Allah var mı? Allah’ın (cc) varlığının delilleri nelerdir?

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

Konu ile ala

“İslam düşüncesinde âlem, ‘Allah’ın dışındaki varlıklar’ şeklinde tanımlanır. Âlem yaratılmıştır ve Allah’ın varlığına alametler teşkil etmektedir. İnsan ve kâinat yaratıcıya işaret eden ayetlerle (delillerle) doludur. (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 172, 225)

Kur’an-ı Kerim, yer ve göklerde Allah’ın varlığına dair deliller olduğunu  (Casiye, 3; Bakara,164; Yusuf, 105; Enbiya, 32) bizlere haber vermektedir. Biz de, akademik kavram ve üsluplara dalmadan, sade ve anlaşılabilir örneklerle, çevremizde gördüğümüz, medyada okuduğumuz haberlerden hareketle okuyucuyu Yaradan’a ulaştıracak delilleri sizlere sunmaya çalışacağız.

Allah’ın varlığının ispatı konusunda ‘biyomimetik’ten başka, ‘Akıllı tasarım, Hassas ayar’ gibi bilimsel; ‘Ontolojik, Kozmolojik, Hudus, İmkan, Gaye, İnayet, İhtira’ gibi klasik delillere kadar birçok metot bulunmaktadır. Bu çalışmada ise, tüm bu metotlardan istifade etmekle beraber ağırlıklı olarak kıyas metodunu kullanacak, insanların yaptıkları ile insanların yapmasının mümkün olmadığı, daha ileri teknoloji ürünü ve geri dönüşümlü olan, çoğalabilen örnekleri gösterip, bunlardan hareketle bunları örneksiz olarak yapana ulaşmaya çalışacağız.

Bugün yaşadığımız on dört milyar yaşındaki evrenimize gözümüzü çevirdiğimizde milyonlarca maddenin, birbirinden farklı kuvvetlerin ve enerjilerin bir arada olduğu karmaşık ve komplex bir yapı ile karşı karşıyayız. Ama daha yakından incelediğimizde karmaşık gibi görünen bu yapıların içinde mükemmel bir düzen ve uyum olduğu gözlemlenmektedir. Hatta bu uyum ve düzene bağlı olarak canlı sistemleri oluşmakta, fiziksel yasalar olduğu keşfedilmekte ve tekrarlanabilir bilimsel teoriler üretilebilmektedir.

Ortada işleyen bir düzen varsa bunun bizi düzeni koyana, bir eser varsa bunun bizi eseri yapana götürmesi rasyonel/makul bir sonuçtur. İki boyutlu resim görünce bu bizi resmi yapan ressam/sanatçıya götürürken, o resimdekinden yapılması çok daha zor olan ve insanların yapamadığı dört (En, boy, derinlik, zaman) boyutlu, canlı, hareketli, çoğalan, iletişim kuran, çevresi ile uyumlu, geri dönüşümlü vb. özellikleri olanların da bizi ‘Musavvir ve Hâlik’ olana götürmesi gayet doğal ve mantıklı bir sonuç olacaktır.

“İmalatı sırasında çevreye zarar verilmemiş, gürültü kirliliği yapılmamış, hiç bir katkı maddesi kullanılmamış, ham maddesi kendisi tarafından depolara istif edilmeden oluşturulmuş, kıvam ve tat zengini, el ve makine değmeden hazırlanmış gıdaları” Yaradan’ı inkar etmek rasyonel bir davranış değildir.

varliginadelil-1

                                                                  

Çerçeve içinde hareketsiz duranları yapan- ressam- var ama canlı, hareketli, uçan çoğalanları yapan yok, öyle mi?.

İnsan yaratılırken ‘kullanılan’ ilimlerden bazıları!

               Taklidini insan yapınca mucize-yaratma, aslını Allah yapınca evrim oluyor!

Karaciğer de ne mekanikmiş! 

                                                                          Yaratılıştaki teknoloji; Örneksiz, kopyasız, daha kullanışlı!

  Tabiatta 92 tane doğal element vardır. Bunlar, bir alfabenin harfleri gibidir. Bu ciltler dolusu evren kitabını yazan kimdir?

 maketten-aslina-1

                                            Bu maketi yapan varsa, daha canlı, hareketli ve çoğalanını yapan mutlaka vardır!

yaratan-3 

O yaratan yoktan yaratıp bırakmamış, her organı olması gereken yere yerleştirip sıraya koymuş ve  sonra da devamlılığını sağlamıştır!
Hem makro hem mikro alem içinde tüm varlıklar için söz konusu bir durumdur!.

 

 

limonelmabiber-1

Tabiatta 94 tane doğal element vardır. Bunlar, bir alfabenin harfleri gibidir. Bu harfler bir araya gelerek milyarlarca ciltten oluşan evren kitabını oluşturmaktadır. Bizler bu kitabı ortaya koyulan eserlerden hareketle okuyarak ‘Tekvin’ sıfatlı yazarına ulaşmaya çalışacağız.

Laboratuvarlarda bulunan insan/anatomi modellerinin bir üreticisi vardır. Gerçek insan vücudundan referans alınarak yapılan insan anatomi modellerindeki organlar, insan vücuduna uygun şekilde modellere yerleştirilmiştir. Fakat bu organların hiç biri görevini yerine getirememektedir. Halbuki insanlarda bu organların işlevsel olup, tümünün birbiri ile uyumlu şekilde insan vücudunda çalıştığına şahit olmaktayız. Modellerin bile bir yapanı bulunurken, yapılması çok daha zor olan bu organların da bir yapanı olacağına ulaşmak gayet doğal ve mantıklı bir sonuçtur. Aynı şekilde, okullarda bulunan dünya küresinin eksen eğikliğini ve dönmesini sağlamak için ortasından ve yan tarafından destekleri bulunmaktadır. Mavi renkleri deniz, yeşil-kahverengi olanları toprak ve dağları işaret etmektedir. Bu plastik kürelerin çok daha büyüğü olan asıllarını, aynı rotada pilotsuz, motorsuz, yakıtsız, sessiz ve dört bir yanı açık olarak uçan ve dönen bu dev uçakların içinde sürünen, yüzen, yürüyen yüz binlerce çeşidi ile bitkiler, hayvanlar ve insanlar birbirleri ile uyum içinde bir arada yaşamaktadır. Maketi para ile satılan bu kürelerin asıllarının bir yapanı olduğunu savunmak gayet realist/gerçekçi bir sonuç değil midir? En son araştırmalara göre evrende 200 milyar ile 2 trilyon arası (https://umutayildiz.com/evrende-kac-galaksi-var-ve-bunu-nasil-hesapliyoruz) galaksi bulunmaktadır. Bunlardan biri de bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde en az 200 milyardan fazla yıldız bulunmaktadır. Sadece güneş değil genel olarak diğer milyarlarca yıldızı da hesaba kattığımızda, 70 seksilyon (7×1022) yıldızın hareketlerini (http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/3085885.stm) “Elektromanyetik kuvvet, kütleçekim kuvveti, güçlü çekirdek ve zayıf çekirdek kuvveti” yasaları ile bir düzen-uyum içinde, hepsini kendi yörüngelerinde yüzdüren ‘Melik’ sıfatlı varlığı inkar etmek akla aykırı değil midir?

İki parçadan oluşup içinden plastik oyuncakların çıktığı yumurtalarla, tek parçadan oluşan ve nesillerini devam ettirebilen canlı varlıkların içinden çıktığı gerçek yumurtaları kıyasladığımızda ‘İlim’ sahibi bir yaratıcıya ulaşmak hiç te zor olmayacaktır!

‘Suni karaciğer mucizesi’ başlıklı habere bakalım. “Oksijen jeneratörü, rezervuar, kuvöz, hücre filtresi, Ultra filtre, kan pompası gibi parçalardan oluşan cihaz, hastanın kanını dışarıya bir plazma filtresi yoluyla pompalıyor ve temizlenen kanı daha sonra tekrar hastanın vücuduna döndürüyor.” (Milliyet,04.09.2000) Haber yazısına göre, pekte kullanışlı olmayan bu ‘taklit’ cihaz için kullanılan başlık, ‘mucize’ olarak belirlenirken, ‘aslını’ yapana da, ‘Bedi’ yani ‘örneksiz yaratan’ denmesi gerekmez mi? Aynı gazete daha sonra konunun uzmanlarının referansı ile “Karaciğerinizin alternatifi yok! Vücudun en hayati organlarından karaciğerin tek alternatifi, sağlıklı başka bir karaciğer” (Milliyet, 08.02.2005) haberini de yapmaktadır.

‘Biyonik insan’ başlıklı diğer bir haber (Milliyet, 25.04.1999) ile devam edelim: “Bilim adamları, tıp, kimya, biyoloji, elektronik bilimlerinden yararlanarak elde ettikleri organlarla insanı yeniden yarattılar.” (Bu ve bundan sonra kitap boyunca delil olarak kullanacağımız ve birçoğu gazete-dergi kaynaklı resim-fotoğrafların asılları sitelerimizin ilgili sayfalarda bulunmakta olup, kitabın hacmini artırmamak amacıyla bu çalışmaya eklenmediğinin altını çizelim!) Aslında bu haber bize,  ilk insan yaratılırken ‘kullanılan’ bilimlerden bazılarını da haber vermektedir. Biyonik insan için gazete ‘yarattı’ kelimesini kullanmaktadır. Peki, gerçeği kadar mükemmel olmasa da, bunların taklit edildiği orijinalleri için neden gazeteler ‘yaratılan’ ifadesini kullanmamakta ısrar etmekte ve bunları ‘Doğanın hediyesi, tabiatın yaratması’ olarak lanse etmektedir acaba?! Taklidini insan yapınca adı ‘mucize-yaratma’ olurken aslını ‘Cebbar’ sıfatına sahip yüce bir varlık yapınca, yapan olarak neden “evrim, tabiat ana, doğa” gibi uyduruk tanrılar ilan edilmektedir acaba?

Suni deri ve kemik yaptık. “Hastadan alınan kök hücre sayesinde vücut dokularının reddetmediği deri ve kemik yaması ürettik.” başlıklı diğer bir haber, yaratılandan alınandan hareketle üretim yapıldığını bize bildirirken; ‘Tüm gözler artık görecek’ (Türkiye, 11.02.2013) başlıkla haberde ise; “Cyborg gözlükler bilgisayarla tanımlanan görüntüleri beyne iletecek.” şeklindeki açıklama ile görme işleminin sadece bir aşamasının bile ancak bilgisayar destekli işlev gördüğünü haber vermekte, dolayısı ile her iki haber de aslında yaratılıştaki üstün teknolojiyi bizlere tekrar hatırlatmaktadır.

Bir tohum, toprak dışında cansız bir madde gibi davranırken ne zaman ki toprağa atılır, hemen canlanıp tıpkı bilgisayara takılan harici bellek gibi, anında bilgi akışını başlatır ve tohum önce yerçekimine karşı gelerek toprağı yarıp gövdesini yukarı çıkarır, kökleri vasıtası ile topraktan aldığı su ve minerali havadaki karbondioksit ve güneş ışığı ile birleştirip dallarından meyve üretmeye başlar. Aynı çamurdan tadı, kokusu, şekli, deseni, rengi birbirinden farklı binlerce ürün ortaya çıkarır. Bu sayede bu bitki hem kendi türüne hem de diğer canlılara faydalı bir görevi yerine getirir. Acaba tüm bunları yapmayı o minik tohuma yani o ‘doğal harici belleğe’ kim öğretmiş, kodları ona kim yüklemiştir? Çok daha fazla bilgiyi son teknoloji ürünü flash bellek içine  (resim, video, ansiklopedik) bilgi olarak yüklesek ve sonra bunu toprağa atsak, bu teknoloji ürünü acaba çamurdan herhangi bir ürün meydana getirebilirler mi? ‘Kendiliğinden’ yani bir yapanı olmadan milyonlarca sene önce oluştuğu iddia edilen bir tohum mu yoksa harici disk-flash bellek-hafıza kartı mı daha ileri teknoloji ürünüdür? Hangi bilgisayar, gösterdiği bilgiyi çoğalan ve çevresi ile uyumlu olan bir ürüne çevirebilir? Yaratıcı ismini kullanmak yerine ‘tabiat ana’ adlı ‘tanrıça’ya atıfta bulunan ateistler aslında, pagan kültürünün izlerini günümüze bilimsellik kılıfıyla taşıdıklarının farkında mıdırlar acaba?

“Dünyanın en hızlı koşan kara hayvanı çitadan esinlenerek geliştirilen robot çıta, saatte 29 kilometre hıza ulaşarak ‘rekor’ kırdı.” (Sabah, 07.03.2012) Haberin fotoğraflarından gördüğümüze göre kabloları her tarafından sarkan, hayatını devam ettirecek enerjiyi kendisinin karşılayamadığı, görmeyen, çoğalmayan, “hayatta” kalma güdüsü olmayan, bulunduğu habitattaki canlı ve cansızlarla uyumlu bir ortamın oluşturulması imkansız olan bu çita sonuçta bir bilimsel çalışmanın ürünüdür. Ama işin ilginç tarafı, gerçek çitaların saatte 120 kilometre hızla koşabiliyor olması, çoğalması, türleri ile iletişim kurabilmesi ve çevre ile uyumlu hayat sürdürebilmesidir! Robot, insan ürünüdür. Ya daha ileri teknoloji ürünü gerçek çita?

Festo şirketi kanguru şeklinde biyonik bir kanguru üretir. Bu robotta “sensör, basınçlı hava deposu, motor, akümülatör, Pnömatik aktüatörler, potansiyometre, elastik tendon” gibi birçok teknolojik aksam bulunmaktadır. Ama evrimcilerin ileri sürdüğü ‘doğal seçilim denilen hayali sistem’in ürettiği (!) canlı kanguru 3 metre zıplarken, ‘teknoloji ürünü’ robotun zıplama kapasitesi sadece 40 cm’dir. Bu iki kanguru arasındaki fark düşünüldüğünde canlı kanguruyu meydana getirenin ne kadar muhteşem bir tasarımcı olduğunu görmemiz gerekmez mi?

Çinli şirket Unitree Robotics, Laikago adlı yük çekebilen bir robot köpek üretir. “Düz zeminde” problem yaşamadan ilerleyen, 12 adet motoru olan ve gerçek köpeklerin tüm hareketlerini mekanik olarak “taklit” edebilen bu köpeğin fiyatı 25 bin dolar. Daha sonra robot geliştirilir. (TRT Haber, 05.02.2022) Üzerindeki kamera sistemleriyle uzaktan görüş ve kontrol imkanı sağlanır. İki saatlik pil ömrü olan ve uzaktan kumanda ile kontrol edilebilen bu robot ile ilgili haber bizi her gün sokaklarda gördüğümüz bu canlıların aslında ne kadar mükemmel bir teknoloji ile ‘yaratıldığını’ anlamamıza da vesile olmaktadır. 

 “Geleceğin Yaratıcısı” lakaplı Japon robot uzmanı Hiroshi Ishiguro tarfından üretilen, fiyatı 100 bin dolar civarında olan ve laboratuvarında 10-20 arasında araştırmacı bulunan ayrıca farklı ülkelerden konuk araştırmacı bilim insanı ve öğrencinin de bulunduğu bir çalışma. Uzaktan yönetilebilen telenoid, istendiği anda belirli uzaklıktaki bir kişinin yerine geçebilir. “Elfoid” ise cep telefonuyla kumanda edilebilen, yumuşak dokulu bir android türü.  Ama tüm bu şatafatın altında gerçek: Yüz mimikleri ve konuşmalar dahil, sensörler, uzaktan kumanda ve yardımcı öğrenci tarafından yönetilen bir kukla. 

 kertenkelebeyinliteknoloji-1


 

Diyaliz makinesi ile böbrekleri kıyaslarsak, yapay kalp ile gerçek kalbi kıyaslarsak acaba en son teknolojinin içimizde olduğunu da görmez miyiz?

  

İnsanın yaratılışındaki teknolojiyi anlamamıza yardımcı olacak bir diğer haber. (Hürriyet, 11.08.2001) “Kişisel bilgisayar 20 yıla kertenkele beynini yakaladı. Bugünkü PC’nin beyin gücünün bir kertenkeleninki kadar olduğunu söyleyen IBM Araştırma ve Geliştirme Direktörü Paul Horn, 20 yıl sonra PC’lerin insanın beyin gücüne ulaşabileceğini belirtiyor.” Peki günümüzde durum nedir? Biyologlara göre, trilyonlarca sinaps bağlantısına sahip olan 90 milyar sinir hücresine sahip insan beyni kesinlikle taklit edilemez. Araştırmacıların bir insanın normal beyin aktivitesinin sadece 1 saniye için harcanan gücü taklit edebilmeleri ise ancak 82.000 bilgisayar işlemcisiyle mümkün olabilmektedir. Bunun yanında insanların sahip olduğu duygusal zekâ, dil yeteneği, düşünme teknikleri gibi özellikler insan beyninin bilgisayarla kıyaslanmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Bilgisayarın farkı, aynı anda birçok veriyi hızlı şekilde değerlendirebilmesidir. Bu da onun önceden insan tarafından programlanması sayesinde olabilmektedir, yoksa akıllı olmasından değil. Özetle, (Prof Sefa Saygılı, Akit, 03.03.2018) “Bilgisayarın tek yaptığı, akıllı bir insanın hazırlayıp yüklediği programları çalıştırmak, yani bir dizi kuralı yerine getirmekten ibarettir. Ortada zeka değil, teknik vardır. Makineler yine yalnızca ‘hızlı aptallar’ olmaya devam etmektedir. Dünyanın en hızlı bilgisayarı saniyede 109 (1 milyar) hızıyla işlem yapabilmekte iken beynin hızı 1015’tir (1 katrilyon). Hafıza kapasitesi olarak ise beyin 1000 kat daha fazladır. Yani beyin, en süper bilgisayarın bin adedinin toplam kapasitesine eşittir. Tabii beynin hafızadan başka sayısız fonksiyonları olduğunu da unutmayalım. Beyinde istenen bilgileri bulup çıkaran ve bize ulaştıran 100 milyar nöron bulunmaktadır. Bilgisayarlarda ise, hafızasını yüklediğimiz bir bilgiye tekrar ulaşabilmek için daha önceki adın tıpatıp aynısını yazmak gerekmektedir. Oysa, tanıdığımız bir insanı 10 yıl sonra gördüğümüzde; sakalı uzamış, saçları dökülmüş, kilosu artmış dahi olsa onu hatırlarız! IBM’in tecrübeli teknoloji uzmanı Kerry Bernstein “beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüzbinlerce kat daha hızlı. Bizim bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil” demektedir.

Böbreği çalışmayanlar için vücuttaki kanı temizlemek amacı ile diyaliz makinesi icat edilmiştir. İlk zamanlar nerede ise bir buzdolabı büyüklüğündeki bu makineler daha sonra teknolojinin ilerlemesi ile küçülmüş ve taşınabilir hale getirilmiştir. Daha da ilerleyen teknoloji, diyaliz makinesini daha da küçültüp, “giyilebilir” hale getirmiştir. Benzer konularla ilgili basına yansıyan haberlere bakalım: “Giyilebilir yapay böbrek.” (ATV, 10.06.2016) “Kemer gibi bele takılabilen” ” (CNN Türk, 9 Haz 2016) yapay böbrekler gibi, yapay kalpte yapıldı. “Kalbi çantasında” (Takvim, 18.01.2017); “Kalbini sırtında taşıyor!” (Habertürk, 05.09.2018): “Kalbini sırtına astığı çantada taşıyan küçük Ramazan’ın en büyük hayali kalp nakli olup denize girebilmek.” Denizde yüzebilmek için teknolojinin “yarattığı” bir “mucize’ olan kalp yetersiz kalmaktadır. En son teknoloji ürünüyle bile olsa, dışarıdan insan vücuduna yapılan bir dış müdahele mükemmel uyuma entegre olmada sorun yaşa-t-makta, yaratılan ‘biyolojik robot’ olan insanın mükemmelliğine ulaşamamaktadır.

“Kendilerini Kopyalayarak Üreyebilen Biyolojik Robotlar” (TRT Haber, 15.12.2021) başlıklı haberin detaylarına baktığımızda, Vermont Üniversitesi, Tufts Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi çatısındaki Wyss Enstitüsü tarafından geliştirilen Ksenobot adlı bu robotların, bilgisayar tarafından tasarlanıp programlandığını ve biyolojik hücreler kullanılarak inşa edilip kendi kendini iyileştirebildiğini görüyoruz. Kurbağa emriyolarından “alınan” kök hücrelerle “üretilen” ve “çok düşük ihtimallerde ve belirli koşullarda olsa dahi” kendi kendini kopyalayarak üreyebildiği bildirilen bu teknoloji ürünü minirobot ile ilgili bu haber aslında örneksiz yaratılan ve tüm canlıları kapsayan üstün bilgi, irade ve kudreti açıkça işaret etmekte değil midir? 1996 yılında ilk klonlanan koyun olan ‘Dolly’de, “Yetişkin bir memelinin hücresinden ‘alınan’ hücre nükleusunun, döllenmemiş fakat gelişmekte olan ve çekirdeği çıkarılmış bir ‘yumurta hücresine transfer’ edilmesi” ile üretilmişti. Yani ortada işleyen sisteme dışarıdan yapılan müdahaleler söz konusudur, sıfırdan bir üretim yoktur!

Akıl ve bilimin ışığında insanlarca geliştirilen teknoloji ürünleri, insanların ulaşamayacağı daha ileri teknolojiye sahip varlıklarla karşılaştırıldığında bizleri ‘Alîm, Kuddüs, Kadîr’ olan bir üstün varlığa ulaştırması mantıklı bir sonuçtur.

Taklitten ibaret olan teknoloji ürünleri orijinalleriyle kıyaslandığında, hantallıkları, kablo bağlantıları, kullanım sürelerinin kısıtlı olması, belde, sırtta, elde, çantada taşınan versiyonları ile kullanışsızlığı, masraflı oluşu ve hâlâ asıllarına göre istenilen ileri teknolojiye sahip olmadıkları rahatlıkla görülmektedir. Orijinal asıllarının insan vücudundaki uyumlu sıralanışı, (lütfen her organ için bunları tek tek düşünelim) kullanımındaki rahatlık, estetikliği, gerekli enerjiyi sağlamadaki tüm canlı sistemlerle olan uyumu düşünüldüğünde, tüm bunları yapan ve yöneten bir  “İrade, ilim, kudret, tekvin” sahibi üstün bir varlık olması gerekmez mi?

Ufuk açıcı bir soru. Ya Allah’u Teâlâ ‘bugünkü teknoloji’ ile tüm canlıları yaratsa idi, hayat şu an yaşadığımız kadar kolay ve rahat (Ta-ha, 53) olabilir mi idi?!

Uzay (evren) insan beynine ürkütücü bir şekilde benzemektedir. “Beyindeki sinir ağları yapısal olarak, evrenin oluşum şekline benzemektedir. Yapılar çok benzer ve birbirleriyle aynı şekilde etkileşim halindedir. Bu iki karmaşık ağ, kozmik ağ ile bir galaksi veya bir nöronal ağ ile bir nöronal bedenin içi arasında paylaşılanlardan daha fazla benzerlik göstermektedir.” (Bologna Üniversitesi astrofizikçisi Franco Vazza ve Verona Üniversitesi beyin cerrahı Alberto Feletti’nin araştırması, Frontiers of Physics, 16.11.2020) Doğal olarak bu benzerlik bizi, her ikisinin de aynı elden çıktığı sonucuna ulaştırmaktadır.

Akvaryumda balık besleyenler bilir; suyu ve camı temiz, yemi ne az ne çok, oksijen yeterli olmalı. Birbirini yiyebilecek balıklar bir arada olmamalıdır. Akvaryumdan deniz, okyanus ve ayrıca tatlı su balıklarına geçelim. Bunların bakım, yem, oksijen vs. ihtiyacı otomatiğe bağlanmış şekilde milyonlarca senedir devam etmektedir.  Bir beyin fırtınası yapalım ve soralım: Okyanuslardan denizlere, göllerden nehirlere uzanan milyonlarca türün hayatta kalmalarını ve türlerinin devamlılığını sağlayan düzeneği otomatiğe bağlayan kimdir?

Elektrikli yılan balığı “Electrophorus electricus” amazon nehrinde yaşar. İki metreyi bulan gövdesinin üçte ikisi elektrik üreten organik plakalarla kaplıdır. Balık bu sayede 2 m. uzaktaki düşmanlarını bile öldürebilir. Peki, yüzen ve çoğalan bu şok cihazını tasarlayan ve üreten kimdir?

Acaba hiç klima, vantilatör ile rüzgarı kıyaslamayı düşündük mü? Ya evlerimizdeki ampuller ile güneşi kıyaslayanımız oldu mu? Göz ile kamerayı kıyaslayalım: Retina ile görüntü sensörü, iris ile diyafram, göz merceği ile kamera lensi ve ışık hassasiyetlerini karşılaştırmak zannımca aradaki teknoloji farkını anlamamıza yeterli olacaktır. Bu farklar bize bir üstün üreticiyi işaret etmekte değil midir?

Orta büyüklükte, yaklaşık l kilometre çapındaki bir bulutun içinde l ile 5 milyon kilogram arası su bulunmaktadır. (Sabah, 08.01.2010) Kafamızın üzerinde yüzerek/uçarak gezen bu nehirlerin sel; karın ise çığ olarak inmesini engelleyen kurallar zincirini koyan kimdir? Tesadüfü daha ne kadar ilah edinebilir materyalist evrimci çevreler? Aslında şunu itiraf etme zamanı gelmedi mi? Tüm evren büyük bir program (Külli İrade) dahilinde, planlı şekilde, düzen içinde işlemeye devam etmektedir. Sistemin işleyiş kurallarını açıklamak (bilim), bu kuralları koyanı inkarı mı yoksa gücünü itiraf edip secde etmeyi mi gerektirir?

Bilim dünyası her gün yeni (Fiziksel, biyolojik) yasalar keşfetmektedir. Yasaların olması, onları da bir koyan ve uygulatan olmasını zorunlu kılmalıdır. Kanun koyucu (Şari’) olmadan kanunların var olması akla aykırıdır. Basit bir örnek üzerinden gidelim. Trafik kurallarını koyan ve uygulayan bir merkez vardır. Bu kurallar ve denetleyen polis, kamera sistemlerine rağmen hâlâ kazalar olmaktadır. Ama kimsenin aklına bu kuralların kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek gelmemektedir. Peki, akıl sahibi insanlar ve bu kadar kurallar olduğu halde uygulamada aksaklıklar yaşayan biz insanların, tabiat kuralları denen ve cansız/akılsız maddelerce uygulanan fiziksel yasalar ile canlılarda işlemekte olan biyolojik yasaları düşününce, bunları onlara uygulatan güç ve iradeye ulaşmamız ve O’na saygı duymamız gerekmez mi? “Genellikle fiziksel süreçleri yasal terimlerle tanımladılar ve bunlar için yaptırımın gerekli olduğuna inandılar; cansız nesnelerin bile yasalara “itaat etmesi” gerekiyordu. İnsanların trafik kurallarına uymasını sağlamanın zor olduğunu düşünüyorsanız eğer, bir asteroidi bir elips üzerinde hareket etmesi için ikna etmeye çalıştığınızı hayal edin bir de.” (Stephen Hawking, Büyük Tasarım, s. 25)

Vücudumuzdaki damarların uzunluğunun 100.000 kilometreye, insan beynindeki 100 milyar nöronun tek bir çizgi halinde yan yana getirilince uzunluğunun 1000 kilometreye ulaşıyor, kalbimizin kanın bir günde tam 96.540 km yol alıp, beynimizde 100 milyar sinir hücresinin gönderdiği mesajların saatte 274 km hızla yayılıyor olması, bağırsaklarımızın toplam uzunluğunun 200 metreyi bulup, sadece derideki sinirlerin uzunluğunun 72 kilometreye ulaşması vd. tüm bunların birbirine karışmadan bir bedene sığdırılıp görevlerini aksatmadan yerine getirebilmesini sağlamak bir ‘düzenleyene’ işaret etmez mi? Bebekler doğarken Dr. M. Visscher’in deyimi ile “Sıvı altın” olan verniks isimli bir çeşit cilt kremi ile doğar. Yara iyileştirici, temizleyici, antioksitan özelliği olan (Leiden Üniversitesinden Pr. Joke Bouwstra’nın iddiasına göre) ülseri bile iyileştirebilen bu madde dışında, “sıvı kalkanlar” adı da verilen beynin içinde yüzdüğü beyin-omirilik sıvısı, üçe ayrılan gözyaşı tabakası, diz-dirsek-omuzdaki kıkırdak yağları (Atlas, Nisan 2011, sayı, 217) tam da olması gereken yer, kıvam ve özellikte bulunmakta iken, tüm bunları sadece tesadüfler zincirine bağlamak (evrim) mantıkla açıklanabilir mi?

 

       
    Kâinat Allah’ın bir mektubudur.

En büyük ressam; eserlerini tabiat sergisinde gösterendir.

 

                      

 

 

                                                                                      Başımızın üstünde yüzen dev ırmaklar, denizler!

 

Güneş ışınları dünyamıza ulaştığında yeryüzündeki canlıların faydasına olan ışınların girişine izin verip, zararına olanları geri döndürten, gök taşlarının dünyamıza düşmesine izin vermeyen, dünyamızı çepeçevre görünmez ağ gibi saran dev süzgeç, ozon tabakası acaba kendiliğinden mi oluşmuştur?

Demir cansız bir elementtir ama onu topraktan alıp gıda yapan bitkiler cansız varlığı canlı hale getirirler. Demiri bitki vasıtası ile dolaylı yoldan insana gıda yapan kimdir?

Verdiğimiz karbondioksit gazlarını bitkiler alır ve beslenir bu özümleme sırasında bitkiler de oksijen verirler. Biz bitkilere besin, onlar bize nimet verirler. Bu güzel nizamı kuran kimdir?

Bitkiler, güneş enerjisinden doğrudan faydalanmakta ve cansız elementleri birleştirip gıda haline getirebilmektedirler. Bizler ise son teknolojik gelişmeler ışığında ancak dolaylı olarak güneş ışığından faydalanabilmekteyiz. Ayrıca ilginçtir ki bitkiler yerlerinde dururlar ve hareket kabiliyetleri son derece sınırlıdır. Rızklarını yanlarına kadar getiren kuvvet kimdir?

Geyikler yavrularını tam otların filizlenme döneminde doğurur; kışın C vitaminine ihtiyaç duyan insanlar için bitkiler çamuru C vitamini deposuna (Portakal, mandalina) dönüştürür; Avrupa’daki uçan böceklerin göç yolları tam da yeni yavrulayan mağara yarasalarının olduğu bölgeden geçer ve yarasa yavrularının yiyecekleri ayaklarına uçarak gelir; Güney Pasifik Okyanusunda Mcquarie adasında yaşayan penguenlerin yiyecekleri olan balıklar  Avrupa kıtasından sıcak-soğuk su akıntıları vasıtası ile Amerika kıtasına taşınır; Güney Pasifik adalarında dev yengeçler yumurtalarını denize bırakır ve o sıralarda oluşan hortumlar yumurtaları başka kıta, ada, ülkelere taşırlar; Kuzey Pasifik kıyıları ile Alaska sınırları içinde yaşayan Boz ayıların yiyecekleri olan somonlar tam 2000 mil uzaktan yüzerek ayaklarına gelir. Yüzen, uçan, yürüyen türleriyle akılsız canlılar ile doğa olayları arasındaki bu iş birliği kör bir tesadüfle açıklanabilir mi? Yerkürenin her köşesinde gözlemlenen bu uyumun büyük bir güç tarafından ayarlandığı dışında başka bir açıklama akla uygun olabilir mi?

  

    Kışın beyaz, yazın çevredeki bitki örtüsü ile örtüşen tüy- kürk giyen bu hayvanlar bu değişimi kendi iradeleri ile mi yapmaktadırlar?

                               

                                                                               Sanat eseri varsa sanatkar da vardır.

 Kime ne öğretilmişse öyle hareket etmektedir. Arı bal, inek süt, tavuk yumurta, tohumlar kendilerine kodlanan ne ise çamurdan onu meyve- sebzeye dönüştürmektedir.

 

Çerçevesinden devamlı su akan bir resmi hangi ressam yapabilir? Ya bu resimde ki tüm varlıklar devamlı hareket halinde , canlı, çoğalan ve uyum içinde yaşasalar. Böyle resim var mıdır, bunu başaracak ressam var mıdır? Yoksa çoktan beri var ve adı da musavvir midir ?

Bir tarafta ışık, öte tarafta göz vardır. Biri var ki diğeri de bir görevi yerine getirebilmektedir.

Köstebekler, yer solucanları toprak altında yaşadıkları için onlara göz yapılmamıştır. Ama yeraltında yaşayabilecekleri özelliklerle var edilmişlerdir. Bu canlıları yer üstünde yaşamak zorunda bırakmayan kimdir?

Etiket, sahibinin imzasını taşır. İnsan en büyük sanat eseridir.

Doğayı, güçlü kalanın hayatta kaldığı bir savaş alanı olarak gören Darwinci bakış açısına sahip materyalistlerin kavrayamadığı inceliği bir örnek üzerinden açıklayalım. Yırtıcı hayvanlar geyik, antilop gibi hayvanları avlar. Dışarından yüzeysel bir açıdan bakıldığında, bu avcı hayvanların, avlanan hayvanların neslinin devamı açısından büyük bir sorun teşkil edeceği düşünülebilir. Ama olaya daha derinlemesine ve uzun vadeli baktığımızda, gözlemlediğimiz sahne bizi çok farklı bir sonuca götürmektedir. Avcı hayvanlar yaşlı, hasta hayvanları ancak yakalayabilmekte, genç ve sağlıklı olanlar ise avcılardan kaçabilmektedir. Sonuçta, avlanan bu hasta ve yaşlı hayvanların ‘yiyecekleri’ de genç ve sağlıklı hayvanlara kalmakta ve dolasıyı ile hem av hem avcının lehine bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Nihayetinde avcılar ne kadar av yakalarsa yakalasın, ne av sayısı azalıp nesli yok olmakta ve ne de avı kalmadığı için avcı hayvanlar açlıktan ölmektedir.  Av ve avcı arasındaki bu hassas dengeyi bir de tüm canlı türleri için tek tek düşündüğümüzde ‘Muhsî’ sıfatlı bir yaratıcının ayar, denge, uyumu ne incelikle hazırlayıp devam ettirdiğini daha iyi kavrayabilmekteyiz. Görüldüğü gibi evren bir kaos ve savaş alanı değil, uyum içinde işleyen müthiş bir düzene sahiptir. Bu konular ‘Evrim’ ve ‘Ateistlere Cevaplar’ adlı yazılarda tekrar ele alınacaktır!

Su döngüsü; besin zinciri; azot döngüsü; karbon, oksijen, fosfor döngüsü; yörünge hareketi; elektron döngüsü; kanın dolaşımı gibi tüm bu çarkları döndüren, kaosu düzene çeviren, Güneşin zararlı ışınlarına engel olup hayatın devamı için zaruri olan ışınların geçmesine izin veren görünmez bir süzgeç olan ozon tabakasını yaratan, kamuflaj sanatlı olarak canlıların elbiseleri olan derilerini vücutlarına ve çevreye göre ayarlayan, atomlardan hücrelere, fotonlardan gezegenlere dek her şeydeki uyum, ‘akıl sahibi’ insanlara mutlaka bir mesaj (Mülk, 3) vermektedir.

Allah (cc) öyle bir imtihan alanı yaratmıştır ki, ‘sahne ve dekor tasarım bölümü’ndeki ders adlarına (Desen, Teknik resim, estetik, tasarım, perspektif, maket yapım yöntemleri, form ve geometri, malzeme bilgisi, çevre koruma, sunum teknikleri, görsel iletişim, strüktür bilgisi, ışıklandırma ve sahne efektleri, set tasarım, çevre tasarımı, grafik, vitrin tasarımı, sistem analizi vd.) ve kodlama, uzaktan kumanda, kukla, animasyon gibi sinema sanatının da inceliklerine bakacak olursak yaratıcının ilmini, gücünü ve yarattıklarındaki ileri teknolojiyi anlayabilmekte; ince, detaylı, hesaplı, hassas ve uyumu inkar etmemiz asla mümkün olamamaktadır. Unutmayalım ki “Evrenin kurallarını azıcık değiştirmek bile bizim varlığımızın koşullarını ortadan kaldırır!” (Stephen Hawking, Büyük Tasarım, s.133)

  

                                                                             Hangi  yumurta daha ileri teknoloji ürünü acaba ?

                                                                                  Kainat nazım değil nizamdır.

 

                                                                     Sinema sanatından yaratana!

Allah (cc) öyle bir imtihan alanı yaratmıştır ki, ‘sahne ve dekor tasarım bölümü’ndeki ders adlarına (Desen, Teknik resim, estetik, tasarım, perspektif, maket yapım yöntemleri, form ve geometri, malzeme bilgisi, çevre koruma, sunum teknikleri, görsel iletişim, strüktür bilgisi, ışıklandırma ve sahne efektleri, set tasarım, çevre tasarımı, grafik, vitrin tasarımı, sistem analizi vd.) ve kodlama, uzaktan kumanda, kukla, animasyon gibi sinema sanatının da inceliklerine bakınca, yaratıcının ilmini, gücünü ve yarattıklarındaki ileri teknolojiyi anlayabilmekte; ince, detaylı, hesaplı, hassas ve uyumu inkar etmemiz asla mümkün olmamaktadır. “Evrenin kurallarını azıcık değiştirmek bile bizim varlığımızın koşullarını ortadan kaldırır!” (Stephen Hawking, Büyük Tasarım, s.133)

Materyalist bakış açısı, Newton fiziğinden hareketle evreni mekanik bir makineye benzetiyordu. Artık kuantum fiziğinin hakim olduğu günümüz dünyasında her olayın sebep sonuç ilişkisi içinde işlemediğini biliyoruz. Artık A nesnesi ile B nesnesi etkileşime geçince kesin C sonucu ortaya çıkacak diyemiyoruz; C, D, E…belki de daha fazla ihtimal söz konusu olmaktadır. Ama işin dikkat çeken tarafı, evrende hayatın devamı için gerekli olan ihtimal hangi şık ise, o doğru şık seçilmişçesine ortaya çıkmakta ve evrendeki sistem canlıların hayatının sürdürecekleri şekilde işlemeye devam etmektedir. İşte Atom altı parçacıklardan fotonlara, hücreler aleminden galaksilere dek her bir karşılıklı etkileşimde sonucunda ortaya  çıkan olasılıklar içinde en doğru olanı seçerek (Rahman, 29) “evrenin devamını sağlayan güce biz Allah (cc) diyoruz!” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s.  252)

Evreni kocaman bir kitaba benzetirsek, açtığımız her yeni sayfa, her cümle bizi o kitabı yazana götürecektir. Kitabın kalitesi, içeriği, mükemmelliği, “yazarını göremesek bile” bize yazarın varlığını gösterecektir. “Varacağımız sonuç bizi Allah’ın varlığına ulaştırabilirse bu aklın bizi ulaştırdığı bir rasyonel sonuç olacaktır.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 148 )

İnsanın hayatını devam ettirme sürecini düşünelim. Ciğerlerimiz, midemiz, kalbimiz hepsi bizim irademiz dışında çalıştırmakta, hatta biz uyurken bile çalışmaya devam etmektedir. Dünyamızı yer çekimi ile yaşanır kılan, toprağa attığımız tohumlar vasıtası ile çamuru yenilebilecek meyve sebzeye dönüştüren bizler değiliz. Atom altı parçacıklardan hücrelere, foton aleminden galaksilere evrende var olan hiçbir kural bizim irademiz ile hareket etmemektedirler. Tüm bunlar üzerinde tefekkür ettiğimizde bizi şu sonuca götürmektedir. “Ne de az şükredersiniz!” (Mülk, 23)

Yağmurun yağması, gecenin ve gündüzün, mevsim ve yılların oluşması, ısınan suyun buharlaşması, suyun kaldırma kuvveti, hava basıncı, suyun deniz seviyesinde ve belli bir basınç altında 100 santigrat derecede kaynaması, ısıtılan metallerin genleşmesi, serbest bırakılan cisimleri düşme hızının ağırlıkları ile doğru orantılı olması gibi kuralları mutlaka bir koyan, ayarlayan ve aynı zamanda uygulatan olmalıdır. Bu kanunları, sadece bulanı bilim adamı ilan edip göklere çıkarırken, canlı- cansız varlıklara sözünü geçiren ve tüm kanunlarını uygulattıranı nasıl göz ardı edebilir, yok gibi yaşayabiliriz?.

          Bilim, Allah’ın kainatı nasıl yarattığını çözmenin adıdır.

ateistken-teistlesenler-1-2

Materyalist bakış açısı, Newton fiziğinden hareketle evreni mekanik bir makineye benzetiyordu. Artık kuantum fiziğinin hakim olduğu günümüz dünyasında her olayın sebep sonuç ilişkisi içinde işlemediğini biliyoruz. Artık A nesnesi ile B nesnesi etkileşime geçince kesin C sonucu ortaya çıkacak diyemiyoruz; C, D, E…belki de daha fazla ihtimal söz konusu olmaktadır. Ama işin dikkat çeken tarafı, evrende hayatın devamı için gerekli olan ihtimal hangi şık ise, o doğru şık seçilmişçesine ortaya çıkmakta ve evrendeki sistem canlıların hayatının sürdürecekleri şekilde işlemeye devam etmektedir. İşte Atom altı parçacıklardan fotonlara, hücreler âleminden galaksilere dek her bir karşılıklı etkileşim sonucunda ortaya çıkan olasılıklar içinde en doğru olanı seçerek (Rahman, 29) “evrenin devamını sağlayan güce biz Allah (cc) diyoruz!” (Hacı Ali Şentürk, Ateizm sonuçsuz serüven, s.  252) Evreni kocaman bir kitaba benzetirsek, açtığımız her yeni sayfa, her cümle bizi o kitabı yazana götürmektedir. Kitabın kalitesi, içeriği, mükemmelliği, “yazarını göremesek bile” bize yazarın varlığını gösterecektir. “Varacağımız sonuç bizi Allah’ın varlığına ulaştırabilirse bu aklın bizi ulaştırdığı bir rasyonel sonuç olacaktır.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s. 148)  İnsanın hayatını devam ettirme sürecini düşünelim. Ciğerlerimiz, midemiz, kalbimiz hepsi bizim irademiz dışında çalıştırmakta, hatta biz uyurken bile çalışmaya devam etmektedir. Dünyamızı yer çekimi ile yaşanır kılan, toprağa attığımız tohumlar vasıtası ile çamuru yenilebilecek meyve sebzeye dönüştüren biz insanlar değildir. Atom altı parçacıklardan hücrelere, foton âleminden galaksilere evrende var olan hiçbir kural bizim irademiz ile hareket etmemektedirler. Tüm bunlar üzerine tefekkür ettiğimizde bizi şu sonuca ulaştırmalıdır: “Ne de az şükredersiniz!” (Mülk, 23)

Yağmurun yağması, gecenin ve gündüzün, mevsim ve yılların oluşması, ısınan suyun buharlaşması, suyun kaldırma kuvveti, hava basıncı, suyun deniz seviyesinde ve belli bir basınç altında 100 santigrat derecede kaynaması, ısıtılan metallerin genleşmesi, serbest bırakılan cisimleri düşme hızının ağırlıkları ile doğru orantılı olması gibi kuralları mutlaka bir koyan, ayarlayan ve aynı zamanda uygulatan olmalıdır. Bu kanunları, sadece bulanı bilim adamı ilan edip göklere çıkarırken, canlı- cansız varlıklara sözünü geçiren ve tüm kanunlarını uygulattıranı nasıl göz ardı edebilir, yok gibi yaşayabiliriz?

“En ünlü ateist: Artık Tanrı’ya inanıyorum. Dünyanın en tanınmış ateistlerinden (tanrı tanımaz) biri olan İngiliz Profesör Antony Flew, “Araştırmalar gösteriyor ki, hayatın varoluşunun ardında yüce bir varlık bulunuyor” diyerek Tanrı’ya inanmaya başladığını açıkladı.” (Gazete Vatan, 12.12.2004) Eski ateist Dr. Francis Collins: “Laboratuvarda Allah’ı hissettim.” Dünyanın en büyük genetik uzmanlarından biri olarak gösterilen ve insan DNA’sının şifresini çözerek büyük şöhret yakalayan Dr. Francis Collins: Allah’ın var olduğuna dair rasyonel bir temel var ve bilimsel gelişmeler insanı Allah’a daha da yaklaştırıyor.” (Timeturk, 09.04.2008) Kanal D Londra Temsilcisi Ayşegül Ekinci’nin konuştuğu ünlü fizikçi Stephan Hawking: “Evrenin oluşumu bilimin gerçekliğine dayanır. Ama bu hiçbir şekilde, bilim kurallarını koyan ve onları da yaratan bir Tanrı olmadığı anlamına gelmez.” (23.01.2012)

Aslında bilim, Allah’ın kainatı nasıl yarattığını çözmenin adından başka bir şey değildir. İşte o zaman bilim amacına ulaşmış olur ve bilim adamı da alim sıfatını kazanır.

Optik ilminin kurucusu İbni Heysem: “Evren, değişimlere rağmen bir düzen; ayrıntılara rağmen bir ahenk içindedir.” (Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, s. 165); “Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, matematik bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiş olarak görülüyor.” (Sir James Jeans, The Mysterious Universe, Cambridge University Press, 1932, s. 140); “Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır.” (Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, Istanbul 1980, s. 289); “Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım. Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21); “Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır. Güneş Sistemimizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık. (Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 262); “Evrende bilinçli yaşamın oluşması için gerekli doğa kanunlarının hassas ayarı açıkça tanrı’nın evreni böyle bir hayat ve bilincin gelişmesi için tasarladığı sonucunu çıkarır.” (Paul Davies, The Mind of God, s. 213);“Yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır.” (Jean Guitton, Tanrı ve Bilim, 1993, s. 54); “Eğer suyun akışkanlığı daha yüksek veya daha az olsaydı, canlıların yaşamı imkansız olurdu.” (Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 33); “Bitkiler, sayılarının arttığı bölgelerde bir süre sonra çoğalmayı durdururlar. Çevrelerindeki bitki örtüsünün yoğunluğunu adeta hisseder ve nüfuslarını kontrol altında tutarlar. Tehlike ortadan kalkıp üreme ihtiyacı doğduğunda ise yeniden ürettikleri tohum miktarını artırırlar.” (Dr. Lee Spetner, Not By Chance, Shattering the Modern Biology of Evolution, s. 16); “Ben bitki fosili kayıtlarında özel bir yaratılışın olduğunu düşünüyorum. Orkidenin, su mercimeğinin, palmiye ağacının aynı atadan geldiğini (evrim) düşünebilir misiniz? Ve bu faraziye için herhangi bir delile sahip miyiz?” (W. R. Bird, Origin of Species Revisited, s. 233); “Bir meşe palamutu ayçiçeğine değil de, meşe ağacına dönüşmesi gerektiğini nasıl biliyor? Organizmada ona nasıl işlev görmesi, nasıl büyümesi, nasıl yaşaması ve nasıl üremesi gerektiğini söyleyen bilginin yerini keşfettik. Bilgi bitkinin içerisinde olduğu gibi tohumun içerisinde de mevcuttur. Tavuğun içerisinde olduğu gibi yumurtanın içerisinde de mevcuttur. Yumurta bilgiyi tavuğa geçirir, tavuk yumurtaya, bu böyle sürer gider.” (Dr. Lee Spetner, Not By Chance, Shattering The Modern Theory of Evolution, sf. 23); ”Bana öyle görünüyor ki biri doğanın rakamlarını, evreni yaratmak için hassas bir ayara oturtmuş.”  (Paul Davies, Superforce, s. 243) Isaac Newton: “Bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık’ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir.” (Michael A. Corey, God and the New Cosmology, s. 259) 

 


Allah var ise neden görünmez?

Öncelikle ‘Biz her şeyi görebiliyor muyuz?’ sorusuna cevap arayarak konuya giriş yapalım. Radyo dalgaları, Mikrodalgalardan kızılötesi, X-ışınları, Gama ışınları, ultraviyole ışınlarına; Elektrik, rüzgar, gazlardan, nefes, akıl, duygulara (Acı, sevinç, üzüntü vd.) ve ayrıca tarih, felsefeden adli tıbba dek bilimsel olan ama deney yapılamayan bilim dallarına dek göremediğimiz ama çeşitli vasıtalarla varlığını kabul ettiğimiz birçok şey vardır. Daha insanoğlu, her varlığın ana maddesi olan atomun resmini bile çekememiştir. Doğal olarak insan aklına şu soru düşmektedir: ‘Görülmeyen şeyler yaratan Allah’ı nasıl görebiliriz?’ Çünkü bizler daha O’nun yarattıklarını görememekteyiz!

Allah’u Teâlâ’nın görülebilmesini talep etmek demek, O’nu yarattıkları seviyesine indirgeyip atomlardan oluşmasını istemek demektir. Çünkü bir şeyin görülebilmesi için onun atomlardan oluşması gerekir. Halbuki “Allah hiçbir yaratılana benzemez.” (Şura, 11) Yüce yaratıcıya bizler görerek değil akıl yürüterek ulaşabiliriz. Akıl yürütme ise göz organı ile gerçekleşen bir eylem değildir. Yani yanlış organımızdan yanlış taleplerde bulunmaktayız! Bizler görmekle değil, yarattıklarından hareketle O’nun yüce ilmine, kudretine ulaşıp O’na iman etmekle sorumluyuz. Zaten görülen bir varlığa inanıp inanmamakla insanlar imtihan olunamazlar. Allah’ın varlığını inkar veya redde bir imtihan vesilesidir ve imtihanın cevabına ancak, emek sarf ederek ve akıl yürüterek ulaşabiliriz.

“Gherman Titov, 1962 yılında düzenlenen bir toplantıda, “Uzaya gittim ve tanrı’yı görmedim.” demektedir. “Yarattığı âlemde Allah’a bir yer, bir konum atfetmek doğru bir yaklaşım olmaz.” (TDV, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 18) “Tanrı; Kepler ve Newton gibi birçok bilim insanı ve düşünürün de ifade ettiği gibi “eserleri” aracılığı ile bilinir. Tanrının görülebilmesi demek, onun fizik yasalarına tabi olması ve onlarla ‘kısıtlanması’ demek olurdu ki bu durum, kusursuz bir tanrı anlayışı ile bağdaşmaz. Kaldı ki dünya, Samanyolu Galaksisinde görmezden gelinebilecek kadar küçük bir gezegen; Samanyolu ise evrendeki yüz milyarlarca galaksiden sadece birisidir.” (Alper Bilgili, Bilim ne değildir? s. 34)  Bill Gates’i Microsoft işletim sistemi içinde aramak ne kadar rasyonel bir talep ise, görünmez şeyleri yaratanı da, yarattığı evren içinde görmeyi istemek o kadar rasyonaliteye uygun bir talep olur!

“Allah varsa neden onu göremiyoruz? İnsan gözü, ışınların sadece % 2.5 kadarını görebildiği belirtilmektedir. Allah’ın görülmemesi, var oluş amacımıza da uygundur. İmtihan edilmek için gönderilmişiz, görülen bir şeye imtihan da olmaz.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 99)

Allah bizi yarattı peki, Allah’ı kim yarattı?

Öncelikle bu soruyu soran materyalistlerin “evrenin ezeli olduğunu yani yaratılmadığını” savunduklarını hatırlatalım. Ve ne garip bir ironidir ki, aynı materyalistler her şeyi yaratan Allah’ı kimin yarattığını sorarken içine düştükleri çelişkiyi fark edememektedir.

Gelelim sorunun cevabına. Yaratılmak bir eksiklik göstergesidir ama yaratanda asla bir eksiklik söz konusu olamaz. Yaratan ama yaratılmayana Allah denir. “İzafiyet ve Big Bang, zaman, uzay ve maddenin bir başlangıcı olduğunu göstermektedir. Başlangıcı olan bir şeyin mutlaka bir başlatıcısı da vardır. Bu başlatıcı, Aristo’nun tabiri ile “Başlatıcısı olmayan İlk başlatıcı”, uzay, zaman ve madde dışında, sonsuz güce sahip bir varlık olmalıdır.”  (B. Erdem, Teistik argümanlar, s. 21)

“Nedensellik zinciri bilinçli bir faile ulaştığı zaman sona erdirilebilir.” (Selçuk Kütük, Ateizm Yanılgısı, s. 108) Mesela, 3 vagonlu bir tren düşünelim. Son vagonu 2. vagon çeker, 2. vagonu ise 1. vagon. 1. vagonu çeken ise lokomotiftir. ‘Lokomotifi kim çeker?’ diye sormak akla aykırı bir soru olur. Lokomotifin özelliği çeken ama çekilmeyen olmasıdır!

Bir robot fabrikası düşünelim. Robotları üreten bir sistem vardır. Bir de bu sistemi Kur’an ve sistem dışında olup, dizayn ettiği sistemin kurallarına kendisi bağlı kalmayan bir insanın olması gerekir. Sistemi düzenleyen ama sisteme koyduğu kurallara mahkum olmayan insan nasıl ki robot yapan ama yapı olarak ona benzemeyen bir varlık ise, evreni de, evrende var olan kurallar zincirine mahkum olmayan ama tüm bunların üstünde olan yüce bir varlığın yapmış olması gerekir.

“Olayların zamansal açıdan belirli bir düzen ve süreklilik içinde olması (kaos ve karmaşaya düşmemesi) her şeyin bir plana uygun olarak düzenlendiğine işaret etmektedir. Heykeli, taş cinsinden olmayan; masayı, tahta dizisinden olmayan bir failin yapması gerekir. Sebepler dizisi, ancak sebeple sonucun aynı cinsten olmadığı bir noktada sona erdirilebilir.” (Selçuk Kütük, Ateizm Yanılgısı, s. 115, 233, 263) 

“Alabildiğince uzunlukta dizilmiş domino taşlarını düşünelim. Domino zincirinin en başına vardığımız zaman, bir hareket ettirene ulaşırız, domino cinsi olmayan ve düşmeyen ama düşüren bir hareketçiye! Her şey, başka bir şeye bağımlıdır. Allah ise herkesin kendisine bağlı olduğu ama hiçbir şeye bağımlı olmayan ilk muharrik, hareket ettiricidir.” (Hamza Andreas Tzortzis, Hakikatin izinde, Din bilim Ateizm, s. 155)

Ateistlerin en büyük hatası, sebepler ile sonuçlar arasındaki ilişkiyi kavrayamamalarıdır. Sebeplerin sadece amaca götüren araç olduğunu fark edememekte ve aracı amaçlaştırmakta, sebepleri ilahlaştırmaktadırlar. İleride göreceğimiz gibi materyalistler yaratılan ve adına tabiat kuralları, gen veya doğa-tabiat denen sebepler dizisine ilahlık özellikleri yüklemekte bu nedenle de, bu araçların işaret ettiği ‘asıl amacı’ görememekte, O’na ulaşamamaktadırlar.

Yine ateistler ‘nasıl’ sorusunun cevabının aynı zamanda ‘neden’ sorusunun da cevabı olduğunu zannetmektedirler. Halbuki, ‘nasıl’ sorusu evrenin yaratılma ‘şekline’ cevap ararken, ‘neden’ sorusu ise evrenin yaratılma ‘amacına’ cevap ararken kullanılacak sorulardır. Bilimsel yasalar sadece evrendeki düzenin nasıl işlediğini anlatır. “Evren kodlanmış, kozmik kodla yazılmış bir mesajdır ve bilim adamlarının görevi bu mesajın şifresini çözmektir.”  (Heinz Pagels, Kozmik Kod II, s. 159) “Evreni ve içindeki tüm varlıkları incelemenin ve Allah’ın yaratış sanatını görerek insanlığa açıklamanın yolu, bilimdir.” ‘Nasıl’ sorusu bizi yaratıcının evreni yaratma metoduna, ‘neden’ sorusu ise evrenin yaratılma amacına götürür.

Biz Müslümanlar, bilimsel açıklaması yapılanlar dahil, her şeyin Allah tarafından yaratıldığına inanırız. Bilimsel açıklamalar sadece ‘nasıl’ sorusuna cevap verir ama ‘kim ve neden’ sorusunun cevaplarını asla veremezler. Biz şehirleri yaratanın bile Allah olduğuna (Sebe, 18) inanırız. Yerleşim yerlerinin yapımında kullanılan ve Allah’ın bizlere bahşettiği şeyler olan akıl ve  şehirlerin kurulması için gerekli olan malzemelerin ya kendisi ya kökeninin Allah tarafından bizlere bahşedildiğini kabul ederiz. Yoksa biz bilmiyor muyuz şehirlerin nasıl yapıldığını? Ama araçların sadece birer sebep olduğunun farkındayız!  “Rabbim beni yediren, içirendir.” (Şuara, 79); “Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi?” (Furkan, 46) Çiftçinin, tohumun bitkiye dönüşmesini sağlayan mekanizmada bir etkisi yoktur. Çiftçiyi de, toprağı da, bunları yemeğe dönüştüren aklı da, yemeğin insana besin olacak şekilde düzenlenmesini de ayarlayan yüce Allah’tır. Tıpkı, güneş, insan, dünya arasındaki ince dengeyi ayarlayanın O olduğu gibi! Biz Müslümanlar ne aracıyı-vasıtayı-sebebi küçümser ne de onu amaçsallaştırırız! Sebebe teşekkür eder, müsebbibe (Sebep olana) ise hamdederiz! Determinist Richard Feynman: “Size tabiatın ne şekilde davranacağını anlatacağım. Onun bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, onu çok ‘sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli olarak ‘ama bu nasıl olabilir’ diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. (Doğanın) neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor.” ( Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, s.15) Biz biliyoruz çünkü ‘sevimli ve büyüleyici’ olan doğa, en büyük, ilim sahibi ve yaratıcı olan Allah’ın bir eseridir.

Allah insanları neden yaratmıştır?

Bu soruyu ateist bir insan soruyorsa burada bir çelişki vardır. İnkar ettiği varlığın neden yine inkar ettiği yaratma fiilini gerçekleştirdiğini sorması mantıksızdır! Peki, gizli veya açık, bir yaratıcıya inanıp aklına bu soru takılan birisine nasıl cevap verebiliriz?

“Sahip olunan güzel bir özelliği ortaya çıkarmayı dinlemek ve ‘güzellikten anlayanların algısına sunmak’ bir eksiklik olarak değerlendirilemez. Güneşin aydınlatması, müzisyenin beste yapması nasıl beklenen bir şey ise, tanrının yaratması da yaratıcı olmasının bir neticesidir. Isı ve ışığa ihtiyaç duyan güneş değil, etrafındaki karanlık ve soğuk cisimlerdir. Yaratıcı olduğu halde yaratmasaydı, o zaman neden yaratmadığı sorulabilirdi. İnsan inanılmaz bir öğrenme ve bilgi üretme kapasitesine sahiptir. Mademki insana bu kapasite verilmiştir, o halde gelişme ve öğrenme sürekli olmalıdır. Sınava tabi tutulmak başarılı olmanın ve ilerleme sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dünya, bir imtihan salonudur. Sınav süresi bize verilen ömür kadardır. Her İnsan kendisine verilenlere göre sınav edilecektir. Yani zengin kişi, servetini nasıl kullandığı konusunda zorlu bir sorgulamaya tabi tutulacaktır. İnsana ne verilmişse, onun hesabı sorulacaktır. Sınav, ilerlemenin zorunlu bir şartıdır. Örneğin, dürüst olduğunu söyleyen birinin gerçekten dürüst olup olmadığının anlaşılabilmesi için test edilmesi gerekir. ‘Sınav olmazsa!’ demek, okul olmasa demek gibidir. Okul olmazsa sınıfta kalma ya da ders çalışma sorunu olmazdı fakat o zaman da herkes cahil kalırdı. Toplumun ihtiyacı olan doktor, mühendis, mimar nasıl yetişecekti? ‘Her insan ‘var olmanın sevincini’ iç dünyasında yaşar.’ İnsan yokluğun ne olduğunu idrak edemediği için varlığın değerini de kavrayamamaktadır. Hayat, bir ikramdır. Nankörlük etmemek gerekir. Tanrı insanı ‘var olma güzelliğinin’ açığa çıkması için yaratmıştır.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 155-161)

Allah (cc) tüm cin ve insanları ‘sadece’ kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır! (Zariyat, 56) Peki, -Haşa- Allah egoist mi, neden kendisine tapınılmasını istemektedir? “93,5 milyar ışık yılı çapında olduğu tahmin edilen evrenin yaratıcısının, içerisinde nokta kadar dahi hükmü olmayan bir canlı ırkının neye tapıp tapmadığı, neye inanıp inanmadığı ile alakalı hırs yapacağını düşünmenin, akla mantığa sığar bir yanı var mıdır? Yoktur! Allah’tan başka edinilen ya da sunulan tanrılar toplumun dengesini bozmuş, birilerini zenginleştirirken, diğerlerini fakirleştirmiş, bir grubu semirtirken diğerlerini sömürmüştür. İşte Allah burada devreye girmiş, doğru, insanları mutlu edecek, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak hükümleri toplumlara peygamberleri aracılığıyla bildirmiştir.” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 192) Bu ve aşağıdaki soruya cevapta ek bilgi için ‘İslami emirler, yasaklar ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılabilir.

Pekala, Allah’ın – haşa- bizim ibadetimize ihtiyacı mı vardır, ibadet neden istenmektedir?

“İbadetin faydası birinci derecede insanın kendisine, ikinci derecede ise diğer insanlara ve tüm varlıklara yöneliktir. Doktor reçeteyi kendi faydası için değil, hastanın yararı için yazmıştır.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 164) “Bir hoca talebesinden iyi ders çalışmasını isterken, kendisi ihtiyaç duyduğu için değil talebesi muhtaç olduğu için bunu ondan ister. İbadet etmemiz, menfaati yine bize dönen bir iyiliktir. Bugün insanların dünyevi imkanlara sahip olsalar bile, ruhi bunalım yaşadıkları bizzat gördüğümüz bir durum değil midir? Esasen bunun sebebi bedenin ve ruhun ‘kullanım kılavuzuna’ göre kullanılmamasından kaynaklanmaktadır. “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Sizi tertemiz kılmak, size nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.” (Maide, 6) Unutmayalım ki, “Bir şeyi üreten kişi, onun nasıl kullanılması gerektiğini de en iyi bilen kişidir.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 121-124)

“Tanrı bize yokluktan çıkarıp insan olma fırsatını ikram etmiştir. O halde tanrıya şükran hislerimizi ifade etmemiz gerekir. İbadetlerin tanrıya değil, insana faydası vardır. İç tatmin salt akıl vasıtasıyla başarılamaz. Öyle olsaydı, bilgili ve akıllı kişilerin tam bir huzur ve mutluluk içinde yaşamaları gerekirdi. İbadetler kişiyi zinde tutmaya yarar. Bir tür formda kalmak için sürekli antrenman yapmak gibidir ibadet. İbadet amaç değil, araçtır. Hedefe taşımayan ibadetler hareket etmeyen araç gibidir.  Tanrının, insanlardan ibadet etmelerini istemesi onları kötü bir gelecekten ve düşük seviyeli bir varlık anlayışından uzaklaştırmak içindir.  İbadet, aslında insanın kendisine ulaşma çabasıdır. İbadet hayatın karmaşası, stres ve zorluklarından uzaklaşma ve nefes alma imkanı sağlar.  Her ferdin kendisine sunulan imkanlar ölçüsünde sorgulamaya tabi tutulacağı gözden kaçırılmamalıdır. İnsanın sınavı kaybetmesi ancak fıtratını yani insan olma özelliğini kaybetmesi ile mümkündür.  Evrensel ahlaki değerlerden herkes sorumludur.  Sınırsız merhamet sahibi ve affedici bir tanrının gazabına uğramanın yolu, tanrının mesajını ‘kasıtlı olarak’ inkar etmektir.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 166-177)

“Allah’ın (insanlara yararlı olan) emir ve (sadece ahirette değil dünyada da insanlara zararlı olan şeylerin adı olan) yasaklarına muhatap olmak istemeyen insanlar söz konusu bu soru ile aslında vicdanları ile hesaplaşmaktadır. Oysa ki bu sorunun cevabı çok basittir: Allah (cc) bu dünyada, ebedi cennet yaşamını elde edebilmesi için insanı yaratmıştır. Bir insan bu dünyada hem kendine, hem tüm insanlara, hem de doğaya zarar vermeden yaşar, tevhid, iyilik ve ahlak üzere hayat sürerse, cennette sonsuz yaşama hak kazanır. Allah insanı dünya nimetlerinden hem yararlanması hem de kendisine karşılıksız verilen nimetlerinden (İnsanın kendi beden-ruhu ile kendine hizmet etmesi için yaratılan evrendeki tüm canlı-cansız varlıklardan) dolayı Yaradan’ına şükür etmesi için yaratmış, kendisi yaratılmasa göremeyeceği dünya nimetlerini tatması için var etmiş, yetmemiş dünyayı insanın rahat yaşayacağı şekilde düzenlemiş ve sonrada cennete gidebilmesi için yine hepsi insana yararlı olan şeyleri yapmasını ve kendisine zararlı olan şeylerden kaçınmasını emredip, cennete gidecek yolu açıklayan kılavuz kitabı ve yol göstericiyi (ilahi kitap, peygamber) göndermiştir. Unutmayalım ki Allah’ın bizim ibadetimize ihtiyacı yoktur fakat bizim Allah’a ibadet etmeye ihtiyacımız  vardır.” (İbrahim Çoban, Ateizm ve Deizm Eleştirisi, s. 56) Evet! “Allah’ın insanların iman etmesine ihtiyacı yoktur, mahlûkat Allah’a muhtaçtır. İnsanlar iman etmekle yahut salih/iyi ameller işlemekle kendileri fayda görmektedir. Fayda da zarar gören kullardır.” (İbrahim Çoban, Ateizm ve Deizm Eleştirisi, s. 56) İbadetlerden uzak insan daima huzursuz ve mutsuz olur. Bilinçaltı  onu daima, görevini yerine getirmediği için rahatsız eder. İnsan, ‘neden yaratmış’ yerine, ‘iyi ki de yaratmış’ şıkkını hangi nedenle tercih etmediğini vicdanı ile baş başa kalıp kendisine sormalı, vicdanının fıtrata uygun yaşamaya çağıran sesini kulak ardı etmeyi artık bırakmalıdır.

“Allah’ın bizden kendisini övmemizi isteme sebebi, onun faydasına değil, bizim faydamızadır.” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 19) Allah biliyor ki; eğer başka bir şeye ibadet edersen ve onu takip edersen, bu insana zarar verecektir. Allah yarattıklarının zarar görmesini istemiyor. (Naik, s. 22) Eğer Allah’a teslim olmazsanız, asla huzuru yakalayamayacaksınız. (Naik, s. 167) Ego -Haşa- Allah’ta değildir. Ego, kendisini yoktan var edene ve birçok nimetler verene itaat etmeyen, isyan eden insandadır. Ego insandadır, inancındadır. (Naik, s. 24) Emirleri yaratıcının ihtiyacı olduğu için yapmıyoruz. Müslümanlar olarak biz kendi ihtiyacımız için ibadet ederiz. (Naik, s. 26) İnsan makinesinin açıklamalı kullanma kılavuzuna ihtiyacı yok mudur? (Naik, s. 65) İbadetler ve  “kulluk özgürlüğe engel değildir. Allah’ın kuralları, doktorların insan sağlığı için dikkat edilmesini istedikleri hususlara veya ilk başta özgürlüğe kısıtlar gibi görünse de insanın can ve mal güvenliğini amaçlayan trafik kurallarına benzetilebilir.” (Soner Duman, Allah’ım sorularım bitmedi, s. 52) “İnsanı da yaratan onun nasıl çalışması gerektiğini, nasıl sağlıklı ve sağlam kalacağını en iyi bilen değil midir? Sınavlardaki amaç, insanı sınıfta bırakmak değil, “yeterli donanıma sahip olup olmadığının ortaya” konulmasıdır.” (Naik, s. 31) “Allah bizim yaratıcımız olarak insan psikolojisini en iyi bilendir. Bazen mantık, bazen uyarı, bazen ödül, bazen de ceza metotlarını kullanır.” (Naik, s. 20) “İnsanlar meleklerden daha üstün bir yaratılışla yaratılmıştır. Allah bizleri çok farklı ve mükemmel olan bir durumda yaratabilirdi. Böylece hata yapmazdık. Ama Allah bunu melekleri yaratarak zaten yapmıştır. “İnsanlar meleklerden daha üstün bir ‘yaratılışa’ sahipler.” Allah ‘özgür iradeleri olan’ varlıklar olarak insanları yaratmıştır. Eğer ortada yapılan bir hata varsa bu hata insanlara aittir, Allah’a değil. Çünkü insanlar meleklerden farklı olarak irade/seçme yeteneği ile yaratılmıştır. Bizleri meleklerden üstün kılan da işte bu özelliktir. Eğer insan özgür iradesi ile yaratıcının istediği şekilde yaşarsa meleklerden üstün olur ve ebedi cenneti kazanır. Allah bize ne olmak istersin diye seçenek sundu, biz insan olmayı tercih ettik. Bu yüzden biz sorumluyuz. Yüce Allah Kur’an’da insanlara sorulduğunu bize haber verir. (Ahzab, 72; A’raf, 172) Bizler imtihanı seçtik, insan olmak için. Sınav devam ediyor. Öğretmene, ‘Hocam ben kitaba bakmak istiyorum, çünkü hatırlamıyorum’ diyebilir misin, Hayır!” (Zakir Naik, Gençlerin inanç sorunları, s. 43-50)

Allah bana sormadan beni niçin yarattı?

“Var olmak bir nimettir. İnsan yeryüzünün halifesi olarak yaratılmıştır.”  (TDV, Komisyon, Soru ve Cevaplarla Niçin İnanıyorum? s. 33) Her türlü güzelliğinden istifade ettiğiniz, asla ölmek istemediğiniz bu hayatta sıra bazı sorumluluklara gelince mi, ‘ben dünyaya kendi tercihimle gönderilmedim’ diyorsunuz? Neydik? Bir hiç! Varlığımız bir nimettir, asıl bu hayata ne için gönderildiğimizi, burada bulunma gayemizin ne olduğunu araştırmalıyız. “Ben isteğimle mi geldim?” Böyle bir şeyin sorulabilmesi için önce insanın yine ‘var edilmesi’ gerekir. Ben var olmak istemiyor olsaydım bile ‘var’ olmam gerekirdi. Var olmadan tercih etmem söz konusu olamaz ki? Yani bu soru tutarsızdır. Asıl şunu sormalı insan kendine, “ben bu varlığı hak edecek ne yaptım ki, Allah bana bu nimeti verdi?” İnsanoğlu ‘Ben’ diyebilmesini borçlu olduğu varlığını sorgulamaktadır! İnsan varlığını sorgulamak yerine varlığını anlamlandıracak şeylerin peşinde koşmalıdır. İnsan neden hayatını zayi ettirecek taraflara yönelir, niçin sadece ‘bu hayata cehenneme atılmak için göndermişiz ve iradelerimiz elimizden alınmış gibi’ bir tablo çizmeye gayret eder? Halbuki insan hayatını ebedi mutluluğa çevirmeye çalışmalıdır. Cenabı Hak, insanın varlığını yokluğuna tercih ederek onu yaratmıştır. Allah için başkasına ait bir şey olmayacağı için, insanı var etmesi asla zulüm olmayacaktır. Ateist var olmadığına inandığı bir yaratıcının onu var etmeden önce kendisine sormasını beklemesi de ayrıca tutarsızlıktır. (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 110-114)

“İnsan olmak benim tercihim değil” diyen bir kişiye sormalı, “varlığını, o aklını, haysiyetini” bir solucanla, bir fareyle değişir misin? Evet! Tercihin miymiş değil miymiş?” (Osman Nuri Topbaş, Aklın cinneti Deizm, s. 111)

Özetle, “Tanrı beni yaratırken bana sormadı ki, kendi isteğimle gelmedim ki? sorusunun sahibi ezelden beri var olmadığına göre, ‘ben’ diyebilmesi için, kendisine bu soru sorulmadan önce yaratılmış olması gerekir. Var edilmeden önce kişiye var olmak isteyip istemediği sorulamaz. Kişinin var oluşuna itiraz edebilmesi için bile öncelikle var olması gerekir. Unutmayalım ki ‘hiç kimse var olmayı hak edecek bir marifette bulunmamıştır.’  Var olmak, karşılıksız verilmiş sonsuz bir hazine gibidir. Eğer ‘kişiyi ebedi bir hayatın beklediği’ gerçeği kavranırsa, insana sonsuz bir ikramda bulunulduğu kolayca anlaşılır. Aslında bu ‘soru sahibi, kendini her şeyin merkezine’ koymaktadır. Esas mesele, ‘kişinin kendisine Allah’tan bağımsız bir varlık biçme çabası’ ve iddiası olduğu görülmelidir. Diğer taraftan, insanın uygun hareket ederse ebedi bir mükafat ve ikrama mazhar olacağı seçeneği neden göz ardı edilmektedir? Kazanma ihtimali yüzde bir olan kumar oyunlarında bile bir beklenti olurken, gerekenler yapıldığında yüzde yüz kazanılacağı binilen ve sonsuz mutluluk getirecek bir seçenek niçin göz ardı edilmektedir? Olayı yokuşa sürmenin sebebi aslında yeteri kadar açıktır: Tanrıyı kendi hayatından çıkarmayı azmetmiş olmak! Söz konusu argüman, varoluşun sorumluluklarından kaçırmak için yapılmaktadır. Aslında kişi, imkan olsa yüzlerce yıl yaşamak ister. Asıl problem, ‘hesap verilmesi gereken bir tanrının var olması ve bu tanrının kişinin hayatına bazı müdahaleler de’ bulunmasıdır.  ‘Seni sana verene, sana verdiği şeyle (kendinle) itirazda bulunulmasının nankörlüğün en ileri aşaması’ olacağına dikkat edilmesi gerekir. Kişi eğer inanmıyorsa var olmadığını kabul ettiği bir tanrının kendisine “yaratılmak istiyor musun?” diye sormasını beklemesi de ayrıca anlamsızdır.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 184)

Tanrıyı inkar edenler niçin sonsuz süreli bir ceza ile cezalandırılmaktadır?

Müebbet ‘ebedi’ yani ‘sonsuz’ kelimesinden türemiştir. Müebbet hapis, ‘sonu olmayan’ hapis cezası demektir. Müebbet hapis cezası, kasten öldürmek, terör örgütü kurmak, yönetmek ve üye olmak ve bazı anayasal düzene karşı suçlara verilen hapis cezası türüdür. Tüm Batı ve ABD gibi ülkelerde uygulanır. Bu cezayı alan bir kişi eğer yaşayabilse idi sonsuza dek hapiste kalacaktı! Görüldüğü gibi insanlar bu dünyada bile imkan olsa ebedi ceza ile suçları cezalandırmaktadır. Allah’ı inkar suçunda da “önemli olan suçun ne kadar zamanda işlendiği değil, yapılan fiilin ne derece korkunç olduğudur. Tanrıya karşı savaşmanın faturası elbette ağır olacaktır. Müdür olmak için rakibini devirmeye çalışmak ile devlet başkanını devirmeye teşebbüs etmenin cezası aynı değildir. Aslında böylesine büyük bir cezayı almanın sebebi de gerçeği ‘bilerek inkar’ etmektir. Bu inkarın arkasında ise, ‘kendini beğenmişlik’ vardır. Ateist, aklını ‘kasıtlı olarak’ ifsat ve iptal etmiş kişidir. Ayrıca bir ateistin, var olmadığını iddia ettiği bir Tanrıdan kendisini affetmesini beklemesi de ayrıca tutarsız ve çelişik bir davranıştır.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 252-254) 

6 Comments