İslam fıkhı- hukuku

Konuya ek olarak ” İslam fıkhı ve sünnet, Kuran’da ahkamın değişmesi, Ehli Sünnet ve tarihselcilik” adlı yazıları da tavsiye ederiz.
“Tüm toplumu kucaklayan açık bir alimler, hukukçular, fıkıhçılar sınıfı, herkesçe erişilebilir, bütün inananların Allah’a eşit ölçüde ulaşabilmelerine dayalı, eşitlikçi bir öğretiyi insanlara sunuyordu.” ( Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s.11)
Tarafsız ve önyargısız inceleyenler, İslam’ın getirdiği hukuk düzeninin kendi içinde adil ve hakkaniyetli olduğunu görürler. Bir hukuk sistemi kendi bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde ancak doğru ve hakkaniyetli bir yaklaşım sergilenmiş olunur. (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 38) Kur’an’da hükümlerin sistem bütünlüğü içinde tutarlı ve adaleti sağlayıcı olduğunu kavrayamadıklarından, sistem içinde tek tek parçaları alıp, oradan eşitsizlik ve adaletsizlik çıkartmaya çalışıyorlar. (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 44)
Şeriat, hayat sularının tüketilemeyecek şekilde akmakta olduğu yere doğru götüren bir yoldur. (Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi, s. 316) Mezheplerden dört şeriat deresi doğmuştur. Fakat bunların her birindeki su aynı sudur. Aralarındaki farklılıklar, Şafi’nin Maliki’den ders almış olduğu, İbni Hanbel’in Şafi’nin öğrencisi olmuş olduğu gerçeğinden de tahmin edilebileceği gibi önemsiz farklılıklardır. Sünni şeriatı tehdit edecek tavır, bu farklılıkları abartanlarca doğmaktadır. (Eaton, s. 322) İslam’ın sosyal amacı, içinde her bireyin şeriat nizamına göre belirlenmiş rolünü yaşayacağı, bir an bile Allah’ın kendisini görmekte olduğunu unutmaksızın, tehlikeden uzak bir insanî ilişkiler ağı içinde yaşayacağı bir topluluk oluşturmaktır. (Eaton, s. 343) Günümüz Müslümanları kendilerine, içinde imanın bütünüyle yersiz, ibadetin gereksiz ve şeriatın bir sakınca olarak görünebileceği bir çevre inşa etmektedirler. (Eaton, s. 399) İslam’a göre sosyal düzen, dinin bir parçasıdır ve ondan bağımsız kılınamaz. (Eaton, s. 311)
“İslam prensiplerden oluşur. Bu bakımdan herhangi bir yer, nesil ve zamanla sınırlı değildir.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 202)
“İlahî vahiy diğer beşerî kelamlar gibi statik yani sabit bir mana taşımamaktadır. Ayet, bütün diğer özelliklerinin yanında mana olarak da müthiş bir dinamiklik özelliği taşımaktadır. Ayeti her okuyup anlamaya çalışan kişi her defasında onun bu özelliğinin farkına varmakta, ayete yepyeni manalar verebilmektedir. Bu, ayetin Allah kelamı olmasından kaynaklanmaktadır. “Kur’an Arapça değil Rab’cadır veya Kuran’cadır” sözü bu sebeple söylenir.” ( Prof. Dilaver Gürer, Yeni Şafak, 4.11.2018)
“Kuran ve Sünnet İslam medeniyetinin temellerini oluşturur. Kısa sürede gelişen İslam mimarisi ve sanatı, kelam ve felsefesi ve hukuk, ekonomi kuralları bu iki kurucu kaynaktan beslenmiştir. İslam geniş manada şeriat adını verdiğimiz, kapsamlı bir hukuk sistemi inşa etmiştir.” ( Doç. İbrahim Kalın, İslam ve Batı , s. 34) “Fıkıh hızla gelişen ve yayılan İslam toplumlarının kendine has bir hukuki ve kültürel kimlik geliştirmesini sağlamıştır. İslam, evrensel dini ilkelerle yerel kültürler arasında bir çatışma görmez. İslam’ın temel ilkeleri ile çatışmadığı müddetçe bütün kültürel adet ve gelenekler mubahtır.” ( s. 35) ” İslam kültürü son derece esnek ve dinamik bir yapıya sahip olmuştur.” ( s. 36)
“İslam hukukunun Kuran ve sünnetin son tahlilde otoritesine dayandığı kesinse de, hukuki kurallar olarak şeriat; Müslüman alimlerin ve cemaatlerin farklı zaman ve şartlara uyum sağlamaları için onlara ciddi bir özgürlük ve hareket alanı verir.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 206)
Oryantalistler İslam fıkhının Roma hukukundan koplayandığını ileri sürerler. Halbuki, “Lahey’de toplanan Uluslararası mukayeseli hukuk Kongresi’nde, İslam hukukunun kendine özel bir hukuk sistemi olduğu açıkça ortaya konmuştur.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 49)
Oryantalistler İslam hukukunun Batılı hukukla yer değiştirmesi konusunda özel bir gayret sarf ediyorlardı. Kur’an, hadis konusundaki taraflı yorumlarına İslam hukuku konusunu da eklemişlerdi. Goldziher, Muhammadanishe Studien (İslam’ı araştırmalar) isimli kitap yazar. Margoliouth, Goldziher gibi peygamberin sünnet veya hadis diye bir şey bırakmadığını ileri sürer. Oryantalistlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları tek şey, Müslümanların İslam hukukuna sarılmamaları için İslami kaynakların otantikliği konusunda şüpheler uyandırmaktı. (Asaf Hüseyin, Batının İslam’la Kavgası, s. 61-62)
Roma Okulu en son 16 Aralık 533 tarihinde yasaklanmıştır. Yani efendimiz doğmadan 40 sene önce. Beyrut Okulu ise İslam oraları fethetmeden üççeyrek asır önce dağılmıştır. Ayrıca roma hukuku insan aklına dayanırken İslam hukukunun temelini vahiy oluşturur. Fransız oryantalist Zeys’in dediği gibi aralarındaki bağ kopuktur. (M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması, s. 97) Dr. Es-Senhuri’de ayrılığı şöyle açıklar: “İslam hukukçuları, Roma hukukçularından hatta dünya hukukçularından, Usulü fıkıh dedikleri ve hükümleri kaynaklardan çıkarma esasları ve prensipleri tespit etmekle ayrılırlar.” (Senhuri, Usulu’l-Kanun, s. 132)
İslam fıkhı dogma mıdır?
İslam düşüncenin temeli dogma değil, nass (ayet ve hadis)tir. Nass; tefsire, tevile (yoruma), müzakereye (tartışma) ve ictihada (akıl yürüterek yeni fikirlere ulaşmaya) açıktır. Nass’ın maksadını anlamak için ise düşünme ve fikir özgürlüğü en başta gelen esaslardır. Bu fikir özgürlüğü birden çok mezhebin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Aynı nass için farklı yorumları dile getirmek ve hala bir arada olabilmek dogma değil, hürriyet kavramı ile ancak, açıklanabilir. İslam’da akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibi kabul edilmiştir. Dogma; akıla, tartışmaya kapalıdır. İslam ise aklı, bilimi över ve yol gösterir ( Kuran ve bilim adlı yazımıza bakılabilir) Zaten İslam’ın bizzat kendisi, dogmalara savaş açmıştır: “Biz babalarımızdan ne görmüşsek onu uygularız, sadece onlara uyarız” derler. Peki şeytan atalarını o alevli ateş azabına çağırmış olsa da mı onların peşinden gidecekler?” (Lokman, 21) Putlara tapan ve “Sen gerçekten bilirsin ki bunlar konuşamazlar!” ( Enbiya, 65) diyecek kadar taptıklarının işe yaramadığını bilen kavmine İbrahim peygamberin, “Allah’ı bırakıp da size hiç bir fayda veremeyecek, zarar da edemeyecek nesnelere mi tapıyorsunuz?” ( Enbiya, 66) diye cevap verip karşı çıkması, dogma ile aklın mücadelesi değil midir? İslam’ı akıl ve hatta iftira ile alt edemeyen Mekke’li müşrikler, Müslümanları ancak zorbalıkla alt etmeye çalışmadılar mı? Aynısını, günümüz oryantalist, ateistleri kendi ( başta evrim teorisi ve eleştirilemez kabul ettikleri prensipleri ) dogmalarını görmezden gelip İslam’a iftira, suçlama, küçümseme, hatta yargısız infazlarla yine yapmakta değiller midir? Allah’ın kafirler için söylediği “Ne zaman onlara: Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse onlar: ‘Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarınız aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”(Bakara, 170) sözünün acaba günümüze dönük yüzü yok mudur? Bu mantık, dogmayı işaret etmez mi? Allah’ın Kuran’da bildirdiği ” İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar.” ( Bakara, 165) veya ” içlerinden bir kısmı; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar.” (Nisa, 77) ayetleri de, dogmaya işaret değil midir? Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, sefahet, zulüm, sömürü ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır; tanrılık iddia eder. Cehenneme zaten akılsızlar gidecektir: “Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, cehennemlik olmayacaktık.” (Mülk, 10)
İslam’da akıl vahiy ilişkisini 3 aşamada ele alabiliriz: Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu gösterir. Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset, hukuk ve ahlak konularında, vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar. Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasını önler.
İslam Fıkhı
İslam fıkhı, statik ve dinamik hukuku bünyesinde barındırır. Değişmeyen tek şey değişimdir kuralı, 2+2=4 veya hırsızlık kötüdür, gibi binlerce yıllık kuralları değiştirmemiştir. Ama “ zamanın değişmesi ile ahkâmın değişmesi inkâr edilemez.” kuralı da yine İslam fıkhına ait bir kuralıdır. O zaman İslam fıkhında neler değişir, neler ise değişmez, asıl bu konu üzerinde yoğunlaşmak gerekir.
“Tamamlanmış nasslar ile siyasi, kültürel, coğrafi, ekonomik ve dinî arka plan şartlarına bağlı olarak sürekli değişen hayatta ortaya çıkan yeni durumlara cevap bulabilmek, ancak hukukun yapısının dinamik olması ile mümkündür. Ama bu değişiklik içinde, ruhun ve özün kaybedilmeden, süreklilik arz eder mahiyette yakalanabilmesi için de, ister kaynak, isterse metodoloji ekseninde istikamete ihtiyaç vardır. Hemen ilave edelim; İslam fıkhının gelişme çağında kendinden beklenen fonksiyonu icra edip, taklit dönemlerinde icra edememesinin altında bu statik veya dinamik kabulün etkisi çok büyüktür. Bu kabuller ‘statiktir’ deyip, içinde yaşadığı hayat şartlarından dahi adeta habersiz kişiler aracılığıyla İslam hukukuna dogmatizmin kapılarını aralamış, ‘dinamiktir’ diyenler safında da, sabit hiçbir değeri olmayan, her bir ferdin anlayış ve idrak ufku nispetinde farklı hükümlerin ortaya çıkarıldığı bir zemin haline getirmiştir onu. Üzerinde kısaca dahi olsa durulması gerekli olan bir başka husus; İslam hukukunun İlahilik vasfıdır. Açık ve net, Kuran’da ve Hz. Peygamber’in peygamberlik vasfıyla ortaya koyup kıyamete kadar bütün ümmeti bağlayıcı ibadet ve başka alanlardaki bazı hükümler hariç, hukukçuların zihnî ve fikrî çabalarıyla ortaya konan içtihad hükümleri itibarıyla İslam hukuku İlahi bir hukuk değildir. Bu içtihadi hükümlerde/görüşlerde dayanılan temelin İlahi, ebedi ve evrensel olan Kuran olması, o hüküm ve görüşleri ilahi kılmaz. Onlar beşerin idrak kapasitesine uygun biçimde üretmiş olduğu, murad-ı ilahiyi kavramaya yönelik bilgilerden ibarettir. Literatürde kullanılan kavram ile zannî bilgilerdir. Fıkıhta ‘eşbeh bi’l hak; hakka, doğruya en yakın’ nazariyesi olarak adlandırdığımız bu husus, bugün de üzerinde hassasiyetle durulması gerekli olan bir meseledir. Bu çerçevede mezhep imamlarının yaklaşımları muhalif hiçbir düşünceye yer bırakmayacak ölçüde keskin ve nettir. Onlar gerek Kuran ve gerekse sünnet karşısında, kendi içtihadî görüşlerinin yerini biliyorlardı. Şu beyanlar onların: İmamı Azam: “Delilimi bilmeyenin, benim sözümle fetva vermesi doğru değildir.” veya bir fetva verdiğinde “Bu bizim güç yetirebildiğimiz güzel bir sonuç; daha güzeli getirilirse, doğru odur.”; İmamı Malik: “Hz. Peygamber (sas) hariç herkesin sözü kabul de edilebilir ret de”; İmamı Şafiî: “Hadis sahih olursa, benim mezhebim odur.” ve “Sözümü hadise muhalif görürseniz, hadisi alınız, sözümü duvara çarpınız.” (Ahmet Kurucan )
İslam hukukunda ahkâmın değişmesine örnek
“Düşmanlara karşı hazırlıklı olun ve atlar besleyin.” (Enfal, 60)
Amaç ( Değişmez) Vasıta ( Değişir )
Düşmanlara karşı hazırlıklı olmak yaratanın değişmez, statik kuralıdır ama buna örnek olarak verilen ‘Atlar’ dinamiktir, değişkendir. Atlar o dönemin en iyi savaş aracıdır ve bu nedenle örnek olarak onlar verilmiştir, günümüzde aynı özelliğe sahip olan şeyler “Yetiştirilmeli”; üretilmeli, yapılmalıdır. Mesela; Uçak, füze gibi.
Sosyal medyadan
İslam dogma değildir ama bu örnekler iki aşırı uç – ifrat tefrit- örnekler.
İslam orta yol dinidir. ( Bakara, 143; Fatır, 32) İnsan aklının el attığı her alanda mutlaka farklı yorumlar ortaya çıkar ama önemli olan 1400 senelik İslam anlayışı , orta ümmet olma bilinci ve Kuran – sünnete uygun yorum- görüşlerdir.
1- Öncelikle ateistlere sormak gerekir, hani İslam dogma idi, herkesi aynı olmaya zorlardı. Bu geniş (!) yorum şekli aslında eski ithamlarınızı da ‘yaladığınız’ anlamına mı geliyor yoksa amaç zaten çamur atmak, her şekilde saldırmaya devam ettiğinizin mi örneği bu bakış açınızda!
2- Her iki örnekte ifrat- tefrit örnekleridir, iki uç örnek alınmış ve asıl büyük çoğunluğun yorumu göz ardı edilmiştir
3-Birinci ve özellikle ikinci. dünya savaşından sonra İslam coğrafyası işgal altında kaldı. 50 sene ile 150 sene arası ortalama İslam coğrafyası savaş, istila, emperyalizm ile karşı karşıya kaldı. Halk bu zaman içinde cahilleşti, Kuran’ı anlamak ve üzerinde düşünmekten uzaklaştı. 1400 senelik İslam tarihinin bu ara döneminin sonuna gelinmekte ise de izleri, dini alandaki cehalet, Müslümanların kardeşliği bilincinden uzaklaştığı ırkçı- mezhepçi bir merkeze odaklanma ve ‘OKU’mama sorunu hala en temel sorun olarak güncelliğini korumaktadır. ( Bu konuda, “İslam ülkeleri neden geri” adlı yazımıza bakılabilir.)
İslam hukuku
Mutlak egemenlik Allah’ındır, herkes emir alır. Amacı: Herkesin; can, mal, namus, akıl ve dininin korunmasıdır. İslam Hukuku zaman iklim coğrafya göre hükümlerin değişmesini onaylamıştır Medine’de sade bir hayat yaşandığı için rivayetler Yetmiştir ama medeniyetlere beşiklik yapan Irak’ta rey’e de başvurulmuştur. Katı değildir, özgürlükçüdür, ırk, mezhep üstünlüğü yoktur, din, dilde serbestliğini ve kuvvetler birliğini savunur. İslam hukukunda ahlak ve akaid hukuk ile birleşmiştir. Bu da hukuka olan saygınlığı artırır: Ahlakî sorunlar, hırsızlık, rüşvet imanın kuvveti ölçüsünde azalır. Bu hukuk aynı zamanda bedenin arzularına, tarafgirliğe engel olur, en azından azaltır. Allah için iş yapan ile kişisel amaçlar için yapılan iş mutlaka farkını hissettirir: Birinci de daha üretken, samimi, fedakar olunur. Bu hukuk aşırılıkları engeller: “Allah aşırı gidenleri sevmez.” ( Bakara, 190) “Adalet ve şahitlik tam sağlanır.” (Nisa, 135) “Bu hukuk insanı insana kulluktan kurtarır.” ( Buhari, âhâd, 1; Müslüm, İmare, 39-40; Ebu Davud, cihad, 87) “Özgürlük savunulur.” ( Bakara, 256)
İslam hukuku esnektir, değişime açık bir hukuk sistemidir: Öz aynı kalır, tezahürler, yansımalar, örnekler, yerel motifler değişebilir: “Kolaylık prensibi, ruhsat, zaruret hali” gibi İslam hukuku prensipleri bu kuralın temel prensipleridir. Ayetlerin gaye-maksadı daima öncelikli gözetilmesi gereken konulardır. İslam’da belli amaçlar, maksatlar vardır, bunlar değişmez ama bu maksadı destekleyecek değişikliklere müsaade edilmiştir. İslam’ın temel hedeflerinden olan adaletin tesisi ve zulmün def edilmesi, tabiatları gereği esnekliği gerektirir. Bu konuda ayet, hadis, istihsan, hakem kararı gibi birçok metot mevcuttur. İslam hukuku ne beşerî hukuk gibi her zaman değişir ne de diğer dinler gibi değişmez kurallar bütününden oluşur. İslam hukukunda değişmeyen kurallar yanında, esnek olan kurallar da vardır. İslam genel kurallar koyar, toplumda aile hukukunu önceler, ibadet ve ahlak ilişkisi ön plandadır. İslam hukukunda gerektiğinde insan aklına hareket alanı bırakılmıştır. Hüküm ayetleri azdır ama delaletleri, göstergeleri çoktur. Bazı hükümleri ise zaman ve mekana göre değişiklik gösterebilir: Mesela tesettür farzdır ama kültür iklime göre bunun şekli değişebilir. Özetle, İslam hukukunda kolaylık prensibi ( Rahmet peygamberi olan efendimizin hoşgörüsü, takati aşan konularda zorlama olmaması ), Zaruret prensibi ( Yeni olaylar karşısında yeni tavırlar belirleme, bazı değişikliklere izin verme, zor durumlarda ‘geçici’ değişikliklere izin vermesi), ortam şartlara göre hükümlerin değişmesi, lafız-yazılı olan kadar maksat ve maslahatların da önemli olması gibi özellikleri bulunur.
İslam hukukunun karakteristik özellikleri
Sıkıntıların kaldırılması: Yolculukta namazın kısaltılması veya yol emniyeti yoksa tamamen düşürülmesi, haram olan şeyin hükmünün geçici kaldırılması: zorluk anında domuz etine izin verilmesi gibi.Hükmün geciktirilmesi: Yolculukta orucun tutulmasının veya tutulmamasının serbest olması. Eşyada asıl olanın ibaha yani sakıncanın olmaması prensibi, tedricilik, aşamalı uygulamalar: Mesela içkinin aşamalı yasaklanması, adaletin amaçlanması, ırksal üstünlük fikrine izin verilmemesi veya selem akdi gibi.
İslam hukukunda hukukun değişmesi
Maksada götürecek ( Helal olan ) vasıtalar değişebilir. Vahiy tartışılmazdır ama fetvalar, fıkıh, ictihat tartışılabilir. Genel kural koyan hükümler değişmez ama özele ait olan hükümler ( Çoğu sünnettedir) değişebilir. İllet ( Sebep ) ortadan kalkınca hükümde değişir.
1-Makasıttan ( Amaca yönelik ) olan hükümler değişmez ve vesailden ( Vasıta, araç olarak kullanılan) olan hükümler değişir. Vesail; makasıd için vardır, amaç-maksattan vazgeçilmezken, vasıtalar değişebilir. Vasıta çalışmıyor diye maksat kaldırılmaz; maksadı meydana getirecek başka vasıtalar aranır. Mesela, namaz için vakit vesiledir. Vakitin olmadığı yerde namaz düşürülmez, takdir vasıtası ile namaz yerine getirilir.
2-Ta’lil edilebilen ( sebep, nedeni bilinebilen) hükümler: Muamelat; toplumsal hükümlerdir. Ta’lil edilemeyen hükümler: İbadet gibi konulardır. Muamelat konularında Kuran belli sebep, hikmetlere işaret eder. Bu sebep ve amaçlar göz önünde bulundurularak hükümler değiştirilebilir. Mesela handem kabına şıra koymak yasaktır, çünkü sıcak ülkelerde kısa zamanda şarap olabilir ama soğuk ülkelerde bu yasak gereksizdir.
3- Vahye istinat edilen hükümler: Şeriat hükümleri, içtihadi hükümler: Fıkıh hükümleri eleştiriye açıktır, çünkü insan faktörü ile beraber vücut bulmuşlardır
4- Genele teşri getiren hükümler: Çoğu Kuran’dadır, değişmez. Özel teşri getiren hükümler; çoğu sünnettedir, değişir.
5-Diyani hükümler ve kazai hükümler: Değişebilir.
Ahkamın değişmesinde etkili olan nedenler
1-Genel ahlakın bozulması: İlahi vahyin terbiyesinden uzaklaşma, maddi refahın artması gibi nedenlerden dolayı bazı hükümlerde değişikliğe gidilmiştir: Halka dönük hizmet veren kurumlar genişletilmiş; yeni müesseseler doğmuş, geliştirilmiştir. Şahsa bırakılan bazı konular kamuya havale edilmiştir. Bazı hürriyetlerde kısıtlama getirilmiştir. Genel kuralı bırakıp aşırı tedbirlere başvurulmuştur: Mehrini verdiği eşini gurbete götürmesine engel olmak gibi. Zamanla aşırı hale gelen tedbirler ortam müsaitleşince gevşetilmiştir. Mekruh olan zamanla mübaha dönüştürülmüştür. Mesela tazim için ayağa kalkmak mekruh iken mübah görülmeye başlanmıştır. Had cezalarında yükseltme veya azalmaya gidilmiştir. Mesela sürgün cezası kaldırılmıştır. Zamanla mezhepler arası veya mezhep içi tercihler gündeme gelmiş, bazı ruhsatlar kaldırılmıştır.
2- Dış etkenler: Yeni fetihler yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. Yeni fethedilen bölgelerdeki milletlerin dini, siyasi, iktisadi konuları gibi. Divanlar oluşturulmuş, para, vergi sistemleri geliştirilmiştir.
3- Siyasi etkenler: Şura sistemi yerine saltanatın zamanla dönüşmesi, mezhep imamlarına yapılan baskılar, resmi fetva talepleri gibi.
4- İktisadi etkenler: Kağıt para, senet, kredi gibi şeyler ortaya çıkmıştır.
5- Bilimde ve teknolojideki gelişmelerle beraber de bazı değişikliklere gidilmiştir: Silah sanayindeki gelişmeler, teknolojinin hayata etkisi gibi
6- Coğrafi faktörler: Farklı ekoller ortaya çıkmış ve örf dini yaşamada etki etmeye başlamıştır.
.
Mecelle ve Örfî hukuk kapsamında ahkamın değişmesi
Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değiştiği bir kural olarak Mecelle’nin de önemli maddeleri içine girmiştir. (Mecelle, 39. madde) İslam, insanın teşri’inin ( Kural koymasının) karşısında değildir. Ancak insanın teşri’ine, ilahi kanunların örgüsü içinde ve onların ulviyet sınırı içerisinde müsaade etmiştir. İslam hukukunda düşünce özgürlüğü, kimi zaman içtihat faaliyetinde olduğu üzere mubah alanda bir hak olmakta iken, kimi zaman emr-i bi’l-ma’ruf nehy-ani’l-münker ilkesinde olduğu gibi zorunluluk derecesinde bir görev olmaktadır.
İslam hukukunun dinamik yapısına işaret eden diğer bir hususta, örfî hukuka ( İslam’ın temel kurallarına aykırı olmayan yerel gelenek ve kurallara) İslam’ın onay vermesidir. Şer’i hukukun sınırlı bir alanı kapsadığı ve bunun da daha ziyade ibadet, helal, haram, uhrevi sorumluluk ve ahlaki değerlerin açılımı niteliğindeki hükümler olduğu, geride özellikle, kamu hukuku alanında büyük bir bilinçle boşluğun bırakıldığı göz önünde bulundurulursa, her toplumda örfî hukuk benzeri bir gelişme kaçınılmaz görünmektedir. İslam’da, “Cahiliye Dönemi”nin bazı akla uygun örfleri onaylanmıştır. Örfün teşri’de büyük bir önemi vardır. Bu öneme binaen ulema, “örfle sabit olan, nassla sabit olan gibidir” demiştir. (Abdullatif Muhammed es-Sübkî, T. Teşri’l-İslam, s. 210; Mecelle’nin 45. maddesinde de “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” denilmektedir.) İslam hukukunun kamu otoritelerine tanıdığı, kendisinin düzenlemediği, değişime acık konularda özellikle kamu hukuku sahasında, belli bir yasama formalitesini takip ederek Osmanlı hukukunda örfî hukuk diye bilinen, İslam hukukunda ise “siyaset-i şer’iyye” adı verilen normları düzenlemişlerdir.
İslam’da yargı bağımsızlığına bir örnekle devam edelim: Hz. Ali kendi hilafeti döneminde hakimlik yapan Kadı Şurayh (ö.78/697) nezdinde, devesinden düşürdüğü zırhını bir Yahudi’nin elinde görünce, zırhın kendisine ait olduğu iddiası ile dava açmıştı. Fakat Yahudi bu iddiayı kabul etmedi. “Bu benim zırhımdır ve benim zilyetliğimde bulunmaktadır” dedi. Bunun üzerine Kadı Şurayh halife olan Hz. Ali’ye: “Vallahi ben de biliyorum ki bu zırh senindir. Fakat iddianı ispat etmek üzere iki şahit getir” ( Delil ile ispat davacıya, yemin de davalıya düşer (Buhari, Rahin, 6; Tirmizi, Ahkam, 12: Ibni Mace, Ahkam, 7; Mecelle, md., 76) dedi. Hz. Ali kölesi Kanber ve oğlu Hasan’ı çağırdı. Her ikisi onun lehine şahitlik ettiler. Kadi Şurayh şöyle dedi: “Evet kölenin senin lehine yaptığı şahitliği kabul ediyorum. Ama oğlunun şahittiğini kabul edemem”. Hz. Ali ise oğulun babası lehine şahitlik edebileceği görüşündeydi. Fakat Hz. Ali başka şahid bulamayınca, kadı zırhı Yahudi’ye teslim etti. Bunun üzerine Yahudi şöyle dedi: “Devlet başkanı benimle birlikte kendi tayin ettiği hakimin önüne gidiyor, hakim onun aleyhinde karar veriyor ve o bu karara saygı duyup uyuyor!”. Sonra da: “Sen doğru söyledin. Evet doğrusu o senin zırhındır” deyip Müslüman oldu. Hz. Ali de zırhı ona hediye etti ve ilaveten de 900 dirhem hediye verdi. Bu zat daha sonra Sıffin Savaşında öldürülünceye kadar hep Hz. Ali ile beraber bulundu. (Serahsi, XVI/122; Kannûcî, II/321)
İslam hukukundaki bazı kurum ve ilkeler, toplumda düşünce özgürlüğünün bulunmasını da gerekli kılar. Bunlar:
1-Düşünmeye Teşvik: Doğruya ulaşmaya, doğru ile yanlışı ayırmaya vasıta olarak düşünmenin teşvik edildiği birçok ayet Kuran’da bulunmaktadır. (Bakara, 164, 218; Al-i İmranı, 191; Yunus, 16; Ra’d, 3; Rum, 8, 24; Casiye, 13; Sebe, 46; Kaf, 37; Ankebut, 20… gibi)
2- İyiliği Emretme Kötülüğü Yasaklama: Bu konuda da bir çok ayet ve hadis vardır. (Ali İmran, 104, 110; Hacc, 41; Asr, 1-3; Tevbe, 71; Müslim, İman, 78, Rü’ya, 3-6; Buhari, İlim, 28, Ta’bir, 3,10, 26, 46; Ebu Davud, Melahim, 17; Tirmizi, Fiten, 11, Rü’ya, 5, 7, 10; Nesai, İman, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/ 20) Kamu lehine faydalı ve zararlı hususların bildirilmesi ancak düşüncenin açıklanması suretiyle gerçekleşebilir. (Muhammed Haşim Kemali, İslam’da ifade Hürriyeti, s. 23)
3- Öğüt Verme (Nasihat): Nasihat, İnsanlara doğru ve faydalıyı öğretmek amacıyla tebliğ ve telkinde bulunmak anlamına gelir. Kuran ve hadislerde peygamberliğin fonksiyonu ve maksadına dair ayetlerde nasihata atıfta bulunulur. ( A’raf, 62, 68, 79, 83; Buhari, İman, 23, 42; Ebu Davud, Edeb, 59; Nesai, Bey’at, 22, 31, 41; Tirmizi, Birr, Sıla, 17; Müslim, İman, 74, 95, 97, 99; Darimi, Rikak, 41) Hiç bir Müslüman hak bildiği hususu gizleyemez. Mutlaka onu başkasına söylemek ve onu hakka davet ederek nasihatte bulunmak zorundadır. (İbn Mace, Fiten, 20)
4- Eleştiri Özgürlüğü: Göreve seçilişine müteakip verdiği hutbede birinci halife Hz. Ebu Bekir’in söyle dediği rivayet edilir: “Ey insanlar, sizi idare etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum. Ne var ki en iyiniz değilim. Doğru iş yaparsam bana yardım edin, yanlış yaparsam da beni düzeltin. Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan edersem bana itaat etmek göreviniz değildir. ” (İbn Hişam, Abdülmelik, es-Sire en-Nebeviyye, IV/241; İbn Sad, et-Tabakatü’l-Kübra, III/182-183; Kasimi, Nizamü’l-Hükm, s. 106) Hz Ömer halife iken, cemaatten bir adam kendisine şöyle dedi: “Eğer sende bir sapma görürsek kılıçlarımızla seni yola getiririz.” Bunu duyduktan sonra Hz Ömer, “hak adına yanlış bir durumu düzeltecek kulların varlığından dolayı” Allah’a hamd etti. (Ebu Zehra, Muhammed, el-Cerime ve’l-Ukube fi’l-Fıkhi’l-İslami, s. 160)
5- İçtihat Özgürlüğü: Düşünmenin ve düşüncenin özgür olmadığı yerde içtihattan söz edilemez. Hz. Peygamber’in hadislerinde ictihat faaliyeti teşvik edilerek bu hususta yanılanların bile sevaba nail olacağının belirtilmesi (Buhari, İ’tisam, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ebu Davud, Akdiye, 7, 2; Tirmizi, Ahkam, 2; Nesai, Kudat,3; İbn Mace, Ahkam, 3; Ahmed b. Hanbel, II/187), düşünce özgürlüğünden yarallanmayı ve bu hakkı geniş şekilde kullanmayı gerektirmektedir.
6- Danışma İlkesi (Şura): Düşünce açıklamasına verilen önemden dolayı Kuran’daki kırk ikinci surenin adı “şura” suresi olmuştur. Yine şuraya ilişkin Kuran ayetlerinin ‘iman, namaz, zekat gibi İslam’ın şartlarına atıflar bulunan ayetler ile birlikte zikredilmesi, önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Şura’ya ilişkin Kuran hükümleri (Şura, 42; Ali İmran, 159) yalnızca hükümet işlerini kapsayacak tarzda değil, aynı zamanda hayatın bütün insanlara faydası olabilecek hemen bütün alanlarındaki ilişkilerini içine alacak biçimde ifade edilmektedir. (Kurtubi, Ebu Abdullah Muhammed el-Ensarl, el-Camu li Ahkami’l-Kur’an, XVI, 36, 37) Ebu Hureyre’den gelen bir rivayette Ebu Hureyre, “Ben ashabı ile Rasulüllah’tan daha çok istişare eden bir kimse görmedim. ” (Tirmizi, Cihad, 34) buyurmuştur. Hz. Peygamber bizzat bir hadisinde İstişare eden kimsenin hatadan salim olacağını belirtmektedir. (Ebu Davud, Edeb, ll3-ll4; Tirmizi, Zühd, 38, Edeb, 57; İbn Mace, Edeb, 37; Darimi, Siyer, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/274)
7- Düşünceyi Engelleyen Hususların Ortadan Kaldırılması: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9), “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denilince, “Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeylere uyarız.” derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler? “( Bakara, 170), ” Onlara, “Gelin Allah’ın indirdiği Kitab’a ve Peygamber’ e uyun” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler; Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Maide, 104) gibi ayetler, düşünce özgürlüğünün önünde engel teşkil eden hususları ortadan kaldırmayı amaçlar.
Şeriat
( Konu ile alakalı olması ve toplumda olan yanlış bilgileri izale etmek amacı ile eklenmiştir!)
Şeriat nedir? Türk Dil Kurumu, “Kuran’daki ayetlere Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku”; MEB yayınlarında çıkan, ‘Dini Terimler Sözlüğü’ ise, ‘Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği dini kurallar bütünü, dini kurallar, namaz, oruç, hac, zekat, cihat, nikah vb. uygulamaya yönelik hükümler, İslam dini’ anlamı verir.
Şemseddin Sami’nin meşhur Kamus’unda ise, ‘İlahi emirler, yasaklar ve ayet, hadis ve icma üzerine kurulu Allah’ın kanunları’ şeklinde tarif edilir. Ömer Nasuhi Bilmen ise, “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı eserinde, “Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile aynı olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.” demektedir. Said-i Nursi’de, ‘sebeb-i saadet, tam bir adalet ve fazilet ‘ olarak tarif eder. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’an Dili’nde, ‘Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların sonsuz hayata ve gerçek mutluluğa ulaşması için, Allah Teala’nın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.’ şeklinde açıklar. Kuran’da, “Sonra seni bir şeriat üzere kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyen câhillerin isteklerine tâbi olma!” (Câsiye, 18) buyrulur. Meşhur Arapça sözlük, Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât adlı eserinin ‘şrʿa’ maddesinde, “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” veya “bu nitelikte kural koymak” mânasında kullanılmıştır (Mâide, 48; Şûrâ, 13, 21; Câsiye, 18) şeklinde açıklama vardır. İslamî kaynaklarda ise; “şeriat kelimesi ve çoğulu İslâm’ın itikadî ve amelî hükümlerini bazen tek tek, bazen de bir bütün halinde ifade edecek biçimde kullanılmaktadır.” (Müsned, III, 439; IV, 188; Buhârî, “Ṣavm”, 1; Ebû Dâvûd, “Fiten”, 6); “İlâhî irade tarafından konulan hükümler bütününü ifade etmek üzere (meşrû‘ mânasında) kullanıldığında ise şer‘ şeriat kavramıyla eş anlamlı olmaktadır.” (Cessâs, I, 164, 392); “Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilmektedir.” (Kurtubî, XVI, 163) Şâri‘ denildiğinde, “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ilkesi gereği (Seyfeddin el-Âmidî, I, 72) hakikatte yalnızca Allah kastedilmekledir. Kısaca şeriat, İslam’ın getirdiği hükümlerin genel adıdır.
Şeriata övgü:ABD’nin önde gelen gazetesi New York Times, bundan iki ay kadar önce İslam hukuku hakkında çok uzun, kapsamlı ve önemli bir makale yayınladı. `Şeriat, Hukuk Devleti Anlamına mı Geliyor?` (Does Shariah Mean The Rule of Law?) başlıklı yazı, Harvard Üniversitesi`nden genç hukuk profesörü Noah Feldman`ın imzasını taşıyordu ve epey de `ezber bozucu`ydu. Feldman, önce `ezber`e değiniyor ve şöyle diyordu: `Çoğumuz için `şeriat` kelimesi, kesilen eller, taşlanan zaniler ve baskı altına alınan kadınlar gibi korkunç şeyleri çağrıştırıyor.`Ama hemen ardından ekliyordu: `Oysaki,İslam hukuku, tarihinin büyük bölümünde, aslında dünya üzerinde var olan en liberal ve hümanistik hukuk ilkelerini sunmuştur.`Feldman`ı bu yargıya ulaştıran analiz yöntemi, İslam hukukunu, geliştiği dönemin diğer hukuk sistemleri ile karşılaştırmaktı. `Şeriat`tan dehşete kapılan Batılılara şu hatırlatmayı yapıyordu:`Geleneksel İngiliz yasalarının 5 şilinden yüksek hırsızlıklar ve daha pek çok suç için idam cezasını öngördüğünü bugün kim hatırlıyor? Ya da işkencenin 18. yüzyıla dek çoğu Avrupa ülkesinde adli sistemin meşru bir unsuru olarak kabul edildiğini kaç kişi biliyor? Cinsiyet ayrımcılığına gelirsek, İngiliz geleneksel hukuku (common law), evli kadınlara herhangi bir mülkiyet hakkı tanımıyor, hatta onlara kocalarından bağımsız bir hukuki kişilik bile atfetmiyordu. Öyle ki İngilizler elde ettikleri sömürgelerde şeriat hukukunu kaldırıp kendi hukuklarını uyguladıklarında, bunun sonucu, kadınları şeriatın kendilerine verdiği haklardan mahrum bırakmak oldu.`Feldman, makalesinin devamında şeriatın İslam medeniyetinde modern çağlara dek iktidarı denetleyen ve toplumun haklarını koruyan bir adalet kaynağı olduğunu da hatırlatıyordu. Şeriatı geliştiren ulema, bazen dünyevi iktidarın hizmetine girmişse bile, çoğu zaman onu sınırlandırmış, keyfi idarenin önüne geçmişti. Feldman`ın deyimiyle, `şeriat, mahkemelerde kayırmayı yasaklamış, fakir ve zengine eşit muamale yapılmasını emretmiş, hatta bugün bazı Ortadoğu ülkelerinde yaşanan namus cinayetlerini lanetlemiş`ti. Zaten Osmanlı`da sarayı protesto ederken kullanılan `şeriat isteriz` sözünün manası da aslında `adalet isteriz`dir.Bugün ise `şeriat isteriz` sözü bize Taliban`ın korkunç düzenini hatırlatıyor. Bu da elbette sebepsiz değil. Feldman`ın da vurguladığı gibi, İslam hukuku, `içtihat` geleneğinin sönmesi ise durağanlaşmış ve çağın standartlarının çok gerisine düşmüş durumda. Ama bunun nedeni, şeriatın özünde var olan bir sorun değil, Müslüman dünyanın son iki yüzyıldır içine düştüğü kriz. Bunun sebepleri ise dini değil, siyasi, ekonomik ve coğrafi.Zaten kendini geliştirmeyen her hukuk sistemi çağın gerisine düşer. Atatürk döneminde yapılan büyük kadın reformu bile bugünün standartlarının gerisinde kaldı ki, 2001-2004 yılları arasında bir dizi hukuki düzenleme ile kadınlara yeni haklar verdik. İslam hukuku da, eğer bazı ilahiyatçıların belirttiği gibi hükümlerin `láfzından` ziyade `maksadını` dikkate alan dinamik bir `usül` ile yorumlanırsa, pekálá gayet `liberal ve hümanistik` olabilir. Zaten Feldman`ın dediği gibi, yüzyıllar boyunca öyle olmuştur. ( Mustafa Akyol, Star, 21.05.2008)
Oxford’a göre şeriat: Birçok kişi için, şeriat kelimesi alarm zilleri çaldırır…Bu tepkilerdeki endişeler, şeriat teriminin ortak yanlış algısını yansıtır. Yanlışlık, terimin iki anlama geldiği gerçeğinden kaynaklanır. En yaygın kullanımda, şeriat (yol, izlek) İslam kanunundan söz eder. Dünyanın her yerindeki Müslüman ülkelerde, evlilik, boşanma ve miras konularına bakan şeriat mahkemeleri vardır. Bazı ülkelerde, örneğin Suudi Arabistan ve Pakistan’da, şeriat kanunun yetkisi ceza ve ticaret hukukun belirli yönlerini de kapsar. Her iki ülkede de, örneğin, yasal kanunlara had(hudüd) cezaları da dâhil edilmiştir. Had cezaları –örneğin, zina için taşlama ve hırsızlık için elin kesilmesi- İslam’ın ilk zamanlarında uygulanmıştır ve yargıcın takdiriyle cezalandırılabilecek ve tazmin ya da kısas yoluyla çözülebilecek diğer suçların aksine mecburi sayılmışlardır.Ancak şeriatın çok daha geniş bir anlamı da vardır. Kur’anda vahyedilen ve Peygamber Muhammed’in Sünnet’te örneklendirdiği İslam’ın çekirdek inançları ve uygulamalarıyla bu kaynaklardan çıkarılan kanunları kapsar. Esas inançlar ve uygulamalar sabit kalırken, onlardan çıkarılan kanunlar zamanla değişir ve belirgin farklılıklar gösterir. Bunun nedeni bu kanunların çoğunun Kur’andan ve Sünnet’ten yorum yoluyla çıkarılmasından kaynaklanır. Kur’an, örneğin, miras tanzimi gibi bazı kesin yasamalar içerir. Ekseri otoriteler, bu düzenlemelerin yoruma bağlı olmadığına inanmaktadır. Ancak Kur’an öğretilerinin çoğunluğu belirli hukuki kurallara tercüme edilmesi için insani çabaya ihtiyaç duyan ahlaki rehberlik ve tavsiyeler şeklindedir. Kur’an ve Sünnet’i yasal anlamlarının anlaşmasındaki insani çabaya fıkıh (anlama) adı verilmektedir.Fıkıh terimi aynı zamanda insani çabayla tertiplenmiş yasalara atıf için de kullanılır. İlahi kaynaktan geldiğine yani mükemmel ve değişmez olduğuna inanılan şeriat kanunlarının aksine, fıkıh kanunları insan mahsulüdür ve bu nedenle gayri mükemmel ve yenilenmeye meyilli olarak görülürler. Gerçekten de, İslami hukukun gövdesi 14 yüzyıldan beri gelişmektedir ve farklı şartlar ve değişen şartlara göre uyarlanmıştır ve İslami yasal yürütmenin 5 ekolü ortaya çıkmıştır. Diğer herhangi bir yasal sistemde olduğu gibi, yorumlar farklılıklar göstermektedir, bazı kurallar yürürlükten kaldırılırken yenileri ortaya çıkmıştır. Fıkıh’ın resmi “kökler”inden biri de, şartlar zorladığında kuralları yeniden yorumlama amacı taşıyan entelektüel çabadır. (içtihat)…Sürgündeki Tunuslu düşünür Raşit Gannüşi, toplumun otoritesi olarak tanımladığı şura yani Kur’anın katılımcı hükümet prensibine dayanarak, laik demokrasilere Müslümanların katılımını savunur. “Bağımsızlık, kalkınma, sosyal birlik, sivil haklar, insan hakları, siyasi çoğulculuk, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü, cami ve İslami ibadetlerinin özgürlüğü” gibi hayati İslami amaçlara ulaşmak için yardımcı olmaya hevesli herkesle Müslümanlar çalışmalıdır.Hangi kanunların kesin olarak içtihada tabi olması noktasında birçok farklı görüş vardır. Muhafazakar alimler arasında inandıkları kanunların şeriat olarak korunması ve bu nedenle de içtihada tabi olmaması gerektiği yaygındır. Reformcu düşünürler, şeriat ve fıkıh arasındaki farkı çok daha önemli vurgu yaparlar. Bu tartışma tarih boyunca İslami söylemin bir özelliği olmuştur.Ünlü hukuk alimi İbni Teymiye (1328) Allah’ın vahyi ve ideal olara şeriatın teknik kullanımıyla, belirli kurallardan söz eden jenerik kullanımı arasını ayırmada başarısız olanları eleştirmiş ve cahil ve adil olmayan kadıların kararlarının şeriatla karıştırılmasına karşı uyarmıştır. Şeriat metinleri hangi kanunlarla adil ya da değil hüküm verilebileceği ölçüsü dahi koymuştur: şeriatın “maksatları” ve “amaçları” (makaşit). Bu amaçlar arasında yaşama, din, aile, mülk ve fikir hakkı olarak tanımlanan insan haklarının korunması da vardır. Eğer bu haklar korunmuyorsa, kanunlar yeniden düşünülmelidir.Müslümanların şeriatın ebediyetine ve evrenselliğine vurgu yaptıkları doğrudur, ancak bu İslami kanunların değiştirilemez olduğu ya da herkesin İslami kanunla yönetilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bunun anlamı şeriatın değer ve amaçlarının hayatın tüm yönlerini kapsadığıdır. Bazı alimler şeriatın amaçlarını yerine getiren her yasanın doğal olarak İslami olduğu dahi öne sürmüşlerdir. Şeriatla yönetildiğinde dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanan Müslümanların var olduğu doğrudur. Açık sözlü bir azınlık dışında yine de bu duruş ruhsaldır, siyasi değil. (Tamara Sonn, 21 Ağustos 2008 )
Demokrasi kemale mi eriyor yoksa şeriat mı geliyor? İngiltere Danıştay Başkanı’nın yönettiği ‘İngiliz Hukukunda İslam’ konulu konferanslar serisinin ilkinde, ‘şeriat’ kavramının sadece yanlış anlaşılmadığı, aynı zamanda bazı ortamlarda onun ‘ilkelce’ sayılabilecek uygulamalarından korkulduğu, bu yüzden de bu korkuyu doğuran uygulamalara odaklanıldığı vurgulanmıştır. Daha sonra Tarık Ramazan, Abdullah Saeed, Mona Siddiqui gibi Müslüman bilim adamları ve Louis Gardet gibi İslam uzmanlarına göndermelerde bulunularak şeriatın aslında nihai halini almış bir hukuk sistemi olmayıp Allah’ın insanlardan istediği iradesi ve bu evrensel prensiplerin dünyadaki ‘uygulamaları’ için gerekli olan bir düşünce ve çerçeve olduğu belirtilmektedir…Canterbury Başpiskoposu olan Dr. Rowan Douglas Williams’a göre şeriat her zaman ve her yerde uygulanabilecek hazır bir sistem değil, aksine bir hukuk metodolojisidir ve şeriatın bazı unsurlarının İngiltere’de uygulanması ‘kaçınılmazdır’…Aslında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde yürürlüğe soktuğu ‘millet sistemi’ olarak bilinen ve gayr-i Müslimlerin kendi aralarındaki medeni hukuka dair anlaşmazlıklarını çözmek için kendi mahkemelerini kurmalarına izin vermesinden 555 yıl sonra Dr. Williams benzeri bir uygulamayı teklif etmiş ve günümüzün ‘liberal, demokratik ve hukuk devleti’ ikliminde ateşli tartışmalara sebep olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Batı’nın ‘çokkültürlülüğü’ uygulama ve yaşama tecrübesi edinebilmesi için bir hayli fırın ekmek yemeğe ihtiyacı olduğu görülmektedir. (29 Eylül 2008)
“İslam ülkelerinde şeriata en çok karşı çıkan ülke de Türkiyeymiş. Oran %57. Türkiye’de halkın yüzde 88’i anayasada düşünce özgürlüğünün bulunması gerektiğine inanıyormuş. Gerisi ne istiyormuş aceba.. Türkler’in yüzde 86’sı, “Din, günlük hayatımda önemli bir yere sahip” diyormuş.. Buyurun şimdi. %86 böyle diyor, %57si ise Şeriata karşı. Bundan nasıl bir sonuç çıkar: Bu insanlar ne dediklerini bilmiyorlar. Şeriat teolojik anlamda bir dinin emir ve yasakları demektir. Yani dini anlamda meşruiyeti ifade eder. Bir Müslümanın şeriata karşı çıkması, “ben Türkiye vatandaşıyım ama bu ülkenin hukuk düzenine inanmıyor ve güvenmiyorum”demektir.”( Abdurrahman Dilipak,Vakit, 2007.02.25 )
Yıl, 2001..Hactan yeni gelmiş bir ” taze Hacı ” amcayı ziyaret edecektik arkadaşlarla.Neyse uzatmayalım selam kelam, hayırlı olsun, anlat,… sonra sıra geldi zemzemi içmeye.aldık elimize minik zemzem bardaklarını, döndük kıbleye “bismillah” deyip ağzımıza götürecektik ki elim havada kaldı ! Çünkü hacı amcamın azından o an şu laflar dökülmüştü:” Şeriattan Allah’a sığınırım !”
Amerikan filminde mesaj veriyor, bunu anlarız da… Müslüman’ım diyen neden bu mesaja balıklama atlar!
” Bizim inancımızda “Adalet mülkün temelidir”. Sizin o nefret ettiğiniz “Şeriat”, “hukuk” demektir; Meşruiyet’le aynı kökten gelir. “Gayrimeşru” dediğinizde “Şeriata uygun değil”, demiş olursunuz! Hem Şeriat düşmanlığı yapacak hem de Hukuk’u savunduğunuzu söyleyeceksiniz. Bu mümkün değil…” ( Abdurrahman Dilipak, Yeni Akit, 09 Eylül 2017 ) “Merkez medya’ din cahili: “Şeriat talebi bizim toplumda ‘imamların, mollaların yönettiği devlet’ anlamına gelmez. Halkın şeriattan kastettiği iki şeydir: Birincisi ‘adalet talebi’… Şeriatın ikinci anlamı, geçenlerde din sosyoloğu Necdet Subaşı’nın da dediği gibi, ‘ilmihal’dir. Yani adam inancını yaşamak istiyor.” (Emre Aköz, Sabah, 7.10.2007) AB mahkemelerinde, İskoç, İskoçya, Hollanda, Kanada, İngiltere ve Yunanistan’da şeriat kuralları uygulanmaktadır veya yeşil ışık yakılmaktadır. ( 13.09.2006; 20.12.2005; 01.03.2008;08.09.2008; 05.07.2008;28.04.2009;10.06.2012;10.10.2008 tarihli gazeteler.)
Şeriat gelmez, yaşanır
Son çeyrek asırda yüce dinimize yapılan sataşmaları az buçuk takip edenler, “..Allah bizi ‘Şeriattan’ korusun” cümlesini ve bu cümlenin sahibini çok iyi hatırlayacaklar.O yıllarda bu ünlü kişi ve onun bu saçma sözü çok tartışılmıştı. Semavi dinleri iyi bilenler ise bu cümlenin komikliğine, sadece katıla katıla gülmüşlerdi. Nüfus kâğıdında ‘Dini: İslam’ yazdığı halde İslam dinini, şartlarını ve prensiplerini öğrenemeyenlerin bir kısmı bu cümleyi benimsemişler, bir kısmı ise oldukça temkinli yaklaşmışlardı. Polemiğe girmemek ve hiç kimseyi incitmemek için, o isimi vermeden, sadece bu garip cümleyi tahlil edeceğiz.
*Çok önemli olan bu konuyu bu gün ele almamın sebebi; son aylarda da buna benzer cahilce sözlerin çokça kullanılır olmasına seyirci kalmamak içindir. Çünkü, şeriat cahillerinin bu tür cümlelerini, dinleyip de farkında olmadan kabullenen Müslümanların, imanları tehlikeye düşmektedir. Bizim görevimiz ise sadece doğruları hatırlatmaktır…Şimdi, öncelikle ‘ŞERİAT’ sözcüğünü tanımlayalım: Geniş kapsamlı lügatlerden aynen alıyorum. Şeriat; Arapça kökenli bir sözcük olup; “yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol” anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise “ilâhî emir ve yasaklar toplamı”, “İslam’ın kutsal kitabı Kuran’ın âyetleri, İslam’ın son peygamberi olan Hz. Muhammed’in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun”dur. Kısaca, dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir…
Çok net olarak görülüyor ki, Şeriat=Allah’ın (cc) emir ve yasaklarıdır… Yukarıdaki açıklamada görülen Kurân ayetleri de, Allahın c.c. buyrukları da, Sünnet ve hadisler de, Allah’ın c.c. görevlendirdiği Peygamberin sözleri ve fiilleri de, her biri yüce Allah’a (cc) ait fermanlardır. Şimdi bilinçli bir şekilde, yukarıdaki cümleye tekrar dönelim. “..Allah bizi Şeriattan korusun!…”
Şu çelişkiye bakınız: Allah’tan c.c. bir şey talep etmek, şeriatın bir hükmüdür. Şeriat de Allahın c.c. hükümleridir. Bu anlı, şanlı ve unvanlı kişi, Şeraitin hükmü ile aynı Allah’a c.c. sığınıyor ve Allah’u tealanın hükümlerinden de korunmak istiyor…Yani askerlikten kaçan bir kişinin, jandarma komutanlığına sığınıp “beni şu askerlikten koru” demesi kadar saçma ve gülünç bir olay…
Demek ki; otuz yıl değil 130 yıl da okusa, insan yine bazı konuların cahili olabiliyor. Keşke insanlar, cahili oldukları konularda hiç konuşmasalar. Değil mi?… Ne demiş atalarımız: Hiç olmazsa ‘sus’ da, millet seni bir şey biliyor zannetsin… (İslam’ın zenginliklerinden nasibi olmayan bazı siyasilerin, abuk sapık ‘fetva’ vermeleri, bu günkü konumuzun dışındadır.) Bazı okurlarımın kafasına takılabilir düşüncesiyle, ‘Şeriat ile idare’ konusunu da bir nebze açmak istiyorum.
Şeriatı bilmek ve yaşamak ayrı bir şey, ‘şeriat ile idare’ ise apayrı bir şeydir. Bu ikisini o makamlara gelen kişiler mutlaka bilirler. Ancak, halk tarafından bilinmesini hiç istemezler. Onun için yetkileri olduğu ölçüde, bunların öğretilmesini yasaklarlar…Çünkü onlar veya o zihniyettekiler sadece ‘şeriatla idareye’ karşı değiller, şeriata yani ‘Allahın tüm hükümlerine’, daha da açıkçası İSLAMA tümüyle karşıdırlar… 58 seneden beri “şeriat geliyooor”, “irtica hortluyor”, “rejim elden gidiyoor” gibi çığırtkanlıklarla, milleti korkutup durdular. Yarım asır geçti, ne gelen vaar, ne de giden… Alt yapı olarak, öncelikle dini eğitimi yasakladılar. Halkı, bu konuda bilinçsiz bıraktılar.
İslam’a direkt olarak saldıramadıkları için, ‘uyduruk sloganlarla’ ve bir takım devletlerdeki o yörelerin an’aneleriyle karışan ve batıl âdetleriyle bulaşan şeriat düzenlerindeki haksızlıkları göstererek, yüce dinimize hâlâ saldırmaktadırlar…O ülkelerdeki bizlerden farklı olan ‘zorla namaz kıldırma’ ve ‘zorla çarşaf giydirme’ gibi uygulamalarını, sürekli nazara verirler. Oysa bu durum da, oradaki insanların örflerine göre, şefkatten kaynaklanan bir baskıdır. Ebedi Cehennemden zorla kurtarma baskısıdır.Bize göre ise bu baskı, yüce dinimizce bildirilen ‘imtihan sırrına’ ters bir davranıştır.
*Yani herhangi bir sınavda olan bir öğrenciye, hocası “sen şurayı yanlış yazıyorsun, şöyle yazacaksın” diyebilir mi? Hele hele zorla, “şu doğruyu kesinlikle yazacaksınız” diye onu azarlayabilir mi? İmtihanın, yani sınavın prensiplerine ters bir davranıştır bu… İşte aynen bunun gibi, Yüce Allah teala bizleri sınamak için bir takım emirler ve yasaklar ferman edecek, sonra da zorla uygulatacak. Olur mu böyle bir imtihan?…Eğer Allah c.c. öyle olmasını dileseydi, kâfirlere ve kendisine isyan edenlere bir kaşık su bile vermezdi. Üstelik kâfirlerin ve müşriklerin durumlarına üzülen habibi Muhammedi s.a.v. Yüce Allah şu âyeti kerime ile teselli ediyor. “Habibim, bırak onları kendi hallerine. Yesinler, içsinler, eğlensinler, dünya nimetlerinden nasiplerini alsınlar, emelleriyle oyalanadursunlar. Sonra bilecek (!) onlar…” (15. Sure, 3. Âyet. 263)
Bugün ülkemizde, bizler halk olarak, Şeriatın % 95’ten fazlasını zaten yaşıyoruz ve uyguluyoruz. (Bazı önemli kurum ve kuruluşlar hariç.) Namaz, oruç, iftar, bayram, hac, zekât, kurban, cami, ezan, yardımlaşmak, ilim tahsil etmek, askerlik, sünnet olmak, çalışmak, asrın gerektiği teknolojiye ulaşmak için gayret sarf etmek, seçim yapmak, adalet ile hareket etmek ve sair uygulamalarımızın her biri, şeriatın hükümleridir. ( Haber1.com, A.Raif Öztürk, 02.10.2008)
Onlar ve bizlerde!
Detay konular
FIKIH, HADİS, TERCİH EHLİ
Sahih hadisten hüküm çıkarmak hadis âlimlerinin işi değildir. Usûl ve fıkıh âlimlerinin işidir. Nice büyük hadis âlimleri vardır ki, taşıdığı, rivâyet ettiği hadislerin fıkhını bilmez. Eğer böyle olsa idi her hadis âlimi müctehid olurdu ve mezhebi olurdu. Halbuki hadis âlimlerinin bir çoğu da bir müctehidi taklid etmişlerdir.
A‘meş Ebû Hanîfe’ye, “Ey Fakihler zümresi! Sizler tabipsiniz, bizler ise eczacıyız.” der. (Abdulkâdir b. Muhammed b. Nasrullâh el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-mudiyye fî tabakâti’l-Hanefiyye, I-II, Karaçi, ts., II, 484-485; Ayrıca ibn Abdülberr, Câmi‘u beyâni’l-ilm II, 1029; Ali Abdülbâsıt Mezîd, Minhâcu’l-muhaddisîn fi’l-karni’l-evveli’l-hicrî ve hatta asrina’l-hâzir, s. 89)
Kur’an ve sünnetten (eğer müctehid değilse) ne bir tefsir âlimi ne de bir hadis âlimi fetvâ verebilir. Fetva verme işini bunların hepsini de kapsayan yâni kur’an ilimlerini, hadis ilimlerini bilen, sahabelerin ittifaklarını (icmâ), ihtilaflarını bilen, usul, tarih, ıstılah, Arap dilini çok iyi bilen, aynı konudaki tüm rivayetleri bilen ve ictihad özellikleri taşıyanlar ictihad yapabilir. (Nevevî, Mecmu,1/64; Ebul Leys es Semerkandî, En Nevâzil, vr. 268, Ûşî, el Fetava’s Sirâciyye, s. 600, Destinânî, Risâle fî âdâbi’l Müftîn, vr. 46) Necati Koçkesen
TERCİH EHLİ
Tercih ehli tahkik ettiği meselede mukallit olmaz. tercih ehli pek çok meselede mukallid olabilir. Ben çoğu meselede mukallidim, hatta avamım. Bir namaz kılabilmek için belki de bin mesele vardır. Bunların hepsini tahkik ederek tercihte bulunmak bir ömre yetmez. Onun için ben hanefiyim diyorum. Ancak ayrıca bir akademisyenim. Araştırma yapıyorum. Tahkik ettiğim bir meselede farklı kanaate varabilirim. Vardığımda onu kabul ederim. Bu durum mezhepsizlik anlamına asla gelmez. Birkaç örnek: Hanefilere göre müellefi kuluba zekat verilmez, neshedilmiştir. Bana göre eğer devlet başkanı uygun görürse caizdir. Kur’an’a abdestsiz dokunmak haramdır. Bana göre abdestli dokunulması daha iyidir ama haram değildir. Sadece Arafat ve müzdelifede değil, zaruret halinde, alışkanlık yapmamak kaydıyla namazları cem etmek mümkündür… Bunların elbette gerekçeleri vardır. Burada onlar üzerinde duracak değilim. Mesele anlaşılsın diye bu örnekleri verdim. Bütün bunlara rağmen ben hanefiyim. Bunu söylerken de kimseyi kandırmıyorum. Çünkü bir dünya mesele içerisinden bu konularla ilgili bir tercihte bulunuyorum. Yani bir dünya meselede Hanefiyi taklit ediyorum. Bu beni Hanefi olmaktan çıkarmaz. Prof. Yavuz Köktaş
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.