İslam ve had cezaları

1.558 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

 

İslam ve had cezaları ve kısasın hikmetleri

İslâm hukukunda had, Allah hakkı yani toplum hakkı olarak yerine getirilmesi gerekli olan, miktar ve durumu şâri‘ (nas: ayet, hadis) tarafından belirlenmiş yaptırımlar kastedilir. Zina, hırsızlık, iftira, eşkıyalık gibi cezaları kapsar. Kısas (Suçluya ceza olarak, başkasına yaptığı kötülüğün aynısını uygulama) ve diyet (Kan bedeli) ilebirlikte hadler, İslâm’ın muhafazasını esas aldığı beş temel değerin (akıl, din, can, ırz ve mal) korunması ilkesinin önemli bir parçasını teşkil eder. (DİB, İslam Ansiklopedisi, XIV/ 547;IX/473) Ateistler İslam’ın suçlara karşı uyguladığı cezaların günümüz için geçerli olmadığını ileri sürerler.

İslâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; “belirli bazı suçlara İslâm’ın tayin ettiği cezalar” dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek (Cezası 40 sopa (Dârimî, Hudûd,10; Hanbel, IV/389);  kazf (namuslu kadına zina iftirası): cezası 80 değnektir (Nur, 4) ve yol kesme (hırâbe): Suçuna göre sürgünden idama dek ceza alabilir. (Maide, 33-34) Bunlardan günümüzde en tartışma konusu yapılan ikisini (Zina, hırsızlık ) burada ele alacağız.

İslam huzur, barış dinidir. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan kurallar bütününü vazeder. Hedef, iyi kul olup Allah’ın rızasına ulaşmaktır. İslam değil kimseyi kesmeyi, herhangi bir insanın dedikodusunu yapmayı, malını çalmayı, namusuna göz ile bile olsa yan bakmayı vb yasaklamıştır. İslam’ın amacı toplum ahlakını temin etmektir, toplumu tehdit etmek değil.

Ateist ve oryantalistler birçok konuda olduğu gibi kısas ve had cezaları konusunda fıkıh ihtilâflarını, ictihâd farklılıklarını Kuran’ın açık hükmü gibi göstererek insanları yanıltmaya çalışmıştır. Bir müçtehidin içtihadı, o kişinin bilgisi ölçüsündeki şahsi görüşüdür. İslam’ı şahsi görüşler içine hapsetmek ise sadece, önyargı ve cahillik ile açıklanabilir.

Kısasın asıl gayesi, toplum düzenini sağlamaktır. Eğer öldürülenin yakınları, katili bağışlar da diyete (kan bedeline) razı olurlarsa o zaman aile dayanışmasının bir gereği olarak diyeti, katilin akraba tarafı öder. Bu sayede fertlerinin davranışlarını kontrol edilmiş, onların yanlış bir şey yapmalarına engel olunmuş olur.

Ateistlere göre: “Bir Müslüman erkek, kâfir erkeği öldürürse kısas uygulanmaz.” Kuran’ın açık anlatımında Müslüman kâfir kaydı yoktur. Hür deyimi içine, Müslim, gayri Müslim bütün hürler girer. Köle deyimi içinde de dini ne olursa olsun bütün köleler girer.

Bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için Bakara Sûresinin, kısasla ilgili 178-179. âyetlerinin mealini verelim: “Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı. (Binaenaleyh, katilin de öldürülmesi gerekir.) “Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil, Müslüman) kardeşi tarafından affedilirse, o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapması (uygun diyet istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme(si) gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra da saldırıya kalkarsa artık onun için acı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz.”

Katâde’den anlatıldığına göre (İsmail b. Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, XIV/444) cahiliye çağında kabileler, kendilerini birbirlerinden üstün görürlerdi. Şayet kuvvetli olan kabilenin kölesi öldürülse, onun yerine bir hür; kadın öldürülse, yerine bir erkek; hür bir erkek öldürülse yerine iki hür erkek öldürmek isterlerdi. Böylece o kabîle; kölelerinin, başkalarının hürlerine; kadınlarının, başkalarının erkeklerine; bir hürlerinin, başkalarının iki hürüne denk olduğunu ileri sürerek övünmüş olurdu. İşte Yüce Allah (cc);  bu âyeti indirerek ancak köle karşılığında kölenin, kadın karşılığında kadının kısas edilebileceğini bildirdi ve insanları böyle aşırılıklardan menetti.

Ayetin baş tarafı, kısası genel prensip olarak farz kılmakta, fakat maktulün velisine katili affetme yetkisini de vermektedir. Bu husus, ümmet için bir rahmettir. Kısastan maksat, toplumun huzurunun sağlanmasıdır. Çünkü haksız yere öldürülenin katili de hayattan mahrum edilmezse bu durum, maktulün yakınları arasında bir infiale, kan davasına ve iki taraf arasında ardı arkası kesilmeyecek öldürmelerin cereyanına sebep olabilir. Ama katil, öldürülünce iki taraf da yatışır, toplumsal huzursuzluk ortadan kalkar. Kısasın yanında af yetkisinin de tanınması, Kur’an hükmüne her zaman uygulanabilecek bir esneklik vermiştir. Maktul Müslüman olsun, zimmî olsun, hür olsun, köle olsun, kadın olsun, erkek olsun velisine kısas talep etme yetkisi verilmiştir. “Kim zulmen öldürülürse, onun velisine yetki veririz ama o da öldürmede aşırı gitmesin,” (İsra, 33) Mâide Sûresinin 45. âyetinde de “cana can, göze göz”ün kısas edileceği beyan edilmektedir. “Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın!” (Bakara, 194); “Ceza, verirseniz, size edilen azap kadar ceza veriniz. ” (Nahl, 126) âyetleri de kısasın içeriğini belirlemektedir.

Sünnette, kısastaki genel hükmün köleleri de kapsadığını görmekteyiz. Peygamberimiz “Kölesini, öldüreni öldürürüz. (Darimî, Diyat, 7; Tirmizî, Diyat, 18) buyurmuştur. Hz. Peygamber devrinde bir kadın bir câriyenin dişini kırmış, câriye tarafı diyeti kabul etmeyerek, kısasta israr etmişti. Ashâb-ı kiramdan Enes b. en-Nadr, kısâsen dişin kırılmasına karşı çıkınca, Rasûlüllah; “Ey Enes! Allâh’ın kitabında ceza kısastır” buyurmuştur. Câriye tarafının suçluyu affettiğini bildirmesi üzerine Allah Rasûlü onların bu affı sebebiyle kazandıkları manevi dereceyi şöyle ifade buyurmuştur: “Allâh’ın öyle kulları vardır ki Allah’a yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz” (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII/26, 27)

Ateistler, “Eğer bir topluluğa azap edecekseniz, size yapılan azabın eşiyle azab edin.” (Nahl, 126) böyle emrediliyor.” diye yazarken ayetin yarısını verip tek taraflı yorum yaparlar. Ayetin sonundaki “Sabrederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır!” cümlesini ateistler bilerek aktarmazlar. Ayet, affetmeyi, öç almağa tercih etmektedir. Ayetin asıl amacı, suçlara misliyle karşılık verip intikam almak değil, işlenen suça, hak ettiğinden daha ağır bir ceza vermeyi engellemektir. Yani ayet, intikamı değil, adaletten ayrılmamayı emretmektedir. “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan kötülük kadar, işlenen suç kadar karşılık verin; ama affederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” denmektedir.

İslâm’da kısas şahsî şikâyete bağlı bir ceza olarak kabul edilmiş, toplum cezası sayılmamıştır. Çünkü kamu düzeni sadece suçlu ile mağdur taraf arasında bozulmuştur. Onlar anlaşır, barışır ve helalleşirlerse devlet düzenini ilgilendiren sakıncalar ortadan kalkmış olur. Bu nedenle, kendisine karşı müessir fiil işlenen kimse veya ölüm hâlinde, ölenin velisi affederse kısas düşer. (Kâsânı, Bedayiu’s-Sanayi, VII/241; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II/330; Abdulkadir Udeh, et-Teşrîu’l Cinî’l-İslamî, I/79, 663)

Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre, öldürülenin velisi ya kısas ister, ya da affeder. Veli, suçlu ile diyet üzerine anlaşmazdan önce kısas hakkından vazgeçerse, diyet isteme hakkı da kendiliğinden düşmüş olur. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise; velî seçimlik hakka sahiptir. Ya kısas uygulanmasını ister, ya da kısası affeder ve diyet alır. Affetmenin anlamı kısasın diyete dönüşmesi demektir ve bu, suçu işleyenin rızâsına da bağlı değildir (Kâsânî, Bedâyiu’s Sanâyi’, VII/241; Şevkanî, Neylü’l-Evtâr, VII/7; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I/136, 137)

Cinayetin cezası

Kasten adam öldürme suçunu işleyene kısas uygulanır. Kısas cezasının verilebilmesi için suçlunun, suçu bilerek ve isteyerek işlemiş olması gerekir. Aksi halde: birini yanlışlıkla öldürene kısas uygulanmaz. (Prof. Dr. Coşkun Üçok, Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Prof. Dr. Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, s.75) İslam’a göre insanı bilerek öldüren bir kişi için üç hüküm vardır.

1-Öldürülen tarafın ailesi adamı bağışlar: Katil serbest bırakılır.

2-Öldürülenin ailesi “kan bedeli” alır. İstedikleri meblağ karşılığı katili af ederler. Katil yine serbest kalır.

3-Öldürülenin ailesi kısas ister; Bunun üzerine “Devleti” katili idam eder. Daha sonra kan davası da olmaz, çünkü idamı yapan devlettir. Öldürülenin ailesi de ceza verildiği için intikama kalkışmaz.

“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.” (Bakara, 179)

 İdam mı gayri insanî, müebbet mi?

Dünyada  bilerek ve tasarlayarak insan öldürmenin cezası, bilindiği gibi kısastır. Kısas, öldürmeye karşılık öldürmedir. Ancak kısas öldürmek için değil, yaşatmak için vardır. Bir ülkede her yıl meydana gelen 1000 taammüden öldürmeyi, 10 katili etkisiz hale getirerek engelleyip 990 insanı kurtaracaksanız daha insani olan budur. Üstelik giden 10 insan katildir, aksi halde ölen bin kişi ise haksız yere öldürülmüş olacaktır. Öldürülmüş olan bir insanın kısas hakkı onun yakınlarınındır, bu haklarını alırlar ya da bağışlarlar. Devlet katili asla affedemez. Ancak bu İslam’ın kendi insanını eğitip yetiştirdiği, ona insanın değerini öğrettiği bir toplumda uygulanabilir. Siz önce seri katiller yetiştirir, sonra bu cezayı uygulamaya kalkarsanız haksızlık etmiş olursunuz. (Faruk Beşer, Yenişafak, 14.09.2012)

İtalyan mahkûmlar müebbet yerine idam istedi. 310 mahkûm, 17 yıldır hapis yatan 52 yaşındaki mafya üyesi Carmelo Musumeci önderliğinde İtalya’da Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitamo’ya mektup gönderdi. (NTV, 1.6.2007)

İslam ve had cezaları

“İslam hukukunda cezalar, had cezaları, cinayet cezaları (kısas ve diyet) ve ta’zir cezaları olmak üzere üçe ayrılır. Ta’zir suçları; Şari’in (kanun koyucunun ) karşılığında belli ceza tayin etmediği, fakat fert ya da topluma olan zararından dolayı yasakladığı fiillere denir. Ta’zir gerektiren bir suçta, had cezasının sınırına varan bir ceza verilemez. (Doç Dr Hüseyin Çelik, Kuran Ahkâmının Değişmesi, s. 158) Servetin toplumumuzda adil bir şekilde dağıtılmadığı, İslami eğitimin sonuçlarının yeterli olmadığı dönemlerde, el kesme cezası uygulanmayabilir. (s. 163) Kuran; adam öldürme, zina, hırsızlık ve yol kesme suçlarının cezası hariç, çoğu suçun cezasını tespit etmemiştir. Bunları hâkimin takdirine bırakmıştır. (s. 164) Abbad bin Şurahbil, açlıktan dolayı buğday tarlasından başak çalıp yer. Tarla sahibi onu döver ve Peygamberimize getirip şikâyet eder. Peygamberimiz tarla sahibine, “o, bilmiyordu, sen de onu dövdün.” der, elbiselerini iade eder. Abbad’a bir ölçek buğday verir. (Nesai, Kadat, 21; İbni Mace, Ticarat, 67; Hanbel, 4/67) Bu cezanın uygulanabilmesi için önce hırsızlığa neden olabilecek, açlık gibi sebeplerin ortadan kaldırılması ve sosyal adaletin en iyi bir şekilde tesis edilmesi gerekir. (s. 170) Cezalandırmanın altında yatan neden, cezanın medeni veya ilkel olması değil caydırıcılığıdır. Cezalandırma, suç oranını ne kadar azaltıyorsa, o kadar başarılı demektir. Kuran, işlenen suçun meydana getirdiği tahribata göre ceza şekillerini belirlemiştir. Çoğu insan aşağılanmayı, hakareti kaldırabilir ama toplum içinde buna tahammül edemez. Kuran, suçlunun cezalandırılmasına emrederken, toplumu kurtarmayı amaçlamıştır. İnsanların koydukları cezalar ilkel olmazken, Allah’ın belirlemiş olduğu cezalar neden olsun.”  (s. 179)  “Allah hüküm verenlerin en âdili değil midir?” (Tîn, 8)                                          

İslam’da hırsızlığın cezası nedir?

Bir olayın öncesi, olayın anı ve sonrası vardır. Her üç zamanı da sıra ile değerlendirelim.

İslam hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, önce hırsızlığa neden olan olayları (açlık, kıtlık, işsizlik vb) ortadan kaldırmayı amaçlar. Bir ülkede açlık, kıtlık, işsizlik varsa, o ülkede hırsızlığın cezası uygulanmaz. Hz. Ömer, kıtlık vakti hırsızlık cezasını yasaklamış yasaklamış (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, s. 114), “İnsanların karnını doyurmadan, onlardan kanunlara uymayı istemeyiz” demiştir. (Prof. Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 219) Kendilerini aç bırakıp, hırsızlık yapmak zorunda bırakılan hizmetçilere değil, onları o hale düşüren kişiye ceza vermiştir. (Kurtubi, El-Camiu li-Ahkami’l-Kuran, 6/210; Celal Yıldırım, Kuran Ahkâmı, 2/156,158; Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, 3/1671-1673; V. Zuhayli, İslam fıkhı, 7/387-390; A. Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, 3/439-475; İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn, III/10-11)

Hırsızlıkta bir çeşit hastalıktır (Bilinen hırsızlık kadar olmasa da kleptomani diye bir rahatsızlık artık günümüzde biliniyor, hırsızlık ise bir ileri safhası; aç gözlülük, çekememezliktir.) Bazı İnsanda hırs, israf, lüks hayat, mal-mülk sahibi olmak gibi doymak bilmez duygular vardır. Bunları meşru yolla elde edemeyenler veya bu menfi duygularını dizginleyemeyenler, başkasının mal ve servetine göz diker, hırsızlık ve soygunculuğa yeltenirler. İslam’ın insanı bilinçlendirmeye dönük; tevazu, sabır, imtihan bilinci, emek, rızık, çalışma, alın teri, zekât, ahiret şuuru, kul hakkı pratiğe dönük yönü olan gibi bir çok kavramı bünyesinde barındırır. Bu eğitim sürecinden geçtiği halde düzelmeyen ve hırsızlığa alışan (Tıpkı evleri, milyarları olduğu halde dilenmeye devam edenler gibi) insanlar bir kaç ay yatmakla düzelmez, aksine bu işin kıdemlilerinden cezaevlerinde ders alıp, daha bir bilenmiş olarak cezaevlerinden çıkarlar. Özellikle günümüzde cezaevlerini, kış yaklaştığında küçük bir adi suç işleyerek, kışı geçirmek için kullanan “mevsimcilerin” bulunduğunu düşünürsek, hırsızlığa karşılık cezaevlerinin caydırıcı bir unsur olmadığı görülmüş olmaktadır. Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay yazdığı bir kitabında, “Çingeneler doğuma 2 ay kala bir yolunu bulup hapse giriyormuş, orada doğum yapıyormuş, pek çok öykü anlattı Doktor Alp” derken, başka bir yerde ise “Silivri bir ara korucuları da ağırladı, birine göre cezaevinde ekmek devletten, su devletten, yaşamak dağda, mezrada teröristle mücadele etmekten daha iyi.”  diye yazmaktaydı. Tüm bu yazılanlar, insanların hapishanede bir ceza olarak görmediğini de kanıtlamaktadır. (Mustafa Balbay, Silivri toplama kampı, zulümhane, s. 215, 262) Cumhuriyet genel yayın yönetmeni Can Dündar ise hapishaneye “girenleri  dışarıya daha donanımlı çıktıklarından bahsetmekte, koğuşların ıslah değil eğitim merkezi olduğundan” bahsetmektedir. (Can Dündar, Tutuklandık, s. 155)

2019 yılında sadece hırsızlıktan “hüküm giyen” sayısı 42.752. Cinayetten hüküm giyen sayısı 9.574. Dolandırıcılık, tehdit, yağma vd. toplam 281.605 (Sözcü, 12 Şubat 2021) Yeni yapılacak olan 42 cezaevi için 2.2 milyar harcanacak. (Sözcü, 21 Ocak 2021) Peki tüm bunlar çözüm oldu mu?  

Hırsızlığın cezasından amaç hırsızlıktan caydırmak olmalıdır. Bu nedenle kimseye torpil, adam kayırma yapmadan tüm seviye-makamdaki insanlara bu ceza uygulanmalıdır. Hz. Resul, zengin bir Arabın kızı hırsızlık yapıp ta cezanın kıza uygulanmamasını isteyip, “O ileri gelen birinin kızıdır, cezayı azaltalım” talepleri ile karşılaşınca “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptımı onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarından kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona had tatbik ederlerdi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim.” buyururlar. (Buhari, Hudud, 11,12,14, Şehadet, 8, Enbiya, 50; Fedailu’l-Ashab, 18, Megazi, 52; Müslim, Hudud, 8 (1688); Tirmizi, Hudud, 9; Ebu Davud, Hudud, 4 (4373-4374); Nesei, Sârik, 5; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, VI/477- 478, Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII/131,136) Sosyal adalet zaten, mükâfatların da cezaların da makam, mevki, cins ayırmadan uygulanabilmesi değil midir?

İslam’ın hırsıza uyguladığı cezayı eleştirenler günümüzde bir kişi açlık, zaruret, işsizlikten dolayı hırsızlık yapınca cezalandırıldığını görmemektedir. Bir insanı kötü yola düşüren ortam, şartlar göz önünde bulundurulmadan verilecek olan cezalar adil olmaz. İslam ise, kişilerin asgari ihtiyaç maddelerini karşılayacak ortamı oluşturup, aç, işsiz kimse ortada kalmadıktan sonra; toplum, genel itibarıyla derinlemesine ve geniş bir açıdan bilinçlendirilip, eğitildikten sonra, hırsızlık cezasını uygulamaya başlar. Kısaca, hırsızlık olmadan önce, İslam gerek şartlar, gerek eğitim olarak, hırsızlığa neden olacak durumları ortadan kaldırır.

Hırsızlık olduğunda ise bakılır; Eğer hırsız, akıllı, ergen ise (çocuk, deli değilse); Çalınan mal belli bir değerin üstünde (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 12; Tirmizî, “Ḥudûd”, 16; İbn Rüşd, Bidâyetü’lmüctehid, II, 374) olursa (sikkeli, halis 10 dirhemin üzerinde olursa yani, 4,25 gr. Altın veya 30 gr. gümüşün üstünde); Mal gizlenmiş iken, evde, iş yerinde korunan, kapalı bir yerde iken çalınmış ise; Hırsızın, çaldığı malda mülkiyet hakkı yok ise; Mal, kamu malı değilse; Çabuk bozulan et, süt, yaş meyve vb değilse; Eşi, çocuğu, babasının malı değilse; Mahkemeye başvurmadan önce, mal geri verilip tövbe edilmemiş, uslanılmamış işe; İki şahit var ise veya hırsızın itirafı ile suç kesinleşmiş ise, tüm bu şartlar bir arada olunca hırsızlık suçunun cezası uygulanır. Hz Resul, şüphe durumunda ve imkân ölçüsünde hadlerin uygulanmasına engel olunmasını da (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 114; Tirmizî, “Ḥudûd”, 2; İbn Mâce, “Ḥudûd”, 5) tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber’in suçun oluşmasında, ispatında ve cezanın infazında suçlu lehine son derece titiz davrandığı, şikâyetçisi bulunmayan veya kamuoyuna mal olmamış suçları görmezlikten geldiği, affetmeyi ve sulhu tavsiye ettiği, savaş ve yolculuk esnasında işlenen hırsızlıklara had cezasının uygulanmasını doğru bulmadığı da bilinmektedir. (Tirmizî, “Ḥudûd”, 20; Nesâî, “Sârıḳ”, 16)

Eğer hırsız yaptığına pişman olur, tövbe eder ve tövbesinde samimi olduğu anlaşılırsa eli kesilmez. Ancak bunun tespit edilebilmesi için hırsızın bir süre hapsedilmesi ve gözaltında bulundurulması gerekir. (Recep Demir, Ahkâm Tefsiri ve Mehmet Vehbi Efendi’nin Ahkami Kur’an’iyesi, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 22, 2013; s. 452;   Muhammed Tahir İbn Âşûr, et- Tahrîr ve’t-Tenvî, VI/193) Yine efendimiz, “İmkân buldukça şüphelerle had cezalarını düşürün.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Hudud 2; Ebû Dâvud, Salât,14,İbn Mace, Hudud 5. Molla Hüsrev II/81; Damad, II/545, 546)

Hz. Peygamber’in suçun kamuoyuna malolması, suçlunun itirafında veya mağdurun şikâyetinde ısrar etmesi gibi hallerde son çare olarak hadlerin uygulanmasına yöneldiği bilinmektedir. (DİV İslam Ansiklopedisi, Hırsızlık maddesi, VXII/395) Sünnette ve sahâbe tatbikatında hırsıza ancak suçunun tekrarı halinde el kesme cezasının uygulandığı izlenimini veren örneklerin bulunmasından (İbn Hazm, el-Muḥallâ, XIII, 68-69, 391; M. Ebû Zehre, elUḳûbe, s. 147-148) hareketle, bu cezanın hırsızlığı ilk defa işleyenlere değil tekraren işleyenlere veya bunu âdet haline getirenlere verilmesi gerektiği şeklinde özetlenebilecek görüşler de mevcuttur. (M. Ebû Zehre, s. 146-147; M. Selîm el-Avvâ, Fî Uṣûli’n-niẓâmi’l-cinâʾiyyi’l-İslâmî, s. 182-187)

Günümüzde hırsız çocukta olsa, mal açıkta da olsa, çalınan mal yakın akrabanın da olsa, kamunun veya belli bir değerle sınırlandırmadan, az bir değere (Bir simit, baklava, ekmek dâhil) sahipte olsa, açlık, işsizlik o kişiyi bu duruma düşüren şartlar göz önüne alınmaksızın, o kişiye ceza verilir.

İslam’ın cezasının caydırıcılık özelliği

  “Halkı ateist olan ülkeler, halkı Müslüman  olan ülkeleri yağmalıyor, bombalıyor, ırzına geçiyor. Devlet, vatandaşını cezalandırmak istemez. Bunun için de onları suça itebilecek her şeyi toplumdan uzaklaştırmaya çalışır. Baklava çalan çocuklara hapis, marketten mama çalmak zorunda kalan kişiye üç yıl hapis cezası… Bu durumu hangi insan, ahlakî ölçüyle izah edebilir? Günümüz devletleri suçu önleme değil, suçluyu kontrol etmeyi önceler.”  (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 59)  Thevenot: “Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yıl da dört katil vakası görülmemiştir.” (Prof. Dr. Os man Turan, Türk Dünya Nizamının Milli, İslami ve İnsani Esasları, II/126)

Hapis cezasının caydırıcı olmadığı, bir otel gibi, kış mevsimlerinin geçirildiği, hırsızlığın ihtisasının yapıldığı mekânlar olduğu uzmanlarca itiraf edilen bir durumdur. Hemen hemen bir hırsız bu ortamda aldığı cezadan dolayı pişman olmaz, hırsızlığa niyet edenlerde, bu cezalardan çekinip, hırsızlıktan vazgeçmez. İslam’ın ceza sistemi ise insanları hırsızlıktan caydırıcı bir özelliğe sahiptir ve asıl amaçta budur! Ayrıca, bir insan aç, işsiz değil ise, İslami bilinç kazandırılmış ise böyle bir cezayı göze alıp hırsızlığa asla niyet etmez. Bir insan düşünelim. Bir emeklinin yeni aldığı 20-30 senelik çalışmasının karşılığı olan parayı, emekli ikramiyesini aç, işsiz olmadığı halde, kısa yoldan köşeyi dönmek için çalmak amacıyla planlar yapıyor olsun. Bu düşünceler içinde iken bir şekilde had cezası ile yüzleşse, acaba bu hırsız adayı, yaptığı planları mı yoksa niyetini mi yeniden gözden geçirir. Sağ koluna bakıp, aç olmadığı, işsiz gezmediği hayatını, aldığı İslami eğitimi, şartları düşünüp, hırsızlık niyetinden vazgeçmez mi acaba?

Cezalandırmanın caydırıcılık özelliği İslam hukukçularınca iki yönlü ele alınmıştır; birincisi günümüzde “Genel Önleyicilik” olarak ifade edebileceğimiz “Mevâni’” ilkesidir. İnsanlara işlenen kötülüklerin neticesinde uğrayacakları cezaların kötü neticesi gösterilerek daha suç işlenmeden ceza toplum vicdanına tesir eder. Böylece cezalandırma, suç işleme eğiliminde olacaklara bir caydırma unsuru, topluma da güvence ve kanunun yürürlükte olduğunu hatırlatma olmaktadır. Caydırıcılıktan amaç toplumda suçun ortaya çıkmasından sonra suçluları yakalayıp ağır cezalar verme, suçluluk duygusuna kapılmalarını sağlamak değildir. Amaç; suçun sonucu uğranacak cezanın sonuçlarını, cezaların alenen uygulanması yoluyla gösterip suçun hiç işlenmemesi ya da en aza indirilmesidir. Bu sayede toplumda bir suç bilinci oluşturulup, suç işlenmemesi sağlanır. İkinci olarak cezalandırmanın caydırıcı özelliğinin bir diğer yönü “Özel Önleme” olarak adlandırılabilecek “Zevacir” ilkesidir. Bundan kastedilen; suçu işleyenlerin cezalandırılıp suçluluk duygusunu tatmaları ve tevbe edip o fiili bir daha işlememelerini sağlamaktır. Suçlunun cezasının alenen verilmesinin bir amacı da suçluya utanma duygusunu tattırıp pişman olmasını ve aynı utancı bir daha yaşamama isteğini yani tevbe etmesini sağlamaktır. Toplum önünde utanç yaşayan bu kişi, toplum tarafından tekrar kabul görebilmek için kurallara uymakta daha dikkatli olacaktır. Bunun karşılığını günümüzde şartlı salıverme ve gözetim altında tutma uygulamalarında görmek mümkündür. Şartlı salıverilen kişi en ufak bir suç olayına bile karışmamaktadır ki cezası ağırlaşarak kendine geri dönmesin. Suç işlemiş kişilere verilmiş cezalar caydırıcı olmalıdır ki suça meyilli insanlar onları taklit etmekten çekinsinler. Cezanın kendisinin ağırlığının yanında suçlu yaftasını taşıyacağını düşünmek bile insanın suçtan uzak durmasına etki edecek psikolojik bir unsurdur. (Nazım Büyükbaş, İslam ceza hukukunda hadlerin caydırıcılığı, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, I/121)

Özetle, İslam gerek eğitim, gerek emirler (dayanışma, yardımlaşma, zekât, komşu hakları, kul hakkı vd.)  gerekse açlık, kıtlık, işsizlik şartlarını göz önüne alıp, hırsızlığın olmayacağı bir ortamı oluşturur. Yinede hırsızlık olursa, belli şartları arar (gizlenmiş, belli bir değerin üstünde, şahit vd.) Tüm bunlar varsa, o adi hastalığın yayılmasına engel olacak, en caydırıcı cezayı verir ki, insanlar niyetleri bazında bile olsa, böyle bir şeye tenezzül etmesinler.  Günümüzde ise, kişiyi hırsızlığa sürükleyen şartlara, olayın nedenlerine ve hırsızlığın olduğu andaki şartlara bakılmaksızın, asıl suçlular aranmadan, hırsıza bir ceza verilir ve bu cezada genellikle caydırıcı olmaktan uzaktır.

Recm

“Taşlayarak öldürme” anlamındaki recm cezasından Kur’an’da açıkça bahsedilmediğinden recm hükmü Hz. Peygamber’in hadis ve uygulamalarına dayanmaktadır. (DİA, Zina maddesi) Kuran zina edenlerin toplum içinde utandırılıp, rezil edilip, 100 sopa ile cezalandırılmalarını emretmektedir. (Nur, 2) Konu hakkındaki ayetlere bakalım.

“Ey peygamberin hanımları! İçinizden kim açık bir zina yaparsa onun için o azab (el- azab) ikiye katlanır.” (Ahzab, 30) Peygamber hanımlarının evli olduğu açıktır. Onlara verilebilecek bir cezanın katlanabilir cinsten olması gerekir. Ölüm cezasının iki katı olmaz ama 100 değnek ikiye katlanabilir. “Ellerinizin altındaki mümin cariyeler. Evlendikleri zaman zina yaparlarsa hür kadınlara verilen o azabın yarısı gerekir.” (Nisa, 25) Evli hür kadınların cezası recm olsa, taşlanarak öldürmenin yarısı olmaz. Hadis-i Şeriflerde recm cezasından bahsedilmekte ise de, bu ceza her zaman bir tartışma konusu olmuştur.

Hatta 624 yıllık Osmanlı tarihi boyunca, zina sebebiyle recm cezası yalnızca bir kere uygulanmıştır. (Prof. Dr. Ahmet Kılınç, Klasik Dönem Osmanlı Devletinde Teşhir Cezası, International Journal of Science Culture and Sport, August 2015, sayı: 4, s. 450; Rahmi Turan, Hürriyet, Şubat 22, 2010; Murat Bardakçı, Hürriyet, Ağustos 30, 2002 ve ayrıca; haber Türk, 01.03.2015) o da şeyhülislamın   “Bu  konuda fetva veremem” deyip görevini terk etmesi (Ahmed Gökcen, Tanzimat Dönemi Osmanlı Ceza Kanunları, s. 68) ile sonuçlanır. Doç. Dr. Ömer Menekşe ise,  Osmanlı döneminde uygulanan recm sayısının iki elin parmaklarnın sayısından daha az olduğunu söylemekte ve kayıtlardaki 2 olayı makalesinde anlatmaktadır. (Osmanlı’da Zina Cezası Olarak Recm, Marife, 2003. 2. Sayı, s. 7-18)

Zina cezası için tanıklığa ehil dört erkeğin gözleriyle olayı görmüş olması ve bu tanıklar mahkemede tanıklıkta bulunmaları gerekmekte yahut da suçlular ayrı ayrı oturumlarda dört kez zina işlemiş olduklarını itiraf etmiş olmalıdırlar. Aksi halde bu sanıklara had cezası verilmez. (Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku s. 288; Halil Cin-Ahmet Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, s. 312)

Meşhur İslam hukukçusu Muhammed Ebu Zehra şunlar söylemişti: “Ben İslam hukuku ile ilgili bir görüşümü yirmi yıl açıklayamadım, şimdi, Rabbime kavuşmadan önce, ‘Bana niçin açıklamadın, hak bildiğini söylemedin’ diye sorulmaması için açıklayacağım. Bu görüş, evlilerin zinasının cezası olan recm ile ilgilidir. Benim kanaat ve reyime göre bu ceza Yahudi Şeriatında vardı. İlk zamanlarda Peygamberimiz bunu kaldırmadı, sonra Nur suresi geldi ve recm kaldırıldı.” Bunu naklettikten sonra yazımı şöyle bitireyim: “İslam alimleri arasında recm cezasının değişmez bir ceza olmadığını, Yahudi Şeriatına ait olan bu cezayı İslam’ın kaldırdığını ve şeriat adına uygulamanın mümkün ve caiz olmadığını savunan önemli birçok isimler vardır. Bu sebeple günümüzde İslam aleyhine kullanılan ve insanları İslam’dan korkutmaya yarayan recm adındaki bir cezayı sahiplenmek ve savunmak uygun değildir.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 17 Temmuz 2014)

 Not: Kuran’da recm bulunmadığı halde, hadislerde recm olduğunu, Kuran’daki ayetin bekârlar için olduğunu, evlilere ise recm cezasının olduğunu savunanlarda vardır. Ama bu görüşü savunan kesim bile, recmin uygulanması için öyle şartların bir araya gelmesi gerektiğini saavunmuşlardır ki bu cezanın uygulanması adeta imkansız bir hale gelmiştir. Bu görüşü savunanlar, recm gibi bir cezanın, uygulanma safhası bulması imkânsız derecesinde zorda olsa bulunmasının, insanlarda caydırıcı etkisi olacağını, ‘uygulamadan çok cezanın caydırıcılığını ön plana çıkarıp’ savunmakta, ‘Bu ceza, suçun ortaya çıkmasını engellemek için caydırıcılık maksadı taşır’ görüşünü savunmaktadırlar. Savunanların, imkânsız derecesinde recmin olması için ileri sürdüğü şartlara bakalım: Recm cezası alınabilmesi için zinaya aynı anda adaletine güvenilecek 4 kişinin şahitlik etmesi gerekir. Zina şahitliği yapanlar bidat ehli, fasık, Büyük günahları işleyen insanlarsa onların da şahitliği kabul edilmez ve ceza verilmez. Şahitlerin adalet sahibi olması şarttır. (el-Mevsılî, el-ihtiyar’li talili’l-muhtar, II/149; Vehbe Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, VI/ 27, VI/565) Şahitler zina yapanları örtü, yorgan altında görürse yine ceza verilmez. Çünkü zina cinsel organların temas halidir, temasın görülmesi gerekir. Çocukların, akıl hastalarının, bunakların, dilsizin, âmânın şahitlikleri makbul değildir. Ağzından çıkanların meşru veya gayrimeşru olduğuna aldırmayan, dinen ve ahlaken hoş olmayan sözleri sarf etmeyi bir alışkanlık haline getiren laubali insanların şahitlikleri de kabul olunmaz. Kişi gelip “zina yaptım cezasını ahirete bırakmak istemiyorum” diyerek zina yaptığını kendisi itiraf ederse bu sefer hâkim 3 kez onu geri çevirir ve itirafını kabul etmez. ‘Rüya görmüş olabilirsin, nikâhlı eşin olmadığına emin misin?’ gibi sorularla cezayı vermemeye çalışır. Recm cezasında kişiler keyfi uygulama yapamaz. Cezayı devlet uygular. Görüldüğü gibi bu şartların hepsinin bir arada olması son derece zordur. Ancak, yine ceza sistemi vardır ki, kişiler şartların sağlanma korkusundan suça yeltenmesin ve bu sayede toplumda zina fitnesinin önüne geçilip aile kurumu korunabilsin, toplum parçalanmasın. 

“Şüphe bulununca, gücünüzün yettiği kadar hadleri (cezaları) düşürünüz.” (Ebu Davud, Salat, 14; Tirmizi, Hudud, 2); “Gücünüz yettiği ölçüde, hadleri (cezaları) kaldırın. Şayet bir çıkış yolu bulursanız onu tatbik edin. Zira imamın (hakimin) affetmekte hata etmesi, ceza vermekte hata etmesinden daha hayırlıdır.” (Ramuz el e-hadis, s. 21, hadis 10)

Recm ayeti sahih mi, ayeti keçi mi yedi?

“Recm konusunda ayet inmişti. Bu ayet, karyolamın altında bir sayfada yazılıydı. Resulullah vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir keçi gelip onu yedi ve ayet Kuran’dan çıktı.” (İbn Mace, Nikah, 36) Bu rivayetin senedinde illet vardır, münker hadislerdendir, sahih değildir. İmam Ahmed’e “keçinin ayet yemesi” rivayetini aktaran Muhammed bin İshak hakkında “İbni İshak’ın tek başına rivayet ettiği bu hadisi kabul eder misin? diye soruldu, “Hayır kabul etmem.” dedi. (Tezhibul Kemal 24/422) İmam Müslim, İmam Malik rivayetteki keçinin ayet yemesi kısmını kabul etmemiştir. Çünkü Ravi Muhammed bin İshak güvenilir ravilere muhalefet etmiştir.  İbni Kuteybe de bu rivayetin ravisi Muhammed bin İshak’ı hüccet görmemiştir. (Tevilu Muhteliful Hadis, 443)  Ahmed bin Hanbel’de rivayeti sahih kabul etmediğini söylemiştir .(43/343)  Zehebi de bu rivayetlere münker demiştir. (Siyer-7/41) Yakub ibni Şeybe şöyle demiştir; “Muhammed b. İshak eğer bilinen ravilerden hadis naklederse güvenilirdir, siyer konusunda kâle alınır, meçhul, tek başına kalacağı bir rivayet söylerse (Keçinin ayet yemesi gibi) hadisi batıldır. (Hatib, Tarihu Bağdadi, 1/277) Görüldüğü gibi recme dayanak olduğu iddia edilen hadiste sahih değildir!

 Özetle zina hakkındaki iki görüşten birincisi ‘toplum önünde kınama ve 100 sopa’ cezasını savunurken recmi savunanlar ise, “uygulama değil caydırıcılığını esas alarak” bu cezayı savunmaktadır!

Kısas ile alakalı bir haber ile konuyu bitirelim. Tarsus’ta Özgecan A.’a saldırıp yakarak öldüren Suphi A. Hapiste öldürülür. Posta gazetesini manşeti: Bu cinayete hiç kimse üzülmedi” şeklinde olur. (12.4.2016)

Af kime lazım, kime değil? “Gerçekten devletin ne hakkı var ancak mağdur olan kadının affedebileceği ırz düşmanını affetmeye? Veya ancak evi soyulmuşbir insanın affedebileceği bir hırsızı sokağa salıvermeye? Veya ancak yakını öldürülmüş bir kişinin söyleyebileceği ‘‘seni affettim’’ sözünü onun adına kullanmaya? ” (Oktay Ekşi, Hürriyet, 30.7.1999)

Evine hırsız giren Yeşim Salkım şeriatçı oldu: Sanatçı Yeşim Salkım’ın Bodrum’daki evine geçtiğimiz günlerde hırsız girdi. Yaşadıklarını Twitter’da paylaşan sanatçı, “Bu hırsızları yakalayınca keseceksin ellerini, bak bir daha yapabiliyorlar mi?” dedi.” (Gün Haber, 21.07.2012)

Bu da oğlu katledilen Milli Gazete yazarı Mustafa Kasadar’ın yorumu: “Oğlumu öldürüp parçalara ayıran cani tutuklandı. Ama neye yarar? Benim dünya güzeli oğlum toprak altında çürürken bu caniyi devlet benden aldığı vergilerle besleyecek, palazlandıracak. Bu bir zulümdür. Bu cani için idam ve kısas istiyorum. Başka hiçbir ceza yüreğimi ferahlatmaz.” (Yeni Şafak, 16.07.2023)

Gelen bir soru: Recmle ilgili hz omerın hadısı var mıs recmle ılgılı onu soruyorum kecı ayetı falan yemıs.

“Recm konusunda ayet inmişti. Bu ayet, karyolamın altında bir sayfada yazılıydı. Resulullah (sav) vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir keçi gelip onu yedi ve ayet Kur’an’dan çıktı.” (İbn Mace, Nikah, 36) Hz. Ömer’den recm ayetiyle ilgili önceden ayet olduğu sonra Allah tarafından Kur’an’dan okunuşunun kaldırıldığı rivayetini aktaran ravilerden bir kısmı, cerh ve tadil âlimlerince zayıf kabul edilmiştir. (Tirmizi, Hudud, 7; İbn Ebi Hatim, Kitabü’l-Cerh ve’t-Tadil, IX, Beyrut 1953, s. 265; Hâkim, Müstedrek, 4/360) Subhî Salih, rivâyetlerin ahâd (bir veya bir kaç kişinin) haberi olduğunu, dolayısıyla bunların ayetin varlığı hususunda bir kesinlik ifade edemeyeceğini söyler. (Subhi Salih, el-Mebahis, s. 265; Veysel Güllüce, Ayetlerin Mensuh Sayılmasında Rol Oynayan Yaklaşımlar) Bu rivayetin senedinde illet vardır, münker hadislerdendir, sahih değildir. İmam Ahmed’e “keçinin ayet yemesi” rivayetini aktaran Muhammed bin İshak hakkında “İbni İshak’ın tek başına rivayet ettiği bu hadisi kabul eder misin? diye soruldu, “Hayır kabul etmem.” dedi. (Tezhibu’l-Kemal XXIV/422) İmam Müslim, İmam Malik de rivayetteki keçinin ayet yemesi kısmını kabul etmemiştir. Çünkü ‘ravi Muhammed bin İshak güvenilir ravilere muhalefet etmiştir.’ İbni Kuteybe de bu rivayetin ravisi Muhammed bin İshak’ı hüccet (Kaynak, delil) görmemiştir. (Tevilu Muhteliful Hadis, 443) Zehebi’de bu rivayetlere münker demiştir. (Siyer, VII/41) Yakub ibni Şeybe şöyle demiştir; “Muhammed b. İshak eğer bilinen ravilerden hadis naklederse güvenilirdir, siyer konusunda kaale (dikkate) alınır, meçhul tek başına kalacağı bir rivayet söylerse (Keçinin ayet yemesi gibi) hadisi batıldır. (Hatib, Tarihu Bağdadi, I/277) Görüldüğü gibi recme dayanak olduğu iddia edilen hadiste sahih değildir! Rivâyetlerde gelen Recm ayetinin metni, farklılık göstermektedir. Bu ise, bu metnin ayet olma ihtimalini zayıflatıyor. Zaten bu rivayetler ehad yani, mütevatir olmayan rivayetlerdir! Kısaca hem metin sorunludur hem de rivayet zinciri yani hadisi aktaranların seneti mütevatir/kesin değildir! Rivâyeti detaylı bir şekilde inceleyen Selçuk Çoşkun, muhtemelen hadiste râvi tasarrufunun (Hadis metnine ekleme yapması şeklinde bir müdahelenin) vuku bulduğu kanaatine varmıştır. Ona göre recm ayetiyle ilgili rivâyetin farklı tarîklerinde, ‘ayet’ kelimesi geçer. Bazılarında ise geçmez. Diğer bazılarında ise “Allah’ın indirdiği bir farz olarak” ifadesi yer alır. Bunlar, lâfızda birliğin olmadığını gösterir. Ayet olsa idi, üzerinde uzlaşılması gerekirdi. Bu mesele, ‘manayla rivâyetten’ kaynaklanan bir râvi tasarrufudur. Rivâyette geçenin ayet olduğunu kabul edersek, bu, her zaman Kur’an ayeti anlamına gelir mi? Ayrıca rivâyette geçen “Kitab” her zaman Kur’ân manasına gelir mi? Çoşkun’a göre bu her zaman böyle değildir. Çünkü Tevrat’ta recm ayetinin olduğuna dair rivâyet vardır. Bu, ayet kelimesinin Tevrat cümleleri için de kullanıldığını gösterir. “Recm ayeti Allah’ın Kitabı’nda vardı” demek Allah’ın hükmünde vardı, demektir. Bütün bunlar Kur’ân’da böyle bir ayetten bahsedilemeyeceğini gösterir. Râvilerin Kitab kelimesinin Kur’ân veya ayet zannederek tasarrufta bulunmuş olmaları kuvvetle muhtemeldir. (Hadîse Bütüncül Bakış, s. 233, 236) Şeyh kelimeleri yaşlı erkek ve yaşlı kadın demektir. Bu kelimelerin anlamına göre, evli olsun, olmasın, kırk yaşını geçenler/yani yaşlı olanlar zina ettikleri takdirde recim cezasını görürler. Yaşları kırkın altında olanlar -yaşlı sayılmadıklarından- yine evli olsun olmasın yalnız yüz değnekle cezalandırılır. Bu ise, recm cezasını yaşlı olsun, genç olsun, evli olan herkes için geçerli olduğunu ifade eden pek çok hadise ters düşmekte (Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, IV/258-259) iken, recmin olmadığını kabul eden kişilerin görüşleri ile de ters düşmektedir. Yani bu rivayet recmi kabul eden görüşe de recmi kabul etmeyen görüşlere de zıt, çelişkili bir rivayettir. Yani rivayet hüküm olarak da sorunludur! Kur’an’ın yazılması esnasında -ki bu konu sitemizde, ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazıda ele alındı- herkesin, bildiği, ezberine aldığı, sayfasına yazdığı âyetleri getirmeleri istenmiştir. Bu görevi yerine getirmek, İslam inancına göre, hem Allah’a, hem Resulüne hem de halifeye karşı bir sorumluluğun gereğidir. Durum böyle olunca, Hz. Ömer gibi sahabilerin bildiği ve ezberinde bazı âyetler bulunduğu halde, bunu ortaya koymamaları düşünülemez. Kaldı ki, Kur’an’ı bir araya getirenler, birer hafızdırlar. Özellikle heyet başkanı Hz. Zeyd, Hz. Peygamber’in vahiy kâtibi, Kur’an hafızı, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in güvenini kazanmış büyük bir insandır. Böyle bir olay olsaydı, en az birkaç kişinin daha bilmesi ve bunu heyete bildirmesi kaçınılmazdı. Hz. Zeyd b. Sabit de herkesten önce bunu bilmesi gerekirdi. Hem vahiy kâtipleri hem de hafız olanların içinde bulunduğu Kur’an’ı toplama heyetinde hiç kimsenin böyle bir noksanlığı fark etmemesi mümkün değildir. Hem unutmayalım ki, ayetlerin Kur’an’daki mevcut tertibindeki sıralamanın, vahiy ile tespit edilmiştir. (Suyutî, İtkan, I/76-83; Profesör Doktor Tayyip Okiç, Tefsir ve hadis usulünün bazı meseleleri, s. 49) “Ayetlerin sureler içerisindeki sıralamasını tertibini bizzat Peygamberimiz, Cebrail’in yönlendirilmesi doğrultusunda yapmıştır. Ayetlerin hangi sure içinde, surenin hangi sureden önce ya da sonra yer alacağı o zaman belirlenmiştir.” (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 75) Zinanın cezası bellidir, ayetle sabittir: “Zina eden kadın ve erkeğin her birisine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve ahirete iman ediyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı engellemesin.” (Nur, 2) Konu sitemizde, ‘Had cezaları’ başlığı altında işlenmiştir.” Konuyu tamamlayan, “Müslüman alimlerin objektifliği” adlı yazıya bakılabilir. 

 

 

İslam ve had cezaları Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

  1. ... dedi ki:

    Teşekkürler , bizlere aptal muamelesi yapan çok bilmiş grupların sözde insani duygularla dini yalanlamak,küçük düşürmek için en çok üstüne gittikleri konulardan birini çok güzel bir şekilde açıklamışsınız.

Yorumu Cevapla [ Yoruma cevap yazmaktan vazgeç ]


Yukarı Çık