle ise nasıl farklı teistik sistemler varsa, aynı şekilde farklı ateistik anlayışların bulunması da tabiidir.
Ateizm sözü, genellikle, bir geniş bir de dar anlamda olmak üzere iki ayrı şekilde kullanılmaktadır. Genel anlamda ateist sadece “teist olmayan”, başka bir deyişle “Tanrıyı hayatına sokma gereğini duymayan” kişi, şeklinde tanımlanabilir. Bu anlamda kullanılan ateizmdeki olumluluk takısı “a”, tıpkı “apolitik” ve “asosyal” kelimelerinde olduğu gibi, nisbeten daha nötr bir durumu ifade eder. Dar anlamda ise ateist, düşünerek ve tartışarak Tanrı’nın var olmadığını öne süren kişidir. Bazen bunlardan, ikincisine “pozitif ateist” birincisine de “negatif ateist” denmektedir. Pozitif ateist, sadece Tanrı’nın varlığına inanmamakla kalmıyor, aynı zamanda O’nun yokluğunu kanıtlamaya çabalıyor 4. Felsefede asıl önemli olan, bu ikinci tür ateisttir. Kaldı ki geniş anlamda veya negatif anlamda ateizmin varlığı da tartışma konusudur. İnsan, apolitik ve asosyal olduğu gibi, kolayca ateist olamaz. Özellikle tek tanrıcı dinler geleneği içinde doğup büyüyen bir insanın, ciddi olarak düşünmeden ve bir takım gerekçelere dayanmadan Tanrı’nın varlığını inkâr etmesi hiç de kolay bir iş değildir. Aslında Tanrı’nın varlığına pek aldırış etmeden hayatlarını sürdüren kişiler için “ateist” sözünü kullanmak doğru değildir.
Şimdi, kişi Tanrı’nın varlığına ya inanır ya da inanmaz. İnanma fenomeni ışığında bakıldığında, teiznıle ateizm arasında orta bir yerde bulunmak pek mümkün görünmemektedir. Gerçi felsefe tarihinde teizm ve ateizm terimleri kadar, “agnostisizm” terimi de önemli bir yer tutar. Bilindiği gibi, agnostik, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şey bilmediğini, dolayısıyla bu konuda hiçbir şey söyleyemeyeceğini öne süren kişidir. Burada dikkatimizin bir ayırıma çekilmesinde yarar vardır: Tanrı’nın varlığına inanmak başka şey, O’nun var olduğunu kanıtlamak ise daha başka şeydir. Tanrı’nın varlığını kanıtlayamamaktan agnostisizmi veya ateizmi çıkarmamız doğru olmaz. Agnostisizmin haklı olabilmesi için, şu iddialardan birinin ya da ötekinin kabul edilmesi gerekir: (a) Tanrı’nın hem var hem de yok olduğunu gösteren birtakım ipuçları vardır; (b) Tanrı’nın var veya yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur. Agnostik birinci iddiayı kabul edemez; çünkü “orta yerde” (yani teizmle ateizm arasında) durabilmesi için, leh ve aleyhteki ipuçlarının tam anlamıyla denkleştirmek zorundadır. Aksi takdirde ya teizme, ya da ateizme kaymadan edemez. 0, ikinci iddiayı da kabul edemez; çünkü Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hakkında hiçbir ipucu yoksa agnostisizmin dayanacağı bir temel de yok demektir. Bundan dolayı yalnız teistler değil, ateistlerin de çoğu (Marx ve Engels başta olmak üzre) agnostisizmi tutarlı ve geçerli bulmamaktadırlar.
Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki, eğer teizmin sınırları çok geniş tutulursa, sadece agnostisizmin değil, ateizmin de imkânsız olduğu öne sürülebilir. Nitekim böyle bir iddia ile ortaya çıkan düşünürler de yok değildir. Söz gelişi, ilk hıristiyan ilahiyatçılarından Anselm, Kutsal Kitab’ın “Mezmurlar” (Psalm 14: 1 /) bölümündeki şu ifadeyi tekrarlamaktadır: “Kalbinde ‘Tanrı yoktur’ diyen bir aptalın zihninde bile ‘kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir Tanrı fikri’ vardır.” Yine tanınmış hıristiyan ilahiyatçısı, Augustine, bir duasında şöyle der: “Tanrım, sen bizi kendin için yarattın; kalplerimiz Senin varlığında sükûn buluncaya kadar huzursuz olmaya devam edecektir!” Bu demektir ki, insan kendi hayatını er-geç dini bir yoruma tabi tutacak ve birtakım bocalamalar ve kuşkular geçirse bile, sonunda Tanrı’ya varacaktır. Bu görüş açısından hareket edilince, inanç konusunda içine düşülen şüphelerin ve hatta ateizmin bile bir dini değer taşıdığı düşünülebilir, düşünülmüştür de.. Bazıları putperestliğin her türünden arınmış ve arındırılmış bir teizm için ateizmin bir tehlike olması bir yana, yararlı bir araç olduğunu, dolayısıyla onun büyük bir dini anlam ve değer taşıdığını öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan birkaç yıl önce Paul Riceur ve A. Maclntyre’ın birlikte yazdıkları bir kitaba “Ateizmin Dini Önemi” (The Religious Significance of Atheism) şeklinde oldukça dikkat çekici bir başlık koydukları görülmektedir. Ateizme dini bir değer atfedenler ateizmin değil, Tanrı karşısında ilgisizliğin teizm için bir tehlike olduğu görüşündedirler. Ateist, olumsuz bir açıdan da olsa, Tanrı ile ilgilenmektedir; dolayısıyla ciddi bir ateist, bir tür mistik bir tavır içinde bulunmaktadır. Bu tavır onu psikolojik olarak duyarlı bir noktaya götürebilir ve ateizm bir tür teizme dönüşebilir.
Salt ateizmin çok zor, hatta imkânsız olduğu görüşü yüzyılımızda da birçok savunucu bulabilmiştir. Tanınmış İngiliz düşünürü John Baillie, Solipsist’in içinde bulunduğu durumundan söz ederken şöyle der: “Demeliyiz ki, solipsistler zihinlerinin ucuyla komşularının ve çevrelerindeki dünyanın gerçek varlıklarını inkâr ettikleri halde kalplerinin derinliklerinde onların var olduklarından asla şüphe etmemektedirler. 0 halde ateistler için niçin aynı şeyi düşünmeyelim ?” 5 Baillie’nin düşüncesine göre, ateist, her nekadar Tanrı’nın varlığına inanmadığını açıkça söylemekte ise de, onun varlığının derinliklerinde Tanrı fikri gizlidir.
Günümüz düşünürlerinden J.A.T. Robinson, “Tam anlamıyla çağdaş olan bir insan ateist olmayabilir mi ?” başlığını taşıyan bir yazısında dogmatik, başka bir deyişle düşünülmüş ve tartışılmış bir ateizmin mümkün olmadığını ifade etmektedir. Ona göre, insan ilahi gücün varlığını, içinden gelen bir zorlama ile duymaktadır. Bu duyuş, tabiatın aracılığı ile artistik ve bilimsel bir kanalla, toplumsal ilişkiler yoluyla ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda olan insan kendisini çepeçevre saran bir varlığa ne ad verebileceğini ve onu nasıl tasavvur edebileceğini bilemeyebilir, hatta onun duygu ve düşünce dünyası tam bir karışıklık içine gömülebilir. Buna rağmen o, kendi yolunu açmak ve ilahi sese doğru gitmek gereğini ergeç idrak eder” 6. Görülüyor ki, Robinson bir “iç zorlama” dan söz etmekte ve ateizmi bir tür “kaçış” olarak görmektedir.
Salt ateizmin imkânsız olduğu inancı, öyle sanıyorum ki, iki önemli düşünceden kaynaklanmaktadır: Bunlardan birincisi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, teizmin sınırlarının çok geniş tutulmasıdır. Söz gelişi Ficlıte, “Tanrı” terimi ile “ahlak kanunu” terimi arasında bir özdeşlik gördüğü için, ahlak kanununa boyun eğen herkesi Tanrı’nın sesine kulak veren kişi olarak kabul etmiştir. İkinci düşünce ise, ateizmle nihilizmin aynı şey olduğu inancıdır. Çevresinde, ateist olduğu halde nihilist ve hatta materyalist olmayan insanların varlığına tanık olan teist, bir bakıma kolay bir çözüm biçimini seçmekte ve ateizmin imkânsızlığını öne sürerek güçlüklerden kurtulmayı denemektedir.
Kanaatimce bu, doğru ve geçerli bir çözüm şekli değildir. Ateist olduğunu söyleyen bir insanın öyle olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Anlatıldığına göre, David Hume’un, onsekiz kişi ile birlikte Baron D’Holbach’ın evinde ziyafette iken, dogmatik bir ateistin gerçekten bulunup-bulunamayacağından şüphe ettiğini söylemesi üzerine ev sahibi şöyle konuşmuştur: “Azizim Sir, şu anda bu şekilde olan onyedi kişi ile aynı masada oturmaktasınız7.” Sanıyorum en doğru yol, ateizm gerçeğini bir yana itmek değil, onu anlamaya ve güçlüklerini görmeye çalışmak olmalıdır.
Ateizm gerçeği, felsefe tarihindeki kökleri çok gerilere, teknik anlamda felsefenin başlangıç günlerine kadar uzanan bir olgudur. Ancak biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, bir değil birçok çeşit ateizm vardır. Antik dönemlerin ateistik fikirleri ile Orta ve Yeniçağların ateistik düşünce ve tutumları arasında önemli farklar bulunmaktadır. Yunan filozofları arasında tanrıların varlığını inkâr edenler çıkmıştır; ancak Yunan halk inanışları teistik bir sistem oluşturmadığı için, orada bugünkü anlamda bir ateizm yoktu. Bugünkü anlamda ateizm, teistik sistemlere bağlı olarak ortaya çıkan bir harekettir. Başka deyişle, ateizm, evreni yaratan ve onun varlığını devam ettiren, özü itibariyle aşkın fakat sonsuz gücü, bilgisi, iradesi ve sairesi ile evren de içkin olan teistik, hatta belki de daha yerinde bir terimle monoteistik tanrı inancına karşı tepki olarak doğan bir düşünce hareketidir. Bu bakımdan düşünce tarihinin geleneksel ateizmi gıdasını büyük ölçüde teizmden, özellikle de Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan felsefi kanıtlardan almaktadır.
Tanrı’nın varlığının aleyhinde öne sürülen klasik tartışmaların başında “kötülük problemi”, maddenin ezeliliği, teistik kanıtların yetersizliği, hatta geçersizliğine ilişkin görüşlerle özellikle günümüzde büyük bir önem kazanan bazı sosyolojik ve psikolojik teoriler gelmektedir. Ayrıca Nietzche tarafından önemle savunulan ve ateist varoluşçularca geliştirilen ‘ahlaki gerekçelere dayanarak Tanrıyı reddetme’ görüşünün de günümüz ateizminde önemli bir yeri vardır. Şimdi kısaca söz konusu bu tartışmalara bir göz atarak onların ateizm için sağlam bir temel oluşturup oluşturmadığı konusuna gelelim.
1. “Kötülük Problemi”
Teizmin aleyhinde kullanılan belki de en eski iddia, dünyadaki kötülüğün reel varlığından kaynaklanan iddiadır. “Eğer her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak anlamda iyilik sahibi olan bir Tanrı varsa, yeryüzündeki bu kadar kötülük nereden geldi ” sorusu düşünce tarihinde yüzlerce kez sorulmuş ve cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Kötülük, şu ya da bu yolla yaşayan her canlının hayatına girdiği için bu soru, düşünürler kadar sıradan insanları da yakından ilgilendirmektedir. David Hume, “Tabii Din Üzerine Dialog” adlı yazısında teizmin kötülük problemine ilişkin çelişkisini şu sözlerle dile getirmektedir:
Tanrı kötülüğü Önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor; o halde O güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da Önlemek mi istemiyorsa, o halde O kötü niyetlidir.
Eğer Tanrı hem güçlü hem de kötülüğü ortadan kaldırmak niyetinde ise, bunca kötülük nasıl oldu da var oldu? 8.
David Hume, bu çeşit bir akıl yürütme ile özellikle teistik Düzen Kanıtının geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır.
Bazı teistler, kötülüğün reel varlığını inkâr ederek; bazıları onu insanın olgunlaşması için bir araç şeklinde yorumlayarak; bazıları kötülüğü Tanrı’nın öfke ve uyarısına bağlayarak, bazıları da sınırlı bir tanrı kavramı kabul ederek 9. Hume’un ortaya koyduğu ikilemi çözmeye çalışmışlardır. Ancak birçok felsefe probleminde olduğu gibi, burada da kesin bir sonuca ulaşılmış olduğu söylenemez.
Kötülüğün teist için bir problem olduğu doğrudur. Bu problem, özellikle monoteist dinler söz konusu olduğunda çok daha karmaşık bir görünüm kazanmaktadır. Buna rağmen bu problem, ne teizmin geçersizliğini göstermek, ne de ateizmi kurmak gibi bir görevi yerine getirecek güçtedir. Kötülüğün varlığına rağmen insanlık, iyiye doğru ilerleyebilmiş, içinde yaşanabilir bir uygarlık düzeyine ulaşabilmiştir. Ateistik iddiaların çoğu, “dünyada gereğinden fazla kötülüğün bulunduğu” düşüncesi çevresinde dönüp dolaşmaktadır. Her şeyden önce bu “gereğinden fazla” sözü, oldukça üstü kapalı bir sözdür. Ateist, insanlık tarihi boyunca var olageldiğine inandığı büyük felaketleri, doğal afetleri ve saireyi birlikte düşünerek böyle bir yargıya varıyor olsa gerek. Oysa bizim evren hakkındaki bilgimiz oldukça yetersizdir; dolayısıyla topyekûn evrende gereğinden fazla kötülük var mı yok mu, bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Kaldı ki, kötülüğün yaygınlaşmasını Tanrı’dan çok insana atfetmek, daha akla yatkın görünmektedir. Özelliklc Tanrı’ya atfedilen doğal kötülükler (deprem, su baskını v.s.) insanın çalışma ve didinmeleri sonucu büyük ölçüde önlenebilir, önlenmiştir de. İnsanla daha doğrudan ilgili olan ahlaki kötülük, bugün tanıdığımız ve bildiğimiz insan yapısı söz konusu olduğu sürece, büsbütün ortadan kalkmayacaktır; ancak burada da büyük ölçüde bir azalma gerçekleştirilebilir. Bir gün bütün dünyamızın kötülükle dolup taşacağına inanmamız için akla yatkın hiçbir neden yoktur.
Kısacası, “dünyada kötülük vardır” yargısıyla, “bilgi, irade, güç ve iyilik sahibi bir Tanrı vardır” yargısını hiçbir şekilde karşı karşıya koyup bundan bir ateizm çıkaramayız.
Leibniz’in “Theodiciee”si, insanlık tarihinde gergin ve bunalımlı dönemlerinde çok iyimser görünebilir. Fakat bu teodisenin ana iddiasının hala ayakta olduğunu kabul ediyorum. Hiç şüphesiz Tanrı, başka dünyalar da yaratabilirdi. Böyle bir imkan, bu dünyanın, “yaratılması mümkün olan dünyaların en iyisi olduğu” görüşünü savunmamıza engel olmaz. Eğer şu veya bu derecede kötülüğün bulunması, dünyanın “mümkün olan en iyi dünya” olduğu görüşüyle çatışmıyorsa ve hatta böyle bir dünya için belli oranda kötülüğün varlığı kaçınılmaz ise, bu takdirde “dünyada kötülük vardır” ve “dünya mutlak anlamda iyi olan bir yaratıcının yönetimi altındadır” iddiaları mantıken bir arada bulunabilir. Eğer dünyada kötülük var olduğu için kişinin Tanrı’nın varlığına olan inancı sarsılsaydı, başta Peygamber Eyüb olmak üzere Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in inançları sarsılırdı.
2. Maddenin Ezeliliği ve Kozmolojik Kanta Yöneltilen Eleştiriler:
Başka önemli bir ateistik iddia da maddenin ezeliliği ve onun her şeyin kaynağı olduğu görüşünden hareketle ateizmi temellendirmeye çalışmaktadır. Bu iddianın iki önemli basamağı vardır. İlk basamakta maddenin ezeliliğinin apaçık olduğu, hatta bunun bilimsel olarak kanıtlandığı ve maddenin, şuur dahil her her şeyin kaynağı oluşturduğu söylenmekte; ikinci basamakta ise, bu görüşün yaratıcı bir Tanrı fikrini imkansız kıldığı öne sürülmektedir. İddiaya göre, yaratıcı Tanrı fikrine yer verirsek, madde miktarının ya da kütle-enerjinin sıfır düzeyde olduğu bir zamanın var olduğu düşüncesini kabul etmemiz gerekir ki, bu, fizik biliminin vardığı sonuçlar açısından mümkün değildir.
Maddenin ezeliliği görüşünü temel alan bu iddia, aslında kozmolojik kanıtın ve belli bir yere kadar da teleolojik kanıtın geçersizliğini göstermeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi kozmolojik kanıt, dünyadaki varlıkların, var oluş nedenlerini kendi içlerinde taşımadıkları, dolayısıyla kendi varlık alanlarının dışında bir nedene muhtaç oldukları, bu nedenin de kendi kendine yeterli ve başka bir şeye muhtaç olmayan bir varlık olduğu sonucuna varmaktadır. Eğer en Son Neden kendi kendine yeterli olmasaydı başka bir deyişle var oluş nedenini bizzat kendi içinde taşımasaydı, o zaman neden-sonuç zinciri sonsuza değin uzayacaktı ki bu Teolojik bir deyimle “muhal”dir, yani imkânsızdır.
Bizim burada ateistik maddeciliği ayrıntılı olarak ele almamız mümkün değildir. Bu konuda öne sürülen bir sürü varsayım, çözüm bekleyen bir yığın problem ve ardı arkası kesilmeyen birçok tartışmalar vardır. Ateistin iddia ettiği gibi, maddenin ezeli olduğu ve şuur dâhil her türlü canlı faaliyetin kaynağı olduğu bilimsel yöntemlerle doğrulanmış değildir. Hatta bir an için maddenin ezeli olduğunu kabul etsek bile, bu, çeşitli şekillerde dile getirilen teistik anlayışların hepsinin geçersizliklerini göstermeye yetmez. Yaratma fiili için bir başlangıç tanımayan ve onun sürekliliğini kabul eden birçok teist vardır. Farabi, Muhammed İkbal, Lotze burada sayabileceğimiz birkaç örnektir. Bilimsel sonuçlar, kozmolojik kanıtın, ya da klasik İslami terminoloji ile “hudus” ve “ibdâ” delillerinin formüle edildikleri dönemlerin ilkel ve zayıf bilimsel anlayışlarının geçersizliklerini, hatta bizzat kozmolojik kanıtın geçersizliğini ortaya koyabilir; ama bunların hiçbirinden “o halde Tanrı yoktur” yargısı çıkarılamaz. Aslında Kant’ın da işaret ettiği gibi, bilimi böyle bir yargıyı vermeye zorlamak onu meşru olmayan bir alana itmek demek olur.
3- Ateizmin Dayandığı Bazı Sosyolojik ve Psikolojik Teoriler:
Günümüzdeki ateistik görüşlerin önemli kaynaklarından biri olan ve Fransız sosyologu Emille Durkheim tarafından geliştirilen “sosyolojik teori”ye göre Tanrı toplumun, bireylerin düşünce ve davranışlarını kontrol altında tutmak için farkına varmadan uydurduğu hayal ürünü bir kavramdır. Yine bu teoriye göre insan, dini bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendisini çepeçevre saran toplumun realitesi karşısında durmaktadır. Tanrı fikri toplumun güç ve işlevini gösteren bir simgeden başka bir şey değildir. 10
Böyle bir teoriden kaynaklanan ateizm, kozmolojik ve teleolojik kanıtlar çevresinde dönüp dolaşan ateistik tartışmalardan daha kolay anlaşılır bir niteliktedir; bundan dolayı da çok daha etkindir. Ancak bu teorinin zayıflığı ortadadır. Şöyle ki:
1. Bu teori, dini şuurun evrenselliğini açıklayamamaktadır. Söz konusu bu şuur, bireyin içinde yaşadığı toplumun çok daha ötesine gitmekte, evrensel nitelikte bağlar ve toplumsal birlikler oluşturmaktadır. Yine bu şuur, bütün insanlığa kapısını açık tutan bir özellik taşımaktadır. Eğer Tanrı, toplumun bir simgesi ise, bütün insanları içine alma zorunluluğu nereden doğuyor? Bir bütün olarak insanlığın “toplum” olduğu söylenemez; çünkü sosyolojik teori, toplum terimini bu anlamda kullanmamaktadır.
2. Sosyolojik teori, bir dinin belli bir toplumda otaya çıktığı sırada dile getirdiği Tanrı kavramı ile toplumsal_ideallerin çok kere çatıştığını görmezlikten gelmektedir. Söz gelişi Kur’an’ın ilk inen sürelerinde ifadesini bulan Tanrı’nın; Mekke toplumunun, özellikle Mekke aristokrasinin ideallerinin yanında değil, karşısında olduğu bilinen bir gerçektir. İlk müslümanların kafalarına ve gönüllerine yerleştirilen dünya görüşü, Mekke toplumunun düşünce ve davranışlarının, dolayısıyla yaptırım gücünün sembolik bir ifadesi olmamış, tam tersine bu etki ve gücü temelinden sarsan bir faktör olmuştur. Eğer Tanrı, kılık değiştirmiş toplum olsaydı, tanrısal güç, her halde kendi kuyusunu bizzat kendisi kazmazdı.
Bilimsel bir temele dayandığı öne sürülen ve ifadesini özellikle Freud ve Feurbach yazılarında bulan, günümüzde ateizme önemli ölçüde destek sağlayan “Yansıtma Din Teorisi” (The Projection Theory of Religion) de sosyolojik teorinin karşılaştığı güçlüklere benzeyen güçlükler içinde düşmektir. Freud’a göre Tanrı fikri çocuktaki baba imajının bir yansımasıdır. Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluklar karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud’un nazarında “nürotik bir kalıntı”dan ibarettir. Feuerbach ise, Tanrı hakkındaki bütün konuşmaları insan hakkında konuşmaya, başka bir deyişle teolojiyi antropolojiye indirgemektedir. İnsan, kendisinde görmek istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri hayal bir varlığa yansıtmakta; bunu yaptığı için de kendisini söz konusu bu varlık karşısında küçülterek öz benliğinden soğumakta ve yabancılaşmaktadır. 12
Gerek Freud’e göre, gerekse Feuebach’a göre, insanlık büyüyüp olgunlaştıkça hayali varlıkların yardımına ihtiyaç duymayacak yavaş yavaş Tanrı fikrinden kurtulacaktır.
Freud’un görüşü teizmin aleyhine kullanılabildiği kadar ateizmin de aleyhine kullanılabilir. Her şeyden önce ateizm, bir olgunluk işareti değildir. Onda da çocukluk döneminde yer alan bir ruh, halinin tekrarı söz konusudur. Babasını kıskanan, ondan korkan, onun buyruklarından memnun olmayan ve hatta onun salt varlığından rahatsız olan çocuk, babasından kurtulmak istemekte, onun var olmamasını arzu etmektedir.
Buna dayanarak denebilir ki, ateizm, babanın var olmaması arzusunun bir yansıması, bir projeksiyonudur. Ancak baba imajına o kadar alışmıştır ki, onsuz edememekte, baba, dolayısıyla Tanrı otoritesi yerine bir düşünürün, bir siyasi liderin, bir partinin ve sairenin otoritesini koymaktır.
Feuerbach’ın yansıtma teorisine gelince bunun bazı dinler, mesela eski Yunan ve Mısır dinleri için geçerli olduğu kabul edilse bile, her din için geçerli olduğu söylenemez. Büyük harfle yazılan İnsanı bir tarafa bırakıp, sıradan bir insanın, söz gelişi Miladdan sonra 620’lerde Mekke’ de yaşayan bir Arabın ideallerinin yansıması ile Kur’an’ın Tanrı kavramı arasındaki ilişkiyi görmek, Feuerbach’ın tezinin zayıflığını görmek için yeterlidir sanıyorum. Neydi bu sıradan insanın idealleri, arayıp da bulamadığı şeyler? Bol servet, çok sayıda erkek çocuk, çok sayıda kadın v.s… Bu ve benzeri arzuların yansıması, olsa olsa muhteşem bir Arap şeyhinin özelliklerini oluştururdu, İslam’ın Tanrı anlayışını değil.
Feuerbach, ciddi ve tutarlı çözümlemelerle teizmin tutarsızlığını ve yanlışlığını gösterme yerine, vecize kabilinden birtakım parlak sözlerle metafizik bir problemi psiko-antropolojik bir terminoloji içinde çözmeye çalışmaktadır. 0, bize Tanrı fikrinin bir tür psiko-genesisini sunmaktadır ki, bu, savunulabilir bir ateizm için yeterli değildir. İnsan ya da insan soyu, Feuerbach’ın anlattığı yolla Tanrı fikrine ulaşmış olsa bile bu, böyle bir fikrin ontolojik bir temelden yoksun olduğunu göstermez. İnsanın, Tanrı’nın varlığı fikrine nasıl vardığını açıklamakla ateizm arasında mantıksal bir bağ yoktur.
4. Tanrı’nın Ahlaki Gerekçelerden Dolayı Reddedilmesi:
Özellikle Nietzche ile felsefe sahnesinde ön plana çıkan, Sartre ve Camus gibi ateist var oluşçularca geliştirilen bir başka önemli ateistik görüş de ahlâki bir endişede çıkış noktasını bulmaktadır. Bilindiği gibi Kant, insanın ahlâki otonomisini koruyabilmek için Tanrı’nın ahlâk alanına sokulmasına, yani teolojik ahlâka temelden karşıydı. Ancak o, buna dayanarak Tanrı’nın var olmaması gerektiğini öne sürmüyordu. Tam tersine, o, Tanrı’nın varlığını, ahlâklılığın ve mutluluğun bir arada bulunması demek olan “en yüksek iyi”nin elde edilmesi için zorunlu bir postülat olarak koyuyordu. Kant’ın tanrısı bir Ahlâk Tanrısı idi. İşte Nietzche ve ateist var oluşçuların yıkmak istedikleri Tanrı fikri de buydu. Onların, antolojik, kozmolojik, teleolojik kanıtların Tanrı anlayışı üzerinde hemen hiç durmamış olmaları da bunu göstermektedir. Onlar, Kant’ın çıkış noktasını benimsemekte, ama onun vardığı sonucu ortadan kaldırmak istemekteydiler.
Nietzche’ye ve var oluşçuluğun ateist kanadına mensup düşünürlere göre, ya insanın önceden belirlenmiş bir “öz”ü vardır; ya da insan tam anlamıyla karmakarışık bir akıntı içindedir; dolayısıyla özünü kendisi oluşturmak zorundadır. Nietzche, kısır ve sıkıcı akılcı felsefelerin insanın önceden belirlenmiş bir özü olduğu görüşüne dayandıklarını söyler. Yine insan, bu düşünürlere göre, ya kölece bir bağlılık ve bağımlılık içindedir yahut da, Sartre’ın deyimiyle özgürlüğe mahkûmdur. Şimdi eğer Tanrı, yani bir yaratıcı varsa, insanın bir özü de var demektir ve insan, kendi özünü oluşturma imkân ve gücünden yoksundur. Başka bir deyişle eğer Tanrı varsa, özgürlük yok demektir ve insan, kendi özünü oluşturma gücünden yoksundur. Bu imkân ve gücün olabilmesi için, Tanrı’nın olmaması gerekir. Acaba Tanrı’dan bu derece çabuk kurtulmak kolay bir iş midir? Nietzche, Tanrı’nın ölümünün ne büyük ve endişe verici bir olay olduğunun farkındadır. O şöyle der: “Dünyanın bir daha sahip olamayacağı en kutsal ve güçlü varlık hançerlerimizin altında kana boyandı. Bu, insanlığın kaldıramayacağı kadar büyük bir olaydır”.13 Buna rağmen Nietzche’ye göre bu, yerine getirilmesi gereken bir işti. Eğer insan gücünün bir değeri olacaksa sonsuzca güce sahip olan bir varlığın olmaması gerekirdi; çünkü sonsuz-olanla sınırlı-olan, en yetkinle, yetkin olmayan, tamla eksik bir ve aynı dünyada barınamazdı. Camus’un deyimiyle. Sisyphus baş kaldırmalı ve her türlü tehlikeyi göze alarak özgürlüğünü ilân etmeliydi.14
Ne Nietzche, ne Sartre, ne de Camus ve ne de onlar gibi düşünenler yavaş yol alan, kılı kırk yaran serinkanlı bir düşünür gibi çıkarlar karşımıza. Onların ispat etmeye, hatta ikna etmeye ne vakit ne de sabırları vardı. Onlar, bir haykırış içindedirler; muhatapları ise, ne teolog, ne de filozoftur, sadece bunalım içinde olan insandır.
Bu bunalım felsefesi, “Tanrı yoktur” demekten çok “Tanrı var olmamalıdır” diyor. Bunun için gösterdiği gerekçeler ise, aşırılıklarla dopdolu. Öyle ki, bu felsefe bize iki aşırı uçtan birini seçmemizi söylüyor. Oysa böyle bir zorunluluk yoktur. Şöyle ki;
(1) Ya aşırı ve katı bir rasyonalizmi, ya da irrasyonalizmi seçmek zorunda değiliz. İnsanın kurduğu kavramsal yapının suni, zorlanmış ve gelişi güzel yönleri vardır; ama bu yapının bütünüyle kötü ve güvenilmez olduğunu söylemek mümkün değildir.
(2) İnsan söz konusu olunca, niçin katı ve belirlenmiş bir tür “okult öz”le başıboş bir akıntı arasında orta bir yer bulunmasın?
(3) Kölece boyun eğme ile şiddete başvurarak şiddete başvurarak sürekli bir direniş içinde bulunma arasında kalınabilecek hiçbir nokta yok mudur? Sokrates, görüşleriyle içinde yaşadığı toplumun temellerini sarsmış bir insandı; ama aynı insan ölüm cezasından kaçıp kurtulma imkânı bulduğu halde, toplumun yasalarına uymayı -isterseniz buna bir tür muhafazakârlık’ da diyebilirsiniz- bir görev bilmişti.
Mademki bu aşırılıklardan birini ya da ötekini seçmek zorunda değiliz; “o halde Tanrı’yı öldürmeye de gerek yoktur.” Ahlaki yücelişin dinin özü olduğunu söyleyen ve onu hayatın nirengi noktası haline getiren bir varlığı ahlak adına, insanlık adına öldürmek istemek, gerçekten büyük bir bunalım içinde olmanın belirtisi olsa gerektir.
5. Tanrı. Kavramının Anlamsızlığı:
Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz çeşitli ateistik görüşlerin ortak bir yanı vardır. 0 da teizmin son derece ciddiye alınmasıdır. Aynı ciddiliği, analitik felsefe geleneğine bağlı ateist düşünürlerde ve özellikle de mantıksal pozitivizmi savunanlarda görmemekteyiz. Bunlardan – bazılarına göre, Tanrı, aleyhinde bile konuşulacak bir konu değildir çünkü Tanrı kavramı derli-toplu bir anlam ifade etmemektedir. Bu görüşte olanların ilk ele aldıkları konu ontolojik kanıt olmuştur. Bu kanıt daha çok düşünce ve dil çerçevesi içinde kaldığından dolayı kavramsal çözümleme için verimli bir alan oluşturmaktadır. Ontolojik kanıtla ilgili tartışmalar şu ana kadar ertelememizin nedeni de budur.
Bilindiği gibi Anselm tarafından formüle edilen ve daha sonra akılcı filozoflarca geliştirilen bu kanıt, Tanrı’nın varlığı düşüncesinden O’nun varlığının gerçek ve zorunluluğuna gitmektedir. Kısaca söyleyecek olursak ontolojik kanıtın temel iddiası şudur: Kendisinden daha yetkinini düşünemeyeceğimiz bir varlık kavramı vardır zihnimizde. Bu varlık, ya sadece zihindedir, ya da hem zihinde hem de zihnin dışında vardır. Sadece zihinde var olan, hem zihinde hem de zihnin dışında var olandan daha yetkindir. Tanrı, terimin tanıma gereği, kendisinden daha yetkini düşünülemeyen bir varlık olduğundan O’nun hem zihinde hem de gerçekte var olması zorunludur.
Biz burada bu kanıtla ilgili uzun tartışmaları bir yana bırakarak onlardan önemli olduğuna inandığımız sadece bir tekine dokunmakla yetineceğiz.
Ateist olduğunu açıkça söyleyen günümüz filozoflarından J.N. Findlay, “zorunlu varlık” kavramını çözümleyerek bir tür “ontolojik ateistik kanıt” çıkarmaya çalışmıştır 15. Findlay, “Tanrı vardır” önermesinin zorunlu olamayacağını söyler. Ona göre, “zorunlu varlık” kavramı tıp “yuvarlak kare” kavramı gibi, bir zıtlığı içermektedir. Zorunlu önermelerden hiçbiri “cxistentielle” bir durumu içermez. Zorunluluk, mantıksal çıkarımlar ve dildeki kurallar için söz konusudur. Varlığa ilişkin yargılarımız ise, zorunlu değil mümkündürler. Bu durumda “Tanrı zorunlu olarak vardır.” önermesi kendi içinde bir zıtlığa yer vermekte, dolayısıyla anlamsız olmaktadır.
Bize öyle geliyor ki, bu tür bir çözümlemeye dayanarak ateistik bir kanıt dile getirmek kolay bir iş değildir. Şöyle “zorunlu varlık” kavramıyla varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, yok edilemeyen, sınırlayıcı herhangi bir şarta bağlı olmayan bir varlığı kastetmektedir. Bu çeşit bir zorunluluğu, mantıksal zorunluluktan ayrı düşünmek gerekir. Hatta Tanrı’nın varlığının zorunlu olması ile bizim Tanrı’nın varlığına ilişkin iddialarımızın zorunlu olup-olmadıkları hususu arasında da bir ayırım yapmak zorundayız. Gerçi bu gün birçok düşünürün “zorunlu” ve “mümkün” terimlerinden hoşlanmadıkları ve onları sadece önermelerle ilgili olarak kullandıkları doğrudur. Buna rağmen hiç kimse bu güne kadar varlığa ilişkin bütün önermelerin, kesinlikle olumsal olduklarını kanıtlayamamıştır. Bu işi, şu anda üzerinde durduğumuz tartışmanın en ciddi anlamda başlatıcısı olan Kant bile başaramamıştır. Çoğunlukla “Tanrı vardır” önermesindeki “varlık” ın konuya bir şey eklemediği, dolayısıyla gerçek bir yüklem olmadığı öne sürülmüştür. Öyle sanıyorum ki, “Tanrı zorunlu olarak vardır.” önermesi, varlığın yüklem olamayacağı iddiasının boy hedefi olmamaktadır. Tanrı, “zorunlu olarak vardır”, “zorunlu olarak güçlüdür” ve “zorunlu olarak bilendir” şeklindeki önermelerde, “zorunlu varlık”, “zorunlu bilme” v.s, birer yüklem olmaktadır.
Özetle ifade etmek gerekirse, ontolojik kanıtın birçok güçlükleri ve hatta çıkmazları bulunabilir. Ancak ontolojik ateistik bir kanıt bulabilmenin güçlükleri ve çıkmazları kat kat daha fazladır.
Findlay’in “Tanrı zorunlu olarak vardır” önermesi hakkında öne sürdüğü çözümlemelere ve itirazlara benzer çözümlemeler mantıksal pozitivizm geleneğini sürdürenlerce hemen bütün teistik yargılar için öne sürülmüştür. İlhamını Viyana Çevresi filozoflarından alan birçok düşünür, dar anlamda ele aldıkları Doğrulama İlkesini teistik önermelere uygulayarak onların anlamsız olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu tür bir doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğrulama ilkesine göre, bir iddianın doğru olabilmesi için onun ya tecrübî verilerle, ya da mantık ve matematikte görülen zihinsel bir işlemle doğrulanması gerekir. İmdi “Tanrı vardır” önermesini bu yollardan biri ya da ötekiyle doğrulamak mümkün değildir; öyle ise, bir iddia anlamsızdır.
Çağdaş İngiliz filozoflarından A. Flew, doğrulama ilkesinden esinlenerek bir yanlışlama ilkesi formüle etmeye çalışmış ve şöyle demiştir: Teistik iddialar doğrulanamazlar, çünkü onların yanlışlığını gösterecek hiçbir verinin bulunabileceği düşünülemez. Eğer bir iddia hiçbir şeyi inkâr etmiyorsa, yanlışlamıyorsa, doğruladığı bir şey de yok demektir. Öyle ise, “Tanrı dünyayı yarattı” veya “Tanrı insanları sever” ve benzeri iddialar anlamsızdır. 16
Her şeyden önce böyle bir çözümleme yöntemi ile hareket edilerek ateizmi savunmak mümkün değildir. Çünkü burada teistik iddialar kadar ateistik iddialar da anlamsız olmaktadır. “Tanrı vardır” iddiasıyla “Tanrı yoktur” iddiası aynı mantık statüsü içine girmektedirler. Bu durumda Tanrı’ya inanma veya inanma konusu başka temellere dayanılarak verilecek bir kararın sonucu olacaktır. Kaldı ki dilci filozoflar, özellikle Wittgenstein’in hayatının son döneminde kaleme aldığı yazılarındaki “anlam kuramı”nı geliştiren filozofların da haklı olarak belirttikleri gibi, “anlamlı olma” ile “doğrulanabilme” yi birbirinden ayırmak gerekir. Anlamlı olup da emprik yollarla ya da zihinsel bir işlemle doğrulanamayan bir sürü önerme vardır. Söz gelişi ahlak önermelerinin büyük bir bölümünü, katı doğrulama ilkesi ile doğrulamak mümkün değildir. Her dil biriminin, söz gelişi din dilinin ve ahlak dilinin kendilerine özgü bir mantığı, yani işlev görme biçimi vardır. Bu bakımdan “Tanrı dünyayı yarattı”, “Tanrı insanları sever” ve benzeri önermeleri emprik önermeler gibi kabul edip çözümlemeye başlarsak, daha işin başında iken çıkmaza düşeriz.
Sonuç
Gerek klasik teistik kanıtlara, yapılan hücumlar, gerekse teistik iddiaların kavramsal çözümlemelerinde öne sürülen itirazlar, genellikle inancın birtakım kanıtlamalarla ayakta durduğu görüşüne dayanmaktadırlar. 0 kadar ki, bazı iddialı ateistler, Tanrı’nın varlığına ilişkin derli toplu bir kanıtın bulunmayışını ateizm için yeterli görmektedirler. Nitekim Baron D’Holbach , “Tabiat Sistemi” adlı yazısında şöyle demekteydi;
Eğer Tanrı var olsaydı, bu derece akıl, bilgi hikmet sahibi varlık, kendisi hakkında bize akıl ve mantık dışı mucizelerle değil, daha doğrudan bilgi ulaştırırdı.11 Benim de şahsen dinleme fırsatı bulduğum bir BBC programında B. Russell’a şöyle bir soru yöneltilmişti: “Eğer öldükten sonra bir öteki dünya var da bu dünyada varlığına inanmadığımız Tanrı, “Bana niçin inanmadın ?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz ?” Russell’n soruya verdiği karşılık şu olmuştu: Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst bir kanıt göstermedin?
Gerek D’Holbach, gerekse Russell ve onlar gibi düşünen birçok kimse, Tanrı’nın varlığına ilişkin bir tür doğrulanabilir kanıt istemektedirler. Oysa böyle bir kanıt, inanmanın özüne ters düşer. Eğer Tanrı’nın varlığı, herhangi bir emprik ya da soyut objenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi dindeki anlamıyla inanma yok olurdu. İnanma, bilerek düşünerek inanma, bir özgürlük, bir seçim ve bir karar verme işidir. Görünmeyene inanmanın, dini deyimiyle “gayba iman”ın önemi ve değeri, buradan gelmektedir. Eğer Tanrı, varlığını önümde duran şu masanın varlığı gibi bana dıştan empoze ettirseydi, eski bir deyimle “Tanrı bi-la hicab Tecelli” etseydi, o zaman tek alternatif inanmak olurdu. Bu ise, insan özgürlüğünün sonu demektir.
Hele Tanrı’nın varlığı için emprik ya da akli bir kanıtın bulunmayışını ateizmin yeter nedeni saymak, son derece naiv bir tutum olur. “Suçun kanıtlanmaması, kişinin suçsuzluğunun bir kanıtıdır” hükmü, yalnız mahkemede, o da sadece bir hukuk ilkesi olarak geçerlidir. “Hukuk ilkesi olarak” diyoruz, çünkü suçu kanıtlanmamış bir sürü suçlu bulunabilir ortada. Aslında kanıt yetersizliği, teistten çok, ateistin işini zorlaştırmaktadır; çünkü bir şeyin var olmadığını kanıtlamak, var olduğunu kanıtlamaktan daha güçtür. ‘Söz gelişi, ıssız bir adaya giden bir kimse, birkaç ayak izine rastlamakla orada insanın yaşadığı ya da yaşamakta olduğu sonucuna varabilir. “Bu adada hiç kimse yaşamamıştır ve yaşamamaktadır” diyebilmek için, adanın her karış toprağının inceden inceye incelenmesi gerekir. Tanrı’nın varlığına ilişkin kanıtlar, kanaatimizce, teistin ortaya koymak istediği bazı “işaretler” ve “ipuçları”nın ötesinde fazla bir güç taşımamaktadır. 0, bu ipuçları yardımıyla bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşmakta veyahut bu yolla bir başka kanaldan edinmiş olduğu inancını pekiştirmektedir. Ateistin aynı çizgide yürüyerek “Tanrı yoktur” diyebilmesi için, tabiri yerinde ise bir “kozmik beyin”e sahip olması gerekir. Öte yandan eğer pozitivistlerin iddia ettiği gibi, “Tanrı vardır” önermesi anlamsız ise, “Tanrı yoktur” önermesi de aynı ölçüde ve aynı nedenlerden dolayı anlamsız demektir. Ateistin hücumları teisti inancından vazgeçirecek güçte değildir. Bu hücumlar olsa olsa onu “imancı” (fideist) bir noktaya götürür ki, fideizm, yani “inanıyorum ama kanıtlayamıyorum” görüşü psikolojik hiçbir rahatsızlığa neden olmayan bir durak noktası olabilir.
İnanan bir kimse, inancını destekleyecek bir kanıt bulamadığı için, inancından vazgeçmez. İnanmayan bir kimse de teıstık kanıtlar karşısında söyleyecek hiçbir şeyi bulunmasa da inanmayabilir. Ernest Nagel’in “Ateizmin Savunması’.’ (The Defence of Atheism) adlı yazısında da işaret ettiği gibi, ateistin, “inanıyorum ve isbat etme gereğini duymuyorum” diyen bir kimseye söyleyecek hiçbir şeyi bulunamaz. 18. Binbir şüphesi olmadığı için, binbir kanıt getirmeyi gereksiz gören “kömürcünün imanı” karşısında ateistin eli ve dili bağlıdır.
Özetle söyleyecek olursak, bu yazımızda ateizmi dört görüş açısından incelemeye çalıştık:
(1) Klasik teistik kanıtların eleştirisinden güç alan ateistik görüşler; (2) Bazı sosyolojik ve psikolojik teorilerden kaynaklanan görüşler; (3) Ahlaki bir ilgi ve endişeden kalkan görüşler. (4) Bir dizi kavram çözümlemelerinden kalkarak teistik iddiaların anlamsızlığını ortaya koymaya çalışan görüşler.
Unutmamak gerekir ki, bu görüşlerin büyük bir kısmı Batı hıristiyan teizmi geleneği içinde doğmuş ve gelişmiştir. Hıristiyan teizmindeki Baba-Oğul teriminin önemle yer aldığı Üçleme (Teslis) düşüncesiyle Freud’un ateizmi İsa’nın kişiliği üzerine kurulduğu öne sürülen hıristiyan ahlakının “bir de yüzünün öbür yanını çevir” anlayışı ve insanın günahkar olarak dünyaya geldiği görüşü ile Nietzche ve Camus’un “başkaldırı”sı; köleliği ve ırk ayırımını kaldırmanın, yoksulluktan yakınmanın, Tanrı’nın yaratma bilgeliğine ters düştüğünü kabul etmekle Feuerbach, Marx ve Engels’in iddiaları arasındaki ilişkiyi -görmek pek zor bir iş olmasa gerek. Başka türden bir teizm karşısında bütün bu eleştiriler güçlerinin önemli bir bölümünü yitirebilirler.
Eğer taklitten, günümüzde çok kullanılan bir deyimle “kültür emperyalizmi”nden kurtulmanın ve otantik bir kişilik ortaya koymanın bir anlam ve değeri varsa, o zaman “Tanrı öldü” yargısı karşısında herkesin şu üç soruya cevap bulması gerekir: Ölen hangi Tanrıdır? Kim öldürdü onu? Ve niçin öldürdü? Eğer ölen, günahın, ümitsizliğin, korku ve dehşetin kaynağı olan bir kavram ise, varsın ölsün. Eğer metafizik, yüzyıllar boyunca kurduğu bir yapıyı, kendi içinden gelen bir çözülme ve nihilizm ile bugün yıkılıyorsa, varsın yıksın. Ama eğer öldürülmek istenen, Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın ortaklaşa kullandıkları bir ifadeyle “İbrahim’in ve İshak’ın Rabbi” ise, buna insanlığın gücü yetmeyecektir.
1-Bk. E. Gilson, God and Philosophy, Yak University Press, 1941, c. 63 vd.
2-P. Tillich, Shaking of the Foundations, New York, 1948, s. 63 vd.
3-Krş., Sidney Hook, The Atheism of Paul Tillich, Religious Experience and Truth, New York U.P., 1961, s. 59.
4-A. Flew, The Presumption of Atheism, New York, 1976,.. 59 vd.
5-Baille, The Sense of the Presence of God, Oxford, 1939, s. 4 vd. Ayrıca bk. aynı yazarın,
Our Knowledge of God, Orford, 946, s. 2.
6-J.A. T. Robinson, The New Reformation. London, 1965, s. 117-8.
7-Encyclopedia of Re!igion and Eghcs (Hasting) “Theism” maddesi.
8-D. Hurne, Diologues Concerning Natural Religion, Ed. N. K. Smith, New York, 1947, s.198.
9-Sınırlı bir Tanrı kavramından hareket ederek “kötülük problemi”ni çözmeye gayret edenlerin görüşleri için bk. E.H.Madden, “Evil and the Concept of a Limited God”. Phisophical Studies, 18, 1967, 65-70.
10-E. Durkheim, The Elementary Forms of Religious Life, London, 1915; Sosyolojik görüşün eleştirisi için bk. J. Hick, Philosophy of Religion, New Jersy, 1965, s. 31 vd.
11-Freud, bu görüşlerine, Totem ve Tabu, Bir Yanılmanın Geleceği, Musa ve Monoteizm gibi eserlerinde geniş yer verir. Onun görüşlerinin derli toplu bir eleştirisi için bk. R.S. Lee, Freud and Christianity, London, 1948. özellikle Dokuzuncu Bölüm; ayrıca bk. E. Fromm, Psychoanolyasis and Religion, Yale, U.P., 1950, s. 21 vd.
12-Feuerbach’ın görüşleri için bk. P. Masterson, Atheism a d Alineation, (Plican Books)
13-The Porzable Nietzsche, ed. W.Kaufmann, New York, 1954, s. 95.
14-A. Camuse, The Myth of Sisyphus, İng. çev. J.0. Brien, London, 1955, s. 99.
15-J.N. Findley, “Can God’s Existence Be Diepoved”, New Essays in Philosophicol Theolgoy, ed. A. Flee ve A. Mac Intyre, London, 1955, s. 47-56
16-A. Flew, “Theology ad Fa1sification”,New Essays in Philosophical Theology, . 98.
17-Eneyclopedia of Religion and Ethics, “Theism” maddesi.
18-E. Nagel. “The Defence of Atheism”, A. Introduction to Philosophy, (ed. P. Edward ve A. Pop. New York, 1965), eserin içinde.
( Pr. Mehmet AYDIN, Ankara Ünv. İlahiyat Fak.C.XXIV 1981)
Soru- cevap: Merhaba, sizden bir konuda yardim rica edebilir miyim? Benim ateist bir arkadasim var. Cok hümanist cok iyi niyetli ama Allah’i inkar ettikten sonra bunun bir onemi var mi ki! Sanki ona dogru bir bilgi ile yaklasilsa ikna olacakmis gibi hissediyorum ve onu ateizimden kurtarmak istiyorum. Sizce bu konuda nasil bir yol izlemeliyim. Simdiden Allah sizden razi olsun.
Öncelikle – şahsen – hiç bir insanın ateist olabileceğini düşünmüyoruz. Klasik örnektir, uçak düşene dek ateizm… Gelelim arkadaşınıza: 1- Allah’ın varlığının o kadar delili varken ( www.islamicevaplar.com/allah-var-mi-allahin-cc-varliginin-delilleri-nelerdir.html ) 2- Bir akvaryum düşünelim, yemi suyu temizliği ile ilgilenen biri var iken akvaryumdaki canlının kendisi ile ilgilenen kişiyi reddetmesi ne kadar “hümanizm” ile açıklanabilir? yaratılana sevgi var ama “yoktan” var edene, her şeyi en mükemmel denge ile yaratana ise “sevgi” yok! çelişki değil mi sizce? 3- Arkadaşınızın hümanist olduğunu iddia ettiniz. tanımıyor genel yorum yapıyoruz: acaba reklam, hava basma, çevre edinme için bunları yapıyor olamaz mı? “Allah rızası ” dışındaki her şey bir amaç için yapılır .Tek başına insan sevgisi, insanlık adına gibi kavramların güdüleyici olduğunu – şahsen – düşünmüyorum! Asıl amacı hümanizmden ne, ideolojik-şahsi vb …? 4- İslam dışında hümanist hangi din- dünya görüşü var ki Suna hanım? İslami emirler ve hümanizm konusuna bakılabilir (www.islamicevaplar.com/islami-emir-yasaklar-ve-humanizm.html ) klasik itirazlar gelecektir: kadın hakları, el kesme, dogma… Zaten bunlara cevap için sitemiz açıldı! Ama buda bize ders olsun, Sitemize “hümanizm, batı düşünce tarzında kadın” gibi konuları da sitemize ekleyeceğiz inşallah. son not, hidayet Allah’tandır: kul isteyecek ki Allah ta versin. bizler sadece aracı olabiliriz, asıl mesele kul ile yaratıcının arasındaki bağla alakalı. selam ile, Muhammed EHAD
gereksiz kötülük probleminde;hasta bebekler ,sakat doğan çocuklar ,masum insanların kötü hastalıklar ile ölmesi ve hayvanların acı çeken bir varlık olarak yaratılması ve hayvanların birbirine verdiği zararlar vb bunlar güçlü bir argüman bence artı belki siz çok da iyi bir insan olmadığına inanmasanız da atıyorum günah işlemesi kötülük yapması bir mümin ile hemen hemen aynı olan bir kişi Tanrı ya inanmadığı için sonsuz cehennem ateşi ile cezalandırılırken diğeri sadece günahların bedelini ödeyip cennete giriyor ben burada da gereksiz bir kötülük görüyorum yani Tanrının ona inanmayanları sonsuz cehennem ateşinde yakması da bir işkence yöntemi ?
CEVABIMIZ:
Sevgi Hanım,
Hayatı sadece bu dünya hayatı ile sınırlı sayınca, bu ön kabul ile hareket edince belki sizin ulaştığınız sonuca ulaşabilirdik ama biz hayatı hem dünya hem ahiret, birbirini takip eden halkalar bütünü olarak kabul ettiğimizde, ‘imtihan dünyası’ ( İnsan,2;Mülk,2;Enbiya,35;Kehf,7; Ankebut, 2-3) olarak seçilen bu mekanı cennet ile aynileştirmeye çalışmadığımızda biz başka sonuçlara ulaşıyoruz, doğal olarak!
Bu dünyada imtihandan geçmeyen kimse yoktur; mal, can, sağlık, aile gibi (Bakara,155,214;Muhammed,31;Ali İmran,186) etkenler başlıca faktörlerdir ve ‘Sabredip, iyilik yapmaya devam edenler’ ( Hud,11) cennet ile müjdelenmiştir.
Hayvanlara gelince, siz hiç açlıktan kemikleri çıkmış kedi yavrusuna dönen aslan yavrularını gördünüz mü? Emin olun açlıktan yürürken titreyen o kemik yığınını görünce, anne aslan bir ceylan yakalasada öldürse diye dua edersiniz! Doğa denge üzerine kurulmuştur ve hayvan ve bitkilerin hatta cansız (güneş, nehir, yağmur…) hepsinin bir görevi vardır, görevini ifa eder ve hayatı biter. Kelebek etkisini duymuşsunuzdur, hiç bir şey boşuna yaratılmamıştır, Allah’ın varlığının ispatı adlı yazımızda bu konulara örnekler vardır.
İman konusuna gelince, .. başta gelen şart, İmandır! Çünkü saf iyiliğin kaynağı O’na iman etmektir! Yoksa bunun dışında yapılan iyilikler; Reklam yapmak için, desinler diye veya kanunların zorlaması ile olmadığı nerden malum!
Rabbim kendi rızası için yapılacak – yine insanlara dönük – iyiliklere kendine yapılmış gibi karşılık vereceğini buyuruyor, o kadar iyi olan ya Onu neden reddetmekte olsun ki?!
‘İmtihan dünyası, dinsiz ahlak olur mu?, Kader’ başlıklı yazılarımızın bu sorularınızı anlamlandırmada yardımcı olacağını düşünüyorum.
Not: Hem inanmadığı tanrının cennetine girememekten şikayetçi olmak hem/veya inandığını iddia edip inanmayanların hakkını savunmak yerine, iyi olduğu iddia edilen insanlara hak olanı ulaştırmaya çalışsak daha iyi olmaz mı sizce?!
selam ile