Mezhepler

11 yıl önce
Resim bulunamadı

Mezhep ile din ( İslam ) aynı mıdır?

 Günümüz İslam âleminde Müslümanların mezhep konusunda içine düştükleri en önemli sorun, ehlisünnet içi bir fetva bile olsa farklı bir fetvasını duydukları her insanı ”Tümden” reddetme, bir anda tüm görüşleri ile o kişiyi defterden silme gayreti içine girmeleridir. Hâlbuki Kuran ve sahih sünnetten hareket ettikten sonra ve ehlisünnet çizgisi içinde kalan her türlü yorum, fetva, görüş ufuk açıcı birer fikir zenginliği ürünü kabul edilmelidir. Bir insanın birkaç fikri kabul edilmeyebilir bu gayet doğaldır, bir insanın tüm konularda “Doğru, hak “ üzerinde bulunmasına imkânda yoktur. Bu konuda bizim mezhep imamlarımızda bu fikri kabul eder ve kitaplarında bizimle paylaşırken ne yazık ki o mezheplerin yolundan gittiğini iddia edenler mezheplerine imamlardan daha fazla, adeta dinin kendisi imiş gibi bağlanabilmektedirler. Hâlbuki mezhep dinin kendisi değil, o dini temek kaynaklarından ( Ayet- hadisten ) mezhep imamının anlayabildiği kadarıdır.

  Efendimiz (sav): ”Hâkim hüküm verirken ictihad eder ve ictihadında hakka isabet ederse, iki sevap alır. Hüküm verirken ictihat eder ve ictihadında hata ederse, bir sevap vardır.”
(Mecmauz-zevaid, I/ 683, Buhari, Temenni, 21, Müslim, Akdiye, 15, Ebu davud, Akdıye, 2 ) Buyurmuştur.

 Fetva verme seviyesinde ilmi yeterliliği olmayanların “ Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” ( Nahl, 43 ) ayeti gereği bir fakihin fetvaları ile amel etmesine izin verilmiştir. Ama belli nedenlerle ( konumuz dışı olduğu için detaya girmiyoruz ) fakih başka âlimlerden farklı görüş- fetvalar verebilir.

  “İlim ehli arasında, ilmi koruma noktasında yakınlık, fıkhî meselelerin delillendirilmesi konusunda ise farklılaşma mevcuttur.” ( Hatibul bağdadi, el- Fakih vel Mütefakkih, II/ 71 ) demektedir. Ehlisünnet çizgisi içinde kalan her türlü fetva bizim için değerlidir ve saygı gösterilmesi gereken görüşler olarak kabul edilmelidir. Bir âlimin mensubu olduğu mezhep dışında, araştırmaları sonucu bulduğu farklı bir görüş ileri sürüyorsa, bu; o âlimin o görüşü kabul edilmese de genel olarak o âlimin görüşlerinin tümünü reddetmemizi gerektirmez.

İbn-i salah (ra) : ”Mezhebine muhalif bir hadise rastlayan Şafi’î, mutlak ictihat seviyesine ulaşmışsa veya bir meselede ictihad edebilecek seviyede ise, müstakil olarak kendi ictihadıyla amel edebilir.” Demektedir. En-Nevevi de bu sözü güzel bulmuş ve bunda karar kılmıştır.
(Dihlevî, el-İnsaf, 66)

 İmam-ı Ebu Hanife: “ Bir hadis sahihse benim mezhebim odur. (İbn Abidin, Hâşiye (1/63), Resmul-Müfti (ibn Abidin’in risalelerinden biridir) 1/4’te, şeyh Salih el-Fellâni ikaz’ul-Himem (s.62)’de nakletmişlerdir)

  İmam-ı Şafi: “ Ben bir söz söyler de, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözüme muhalif sahih bir hadisi varsa, Rasûlullah’ın hadisi (amel etmekte) evladır, beni taklid etmeyin.” (İbn Ebi Hatim s.93 Ebu Nuaym ve Ġbn Asakir (2/9/15) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

“ İctihat konularında kınama ve sakındırma olmaz.” ( İbn-i Muflih, Adabuşşeriyye, 186)

  İmam-ı Malik, alışverişle ilgili bir hadisin bir kelimesini tevil ile bir farklı fetva verince İbn-i Ebi Zi’b tarafından “ Malik tövbeye davet edilmelidir.” Şeklinde eleştirilince İmam-ı Ahmet b. Hanbel İbn-i Ebi Zi’b’i tenkit ederek “ Malik hadisi reddetmemiş, bu şekilde tevil etmiştir.” Diyerek imam-ı Malik’i savunmuştur. ( İbn-i Ebi Ya’la, tabakatul hanabile, I/ 251)

  Ebû Yusuf ve Hasan bin Ziyad, Ebû Hanife’nin şöyle dediğini nakletmişlerdir. “Bizim şu ilmimiz bir görüştür. O, gücümüze göre vardığımız en güzel görüştür. Kim bundan daha güzelini getirirse kabul ederiz ” (İbnu’l-Kayyım, İ’lâm’ul-muvakkıîn.c. I, s. 76)

  İmam-ı Şafi:” Görüşüm Allah ve resulünün görüşüne zıt ise görüşümü alın duvara çarpın.” Buyurmuş, İmam-ı Malik:” İnsanlar Malik’in görüşüne mahkum edilemez ” diyerek, eseri Muvatta’nın dönemin devlet destekli  mezhep olması teklifini reddetmiştir.

  Ma’n bin İsa el-Kazzaz demiştir ki; İmam Malik’ten şunu işittim; “Ben sadece bir insanım, hata yaptığım da olur doğruyu bulduğum da. Görüşüm üzerinde düşünün, Kitap ve Sünnet’e uygun olanını alın, Kitap ve Sünnet’e uygun olmayanını da bırakın .” (İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebîbekr (öl. 701 h.) İ’lâm’ul-muvakkıîn, c. I, Beyrut, 1987/ 1407, s. 75)

  İmam Malik sık sık şöyle derdi: “Bizimkisi zandan ibarettir. Kesin bir kanaate varamayız. (İbnu’l-Kayyım, a.g.e. c. I, s. 76)

  İmam Taberi ehlisünnetin büyük imamlarından biridir. Fakat `ayak yıkamayı sünnet ayağı mesh etmeyi farz` olarak yazmış tefsirinde. Şii mi olmuştur? İmam Azam Ebu Hanife, İmam Cafer`in arkasında namaz kılmış, ona talebelik yapmıştır. Biri Sünnilerin imamı, diğeri Şiilerin imamıdır. El-Keşmiri, Feyzu’l-Bâri’de: “Namazdaki elleri kaldırmadaki sahih rivayetten olayı bir Hanefi olarak o görüşü kabul ederim.” der. Herkes bildiği gibi İmam-ı Şafi, İmam-ı Hanefi birçok fetvalarını zamanla değiştirmişlerdir. Bu onların ( Hepsinden Alla razı olsun) hakkı arama çabaları, gerçeğe ulaşma kaygılarının göstergesidir, ” Acaba halk ne der, beni eleştirir kınarlar mı?” dememiş, doğruya ulaştıklarına inandıkları an eski fetvalarını terk etmişlerdir. Hatta bu nedenle çok ağır eleştiri almışlar, ağır ithamlara maruz kalmışlardır. Ama onlar asla kendi fetvalarını ayet-sahih hadis mertebesinde görmemişlerdir, görenler ise ne yazık ki günümüzdeki takipçileri olmuştur!

  Kısaca İslam mezhepleri Peygamberimizin vefatından yaklaşık bir asır sonra oluşmuştur. O günün şartlarında zamanın âlimleri günün şartlarına göre Dini konularda fetva ve yorumlarını yapmışlar bazılarının görüş ve önerileri etrafında cemaat oluşmuş ve ekolleşmiş ve daha sonra zamanın otoritesi tarafından kurumlaştırılmıştır. Hiçbir âlim kendi görüşünü diğerinin üstünde görmemiş herhangi bir konuda fikir ve görüşünü beyan etmiş ve birbirine saygı göstermiştir. Hatta bazen önceki görüşünü daha sonra terk etmiş, ya değiştirmiş veya başkalarının görüşünü benimsemiş. İmamı Azam dâhil bütün mezhep imamlarında bunları görmek mümkündür. İslam mezhepleri dini yaşamak için kolaylık ve bir yöntemdir. Fakat bazı insanların elinde zorluk ve çekilmez bir hal alarak nefret ve bölücülük halini almakla birlikte tutucu ve bağnaz insanların elinde din bölücülüğü ve yıkıcılık haline gelmektedir. Unutmayalım ki mezhepler din içindedir, ayrı bir din değildir. Din İslam`dır. İslam birleştirir.

İctihad ile kulluk

 Son din İslam’dır, insanlık var oldukça Allah’a kulluk bu dinin bildirdiklerine uymakla olacaktır. İnsan, eşya ve ilişkiler mahiyet veya nitelik bakımından durmadan değişiyor; Hz. Peygamber’in yaşadığı zamanda bulunmayan birçok nesne, ilişki biçimi, araç, âdet ve âlet ortaya çıkıyor. Eğer vahiy, hem geldiği zamanda hem de bütün zamanlarda olacak ve bulunacaklar için açıklamalar yapsaydı evler dolusu kutsal kitap ve hadisler olması gerekirdi. Ayrıca o günün muhataplarının hayatlarında bulunmayan şeylerden bahsetmek abes olurdu. Bu sebeple Allah Teâlâ o gün yaşayanlar ile daha sonra gelecek olanlar için zorunlu olanları açıkladı, geri kalanları ise ‘açıkladıklarına bakarak bulup uygulamalarını’ kullarına bıraktı. İşte bu ‘açıkladıklarına bakarak bulup uygulama’nın adına ictihad denir.
İctihad kul/beşer işidir; o bakacak, anlayacak, düşünecek ve söylenmişten söylenmemişin bilgisine ulaşacak
. Bu işte hatanın veya ihtilafın (farklı anlama, sonuç çıkarma, çözmenin) kaçınılmaz olduğu – insanın mahiyeti ve nitelikleri bakımından- kaçınılmazdır. Buna rağmen Allah, ‘açıklamadıklarımı da, açıkladıklarıma bakarak doğru (ben açıklasaydım nasıl açıklar idiysem öyle) bulun, aksi halde bana itaatsizlik etmiş olursunuz’ deseydi kullarına ‘imkansızı teklif’ etmiş olurdu. O imkansızı teklif etmeyeceğini de bildirmiştir. Şu halde ictihadlık alanda itaat, kulun çabası sonunda ulaştığı zan ve kanaate göre davranmasıyla gerçekleşecektir. Bu zan ve kanaate göre haram bildiğinden uzak duracak, helal bildiğine yaklaşacak, farz ve vacib bildiğini yerine getirecektir. İctihad yapamayacak olanlar da yapanlara danışarak, onlardan fetva alarak itaat edeceklerdir. Yasak olan, vahyi göz önüne almadan (açıklananlara bakmadan) kendi aklı ve arzusuna göre hüküm çıkarıp uygulamaktır. Usulünce ictihad yapıldığında ise sonuç hatalı olsa da (mesela Peygamberimiz hayatta olsaydı da bu sonuç ona arzedildiğinde hatalı bulsaydı) yine de kul üzerine düşeni yapmış ve bir ecir (ahiret için değerli karşılık) almış olacaktır. İsabet etmiş olması halinde ise ecri artacaktır. Bu ecir meselesinin de hikmeti, müctehidi olanca gücünü sarf etmeye teşviktir.  ( Hayrettin Karaman , Yeni Şafak, 02.12.2012 )

                                         Din büyüklerini ilah edinenler

 Mali’den bir haberi izliyorum. Bir grub selefi, bir takım cami ve mezarları tahrip etmişler. İslam dünyasında bu gün Selefi, Şii, Tasavvuf ve liberal/ılımlı islami akımlar arasında ciddi bir çatışma potansiyeli bulunuyor..Ümmet olma bilinci, siyasi, ideolojik ve mezhebi sebeplerle ciddi anlamda yara almış durumda..Akımlar kendilerini dini aslı olarak, ötekileri sapma olarak görüyor.. Oysa bunların hepsi birer yorum.. Farkında olmadan din büyüklerini İlah ve Rab ediniyorlar olmasınlar sakın!.. Bir bakıma Mezheplerini din ediniyorlar sanki. ( Abdurrahman Dilipak, Yeni Akit, 2012-07-05) Mezhep dediğiniz içtihadlar topluluğu değil mi? İçtihad konusu şüpheli olan konularla ilgili değil mi? Muhkem nas ile sabit olan bir konuda içtihad olmaz. İçtihad olmayan konuda mezheb de olmaz. O zaman kim kendi mezhebi dışındakileri tekfir edebilir.. Allah, Resul ve kitaba usul ve esasa bağlı kalarak ortaya konulan içtihatlardaki hükümler birbirinin tam zıddı olabilir. Bundan dolayı kimse diğerini tekfir edemez. Akıl da, mezhep de, tarikat da güzeldir ama mezhepçilik de, tarikatçılık da, akılcılık da güzel değildir. Her kesimde yanlış yapanlar olabilir. Bu tekfirci yaklaşım İslam ümmetine, dışarıdan gelen tehditlerden daha fazla zarar vermektedir. Mezheplerimizi din edinmeyeceğiz. Din büyüklerimizi de İlah ve Rab edinmeyeceğiz. İttifak ettiğimiz zaman birlikte hareket edecek, ihtilaf ettiğimiz zaman, kaynak, niyet ve usul açısından sorun yoksa birbirimizi mazur göreceğiz. İlle anlaşmamız gerekiyorsa hakeme gideceğiz. Değilse istişare ve şûra ile yetineceğiz. ( Abdurrahman Dilipak,  Akit, 30 Nisan 2016)
” Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa’yı ilah edindiler.”  ( Tevbe 31. ayet )

                                  

                                             Mezhebin lüzumuna dair

       Demagoglar “Asr-ı Saadet’te dört mezheb mi vardı? İtikatta Eş’arilik ve Maturidilik mi vardı?” diye soruyorlar; yoktu deyince de “Öyleyse bunlar bid’attir” hükmünü veriyorlar. A çok akıllılar, şimdi ben size sorayım: Asr-ı Saadet’te Vehhabilik var mıydı? Size göre o bid’at olmuyor da, Maturidilik niçin ve nasıl oluyor? Asr-ı Saadet’te elbette fıkıh mezhebi yoktu. Çünkü Kur’an ceste ceste 23 yılda gönderilmiş, Din-i Mübin-i İslam 23 yılda tamamlanmıştı. Tamamlandıktan kısa süre sonra da Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat efendimiz bu dünyaya veda etmişlerdi. Asr-ı Saadet’te Ashab-ı Kiram efendilerimiz dini, imanı, namazı, orucu, zekatı Efendimizden öğreniyorlardı. Bilenler bilmeyenlere öğretiyordu. Sonra İslam yayıldıkça yayıldı. Aradan 100 sene geçmeden Tevhid inancı Çin sınırlarından Atlas okyanusuna kadar ulaştı; dilleri başka başka olan nice kavim Müslüman oldu. Bunlara Kur’anın ve Sünnetin, emirlerin ve yasakların, ibadetlerin, dünya ahkamının doğru şekilde anlatılıp yorumlanması gerekti. Tabiin ve Tebe-i Tabiin efendilerimizden derin ilme, irfana, nasibe sahip olanlar geceleri kandil ışığında (varyantlarıyla) milyonca hadisi incelediler, bütün rivayetleri topladılar ve fıkıh sistemlerini kurdular. Bunların dördü kabul gördü, diğer sistemler yaşamadı. Yine İmamı Eş’ari ve İmamı Maturidi Kur’ana ve Sünnete dayanarak İslam’ın inanç hükümlerini bir araya getirdiler. Böylece zaruret derecesindeki bir ihtiyaç karşısında fıkıh mezhepleri ve inanç mezhepleri meydana geldi. Fıkıhta dört mezhep, inançta iki ekol arasında esasa, usule, temele ait hiçbir ihtilaf yoktur. Çeşitlilik teferruatla (ayrıntılarla) ilgilidir ve bu çeşitlilik Ümmet için geniş bir rahmet ve zenginliktir. Bu hak ve doğru mezhepler sayesinde Ümmet-i Muhammed bid’atlardan, yanlış yorumlardan kurtulmuş oldu. Sen kalkmışsın bunlara bid’at diyorsun. Asr-ı Saadet’te mezhep yokmuş. Sevsinler. Asr-ı Saadet’te sayfaları birbirine bağlı ciltlenmiş bir Mushaf da yoktu. O halde senin mantığına göre o da bid’at midir? Dört fıkıh mezhebi Müslümanlar için çok büyük bir nimettir. Onları meydana getiren müctehid imamlarımıza ne kadar teşekkür etsek, ne kadar minnettar olsak azdır. Mezhebe lüzum yokmuş, Kur’an yetermiş. Kur’an elbette yeter ama bir şartla: Onu doğru anlamak ve yorumlamakla. Bin küsur seneden beri şu İslam aleminin haline bakınız. Peygamberimizin haber vermiş olduğu üzere bir yığın bozuk fırka zuhur etmiştir. Bunların hepsi de Kur’an diyor ama niçin ve nasıl sapıtmışlar?..Kur’anı doğru anlayamadıkları, Resulullahın yorumuna uygun şekilde yorumlayamadıkları için. Bazı bozuk ve sapık fırkaların fanatikleri bağırıyorlar: Mezhepler bid’attir. Mezhepler sapıklıktır. Hatta çok ileri giden bazıları mezhepler puttur bile diyor. Allaha zaman, mekan, cihat, cisim, insanlar gibi el, yüz, ayak; inmek çıkmak gibi noksan sıfatlar izafe eden şu fırkacıya bakınız. Ehl-i Sünnet mezhepleri bid’attir diye niçin yırtınıyor? Çünkü mezhepleri yıkarsa halkın bir kısmı onun bozuk fırkasına dâhil olacaktır. ( Mehmet Şevket Eygi, Milli gazete: 09 Nisan 2011)

“Fırka-i Naciye hangi mezhep” diye bir soru sorulmaz, hangi mezhepten olursa olsun, namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, zekat veren, Allah’a ve ahiret gününe iman eden, Allah’a, resulüne kitabına iman edenlerden kimlerse, tevhid yolunda, ihlasla rızai ilahi yolunda ilerliyor ise onlar kurtuluşa erenlerden olacaktır.. “Onlar hangi mezhepten” diye bir şey yok. “Hak Mezhep” diye bir kategori yok. Allah, resul ve kitab çizgisi içindeki her mezhep makbuldür. Mezhep muhkem nas ile sabit bir konuda içtihad olmaz. İçtihad olmayan bir konuda ise mezhep olmaz. Mezhep ihtilaflı konularda olacağı için şu haktır-şu batıl denmez. İhtilaflı olan hiçbir şey Hak kategorisinde değerlendirilmez. Batıl olabilir çünki verilen hüküm “usul”e ya da “nas”sa mugayir olabilir.. “Nas”sa mugayir olmayan birden fazla görüş olabilir. Özellikle de müteşabih ayetler zaten zaman, mekan ve olay, kişi bağlamında kendi içinde farklılık gösterebilir. Burada önemli olan usul ve Kur’an-ı Kerim’in külli kuralları ve Sahih olan Nebevi sünnete aykırı olmamasıdır.”  ( A. Dilipak,8.7.2016, Akit )

 

Tevil varsa tekfir yoktur
Maksadım, Müslüman olan insanları kucaklamak yerine dışlamayı, tefrika yüzünden zayıflayarak düşmana yem olmayı karınca kararınca engellemektir. Ben ehl-i sünnet çizgisindeyim ve genel olarak bu çizginin sahih İslam anlayışını temsil ettiğine inanıyorum. Ancak üç kayıtla: Ehl-i sünneti, bu kavramın içine giren farklı anlayışları da katarak geniş çerçeveli görüyorum. Ehl-i sünnet dışında kalan İslam mezheplerini de ümmetin mezhepleri olarak görüyor, sahiplenenleri -onlar İslam’dan çıktıklarını beyan etmedikçe ve söz ve fiilleri için bir tevil imkanı mevcut oldukça- tekfir etmiyorum. İnandığı gibi yaşama konusunda tavizsiz olmak güzeldir ama taassub hangi tarafta olursa olsun caiz değildir, mezmumdur, bundan kurtulmak gerekir diyorum.
 İmam-ı Gazâli’nin Faysalu’t-Tefrika’sından:
 “Hak ve hakikat her bir mezhepte dolaşır durur”
 İnsaf sahibi isen bilirsin ki, hak ve hakikati belli bir âlimin ve mütefekkirin tekelinde kılan, hakikati yalnız o bilir diyen kimse küfre ve çelişkiye başkalarından daha yakın durmaktadır. Küfre yakındır; çünkü o âlimi, iman ve küfür, kendisini tasdik veya tekzip etmeye bağlı olan masum (hata etmez) peygamber mertebesine getirmiştir.Çelişki içindedir; çünkü bütün büyük âlimler tefekkürü ve delile dayalı hükmü gerekli görmüşlerdir. Gerçeği öğrenme arzusu ve tefekkürün tahrik ettiği sen! Muhatabından küfrün (dinden çıkmanın) tanımını yapmasını iste. Eğer küfür, “Eş’ârî veya Mu’tezilî veya Hanbelî ve diğer mezheplere muhalefet etmektir” diyorsa, o, geri zekâlıdır, taklidin zincirine vurulmuştur, körlerden daha kördür; onu iknaya uğraşıp boşa vaktini harcama.Hak ve hakikatin yalnızca Eş’ârî mezhebinde bulunduğunun kendine göre delili nedir ki, bu sözü ile mesela Bakıllânî gibi bir âlimi tekfir etmiş oluyor! Bakıllânî Eş’ârî’ye muhalif olunca küfre düşüyor da ona muhalif olunca Eş’ârî niçin küfre düşmüyor! Hakikat daima niçin birine değil de diğerine ait oluyor! O önce geldiği için derse, ondan (Eş’ârî’den) önce de Mutezile ve başkaları var. Bakıllânî’ye izin verse ondan başka yine Eş’ârî’ye muhalefetleri bulunan Kerâbîsî, Kalânisî gibi ehl-i sünnet kelâmcıları var, onlara niçin muhalefet hakkı tanımıyor! Peki, o zaman Allah’ın, zatından başka sıfatlarının olduğunu kabul etmeyen Mutezile’ye niçin sert davranıyor; onların da Eş’ârî’den farkı zâtı ile mi, ek sıfatı ile mi bildiğinden ibarettir. Derse ki: Ben Mutezile’yi tekfir ediyorum; çünkü bunlar, ilim, kudret, hayat gibi tarifleri ve hakikatleri farklı olan sıfatları zâta irca ediyorlar ve tek bir zatın bütün bu farklı sıfatların yerini tutacağını söylüyorlar. Peki, Eş’ârî de kelâm sıfatı Allah’ın zâtı ile kaim tek bir sıfattır diyor. Bunlar da farklı hakikatlerdir ama tek sıfattan sadır oluyor, buna ne diyeceksin?  ( Hayrettin Karaman, Yeni, şafak, 14,17,22 Haziran 2018 )

Din kardeşliğini, birlik ve kardeşlik inancı, anlayışı ve duygusu içinde ümmet birliğini sağlamanın şartları vardır:
1. İçtihat, yorum, görüş beşeri bir faaliyet olduğuna ve peygamberler dışında beşerin yanılması ve yanlış yapması da mümkün ( ve olmakta) olduğuna göre hiçbir âlim, şeyh, mürşit, lider, kanaat önderi… isabet ve hakikati kendi tekelinde görmeyecek, “yalnız benim dediğim, görüşüm, mezhebim, tarikatım haktır” demeyecektir. Peygamberlik sona ermiştir; artık bir kimsenin çıkıp da, “Ben rüya gördüm”, “Ben Peygamber ile görüştüm, konuştum”, “Bana Allah bildirdi” gibi iddialarla insanları saptırmalarına imkân verilmeyecek, böyle çıkışlara müsamaha edilmeyecektir.
2. Doğru ve uygun dediğimiz usulü uygulayarak bir sonuca ulaşan her müminin ulaştığı sonuç hem kendisi hem de ona itimat edenler, ondan fetva alanlar ve dini öğrenenler için muteberdir; bu bilgi ve fetva ile dinini yaşayanlar doğru yoldadırlar. “Farklılık içinde birlik” ve “farklılığın ümmet için bir zenginlik” olması hedefleri ancak bu anlayış çerçevesinde gerçekleşebilecektir. Kuran’ı Arapçasından veya meâlinden okuyan, hadis kitaplarını metinlerinden okuyan, bu okumalara doğru usulü uygulamadan kafasına estiği gibi mânâlar veren, hükümler çıkaran, üstelik aynı yolu takip etsinler diye insanlara icazetler de veren kimseler doğru yolda değildirler. Temel metinlerden doğru usulü uygulayarak mânâ ve hüküm çıkarma işi içtihattır ve tefsirdir; bu işin yapılabilmesi için iman, ilim ve ahlâk yeterliği gereklidir; bu yeterliğe sahip olmayanların peşine düşmek insanı doğru İslâm anlayış ve yaşayışından saptırır; bu konuda uyanık ve ihtiyatlı olma zarureti vardır.
3. Ferdî din hayatı için soru soranlara, fetva isteyenlere ehli tarafından bilgi ve fetva verilir. Ümmetin uygulaması için kural oluşturmak, yol göstermek, kanun yapmak, proje ortaya koymak söz konusu olduğunda mutlaka şûrâ usulü uygulanmalıdır. Şûrâ dini ve uygulama alanını iyi bilen âlimler ve uzmanlardan oluşan danışma kurullarıdır. (Hayrettin Karaman, Yeni şafak, 15 Temmuz 2018)

 

Ehli sünnet caddedir
 Sünnî (Ehl-i sünnet ve cemâ’at) itikad mezhebleri: selef, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye olmak üzere üç mezheptir. Ehl-i sünnet, inanç (akaid, kelam) konusunda olsun, amel (fıkıh) konusunda olsun ihtilaflara, farklı anlayışlara ve içtihatlara yer verdiği için bir patika, bir keçi yolu, bir tek şeritlik yol değil, birden fazla şeridi olan bir caddedir. Yön aynı, yol aynı ama birçok şerit vardır. Trafik kurallarına riayet etmek şartıyla bu caddenin hangi şeridinden gidilirse gidilsin camianın Ehl-i sünnet yol arkadaşlığı, yoldaşlığı vardır. Bu yazdıklarımın delili,  önemli ve farklı anlayış ve yorumlara rağmen -mutaassıp ve mezhepçi taklitçiler bir yana- Ehl-i sünnet âlimlerinin birbirini tekfir etmemeleri, önemli tartışmalara rağmen birliği, yoldaşlık ve kardeşliği korumalarıdır: Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında ihtilaflı olan kaç mesle vardır? âcuddin Sübkî’ye göre on üç meselede.Kemaluddin Ahmed el-Beyâzî’ye göre elli meselede.Şeyhzâde’ye göre kırk meselede:  Mâtürîdîlere göre Allah’ın diğer sıfatları gibi ezelî olan bir de tekvin sıfatı vardır, Eş’arîlere göre böyle bir sıfatı yoktur; tekvin (yaratma) mükevvenden (yaratılandan) ibarettir ve ikisi de ezelî değildir. Mâtürîdîlere göre kulun gücünün yetmeyeceği bir şeyi Allah’ın ona teklif etmesi (yükümlü kılması) caiz değildir, O. böyle bir şey yapmaz; Eş’arîlere göre yapabilir. Matürîdîlere göre insanlar akıllarıyla Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, O’na layık olan sıfatlarını bilmekle yükümlüdürler, şirke düşenler azabı hak ederler. Eş’arîlere göre peygambere muhatap olmayanların böyle bir sorumluluk ve yükümlülükleri yoktur. Mâtürîdîlere göre dinin temel inanç esaslarına taklid; yani bir bilen âlime güvenme ve uyma yoluyla iman eden kimsenin imanı sahihtir, geçerlidir. Eş’ar’îlere göre akıl ve nakil delillerine dayanmayan iman sahih değildir. Mâtürîdîlere göre kadınlardan peygamber olmaz, Eş’arîlere göre olur. Kendilerine Peygamber gelmemiş, önceki peygamberin daveti kendilerine sahih olarak ulaşmamış olanlar Mâtürîdî’ye göre, Allah’ın varlık ve birliğine inanırlar, akılla bilinebilecek iyilikleri yapar, kötülüklerden uzak dururlarsa kurtuluşa ereceklerdir. Mâtürîdî kaynaklarda şu dikkat çekici açıklama da yer almıştır: “(Eski zamanlarda) Çin sınırında yaşayan Türk boyları gibi İslam’ın ameli hükümleri kendilerine ulaşmamış insanlar bunlarla yükümlü değildirler (Beyâzî, İşârât, s. 74) … vs
 Ehl-i sünnet İslam’ı Peygamberimiz (s.a.) ve O’nun rehberliğinde dini öğrenen ve öğreten ilk nesil Müslümanları gibi anlayan, bu anlayış üzerinde birleşmiş bulunan ümmet çoğunluğunu (cemâat) muhafaza eden, ayrı baş çeken grupları “aynı kıbleye yöneldikleri ve namazı toptan terk etmedikleri sürece” İslam’dan dışlamayan, yöneticiler adaletten ve sünnetten sapsalar bile ümmetin birliğini bozma, düşmanlara fırsat verme gibi fitne ihtimalleri bulunmadığı sürece ihtilal yapmayı caiz görmeyen, uygun zamanı bekleyen… Müslüman çoğunluğun mezhebidir, yoludur, İslam anlayışıdır. (  Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 24-29  Haziran 2018 )

  “Ben, tek mezhebi değil, Sünni fıkıh ve itikat mezheplerinin tamamını bir zenginlik sayıyor, hepsi birden İslâm’dır diyorum; müminlerin bütün mezhep imamları ve diğer fıkıh, kelâm, tasavvuf âlimlerinden istifade edebilmeleri için kapıların açık olduğunu söylüyorum…yirmi üç yıldan beri de Yeni Şafak’ta köşe yazısı yazıyorum; ben bunlarda Ehl-i Sünnet Müslümanlığı’ndan başka bir Müslümanlığı savunmadım.” ( Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 19 Ağustos 2018)

MEZHEPSİZLİĞİN AMACI İHTİLAF VE FİTNEDİR!
“Mezhepler İslam ümmetini dört büyük kuvvetten oluşan muazzam bir orduya dönüştürürken; Mezhepsizlik orduyu parçalayıp her bir askeri kendi başına buyruk bırakan dağınık ve fonksiyonsuz sürülere dönüştürür.” 

.

 

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz


Yukarı Çık