Müslümanların iç meseleleri
Hayrettin Karaman hoca, “Muhammed el-Gazzali, İslam dünyasındaki yozlaşmanın başlıca sebeplerini ‘mezhep kavgaları, siyasi bunalımlar, yöneticilerin ihmal, gaflet ve Batı taklitçiliği, ilim adamlarının faydasız tartışmalarla vakit geçirip gereken ictihadı yapmamaları, Müslümanlar arasındaki çıkar çatışmaları, toplumun Batı hayat tarzına yönelmesi, ilim ve teknik bakımından geri kalması’ gibi hususlarda görür. Mısır’a İslam vatanının bir parçası olarak bakarken modern dönemde kin, düşmanlık ve ırkçılık üzerine kurulan milliyetçilik anlayışını reddeder. İslam’ın diğer dinler ve Batı’dan gelen sosyalist, komünist vb. ideolojiler önünde üstünlüğünü savunur; bu tür ideolojilerden Müslüman milletlerin korunması ve kurtarılması yönünde irşad faaliyetlerini sürdürmenin zaruretini vurgular.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 7.4.2019) derken aslında İslam ümmetinin önündeki sorunları ve çözüm önerilerini de sıralamaktadır. “Haçlıların Filistin’de geçici bir zafer elde etmesini mümkün kılmış olan ümmet arasındaki rekabet ve ihtilaf, şimdi de tam bir boyun eğişin gerçekleşmesine neden olmuş bulunmaktadır.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 43)
Dinden kaynaklanmayan, aksine dinin özünün iyi kavranamamasından ortaya çıkan günümüz Müslümanlarının problemlerini özetle şöyle sıralayabiliriz: Irkçılık; Mezhep, cemaat taassubu; Cehalet, bilgisizlik; Okumama; Kavram kargaşası (Mü’min, tevhid, rab, ilah, adalet gibi kavramların özümsenememesi)
Irkçılık
Ne yazık ki, günümüzde, “Irkçılık etkisiyle Müslümanlar asıl düşmanlarını bırakıp birbirleri ile uğraşmaya başladılar. Batılılar kendi aralarındaki Berlin duvarını yıkarken; Müslümanlar arasında Çin seddi inşa ettiler. Avrupa Birliği, Amerika ise devletlerin birleşimi ile büyürken, biz Müslümanları küçük parçalara ayırdılar.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. IX) “Amaçları, ümmetin çocukları arasında ırkçılığı yayıp onları parçalamak ve benliklerinde aşağılık duygusunu yaratmaktır.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 28) “Mezhebî fanatizmi, ırkçılık ve ayrılıkları canlandırmaya çalışmak, oryantalizmin hedeflerindendir.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 39, 40)
Halbuki, her şeyden önce “Müslümanlarda ırk saplantısı yoktur.” (Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi, s. 48) Muhacirler Medine’ye hicret ettiklerinde tamamıyla yeni kardeşlerine bağımlı halde bulunuyorlardı. Arapların kabileciliği göz önünde tutulduğunda, tamamıyla yabancı kişileri kardeş kabul edip ailelerine katmanları ve bunun bir kırgınlığa da neden olmaması bir mucize olarak tanımlanabilir. Dini inancın dönüştürme gücü bundan daha net bir şekilde çok ender olarak gözler önüne serilmiştir. (Eaton, s. 219) Son zamanlarda şeriata bile karşı çıkan bir reaksiyon ortaya çıkmış bulunuyor. Burada da aşırı uçlar bulunmaktadır. Bir yanda hepsini ‘köhnemiş’ diyerek reddeden modernistler, diğer yanda ise rahatlıkla aşırı tutucular olarak tanımlanabilecek kişiler bulunmaktadır. Şeriat, herkese ait olan bir evrensel model içerisinde insanın fıtratına ve ihtiyaçlarına uygun olan birçok seçenekleri sunar. (Eaton, s. 323-324)
“İslam gelince, İslam’a düşman olan akrabalar ile bağlarını kesen Araplar, Ensar’la kardeş; Bizanslı süheyb, Habeşli Bilal ve İranlı Selman ile akraba olmuşlardı.” (Kutup, Yoldaki işaretler, s. 177)
İslam’a dahil olan fertlerin her biri esasen en büyükten en küçüğe kadar aynı hakka sahip olur ve aynı vazife ile mükellef bulunur. (Theodor Nöldeke, Sketches from Eastern History, s.13) Hindu, İslam’a dahil olunca, onu kardeşlerinden biri sayarlar. Buna nispette Avrupalıların eşitlik hakkındaki görüşleri, ‘keenlemyekün’ sanki ‘hiç yokmuş’ hükmünde kalır. (Meredith Townsend, Asia and Europe, s. 55)
Irk kavramını kabul eden (Hucurat, 13) İslam, ırkçılığı ise yasaklamıştır! Irklar, insanların tanışma vesilesi olması için var edilmişlerdir. Yoksa, içinde doğacağımız ırkımızı seçme hürriyetimiz bulunmazken, onu bir üstünlük vesilesi kılmayı İslam kesinlikle onaylamaz! Bu mihvalde “Ayet farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyonu ve hikmetini onaylıyor; ancak farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın ‘üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını’ reddediyor; insanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile ‘elde etmediği’ etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor. Ayetteki ‘etka’ kelimesinin içerdiği ‘takva’ kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinme ve bunların zıtlarından titizlikle kaçınma ve sakınmayı (Araf, 26) ifade etmektedir.” (Diyanet, Kur’an Yolu, V/97)
Her birimizin birer ırkı vardır, ırkının İslam’a yaptığı hizmetler ile mutlu olur, atasını bu nedenle sever “Ancak kişi, zulmeden, haksızlık yapan birine, sırf kendi soyundan, milletinden olduğu için sahip çıkar ve destek olursa onun yaptığı ırkçılıktır.” (Buhari, Edebü’l-Müfred, 143) İslam’a göre “Kim İslam cemaati dışında taraf tutar, tarafı için çatışır, ırkçılık yapar ve ırkçılık yapmayanlar için kızarsa, o kimse cahiliye ölümü üzere ölmüş olur.” (Nesai, Muharebe, 28)
İslam inananları din kardeşi ilan ederken (Hucurat, 10; Buhârî, Mezâlim, 3) tüm insanların ise Hz. Adem’den (Nisa, 1; Müsned, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb, 120, 5116) fıtratta kardeş kabul etmiştir. İnsanlar arası üstünlük soy, sop, kendi seçimimiz olmadan doğduğumuz ırkımız, gelir seviyemiz vb şeyler ile değil, sadece Allah’a iteatte ile ölçülmüştür. “Kur’an’da takva, ‘maddi bir tehlikeden değil, manevi azabdan ve insanı bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak’ demektir.” (H. Mehmet Sotaldı, Kur’an semantigi açısından takva, FÜİFD, 1975, sayı: 1, s. 41) Allah’a iteatte ileri gidenler, ne kibir, ne kötülük, ne taassup içinde olan, kula kulluk etmeden sadece Allah’a kul olan kimselerdir.
“Allah’ın delilerinden biri de, insanların renklerinin farklı olmasıdır. (Rum, 22) Kur’an renk farklılıklarını Allah’ın yaratmasındaki bir ‘çeşitlilik’ olarak tanıtmış ve bunun üzerinden üstünlük iddialarını reddetmiştir.” (Caner Taslaman, Neden Müslüman’ım? s. 289)
Ayet ve hadislerin ışığında ırkçılık
“Ey insanlar! Muhakkak ki biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, ‘tanışıp kaynaşasınız.’ Allah katında en üstününüz ‘en takva’ sahibi (Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkup, O’nun yasaklarından şiddetle kaçınmış) olanınızdır.” (Hucurat, 13)
“Hud suresinin 45-47. ayetleri bizi biyolojik-etnik bağın iman bağının önüne geçmesinin bir çeşit bilgisizlik olduğunu söyleyerek, bizi ırkçılığa karşı uyarmaktadır.” (Prof. Hasan Ayık, Ahlak sorunumuz, s. 82) Tüm insanların fıtratta kardeşliğini ilan eden İslam, sıra din kardeşliğine gelince, iman sahibi olmayan akrabaları ‘aileden’ kabul etmez. (Hud, 46, Tevbe, 23, Mücadele, 22) Onlar din değil, fıtrat kardeşimizdirler ve insanlık ortak paydasında bir arada yaşama kültürü ile onlarla kardeşçe yaşamaya devam edilmelidir.
İslam’a göre, uluslar büyük insanlık ailesinin bireyleri gibidirler ve tek bir ümmet, tek bir milleti oluştururlar. Bu ümmet ya dinde ya fıtratta olur: “Ancak müminler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını düzeltin.” (Hucurat,10) Ayet, kan bağı dışında bir de din kardeşliği kavramını gündeme getirmektedir. Bunun dışında “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandı.” (Hanbel, Müsned, 2/524; Tirmizi, Menakıb, 74; Ebû Dâvud, Edeb, 120, 5116; Buhari, E. Müfred, 309) hadisi insanlığı fıtratta -doğuştan- kardeş ilan etmektedir ki, ırkçılığın Alman-İtalyan versiyonunun dünya savaşına neden olan sonuçlarını düşününce, bu soruna en iyi cevabı İslam’ın ortaya koyduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz. Yine peygamberimiz, “Hepiniz Adem’in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar, babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler.” (Tirmizi Tefsir sure, 49); “Sizin bu nesepleriniz size başkalarına hakaret etme hakkı vermez. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Bir ölçek içindeki buğday taneleri gibi birbirinize eşitsiniz. Hiç kimsenin başkasına dindarlık ve salih amel dışında bir üstünlüğü söz konusu değildir. Bir kimsenin kötü olması için fena huylu ve kötü sözlü, cimri ve korkak olması yeter.” (Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV/158) buyurarak ırkçılığı yasaklamıştır.
Ayrıca efendimiz, “Asabiyet davasına kalkışan bizden değildir. Asabiyet uğruna savaşan ve bu uğurda ölen de bizden değildir.” (Müslim, Sahih, İmâre 13 (II/1476); İbn Mâce, Sünen, Fiten 7 (II/ 1302); Ebû Dâvûd, Sünen, Edeb 111 (V/342); Nesâî, Sünen, Tahrîmu’d-dem 28 (VII/123); “Kim kendini kafir olan atalarından dokuzuna nispet ederek izzet ve şeref sahibi olmayı isterse (bilsin ki) onların onuncusu olarak cehenneme girecektir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 134); “Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: “Kadercilik, ırkçılık ve dini meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemüs Sağir, 158); “Kim hevasına uyarak batıl yolda savaşır, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve öfkeye kapılırsa cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mace, Fiten, 7) ve “Allah cahiliyetten kalma bir duygu olan babalar ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. Bu atalar ister mü’min ve muttaki ister facir ve günahkar olsun farketmez. Siz Adem’in neslindensiniz ve Adem de topraktan yaratılmıştır. Sizden kavimlerle övünen bir kimse olmasın (kavimlerinizle övünmeyesiniz). Atalarla övünenler cehennem kömürlerinden bir kömürdürler. Onların bu hali Allah nazarında, burnuyla pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha kötüdür. ” (Ebû Dâvud, Edeb, 112) buyurarak, asabiyetin/ırkçılığın İslam’la asla bağdaşamayacağının altını çizmiştir.
Bir ırkçı Arap (Kays bin Mutata); Evs ile Hazrec kabilelerine mensup Arapların başka ırktan insanlarla oturup kardeşçe sohbet ettiklerini görünce öfkelenerek şöyle der: “Evs ile Hazrec Peygamber’e hizmet eden Araplardandır. Ama şu Habeşli Bilal, şu Rum memleketinden gelme Suheyb, şu da Farslı Selman. Bunlar Arap değiller ki? Nasıl oluyor da Arap olmayan bu yabancılar Araplarla eşit şekilde oturup sohbete kabul ediliyorlar? Bunlar bu eşitliği nereden kazandılar?” Muaz bin Cebel, bu beklenmedik değerlendirme üzerine oturduğu yerden kalkarak adamın yakasını tutar ve şöyle der: “Seni Rasulullah’ın huzuruna götüreceğim, bu söylediklerinin İslam’daki yerini soracağım. İslam’da böyle bir ırkı yüceltip ötekini aşağılamak var mı göreceğiz.” Hz. Muaz, adamı alıp doğruca Peygamberimiz’in mescidine götürür ve bulduğu ilk fırsatta da hemen sorusunu şöyle sorar: “Ya Rasûlullah, bu ırkçı Kays için ne buyurursunuz? Biz Araplar oturmuş Arap olmayan kardeşlerimizle tatlı sohbetler yapıyorduk. Gelip aramıza ırkçılık fitnesi soktu. Arapların üstün ırk olduğunu ileri sürdü. İranlı Selman’ı, Rum’dan gelen Suheyb’i, Habeşistan asıllı Bilal’i aşağı ırktan kabul ederek onların Araplarla eşit şekilde sohbete layık olmadıklarını iddia etti. Gerçekten de öteki ırklar aşağı, Araplar üstün ırk mı? Bizimle eşit şekilde oturup da sohbet edemezler mi?” Bu değerlendirmeyi dinleyen Rasulullah (sav)’ın yüzünde derin bir üzüntü meydana geldiği görüldü ve ırklar arasında ayrım yapan insanlara şöyle uyarıda bulundu: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir! Babanız, ananız da birdir! Araplık ne babanızda vardır, ne de ananızda. O sadece sizin verdiğiniz isimden ibaret bir tanımdır. Arap’ın Arap olmayanlardan üstünlüğü yoktur. Üstünlük, Allah’a iman ve itaattedir. Allah’a iman ve itaat edenler, hep birlikte üstündürler. Bunu herkes böyle bilmeli, aranıza ırka dayalı üstünlük ayrımcılığı sokmamalısınız!” Bu durumda ne yapacağını bilmeyen Muaz bin Cebel sorma gereği duyar: “Ya Rasûlullah, öyle ise aramıza ırkçılık fitnesi sokmak isteyen bu adamı ne yapayım?” Efendimiz, bu soruya pek kullanmadığı ağır bir cümleyle cevap verir. “Da’hu ilennar!” Yani “Bırak o ırkçı adamı, cehenneme kadar yolu var!” (el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, XII, 47)
Bir gün, Şas İbn-i Kays ismindeki ihtiyar ve entrikacı bir Yahudi, bu iki kabilenin gençlerini bir sohbette gayet samimi bir muhabbet içinde görünce fevkalade rahatsız olur. Müslümanlar arasındaki bu ittifakın kendi varlıklarını tehlikeye düşüreceği endişesiyle bir Yahudi gencini yanına çağırır. İçindeki hıncı şöylece döktü: “Git, onların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden ve eski savaşlardan bahset. Her iki tarafın şairlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik damarlarını tahrik et.” Bu genç, ihtiyar Yahudi’nin şeytani planını aynen tatbik eder. Neticede gençler arasında gurur ve iftihar hislerinii depreştirir. Birbirlerine karşı öğünmeye başlarlar. Her iki tarafta kendi kavim ve aşiretinin üstünlük ve meziyetlerini sayıp dökerler. Bu hususta karşılıklı şiirler okurlar; derken iş çekişmeye kadar varır. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak karşılıklı ağır hakaretlerde bulunur ve birbirlerini harbe davet ederler. Bir anda kavmiyetçilik damarları kabarır, hissiyatlar alevlenir. Nihayet harbetmek üzere şehrin dışındaki Harre denilen mevkiye doğru yola çıkarlar. Ayrıca her iki tarafta kendi kabile mensuplarına haber salmıştır. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resul-i Ekrem Efendimiz, Muhacir ve Ensar’dan bir cemaat ile birlikte olay yerine yetişerek, oradakilere şöyle hitap ettiler: “Ey Müslümanlar! Ben sizin aranızda iken hala siz cahiliye davası mı güdüyorsunuz? Allahü Teâlâ Hazretleri sizi İslamiyet ile şereflendirdikten sonra, yine cahiliye devrine mi dönmek istiyorsunuz? Siz cahiliyet halinde iken Allahü Teala aranızı birleştirdi. Cahiliyet davası ile eski haliniz olan küfre mi dönmek istiyorsunuz? Allah’tan korkun, Allah’tan korkun!” (Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, I/236-237)
İslam kan bağının, akrabalığın, ilişkilerinin önemini asla inkar etmemiştir. Bunları kabul ederek bağların güçlendirilmesini, ilişkilerin geliştirilmesini öngörmüştür. Bu nedenle Kur’an’da mü’minler akrabalık bağlarının kesilmesi konusunda sakındırılırlar: “Allah’tan ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının” (Nisa, 1) Müminler, münafıklar örneğiyle böyle bir davranış ihtimaline karşı şiddetle uyarılır: “Demek iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Onlar Allah’ın lanetleyip sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir” (Muhammed, 22-23) Kur’an akrabaların gözetilmesi, onlara yardım edilmesi gerektiğini belirtir: “Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder” (Nahl, 90) “Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler.” (Nur, 22) Akraba ziyaretleri, anne baba hakkı gibi birçok hüküm de, İslam’ın akraba kavramına verdiği önemi vurgular. Ama burada dikkat edilmesi gereken, insanlar arasında bu kan bağının üstünlük aracı kılınmaması, insanı İslam’ın emir-yasaklarının dışına çıkarmada vasıta yapılmamasıdır. Hatta, Müslüman olmasa bile anne babaya “gereken hürmeti gösterilmeli.” (Buharî, Hibe 28, Edeb 8; Müslim, Zekat 50 (1003); Ebu Davud, Zekat, 34) ve onlarla “İyi geçinilmelidir.” (Lokman, 15)
Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari, bir anlık öfkeyle arkadaşı Bilal el-Habeşi’ye: “Kara kadının oğlu” diye hitap eder. Hz. Peygamber bunu duyunca, “Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hala cahiliye ahlakı var” diyerek ikazda bulunur. Yaptıklarına son derece üzülen ve pişman olan Ebu Zer, yanağını yere koyarak, “Bilal ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım” der ve özür diler. (Buhari, İman, 22)
“Milliyetçilik, kabile/boy asabiyetinin gelişmiş bir şeklidir. Sosyalizm kabilecilik yerine ekonomik sınıfları koyar.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 75, 76)
Resul-i Ekrem’in Mescidinde Sahabeden bir grup, bir halka yapmışlar oturmuşlardı. Aralarında sohbet ediyorlardı. İçlerinden Sa’d bin Ebi Vakkas, etrafındaki arkadaşlarına, “soyun-sopun nedir, sülalen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” diye sormaya başlar. Soruya cevap olarak her birisi kendi soyunu-sopunu anlaır. Birisi de der ki: “Ben Temim kabilesindenim, falan oğlu falanım. Benim kabilem şöyle şerefli bir kabile.” Sonra bir başkası söz alır; “Ben Evs kabilesindenim, falan oğlu falanım.” Bir başkası, ben Mudar Kabilesindenim, falan oğlu falanım. Dedemin dedesi şu, onun dedesi şu, diyerek soyunu anlatmaya devam eder. Bir başkası ben Kureyş Kabilesindenim, “insanların en şereflisi, der. Ve bu arada Sa’d bin Ebu Vakkas, Selmanı Farisi’ye döner ve ona şöyle sorar: Ya Selman, Ya senin soyun sopun ne, senin ırkın ne, senin ataların kimler?” Hazreti Selman ayağa kalkar ve bütün Müslümanlara ders olacak şu cevabı verir: “Ben de ‘İslam oğlu Selman’ım. Ben dalaletteydim, Allah beni Muhammed Mustafa ile hidayete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni Muhammed Mustafa ile zenginleştirdi. Ben köleydim, Allah beni Muhammed Mustafa ile özgürlüğüme kavuşturdu.” Bu arada konudan haberdar olan Hz. Ömer gelir ve tüm insanlığa şu mesajı verir: “Kureyş’in çok iyi bildiği üzere babam Hattab, Cahiliye Dönemi’nin en seçkin insanlarından biriydi. Ama artık beni, babamın adıyla anmayın. Çünkü ben de ‘İslam’ın oğlu Selman’ın kardeşi İslam’ın oğlu Ömer’im.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, III/336; Beyhaki, Şuabu’l-İman, IV/286-287)
Bizler din kardeşiyiz, birbirimizi ırk üzerinden (Türk, Arap, Kürt, Çerkes vs.) küçük göremez: “Müslümanın, Müslüman kardeşini küçük görmesi şer olarak ona yeter.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 18) hadisini aklımızdan çıkarmayız! Unutmamalıyız ki, “Bir kişi iyilikte kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe mükemmel bir şekilde iman etmiş olmaz.” (İbn Hanbel, III/206) Efendimiz şöyle buyurmuşur: “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz! Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, sıkıntı anında onu kendi haline terk etmez. Ona yalan söyleyip aldatmaz. Onu küçük görmez. (Üç defa göğsüne vurarak) Takva işte buradadır. Bir kimse Müslüman kardeşine hor baktı mı, işte şerrin bu kadarı ona yeter de artar bile. Müslüman’ın her şeyi; canı, malı, ırzı Müslüman’a haramdır.” (Buhârî, Sahih, Edeb, 57, 58; Müslim, Terc. 10/6446)
Aliya İzzetbegoviç’in “Kabile ve ulusun dar sınırlarından kurtulmak için kendinizi Müslüman olarak düşünmeye başlayın.” (Genç Dergisi, 57.Sayı – Haziran 2011) sözü doğrultusunda hayata bakmalı ve asla unutmamalıyız ki, “Dini bağlılık, milliyet’ten daha aslidir, esastır. Almanlar, İtalyanlar ve İngilizler Amerika’ya göç etmekle artık Birleşik Devletleri’nin vatandaşı olmuş ve milliyetlerini kaybetmişlerdir. Fakat Yahudiler Yahudi olarak, Katolikler katolik olarak ve Müslümanlar da Müslüman olarak kalmaya devam etmişlerdir.” (Jack goody, Avrupa’da İslam damgası, s. 165) İslam’dan uzaklaşan Türk asıllı Bulgar ve Macarların özlerini ne kadar kaybettikleri de ortadadır. “İslam’da aile ve kan bağının yerini din kardeşliği almıştır.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 65) “İslam’la kan kardeşliğine dayalı kabile anlayışı zayıflamış ve kabile yapısı çözülmekle beraber, birbiri ile kan davası güden kabileler İslam ümmeti adı altında birleşmiş ve bu birlik büyüdükçe küçük kabilelerin katılımı artmıştır.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 66)
Zaten dinsiz Türk, Türk’e de düşmandır! “Türk halkının %/60’ı aptal” diyen Aziz Nesin’in bu sözünün aslı için oğlu Ali Nesin: “Babam bu rakamı, yüzde 60’ı, aslında ‘Türk halkını sevdiği’ için indirim yaptığını, asıl rakamın yüzde 93 olduğunu söylemişti bana.” (09 Şubat 2015) demektedir. “Damarlarımda bir damla Türk kanı yok” (Oda TV, 3.11.2018; https://www.youtube.com/watch?v=zQTOXxOsh2g) diyen Ateist Prof. Dr. Celal Şengör’de ”En cahil Türkler, Müslüman Türklerdir” (04.12.2019) diyerek, ateist Nesin ile aynı noktada buluşmaktadır.
Malazgirt’te Kürtler, Çanakkale’de Araplar, Kurtuluş Savaşı’nda Hintli Müslümanlardan destek alan ülkemiz, ümmet şuuru ile inşallah yeniden şahlanacaktır! -Konuyu tamamlayan yazımıza “Araplar bizi arkadan mı vurdu?” başlıklı yazımızdan ulaşılabilir.-
Mezhep
İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an ve sahih hadislerin ulema tarafında yorumlanmaları ile güncel meselelere verdikleri cevapların bir bütününü olan mezhepler, tarih boyunca ümmetin sorunlarına çözümler üretmiş temek kurumlarımızdırlar.
Sağlığında kendisine sorulan sorulara vahiy destekli cevaplar veren efendimizin vefatından sonra, İslam ümmetinin karşılaştığı sorunlara cevap veren alimler, kendi çevrelerine insanları toplayarak mezhepleri kurmamışlar, aksine zamanla insanlar o büyük alimlerin etrafında kendiliğinden toplanarak mezhepleri oluşturmuşlardır.
Mezheplerde cemaatler gibi, tek başlarına asla İslam’ı temsil edemezler. İnsan doğası gereği farklı anlayışların da ortaya çıkması gayet doğaldır. Normal olmayan, ‘yorumlardan oluşan’ bu kurumların ‘hakikatin tek temsilcileri’ olarak kendilerini görme eğiliminde olma iddiasında bulunmalarıdır. Bu da doğal olarak, farklı mezhepten olanları dışlama hatta tekfire kadar insanları götürebilmektedir.
Mezhep gerekli, lüzumlu ve hatta zorunludur. Bu konu ‘Mezhep’ başlıklı yazımızda ele alınmıştır. Ümmet için kolaylık olan bu kurumların ümmetin başına bela edilmemesi için unutmamamız gereken tek kural, ‘mezhepli olup mezhepçi olunmaması’ ve başka mezhepten olan kardeşlerimizi dışlamamamız gerektiğidir. “Tarihte kalmış (Şiilik, sunilik gibi) sorunlar şayet günümüze taşınırsa, Müslümanların birliği ve kardeşliği bundan büyük zarar görecektir. Bizi birleştirecek sadece asgari müştereklerimiz değil, aksine azami müştereklerimiz vardır.” (Modern çağın inanç sorunları, Diyanet Yayınları, Heyet, s. 21)
Tekfirciliği İslam anlayışlarının merkezine oturtanların hatalarına bir örnek verelim. Kur’an’da, “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” diye başlayan 3 ayet vardır. Bunlar: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide, 44); “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mâide, 45); “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Mâide, 47) Tekfirciler, ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen herkesi’ kafir ilan ederler. Halbuki;
Taberi, Camiu’l-Beyan adlı tefsirinde, İbni Abbas’ın bu ayetleri şöyle açıkladığını aktarır: “Kasten/bilerek inkar ederek Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen kimseler kafirlerdir. (Allah’ın hükümlerini) kabul ettiği halde onunla hükmetmezse zalim veya fasık olur.” (Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI/276; Zemahşerî, el-Keşşâf, I/637-638; Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menâr, VI/349) Kısaca:
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler; İman eder ama hükmetmeye gücü yetmiyor veya korkuyor ise; fasıktır. İman eder, gücü de yeter ama yapmayan/uygulamayan; zalimdir. İnkar eden dolayısı ile onlarla hükmetmeyenlerde; kafirdirler.
Harici mantığı taşıyan tekfirci seleficileri hatırlayalım, tekfirciliğinizin zararını sadece Müslümanlar çekiyor! Siz “uyarı” yapmıyor damgalayıp dışlıyorsunuz. Kur’an ayetlerini hiç kimsenin kendi yorumları ile özdeşleştirmeye hakkı yoktur! Bu konu aşağıda detaylı olarak ele alınacaktır.
Akıl – Nakil/Nas/ayet-hadis arasında olan çelişki meselesi
“Akıl ile nakil çelişince, akıl tercih edilir.” Gazali, F. Razi bu görüşü savunur ama aralarında fark vardır.
Akıl ve nakil ama hangi akıl ve hangi nakil? Aklın bir sıfatı olmalıdır. Tek başına akıl tercihi, sorunludur. Konuya, Kati (kesin) ve zanni (kesin olmayan) akıl-nakil kavramları ile yaklaşılmalıdır.
a- Akıl kati; nakil zanni ise: İttifakla kati aklın delili kabul edilir. Mesela, Allah’ın sıfatları. “Allahın benzeri yoktur.” ayeti de, nakli delille destek sağlar bu görüşe. ‘Yed, arş’ gibi ayetler subuti kati fakat, manaya delaletleri/işaretleri zanni olan ayetlerdir. Peki, bu durumlarda nakil ne yapılır? Nakil, sahih ise, ‘tevil’ edilir. Kelamcılar, tevil yapılan nakillerin, tek anlamı budur diye mutlak anlamda ısrar etmezlerken, mutezile ise bu konuda ısrar eder ve yaptıkları tev’illeri, yorumları, “tek anlam budur.” diye iddia eder ve bunda ısrar ederler. F. Razi de aklı, filozofculara en yakın kullanan kelamcıdır.
Razi, rivayet sahih ama tevil mümkün değilse, ‘Bilgisini Allah’a havale ederiz, en doğrusunu Allah bilir,’ der. Adem’in boyundan bahseden hadislerde (Buhari) İbni Hacer, ‘Tavakkuf’ eder, gerçeğin zamanla ortaya çıkacağına inanır. Bu gibi durumların, ‘kati akla aykırı olması söz konusu değildir; henüz bilim ve tarih bu konuyu deney ve tecrübe edememiştir.’ denilir.
b- Akıl zanni, nakil zanni ise: İkisinde zanni olunca, nakil tarafı tercih edilir. Ama dışarıdan başka deliller hangisini takviye ederse, orası da tercih edilebilir. Burada, içtihat kavramı da devreye girer.
c- Akıl kati, nakil de kati ise: İki kati çelişmez. Görünüşte bu sorun varsa, birinin yanlış anlaşıldığı sonucuna varılır.
d- Akıl zanni, nakil kati ise: Kati nakil delil kabul edilir. Mesela, ‘tümden gelim, kıyas’ gibi metotlar zannidir. ‘Duman var ise orada ateş var’ hükmü, bir kıyastır. Ama belki, orada ev çökmüştür, duman onun dumanıdır. Biri aç olduğunu söylese, söyleyene göre kesindir ama muhatabı bunu kabul etmek zorunda değildir. Mesela, sufilerin manevi tecrübeleri. Yaşayana kati, başkası için ise zannidir. Ama bu tecrübeler asla Kur’an ve sünnete aykırı olmamalıdır. Hırsızlık suçunda, ‘el kesme’ cezası: Ayete iki yönden bakılmalıdır: Ayet kati midir ve ayet evrenseldir midir? Sadece Kur’an delil kabul edilirse, ayet zannidir. Mesela, ‘hırsızlığın yolunu kesin’ şeklinde ayet anlaşılabilir. Katilik için ikinci aşama, uygulamadır. Uygulamada el kesilmiştir, dolayısı ile ayet (naklen) katidir. Aklen, el kesmek nedir? Aklen, hırsıza birçok ceza verilebilir. Batının, mümkün aklını zorunlu kabul edersek bu olabilir. Ama olması mümkün olan şeyler illa zorunlu olarak olmak zorunda değildir. Trafik kuralları zorunlu, işarette renklerin değişimi mümkündür. Bizim kati delilimiz ise, bu hüküm tarihte vardır ve uygulanmıştır. Mümkün olan, kati olana tercih edilmez. Mesela, “ok atma” hadisi; katidir ama evrensel değildir. El kesme ayetine dönersek; ayet mümkün değil; katidir. Ayrıca, evrensel midir? Evet, evrenseldir, uygulanabilir. Ayeti evrensel kılan ise, Kur’an’ın son kitap olmasıdır.
Nakil, öncelikli olarak evrenseldir, ama herhangi bir nasın tarihsel olduklarına dair bir delil varsa, o hüküm tarihsel olur. Usul’ü-fıkhın kuralıdır; bir nas öncelikli olarak hakimdir, uygulanır ama bir delil onu tarihsel kılarsa, o hüküm de tarihsel olur. Mesela, ‘Yaz’ ayeti. Hadislerde bazen yazı ile kayıtlar tutulmadığı şeklinde de nakiller vardır. Demek ki ayeti tarihsel kabul edebiliriz. Bir ‘beşer’ olarak Hz resulün yaptıkları da, buna örnektir.
Konuya ek olarak, “Bilim değişmez mi?” adlı yazıya bakılabilir.
Cemaatler
Yüce Yaradan her insanı farklı özellik ve karakterde yaratmıştır. Allah’ın gönül ehli olarak yarattığı insandan mücadeleci, pasif kişilikli birinden de organizatör olmaz. Aynı şekilde cemaatler de İslam’ın bir bölümü üzerinde uzmanlaşmış, İslam’ın bir bölümü üzerinde dini faaliyetlerini yoğunlaştıran kurumlardır. Aynı insan karakterleri gibi, cemaatler de farklı metot ve hareket noktalarından İslam’a hizmet ederler.
Cemaatler, bireysel olarak İslam’ı yaşamada problem yaşayanları güdüleme için olumlu bir rol üstlenmişlerdir. Ama temel sorun, cemaatı vasıtası ile İslam’ı yaşamaya başlayan kişiler zamanla cemaat ile İslam’ı özdeşleştirmekte, dolayısı ile İslam’a hizmet adına hareket eden bu gruplar zamanla, İslam’ın içine hapsedildiği kurumlar haline dönüşmektedir.
İslam’ı öğrenme ve yaşamada kolaylık sağlayan cemaatler, İslam’ın ümmet şuurunun oluşmasında ise negatif rol oynayabilmekte, İslam ümmetinin merkezine her cemaat kendisini yerleştirip, ümmetin kendi çevresinde toplanmasını beklemektedirler. Halbuki kendileri İslam’a sadece bir açıdan hizmet etmekte iken, zamanla bu hizmet kolunun İslam’ın tamamını temsil ettiği gibi bir izlenim zihinlerde oluşabilmektedir. Bir cemaat, eğitim kurumları, diğeri İslam’ın ahlak boyutu, bir diğeri iman hakikatleri, diğeri Kur’an ve Arapça eğitim, bir diğeri toplumsal boyutunu önplana çıkarıp, bütünün bir parçası üzerinden hizmet görürken, bu hizmet alanının zamanla tamamı ile İslam’ı temsil edebileceği zannına kapılmak büyük hatalara neden olabilmektedir. İslam ise bu parçaların tümüdür. İslam; İman, ahlak, ibadet, sosyal hayat ile bir bütünlük arzeder ve her biri ayrı hizmet kolları olan bu yapılar da asla bütünü temsil edemezler!
Bu sorunun çözüm yolu ise cemaatlere mensup olan Müslümanların ‘cemaatli olup cemaatçi olmamalarından’ geçmektedir!
Cemaat ehli insanlar İslam dışı hayat yaşayanları cemaatlerine değil, İslam’a çağırmalıdırlar. Cemaatler, İslam’a açılan kapı vazifesi görmelidirler. Ne yazık ki birçok insan cemaat kapısından içeri girmekte ama aha da ileri gidip tümü ile İslam’ı öğrenmek yerine cemaati ile sınırlı bir yaşam tarzını sürdürmekte ve bu yaşam şeklinin İslam’ı her yönü ile kapsadığını zannedebilmektedirler. Halbuki her cemaatin artısı ve eksisi vardır. Çünkü her cemaat insanlardan teşekkül eder ve insanın olduğu yerde de mutlaka eksiklikler bulunur!
1- Her cemaatin, ismet sıfatına sahip olmayan önderleri vardır. İsmet -günahsız olma- sıfatı sadece peygamberlerde bulunur, dolayısı ile insan olan yerde “mutlaka” eksik, hata bulunur! Bu hataların zamanla ortaya çıkması hem doğaldır hem de kaçınılmazdır. Bu yanlışları kabullenmek ve çözüm yoluna girmek ne cemaate ve ne de İslam’a zarar verir. İnsan olan yerde her zaman noksanlık bulunur. Asıl sorun, olayın üstünü örtmeden hatayı telafi etmek yoluna gitmekle olmalıdır.
2- Yukarıda da belirttiğimiz gibi her cemaat İslam’a belli bir alandan hizmet etmektedir. İmani hakikatleri elde eden bir insan, ahlaki emirlerin uygulanmasını bir başka cemaatten öğrenebilir, Kur’an- Arapça eğitimini başka bir cemaatten alabilir, toplumsal alana yönelik emir-yasaklar konusunda farklı bir cemaatle hizmet edebilir. Hiç bir cemaat tüm bu alanların hepsinde uzmanlaşamadığı gibi, tek başına da tümü ile İslam’ı temsil edemez. Böyle bir iddiada bulunan kişi İslam’ı kendi cemaatine hapsetmiş olur ki, bu da İslam’ın doğru anlaşılmasına ve temsil edilmesine engel olur.
3- Cemaatini direk İslam ile özleştirme, zamanla kurtuluşa eren tek fırkanın kendi cemaati olduğu zannını insanlarda oluşturmaktadır. Hâlbuki içinde bulunduğu cemaat sadece bir yönü ile İslam’a hizmet etmektedir.
4- İslam’a hizmet noktasında cemaatlerin kendi metotları ve usülleri bulunmaktadır. Bazen bu farklı metotlar insanlar tarafından farklı bir din anlaşıyı gibi algılanmakta, kendileri ile aynı yolda yürümeyince -kendi metodu ile dine hizmet etmeyince -aynı hedefe kilitlenmiş farklı yoldaki kardeşini İslam dışı bir çizgide konumlandırabilmekte ve ötekeleştirme süreci zamanla tekfire kadar varabilmektedir.
Bir Müslüman bir cemaatten olabilir ama asla unutmamalıdır ki kendisi İslam ümmetinin bir parçasıdır ve ümmet birçok cemaatlerin bütününden oluşur.
İslami kuralların dışına çıkan cemaat kurallarına örnekler verelim: Tarikat ehli birine diyoruz ki, ‘biz de tesbihata katılalım’ verdiği cevap: olmaz! Neden? Önce adapları yapacaksın. Halbuki Kur’an “Allah’ı tesbih edin” diyor, ama Müslüman kısıtlama bu tesbihata kısıtlama getirebiliyor! Ayeti yapmak için Müslüman olmak yetmiyor bazen, ne yazık ki! Bir cemaat ehline diyoruz, ‘bak şurada İslami bir faaliyet var, hadi bir el atalım’, el-cevap: ‘Dur, önce bizimkilerden izin alayım.’ Pardon ama din mi cemaati kapsıyor yoksa cemaatin mi dini kapsıyor? Sonuç itibari ile dini yaşamaya ilk adımlara atmada pozitif, ama ümmet ruhunun oluşmasında ve İslam’ın kapsayıcı kurallarının benimsenip pratiğe aktarılmasında cemaatler olumsuz etki yapabilmektedir. Başka cemaatte bir yanlış görünce ona saldırıp, kendi cemaatlerinde İslam’a ters hatta şirk anlamına gelecek söylemler gözlenince bunları tevil ile savunmaya çalışmak ise, cemaat taassubunun en büyük göstergesidir.
Cemaatler ile sınırlandırılan İslam anlayışı İslam’a hizmet etmez aksine İslam’a en büyük zararı verir. Ama her cemaat İslam’ın sadece bir yönüne hizmet ettiğini bilir ve cemaatler, İslam’a giden yol vazifesini icra ederse, işte o zaman gerçek anlamda görevlerini de ifa etmiş olurlar. Cemaat ümmete açılan kapı ise İslam’a uygun ve ideal iken, cemaati ile İslamı sınırlandıran bakış açısı İslam’a daha doğrusu Müslümanlara büyük zarar verebilmektedir.
DİB eski başkanı Prof Mehmet Görmez, 6 Ocak 2017’de cemaat temsilcileri ile bir toplantı yapar ve cemaatlerden şu beş esasa özellikle dikkat etmelerini ister: Tekfir etmeyeceksin: Sadece kendini hak bilip, kendin gibi inanmayan, kendin gibi düşünmeyen ve kendin gibi yaşamayanları dinden çıkmakla suçlamayacaksın; Ötekileştirmeyeceksin: Kendin gibi inanmayanı ve yaşamayanı ötekileştirmeyeceksin, azınlığa düşürmeyeceksin; İslam’dan ayrılmayacaksın: İslam ilminden ayrılmayacaksın, İslam’ı kendine göre yorumlamayacaksın; Şahısçı olmayacaksın: Şahısları hakikatin yerine ikame edemezsiniz, baki/sonsuz hakikatleri fani/sonlu şahsiyetler üzerine bina edemezsiniz. Biz irademizi bir faniye teslim edemeyiz; Şiddete karşı duracaksın: Kim olursa olsun şiddete başvurduğu zaman, toplum olarak, millet olarak hepimizi karşısında bulmalıdır.
Tekfircilik
İslam dünyasını tehdit eden en önemli iki sorun, mezhepçilik ve etnik çatışmalardır. Bu çatışmalarda kullanılan ana enstrüman ise tekfirciliktir. Tekfir konusunun ciddi sonuçları vardır. Tekfircilerin İslam tarihindeki ilk görüntüsü, haricilerdir. Bedevilerden oluşan bu topluluk, İslami eğitimden mahrum kalmış kesimlerden oluşmaktaydı. Ameli/uygulamaları imanın bir parçası kabul ediyorlardı. Taassup ehli idiler ve dinin tek doğru yorumunun, kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Devamlı Müslümanları hedef almışlardı. Öncelikle iç sorunların halledilmesi gerektiğine inanıyorlardı. “Bizler ve Ötekiler” ayrımını bir araç olarak kullanıyorlardı. Kendi içlerinde devamlı bölünmüşlerdir. Bunun da sebebi, farklı harici grupların birbirini tekfir etmeleridir. Eski suçlu, macera arayan, ganimet peşinde koşanlar ve eğitim olarak toplumun düşük seviyesindeki kişilerinden oluşmaktaydılar. Dikkat edilirse tüm bu özellikler, günümüzdeki tekfirci selefici grupların da ortak özelliklerini oluşturmaktadır.
“Harici olmayan Müslümanlar bir tarafa, kendilerine katılmayan Haricileri de kafir.” (Eşari, Makalat, I/168, 170; Bağdadi, el-Fark, s. 60) ilan etmiştir bu zihniyet sahipleri.
Afgan cihad liderlerinden Abdullah Azzam, kendisini küfürle itham eden gençle sohbetini aktardıktan sonra aralarında geçen konuşmayı şöyle aktarır: ”Gel buraya arkadaş. Dinle beni; İmam Şafi ile İmam Ahmed bin Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafi tekfir etmemiş, İmam Ahmed ise tekfir etmiştir. Bunlar birbiriyle tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir” Fakat bu genç çok hararetli ve cüretkar olduğundan bana şu cevabı verdi: ”Şayet ben orda olsam, Şafi ile tartışsaydım Şafi de namaz kılmayanın kafir olmadığını söyleseydi, ben Şafi’yi tekfir ederdim.” Bende dedim ki :” La havle ve la kuvvete illa billah. Artık burada mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı.” (Abdullah Azzam, Cihad Dersleri, I/186-189)
İmam-ı Azam Ebu Hanife: “Sonra amel imandan başkadır. Çünkü çoğu zaman mü’minden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. Ancak “Amel kalktığı zaman iman da kalkar” denilmesi caiz değildir. Zira adetli iken bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz ibadeti kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekat yoktur denilir. Fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman, amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir.” (İmam-ı Azam Ebu Hanife- Fıkhı Ekber, s. 216; Molla Hüseyin b. İskender- El Vasiyye Şerhi, s. 205-206) Muhkem ayet-i kerimelerle ve mütevatir sünnetle sabit olan husus, tövbenin emredilmiş olduğudur. Eğer günah işleyenler (amelleri sebebiyle) imandan çıkmış olsalardı, onlara “tövbe etmeleri” değil, “tecdid-i iman etmeleri” emrolunurdu. İmam-ı Maturidi (rh.a): “Günah işleyenler; hükmü inkar etmedikleri müddetçe, günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus; şirk koşmak müstesna, büyük günahların tevbe ile bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimal’ daha evladır.” (İmam-ı Maturidi- Kitabu’t Tevhid, s. 329)
Tekfircilerin çıkmazları: İbn-i Teymiyye ve İbn-i kayyim el-Cevziyye, ‘Günahkar müminlerin küfre girdiklerini ama bu küfrün onları dinden çıkarmadığını’ açıklamak için, ‘küfr dune küfür’ veya ‘küfrün la yenkul ani’l-mille’ kavramlarını kullanmışlardır. Seleficiler, doğrudan kaynaklara dayandıkları iddia etseler de aslında çoğu kere, alimlerin görüşlerini, yorumlarını kendilerine delil olarak kullanmaktadırlar. İbni Abdülvehhab’ın şirk dediklerinin bir kısmını, sünni alimler şirk kabul etmemiştir! Abdulvehhab, ameli imandan bir cüz saymıştır. Ama ağabeyi Süleyman bin Abdülvehhab, kardeşinin aşırılıklarına karşı çıkmış ve ona reddiye bir eser bile kaleme almıştır. Günümüz selefilerinden Elbani, ‘Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyen herkes mutlak kafir değildir.’ derken, diğer bir selefi Makdisi’de, ‘cehalet bir özürdür, umumi tekfir sakıncalıdır, seçimlere katılanlar kafir değildir.’ demektedir. Selefici geçinen tekfirciler, kendi görüşlerine uymayan delilleri ya tevil etmekte ya da zayıf deliller olduklarını ileri sürüp reddetmektedirler. Makdisi, tıpkı Hariciler gibi, mürtet olduğunu kabul ettiği Müslüman yöneticilerle savaşmayı, diğer kafirlerle savaşmaktan daha öncelikli kabul etmektedir. Makdisi’nin tekfir ettiği kesimi ise, diğer bir selefi alim Elbani Müslüman kabul etmektedir!
Görüldüğü gibi tekfirci selefi anlayış arasında bir bütünlük yoktur!
Efendimizin bir hadisinde, ‘Müslüman kardeşine kafir diyen kimsenin sözü isabetli ise muhataba gideceği, değilse dönüp dolaşıp kendisine geri döneceği’ beyanı tekfir konusunda son derece titiz davranılması gerektiğini vurgulamaktadır. (Prof Dr Temel Yeşilyurt, Çağdaş inanç problemleri, s. 78) “Bir kimse Müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner.” (Müslim, İman 26); “Herhangi bir Müslüman diğer bir Müslüman’ı tekfir ettiğinde o kafirse kâfirdir, değilse kendisi kafir olur.” (Ebu Davûd, Sünnet 15) hadisi ve savaşta yere düştükten sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b. Velid’i hesaba çeken Peygamberin, Halid’in: “Korktu da bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi” demesi üzerine, “Kalbini yarıp baktın mı?” diyerek onu hesaba çekmesi (Ebû Dâvud, Cihad, 95; Ibn Mâce, Fiten, 1); “Sizin için en korktuğum şey, Allah’ın kendisine bir miktar ilim verdiği adamdır ki, kılıcını sıyırır, onunla komşusuna vurur ve onu küfürle itham eder. Küfürle itham eden küfre daha yakındır.” (İbni Hibban, Sahih, 248; Tahavi, Müskilül Asar, 864) gibi birçok hadis, hadisleri öncelediğini ileri süren tekfircilere nedense hiç mesaj vermemektedir! Nisa suresi 94. ayet: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek “Sen mümin değilsin” demeyin; çünkü Allah katında sayısız ganimetler vardır. Daha önceleri siz de böyleydiniz. Derken Allah size lütufta bulundu. Bu sebeple iyi anlayıp dinleyin. Hiç şüphe yok ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” meali, her ayetin ‘zahirine göre’ hüküm çıkarmaya çalışanlar bu kesime hiç mi bir şey anlatmamaktadır? Aslında tüm bu ayet ve hadisler tekfircilerin temellerinin ne kadar zayıf olduğunu gösteren delillerden sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Peygamberimiz Medine’de ki münafıklara toleranslı davranmış, onları kafir ilan etmeyerek ortaya çıkacak zararları ortadan kaldırmıştır. Sahabe’den Hatip, Mekke’nin fethi ile ilgili hazırlıkları müşriklere haber vermiş, bu ortaya çıkınca, “Mekke’deki akrabalarını korumak için” yaptığını itiraf edince Peygamberimiz ona ceza vermemişti! Bu tavır, fiili esas almak değil, niyeti öncelemek üzerinden hareket etmeye en güzel örnektir. Hz Ali, iç savaş sırasında rakiplerini tekfir etmemiş, kendisine isyan edenleri, “Kardeşler” olarak tanımlamıştır. Kur’an, ‘Fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha kötü’ (Bakara, 191) bir suç olduğunu belirtmektedir. Alimlerimiz, tekfiri kişi üzerinden değil, ilke temelleri üzerinden yapmayı tercih etmişlerdir. Ebu Hanife de, “Ehli kıble için son hükmün Allah’a havale edilmesi gerektiğini” bildirmiş, ‘Ehli kıblenin tekfir edilemeyeceğini’ (Ebû Hanîfe¸ “el-Fıkhu’l-Ebsat”¸ s. 44; Ebu’l-İz¸ Ali b. Muhammed¸ Şerhu’l- Akîdeti’t-Tahâviyye, s. 240) beyan etmiştir. Ehli sünnet alimleri, ‘ehli kıbleden birinin tekfir edilemeyeceğini’ ilke olarak benimsemiştir. (Ali bin Muhammed Ebu’l-İzz, Şerhu’l Akidetu’t-Tahaviyye, s. 240) Aliyyül-Kari, Şia’nın tekfirinin doğru olmadığını delilleriyle ortaya koymuştur. (Şemmu’l-avârid fi zemmi r-Revâfid)
Tekfircilik kötü bir bidattır! Tekfircilerin arka planında, cehalet, taassup, mezhepçilik, öfke, menfaat beklentisi yer almaktadır! Tekfir, İslam düşmanlarının arzu ettiği bir şeydir! Tekfir, safları bölüp güçleri zayıflatır, fitneyi artırarak değişime engel olur. Tekfircilik, doğası gereği Müslümanları ötekileştirir. Müslümanların ana bünyesini parçalar, yıkar. Selefici gruplar, Sünni dünyanın çok az bir kısmını oluşturmaktadır! Maide 44. ayet (Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.) için İbn-i Abbas, “buradaki küfrün insanı dinden çıkarmayan küfür (küfrün dune küfür) olduğunu, söyler. “Kim bizim kıldığımız namazı kılarsa, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimiz yerse o kimse Müslüman’dır.” (Buhârî, Kitabu’s-Salât, 28. Hadis no: 391) hadisinin anlamı da gayet açık olmasına rağmen, “zahirine” bakmadan anlamı terk edilmekte ve bu hadis de tekfircilerce tevil edilmektedirler.
“Evliyadan yardım istemek gibi küfür ameli işleyen, cehaleti sebebiyle tekfir edilemez. Zira ilim azalmış, cehalet artmıştır.” (Muhammed b. Abdulvehhab, Ed Durerus Seniyye, 2/301); “Kişi, bilmeden yaptığı amelden ötürü kafir olup, dinden çıkmaz. Putların ve tağutların adına yemin ederek küfür ameli işleyen adam “Ya Rasullulah bilmiyordum ” deyince rahmet Peygamberi adamı yine Müslüman kabul edip serbest bırakmıştır.” (Hanbel, Müsned, K. tevhid, hadis 73)
Tekfircilerde ana unsur tekfir eğilimi olduğu için, usül olarak da bu eğilimi ispat gayreti içinde olan bu kesim, nasları yeniden yorumlamaya girişmişler, ayet ve hadislerin bazen zahir, bazen mecaz anlamlarını ön plana çıkarmışlardır. Tekfir ideolojisini desteklemediğinde, ayet ve hadislerin açıklamaları, ‘tercih edilen’ ulema görüşleri ile daraltılmakta veya genişletilmektedir! Selefilikte alimlerin sözleri bağlamından kopartılmakta, bir sözü diğer sözü ile geçersiz veya etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Kısaca tekfir gibi önemli bir konu, “yoruma dayanmakta”, İslam, tekfirci bir çerçeve içine oturtulmaya çalışılmaktadır.
Ayetler başta, diğer bütün dini metin ve örnekler kendi fikri sabitliklerini onaylatmak için kullanılmaktadır. Tekfircilerde sadece lafızcı değil aynı zamanda parçacı ve seçici bir yaklaşım da göze çarpmaktadır. Müslümanların tarih, kültür ve medeniyet kurma serüvenleri içinde oluşturduğu bilgi, tecrübe ve geleneği dikkate almadan doğrudan bugüne aktarmalar yapılmakta, katı ve irfan yoksunu bir yüzeysellik içinde karmaşık meseleler sabit bir düşünsel zemine oturtmaktadır.
Sanaldan birkaç alıntı yapalım:
“Tekfirci olmadan önce kendisinin müşrik olduğunu söyleyen ve kendisine tekfirciliği öğreten Hanzala’yı tekfir eden ve daha sonra Hanzala’yı tekfir etmediği için yine kendisi de tekfirci olan Ebu Haris’i tekfir eden” veya “Zehebi, Teymiyye, İbni Kayyim, İbni Hacer, Suyuti, Nevevi, Beyhaki benim imamlarım değil ve hepsi kafir” ve “Teymiyye kafirdi, onun küfrünü bilip ‘ona kafir denmez’ diyen de kafirdir.” veya “herkesi tekfir eden Gezenler’i, Aslan Hoca adlı biri de tekfir eder” gibi bakış açısına sahip tekfircilerin, bu ümmete ve dine ne faydası olabilir ki?!
Tawheed adlı sanal grupta, “Ehli kitabın kestiği yenir” derken, “Cehmilerin (Eşari ve Maturidilerin) kestikleri haramdır ve arkalarında namaz kılınmaz” diye ahkam kesilmektedir.
Tekfirci Seyyid Muhammed Kılıç: “Her kim ikrah olmadan beşeri sistemlere muhakeme olursa biz bu kimseleri tekfir ediyoruz. Aynı zamanda bunların küfründen şüphe edenleri de tekfir ediyoruz. Aynı zamanda bunların küfründen şüphe edenleri de tekfir ediyoruz. İsimlerin ne önemi var?” (https://twitter.com/talebe4242/status/1690289326402269184) derken diğer bir tekfirci Halis Bayuncuk: “Bir Müslüman zulme uğradığında, tağutun mahkemesine başvurursa, bu onu küfre götürecek bir amel değildir., Darul küfürde şeri mahkeme yoksa, beşeri mahkemeye müracaat edenler kafir olmaz.” diyerek (https://www.youtube.com/watch?v=yua1wwT8Ujo, Veciz 48 dersler, dk. 17 ve dk 41) mahkemeye başvurmuştur ama Murat Gezenler ve Ebu Haris de Halis Bayuncuk’u tekfir etmemişlerdir! Halbuki daha önce Halis Bayancuk, kelime-i tevhid’in ilk şartının tağutu inkar olduğunu belirtmekte, bir kere bir sistem İslam ilkeleri üzerine kurulmadığında, silsile halinde; mahkemelere başvuranlar, seçimde oy kullananlar, askerlik yapanlar, memurlar sırayla herkesi şirke düşmüş ilan etmekte idi. Artık seleficilerin bir karar vermeleri gerekmektedir; Bizler kafir (!) miyiz değil miyiz? Ortada zan var ise, bir mümin nasıl tekfir edilebilir? Aslında Türkiye’deki tekfirci kesim, dürüst değildirler. Tekfir usulünü birbirlerine diledikleri gibi uygulamaktadırlar! Dolayısı ile usulde hatalı, pratikte de ‘ameli’ nifak içindedirler! Kısaca bu zihniyetle ne ümmet kurulur ne de kurulsa bile devam edebilir! Tekfirci Murat Gezenler veya Ebu Haris’in videolarının başlıkları bile ruh hallerini anlamamıza yeterli olmaktadır: “Tekfir dinin aslından mıdır? Akide beyanı”; “Tekfir dinin aslından mıdır, Ders 3” Bu zihniyetin varacağı son noktaya bir örnek verelim: Ebu Huzeyfe adlı tekfirci, tekfirci Hanzala’yı mahkemeye başvurduğu için tekfir eder ve tekfirci Murat Gezenler’i de, Hanzala’yı tekfir etmediği için tekfir eder!
“IŞİD, Sünni toplumları Müslüman kabul ederken, biz müşrik kabul ediyoruz. Türkler IŞİD için Müslümandır. Ama bizim için değildir.” diyen (Murat Gezenler, “Türkler Müslüman değildir, müşriktir” – İsmail Saymaz, Sözcü, 29 Eylül 2020) tekfirci Murat Gezenler bir videosunda da, “Diyelim ki Türkiye’de Zeyd diye birisi var, hiçbir şirk amelini görmedik, namaz da kılıyor. Biz buna müşrik deriz. Hatta müşrik demeyeni de tekfir ederiz.” demektedir. Peki, aynı Gezenler “Namazı İslam alameti gören ehli sünneti tekfir ediyor ama namazı İslam alameti gören IŞİD’i tekfir etmiyor! Neden? Çünkü cemaatinin çoğu İŞİD zihniyetine sahip kişilerden oluşmaktadır! Halbuki ‘kendi usulüne’ göre, müşriğe müşrik demeyen bir kişi olarak kendisi ‘müşrik’ olmakta ve Müslümana kafir dediği için de aynı zamanda wehhabilere göre ‘zındık’ olmaktadır! Halbuki efendimiz ezan sesi duyulduğunda küfür diyarında bulunan bir kavme baskın yapmaktan vazgeçmişti. (Müslim, Sahîh, Salât 6) Ahmed el Hazimi, Süleyman el Ulvan, Ebu Selman Es-Somali gibi selefiler de “namazı İslam alameti görmekte” ve aksini iddia edenlere “zındık” demektedir! Ehli sünnete göre zaten, “ehli kıble tekfir edilemez!” (Nisa, 94; Buhârî, Salât, 28 [391]; İbn Asâkir, Tebyînü keẕibi’l-müfterî, s. 408-409; Ali el-Kārî, Mineḥu’r-ravżi’l-ezher fî şerḥi’l-Fıḳhi’l-ekber, s. 162; Keşmîrî, İkfârü’l-mülḥidîn fî żarûriyyâti’d-dîn, s. 16-17; İbn Mâce, Cenâiz, 31; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II/32); “Müslümana sövmek fısktır. Onunla çarpışmak ise küfürdür.” (Müslim, I/325); “Herhangi bir kimse, din kardeşine ‘Ey kâfir!’ derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.” (Müslim, I/319)
Aslında Murat Gezenler ve Halis Bayancuk usülen selefi değil, kendi görüşlerini merkeze koyan mealcidirler. Selefin önderlerinden ne Teymiyye’nin ne de İ. Hanbel’in görüşleri onları bağlamamaktadır: “Dört İmam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakı ile, durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılınır. Kim, “Ben sadece batıni akidesini tanıdığım kimsenin arkasında Cuma yahut Cemaat namazı kılarım” derse; sahabeye, onlara iyilikle uyanlara, Müslümanların dört imamına ve diğerlerine muhalefet etmiş bir bid’atçıdır. Allah en iyisini bilir.” (İbni Teymiyye, Mecmuul Fetava, Darul Vefa, 2005, 3. Baskı, 4/331 (4/542) İmam Ahmed’in oğlu Salih diyor ki: Babama bilmediğimiz birinin arkasında kıldığımız namazı sordum: İmam Ahmed dedi ki: Namazını kıl, şayet sana bidat sahibi olduğu beyan olursa namazını iade et. (Mesail-ul İmam Ahmed bir-Rivayetu İbnuhu Salih No: 562) Meşhur selefi Makdisi de, “Dünyalık elde etmek ve maaş için tağutların kurumlarına ve batıl velayetlerine bağlı kalarak onlara yalakalık yapanlar. Bu kimsenin arkasında kılınan namazı batıl olarak görmeyiz. Onların Arkasında namaz kılmanın hükmü, fasığın ya da küfre düşürmeyen bidat ehlinin arkasında namaz kılmanın hükmü gibidir.” (Makdisi, Akidemiz kitabı, Namaz babı, s. 50 – 51) demektedir.
Zalimlerin, kafirlerin sultasında Müslüman birinin görev alıp alamayacağı ile ilgili bir soruya selefi alim İbni Teymiyye’nin verdiği cevap şudur: “Bu şartlarda görev alan kişi, eğer gücü yettiği kadar adaleti ikame edip, zulmü Müslümanlardan hafifletiyorsa ve onun o görevde bulunması diğerlerine göre daha faydalı ise, onun o görevde kalması caizdir. Gücün yettiği kadar adaletin ikamesi ve zulmün giderilmesi Müslümanlar üzerine farzı kifaye olduğu için bu işi ondan başka yapacak birisi yok ise, bu görev onun için ‘vacip’ olur. Elinden geldiği kadar zulmü gidermekle sorumludur. Her şey elinden gelemeyebilir. Onun mevcudiyetine rağmen Müslümanların başına sıkıntılar geliyorsa, o gideremediği müddetçe sorumlu değildir.” (Teymiyye, Mecmuu’l Fetâvâ, XX/55)
1800’lü yıllarlada Vehhabilik, haricilik ile özdeş bir yola girer. Vehhabi Alim Hamed Atik, o sırada Osmanlı’nın elindeki Mekke-i Mükerreme’yi, bir şirk beldesi olarak tanımlamıştı. Ebu Hanife’nin de zamanında mürcie (Büyük günah işleyenlerin akıbetlerini Allah’a bırakan görüş) olduğu iddia edilmişti. Günümüz Seleficileri de, Hanefi, Maturidi ve Eş’ari’yi ‘mürcie’ olarak tanımlamaktadırlar. Daeş ise demokrasiyi, demokrasi ile yönetilen bir ülkede çalışanları, seçimleri, küfre neden olan ameller olarak görür. Kendilerinin tekfir ettiklerini tekfir etmeyenleri de, silsile yoluyla kafir ilan eder ve cehaleti de özür kabul etmezler. Kafkasyalı aşırı bir tekfirci grup, tekfirci Makdisi’yi, Hamas’ı tekfir etmediği için, tekfirci Ebu Katade’yi de, selefi Elbani’ye ‘mürcie’ demediği için tekfir etmektedir. Aynı aşırı grup, El Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’yi de, Şii toplumunu genel olarak tekfir etmediği için tekfir etmekte idi. Ve yine aynı grup, Suriye ve Irak halkından zekat topladığı için, Daeş’ide tekfir etmektedir. Tartusi ve Ebu Katade, “cehaleti özür kabul edip” tekfir nedeni kabul etmezken ve yine Makdisi, Tartusi ve Ebu Katade “oy kullananları” tekfir etmezken, Murat Gezenler “cehaleti de, oy kullanmayı da” tekfir sebebi saymaktadır. Kim, kime göre kafirdir belli değildir ve kesinlik arz etmeyen bu durumda, neden Müslümanlar birbirini tekfir etmektedir? Görüldüğü gibi tekfircilikte bir son, sınır bulunmamaktadır. Her bir tekfirci grup, görüşünü paylaşmadığı üstündeki kademeyi mürcie, altındakini de haricilikle suçlamaktadır.
Tarihte selefilik yükseldikçe Şiilik de yükselmiştir! Her iki grupta, aşırılığı besleyen unsurlar içermektedir. Farslılar, şiilik üzerinden kimlik mücadelesine girerek, Araplara başkaldırmıştır. Günümüzde İran’da, devletin kontrolü tamamen ulemanın eline geçmiştir. Bu da, İran İslam devletinin kendisini tüketmektedir. Vehhabilerin politikası, Şiilerin iktidarını güçlendirmekte, Şiilerin yayılmacı politikası da, Arap ülkelerindeki monarşiye güç katmaktadır! Halbuki Müslüman çoğunluklu devletlerin sahip olduğu topraklar arasında coğrafi yönden süreklilik vardır. Batıda modernleşme, yenilik ve gelişme anlamına gelirken Mısır ve İran’da, bağımlılık ve taklit olarak anlaşılmıştır. Bu durum, çağdaşlaşmanın yanlış araçlarla doğruyu arama olarak görülmesine sebep olmuş, bu oranda da tepki almıştır. İlahi otorite denilen şey, beşer elinde gerçekleşmektedir! İslam dininde, Allah adına yargılayan veya Allah adına ahkam kesen ne bir kutsal kilise ve ne de bir kutsal kişi vardır. (Ahmet Emin Dağ, İç tehdit ve riskler ışığında İslam dünyasının geleceği)
Sıffın savaşı zemininde siyasi bir tavır olarak ortaya çıkan tekfir, haricilerin iman-amel ve büyük günah anlayışlarının ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüştür. Her türlü ameli, imanın aslına dâhil ederek, bunları terk eden herkesi büyük günah işlemiş gibi kabul edip tekfir etmişlerdir. (Prof Dr Temel Yeşilyurt, Çağdaş inanç problemleri, s. 76); Radikal anlayış, insani tecrübe ve birikimi elinin tersiyle itmekle kalmamış, Müslüman toplumun birlik ve ahengini de tarihsiz bir biçimde tarumar etmiştir. (Prof. Adnan Bülent Baloğlu, Son hurafe Deizm, s. 78)
Günümüzde tekfir hareketleri siyasi olup, bir reaksiyon durumunu yansıtmaktadır.
Müslüman’a tekfir etme yarışına giren seleficiler, Allah’ın, ‘ben Rabbim’ diyen firavuna Hz. Musa’nın ‘yumuşak söz’ (Taha, 44) söylemesini; Okçular tepesine terk edenlere Hz Muhammed’in ‘kaba söz’ (Ali İmran, 159) söylememesini istemesinden hiçbir ders çıkarmamaktadırlar! Ey tekfirci harici zihniyetliler! Tekfir ettiğiniz ehli sünnet, tarikatçı veya cemaatler, firavun’dan daha müşrik; uhud savaşını kaybetmemize neden olan Müslümanlardan daha mı günahkarlar? Bu mu sizin Kur’an ve hadis Müslümanlığınız, selef akideniz?!
Kafa karışıklığı ve kavram kargaşası üzerine: İman, görmeden, bilgi alanına girmeyen konularda mutmain bir kalp ile inanmayı ifade eder. Karşılığı da o nedenle cennettir! Zaten İslam’ın alternatiflerine bakınca veya sahip olduğumuz sınırlı akılla sınırsızlığın boyutlarını zorlamaya kalkınca, akıl bu yükü bir yerden sonra çekmemektedir. Gazali o nedenle muhteşemdir, çoğu kişinin içine dalıp bocaladığı felsefe dünyasını hazmedip dipsiz karanlık bir kuyu olduğunu fark edip hayata, insana, ruha, aşkın olana dönüş yapmıştır. Marjinal solun ‘Das Kapital’e; evrimcilerin ‘Türlerin Kökeni’ne; ateistin ‘Tanrı Yanılgısı’na imanları kadar bizim Kur’an’a imanımız yoksa, zaten biz baştan kaybetmişiz demektir. Ayrıca, İslami camianın içinde olup İslam’a salt ideolojik yaklaşıp, İslami bir devlet idealini önceleyen ama İslam’ın “iman, ibadet, ahlak” boyutunu arka plana atıp “muamelat ve ukubat” bölümüne odaklanan kimi Müslümanlar, “İslam’ın zafer dini değil sefer dini olduğunu” ve Allah’ın bizi tebliğ ile (Şura, 48, Rad, 40; Yasin, 17; Nahl, 44, 82, 125; Ali İmran, 120 vd.) vazifelendirip, yaşarken tebliğ edip bu yolda sabredenlerin (Asr, 3) kazandığı bir imtihan dünyasında olduğumuzu unutmaları onları korkunç bezginlik ve hatta hayal kırıklığına sevketmektedir.
İslam, vahiy merkezli, akıl ölçekli, ruh dünyasına göz ardı etmeden madde ve manayı birleştirmektir. İslam; Tevhid, adalet, şura, ehliyet, emanet ve ahlaktır!
Çözüm, ehli sünnet çizgisinden ayrılmadan güncel sorulara çağa uygun cevaplar üretebilmek ve marjinal olan veya sübjektif yaklaşımlardan uzak kalabilmektedir. Unutmamalıdır ki, imtihan dünyasındayız ve imtihan olunmayan kişi veya zaman hiçbir zaman yoktur!
“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok, lütfu bol olan yalnız sensin.” (Ali İmran, 8)
Camide cemaatle namaz kılmak niçin 27 derece daha fazla (Buhari, Ezan, 30) sevaptır? Efendimiz Hz Muhammed müminleri bir binanın tuğlaları gibi (Buhari, Salat 88; Müslim, Birr 65) birbirine kenetlenmesini istemiştir. Zaten ümmet kavramı da bunu ifade etmektedir. Cuma namazı müminlerin haftalık buluşmasını, selamlaşma, komşu hakkı, kul hakkı gibi kavramlardan evrensel tanışma vesilesi olan hac-umre gibi ibadetlere dek hep müminlerin birbiriyle kenetlenmesini, tanışmasını, danışmasını amaçlar İslam.
Tekfircilik ve Deaş
Afganistan ve Irak’ın işgali, Filistin sorununun çözümsüzlüğe mahkum edilmesi, işgal altındaki Müslüman ülkelerde ümitsizlik ve çaresizliğin yayılmasına neden olmuştur. Ezilen, baskı altında yaşamaya mecbur bırakılan insanların öfke ve intikam duyguları istismara açık hale gelmiştir. Halkı ırklar ve mezhepler üzerinden bölen uygulamalar radikal eğilimli örgütlere istedikleri fırsatı vermiştir. (Deaş, dehşete dayalı bir din istismarı, DİB, 2018, s. 11) Bu tür örgütlerin insan kaynaklarını çoğunlukla gençler oluşturmaktadır. Bu genç kitleyi 4 grupta ele almak mümkündür: Bunlardan birincisi yıllardır savaş bölgelerinde şiddetin ve vahşetin gölgesinde büyümüş kişilerdir. İkinci kitle göçmenlerin çocuklarıdır, toplum tarafından dışlanma yaşamış, aşağılamış kişilerdir. Üçüncü kitle henüz yeni Müslüman olmuş gençlerdir. Dördüncü grup ise cihad, şehadet gibi yüce gayelerini bu örgütün söylem ve eylemleri üzerinden gerçekleştireceğine inandırılan gençlerdir. Bu 4 grubun ortak özelliği ehli sünnetin dengeli ve kuşatıcı yaklaşımıyla tanışamamış olmalarıdır. (s. 13-17) Deaş’ın beslendiği damar vehhabilik hareketidir. Vehhabilik parçacı ve yıkıcı bir harekettir. (s. 22) Deaş’a göre iman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amellerin ifasından ibarettir. Bu üçünden birinin eksik olması kişiyi dinden çıkarır. Halbuki ehli sünnete göre ameller imanın gereği ve tamamlayıcısıdır. Deaş siyasi açıdan düşman olduğu herkesi tekfir etmektedir. Bu da ümmetin birliğine zarar vermektedir. Amaçları, şiddet ve terörü meşrulaştırmaktır. (s. 26, 27) Deaş’ın kültürel mirası ve sanat eserlerinin tahrip etmesi, Müslüman toplumlara yönetilen ve batılı kaynaklarda yer verilen barbarlık iftirasının genç zihinlere aşılanmasına neden olmaktadır. (s. 31) Deaş’ın canına kıydığı, zulmettiği insanlar Müslümanlardır. (s. 34) Deaş, cihadı işkence ve zulüm ile özdeşleştirmiştir. (s. 38) Masum insanları öldürmek cihad değil, cinayettir. Deaş ile mücadele etmek için ayetlerin geliş nedenine, hadislerin söyleniş hikmetlerine, dini metinlerin bütünlüğüne dikkat etmeli, 1400 yılı aşan İslam ilim geleneği içinde oluşmuş olan yorumlama usulleri göz ardı edilmemeli, tekfir edici dil kullanmaktan uzak durmalıdır. Dini bir anlayışı benimseyip sonra da onu hakikatin yegane temsilcisi olarak görmek taassuptur. ‘Tek doğruyu bulan tek kurtuluşa eren veya tek isabet eden bizim görüşümüzdür’ mantığı kişileri de grupları da felakete sürükler. (s. 43, 44-47)
“Şiddeti, ideolojik hedefleri için bir vasıta kabul eden gruplar yaptıkları eylemlerle, İslam’ı ve Müslümanları karalamayı bir kazanç sektörüne dönüştüren uluslararası güç odaklarının değirmenine su taşımaktadırlar.” (Modern çağın inanç sorunları, Diyanet Yayınları, Heyet, s. 120) “Mevcut radikal selefilik, tarihteki selefiliğin genleriyle oynanmış, başkalaşıma uğramış halidir. Ufku dardır, gelecek vizyonu yoktur, derinlikten yoksundur. Selefilik, dini hayatta bir daralmayı, katılığı ve statikliği ifade eder. Neoselefilik şiddet ve hiddetiyle nefret ve düşmanlık tohumları ekmektedir.” (Modern çağın inanç sorunları, Diyanet Yayınları, Heyet, s. 124-125)
Tarikatların şirk sohbetlerine başladığı; Şiilerinde Ehli Sünnet’e karşı takiyyeyi bırakıp sahabelere hakaretten vaz geçtikleri an, ümmet coğrafyasında pek çok soru kendiliğinden düzelecektir bi-iznillah!
Yolların ayrılış noktasında İslam
-Kitap özeti-
Müslüman olduktan sonra da dini cepheden Hristiyan dünyanın din, toplum, kültür, medeniyet, aile, iktisat gibi anlayışlarını çok sert eleştirmeye başlamıştır. 1950’lerde ABD ve daha sonra Avrupa’da kalmasından sonra tutumunda biraz yumuşama olmuştur. Keskin muhalefet batılı kamuoyuna İslam’ı anlatma hedefine ulaşmaya engel olabilirdi. (s. 19) İslam, bir medeniyet için yeterli dinamikleri kendi içinde taşımaktadır. Kur’an’ı ve Hz Muhammed’in ortaya koyduğu anlayış İslam medeniyetinin yeniden ve güçlü bir şekilde ihyasına yeterlidir. “Bir işin sonu da ancak başındaki usul ve çare ile iyileşebilir. (s. 24) İslam öyle bir hayat düsturudur ki, tarihin doğuşundan bugüne insanı ıslaha yeltenen dini, sosyal ve ahlaki kurallar içinde onun gibisini bulamazsınız. Her millete ve her medeni duruma elverişli tek dindir İslam. (s. 25) İslam hayatım bütününe karışan ve katışan bir dindir: Siyaset, ilim, felsefe, ahlak, ticaret, evlilik, devlet, aile… Bütün bunlar İslam’ın içinde yer alırlar. (s. 26) Dr. Mustafa el Hâlidî
Önsöz
Biz yalnız bizden evvelkilerin ihtiyaç duymadıkları çözümlere muhtaç problemlerle karşı karşıya bulunmakta kalmıyoruz, aynı zamanda problemler bugüne kadar alıştıklarımızdan tamamen farklı yönlerde ortaya çıkıyor. İnsan toplulukları her yerde mecburen esaslı ve köklü bir değişim geçiriyor, bazı eski adetler ikinci defa ortaya çıkıyor. (s. 27) Bütün vaktimi Müslüman doğuda geçirdim, zaman daha sakin yahut isterseniz daha insani diyelim. Bugünkü İslami hayat tatbikatta İslam dini esaslarının sunduğu ideal imkânlardan çok uzak görünüyor, Bugün Müslümanlar arasında egoizm ve kolay hayat düşkünlüğü oluşmuştur. (s. 28) Geçmiş ve günümüz arasındaki bu açık uzaklaşma beni şaşırtıyor. Müslümanlar arasındaki çöküşün bir sebebi vardır; Müslümanların yavaş yavaş İslami esasların ruh ve manasına uymayı terk etme yolunu tutmuş olmaları. İslam toplumu baştan itibaren dini temeller üzerine kurulmuştur. Bir gayrimüslim olduğum halde İslam’a acıyarak, bizzat Müslümanlara İslam’ı terk ettikleri ve bu yüzden gerilediklerini söylemeye başladım. (s. 29) Beni çeken İslam’ın bütünlüğü, yüksek ahlaki emirlerinin sımsıkı ve düzenli yapısıdır. (s. 30) Bu inceleme ve mukayeseler ben de şu sarsılmaz inancı var etti: İslam hala insanlığın tanıdığı en büyük uyarıcı ve diriltici kuvvet olarak devam etmektedir. Bu kitap, resulullah’ın ashabının gönüllerinde yanan ateşten bir kıvılcım hala gönüllerinde yaşamakta olanlar için yazılmıştır. (s. 31)
Bugün hiçbir millet ve topluluk dünyadan ayrı yalnız başına hayat süremez. Ekonomik faaliyet siyasi sınırları ve coğrafi hudutları tanımaz olmuştur. (s. 33) Kendimizi Hz Muhammed’in izinde gören bizlere göre İslam başlı başına bir kültür alemi ve sınırları belli olan bir sosyal nizamdır. (s. 34) İslam insana, Allah’ın birliğinden doğduğu için hayatında bir bütün olduğunu anlatmakla kalmayıp bize, her dünyevi hayat içinde pratik yolu da göstermektedir. (s. 36) Namaz insanın faaliyet hayatının tümünü içine almaktadır, bütün işlerimizin birer ibadet olarak yapılması gereklidir. Bu, her işimizi şuur içinde, Allah’ın eşsiz olarak ortaya koyduğu evrensel programın bir parçası olarak yapmamız demektir. İslam fert ile onun sosyal çevresi arasındaki münasebetlere de el atmıştır. (s. 38) İnsan dünya hayatında Kemale ulaşabilir. (s. 39) Kötülük Allah’ın bütün insanlara verdiği fıtri ve müspet sıfatları kötü kullanmaktan ileri gelmektedir. Yalnız İslam, insana ruhi yaşayışını bir an zayi etmeden dünya hayatından azami derecede faydalanma imkan ve fırsatını veriyor. (s. 41) Her Müslüman kendisine etrafında cereyan eden olaylardan bizzat mesul bilmelidir. Her vakit ve her yerde Hakkı ayakta tutmak ve batılı ortadan kaldırmak için cihat ve mücadeleyi kendine vazife telakki etmelidir. (s. 44) İslam ilahi devlet şekillerinin en mükemmelidir. Batıda hakim olan gaye, ‘maddi fayda’ ve aktif genişlemedir. (s. 45) İnsanın manevi ilerleme yollarından kendi başına gösterdiği çaba, İslam’ın sosyal yardımlaşma anlayışıyla güç ve denge kazanır. En az güçlük ve en çok teşvikle karşılaşma imkanı olur. Modern batının gerçek mabudu, maddi ferah’tan ibarettir, gücünü kuvvete rağbetten almaktadır. Bu ikisi de eski Roma medeniyetinden ona miras kalmıştır. (s. 47) Batı ile İslam medeniyetleri birbirine benzer ve yakın değildir. Birbirinden farklı kuvvetlere tabi olmuşlardır. İslam imparatorluğu doğdu ve olgunluğuna 80 yıl gibi kısa bir zaman içinde ulaştı. (s. 48) İslam imparatorluğu’nda imtiyazlı bir millet yoktur. (s. 49) Meşhur Roma adaleti yalnız romalılara ait bir adaletti. Nasıl eski Roma’da hakim olan fikri ve sosyal hava, sırf faydaya bağlı idiyse, modern batıda da durum tamamen aynıdır. (s. 50) Batıda hakim olan fikir bütün gücümüzü maddi imkanlarımıza tahsis etmek ve ahlakın kendimizi bağlamasına imkan vermemek şeklindedir. Batı medeniyeti Hıristiyan kilisesinin görüşüyle mücadelesinden doğmuştur. (s. 51) İlim, batıdaki Müslüman İspanya üniversiteleri vasıtasıyla ve ticari münasebetler yoluyla dünyaya yayılmıştır. Araplar, Yunan ilimlerini diriltmiş ve orijinal bir ilim dünyası yaratmış, yeni araştırma yolları bulup geliştirmişlerdir. (s. 53) Fransız ihtilali kilisenin hakimiyetini tamamen yok etmiştir. (s. 54) Madde ve servet batıda, kendisine tapılan Allah’tan başka bir mabut haline gelmiştir. (s. 55) Hıristiyanlığın dünyayı hakir görmesi ve normal arzuları öldürmesine karşı insanlar isyan etmiştir. Sıradan Avrupalının müspet bir tek dini vardır o da maddi ilerleme ve refaha tapınaktır. Hayatın gayesinin tabiatın zulmünden kurtulmak olduğuna inanmışlardır. Bu dinin mabet ve tapınakları büyük fabrikalar, sinemalar, kimya laboratuarları, dans salonları, elektrik santralleridir. (s. 56) Bu dinin kahinleri ise bankerler, altın babaları, mühendisler, sinema yıldızları, sanat öncüleri ve uzay kahramanlarıdır. Ahlak felsefesi yalnız pratik payı da temeline oturtulmuştur. (s. 57) Nefse hakim olmak ve cinsi alakaları kontrol etmek süratle önemini kaybetmiştir. (s. 58) Kapitalizminde komünizmde temel meyil şudur; insanı ahlaki faziletlerden uzaklaştırmak. İslam’ın hedef ve gayelerinin ilk ve en önemlisi, manevi yükseliştir. (s. 59)
Yunan ve Romalılar yalnız ve ancak kendilerini medeni görürlerdi. Avrupalıların İslam’a karşı duydukları nefret, şiddetli bir taassubun kurduğu temeller üzerinde durmaktadır. (s. 61) Avrupalı oryantalistlerin en ileri gelenleri bile, İslam konusunda tarafgirliğe kapılmaktan kurtulamamışlardır. İslam daima hakimlerin önünde duran bir sanıktır, batılı oryantalistler suçu ispat için uğraşan savcı rolünü oynamaktadırlar, avukat rolünü oynayanlar da müvekkilinin suçlu olduğuna bizzat inanmaktadırlar ve bu yüzden hafifletici sebeplerin göz önüne alınmasını istemektedirler. Meseleye, daha önceden varılmış bir netice ve hüküm açısından bakmaktadırlar. Oryantalistler şahitlerini, daha baştan ulaşmayı tasarladıkları sonuca göre seçmektedirler. (s. 62)
Haçlı savaşları, Avrupalı milletlerin ruhunda son derece derin ve devamlı bir iz bırakmıştır, bu savaşların meydana getirdiği taassup ve tarafgirlik, Avrupanın daha önce karşılaşıp denediği hiçbir şeyle ölçülemez, sonra da böylesini görmemiştir. Avrupa Haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur. (s. 64) Muhammed’e Mahound lakabı takmışlardır, ‘köpeğim’ anlamına gelir. Haçlıların cahilce taassupları Avrupa’nın her tarafına dal budak salmış, aynı taassup memleketlerini putperestlerin (!) boyunduruğundan kurtarmak için Endülüs Hıristiyanlarını harbe teşvik etmiştir. (s. 66) Rönesans doğu ile batı arasındaki maddi temasa bağlanır, bu temastan İslam’dan fazla Avrupa istifade etmiştir. Avrupa’da reform devresi gelmiş, buna rağmen İslam düşmanlığı yine eşit olarak hepsinde devam etmiştir. Sonra da Avrupa’da dini duyguların zayıfladığı devreye girilmiş fakat İslam’a düşmanlık yine devam etmiştir. İslam’ı küçük görme hastalığı, Avrupa düşüncesinin esaslarından biri olmuştur. (s. 67) İlk müsteşrikler Hıristiyan misyonerlerdi. Oryantalistlerin İslam’a hücumları onlara miras kalmış bir alışkanlıktır. Haçlı seferlerinin getirdiği etkilere dayanır. Haçlı savaşlarının ruhu Avrupa’ya hakim ola gelmiştir. Misyonerler ve papazlar Müslümanlara çok kere putperest adını takarlar. (s. 68) Müslümanların Batı dünyasına kendilerini saydırabilmeleri için gerekli en iyi yol ve metot kuvvetli olmalarıdır. (s. 69)
Gerçek odur ki, Avrupa hiçbir devirde bugünkü kadar İslam’dan uzak olmamıştır. (Eser 1964 yılında yazılmıştır.) Batı tesiri İslam toplumunu her yerde sarsıp çökertirken biz uykudayız. (s. 71) Gözümüzün önündeki İslam gençliği davamızı terk ediyor ve ideallerimizden kaçıyor. (s. 72) Müslümanlar, batı medeniyetine, İslam medeniyetini diriltecek tek kuvvet nazarı ile bakmaya devam ettikleri müddetçe, batının, ‘İslam boşuna bir gayrettir’ iddiasını dolaylı olarak teyit etmiş olurlar. Batı prensiplerine göre yetişmiş aydınlar arasında dini inancın süratle çökmeye yüz tuttuğu hususunda şüphe yoktur. (s. 73) Batı medeniyetin de düşünce çevresi şiddetle dinin karşısında bulunmaktadır. (s. 74) Müslüman gençleri batı usulüne göre yetiştirme halinde bunların, dinlerine düşmanca bir tutum alacakları daha kuvvetle ihtimaldir. (s. 75) Tarih ispatlıyor ki, hiçbir din İslam kadar ilimde ilerlemeyi teşvik etmemiştir. Avrupa, kültürünü o meşhur Rönesans sebebiyle İslam’a borçlu bulunmaktadır. Bu acı halimiz içinde, şerefli mazimiz de övünmek hakkımız değildir. İlimle ne doğuludur ne de batılı, evrenseldir. (s. 76)
Batı, materyalist kabiliyet sahibidir ve bu yüzden belli başlı nazariye ve anlayışlarında dine karşıdır. Genel olarak Batı eğitim sistemi de böyledir. Zararlı olan Batı medeniyetinin ruhudur ve Müslüman’ın ilimlere o ruhla yaklaşmasıdır. Müslüman gençleri yetiştirirken -hiçbir devrelerinde- Batı felsefelerine tenezzül etmeyeceğiz. (s. 77) Sanki bütün dünya Avrupa için, onun medeniyeti için var edilmiş, sanki diğer milletçiler birer hizmetçidirler. Böyle bir tarih kültürünün Avrupa dışında kalan millet gençlerinin zihin ve ruhlarında bıraktığı tek tesir, aşağılık duygusudur. İslami görüş noktasından bir dünya tarihi yazabilmek farzdır, aksi halde yeni yetişen neslimiz kendini İslam’ı küçük görmeye sevk eden o gizli cereyanların tesiri altında kalmaya devam edecektir. (s. 80) İslam ırkçılık ve soy taassubunu iptal etmiş, insani kardeşlik ve eşitliğin yolunu açmıştır. fakat Avrupa medeniyeti hala ırk ve cins taassubunun dar ufkundan öteye öteyi görebilmekten acizdir. İslam diğer bütün kültürlerden üstündür. Batı medeniyetini taklit edemeyiz, zaten buna ihtiyacımız da yoktur. (s. 81) Batı hayat tarzını taklit, İslam medeniyetine yönelen en büyük tehlikeyi teşkil eder. Bu hastalık Müslümanların düştüğü ümitsizliğe bağlanır. (s. 83) Sözde Aydınlar İslam’daki asıl kaynaklara yönelecek yerde zamanımızdaki donmuş fıkıhla şeriatı dolaylı olarak aynı şey gibi değerlendirirler. (s. 84) Batı İslam esasları ile tenkit kabul etmez bir zıtlık içindedir. (s. 85) Bir Müslüman hayat tarzında Avrupa’yı taklit ederse, Avrupa medeniyetini tercih ettiği ortaya çıkmış olur. Taklit aşağılık duygusunun neticesidir. Müslüman’ın İslam’ı yaşatabilmesi için dik başlı olarak yaşaması gereklidir. (s. 86) Hiçbir medeniyet maziye bağlılığını kaybettikten sonra varlığını korumaya muktedir olamaz. (s. 87) Resulullah’ın sünnetini uygulamak İslam’ın varlığını korumak demektir. Sünnet İslam binasını tutan çelik iskelettir. (s. 89) Resulü Ekrem’in hayatı Kur’an-ı Kerim’in canlı temsili idi. Vahyi bize tebliğ edene uymadıkça, Kur’an’ın hakkını ödemiş olamayız. İslam bir insan hayatının ruhi ve maddi tarafları arasında tam bir ahenk kurar. Kuran-ı Kerim ayetlerinden bazılarının 20. asırda yaşayan bizler için değil vahyin indiği Asya’da yaşayan Araplar için gelmiş olduğu şeklindeki anlayış, İslam’a aykırıdır. (s. 90) Arap dilinde 70 rakamını kullanmak daha ziyade çokluk ifade etmek içindir. (s. 91) Asrımızda hadislerin tümüne güvenemeyeceklerini zanneden birçok Müslüman vardır. İlk muhaddisler, özellikle Buharı ve Müslim, her hadisin sıhhatini süzgeçten geçirme hususunda insan kudretinin erişebileceği en ince titizliği göstermişlerdir, öyle ki bu inceleme Avrupa tarihçilerinin eski tarihin kaynaklarını incelerken başvura geldikleri inceleme tarzından çok daha güçlüdür. (s. 94) Hiçbir yalan hadis muhaddislere gizli kalmamıştır. (s. 97) Aynı zamanda hem sünnete uymamız hem de batının hayat tarzına ayak uydurmamız mümkün değildir. Sünnet, Batı medeniyetinin dayandığı fikri temellere açıktan açığa karşıdır. (s. 98) İslam’a göre durumumuzu sünnete göre durumumuz belirleyecektir. (s. 100) Felsefe yalnız kendi dar çerçevesi içine bütün sırları ile alemi sığdırma iddiasında bulunarak akıl sınırlarını aşar. (s. 101) Sünneti ayakta tutmayı ve hayatı ona göre düzenlemeyi gerektiren üç açık sebep vardır. İslam’daki ibadet anlayışı bütün hayatımızı içine almaktadır. (s. 104) Sünnet davranışlarımızı bir düzene sokar. (s. 105) İslam fertleri adet ve mizaçların benzer olması yoluna sevk etmeyi esaslı noktalardan biri olarak görür. (s. 107) Sünnetle devamlı olarak Resulullah’ın işimize benzer bir işini aramaya ve düşünmeye mecbur oluruz. (s. 108) Biz İslam’ı diğer medeni düzenlerden üstün kabul ediyoruz. İslam hayatı bütünüyle içine alıyor. Dünya ve ahrete, ruh ve cesede, fert ve topluma aynı önemi veriyor. (s. 109) İslam kültür hayatının kalıntıları, Batı adet ve görüşlerinin tesiriyle her yerde çökmektedir, bunun manası ölümdür. (s. 111) İslam kültürü ‘zaman aşımına tabidir’ diyemeyiz. İnsanlık, İslam’ınkinden daha güzel bir ahlak düzenini ortaya koyamamıştır. (s. 112) İnsan gayret ve zekasının bütün ürünleri İslam’ı teyit etmiştir. İslam insanlar bulmadan önce iyi ve kötü olanları bizlere bildirmiştir. (s. 113) Kültür ve medeniyetimizi yeniden diriltmek mümkündür. Biz İslam’ın bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Kendi kusur ve kötülüklerimizi ıslaha muhtacız; yoksa İslam’ın sanılan ve aslı olmayan kusurlarını değil. (s. 113) Biz terk edilmiş o eski prensiplere dönmeye ve onları yeniden tatbik etmeye muhtacız. Bizden evvelkiler bütün dünyaya müsamaha ve iyilikle gönüllerini açtıkları halde Biz benciliz, gönül fukarasıyız. Onların kalbi imanla dolu iken bizimki bomboş. (s. 114) Biz bu utanç veren çöküşten bir yolla kurtulabiliriz ki o da, bu utancın sebeplerin yok etmeye tam manasıyla azmedinceye kadar acısını tatmaktır. Dirilmek iki şeye bağlıdır; bahane bulma, mazeret arama psikolojisini terk etmek ve tam bir azim ve ve şuurla Resulullah’ın sünneti ile amel etmek. (s. 115) Yeni eflatunculuk felsefesinin modası çoktan geçmiştir. Bir Müslüman eski şahsi anlayışları, İslam’ın asıl hedef ve esaslarını temsil ediyormuş gibi kabul edemez. Kur’an ve sünnet ışığında İslami görüşleri gözden geçirmemizin sonucunda çağdaş hayatımızın ihtiyaçlarına da cevap veren bir fıkıh aydınlığa çıkacaktır. Eski fıkıh Aristo felsefesinin hakim olduğu hayatın çağrısına cevap vermiştir. (s. 116) Kaybetmiş bulunduğumuz kendimize güven duygusunu yenileyebilirsek o zaman yolumuzda ilerleme ve yükselmeyi umabiliriz. (s. 117) İslam insanların kendi aralarındaki ilişkileri de idare etmeyi hedef edinmiştir. (s. 121) İslam’ın ileri sürdüğü düzen gibi bir düzen yalnız ahlaki nasihatlerle yaşayamaz. (s. 125) İçtihatlar zamanla kendilerine mahsus yarı mukaddes birer itibar kazandılar. (s. 127) Şâri’ (Allah) umumi hududu tespit etmiş ve sonraki nesillere uygun kararlar alma hürriyetini bahşetmiştir. (s. 128) Aşiretçilik (asabiyet) yapan bizden değildir. (s. 133) Siyasi nüfus ve otoritenin, dini rütbe sahiplerinin eline düşme tehlikesi İslam’da söz konusu değildir. (s. 135)
Muhammed Esed (Leopold Weıss), Yolların ayrılış noktasında İslam
Allah razı olsun… Bundan sonra bu ilim ışığı sayfanızı düzenli olarak takip edecek ve bu ışıktan faydalanmaya çalışacağım… Allah yar ve yardımcınız olsun…