Oksidentalizm ile ilgili 11 kitap özeti

1.180 kez görüntülendi

Oksidentalizm ile ilgili 11 kitap özeti

İslam ve İnsanlığın Kaderi

Giriş
İslam’da insan hayatının tüm davranışları imanını ışığında değerlendirilir ve şekillendirilir. (s. 9) İslam cemaatine sonradan dahil olmuş kişi, doğuştan Müslümanların yakın geçmiş ürünü olan psikolojik komplekslerinden bağımsızdır ve taklitçi de olmaz. (s. 11) Bu kitabı gayrimüslimler için olduğu kadar modern eğitim görmüş Müslümanlara da seslenmek amacıyla yazıyorum. (s. 12) Ümmetin ulus devletlere bölünüşüne mazeretler aramak saçma ve yararsız olacaktır.(s. 16) İslam’ın tüm ana teması farklılık içinde bütünlüktür. (s. 17) Şu formülü asla unutmamalıdır,  her şeyin en iyisini bilen ancak ve ancak Allah’tır! Yaşayanların ölümü her zaman aklında tutmaları gerekir, yazmakta ya da konuşmakta olan insanların da, kendilerinin cahilliklerini ve bakış açılarının sınırlı olduğunu unutmamaları gerekir. Vallahu A’lem. (s. 18)

Birinci Kısım

Batının diğer kültürleri hor görmesini mümkün kılınmış olan, emperyalist güçtür. (s. 21) Yedinci yüzyılda İslam Hıristiyanlığın mesajının yayılmasını durdurmuştur. Önceleri İslam’a karşı kullanılabilecek silah kelimelerdi. Papa III. Innocent, Hazreti Muhammed’i ‘Deccal’ , kaşif Doughty Muhammed’i, ‘alçak ve kahpe bir Arap’, H. Fisher Muhammed’in, ‘Zalim hilekar, şehvet düşkünü ve cahil biri’ olduğunu söylemiştir. (s. 23) İslam kendi başına organik bir bütündür. (s. 28) Oryantalistler İslam medeniyetinin çökmüş olduğunu iddia ederler. (s. 29) İslam esaslarını sade ve anlaşılır oldukları gerçekten doğrudur. (s. 31) Dinine sırtını çeviren Müslüman’ın elleri boş kalır ve artık kendisinin kim olduğunu bilemez hale düşer. (s. 32) İskender fetihleri ile artık dünyayı şaşkına çevirmiş olmakla birlikte geriye efsaneler ve birkaç yazıttan başka bir şey bırakmamıştır. Araplar, girmiş oldukları yerlerde bir medeniyet meydana getirmiş ve hala da direnmekte olan bir hayat ve düşünce modeli oluşturmuşlardır. (s. 35) Müslümanların Fransa’ya girmeleri ile Karlofça Antlaşması arasında yaklaşık 1000 yıl vardır. (s. 38)  Avrupalı çocuklar, yeşil sarıklıların kabusu ile uyumaya yönlendiriliyor. Kabus gören taraf sadece Avrupalılardır. Orta Çağda Müslüman alim ve tüccarlar İspanya ve Endonezya arasında uzanan İslam dünyasında seyahat ederlerdi. Bu seyyahların pasaportu kelimeyi tevhit söylemekten ibaretti. (s. 39) Avrupalılar sadece dış yüzünü görmüş oldukları Müslümanların manevi hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorlar.  Toledo’lu Said b. Ahmet daha Haçlı ordularının akımları henüz başlamamış iken, bilimde ilgilenenler ve ondan habersiz olanlar olmak üzere insanları iki gruba ayırmıştı. İkinci grup olanlarsa kuzey ve güneyli beyaz ve siyahlardan oluşan vahşi insanlardı. (s. 40) Hıristiyanlık için İslam’ın varlığı yenilip yutulmaz bir hareket olduğu halde, Müslümanlar bu ehli kitabın varlığını kabul etmekte bir sakınca görmüyorlardı.  (s. 41) Medeniyet, ticari ve dünyevi bir kafes içindeki şehirli kibarlığıdır. (s. 46) Her şeyden önce Müslümanlarda ırk saplantısı yoktur. (s. 48)

Yahudilerin bir ülke olarak başlarına gelen felaketlerde Müslümanların hiçbirinin suçunun olmadığı kesindir. (s. 49) Beyaz adam, Yahudilere kendisinin toprağını değil başkalarının toprağını vermeyi istiyor. (s. 50) Filistinliler Aslında Kenanîlerin torunları idiler. İşaret edilmesi gereken tek nokta, Filistin’i zorla ele geçirmedikleridir. Olar daima oradaydılar. (s. 51) İslam dünyasındaki gençlerin, destek vermek suretiyle İsrail devletini ayakta tutan Amerikalıları affetmeli imkânsızdır. (s. 52)   Ümmet, ulusal sınırlar ve ulusal rekabetler ile bölünmüş durumda bulunuyor. (s. 53) Ümmet Çağdaş dünyanın elde etmeye can attığı ölü amaçları aşan bir umudun tanıklığını yapmaktadır. (s. 54) İslam kadar kendi akidelerine harfi harfine uyulmasını isteyen başka bir din yoktur yeryüzünde. (s. 59)

İkinci Kısım

İlahi vahiy binasının son tuğlası da yerine konmuş olduğundan, Müslümanlar kendi doğruluklarının diğer dinler tarafından da tasdik edilmesini beklemektedirler. (s. 70) Çağdaş İslam’ın en büyük zarflarından biri, Müslümanların kelimenin tam anlamıyla gerçekçi olan peygamberin örneğine aykırı olarak gerçekleri görmezden gelip hayal aleminde yaşamaya can atıyor olmalarıdır. (s. 68) İslam’da ruhbanlık ve keşişlik olmadığından, Müslümanlar manevi açıdan Allah’la baş başa, mutlak hakikat ile yüz yüzedir. Bu din doğru olan hiçbir şeye yabancı değildir. (s. 70) Pek çok Müslüman, din terimini, hayat tarzı olarak çevirmeyi tercih etmektedir. (s. 83)  Müslümanlara göre tek Allah inancını, Yahudilik ulusallaştırmış, Hıristiyanlık ise İsa’nın kişiliği ayın güneş’in ışığı kesmesi gibi, uluhiyyetin ışığını kesmiştir. Diğer bir değişle, Yahudilik tevhit inancını sabitleştirmiş, ona bir vatan ve bir ordu vermiş, fakat aynı zamanda da ona el koymuştur. Hıristiyanlıksa bu hakikati evrenselleştirmiş fakat saflığını bozmuştur. İbni Teymiyye, İslam’ın, Yahudiliğin sertliği ile İsa’nın merhameti arasında orta bir yol izlemiş olduğunu ileri sürmüştür. (s. 87) Geleneksel Hıristiyanlık ilk günahtan dolayı insanın bozulmuş olduğunu varsayarken, İslam gerçekçi bir şekilde bu görüşün tamamıyla aksine öne sürmektedir. (s. 93)

Üçüncü Kısım

İslam, Bir olana boyun eğmek anlamına gelir. (s. 102) Müslümanlara göre şirk, çok tanrıcılıktan daha tehlikeli bir günah yoktur. Geçen 100 yıl boyunca kabul görmüş olan dinin evrimi ile ilgili safça teoriler bugün uyumaya bırakılmış bulunuyor. Araplar Allah’ın varlığından habersiz değildiler, fakat ona oğullar, kızlar isnat etmişler, bağlılarından hiç bir istekte bulunmayan ve idare edilmeleri kolay olan birçok ilahı ona ortak konuşmuşlardır. (s. 107) Asıl sahte tanrı, kendi kendine yeterlilik iddiasını güden insan benliğidir. Ateizm, Sovyetler Birliği’nin resmi İnanç sistemidir. (s. 109) Hz Muhammed’in güzel adlarının birincisi elçi ya da peygamber değil, ‘Kul’dur. (s. 115) Muhammed, kusursuz bir köle idi. (s. 128) Batı, Müslümanları zalim bir Rab önünde büzülmüş duran ve anlaşılmaz kaderine boyun eğen bir hayvan gibi tasavvur etmiştir çoğunlukla. (s. 116) Allah, kaderimiz vasıtasıyla bizimle konuşur. Biz de onunla ibadetlerimiz vasıtasıyla konuşuruz. (s. 118) Doğru bir karşılaştırma, İsa ile Kur’an arasında yapılabilir. Hıristiyanlar için, etten kemikten bir hale getirilmiş olan ‘kelime’ Müslümanlar için kitap formu içinde dünyevi bir şekil almıştır. Müslümanların, Hz Muhammed’i sevmeleri ve kendilerine örnek almaları ne Onu Allah’ın yeryüzündeki bedenlenişi olarak, ne de kurtarıcı olarak görmeleri nedeniyledir. (s. 125) 

Dördüncü Kısım

Hiçbir meal Kur’an olamaz. İncil ise, Kur’an ile değil, Hz Muhammed’in hadisleri ile kıyaslanabilir. (s. 142) Vahiy bizi fıtratımızda döndürmektedir. Akla yitirmiş olduğu doğaüstü hakikatleri algılama ve idrak gücünü; iradeye, kaybetmiş olduğu ruhtaki çatışan bölmelere hakim kabiliyetini; duyarlığa ise, kendisinin kayıp yeteneği olan Allah’ı onu hatırlatan her şeyi sevme yeteneğini geri vermektedir. (s. 146) Kur’an beşer beyninin düşünebileceği ve hissedebileceği her şeyin bir resmi gibidir. Allah Kur’an’ın bu özelliği vasıtasıyla müminlerin içine sükunet, dinginlik ve huzur akıtarak beşerî endişeyi yok eder. (s. 148) 

Beşinci Kısım

İslam’ı anlamayı arzulayan Hıristiyan, Hz Muhammed ve Hz İsa’yı mukayese etme isteğini bastırmak zorundadır. Çünkü bu ikisi eşyanın nizamında tamamıyla farklı roller almışlardır. (s. 181) Sahabi; onlar çekirdektiler ve her şey onların imanlarına bağlıydı. (s. 209)

Altıncı Kısım

Muhacirler Medine’ye hicret ettiklerinde tamamıyla yeni kardeşlerine bağımlı halde bulunuyorlardı. Arapların kabileciliği göz önünde tutulduğunda, tamamıyla yabancı kişileri kardeş kabul edip ailelerine katmanları ve bunun bir kırgınlığa da neden olmaması bir mucize olarak tanımlanabilir. Dini inancın dönüştürme gücü bundan daha net bir şekilde çok ender olarak gözler önüne serilmiştir. (s. 219) 

Yedinci Kısım

Halifenin üç temel görevi vardır. Halife her şeyden önce ümmetin geçici bir süre için başkanıydı ve insanlar arasında doğrulukla hüküm vermekle yükümlüydü. İkincisi, halife toplumun imamı ve yasanın devam ettiricisiydi. Üçüncüsü, Emir’i-Müminin idi, müminleri maddi ve manevi her türlü tehlikeden korumakla görevliydi. Şura’ya; danışmaya uymak zorundaydı ama son karar ve sorumluluk kendisine ait idi. (s. 249) İslam, Müslümanlaştırmaktan çok yeryüzünde adalet, denge ve düzeni tesis etmeyi amaçlar. (s. 250) Bizans’taki Yunan Ortodoks rejimi, bu topraklarda yaşayan diğer mezhepten olan Hıristiyanlara kafir gözüyle bakmakta ve onlara bu bakış açısı doğrultusunda muamele etmekteydi. (s. 251) Müslümanlar ne İslam’ı empoze etmeye, ne de tek örnek bir hukuk ve politik sistem kurmaya kalkışmışlardı. Fatihler barışın muhafızları olarak, askeri kamplarında ikamet ediyorlardı. (s. 252)

Sekizinci Kısım

İslam tarihinde ilk ve son kez kurulmuş olan engizisyon olan ‘mihne’, akılcılığın da bağnazlaşabileceğini göstermiş ve en akılcı mezhep olan Mutezililer tarafından 20 yıl boyunca sürdürmüştür. Mutezililik İslam düşüncesinin ana görüşünü yani Ehli Sünnet’i zenginleştirilmiştir. (s. 300) Çağdaş Müslümanlar kendi tarihlerinden çoğunlukla utanırlar. Diğer halkları ve kültürlerini özellikle de Hıristiyanlığın tarihsel hikayelerinin de aynı derecede kötü olduğunu söylememiz onları pek rahatlatmaz. Zira bu herhangi bir toplum veya herhangi bir kültür değildir. Bu kendisinden yalnızca, en iyi olanın umulabileceği ümmettir. (s. 303)

Dokuzuncu Kısım

Gerçek hakimiyet ne yöneticiye, ne hükümete ne de bir sayısal çoğunluğa mahsustur. Hakimiyet Ancak Allah’a aittir. İslam sisteminde yöneticinin görevi son derece sınırlıdır. İslamî toplum teokratik olmaktan çok teosentriktir (Merkezde Allah inancı vardır), teokratik bir toplum olsaydı, Allah’ı temsil edecek yarı ilah bir yöneticiye ihtiyaç söz konusu olurdu. Fakat teosentrik bir toplum bağlamında yönetici, merkezi bir rolden ziyade, çevresel bir role sahiptir. Yöneticinin görevi, yasayı korumaktır. (s. 311) Şiiler ve Hariciler, her ikisi de kendi özel doktrinleri açısından devrimi haklı çıkarmaya muktedirdiler. Sünnilerin otoriteye itaat görevini vurgulamış olmaları kısmen, bu tür istikrarsızlık reçetelerine duydukları tepki yüzündendir. (s. 314) Şeriat, hayat sularının tüketilemeyecek şekilde akmakta olduğu yere doğru götüren bir yoldur. Müslümanlar için neye inanmaları gerektiğini bilmek hususunda bir problem yoktur. Onların meselesi, cennete giden yolda sendelemeden yürümek gerekliliğidir. (s. 316) Şeriatı bir vahyedilmiş yasa gövdesi olarak tanımlamak harfi harfine doğru değildir. İnsan gayreti ve aklı kullanmak, onun gelişmesinde rol oynamıştır.  (s. 317) Batılı akademisyenler ‘Tarihsel eleştiri’yi hadis literatürüne de uygulamaya çalışmışlar ve onda şüphe uyandırmaktan zevk almışlardır. (s. 319) Mezheplerden dört şeriat deresi doğmuştur. Fakat bunların her birindeki su aynı sudur. Aralarındaki farklılıklar, Şafi’nin Maliki’den ders almış olduğu, İbni Hanbel’in Şafi’nin öğrencisi olmuş olduğu gerçeğinden de tahmin edilebileceği gibi önemsiz farklılıklardır. Sünni şeriatı tehdit edecek tavır, bu farklılıkları abartanlarca doğmaktadır. (s. 322) Son zamanlarda şeriata bile karşı çıkan bir reaksiyon ortaya çıkmış bulunuyor. Burada da aşırı uçlar bulunmaktadır. Bir yanda hepsini ‘köhnemiş’ diyerek reddeden modernistler, diğer yanda ise rahatlıkla aşırı tutucular olarak tanımlanabilecek kişiler bulunmaktadır.  (s. 323) Şeriat, herkese ait olan bir evrensel model içerisinde insanın fıtratına ve ihtiyaçlarına uygun olan birçok seçenekleri sunar.  (s. 324) İnsanlığın ihtiyaç duyduğu karizmatik topluluk fikrini İslam gerçek hayatta diğer büyük dinlerin hepsinden daha iyi uygulamıştır.  (M. Watt, İslam ABD the Integration of Society, s. 234) İslam toplumu, birliğini her şeyden önce inanca borçludur. Her Müslüman birey, ‘erkek kardeşleri’ ve ‘kız kardeşleri’nin saadetlerinden sorumlu, fakirliklerinde onlara yardım etmek, kötü yola yöneldiklerinde onları doğru yola çevirmekte yükümlüdür. Topluluğun üyelerini vatandaşlık görevinden çok inancın ilkeleri bir arada tutar. (s. 328) Eğer şehrin kalbi büyük cami ise, midesi çarşısı, beyni ise okulları ve yüksekokullardır. (s. 332) İslam’ın sosyal amacı, içinde her bireyin şeriat nizamına göre belirlenmiş rolünü yaşayacağı, bir an bile Allah’ın kendisini görmekte olduğunu unutmaksızın, tehlikeden uzak bir insanî ilişkiler ağı içinde yaşayacağı bir topluluk oluşturmaktır. (s. 343)

Onuncu Kısım

Eğer ‘gerçek ben’i arayacaksak; başka bir yerde, teklikte, Tevhit’te, dinde aramalıyız. Din, dış ile için birliği, için dışla birleştirilmesidir. (s. 359)

On birinci Kısım

İslam’da Seküler, profan (Dinle ilgisi olmayan) sanat yoktur. Bu doğrudan doğruya tevhid ilkesinden kaynaklanmaktadır. Vahdet/Tevhid, varoluşun temel niteliğidir. (s. 385) İslamî sanat diyor, Seyyid Hüseyin Nasr,: “Müslüman’ın yer küresel çevrede sürmekte olup, ötedeki ilahi mevcudiyete doğru, kendi sanatının kökeni ve nihayeti olan hakikate doğru uzanan yolculuğunun yardımıyla yapmakta olduğu, semavî gerçekliklerin yeryüzündeki bir yansıması olduğu kadar, İslam vahyinin maneviyatının dünyevi anlamda billurlaşmasıdır da.”  (s. 386) Bir Hıristiyan, kiliseye girdiğinde, profan dünyadan çıkıp dört tarafı duvarla çevrili kutsal bir yere adımını atmış olur; fakat Müslüman için tüm yeryüzü kendisinin ibadet yeridir. Dolayısıyla Cami, etrafı duvarla çevrilmiş olan bir yeryüzü parçasıdır. (s. 391) Titus Burckhardt, ‘Müslüman mimarisi, taşı bir ışık titreşimine dönüştürdüğünden’ bahseder. El-Hamra Sarayı’nda bulunan Aslanlı Bahçe’yi görenler, onun ne demek istediğini anlar. (s. 392) Giyinmekten amaç, vücudu yok saymak değil fakat onu tıpkı altın gibi, kalabalığın gözlerinden gizli tutulan eşyanın alanına geri çekmek demektir.  (s. 396) Akıllı maymunlar olduğunu düşünen kişiler, akıllı maymunlar gibi giyinecektir. Kendilerinin Allah’ın yeryüzündeki vekilleri olduklarına inananlar da, bu inanca uygun olarak giyineceklerdir. (s. 397) Günümüz Müslümanları kendilerine, içinde imanın bütünüyle yersiz, ibadetin gereksiz ve şeriatın bir sakınca olarak görünebileceği bir çevre inşa etmektedirler. (s. 399) İslam’a göre sosyal düzen, dinin bir parçasıdır ve ondan bağımsız kılınamaz. (s. 311) 

 Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi    

*

Renan Müdâfaanâmesi

Ernest Renan bir Fransız filozof ve yazardır. Bir iman krizine tutulmuş ve din adamlığından ayrılmıştır. İsa’yı benzersiz ama tanısal yanı bulunmayan bir insan olarak yaşatacak bir “Beşinci kutsal kitap” yazmayı tasarlamıştır. (s. 5) Namık Kemal’de bu eseri ile kaynaklardan yararlanarak değil; tamamen mevcut bilgi birikimi ile ona cevap vermeye çalışmıştır. (s. 6)

Renan savunması

Yalnız Ernest Renan değil, Avrupa’da Doğu ilimleri ile ilgilenen meşhurların İslam dini konusunda zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay ispat edebilirim. Osmanlı Tarihi sahibi Hammer bile, İslam dini konusuna sözü getirince, garip bir ilgisizlik gösterir. (s. 13) Mesela Hammer, ‘gidi’ kelimesinin manasını anlayamadığından kedi zannetmiş, tarihine de o mana ile tercüme etmiştir. (s. 18) Avrupa’da İslam dinini incelemekle uğraşanlar, ya Hıristiyanlığa inanırlar ya da inanmazlar. Eğer Hıristiyanlığa inanan biri ise, bu incelemelerinde, nesnel gerçeklik yani mutlak doğru ile şahsi fikir ve hislerini birbirinden ayırması zor oluyor. İslam dini Hıristiyanların gözünde ilahi olmadığı için, Hıristiyan alimlerinin İslam dini için yapacakları araştırmalarda, ellerine geçen kitapta saldıracak yer aramaktan ibarettir. İnanmayanlara gelince, bütün dinlere bilimsel gelişmelerin en kuvvetli engel gözüyle bakmaktadırlar. (s. 16) Avrupalılar İslam’a diğer milletlerden küçük gözüyle bakarlar. (s. 18) Bir Avrupalı, İslam dininin fikir hürriyetine engel ve medeniyetin gelişmesine mani bilerek göz önüne alır ve inceler. Mösyö Renan’ın kitapçığını görmeden, bu kadar az söze o kadar çok hata sığdırabileceğini ummazdım.  (s. 19) Ernest Renan anlayışında olan Avrupa alimlerinin bizimle ilgili her sözü, kendilerince, hiç bir delile ihtiyaç duymadan apaçık ve kesin gerçekler olarak kabul edilir. Doğu ile Afrika taraflarında olanların fen ve sanatlara daima kapalı olduğunu iddia ederler ve bir tür demir daire içinde sıkışıp kalmışlardır, iddiasındadırlar. (s. 20) Meğer Müslüman olduğumuz için aklımızı her türlü bilime kapalı tutarmışız da bizim haberimiz yokmuş. Kitapçığından anlaşılan tabiat ve matematik bilimlerini bilenlerin, İslam’a mutlaka, her durumda yüz çeviren kişiler olduğu iddiasındadır. Biraz araştırsa, o Müslümanların herkesten çok sağlam bir dini inanca sahip olduklarını görür. (s. 21) İslam dışındaki diğer dinler, semavi kitaplara dayalı ise, onlar İslam’ın gözünde aşağılık değil mensuptur yani, hükmü ortadan kalkmıştır. (s. 22)  Hıristiyanların ve Yahudilerin, İslamiyet’i sahih yani gerçek ve hak dinlerden saymaması normal görülebilir de, İslam’ın Hıristiyanlığı ve Yahudiliği mensuh; hükmü, geçerliliği kalkmış bilmesi, acaba nasıl saldırı sebebi olabilir? İlim sadece kuvvet ve yüksek makama ulaşmak için mi elde edilir? (s. 23)  Bilgi ve kültür, çok nazlı bir sevgilidir ki, ona âşık olanlar, yalnız ona kavuşmak için ömürlerini feda ederler. İslam, bilim ve kültüre aşağılayıcı bir bakış ile bakış olsaydı, içlerinde bir tane bile alim çıkmazdı. (s. 24) Renan, “İranlılar, Müslümanlıktan birkaç kat fazla Şii’dir.” demektedir.  Müslümanlıktan fazla Şiilik ne demektir? Şiilerin İran’da yerleşmesi daha 3 asırlık bir meseledir. (s. 26) İslam dini, yaygın olduğu yerlerde halkı alim bulmuşta cahilliğe mi sevk etmiştir?  (s. 27) Soylu Arap kavmi, daha hükümet merkezinin Şam’da iken Yunan medeniyetinden daha büyük ve güzel eserler ortaya koyarak hikmet ve medeniyetin insanlık dünyasında yayıcı ve kurucusu olmuşlardır. (s. 31) Renan’ın makalesinin hemen her bölümünden, İslamiyet’e inanan bir adamın ilim aşığı olmasına zihninde bir türlü ihtimal veremediği anlaşılıyor. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde her müminin ilim, kültür, hikmet öğrenmek ile yükümlü olduğuna dair yeterli delil vardır. İnandığı din tarafından, ilim ve hikmet tahsil etmekle emrolunan bir millet fertlerinin, ‘dini emirlerden, değerlerden, iman esaslarından uzaklaşmadıkça ilim ve hikmete meyledemeyeceğini’ iddia etmek, bir maskaralık değil midir? (s. 34) Renan, Harun Reşit ve Me’mun’un İslamiyet’e inanmadıklarını iddia etmektedir. (s. 36) Kindi, Farabi, İbni Sina’nın hayat hikayeleri, Sokrat’ın Galilee’nin, Rousseau’nun maceralarına kıyas mı kabul eder?  Sokrat idam edilmiş, Galileo engizisyon mahkemelerinde işkencelere uğramış, Rousseau tutuklanmakla tehdit edilmiştir. (s. 39) 

İbni Rüşd, bir müddet Meraşek’te mahzun ve terk edilmiş bir halde kalmıştır. Fakat öldüğü zaman, hem büyük bir memuriyete hem de birçok servete sahip idi. İbn-i Sina, iki İslam devletinde başbakanlık; İbni Rüşd, iki İslam devletinde baş katılık makamlarına sahip olmuşlardır. Bu hakikat, Müslümanlar katında felsefenin aşağılanmış mı olduğunu, yoksa saygın bir konumda mı olduğunu fiilen ispat eder. (s. 41) Şerefli camilerin her birinde felsefe kitaplarının okutulmakta olduğunu biliyoruz. Bir bilim ve sanatın, ‘ibadethaneleri içine varıncaya kadar’ okutulmasına izin verilmesi, o bilim ve sanatın bir ülkede kaldırılmasını mı demektir? Renan ki, “İslam’da astronomi biliminin yalnızca kıbleyi belirleyecek kadar öğrenilmesine izin verilmiştir.” Örneğin, Hicri 823 tarihinde Ulubey’in çalışmalarını ve rasathanesini düşününce veya Kanuni Sultan Süleyman döneminde bir taraftan İspanya bir taraftan Hint sahillerine giden Osmanlı donanmasını görünce, acaba bunları, astronomiden yalnız kıble tayini edecek kadar bilgisi olmaları mı yönlendirmiştir? (s. 43) Kurtuba’nın, Gırnata’nın, Bağdat’ın, Semerkant’ın ve daha bunlar gibi yüzlerce İslam beldelerinin nice yüz binlerce ölümsüz kitaplarını, nice bin alimini, ateşler içinde, at ayakları altında mahveden Haçlılar, Tatarlar, İslam dinine tabi değil idiler. (s. 44) Renan, el-Kindî için, “Fikir bakımından Araplıkla münasebetleri yoktur.” diyor. Onun fikir bakımından Araplıktan ne kastettiğini anlayamadık ki, sözünün doğru olup olmadığını araştıralım. Bir kavmin, kendine mahsus ve diğer kavimler ile ortaklıktan uzak bir fikri de mi olurmuş? (s. 45) Renan’ın, ‘İsa’nın hayatı’ adlı kitabını yayınladıktan sonra, rahiplerin çıkardıkları gürültü üzerine memleketinde bir İbrani dersi okutmaya muktedir olamadığını düşünür, bir de o asırla şimdiki asrın halini birbirine kıyas ederse, davasına ispat için getirdiği delilerden utanır sanırım. (s. 49) Renan,  “İslamiyet’e zor ve şiddet yönüyle yalnız İspanya’nın engizisyonu üstün gelmiş” görüşünü de ileri sürer. Acaba Renan, ehli sünnetin tarihinde kaç tane mezhep faciasına tesadüf etmiştir? Papalığın zulmü küçük bir “Papalığın zulmü küçük bir ülkeyi, İslamiyet’in ilerleme ve gelişmeye engel olması ise dünyanın geniş bir parçasını kapsadığını.” ileri sürer. Ayrıca Renan, “İslamiyet’in müdafaasında bulunan hürriyet taraftarları, Müslümanlığın ne olduğunu bilmezler; İslamiyet, ruhani ve dünyevi hükümetin birbirinden ayrılmaması, insanlığın şimdiye kadar tahammül eylediği zincirlerin en ağırıdır.” görüşünü ileri sürer. (s. 50) Avrupa’da, rahipler topluluğunun dünya işlerine musallat olmasından dolayı halkın çekmediği bela kalmadığından, rahipler topluluğunun, yetki bakımından, ‘din bakımından belirlenmiş olan daireye’ geri gönderilmesine ihtiyaç duyulmuştu. Buna genel bir kural gözüyle bakılıp da, birtakım siyasi hükümlerin, hakikate ne kadar uygun olursa olsun, dine dayalı bulunduğundan dolayı uygulamadan düşürülmesi, dine uygun olmadığından dolayı zulmü adalete tercih etmek değil midir? (s. 52) Renan’ın birkaç garip fikrini daha özetleyerek devam edelim. Renan:” İslamiyet’in, din olmak itibariyle güzel yönleri vardır. Her ne vakit bir camiye girsem, şiddetli bir vicdan heyecanından, onu da söyleyeyim mi, Müslüman olmadığım için bir tür üzüntü duyuyorum. Fakat İslamiyet, insan fikri için zararlı olmuştur.” (s. 53)

İslam’ın en ziyade kuvveti Abbasi Devleti’nin zamanında idi. İslami dönemlerde, felsefenin en rahat ve yaygın olduğu zamanlarda yine Abbasi Devleti zamanıdır. İslamiyet, insan fikrini geliştirmeye ve mükemmel hale getirmeye insanları yönlendirmiştir. (s. 54) İslam ülkelerinde ilim ve felsefenin eski parlaklığında kalmamasını gerektiren sebepler, o kadar gizli bir şey midir? Haçlılar ve Tatar müşriklerinin İslam ülkelerine, vahşi kabilelerin Avrupa’da olan zararlarından bin kat fazla zarar verdikleri bilinmiyor mu?  Mevcut olan kitaplarının, alimlerinin binde biri kalmayan bir kavim, kaç asırda kendini toparlayabilir? Özellikle Avrupalılar, İslam ülkelerinin hangi tarafında asayişten eser bıraktılar ki? (s. 55)

 Müslümanlar arasında, bilim ve felsefe kitabı yakacak engizisyon cemiyetleri mevcut olmadığını Renan’ın kendisi de bilir. Müslümanlar, sonsuz hayatlarına hizmet için ilme çalışır, hatta dindarlığın yönlendirmesi ile sonlu hayatlarını bu çalışma yolunda geçirirlerdi. (s. 55) İslam ne bilimi mahvetti, ne de bilim ile beraber mahvoldu. (s. 57) Ernest Renan’ın ulaşabileceği tek sonuç, kendisinin dinler aleyhindeki kin ve öfkesine, İslamiyet’e gösterdiği hücumlar ile de, ne kadar mümkün ise, o kadar adi ve çirkin yepyeni bir delil getirmekten ibaret kalmıştır. ( s. 60)

 Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi

*

Barbar Modern Medeni

Şair, “Peki biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? Bir çeşit bir çözümdü onlar sorunlarımıza.” demektedir. Barbarların bir anda yok olmasıyla, eski sorunlar geri gelir, ülke yine kendisiyle baş başa kalır. İnsanlar meselelerini, kendi gerçekleriyle yüzleşerek çözmek zorunda kalacaklardır. Kendini medeni hissetmek için herkesi barbar görmek medeniyet kurma imkanı vermez. Medeniyetler statik değildir ve zaman içinde köklü değişimler geçirirler. (s. 9) Bireycilik, sekülerizm, materyalizm, sosyalizm gibi akımlar, toplumların metafizik atıf çerçevesinde temellendirdiği yaşam felsefesini reddetmektedir. Küreselleşme, batılı değerlerin, batı dışı toplumlara taşınması sürecini ifade etmektedir.(s. 10) Haz ve eğlence kültürü, gerçekliği giderek daha plastik, yapay bir nesne haline getirmektedir. İmajların, emojilerin ve pazarlanabilir duyguların hakikatin yerine ikame edilmesi, yıkıcı bir ontolojik fakirleşme halini ifade eder.  (s. 12) Online olmadan kendimizi ve çevreyi tecrübe etme imkânını kaybediyoruz. İmajlar, simülasyonlar, aslî olanın yerini almıştır. Sanal, hayali, gölge olan şeyler gerçekliğin koltuğuna oturmuştur. (s. 913) Hiper-realitenin şehvetine kapılan kitleler, artık gerçekle yüzleşecek zihni ve duygusal donanımlarını yitiriyorlar. (s. 14) Suyu, ışığı bilimsel olarak tasvir ettiğimiz gibi aynı zamanda sezgisel, şiirsel olarak da hissederiz. Kokunun, kozmetik sanayine indirgendiği bir imaj çağında, yaratılışın ritmini hissetmek kolay bir iş değildir. (s. 15) Parçalı ve yüzeysel çözümler sorunu çözmez sadece erteler. Sözün, mananın ve kıymetin yerini fayda, işlev, kâr ve çıkar almaktadır. Medenî olmayan toplumlar, medeniyet kuramazlar. Kurdukları şey medeniyet değil ancak bir maddî-teknolojik tahakküm aracı olabilir. Batı düşüncesinde medeniyet kavramı sömürgeciliğin öncü kolu olarak kullanılmış ve aslî  manasından koparılmıştır. (s. 16) Şiddeti estetize etmek, şehveti ve hırsı kutsamak ve insanın varoluşunu tüketim çılgınlığına indirgemek yeryüzünü giderek yaşanmaz hale getirmektedir. Aydınlanma sonrası dünya tarihi barbarlık sıfatını hak eden hazin örneklerle doludur. Medenîlik, bir şeyi aklî ve ahlakî kurallar çerçevesinde yapmayı ifade eder. (s. 17) Medenî olmak için en güçlü olmak zorunda değilsiniz. Maddi refah seviyesi düşük olan toplumlar da medeni olabilir. Medenîlik ile maddi güç arasında doğrusal bir ilişki yoktur. (s. 18) Tarih araştırmaları, medeniyetlerin beşiğinin Avrupa değil, Asya ve Mısır olduğunu göstermektedir. Tarihteki ilk büyük şehirler, Mezopotamya topraklarında Nil deltasında ortaya çıkmıştır. (s 19) Bir toplumu medeni yahut barbar yapan, sadece yahut öncelikle sahip olduğu maddi imkanlar yahut teknolojik araçlar değil, varlığı ve hayatı anlamlandırmak için ortaya koyduğu tasavvur, tutum ve davranışlardır. İnsan aşkın bir ilkeye tutunarak yeryüzündeki varlığını anlamlandırmak zorunda olan bir öznedir. (s. 26) Medeniyet,  seküler bir din olarak uygulandığında anlamını ve işlevini yitirir. (s. 27)  Bilimsel-teknolojik imkanlara dayalı olarak kurulan yapıların medeniyet adına hak edebilmesi için aklî, insani ve ahlaki açılardan medenilik vasfına kavuşmuş olması gerekir. (s. 29) Bosna’nın günahını özellikle ve sadece Sırplara yıkmak, çağdaş medeniyetin ve küresel düzenin müşterek günahlarını örtbas etmek anlamına gelir. (s. 30) Medeniyet, medenîliğin zıttı mıdır? Avrupa sömürgecilik hareketlerinin, aydınlanma ve bilim devriminin ardından yükselişe geçmesi ve modern barbarlığın en hunharca örneklerini ortaya koyması bizi teyakkuza sevk etmektedir. 19. yıl Avrupa devletleri, insan topluluklarını köleleştirirken, medenileştirme kavramına başvuruyordu. (s. 32) İslam dünyadan kaçmaz; onu varlık içinde doğru bir yere oturtur. Hedef dünyaya köle olmadan onu dönüştürmektir. (s. 36)

Avrupalılar, kendilerini bir merkez aktör olarak konumlandırabilmek ve sömürgeciliği meşrulaştırmak için Batılı ve çoğunlukla Hıristiyan olmayan toplumları gayri medeni olarak tasnif etmek durumundaydılar. (s. 39) Medeniyetin ölçüsü bilim ve teknolojide ilerlemiş olmak mıdır? Medeniyet, elit sınıfların sofra adabından kılık kıyafete, konuşma üslubundan kadın-erkek ilişkilerine bir sınıfa ait olan imtiyaz statüsünün zamanla milli bir kimlik olarak tasavvur edilmesidir. (s. 41) 19. yüzyıldaki tek ölçüt hukuk değildi. Bilim, teknoloji ve sanayide, medeniyetin ölçüsü olarak vazedildi. Bilim, teknoloji ve sanayi modern batıda ortaya çıktığından, batılı olmayan toplumlar medenileşmek için batılılaşma yolunu seçmek zorundaydı. Böylece medeniyet kavramı, Avrupa merkezciliği ve Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için elverişli bir araç olarak kullanıldı. (s. 45) Albert Schweitzer, “modern ekonomik sistem giderek bir makine medeniyetine dönüşmektedir.” demektedir. (s. 46) Modern dönemde teknolojik icat ve ilerleme kapasitesi, medeninin başlıca ölçüsü haline gelmiştir. (s. 47) İki dünya savaşı ve ardından yaşanan hadiseler, moderniteye yönelik beklentileri boşa çıkarmıştır. Robert Nisbet, “Batının ilerlemesine yönelik şüphecilik yaygınlık kazanmaktadır.” demektedir. Oswald Spengler’in, ‘Batının çöküşü’ isimli kitabında çöküş kavramı Batının, siyasi yahud askeri güç kaybı olarak değil, ‘bir ruh çürümesiyle ufuk daralması’ olarak tanımlanır. (s. 53) Kökleri eski Yunan’a, Hıristiyanlığa ve Roma’ya giden Batı medeniyetine olan inanç, ABD’de kurulan yeni Roma ile kısmen tamir ve takviye edilmiştir. (s. 54) Cornel West, ‘Irk Meselesi’ adlı kitabında, modern kapitalist toplumun eninde sonunda kendi seküler kıyametini yaşayacağını ileri sürer. İnsanlık tarihinin eski ortaçağ ve modern olmak üzere dönemlendirilmesi, bütün medeniyetlerin aynı tarihi süreçlerden geçtiği iddiasına dayanmaktadır. (s. 55) Batıcı bir aydın olan Ahmet Rıza, medeniyet ve ilerleme kavramlarının Avrupa sömürgeciliğini meşrulaştırmak için kullanıldığının farkındadır.  (s. 56) Mehmet Akif Ersoy, ‘Heriflerin ilimlerini fenlerini almalı, fakat kendilerine asla inanmamalı.’ demektedir. (s. 57)

Batının Doğuya bakan yüzü Sömürgeciliktir. Namık Kemal, “İspanyollar Gırnatayı aldıkları zaman halkı din değiştirmeye zorlamış ve ateşlerde yakmıştır. Biz İstanbul’a aldığımız vakit, her mezhep sahibine rahatça dini törenlerini yapması için izin verdik. İslamlığın siyasi hükümleri ilerlemeye engel değildir.” demektedir. (s. 59) Şemsettin Sami, ‘orta çağlarda İslam medeniyetinin başlıca medeniyet olduğunu fakat bugün tablonun tamamen değiştiğini’ ifade eder, (s. 60) A. Cevdet: ‘medeniyet Avrupa medeniyetidir, bunu gülü ile dikeni ile almak mecburiyetindeyiz.’ (Abdullah Cevdet, Şime-i Muhabbet, İctihad dergisi, 89, sayfa 1984) demektedir. Akif’in, ‘tek dişi kalmış canavar’ olarak nitelendirdiği nitelendirdiği medeniyet, elbette Avrupa emperyalizminden başkası değildir. (s. 63) Eski Yunanlıların, Yunan olmayanları barbar olarak tanımlaması yüzyılları aşan yaygın bir uygulamaydı. (s. 64) Yüksek bir kültür inşa ettiklerini inanan Romalıların, şiddet ve barbarlığı bir eğlence ve zevk objesi haline getiren gladyatör oyunlarına düşkünlükleri bilinmektedir. (s. 68)

Başkasının ölümünü eğlence olarak gören insanlar aslında Roma’nın ihtişam ve sefaletinin aynadaki yansımasıdır. Walt Disney in 1992 tarihli Alaaddin adlı çizgi filminin şarkısı sözleri şöyle Başlar: “Ben uzak bir diyardan geliyorum, orada kervan develeri dolanır, orada çehreni beğenmezlerse kulağını keserler. Evet, barbarca bir şey…. Ama ne yaparsın, bu benim ülkem işte” (s. 71) Alaaddin karakteri üzerinden tedavüle ile sokulan kültürler hiyerarşisi, üstünlük fikrinin yeni bir ifadesinden başka bir şey değildir. 19. Avrupa düşüncesine göre Avrupa sosyal bilimlerinde ilkel adam, dinin etkisi altında olan adamdır. Onun bilim, mantık, felsefe ve sanat üretilebilmesi mümkün değildir. Sömürgecilik, evrimcilik ve ilerlemeci tarih anlayışı, ilkel toplumların ancak dışarıdan radikal müdahalelerle dönüşebileceği kabulünü de insanlara dayatmakta idi. (s. 72) John Stuart Mill şöyle der: “Despotizm politikaları yani işgal, baskı, sömürgeleştirme, kültürel yabancılaştırma barbarlara yönelik muamelede ‘meşru’ bir yönetim şeklidir.” (s. 73) 19. Yüzyıl Avrupa aydınlarının çoğunluğu Mill ile aynı görüştedir. (s. 74)

Haz tüketimine dayalı bir kültür, sanat ve medeniyet dünyası bizi erdeme, özgürlüğe ve mutluluğa değil, ahlaki çöküntüye bağımlılığa, kâbusa ve mutsuzluğa götürür. (s. 75) Bir Alman Generali, ‘Savaş, medeniyet için ahlaki bir mecburiyet ve vazgeçilmez bir faktördür.’ demektedir. (s. 81)

19 ve 20. Yüzyıllarda, ‘insanat bahçeleri’ kurulur, ‘gelişmemiş’ ırklara ait insanlarda buralarda sergilenir. Sergilenen insanlar, modern beyaz adamın üstünlük duygusunu tatmin ederken aynı zamanda, Avrupa’nın sömürgesine bir gerekçe ve bir meşruiyet de üretilmekteydi. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganları ile yola çıkan Fransız Devrimi’nin 100. yılını kutlayan 1889 tarihli Paris Evrensel sergisinde 400 Afrikalının sergilendiği bir ‘Zenci Köyü’ kurulmuştu. (s. 82) Brüksel’de, 1897 tarihli sergide bir levha ziyaretçileri şöyle uyarıyordu: “Kongoluları beslemeyin, yemekleri verildi.” İnsanat bahçeleri, sömürgeciliğin faziletlerine yönelik propaganda çalışmalarının bir parçasıydı. (s. 83) Brüksel’de, insanat bahçesinde Kongo Köyü bölümünde 1858 yılında bir beyaz kadın zenci bir çocuğa yemek vermektedir. Bu tablo, kendini medeniyet, özgürlük ve insan onurunun vatanı olarak gören bir coğrafyada yaşanmaktaydı. (s. 84) Batıda bazı gazeteler, Türk esaretinden kurtulan Doğu Hıristiyanlarının süratle medenileştiklerinden bahsetmekte idi. (s. 85) Siyasi düzenden kültüre, sanattan hukuka kadar medeni yaşam bir bütündür. Bu bütünlük parçalandığında ortaya bölünmüş zihinler ve yarım kalmış hayatlar çıkar.  (s. 86) Cemil Meriç, “Batının kültürü var bizim ise irfanımız. İrfan, kendini tanımakla başlar, kültür irfan’a göre katı ve fakirdir, irfanda hem ilim, hem iman, hem de edep vardır.” der. (Meriç, Kültürden irfana, s. 11) Nietzsche, Spengler ve Thomas Mann gibi Alman düşünürlerine göre medeniyet, yüzeyselliği, mekaniği ve kozmopolitliği ifade ederken; Kültür, bir milletin kimlik unsurlarını, ahlaki değerlerini ve dünya tasavvurunu ifade eder. (s. 90) İslam medeniyetinin ilerleme dönemleri her zaman, birden fazla ekol, akım ve eğilimin rekabet içinde olduğu dönemler olmuştur. (s. 98) Bağdat’tan Kurtuba’ya, Semerkant’tan İskenderiye’ye, İsfahan’dan Timbuktu’ya uzanan İslam medeniyeti, sınırlarına kattığı coğrafi mekanları ve farklı toplumları dönüştürmüş fakat aynı zamanda, dinin belirlediği kurallar çerçevesinde o toprakların kültürel rengine de bürünmüştür. (s. 100)

Emperyalizm, bedenden önce ruhların köleleştirilmesi programıdır. Kolonyal toplulukların öncelikle zihin dünyalarının ele geçirilmesi gerekirdi. Bunun içinde kapsamlı ve disiplinli eğitim programları düzenlenmeli, kolonilerideki geri kalmış insanlar (!) eğitilmelidir. Bu, Avrupa emperyalizminin dünyaya vereceği en büyük hizmettir! Jules Harmand, ‘işgal medeniyet için kaçınılmazdır.’ derken Lord Curzon, ’emperyalizm, sömürgeleştirilenler için ahlaki ve maddi nimet kaynağı olan ilahi bir kaderdir.‘ demektedir. (s. 110) Batının Yahudi-Hıristiyan ve seküler medeniyeti, Avrupa ile sınırlı kalmayacak kadar büyük ve önemli bir hazinedir. Gerektiğinde zorla kabul ettirilmelidir. Sömürgecilik, modern Avrupa’nın kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu bir kaynaktır. Sömürgeleştirilmiş öteki üzerinden kurulan hayali kimlikler, Avrupalı aydınların kendilerini daha iyi ve daha üstün hissetmelerine de katkı sağlıyordu. Avrupalı milletlerin kendi aralarında gözetmek durumunda oldukları eşitlik ilkesi, batılı olmayan toplumlar için geçerli değildi. (s. 111) Kimse, Yunan mitolojisini bir akıl dışılık ve geri kalmışlık göstergesi olarak ele almıyor. Siyasi alanda Doğu despotik, baskıcı, kapalı, gerici gösterilmelidir ki aydınlanmış medeni Avrupa’nın emperyalist müdahalesi meşru ve anlamlı hale gelebilsin. Doğuyu uyandırmak, hem siyasi hem de ahlaki bir görevdir. (s. 112) Bazıları medenileşmeyi, Avrupa sanayi ürünlerinin bir ülkeye girmesi olarak tanımlar. Yarı barbar toplumlar ancak Avrupa’nın bir pazarı oldukları zaman medeni milletler kulübüne dahil olabilirler. (s. 114) Şehir sakinlerinin medeni olup olmaması, şehrin maddi niteliklerinden ziyade sosyal hayatına hakim olan tasavvur ve tutumla ilgili bir durumdur. Bu manada New York ileri bir şehirdir. Fakat bu onun bir Afrika köyünden daha medeni olduğu anlamına gelmez. (s. 115) İslam ülkelerinin Batıyla baş edebilecek askeri gücünün olmamasına rağmen, ‘barbarlar geliyor’ naralarıyla batı toplumlarını İslam’a ve Müslümanlara karşı kışkırtan çevrelerin başlıca hedefi bir korku, şüphe ve nefret iklimi yaratarak kendi inanç sistemlerini sorgulanamaz kılmaktır. Onlara göre medeniyeti ayakta tutmak için güç kullanmaktan ve dünya düzenine hakim olmaktan başka yol yoktur. (s. 116)  Lee Harris’in, ‘medeniyetin koruması’ ile kastettiği şey ‘Amerikan emperyalizminin herkes tarafından meşru kabul edilmesidir.’ Medeniyeti korumak için barbarlığı meşru görmek, her şeyden önce medeniyet kavramına yapılmış bir haksızlıktır. (s. 118) Yeryüzündeki düzenin teminatı ilahi iradenin bir tecellisi olan Adalet ilkesidir. Nizamü’l-mülk, ‘mülk küfürle devam eder, zulüm devam etmez.’ der. (s. 161) Yaklaşık iki buçuk asır süren Haçlı Seferleri’nin yenilgileri, Moğol istilası yıkımları fikri ve toplumsal bir buhrana neden olmamıştır. ( s. 172) İhvan-ı Safa’ya göre bütün bilgilerin başlangıcı insanın kendini bilmesidir. İnsan alem hakkında düşünürken hem kendini hem de alemi aşan ve kuşatan aşkım bir ilkeyi tefekkür eder. (s. 178)

Uygarlık adı verilen şeyin içinde insanın çok geç farkına vardığı ve şeytansı olan bir ilkenin hüküm sürdüğü inkar edilemez. (s. 267) Medeni olmak, eşyanın tabiatına uygun davranmak ve böylece adaleti tesis etmektir. Özünde çatışmacı, dışlayıcı ve asimile edici bir medeniyet tasavvurunun barış, huzur ve istikrar üretmesi mümkün değildir. Medeni olunmadan medeniyet kurulamaz. Parçalı yaklaşımlar, insan ile varlık arasında tutarlı bir ilişkinin kurulmasına imkan vermez. (s. 268) 

  İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni

*

Hilal ve Haç Çekişmesi

Yazar hakkında: Bu eser Londra’da 1907 yılında basılmıştır. (s. 7) Bosnalı Müslüman kardeşlerimizin medeni Avrupa’nın gözleri önünde bir soykırıma uğramıştır. Haçlı zihniyeti günümüzde de bütün hızıyla devam etmektedir. (s.  9) Halil Halit İngiltere’ye giderek Türkiye hakkında sosyal ve siyasi içerikli yazılar kaleme almıştır. Dışişleri mensuplarının yetiştirildiği Foreign Service (Dışı Hizmetler Okulu)’te Türkçe okutmanı olarak da görev yapmıştır. (s. 20) İngiltere ve İrlanda kraliyet Asya derneğinin üyeliğinde bulunmuştur. İngiltere’yi tanıma ve inceleme imkanı bulmuş, yazılarında Avrupa’nın Müslümanlara ve Türklere yönelik düşmanlıklarını ortaya koymuştur. Müsteşrikler kongresine katılmış, Gibb’e çalışmalarına da yardımcı olmuştur. (s.  21) Sefaret başkatipliğini padişahın sıkı yönetimini protesto etmek için reddeder. Londra caminin yapılmasına önayak olur.(s. 22) Sırat-ı müstakim dergisi bir makalede, ‘Avrupa’da bulunduğu halde dini ve milleti hakkında bu derece hamiyet ve fedakarlık gösteren bu gibi kişilerin varlığı ile bütün milletin gurur duyduğunu’ ifade eden mektuplar aldığını belirtir. (s. 23) İngilizceden başka Arapça, Farsça, Urduca ve Fransızcada bilmektedir. (s.  24) Sultan Abdülhamit’in politikasını eleştiren genç Türkler ile yakın ilişkiler içinde olmuştur. 1928 yılında hazırlanan ve içeriğinde camilere sıralar koymak, müzik çalmak, camiye ayakkabıyla girmek ve benzeri çalışmalar bulunan ‘Din İnkılabı Lâyihası’na karşı çıkar. (s. 25) İngilizlerin Türk düşmanlığı üstüne bir araştırma yapar ve İngiltere’de sistemli bir şekilde Türk aleyhtarı propaganda yaptığını ispat eder. (s.  27) Hıristiyan kilisesi’nin gazetecileri, bazı Yahudiler bu hücumların ön saflarında yer almaktadır. Bu insanlar, Hıristiyan çeteler tarafından icra edilen kanunsuzluk ve terör hareketlerine sempati duymakta, Sultan’ın askerleri de bunları bastırdığında onları acımasızlık ve zalimlik ile onları suçlamakta ve bu bastırma hareketini Muhammedî fanatiklik olarak nitelendirmektedirler. Ona göre, Fransa evinde laiktir, ama dışarıda emperyalizmin ajanları olan papazları korumaktadır. (s. 28) Cezayir’in kütüphanelerindeki değerli eserlerin yerlerinde olmadığını ve bunların Batıya kaçırıldığını keşfeder. (s. 29) İngiltere’nin Doğu siyasetini eleştirmek için, İslam dünyasını savunmak için eserler kaleme alır. (s. 31) Ona göre günümüzde ayakta kalabilen medeniyetler İslam medeniyeti ile Hıristiyanlığın özelliğini benimsemiş olan Batı medeniyeti ile Hint- Çin medeniyetleridir. İslam medeniyetinin hakimiyetine karşı duyulan tepkinin bir ideoloji halinde nesillerden nesillere intikal etmiş bulunmaktadır. Günümüzde Bosna-Hersek’te, Çeçenistan’da, Filistin’de, Afganistan’da, Irak, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta cereyan etmekte olan hadiseler bu zihniyetin en açık örneği olarak gözlerimizin önündedir. Haçlı ruhu da denilebilecek bu zihniyet görünüşte kendisini insanlığı kurtarmaya görevli bir mümessil rolü oynamaktadır. (s.  42) İstiklalleri ortadan kaldırmak, Mukaddes sayılan her şeylerini ya bozmak gibi işlere ‘Medenileştirmek’ ismi verilemez. (s.  44) Avrupalılar Medenileştirme görevlerinde kendilerini bir yetkiye sahip bulunmuş sanıyorlar. Bugün sahip olunan medeniyetin kaynakları ile medeniyette  ulaşılan seviyede, şüphesiz İslam medeniyetinin katkısının olduğu ilim ve insaf sahibi birçok Avrupalı araştırıcı tarafından da kabul edilmektedir. (s. 45) Fatih Sultan Mehmet; Bosna’daki Latin papazlarına şu fermanı yayınlar: “Mezburlara (Ruhbanlara) ve kiliselerine kimse mâni ve müzâhim olmayıb…” (s. 50) Müslümanlardan bu kadar müsamaha ve inançlarına saygı gördükleri halde, devir değişip de kendilerini biraz daha güçlü hissetmelerinden sonra Haçlı ruhu ne yazık ki, Müslüman kanı akıtmaktan zevk almış bulunmaktadır. (s.  51) Kilise haçlı ruhunu hiç kaybetmedi denirse aşırı bir ifade kullanılmamış olur. (s.  52)  Sadece teknolojinin hızla gelişmesi, insanlığın medeni gelişmesinin ölçüsü değildir. (s. 53)

Önsöz: Amacım Müslümanları savunmak ve Batı medeniyetini Müslüman bakış açısı ile ortaya koymaktır. (s. 55) Ben metotları ve kurumları tenkit ediyorum, hiç kimseyi karalamıyorum. (s. 56) Avrupa medeniyetinin yüksekliğini abartmak, bizde pek çok kimsenin hissiyatını zehirlemiş manevi bir batı hastalığıdır. (s. 60) Batılı ülkelerin halkının bir kısmına göre medeniyetleştirme vazifesi sırf bir insanlık hizmetidir. Batı dünyasının pek azı şark kavimlerinin garp milletlerinden daha yüksek bir insanlığa yakışır duyguya sahip olduklarını, şarkın, medeniyetin beşiği olduğunu ve ilerleme nurunun şarktan gelmiş olduğunu düşünebilmektedir. (s. 64) Medeniyetin bir de manevi yönünün olması gerekir. (s. 65) Haçlılar arasında en zeki bulunanlar, şarktan aldıkları ilerleme vasıtaları sayesinde Avrupa medeniyetinin gelişmesine hizmet ettiler. Avrupalılarda genel olarak, Müslümanlara vahşi veya gayri medeni deyip gidiyorlar. (s. 68) Coğrafi keşiflerin sebepleri; Yeni pazarlar bulmak, memuriyet isteklerine Doğu ülkelerinde kadrolar tedarik etmek, artan nüfusa yerleşebileceği yerler temin etmektir. (s. 69) Doğuda yeni istilalara girişmek pek ciddi bir iş olduğundan, harp teşebbüslerini haklı göstermeleri gerekirdi. Doğu perişan, idareciler kötü gibi mazeretler ileri sürerler. Gerçekte o kötülükler olmasa bile, bunlar gizli ve ince yollarla gerçekleştirmeye çalışılırdı. (s. 70) Müslümanların inancına göre İsa Aleyhisselam bir Resul idi. (s. 76) Hıristiyan yazarları Müslümanların Hz İsa’yı tanımadıklarını ileri sürüyorlar. Müslümanlar elbette İsa aleyhisselam’ı Hıristiyanlarca verilen bir sıfatta tanıyamazlar. (s. 77) Bir Hıristiyan İslam’ı kabul etmiş ve yeni dindaşlarını güya memnun etmek gibi bir cahiliye düşüncesi ile İsa aleyhisselam’a sövüp lanet etmiş. Bunun üzerine Müslümanlar onu kadının huzuruna götürmüşler ve idamına hükmetmesini istemişlerdi. (E. Bosworth-Smith, Muhammed and Muhammedanism, s. 269)

İslam aleminin en güçlü olduğu dönemlerde bile, Hıristiyanlarla iyi geçinmeye çalışıldığını ispat eden birçok durum vardır. (s. 82) Şam’da beldenin fethinden sonra Müslümanlar Hıristiyanların rızasıyla Saint John mabedinin bir köşesinde ibadete başlamışlardır. (s. 84) İslam halifelerinin saraylarında ilim ve kemal sahibi birçok Hıristiyan saygı ve hürmet görmüşlerdir. (s. 85) O zamanlar Avrupa’da hiçbir ülke yoktur ki, aynı maksatla İslam alimlerinden birinin varlığına tahammül edebilsin. Bir Hıristiyanlık mezhep mensubu diğer bir Hıristiyanlık mezhebine mensup olan alimlerin varlığına bile tahammül edemezdi. Hakimiyeti ele geçiren, diğer din mensubu ateşte yakılarak ortadan kaldırırdı, yakma hususunda gösterilen arzu ve iştiyak batıl tanrıları adına insan kurban eden vahşi kabilelere gıpta ettirecek dereceye ulaşırdı. (s. 87) “Hıristiyanlığın zararlı bir rakibi var ise o da, İslam dinidir. İslamiyet’te bizim için kuvvetli ve tesirli bir düşmanlık vardır.” (Sir William Muir, Muhammedan Controversy, s. 2) Ruhbanlık, eski devirlerdeki kâhinlikten doğmuştur. (s. 92)

Misyonerlerin Afrika içerisinde güya Hıristiyan ve medeni yapmak iddiasında bulundukları yerlileri, eşya ve sanayi işinde çalıştırmışlardır. (s. 97) İstila sancağının Hıristiyan olmayan ülkelere girişlerine rehberlik edenler papazlardır. (s. 98) Papazlar Doğu Hıristiyanlarını kurtarmak ve doğuyu ıslah etmek bahanesiyle, “gidin şu Müslümanları vurun, yıkın, şu Türklerin elindeki memleketleri alın, bölüşün” demek istiyorlar. Hıristiyanlık barış’ı hiçbir vakit benimsemiş bir durumda olmamıştır ve olamaz. İncil’de, “Ben yeryüzüne barış’ı getirmeye gelmedim. Hayır, barış değil aksine bir kılıç göndermek için geldim.” deniyor. (s. 105) Pederlerin çalışmaları, İngiltere’nin siyasi tedbirlerine bir hizmet maksadıyla gerçekleşiyordu. (s. 106) Bir İngiliz yazarı olan Berayis, “Müslümanlık olsa olsa ancak 200 sene daha varlığını devam ettirebilir.” demiştir. (s. 109) Ernest Renan, “her ne zaman bir mescide girdimse, Müslüman olmadığıma teessüf eyledim.” demektedir. (s. 112)

Londra gazetesinde; katedralin baş rahibi, “genç kadın ve erkeklerin aşiftelik maksadıyla ibadet mahallerine gelmemeleri hususunda onları uyarıyordu.” (Daily Telegraph gazetesi, 27 Eylül 1904) Kilise, batı milletleri arasında güzel sanatların yayılması ve güzelleşmesine pek çok katkısı olmuştur. (s. 117) Amerika’da İngiltere kadar fedakarlık edip de dünyanın her tarafına binlerce misyonerler göndermiyor mu? Öyle iken bu gibi araçlardan tamamı ile yoksun olan İslamiyet’in Hıristiyanlık ile olan rekabetindeki başarının sebebi ne olabilir? (s. 123)

Batılılar, İslamiyet’in başarıyla yayılmasını, çok kadınlar evlilik ve İslam’ın kılıcının zorlayıcı gücüne bağlamaktadırlar. (s. 124,126) “Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı, öyleyken insanlara inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus suresi 99 ) “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara suresi 256) Malezya Adalarını, vaktiyle Osmanlı’nın kılıcından hangi Hıristiyan devlet kurtarabilirdi? Şark Hıristiyanları kendi kiliselerine serbest bırakıldı. (s.  130) “Muhammedîlik, İncil’in yanlışını çıkarmak için iblis tarafından icat olunmuş gayet korkunç bir din türüdür ve şeytanın dehasının en meşhur eserlerindendir.” (R.N. Cust, The Evangelization of the non- Christian world, s. 226) Misyonerler; “Muhammed’in Arabistan’ını şeytanın pençesinden kurtarmakla, Allah’ın oğlu şan kazanır.” derler. (İngiliz rahibi John R. Nott,The Evangelization of the World in this Generation, s. 145 )

Batının medya organları daima toplu öldürmelere uğrayıp da, her nedense yine de sayıları milyonları bulan-Doğu Hıristiyanların, Müslümanlar tarafından kesilip bitirilmekte olduğu haberini tekrar meydana sürerler. (s. 133) Bir İngiliz müsteşriki; “İslam’ın siyasi itibarı ortadan kaldırıldı; ama Avrupa’nın büyük devletleri tarafından icra olunan manevi nüfus korkarız ki, nispeten daha az öneme sahiptir.” diyor. (Sir William Muir, Muhammedan Controversy, s. 100) İslam’a dahil olan fertlerin her biri esasen en büyükten en küçüğe kadar aynı hakka sahip olur ve aynı vazife ile mükellef bulunur. (Theodor Nöldeke, Sketches from Eastern History, s.13) Hindu İslam’a dahil olunca, onu kardeşlerinden biri sayarlar. Buna nispette Avrupalıların eşitlik hakkındaki görüşleri,  ‘keenlemyekün’ sanki hiç yokmuş hükmünde kalır. (Meredith Townsend, Asia and Europe, s. 55) Batılıların ekseriyetince ve özellikle İngilizlerde Türkler, esmer renkli, acayip suratlı yaratıklardan imişler. (s. 147) İslamiyet’i aşırı derecede kötülemek alışkanlığı bazı gerçeği araştırmaya düşkün olan kimseleri şüpheye düşürüyor. (s. 149) İslam, Avrupa ve Amerika’ya gönderilebilecek misyoner derneklere sahip değildir. (s. 150)

Dinsiz ol veya Buda dinini kabul et; fakat kesinlikle, asla Müslüman olma! Medenileşmiş halkın, ta haçlıların mutaassıp devirlerinden beri miras olageldiği İslam düşmanlığının etkisi pek yamandır. (s.  151) ‘Müslümanların peygamberlerinin kadınları pek az akla sahip, İslam Şeriatı’nın kadınları esir muamelesi yaptığı’ yolundaki telkinlerinde papazlar başarılı olmuşlardır.  (Bakınız Voltaire, Dictionaire Philosophique, el- Kur’an kelimesi) Galiba Batı medeniyeti ile övünmek ve Doğunun zamanımızdaki arka arkaya gelen mağlubiyetini görmeye alışmak, Batılıları büsbütün şımartmış, şirretleştirmiştir. (s. 173 )

Müslüman halkın hep birlikte arzu edecekleri bir durum vardır ki o da, Batılı kadınların hayatlarındaki tavırlarının gelişigüzel bir şekilde ele alınıp taklit edilmemesidir. (s.  174) Batıda, duyulduğuna göre, bir kız dans arkadaşıyla gece yarıları bir arabaya binip, evine kadar onunla gelmekte serbestmiş. Biz Hıristiyan Avrupa’nın bu gibi medeni hareketlerini kabul etmeyeceğiz. (s.  178)

Batı Avrupa devletlerinin sömürgeler kazanma yöntemi iki türlüdür. Birincisi, ele geçirilen ülkenin yerli halkının kendi çıkarlarını engel olabileceklerini hissederse, onları ortadan kaldırmakta güçlük çekmezler, sağ kalanlar olursa onlar da Hıristiyanlaştırılarak ancak kendilerine has bir ‘aşağı sosyal tabaka’ dairesinde kalırlar ve daima istilacılara hizmet vesilesiyle görevlendirilirler. İkinci yöntem, ülke halkının kendilerine has medeni durumlara sahip olmalarıdır. Güya bunlar ülkelerine getirilen medeni idarenin bir türlü anlayamazlarmış: dolayısıyla medenileştirmesi amacına ulaşmak için gerekli her türlü fedakarlığı yerine getirilmesi gerektiğinden muhalefet edenler ‘zorla bastırılmalı’ imiş. (s. 245) Yabancı yönetimin gerçek ıslah yerine milli hukukun yok edilmesi için ortam hazırladı görülür. (s.  248) Sonra da hazinenin denetimi, servetin harcanması ve dağıtılması tamamı ile yabancı memurların elinde olur. Servet kaynakları halkın istifadesinden ziyade istilacılarının kârı dikkate alınarak işletilir. Avrupalıların istila ettikleri Asya ve Afrika ülkelerinin birçoğu ‘anonim şirketler’ vasıtasıyla yönetilmişti. Amacı ve niyeti ister istemez servet artırmaktan ibaret olan bu söz konusu şirketlere verilen hükümet yönetiminden nasıl hak, insaf ve yerli halka karşı merhamet beklenebilir? Bu tür şirketlerin yönetimlerinin medeniyetin ilerlemesine namına uyguladıkları yağma tedbirlerden korunmak için yerli halk hiç bir dayanak bulamaz. İsyanla silaha sarılsa şirketin mensup olduğu devletin askerleri onları isyancı ve haydut sayacak hemen cezalandıracaktır. (s.  251)

Batılıların anlayışına göre, İslamiyet medeniyetin ilerlemesine engelmiş. İslami hükümler, aksine bireyleri Ruhi ve maddi yükselişe heveslendirecek mükemmel bir özelliğe sahiptir. (s. 253) “Müslümanlar daha başlangıçta kıtaları olduğu gibi, ilim sahasını da istilaya koyuldular.” (W. J. Draper, A History of Europe,I/bölüm 11) Fransızlar Cezayir’i işgal edince, başka ülkelerle ticaretine izin vermez. Cezayir’in Fransa ile olan ticareti: 330.294.702 Frank; Cezayir’in İngiltere ile olan ticareti: 22.632.110 Frank; Cezaevinin Amerika ile olan ticareti: 2.943.482 Frank. (s.  258) Doğuda Avrupa için bir tehlike mevcut olmayıp, aksine Doğu alemi Avrupalılardan gelen bunca tehlikelere maruz kalmaktadır. (s. 260) Pan-islamizm, The Times in muhabiri tarafından keşfedilen bir uydurma haberdir. (Prof. E.G. Browne, Pan-islamizm, Cambridge de verilen bir konferans University Press, 1902) Asıl tehlikeye maruz kalanlar Doğular ve tehlikeyi yaratanlar Batılılar değil mi. (s. 268)

Müslümanlardan bazıları fırsat buldukça memleketlerine istila eden Avrupa devletlerine karşı silahlı isyana kalkışıyorlar. (s. 269) Fransızlar, Doğular için icra ede geldikleri medeni hizmetlerle övünmeye İngilizlerden daha düşkündürler. (s. 270) İstilaya Avrupalılar ‘medeniyetin ithali’ ismini verdiler. (s. 271) The Times: “Dünya medeniyeti öyle yarı vahşi doğu yöneticilerine değil, medeni bir Fransız senyörünün sözüne inanır.” Fransızlar Cezayir’i ezerek ve zorla aldılar. Sömürgecilere göre, sahillerin ve Atlas dağları’nın kuzeyindeki verimli toprakların Müslümanlardan boşaltılması gerekiyordu. Sonra Fransa’dan Cezayir’i vatan edinmek isteyenlere kolaylık göstererek, bunlar vasıtasıyla yerli halka Fransız adetlerini, Hıristiyanlığı telkin etmeyi amaçladılar. (s. 273 ) Fransızlar şimdi kalkıp da utanmak, ‘Şimdi biz Müslüman halka hürriyet ve adalet verdik’ demeye kadar varabiliyorlar. Fransız istilasının maddi zararları olduğu kadar manevi zararları da oldu. Arap edebiyatı ile İslam ahlakı da kökünden sarsıldı. (s. 274 ) Fransız üstünlüğü Medeni Fransa’nın iddia ettiği gibi iyi bir yönetime değil, yalnızca zalim bir kuvvete dayanmaktadır. (s. 276) İngiltere’nin kuvvete hürmet, miskinliğe hakaretle muamele ettikleri bilinen bir durumdur. (s.  276, 277) illiam Ewart Gladstone, Rusya’ya ‘kuzeyden doğan hürriyet bahşedicisi’ tabirini bile layık görmüştür. Batının bu taraflı yan tutmasından dolayı, oldukça cesaret alan Rusya’nın, Asya içlerine doğru medeniyet götürmek bahanesi ile birçok kavmin istiklalini kendi iradeleri altına almışlar. (s. 279) Avrupalılar Müslümanların açıkça sefaletinden hiç de müteessir olmazlar. (s. 280)

Sömürge düzeninde asıl amaç olan vurgunculuk hevesi, zenginlik hırsı, mal sahibi olma amacı ve hükmetme arzusu eğer medeniyet kılıfı ile saklanmamış olsa, idarenin gerçek mahiyeti o zaman belli olur. Avrupa gazetelerindeki ifade tarzından, yerlilerin cezayı hak eden isyancılar oldukları manası anlaşılıyor. Öyle ya, Avrupalıların himmeti ile ithal edilen medeniyetin nimetlerine karşı isyan edenler bu şekil bir terbiyeye müstehak değiller mi ya? (s. 281) Batı Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de, Müslüman mezalimine duçar olan Osmanlı memleketlerinin Hıristiyan kavimleri (Bulgar ve Ermeniler) namına kıyameti koparan o merhametli insan sever Hollandalılar, Müslümanlara reva gördükleri zülme hiç de seslerini çıkarmamaktadırlar. Ya Rabbi, medeniyet ve insaniyet hizmetçisi olmak üzere meydana çıkıp söz söyleyen bu adamlar ne kadar da sahtekar mahluklar imiş! Avrupa toprağında, Müslümanlığa daima insaf ve şefkat duygularından yoksun bir şekilde muamele ede gelmiştir. Hıristiyan aleminin işlediği barbarlıklara, medeniyet ıslahatları ve insanlık hizmetleri adları takılıyor! (s. 282) Avrupa toprağının asıl haklarından olup da İslam cemaatine tabi olan topluluklar da aynı düşmanlığa maruz kalmışlardır. İşte bu hallerden anlaşılıyor ki, Avrupa Hıristiyanlığının nüfuzu altında İslam’a mensup kavimlerin, Avrupa tarafından bir insani kardeşlik muamelesiyle muamele edilmeleri ihtimali yoktur. (s. 283) Hac ve hilalin ihtilafı gibi bir konuya atılmam için bir sebep var ki; her Müslüman için hilalin müdafasını adeta bir ölüm ve kalım meselesi haline gelmiştir Kendilerinin gerçekte inanmadıkları ve ancak merasim görevlerine uyarak yapmacık bir surette inandıkları bir dini, birisi kalkar ve Hıristiyan medeniyetinin fikirlerinin ve eserlerinin Fas’ta ve daha bilmem nerelerde acilen uygulanması lüzumundan açıkça bahseder. (s. 286) Hıristiyan medeniyeti namına bu kişilerin gösterdikleri gayretin başlıca sebebi tâ eskiden beri Hıristiyanların kalplerinden silinmemiş olan İslamiyet’e karşı miras olarak intikal eden düşmanlık hissidir. (s. 287) ‘Doğu ile Batı birbirini anlayamaz’ sözü İngilizler arasında adeta bir darbımesel olmuştur. (s. 288) Batılılar İslam milletlerini insaflı ve tarafsız bir şekilde düşünmemektedir. Mısırlıların bir yabancı devletin medeniyeti altına girmeye çok muhtaç olduğu ilan edip duranlar, Bulgarlara tam bir istiklal verdirmeye ve onları dışarının vesayetinden kurtarmaya uğraşıyorlar. Bulgarları genellikle Mısırlı’lardan daha medeni saymak, Avrupa’ya mahsus olan uydurma safsatalardandır. (s. 289) Müslüman sakinlerin zararına ve Hıristiyanların menfaatine müstakil hükümetler oluşturulur. İslamiyet yalnız bir itikat dininden ibaret değildir; belki onun mensupları arasında tek bir millet fertlerine mahsus gibi olan bir sosyal bütünlük vardır. (s. 290) Boykot yolu ile, bize karşı düşmanlıklarını ortaya koyan yabancıların mallarını reddetmek, onlara karşı oldukça etkili bir karşı koyma tokadı olur. (s. 292 ) Kuvvetli olanlar zayıflarla ittifak kurmak istemezler. (s. 293 )

  Halil Halid, Hilal ve Haç Çekişmesi

*

İslam Bilimi Ve Avrupa Rönesans’Inın Doğuşu

Önsöz
Türkçe baskıya yaptığı önsözünde yazar, “19. yüzyıldan beri kendini tekrarlayan ve İslam bilimsel geleneğinin Abbasi halifeleri ile onların Persli çalışanları arasındaki etkileşim sayesinde doğduğunu iddia eden birinci görüş ile erken İslam bilimsel ve tarihsel kaynakların kanıtlarını ciddiye almak şeklindeki ikinci görüş arasında bir seçim yapacak olsam, Fihrist yazarı İbn-i Nedim tarafında olmayı yeğlerim” der. (s. 8) Yazar, Kopernik’in çalışmalarıyla, daha önce yapılan çalışmalar arasındaki benzerliklere dikkat çeker ve Kopernik’in, Arap kaynaklarında hala korunmakta olan fikirler ve matematiksel teknikleri, kendi çalışmalarına dahil etmeye çalışırken yaptığı hataları ve benzerlikleri ortaya çıkardığını söyler. İbni Şâtır’ın ay modeli gibi tıpatıp çözümler, Tûsi’nin çifte bağı ve Şâtır’ın Merkül modelini benimsemesi gibi örnekleri sıralar ve İslam biliminin Rönesans’tan sonra bile Avrupa’nın bilimsel geleneğini önemli ölçüde etkilediğini belirtir. (s. 9)

Birinci Bölüm: İslam bilimsel geleneği.

Klasik anlatı, İslam medeniyetinin bir çöl medeniyeti olduğu varsayımı ile başlar. Bu medeniyet daha ileri, eski medeniyetler ile temas ettiği zaman, bilimsel düşünce geliştirmeye başlamıştır. Bu antik medeniyetler: Grek-Helen, Sasani ve Hint Medeniyetleridir. Bu iddiaya göre, Abbasilerin ilk döneminde İslam Bilim ve felsefesi altın çağını yaşamış, bir çeviri süreci ile antik medeniyetlerin ürettiği tüm bilimsel ve felsefi metinler İslam medeniyetinin bünyesine katılmıştır. Bu da, klasik anlatıya göre, aslında antik Yunan bilimlerinin yeniden canlandırılmasından başka bir şey değildir. Hiç kimse, İslam bilginlerinin yeni bir bilim tarzı ortaya çıkarmış olabileceğini, Yunan biliminin aslında yetersiz, eksik, çelişkilerle dolu olduğunun da farkına varamamıştır. (s. 16) Bu iddiaya göre Avrupa, Arapların bilimsel malzemesine gereksinim duymamıştır. Rönesans ile, İslam bilimsel malzemesinin bilinçli bir biçimde atlanıp, tüm bilim ve felsefenin başlangıcını Grek-Roman mirası ile açıklanmaya çalışılmıştır. (s. 17) Halbuki Bizans topraklarında klasik Yunan bilimsel metinleri, kitapları dolaşımda değildi. 800’lü yıllar Bizans dönemi, bizzat Bizanslıların kendileri tarafından, “önemsiz izler” dönemi, “karanlık Çağlar” dönemi gibi ifadelerle tanımlanmıştı. (W. Treadgold, T. Gregory, A. Jones) böyle bir dönemin, başka bir medeniyete etkisi ne kadar olabilirdi? Zaten Bizans bilimi daha çok astronomi değil astroloji ile ilgiliydi ve bu konudaki bilgilerde, “zayıf ve etkisiz” idi. (s. 19) Çevirmenlerin aradığı Yunan metinleri üretebilecek Bizans veya İran bilginlerinin varlığını belgelendirilemeyenler, birkaç Bizans şehrinde klasik Yunan metinlerinin saklanmış olduğunu düşünüyorlardı. (s. 20) Antakya’da, Harran’da veya Cundişapur’daki Süryanilere ait bilgiler, klasik Yunan bilimsel metinleri ayarında değillerdi. (s. 21) Halbuki başkentleri bile o bilimsel metinlere sahip değilken, daha az önemli olan merkezlerde, temasa geçtikleri yabancı kültürleri önemli oranda etkileyecek bilgilerin var olduğunu ileri sürmek gerçekci midir? (s. 22) Bizans devleti resmi politikasının, “felsefeyi bastırmak” olduğu tarihi bir gerçek iken, bu iddianın, Yunan biliminin Arap topraklarına taşınmasını anlatamayacağı açıkça ortadadır. (s. 23) Batlamyus’un Elmecisti’sini çevirmiş olan Haccac bin Matar, Arapça çevirinin özgün Yunancasındaki hataları düzeltmiştir. (s. 81) Haccac’a teknik terimleri ve bu kitabın hatalarını düzeltmeye kim öğretmiştir?  (s. 32) Harezmi, 2. derece denklemlerinde yeni bir cebir disiplinini oluşturmuştur ve bu Yunan kaynaklarının çevirisinden önce olmuştur. Harizmi’ye bunları kim öğretmiştir? Yunan bilimsel metinleri çevrilirken, Hey’e gibi, yunanlılarda olmayan özgün bir bilim dalının oluşması çarpıcıdır. Tüm bunlar, ilk kez çeviri yapmaya başlayan insanlar için olanak dışıdır. (s. 33) Klasik Yunan bilimsel metinleri, zamanın Arap bilimlerinin ortamına kolaylıkla kaynaştırılabiliyor ve böylece çeviri süreci aynı zamanda yaratıcı bir sürece dönüştürülüyordu. Habeş el Hasib’in, trigonometri ve matematik projeksiyon alanında kaydettiği şaşırtıcı ilerlemeler, Hint ve Yunan kaynaklarında bilinenin de ötesine geçmişti. Habeş, düzlem-küresel usturlapların projeksiyon tasarımını yapmıştır, bu projeksiyonlar daha  eski medeniyetler tarafından bilinmiyordu. Bu ilk nesil, Hint rakam sistemini o denli geliştirmiştir ki, Şam’da Uklidisi’nin metninde, ondalık virgül ile ondalık kesirlerin ilk kez ortaya çıktığını görürüz. (s. 34) Özetleyeni bir cebir ve trigonometri ve Hey’e, yeni projeksiyonlar, Hint rakamlarının girişi, ondalık kesirlerin gelişmesi gibi sonuçların, o alanda ‘daha önceden çalışma yapılmadan, aynı anda ortaya çıkması’ olanaksızdır. (s. 35) Bilimsel aletler hiç yoktan yaratılamaz, normal koşullarda bu özellikler hep birden, aynı anda değil, zaman içinde, yavaş bir tarzda gelişir. Haccac, Harizmi ve Habeş gibi bilginlerin, Yunan ve Hint kaynaklarında yer alan gözlem sonuçlarını kontrol etmeyi üstlenmişler, bu alanlarda çok önceden çalışmalar yapmışlar, ekliptik eğikliğinin, Batlamyus’un belirttiği gibi 23;51,20 veya Hint kaynaklarında belirtildiği gibi 24,48 değil, 9. yüzyılın ilk yarısında saptandığı gibi, 23;30 olduğu gözlemlenmiştirBu sonuçlar, ilk kez gözlem yapan deneyimsiz gökbilimcilerin çabaları ile elde edilemez.(s. 35) Devinim parametresinin değerinin 66 yılda bir derece olarak tanımlanması veya solar denklemin veya solar apoje hareketinin değerlerinin tanımlanması, deneyimsiz gök bilimciler tarafından gerçekleştirilemez. Uzun süre bu gözlem yöntemlerini kullanmış, hassas çalışmış, aletler üzerinde düşünülmüş olması gerekir. Bir de bunlara, Muhammed bin Musa bin Şakir ve kardeşleri Ahmet ile Hasan’ın, gök bilimine Yunan gözlemsel ve kuramsal yaklaşımlarının eleştirisini ekleyin! Metinleri ilk kez çevirmek için çabalayan kimseler, böyle bir olgunluğa varmış olamazlar. (s. 36) Özetle, Yunan metinlerinin çevirilerinden önce de bilimsel çalışmalar yapılmakta idi ve bu bilimsel çalışmalar Rönesans’ın da temelini oluşturmuştur. Avrupa Rönesans’ının, İslam dünyasından bağımsız olarak ortaya çıktığını ileri sürenler, 10. yüzyıldan 15 yüzyıla kadar Arapçadan Yunancaya (Bizans Yunancasına) yapılan çeviriler yolu ile bilimsel fikir akışını açıklayamamaktadırlar. Neugebauer, Pingree, Tihon ve meslektaşlarının ve en son Mavroudi’nin bağımsız çalışmaları olmasa, kimse İslam ve Bizans dünyaları arasında, beklenenin tam tersi yönde zengin bir bilimsel alışveriş olduğunu bilmeyecekti. Sorunlardan biri, Avrupa Rönesans’ının dış etkilerden bağımsız olduğu üzerinde ısrar edilmesidir. (s. 39) İslam dünyasından Avrupa’ya matematik teoremlerinin aktarımını görmezden gelirsek, bu teoremlerin Latin Rönesans metinlerinde, aniden ortaya çıkışını açıklayamayız. İslam dünyasındaki gökbilimcilerin birkaç yüzyıl o teoremleri kullandıklarını da biliyoruz. (s. 40) Bar Hebraeus’un eserini düzenleyip çeviren oryantalist François Nau, Arap gök bilimsel devriminden epey etkilenmişti. Ama Nau eseri çevirirken, “ayın kürelerinin doğası” ile ilintili olan “tuhaf şeyleri” anlayamamıştı. Bu şeyler aslında, Batlamyus’un gök bilimine olan itirazların listeleri idi ve bu eleştiri, Arap kaynaklarında 9. yüzyıldan beri listelenmiş ve sistemleştirilmişti. (s. 41) İbni Nefis, büyük Yunan hekimi Galen’in eserini kontrol etmek ve bu eserde bir tıp hatasına işaret etmek cesaretini göstermiştir. Galen, kanın kalpte temizlendiğini ileri sürmüştü. İbni Nefis, akciğerlerden geçerek temizliğini açıklamıştır. Ebubekir Er -Razi’nin ünlü kitabı, ‘eş Şukuk ala Calinus’ta (Galen hakkındaki kuşkular) benzer eleştirel içerikler vardır. (s. 42)

İkinci Bölüm: İslam bilimsel geleneği

İslam bilimsel disiplinleri hakkında bildiklerimizin buzdağının henüz tepesi olduğunun farkındayım. (s. 44)  Rumlar Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra felsefeyi yasaklamışlar ve kitapları yakmışlardır. (s. 57) 10. yüzyıla kadar kilit altında tutulan ve Hıristiyan öğretisinin saldırısı altında olan bilimin, daha önce klasik savunulduğu gibi ‘temasla’ başka kültürlere taşınabilen, geçerli bir bilimsel gelenek oluşturması mümkün değildir. (s. 59) Kaynakların açıkça ortaya koyduğu gibi, Bizanslı kulların pirlerini aşıp, Bizans’ın kendisi tarafından bastırılacak yeni bir bilim yaratmaları mümkün değildir. Farabi’nin dediği gibi, felsefenin ancak İslam topraklarına geldiği zaman ” özgürlüğüne kavuştuğu ” görülür. Kısaca, felsefenin ve bilginin Bizans’tan Arapçaya doğrudan aktarımı söz konusu değildir  (s. 60) Bilimin, Bizans’ın topraklarında zayıf durumda olduğundan, Bizans ile temas sonucu İslam dünyasına aktarılmasının mümkün olmadığı görülür. Bilimin, İslam medeniyetine başka bir medeniyet ile ‘doğal’ bir temas sonucu gelmediğini, çünkü temas edilecek böyle bir medeniyetin var olmadığını görmemiz gerekir. Bütün olay, bilinçli bir elde etme süreci olduğu sonucuna rahatlıkla ulaşmaktayız. (s. 63) 10. Yüzyılın ortalarına kadar Bizans topraklarında filozoflara zulüm yapılmış, antik kitaplar kapalı tapınaklarda saklanmıştır. Yunan kaynaklarını okuyup, onları komşu İslam medeniyetine geçirebilecek derecede bilgi sahibi Bizanslılar olmadığı için de, klasik temas kuramının geçerli olamayacağı yeniden onaylanmıştır. (s. 66) Yunanlılar, cebiri Harezmi’nin ifadelendirdiği şekilde bilmiyorlardı. ‘Divan’ adı verilen bilim dalı geliştikçe, gelirler ile ilgili işlemler ve aritmetik işlemleri de gelişmiştir: Su dağıtımı, hendek kazılması, günlerin uzaması-kısalması, güneşin dönmesi, yıldızların yükselişi, üçgenin, karenin, poligonların yüzey ölçümleri, kemerler, su dolapları, hesaplar vd. Divan ilminin detaylarındandı. (s. 71) İlk zamanlarda Divan (hendese/geometri) bilen Farslılar, zamanla bu ilmi öğrenen Araplara makamlarını kaptırdılar. Bunun üzerine onlar da, daha ileri seviyede felsefe-bilim öğrenip, tekrar o makamları geri almışlardır. Çeviri hareketini de tetikleyen bu sosyal gerçekliktir. (s. 77-79, 83 ) Yunan bilimlerinin elde edilmesinin sadece bir kör kopyalama olmadığı, zamanın ihtiyaçlarını karşılamak için ayarlanmış olduğu görülmektedir. Çeviri hareketi daha üstün bir kültürün taklit edilmesi değildi, tersine kaynağında unutulmuş olan metinlerin dışarı çıkartılması idi. Bu klasik eserler, yıllarca mahzenlerde tutulmuş, ancak Bağdat’tan gelen talep üzerine dışarı çıkarılmış ve Bağdat’ta değerlendirilmiştir. 3. yüzyıl bilgini olan Eflatun, Aristo, Galen, Batlamyus… gibi filozofların isimleri, 9. yüzyılda Bağdat’ın hemen her evinde konuşulur isimler olmuşlardı. Çeviri ve Arap özgün bilimlerini oluşturma aynı anda yürümekte idi. Özgün bilgileri oluşturma etkinliği, ileri seviyeye metinlerin çevirmesinden önce başlamıştı ve bu etkinlik, çevirilerden yararlanılarak daha da ilerlemişti. Bu yüzden, Haccac bin Matar, Batlamyus’un eserini çevirirken dikkatlice okumuş ve hataları düzeltme ihtiyacını duymuştur. (s. 81, 93) Çeviriler ile Yunan mirası yeniden değerlendirilmiş, cebir, trigonometri gibi yeni bilimler ortaya çıkarılmıştır. (s. 82) Abbasilerin ilk çevirmenlerinden olan Haccac bin Matar, Elmecisti’nin akıcı, teknik ve okunabilir ilk çevirisini yapan kişidir. Çevirilerde teknik terimlerin Arapça asıllarını kullanmıştır, demek ki, önceden o ilmi seviyeye ulaşılmıştı. (s. 83) Prof. Jacques Risler tarafından, ‘Batıya Trigonometriyi öğreten adam’ olarak tarif edilen Battani’de yazdığı ‘Şerhu’l makalati’l erbai li-Batlamyus’ adlı eserde Batlamyus’un hatalarını tek tek bulmuş ve onun trigonometri bilmediğini ispat etmiştir. (Ali Çankırılı, Batıda İlmi Skandallar, s. 41)  

İslam bilimi aldı, korudu ve sonra Batıya devretmemiş, bu bilim çevirilerden önce gelişmeye başlamış, bu bilimler ile beraber gelişmesini sürdürmüş ve ileri bir seviyeye ulaşıp sonrada bu bilimi batılılara Endülüs’ten Bağdat’a, üniversiteler vasıtası ile ulaştırmıştır.

Üçüncü Bölüm: Yunan bilimsel geleneği ile karşılaşma

Çevirilerin doğuda Hint ve Pers, batıda Helen topraklarından gelmesine rağmen öne geçen, Yunan klasik geleneği olmuştur. Yabancı bilimlerin ithalinin gerekliliğine ilk inananlar, Farsça konuşan toplum olduğu görülmektedir. (s. 88)  Batlamyus’un şu veya bu parametreyi yanlış ölçtüğünü hesaplamak ve bunu düzeltmek tehlikeli değildi, Yunan felsefesi metinlerinde geçtiği gibi, dünyanın sonsuz olduğunu söylemek dini çevrelerde anında sorun yaratabiliyordu. Haccac, Batlamyus’un eserlerini, düzelterek çevirmiştir. (s. 93) Batlamyus, 23. 51. 20 olarak tutulum çemberinin eğilim değeri bulmuşken, Bağdat’ta 9. yüzyılın başlarında yeni ölçümler sonucu bugün hala kullanılan 23.33 olarak değiştirilmiştir. Ayrıca, cihazlar geliştirilmiş, yeni yöntemler bulunmuş, solar apojenin 11 derece yer değiştirdiği keşfedilmişti. Bu ince gözlemleri yapacak bugün bile kullandığımız hassas değerleri saptayacak gökbilimciler eğitilmişti. Tüm bunlar, çevirmekte oldukları Yunan metinlerini henüz kavramaya başlayan acemiler tarafından bulunamazdı. (s. 95-97) Tûsi, görünen solar diskin, Batlamyus’un söylediği gibi sabit olmadığını, boyutunun değiştiğini keşfetmiştir. İbni Şâtır, güneşin hareketini anlatan bir matematik model geliştirmiştir. Düzeltmeler, yeni teknikler, yeni çözümler ve gelişmeler, Yunan bilimsel başyapıtlarına eleştirel bakışın sonucuydu. Mesela, Abdurrahman el Sufi, ‘Suver el-kevakib el-Sabite’ adlı kitabını, Yunan geleneği ile uzun tartışmalar ve Batlamyus’un metnine karşıt fikirlerle doldurmuştur. Batlamyus’un eserindeki, güncellenmesi gereken alanlar, zamanın bilgilerine uyarlanmıştır. (s. 100) Çevirmenler zaten Yunan geleneğine de yabancı olan alternatif trigonometrik alanın varlığını öğrenemezlerdiKüresel sinüs kuramını keşfeden Tûsi, sinüs yerine tanjant fonksiyon kullanan başka bir dizilimi bu kurama ekler.  (s. 101) Kısaca Batlamyus’un Elmecisti metnine yapılan müdahalenin özeti; ‘matematiksel güncelleme veya hataların düzeltilmesi’ değil, başta gökbilim olmak üzere, metinin ‘bütünü ile yeniden yapılandırılması ve düzenlenmesi’ idi. Yeni şeyler eklenmiş, bazı kısımlar çıkartılmış, çelişkiler ayıklanmıştı. (s. 102) Yunan gökbilim geleneğindeki tutarsızlıkları fark eden İslam alimleri, zamanla bu konular hakkında kendi tezlerini yazmaya ve bunları; Şukûk (kuşkular) başlığı altındaki eserlerde toplamaya başlamışlardır. Müslüman alimlerin altyapıları, çevirilerden önce zaten vardı, çevirilerle beraber düzeltmeler de yapıldı ve sonra özgün kuramlar oluşturuldu ve yeni bilimsel teoriler İleri sürüldü. Cüzcani, el Biruni ve en son İbni Heysem, Batlamyus’un birçok eserindeki hataları bulmuşlardır. Mesela Heysem, hiçbir zaman Latinceye çevrilmemiş olan, el-Şukuk ala Batlamyus adındaki kitabında bu konuları açıklamıştır. (s. 108-109) Heysim’in oluşturduğu kavramlar, Yunan mirasını kınamakla kalmıyor, tutarlı bir bilimin temelini de atıyordu. (s. 112) Mesela İbni Heysem, “Batlamyus, bunları kavrayamamıştır veya doğalarını anlayamamıştır.” diye eleştirmiştir. (Şukûk, s. 63) Heysem’den sonraki gök bilimsel gelişmeler ve aynı zamanda ortaya atılmaya başlanan soruların, Avrupa Rönesans’ı zamanının soruları ile benzerliği dikkat çekicidir. (s. 119) Tûsi, ‘Tezkire’ adlı eserinde, Batlamyus’a alternatif kendi modellerini sunar.  (s. 119, 121) Ehaveyn, el-Hafri, ve Gıyaseddin Mansur Şirazi ise, Batlamyus gök biliminin sorunlarını saymanın ötesinde çözüm önerileri de sunar. (s. 112,124, 125, 168, 170) Ali Kuşçu ise, Batlamyus’un Merkür ile ilgili çıkmazına en zarif çözümlerden birini sunmuştur. (s. 123) İslam gökbilim geleneği öyle bir olgunluğa erişmişti ki, daha önce düşünülmemiş konular ortaya atılabiliyor, yeni problemler, ilişkiler, kurumsal stratejiler üzerinde duruluyor, alimler kendi modellerini sunuyorlardı. Bu tarz araştırmalar sadece gökbilim ile sınırlı kalmayıp, diğer bilim alanlarına da yayılmıştı. (s. 128) Yunan gökbilim geleneğinin en iyi temsilcisi olan Batlamyus, İslam medeniyetinde sadece korunmadı, aynı zamanda, baştan itibaren, sıkı bir eleştiriden de geçmiştir. Bizans ve Sasani kültürleri bilimsel incelikten yoksundu. Müslüman alimler sayesinde, Yunan klasik fikirleri çürütülme ve değiştirilme yolu ile yeniden dolaşıma girmişlerdir. (s. 132) Çevirisi yapılacak metinlerin bilinçli ve istekli seçimi, bu metinlerin kabul edilmesi veya reddedilmesi konusunu etkilemişti(s. 133) Ebubekir er-Razi, Galen’in iddialarına itiraz etmiş, su çiçeği ile kızamık arasındaki farkı anlatmış; Abdüllatif El Bağdadi ise, “Gözlem her zaman sözcüklerden daha güçlüdür.” diyerek gözlemin öneminin altını çizmiştir. (s. 135) İslam dünyasının bilim insanları, klasik Yunan bilimsel metinlerinde bir dizi hata saptadıktan ve kendi gözlemleri ile gördüklerine inanmaya başladıktan sonra güç toplanmışlardır. Bunun en iyi örneği, Razi ve Bağdadi’nin yaptıklarına benzer şekilde, İbni Nefis’in küçük kan dolaşımını bulmasıdır. Bilim insanları, Yunan geleneğinin hatalarını temizleyip, Yunan yazarlarının bilmediği alanlarda, kendi geleneklerini oluşturmuşlardır. Matematiği, fiziksel görüntüleri açıklamak için kullanan Hafri sayesinde bu disiplin ivme kazanmıştır. (s. 136)

Dördüncü Bölüm: İslam gök bilimi kendini Açıklıyor: Kritik yenilikler

Müslümanlara özel, ilmi elhey’e, yani astronomi ilmi ile fiziksel gerçekliğe aykırı olmayan matematik modelleri tanımlama yoluna gidilmiştir. (s. 139) 

Batlamyus gökbilimine İslam’ın yanıtları: Alternatif bir gökbilim oluşturma: Batlamyus modellerinin yerine yenilerini oluşturma çabaları ciddi olarak 11. yüzyılda başladı. (s. 155) Batlamyus, gökbiliminin sorunlarını çözmek için, yeni kavramlar veya yeni matematik teoremleri türeten el-Urdi, Tûsi, Şirazi, Hafri, Şâtır gibi gökbilimcilerin çalışmaları daha sonra, Rönesans’ı da etkilemiştir. Tûsi bir teorem bulmuş, Kopernik ve Rönesans gökbilimcilerinin hepsi bu teoremi kullanmıştır. (s. 162) Noel Swerdlow: “Kopernik, Tûsi tarafından icat edilen ve kullanılan iki cihazdan birini kullanarak yörünge düzleminlerinin salınımını açıklamıştır.” demektedir (Noel, Commentariolus, s. 488) Kopernik, İbni Şâtır’ın ay modelinin aynısını kullandı ve Merkür’ün hareketini açıklamak için ibni Şâtır gibi Tûsi çifte bağı kullandı.  (s. 167) İthal edilen Yunan geleneğinin kusurlarını eleştiren, istidrak’ten Şukuk’a kadar bir dizi Arap metini yazıldı ve sonunda Yunan gökbilim geleneğinin büyük bir reforma ihtiyaç duyduğu ortaya çıktı.  (s. 169) Batlamyus matematiğinin yeterli olmadığını fark etmek ve yenisini oluşturmak için 200 yıl geçmesi gerekiyordu. Urdi ve Tûsin’in çalışmaları bu konuda öncü oldu ve matematiği fiziksel görüngüleri açıklayacak bir dil olarak yeniden tanımlayan akım oluştu.  (s. 171) İslam gökbilimindeki gelişmeler, bu kültürün ne denli titiz ve özenli olduğunu ve bilimsel düşüncesini, gelişen tutarlılık ve kesinlik ölçütlerine göre nasıl kusursuzlaştırdığını bize göstermektedir.  (s. 172)

Beşinci Bölüm: Din ve felsefe arasında bilim: Gökbilimin durumu

Gökbilimsel düşüncenin gelişmesi ile ihtiyaç haline gelen yeni matematiksel terimler ve yeni matematiksel teknikler oluşturulur. Yazar Gökbilim disiplini şablon olarak kullanıldı. (s. 174) Urdi, ‘Kitap al Hey’e , 27. sayfada şöyle der: “Astronominin konusu Allah’ın en inanılmaz eseri, en muhteşem oluşumu ve en iyi uygulamasıdır. Kanıtlar ise geometrik ve aritmetik; dolayısıyla kesin. Bu yolla zihin yüce Allah’ın varlığının tartışılmaz kanıtına sahip oluyor, yaratıcının muhteşemliğini, bilgeliğini ve gücünün enginliğini sergiliyor. Allah’ım! Yaratıcıların en büyüğü ve yücesi sensin.” Tûsi, Batlamyus’un dilinin gökbilime aykırı olduğunu ilan etti. (s. 182) Galileo da, Tûsi çifte bağını kullanarak iki karşıt hareketin arasındaki duraksama fikrini çürütür. (s. 184)

Din ve gökbilim: Çoğu ‘hey’e yazarının aynı zamanda tanınmış din bilgini olduğunu tahmin etmek zor değildir. (s. 186) Din sayesinde gelişen bilimlere örnek vermek gerekirse: Mikat, yani namaz zamanlarını belirleme ilmi sayesinde trigonometri kuralları gelişme göstermiştir. Trigonometrik fonksiyonlar, Yunan geleneğinde bilinmiyordu. Hint geleneğinden gelenler ise, problemi çözmek için yeterli değildi. Trigonometri sayesinde astronomide de ilerleme sağlanmıştır. (s. 187) Dinin sağlıklı bir bedene sahip olma vurgusu sonunda, tıp ile din uygulamaları arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Galen’in, kalbin işleyişi ile ilgili olarak eleştiren ve sonunda kanın akciğer dolaşımını bulan ibni Nefis, aynı zamanda uygulamacı Şafii hukukçusu idi. Yeni gökbilim; ‘Hey’eyi özellikle astrolojiyi gökbilim alanının dışına atmak ve toplumun dini baskılarına yanıt vermek için oluşturulduğunu kabul ettiğimizde, gökbilimcilerin bilimsel ve dini işlevleri arasında yakın ilişkinin var olduğunu görürüz. (s. 188) E. S. Kennedy: “Düzlem ve küresel üçgen çalışması (trigonometri) aslında Arapça yazan bilim insanları tarafından yaratıldı ve bu ifadenin geçerli olduğu tek matematik dalı budur.” demektedir. (Sciences, 327-344) Kopernik, ibni Şâtır’ın üst gezegen modelini kullanmıştır. (s. 190) Gökbilim, Aristo kozmolojisine ilk önce kuşkuyla bakmış sonrada dini otorite tarafından kabul görecek şekilde kendini yeniden yapılandırılmıştır. Bu ilişki, Avrupa’daki bilim ve din arasındaki çatışmanın Tersine çok sağlıklı idi. İslam toplumunda din ve bilim arasında bir çatışma yoktur. (s. 191)

İslam bilimi ve Rönesans Avrupası

Kopernik bağlantısı

Kopernik’in yaptığı şey, İbn-i Şâtır’ın modellerini almak, güneşi sabit tutmak ve yerküre ile onu merkez almış tüm gezegenleri, güneşin çevresinde döndürmektir. Bizans gökbilimcilerinin kullandıkları teknik terminoloji, Yunan metinlerinden çok Arap kaynaklarında benzemektedir. Bu da bizi Bizans gökbiliminin İslam gökbilimine olan bağımlılığını anlatmaktadır.  (s. 194) Arap ve Pers metinleri, 200 yüzyıl kadar Bizans-Yunan metinlerinde iyice benimsendikten sonra ancak Avrupa’ya taşınmıştır. İslam dünyasından Avrupa’ya aktarılan bilgi, Rönesans bilimini etkilemiştir. (s. 195) Kennedy’nin öğrencisi, Victor Robert, Isis’te yayınladığı makalesinin başlığı şöyledir: İbni Şâtır’ın güneş ve ay kuramı: Kopernik öncesi Kopernik modeli. (Isis, 48; 428-432) Bu buluş, doğal olarak bilim dünyasını alt üst etmişti. Yaygın inanış, Rönesans biliminin yoktan yaratılmış olduğu idi, yine bu inanışa göre Rönesans biliminin klasik Yunan kaynaklarından esinlendiği ama İslam kaynakları ile hiçbir ilgisi olmadığı idi.  (s. 196) Neugebauer, Tûsi çifte bağının matematiksel kanıtına, Tûsi’nin ‘Tezkere’sinde rastlanmıştır. (s. 198) Tûsi, 1247’de ve 1260’da daha önce hiç bir Yunan kaynağında görülmeyen yeni bir teorem sunduğunu biliyordu. Kopernik ise, aynı teoremi 1543’te çok benzer bir kanıtla açıklamıştır. (s. 200) Kopernik, üst gezegenler için İbni Şâtır’ın modelini kullanmıştı, ama bu sefer evrenin merkezi güneş kaydırılmıştı(s. 205) Kopernik’in ve İbni Şâtır’ın oluşturdukları matematik modelinde, Tûsi çifte bağı vardır. (s. 206) Swerdlow şöyle der: “Kopernik’in Merkür modeli, İbni Şâtır’ın modeli ile aynıdır.” (Commentariolus, s. 500) Kopernik model ile Merkür’ün görünen hareketi arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Demek ki model kendi buluşu değildi, tam anlayamadan kopya etmiştir. Modelinin kaynağı İbni Şâtır’dır. (s. 504) Bu kanıtlar İslam dünyasından Rönesans dünyasına gökbilim fikirlerinin taşındığı iddiası güçlendirmektedir. (s. 209) Şunu biliyoruz ki, Arap gökbilimsel çalışmalarının sonuçları bir şekilde Kopernik’in teknik bilgi hazinesine girmişti. Kopernik’in Müslümanlardan aldığı bu bilgileri, kendi gökbilimini oluştururken özgürce ve bazen de Merkür örneğinde olduğu gibi tam anlamıyla anlayamadan kullanıyordu. Matematiksel ve gökbilimsel sonuçlar, Yunan kaynaklarına isyanı simgeliyordu. Bu eserler, Yunan düşüncesi yerine, Yunan düşüncesinin eleştirisini içeriyordu. ( s. 210) Artık Kopernik’in eserleri ile Tûsi ve İbni Şâtır’ın eserler arasındaki benzerlikleri saptayabiliyoruz. ( s. 211) Peki Kopernik bu kaynaklara nasıl ulaşmış olabilir? Vatikan kütüphanesinde, Gr. 211 kodlu bir Bizans Yunan el yazması ortaya çıkarıldı. Bu belgede, Tudi çifte bağının Yunan sürümü yer alıyordu. ( s. 213) Vatikan’da bulunan diğer bir eser (Arabo, 319) içinde Tûsi çifte bağının kanıtı bulunan, Nasireddin Tûsi’ye ait Tezkire’nin’ bir kopyası bulunmaktadır. Bu belge Vatikan Kütüphanesine, Kopernik ile aynı dönemde yaşamış daha genç bir Fransız’dan, Guillaume Postel’den kalmıştı. Willy Hartner’in dediği gibi bu belgelerin içeriğini bilen bir kişi, Kopernik’i, Arap gökbilimi ile ilgili bilgilendirmiştir. ( s. 216) Kopernik zamanında Avrupa kentlerindeki bilimin, İslam topraklarında ki ile aynı seviyede olması ilginçtir. 16. Yüzyıl ve erken 17. yüzyılda Rönesans insanının gökbilim başta olmak üzere Arap bilimini, klasik Yunan biliminin çok üstünde algıladığını söyleyebiliriz. Andreas Alpagus 15 yıl Şam’da yaşamış, Kopernik ile aynı bölgeyi paylaşmıştır. (s. 219) Akdeniz üzerinden Kopernik’in eğitim gördüğü Kuzey İtalya kentlerine kitapların ve bilginlerin özgürce akışını göz önüne alırsak, Kopernik’e danışmanlık yapacak, onu eğiticek Poster gibi birçok insan olduğunu düşünebiliriz. (s. 220) 

Cihazlar konusunda temaslar: Rönesans Avrupa’sında üretilen cihazlar ile İslam dünyasında üretilenler arasındaki yakın ilişkiyi gösteren örnekler çok sayıda mevcuttur. ( s. 220) Hollanda gibi Kuzey bölgelerinde, 16. yüzyıl sonuna doğru, İslami bilimsel cihazlara karşı ilgi duyulduğu bilinmektedir. (s. 222) İslam topraklarından Avrupa kentlerine, kendi ülkelerinin bilimini götüren bilim insanları bulunmaktadır. Afrikalı Leo olarak da bilinen Hasan bin Muhammed İbni el Vezzan bunlardan biridir. Leo kopernik’in çağdaşıdır ve müthiş bir bilimsel bilgiye sahiptir. Oryantalist ve Kopernik’in çağdaşı olan Jean- Albert widmanstadt, Leo’nun öğrencisidir. Oryantalist Ambrosio Teseo ise, Kopernik’in biraz daha yaşlı bir çağdaşı, Arapça bilen bir bilgindir. (s. 225) Rönesans dönemine kadar geçen zamanda bilim insanlarının kendileri Arabist oldular ve çeviriler yerine, doğrudan Arapça metinleri kullanmaya başladılar. Rönesans bilim insanları bilimsel etkinliklerdeki son gelişmeler için, Yunan klasik kaynaklar yerine İslam dünyasına bakıyorlardı. Bu durum, gökbilim ve tıp gibi sürekli yenilenmesi gereken deneysel alanlar için özellikle geçerliydi. (s. 229) Yunan klasik geleneğinin yanıtlamaya çalıştığı sorunları, Arap kaynaklarının daha iyi çözdüğü artık görülebilmektedir. Kopernik gökbiliminin temel taşları: İslam bilimsel sonuçlarının, Kopernik’in çalışmalarından önce elde edilmiş olması ve fikirlerin doğudan batıya göç etmiş olması ile İslam dünyasındaki gökbilimcilerin ve bilim insanlarının, nesiller süren belgelenmiş çalışmaların ve Yunan düşüncesine olan itirazları, gerçek alternatifler üretimlerini göstermektedir. Bu bilgiler belgilendirildiği gibi, çoktan olgunlaştırılmışlardı da! Bu bilim, yeni matematik teoremleri oluşturacak kadar kendinden emindi. Vesalius’un: “Bu Araplar şimdi bize Yunanlılar kadar yakın”  ifadesi çok şey anlatmaktadır. ( s. 230)

Çöküş dönemi

Gökbilimsel düşüncenin üretkenliği. Avrupa’da var olduğu iddia edilen bilim, din çatışması İslam medeniyetinde geçerli olmamıştır. Gazali sonrası dönemi için bile bu iddia doğru değildir. (s. 240) Avrupa’daki tüm kraliyet makamları ve çevreleri, sömürgeleriden gelen altın, gümüş, bedava köle, işgücü ve doğal kaynaklarla doldu taştı. (s. 247) Bilimsel çalışmaların hiçbir maliyeti yoktu çünkü yatırım ile ilgili sermaye ve işgücü ‘keşfedilmiş’ sömürgelerden geliyordu. (s. 248) Avrupa’daki bilimsel gelişmeler, yeni dünyanın ‘keşfi’ ile başlatılan dinamik zenginlik döngüsünün ürünüydü. Zenginlik bilimsel üretimi, bilimde daha fazla zenginliği getiriyordu.  Sürmekte olan sömürge döneminde, askeri gücün dünyayı boyun eğdirmek için kullanılması, Avrupa’da yarışı körükledi.  (s. 249) 

 Prof. Dr. George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesansı’nın Oluşumu

*

Pozitif ilimler, Tevrat, İncil ve Kur’an

Fransız Müslümanlarından Paris tıp akademisi üyelerinden tanınmış operatör doktor Maurice Bucaille 1976 yılında bu eseri yazar. (s. 5 ) Vahiyi doğrudan Allah’tan alan İbrahim Aleyhisselam veya Musa Aleyhisselam aracısız vahiye örnektir. Ya da İsa ve Muhammed aleyhisselam’a nâzil olan vahiy aracılıdır. (s. 7) Hıristiyanlık, İbranice kitabı mukaddes’e bazı ekler yapmak suretiyle onu kabul etmiştir. Kur’an, kendisinin önce inen kitaplara her Müslüman’ın inanmasını emreder. (s. 8)

Batı ülkelerinde, insanlığın İslam dini ile alakalı her şeyde ne kadar cahil bırakıldıklarını bilmekteyiz. (s. 9) Kur’an’dan kanıt getirmek sanki şeytanın bilgisine başvurmuş olmak gibi bir şey sayılıyor. 1972 yılında basılan ‘Hristiyanlarla Müslümanlar arasında bir diyalog için yönlendirmeler’ adlı belge ile  Hristiyanların peşin hüküm ve iftiralarla çehresi değişen İslam imajını bir yana bırakmaya çağırmaktadır. (s. 10) Resmi dört İncil müellifleri, anlattıkları olayların görgü tanıkları değildirler. (s. 14 ) Kur’an, Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla Muhammed aleyhisselam’a nazil olmuş ve derhal yazılarak ezberlenmiş, Müslümanlar tarafından namazlarda, Ramazan ayında ezberden okunmuş vahyin ifadesidir. (s. 15) Ben ilkin Kur’an üzerinde durup, çağdaş ilmi buluşları ile Kur’an metninin ne derece uyumlu olduklarını araştırdım. Bunu, hiçbir peşin fikre saplanmadan, tam bir tarafsızlık ile yaptım. (s. 18) Batı dünyası rönesanstan önce İslam medeniyetinden beslenmiştir. (s. 20) Paris Katolik Enstitüsü profesörü Kannengiesser, incillerin İsa hakkında naklettiklerini ‘artık zahiri manalarına göre anlamamak gerekmektedir.’ İnciller ‘belli şartlar veya mücadele dolayısıyla yazılmış kitaplar’ olup, müellifleri mensubu bulundukları ‘toplumların İsa’ya dair sözlü rivayetlerini yazıyla tespit etmişlerdir.’ (s. 90)
İsa’nın bu dünyayı terk ettiği an ile ikinci asrın yarısı arasında, yani bir yüzyılı aşkın sürede iki dini akım arasında geçen bir mücadeleye şahit olunmuştur. Bu iki akım, Paulcu Hristiyanlık denebilecek Hristiyanlık ile Musevilik Hristiyanlıktır. (s. 93) Putperestlikten hıristiyanlığa dönenler yüzünden, Paul ile Musevi Hıristiyanlar birbirine girerler. Yabancılara açılmak için hıristiyanlığın, musevilik ile kendi arasındaki siyasi dini bağlantıdan kurtulması gerekiyordu. Musevi hıristiyanlara göre Paul bir haindir. Musevi hıristiyanlıktan kalma belgeler onu düşman olarak nitelendirmekte, ikiyüzlü taktik kullanmakla suçlanmaktadır. (s. 94) Gazze’den Antakya’ya kadar suriye-filistin sahilleri hep Musevi Hristiyandır. Afrika’nın ilk defa Hıristiyanlaştırması Musevi Hristiyanlık şeklinde olmuştur. Yahudiler, roma imparatorluğunda saygınlıklarını yitirince Hıristiyanlarda onlardan kopma eğilimi baş göstermiş, o zaman üstünlüğü Yunan Hıristiyanlığı sağlamıştır. (s. 96)
En son Yahudi isyanının vuku bulduğu 140 yılına kadar Musevi Hristiyanlık kültürel yönden yine kendi egemenliğini koruyacaktır. Markos, Matta, Luka ve Yuhanna incilleri 70 yılından itibaren 110 yılına varmayan bir tarih arasındaki dönemin ürünleridir. Paul, gerek onun ailesince, gerek havarilerce İsa’nın düşüncesine ihanet etmiş kişi telakki edilir. Paul, İsa’yı sağlığında görmediği halde, İsa dirildikten sonra kendisine Şam yolunda göründüğünü iddia ederek görevine meşrutiyet kazandırmıştır. (s. 97)

Paul’un resmi İncilleri= Canon= 4 İncil’dir. Kardinal Danielou: “Musevi Hristiyanların 4. asra kadar izleri kalır. Bazı izlerini de, bir ölçüde onların mirasçısı olan İslamiyet izleyecektir. (s. 98) ‘Canon’ haline gelecek olan incillerin kaleme alınması işi ikinci asrın başında tamamlanmış olmasına rağmen bu inciller o tarihten çok sonra tanınmışlardır. (s. 99) Culmann, “Markos, Matta ve Luka İncil kadrosu, tarihi bir dayanaktan yoksun tamamen edebiyat üründen kitaplardır.” der. (s. 102) Matta, İsa’nın bir arkadaşı olduğu bugün kabul edilmemektedir. (s. 107) Markos, en eski tarihli İncil’dir. (s. 112 ) Markos İncili’nin yazılışı papalık tercümesine göre en erken 65 ile 70 yılları arasında olabilir. (s. 113) Luka, Yahudilere karşı olumsuz bir tutumu içindedir. İncil yazarları kişisel görüşlerine uygun düşeni İsa’ya söyletirken, İsa’nın sözlerini bizlere, kendilerinin mensup oldukları toplumların zihniyetini yansıtacak biçimde rivayet etmektedirler. (s. 117)

Matta ve Luka, İsa için farklı soy kütükleri verirler. Davud’dan sonraki isim listesinin de birbirini tutmadığı görülmektedir. Luka, Matta ve Markos İsa’nın nübüvvet faaliyetini de birçok noktalarda farklı şekillerde anlatmışlardır. (s. 119) Fakat Kitab-ı Mukaddes papalık tercümesi yorumcuları Luka hakkında: ‘Onun başta gelen endişesi, olayları somut gerçeklikleri içerisinde tasvir etmek değildir.’ derler. (s. 120) Yuhanna ve öteki üç incil yazarlarınca İsa’ın sözleri farklı şekillerle nakledilmiştir. (s. 121) Yuhanna’nın İncil’de verdiği haberlerin tarihi değeri çok defa reddedilmiş durumdadır. Culmann, ‘Yuhanna’ya yol gösteren, onun teolojik hedefleridir.’ der (s. 123) İsa’nın peygamberlik süresini Markos, Matta ve Luka bir yıl olarak kabul etmektedir. Yuhanna’ya göre ise bu süre, 2 yıldan fazladır. (s. 125) İnciller bağlantısız ve zıtlıkların giderilmesi imkansız gibi görünen edebiyat manzumesidir. (s. 126) İncil yazarları toplumların sözcüleri olmuşlardır. Kudüs kitab-ı Mukaddes okulu profesörlerinden Benoit ile Boismard’ın müştereken yazdıkları ‘Dört İncil’in kaynaklarının topluca özeti’ adlı eserde: “Sözlü rivayetin uzun bir oluşum safhası geçirmesi sonunda meydana gelen ‘sözlerin ilk zamanlardaki şekillerinin sahip olduğu sıhhate sahip olmadığını’ ifade ederler. Bazı okuyucular İsa’nın sözlerinin İncillerde okuduğumuz gibi onun ağzından çıkmadığını fakat onları bize nakleden kişilerce değiştirilerek çevreye intibak ettirildiğini öğrenince belki şaşıracak yahut rahatsız olacaklardır. Bu araştırmada, hayrete, hatta skandala yol açabilecek çok şeyler vardır.” (s. 129- 130) “İncil okurken artık sözlerini İsa’dan geldiğine katiyen emin değiliz. R.P. Benoit: ‘okuyucunun incil’nin birçok yerinde doğrudan doğruya İsa’nın sesini duymaktan vazgeçmesi gerekse bile, duyduğu ses kilisenin sesidir ve kilise, İsa’nın yetkisini tanrı’dan almış tercümanı olduğu için okuyucu kiliseye güvenir.” (s. 133) Paul’un mektupları, İncillerden çok önce yaygınlaşmış ilk yazılı kitaplar olmuşlardır. (s. 134 ) İncillerdeki mucizeler şunlardır: Suyun şaraba dönüşmesi, incil ağacının anında kuruyuşu… gibi. Luka incil’inde, ilk insan ile İbrahim arasında sadece 20 nesil var olduğu ileri sürülür. (s. 141-142) Matta ile Luka İncillerin de verilen soy kütüğünün gerçeğe benzememesi, Hristiyanlığın tefsircileri için son derece can sıkıcı şeylerdir. (s. 143) Dört İncil’den her biri, çeşitli olaylar nakleden önemli bir sayıda öykü ihtiva eder. Sadece bir incile mahsus olan öyküler, yer yer ciddi sorunlara yol açar; şöyle ki, öykünün konu edildiği olay büyük bir öneme haiz olunca, olaydan yalnız bir tek İncil yazarının söz etmesi insanı şaşırtır. Mesela, dirildiği günde İsa’nın, göğe çekilişi hadisesi. Diğer taraftan pek çok sayıda olay vardır ki, iki veya daha fazla İncil yazarı onları birbirinden farklı ve bazen çok farklı şekilde anlatıyorlar. Çoğu kez Hristiyanlar, bu çelişkilerin varlığı karşısında şaşa kalırlar. Zira kendilerine İncil müelliflerinin, İncillerde hikaye ettikleri olayların görgü tanığı oldukları hususunda emin olmaları tekrar tekrar söylenmiştir. (s. 158) İsa’nın havarilerle birlikte yediği en son yemeğe nispetle zaman içindeki yerini, ilk 3 (Matta, Markos, Luka) incileri ile Yuhanna İncili farklı şekilde tayin ederler. (s 159) Matta, Luka ve Markos, İsa’nın yaptığı duayı nakleder ki, bundan da Yuhanna söz etmez. Yuhanna incilinin Kudas müessesesine hiç temas etmeyişi önemli bir husustur. (s. 160) Suyu şaraba dönüşmesini sadece Yuhanna haber verir. (s. 163) R.P. Roguet, ‘İncil’e Giriş’ ( s.182) adlı eserinde: “İsa’nın kabrine gelen kadınların isim listesi, ilk 3 İncil’de birbirini tutmuyor.” der. (s. 164) Luka’da, İsa’nın Paul’a görülmesi haberi ile Paul’un bizlere konu ile ilgili verdiği çok kısa haber de birbirini tutmamaktadır. (s. 165) Roguet: “İncillerde ki bu söküklük, bulanıklık, bu düzensizlik bana güven vermektedir. Zira bütün bunlar ispat ediyor ki, İncil yazarları eserlerini elbirliğiyle yazmamışlardır.” (s. 166) İsa’nın göğe çekilişini ne Yuhanna ne de Matta rivayet eder, olaydan bahseden sadece Markos ile Luka’dır. (s. 167) ‘Dört incilin genel oluşumu’ (II/451) adlı eserde şöyle denir: “Aslında fiziksel manada bir göğe çekiliş olmamıştır.” (s. 168) İsa’nın havarilerle yaptığı son görüşmelerine hikaye eden tek incil yazarı Yuhanna’dır. İsa’nın manevi vasiyetini kapsayan veda konuşması Matta, Markos ve Luka da tümüyle yer almamış olması nasıl izah edilebilir? (s. 170) Kannengiesser’e göre ‘toplumlararası mücadeleden doğma kitaplar’ olan incillerde İsa’ya dair nakledilen hususların ‘artık dış görünümlerine itibar edilmez.’ Kudüs kitab-ı Mukaddes okulu çalışmaları (Benoit ve Boismard) “İncillerin birçok yerinde artık doğrudan doğruya İsa’nın sesini işitme umudunu kesmelidir” diye İncil okuyucusuna ikazda bulunurlar. İnciller, İncil yazarlarının taşıdıkları zihniyet hakkında bilgi vermektedirler. İsa’nın yaşamış olduğu bazı olayların, İncil yazarlarında, kişisel bir düşünceyi savunmak amacıyla kılığı değiştirilerek nakledilmiş olduğuna niçin hayret edelim? İnciller arasındaki apaçık çelişkiler, gerçeğe benzemez durumlar gösteriyor ki, İnciller, yegâne kaynağı insan hayali olan birçok bab ve parçalar ihtiva etmektedirler. (s. 178-179) Batıda İslamiyet hakkında yanlış fikirlere dayalı gerçek dışı o kadar çok yargılarda bulunulmuştur ki, hakiki islamiyetin ne olduğu hususunda fikir sahibi olmak çok güçtür.  (s.183)

‘Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bir diyalog için yönlendirmeler’ başlıklı bir belge, Vatikan Hıristiyan olmayan Milletler sekreterliğince 1970 yılında yayınlanmıştır. (s. 185) ‘En çok dikkat çeken önyargılarımızdan kendi kendimizi kurtarma’ başlığı altında (s. 186) şu maddeler sıralanır: “Kadercilik, İslamiyet’in korku dini olduğu, Cihat,  İslam’ın uyuşuk bir din olup, Müslümanların yeni çağın buluşlarına ayak uydurma yeteneğinden yoksun bırakması” gibi peşin hükümler sıralanır. (s. 187 -189) 8. ile 12. asırlar arasındaki büyük bir sayıda araştırma ve keşifler İslam üniversitelerinde yapılmıştır. Kurtuba’da halife kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva etmekteydi. O zamanda çeşitli Avrupa ülkelerinden ilim tahsili için Kurtuba’ya gidilirdi. İlimlerde, Arap kültürüne ne kadar çok şey borçluyuz. İlim, Uluslararası bir özelliğe ilk defa İslam üniversitelerinde kavuşmuştur. O devrin insanları, şimdiki insanlardan daha çok dindar idiler.(s. 192) Bugün batıda bilimsel bir çevrede tanrıdan söz etmek gerçekten gülünç bir şey gibi görülmektedir. Tıpta Nobel armağanı kazanmış bir ilim adamı kitabında şu görüşleri ileri sürer: “Birkaç temel element yardımıyla canlı madde, kendi kendini tesadüf eseri yaratabilmiştir. Organik canlı varlıklar çeşitli dış tesir altında teşekkül edebilecektir.” (s. 193 )

Eski müfessirler bir kaç manaya gelebilen bir kelime yahut cümlenin hakiki manasını kendi devirlerinde anlayamamış olabilirler. Bugün ancak fen bilgilerimiz sayesinde ortaya çıktığı için, onlar bu manayı o zamanda kavrayamamış olabilirler. (s. 196 )

Kur’an’ı incelemeye başlarken İslamiyet’e dair hiçbir inanç beslemiyordum. İncelemeyi tam bir tarafsızlıkla yapmaktaydım, okuldan bana Müslümanlardan değil, Muhammedilerden söz edilirdi ki, bu tabirle bir insan tarafından kurulmuş olan dine mensup insanların söz konusu olduğu belirtilmek istenirdi. İslami konuda kendim de çok cahildim. (s. 197) Kur’an’da çok sayıda tabiat olaylarının tasvir edilişi, asrımızda sahip olunabilen ve fakat Muhammed devrinde hiç bir insanın en ufak bir fikri olamayacağı olağanüstü bilimsel kavramlara uygun düşmekteydi. (s. 198) Arap Yarımadası’nda oturan bir insanın bazı konularda kendi asrından 110 asır ileri bir kültüre sahip olmuş bulunabileceğini düşünmek için hiçbir özel sebep yoktur. Kur’an’ın nüzulü devresinde, o devrin fen bilimlerinin asırlardır durgunluk safhasında olduğu kesinlik kazanmış bir husustur. (s. 199) Ayetlerin doğru olarak tercüme ve tefsir edilebilmesi için sadece geniş lisan bilgisi yeterli değildir, lisan bilgilerinin yanı sıra çok yönlü fen bilgilerine de sahip olmak gerekir. (s. 200) Batı ülkelerinde, Muhammed kitabı mukaddes’ten yararlanarak Kur’an’ı yazdığı görüşünü ileri sürmede birleşmektedirler. (s. 204)

İsa için İnciller neyse hadis mecmuaları da Müslümanlar için odur. (s. 205) Hadislerin yeniden ele alınması ve ciddi bir tenkide tâbi tutulması zorunlu olmuştur. (s.208 ) Kur’an hem ezberden okunmuş hem de vahiy katiplerince yazılmıştır. İncirlerin sahip olmamış bulundukları bu iki yönlü muhafaza usulüne, Kur’an daha başlangıçta sahip bulunuyor. Metinleri ezberden okuma işi, okuyucuların birbirlerini kontrol edebilmeleri bakımından büyük bir avantaj sağlar. (s. 209) İlk nazil olan ayetlerden olan Alak suresinde, “Öyle bir rab ki kalemle öğretmiştir.” buyrulur ki, Muhammed Hamidullah, Bu ilk vahiy “Kur’an’ın yazıyla muhafaza edilmesinde peygamberlerin gösterdiği ihtimamı izah etmektedir.” demektedir. (s. 210) Peygamberin hicret’ten çok önce, o zamana kadar nazil olmuş metinleri yazıya geçirdiğine, hicret’ten önce nazil olan iki sure işaret etmektedir: Abese, 15-16: “Kur’an, yazıcıların ellerindeki tertemiz ayetlerdir.”; Kur’an arıtılmış sahifelerdendir yazıcıların ellerinde. Furkan, 5. ayet: “Kur’an’ı başkasına yazdırıyor.” Hatırlamak gerekir ki Muhammed ümmi idi. Kur’an’ın Muhammed’in sağlığında yazıya geçirildiğini Kur’an’ın kendisi haber vermektedir. (s. 212 ) Kur’an metninin yazı ve hafıza vasıtasıyla çift muhafaza metodu, değerli bir metod olarak kendini göstermiştir. (s. 213) Ebubekir’den sonra mushaf Ömer’e, Ömer’den de kendi kız ve peygamberin dul kalan hanımı Hafsa’ya intikal etti. (s. 214) Kur’an’da ele alınan birçok konular kitapta dikkate alınmadan serpiştirilmiş durumdadır. (s. 216) Kur’an’ın açık bir fikir edinmek için birçok surelere dağıtılmış haldeki ilgili ayetleri bir araya toplamak gerekmektedir. (s. 217) M.S. 16. Yüzyıl müfessirlerinden Ebu’s-Suud; yaratılışa, her zaman kullandığımız anlamdaki günler halinde değil, ‘dönemler’ halinde gerçekleşmiş gözüyle bakmalıdır. demektedir. (s. 221)

Kendi ekseni etrafında dönmekte olan bir gaz kütlesi yoğunlaşarak kasılmış ve bu gaz kütlesi parçalanarak Güneş ve içerisinde dünyanın da bulunduğu gezegenlerin teşekkülüne yol açmıştır. (s. 236) ‘Kur’an anatomi alanında hayreti mucip birtakım açıklamalar ihtiva ediyorsa, bunun nedeni Arapların bu konularda çok alim olmalarıydı.’ der oryantalistler. Halbuki bu kişiler ilmin ilerleme devrinin Kur’an’ın nazil olduğu dönemden çok sonra gerçekleştiğini unutmuş görünüyorlar. (s. 246) Güneş, kendi adını taşıdığı sistemin tek yıldızıdır. (s. 255) Enbiya, 33. ayet: “O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” ve Yasin, 40. ayet:” Her biri bir yörüngede yüzerler.” indiği dönemindeki inanca göre, yer sabit Güneş onun etrafında dolanmaktaydı. (s. 257) Felek kelimesi eski Kur’an müfessirlerinin zihinlerini karıştırmıştı. Müfessir Taberani, “bilmediğimiz zaman susmalıyız.” (XII/15) der. Kur’an’ın ayetlerinde yepyeni bir kavram vardı ve bu kavram asırlar sonra ancak aydınlığa kavuşturacaktı. (s. 258) 365 günlük jülyen takviminde yılları süresi tam değildir, O yüzden her 4 yılda bir bu süre düzeltilmeye (artık yıl) muhtaçtır. (s. 259) Galaksi kendi ekseni etrafında Güneşle birlikte bir tam devrini hemen hemen 25.000.000 sene de tamamlar ve bu hareket esnasında Güneş, saniyede yaklaşık 250 kilometrelik bir hızla yer değiştirir. (s. 260) MÖ. 6. asırda Pitagorcular, yer kendi ekseni üzerinde döner kuramını savunuyorlardı. (s. 262) Güneşin alemin merkezi olduğunu tasavvur etmekteydiler. (s. 263) Zariyat suresi 47. syette ise evrenin genişlediği ifade edilmekte idi. Evsa’a fiili, bir şeyi genişletmek, yaymak, daha geniş alanlı kılmak demektir. (s. 270) Zevc (çoğulu ezvac) kelimesi, karı koca için olduğu gibi ayakkabılar içinde kullanılır. (s. 304)

Mutton -bird- adlı kuşun kat ettiği 25.000 kilometre uzunluğunda 8 şeklindeki yolculuğu için verilen karmaşık direktiflerin kuşun sinir hücrelerinde programlandığı görülmektedir. (s. 313) Matta ve Luka İncillerinden İsa’ya baba tarafından ve üstelik birbirinden farklı soy kütükleri vermişlerdir. (s. 338) Kitab-ı Mukaddes, tüm günahkar insanlığı cezalandırmak üzere dünya çapında bir tek Nuh tufanından söz ederken, bunun aksine Kur’an, adı sanı belli kavimlerin çarptırıldığı birçok cezaları zikretmektedir. (s. 344) Kur’an’da Nuh tufanı özel olarak Nuh kavmine mahsus olan bir ceza olarak takdim edilmektedir. (s. 345) Kur’an’daki Musa’nın çıkışı kıssasını teşkil eden öğeler birçok surelere serpiştirilmiş durumda olduğundan bunları, yerli yerine oturtmak gerekir. (s. 353) İncilleri yazan kişiler naklettikleri sözlere bizzat tanık olmuş değillerdir. (s. 387) Kur’an Müslümanlarca ezberlenmiş ve Muhammed’in sağlığında yazıyla tespit edilmiştir. Sıhhat açısından Kur’an’ın hiçbir sorunu yoktur. Kur’an, çelişkilerden masun olduğu gibi, çağdaş bilim verileri ile de bağdaşır. (s. 389) Kur’an, Allah’tan nazil olduğu gibi değişmeden korunmuştur. (s. 390)

 Dr. Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an

*

Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi

Müslümanlık ticaret ahlakı bakımından Hıristiyanlığı geçmişti. (Will Durant,  İslam Medeniyeti, s. 64) Doğu, nezaket ve görgüde batı’yı geçmişti. (s. 84) Kamu işlerindeki idareleri o devrin batı dünyasındakinden çok iyiydi. (s. 199) 700’den 1200’e kadar Müslümanlık, iktidar, kudretinin düzeni ve yaygınlığı, hayat seviyesi, görgü, insan hakları, dini hoşgörü, edebiyat, ilim, tıp ve felsefede bütün dünyaya öncülük etti. (s. 259)                       

                                                                  Giriş

Kitabın özetine geçmeden önce yazarın Müslüman olmayan Alman bir bayan olduğunun, dolayısı ile İslam’ı her yönü ile  içinden biri gibi göremediğini – doğal olarak – bazı konularda biz Müslümanlardan farklı düşündüğünü, bir de kitabında özellikle genel anlamı ile Müslümanlardan daha çok (Araplarla Müslümanların batı dünyasında eşit anlama geldiği için ki bunun Alman yazar kadar Dr. Abdul Latif Tibawi’de, Krizdeki oryantalizm adlı eserinde altını çizer) Arap kökenli Müslümanların batı alemine -ilim, sanat, edebiyat  vs dallarında- yaptığı katkıları kitabında ele aldığını altını çizelim.

Yazar Sigred Hunke Almanya Kiel doğumlu olup ömrünü İslam medeniyetini araştırmaya adamıştır. Hunke batının İslimi bilime olan kompleksini şu sözleriyle açıklar: ‘Batının sayısız değerler borçlandığı İslam medeniyetinden söz ederek hakikatin ortaya çıkarılma zamanının geldiğine inanıyoruz. Batı tarih, ilim, fikir, sanat eserlerinde Yunan ve Roma dönemleri uzun uzun  anlatılırken sonraki bin yıl sanki hiç yaşanmamış gibi hemen yeniçağa atlarlar. Müslümanların tam yedi yüz yıl boyunca medeniyet ışığını taşıdıklarını, Yunanlılardan iki kat daha fazla insanlığı aydınlatmış olduklarını ağızlarına bile almazlar. Batılılara  göre Müslümanların rolleri sadece ilkçağ yunan bilim hazinelerini batıya aktarmaktan ibarettir. Buradaki asıl amaç İslam medeniyetinin Avrupa’ya hocalık eden büyük başarılarını unutturmak ve onlara hakaret etmektir.’ (s.14)

Kitaba mukaddime yazan rahmetli Ahmet Kabaklı günümüz Türkiye’sinde de aynı düşüncenin benimsenmiş olduğunu, tüm eserlerimizde bizim de sadece Yunan ve Avrupa medeniyetlerinden bahsedildiğini, Avrupa’nın kıskançlık ve din taassubu ile saçtığı propaganda zehrinin bizim aleyhimize olduğu halde aynen benimsediğimizi belirtir. (s. 15) Avrupa’nın sadece ilim ve tıbbını, deneysellik metodunu, hukuk kurallarının çoğunu, matematik, astronomi, fizik, kimya esaslarını değil, aynı zamanda görgüsünü, müziğini, mimarisini, masalını, aşk türkülerini, oyunlarını hatta yıkanma, giyinme, moda tarzlarını ve usullerini bile, İslam’dan aldığını, reddedilemez bir şekilde kesinlikle ispatlıyor. “Atalarının mirasından utanmak şöyle dursun, onunla iftihar etmek, yeni bir şahsiyet ufkuna kavuşmak için”  bu eserin okunmasını Kabaklı tavsiye eder. (s. 16)

                                                      Sigred Hunke’nin Önsözü

  Avrupa tarihi yalnız başına bir dünya tarihi değildir. Dünya medeniyetler tarihi bütün medeniyetlerin tarihi iken batılı bakış açısıyla dünya tarihi ise sadece Avrupa dairesini çevreleyen merkezinde cennet mevkiinde Yunanistan ve Romanın  olduğu bir tablo çizmektedir. Artık batı Dünyasının şükran duyguları borçlu olduğu bir toplumdan bahsetme zamanı gelmiştir. Orta çağda Müslümanlarla batılıların 750 sene süren komşulukları esnasında Yunanlılara nazaran insanlık medeniyetini en az iki kat geliştirip batıya birçok konuda tesir eden Müslümanların dini inançlarından dolayı her zaman göz arda edilmişlerdir. (s. 18)

  Bu kitap genel bir İslam kültüründen değil bu kültürün bir parçası olan Araplardan onların tarihinden bahsetmektedir. Bu kitap Arap medeniyetine karşı uzun zandan beri borçlu olduğumuz teşekkürü ispat için yazılmıştır. (s. 20)

I. Bölüm

Yazar kitabın çeşitli sayfalarında batı medeniyetine geçmiş Arapça kökenli kelimelere örnek verir: Kahve, ceket, fincan, şeker, limonata, muz, portakal, ıspanak, divan, satranç, matt, bavul, şifon, saten, atlas, alkali, soda, gaz…(s. 25-28), Filika , kablo, tersane, amiral, kalafatçı …(s. 51), kasket, cepken, bluz, iç eteklik (s. 52), cebir(s. 63), otel (s. 77), Zenit, Azimut, …Yıldız isimleri: Algol, Wega, Rigel Denob… (s. 95 ) , azimut (s. 109), sinüs (s.128) Kimya, simya, Alkali, Borax, İlaç, Eczane, Potasyum, Vernik, Sodyum, Soda,… (s. 235), Amiral (s. 298) ve musiki aletleri ( s. 394-396)

Roma ve Bizans’ın ‘Kimse Mısır ve Suriye’ye seyahati göze alamaz.’ şeklindeki propagandaları doğuyu batıdan ayırır. Halbuki Hıristiyan hacılar Kudüs’ü rahatça ziyaret edebilmekte, başta Harun Reşit, el-Muntansır gibi halifeler, Hıristiyan din adamlarının Kudüs’te rahatça görevlerini yapabilmektedir. Kayzer Şarl’a Kudüs’ün anahtarını vermesi de, Avrupa’da Müslümanların kutsal şeylere saygı göstermediklerini yaymalarına engel olmaz. (s. 31)  Ticaret vasıtasıyla Venedik ve Cenova’lı tacirler hayatlarının en az 6 ayını İslam kültürünün içinde geçirirler. (s. 35) Sadece ziraatçılık ve çiftçilikle hayatlarını geçiren Avrupa’da, bu ticaret sayesinde kansız bir toplumsal bir devrim meydana gelir, hayat canlanır. (s. 40) İslam’ın hızla ilerlemesi ve doğudaki ticaretin canlılığı Avrupa’da Haçlı seferlerinin başlamasına sebep olur. Bir Hıristiyan yazar içki alemlerinin sarhoşluğu ile yakılıp yıkılan kütüphaneler ve sanat eserlerinin görüntüsünü, ‘Dünya yaratıldığından beri, Dünya’yı en fazla çöle çeviren bir ganimet seferi’ şeklinde tanımlar. Hıristiyanların asırlarca devam eden faydasız gayretlerinin bilânçosunu, İspanyalı Fransisken rahip Ramon Lull ,’sonunda hepsi de hedeflerine ulaşamadan bitip tükendiler.’ şeklinde belirtir. (s. 42) Araplar Çinlilerden aldıkları kağıdın ilk fabrikasını daha Harun er-Reşit dönemimde 794 yılında Bağdat’ta kurmuşlardır. (s. 47) 12. asırda Hıristiyan hacılar Endülüs’ten aldıkları ilk kağıt yaprakçıkları memleketlerine götürürler. Ulman Stromer 1389 yılında Nürenberg ‘de Almanya’nın ilk kağıt fabrikasını kurar .İlim artık bir sınıfın (rahiplerin) imtiyazında kalmaktan kurtulur.

Amalfi’li Flavio Gioja, pusulanın  ilk mucidi bilinirken aslında Araplar bunu çok önceden kullanmış Haçlı Seferleri sırasında Maricourt’lu Petrus Müslümanlardan aldığı bilgileri 1269 da Fransa’ya sunar ve ancak elli sene sonra 1320’ de İtalyan F.Gioja pusulayı sözde keşfeder. (s. 48)

Roket tekniğini de barutu da Araplar kullanır, Hasan er-Rammah 13. asırda yazmış olduğu harp tarihi adlı eserinde bunlardan bahsederken, batıda barutun sözde mucidi Fransız Berthold Schwarz olduğu iddia edilir. (s. 50)        

Venedik Gondolu’nun şekli, Venedik’in, Şark’la flört ettiği devrin zarif hatırasını belirtmektedir. Avrupa ayrıca Araplardan sulama sistemi, haberleşme sistemi, kiliselerde tespih, buhurdanlık gibi usulleri de almışlardır. (s. 51)

Avrupa banyoyu da  Araplardan öğrenmiştir. Tartuşi Fransa yolu ile seyahati sırasında gördüklerini şöyle anlatır: ‘Onlardan daha pis hiçbir şey göremezsiniz. Onlar senede bir veya iki kez o da soğuk suyla yıkanırlar. Elbiselerini yıkamazlar, ancak yırtık pırtık hale gelince üzerlerinden çıkarırlar.’ Avrupa Hıristiyan alemine göre yıkanmak için soyunmak gerekir, bu ise utanmaya aykırı bir kavramdır, dolayısıyla banyo yani soyunma günahtır. Özellikle 10. asırda binlerce hamamın, masör ve berberlerin hizmet ettiği Bağdat gibi şehirler için bu gibi şeyler düşünülemezdi bile. Kısaca Arap medeniyeti ticaret, haçlı seferleri, gezginler vasıtasıyla batının günlük hayatına ekonomik ve kültürel yönden olumlu yönde etkilemiştir. (s. 53)

II. Bölüm

Dünyanın bütün medeni milletleri Arapların bize öğrettikleri rakamları kullanmaktadır. (s. 56)  Araplar sayı yazımlarını Hintlilerden almış, geliştirerek Avrupalılara aktarmıştır. Mesela, 487,  Roma rakamları ile CCCCLXXXVII şeklinde yazılmakta idi. Bu ve benzeri en basit bir hesabı yapmaya bile imkan vermeyen sistemden Avrupa’yı Araplar kurtarmışlardır. (s. 59) Algoritma’yı 12. asırdan itibaren Avrupa’ya el-Harezmi öğretmiştir. Fakat bu gerçek batıda ancak 1845 yılında Fransız Reinand tarafından ile getirilebilmiştir. (s. 65) el-Harezmi’den önce batıda özel bir matematik ilmi yoktu. (s. 66)

                                 Arapların tedrisinden geçen Papa Aurillac’lı Gerbert

945 doğumlu Gerbert Endülüs’te matematik ve astronomi öğrenir. Zamanla (971)   Roma’ya döner. 999’da Papa halefi olur. Hasımları onu Müslümanlara ait şeytan aletleriyle araştırmalar yapmakla suçlar. Onların nazarında Gerbert, büyük bir kara büyücü ve sihirbazdı. Hıristiyanlığın esaslarına aykırı düşen incelemelere girişmeyi, Müslümanlardan başka kimden öğrenebilirdi? O, Ruhunu Şeytana rehin bırakmıştı. (s. 69) Gerbert, dokuz rakamla hesap yapan ve  Arap rakamlarını ilk defa Avrupa’da kullanan ilk batılıdır.

Batıda sayılara isimleri Laon’lu Radulfh vermiştir. Bunlar Arapça ile benzerlikleri ile şaşırtıcıdır: 4: Arbas ( Arapça Erbaa ), 5: Quimas ( Arapça Hamse ) , 7: Zenis ( Arapça Seba), 8: Temenias ( Arapça Semanie )  (s. 70 )

12. Asırda bir papaz, “Piza’nın caddelerini dolduran ve şehre vahşi çehrelerini veren kâfir, korkunç deniz canavarları” şeklinde tarif ettiği Araplar’dan (s. 76) Avrupa’da bilimin öncülerinden kabul edilen Piza’lı Leonardo’da (Başta matematik hocası Sîdi Ömer’den) dersler alır. Leonardo, İskenderiye ve Şam kütüphanelerini altına üstüne getirir ve bu bilgilerle ülkesine döndükten sonra zaman içinde meşhur olur (s. 79-81)

 Sonuç olarak Arap rakamları batıyı fethetmiştir. Bu rakamların, tabii ilimlerle nakliyatta, teknik ve ekonomik alanlardaki büyük önemi, dünyanın bütün medeni devletlerince kabul edilmektedir. (s. 89)

S. Hunke, eserinin 81 ile 87. sayfalarında sıfırın tarihi seyrine dair ilginç örnekler verir.

  

III. Bölüm

 “ Beşer Allah’ın birliğini ispata yıldızlar ilmi sayesinde muvaffak olur.” Battani. (s. 91)

 Arap astronomistlerinden Muhammed İbn-i Musa, Batlamyus’un “Astronomi cetvellerini “ düzeltmişlerdir. (s. 96) Halifenin emri ile dünyanın çevresini ölçmüştür. Felsefe, mantık ve meteoroloji ile de ilgilenmiştir. Kardeşi Ahmet ise tekniğe düşkün, ev ve el  aletleri mucitçisi idi.  Mekanik sanatında Heron gibi şahısların elde edemediği neticelere ulaşmış biridir. (s. 98) Ahmed teknik aletler yapar; küçük miktarlarda su akıtan ibrikler, sıvıların izafi ağırlığını hesaplayan kaplar, bir kabı boşalır boşalmaz hemen dolduran aletler, otomatik lambalar, otomatik düdüklü su aletleri vd. Ahmed ayrıca Yunanlıların semayı dokuzuncu bir kürenin kuşattığına dair yanlış görüşlerini bir astronomi eseri ile çürütür. Kardeşi Muhammed ile bir saat icad eder. Ahmed, kardeşi Muhammed’in astronomi bilgilerinden hareketle teknik bilgisini konuşturur ve bir cihaz icad eder. (s. 99) Üçüncü kardeş el- Hasan, geometride kendini geliştirir. Ayrıca elips adı verilen bahçe şekillerinin de mucididir. Tabii bu buluşların temelinde Arap halifelerinin ve onların desteklediği alimlerin  bu çalışmalara verdiği destek vardır. Mesela bir mütercime ayda 500 dinar (7500 altın Mark)  ödenirdi. Bu sadece eski Yunan metinlerinin kaybolmasına engel olması için tercüme yapanlara aylık önenen ücrettir. (s. 101)

Arap astronomi alimleri arasında aysısı tespit edilebilen 534 kişi’den yukarıda adı geçen 3 kardeş, yaptıkları araştırmalar ile Yunanlılardan itibaren gerilemekte olan yıldızlar ilmini, yeni bir olgunluğa kavuşturmuş, geliştirmiş ardından da batıya aktarılmasına vesile olmuşlardır. Onlar eski aletleri geliştirip, yenilerini bulma başarısını göstermişlerdir. Onlar kendi metotlarını oluşturmuş, matematikte yeni dalları geliştirmişler, astronomi hesaplarında, batıya temel teşkil eden fikri vasıtalar sağladırlar.

                                                                      Mekanik

Astronomi ilminin gelişmesi, yeni keşiflerin bulunması ve ilerlemesi, ne Romalı ne Hintli; İlk defa Araplar sayesinde olmuştur. (s. 105)

Kur’andaki gökleri araştırma ile ilgili ayetler ve efendimizin “gök ve yerler Allah’ın varlığını hatırlatır.” mealindeki hadisler Müslümanları astronomiye yöneltmiştir. Astronomi sayesinde Müslümanlar namazdan oruca ibadetlerinin zamanlarını, Kabe’nin yönünü tayin edebilmişler bu ilmi dini anlamada aracı kılmışlardır.  (s. 106)

El-Battani, Nasiruddin, et-Tusi, Uluğ Bey, Biruni gibi alimler yanında İbni Firnas gibi alimlerde Endülüs’te 880 yılında ilk uçağı icat etmiştir. (s. 108)

Araplara hayran olan Kastilya’lı kral X. Alfons Arapça bilim kitaplarını kendi diline çevirtir.’Arap metotlarıyla’ o zamana dek yapılan en iyi usturlabları yaptırır. (s. 110)

Kral özellikle kendisinden 200 yıl önce yaşayan es-Sarkali’nin astronomi üzerine yazdığı eseri kendi diline çevirince bu eser ‘Alfons cetvelleri’ diye meşhur olur ve yüzlerce yıl Avrupa da astronomlar bu cetvelleri kullanır. (s. 111)

Avrupa ilk defa 10. asırda gezgin öğrenciler vasıtasıyla Arap astronomi aletleriyle tanışırlar. Batıda ancak 14. asırda bu aletler üretilmeye başlanır. (s. 113)

Araplar, Ptolomeus’un basit kadranını (Saat- pusula düzlemleri) geliştirerek yeni aletler icat etmişlerdir. Ayrıca Araplar sekstant ve oktant aletlerini ve çalar güneş saatlerini bulmuşlardır. (s. 113) Harun el-Reşit’in elçilerinden Abdullah, bu saatlerden birini 807 yılında Aachen’de, Kayzer büyük Karl’a hediye etmiştir. (s. 114)

                                                                             Astronomi

Araplar miras aldıkları kültür hazinelerini, bir reçete gibi kabullenmediler. Ele geçirdikleri yabancı bilgilerin sonuçlarını hemen kontrol edip hatalarını düzelttikten sonra bunların üzerine yeni bilgiler eklemeye başlamışlardır. Onlar deney ile ispatlamadan hiç bişey kabullenmemiştir. Mesela Sabit Bin Kurra Aristo ve Ptolomeus’un eserlerini tenkit eden eserler yazmış, astronom Theon’un gözünden kaçanlar gibi eski bilgileri eleştirmiş ve geliştirmiştir. Hiparch ve Ptolomeus’dan beri süre gelen birçok hatayı düzelten, yenileyip geliştirenler Araplardır. (s. 121) Batı, el-Hıvarizmi ve Me’mün Cetvelleri ile el Battani’nin Sabii, İbn Yunus’un Hakimi Cetvellerini, Alfons’un Cetvellerine esas teşkil eden es-Sarkali’nin Toledo Cetvellerini alarak Kopernik Devrine kadar onları kullandı. Fransız Sedillot, “Bağdat astronomları daha 10. asrın sonlarında nihai noktalara varmış durumdaydılar” demektedir. (s. 116) Mesela bunlardan el-Fergani, ekliptik eğimi (s. 121) ve güneşin yörüngesini ilk bulanlardandır. Sabit Bin Kurra ise dünyanın güneş etrafındaki dönümünü iki ayrı metotla ölçmüştür. Batıda Alhazen lakabıyla tanınan Hasan İbni Heysem ise ışığın kırılması nazariyesini ileri sürmüştür. Öklid ve Ptolomeus gözün ışık yaydığını ileri sürerken İbni Heysem ise ‘Göz ışık yaymaz, cisimlerden göze ışık gelir, adeseden geçerek görünür olur’ der. Heysem ayrıca Ay’ın ışığını Güneşten aldığını, fotoğrafçılıktaki karanlık odayı, hava tabakasını 15 km olduğunu, projektörün etki kanununu, ilk okuma gözlüklerini bulandır. Heysem tüm bu sonuçlara sayısız denemeler, sonucu ulaşmıştır. Heysem’in optik fizik alanındaki görüşleri Yeni Çağ’ın ortalarına kadar Avrupa ilmine hakim olur. (s. 120) el-Bitruci ise gezegenlerin sürüklenmeleri ve dış merkezli dairelere dair teorileri ileri sürer. el-Kindi ise açıların pergel ile ölçümünü ve sıvıların izafi ağırlıklarını hesaplamıştır. Ali b. Süleyman 1000 senesinde “Atom nazariyesini” ileri sürmüştür. (s. 122)  Şüphesiz Kopernik bu alimlerin eserlerinden etkilenmiş ve fazlasıyla yararlanmıştır. Kopernikvari dönüş nazariyesini 500 sene öncesinden el-Biruni bulmuştu. 1800’lü yıllarda bile İbni Yusuf’un eserlerinden yararlanılmakta idi. (s. 117) Karanlık oda, pompa ve torna ile ilk uçak makinesinin sözde mucidi Da Vinci birçok yönden Araplara tabi olmuş, el-Heysemden ilhamlar almıştır. Galile Teleskopu’nun arkasında da el-Heysem’in gölgesi vardır. (s. 120)   Kısaca deneysel araştırmaların ilk öncüleri Roger Bacon veya Baco Von Verulam, Leonardo Da Vinci veya Galile değil, Araplardır. (s. 119)  İbni Bace (Avempace), İbni Tufeyl (Abubecer), İbni Rüşd (Averroes), el- Bitruci (Alpetragius) tarafından yönetilen, Aristo ile Ptolomeus’un görüş tarzları arasındaki fikri mücadele, 13. ve 14. asırlarda Endülüs’ten Fransa, Almanya ve İngiltere’ye uzanır. Büyük Albert, Thomas d’Aquin, Roger Bacon, Jean Buridan, Dietrich gibi mücadelecilerin sahneye çıkmalarına vesile olur ve batı düşünce ve tefekkürü harekete geçirir. (s. 124)

  

                                                                         Matematik

Araplar matematiğin üstadı idiler. Romalılar bu sahaya hemen hemen hiçbir şey getirmediler. Araplar yeni ilim dalları meydana getirdiler, diğerlerini de Hintlilerle Yunanlıların ulaştırdıkları seviyeden çok yukarı çıkardılar. Rönesans’ımızın üstatları, onun için Yunanlılar değil, bilakis Arpalar oldular. (s. 124-125)

Arap matematik zekasının “İlimlerin en güzel dalı” saydıkları bu hesap dalına büyük düşkünlükleri vardı. Aritmetiği sistematikleştiren el-Harizmidir. Piza’lı Leonardo başta cebir olmak üzere bilgilerini Ebu Kamil eş-Şucâ’, el- Biruni, İbni- Sina, el- Karaci gibi alimlerin eserlerine borçludur. (s. 126)  Arapların hesap ve cebirini batıya öğreten ise Alman kontu Von Eberstein’dir.  Batıda bilinen “matematik üslup” tamamen Araplar tarafından meydana getirilmiştir. Batı bu ilmi Araplardan aldı, Yeniçağın ortalarına dek korudu ve kullandı. Virgülün arkasındaki ondalık kesirle hesap yapmayı da Araplar bulmuştur. (s. 127) Cebirdeki bilinmeyen işareti “X” te arap işaretidir. Araplar bilinmeyen meçhule “ Şey” derlerdi. Kısaca bunu “ş” ile gösterirlerdi. İspanyolcada, “ş” harfini karşılığı ise “X” işaretidir. Araplar sinüs, tanjant kurallarını, trigonometrinin esas formlarını oluşturdular. (s. 128) Batı, Sexagesimal hesap ile dairenin altmışa bölünmesini de Araplardan öğrenmişlerdir. Ayrıca batılılardan 700 yıl önce diferansiyel hesabını ortaya çıkarmışlardır. (s. 129)

Arap zekasının bir çok kıvılcımı batıya atlamamış olsa bile, batı karanlıklardan aydınlığa çıkmasını Araplara borçludurAraplar ilmi düşünce ve araştırmayı ateşleyerek, harekete getirip, beslediler. Rakamları, geliştirdikleri aletleri, aritmetik, cebir, kürevî trigonometri ve optikleri sayesinde batıyı tabii ilimler sahasında artık kendi alet ve keşiflerine dayanarak, ilerlemeye kalkışacak bir seviyeye getirdiler. (s. 130)

                                                     Astroloji ( Müneccimlik, Yıldız ilmi )

Başta dinlerde güneş, ay, Venüs, Jüpiter, yıldızlarla uğraşmak ceza gerektiren ilimlerdendi. Bu nedenle Papalık, İspanya’da,  şeytana tapan” saydıkları Araplardan, büyük paskalya yortusu ile yortudan önceki haftaların tarihlerini öğrenmek zorunda kalırlar. (s. 131)Kur’an inananları semayı incelemeye çağırmıştır. Müslümanlar her ilmi esere, Allah’ın adı ile başlarlar. Bu onları bir mistik korkunun bataklığı içine gömülmekten de korumuştur. (s. 132) Bu alanda en ünlü isim ise el-Biruni’dir. Batıda ise astronomi, astrolojinin büyülü dünyası sayesinde yer dinebilmiştir. (s. 138)

IV. Bölüm

                                                               Şifalı eller

“İbni Sina, er- Razi ve İbni Rüşd’ün eserleri, Hipokrat ve Galen’inkilerle aynı değerde kabul olunmuşlardır.“ Agrippa von Nettesheim

Yazar 139-142. sayfalar arasında batılı (frenk) doktorların sonu ölümlerle biten tedavilerine örnekler verir ve “Dünyanın neresinde eczacılık ve sağlık işleri Araplar derecesinde olgun ve kapsayıcıdır? Onların modern hastaneleri, tedavi metotları, hijyenleri örnek teşkil edecek durumdaydılar.” diye sorar. (s. 141) Ne Romalıların ne Yunanlıların bir tıp kültürü meydana getiremediğini (s. 145) söyleyen yazar,  Kilise öğretmeni Tatian’ın, eczanelerin bir çeşit dinsizlik ve küfür olduğunu ilan ettiği şu cümleyi aktarır: “Dünyevi ilaçlar tanrıya güvensizliktir. Neden köpekler gibi otlarla tedavi oluyorsunuz?” (s. 143) Kiliseye göre aletlerle hastalık tedavisi insana şerefine dokunucu bir iştir ve kilise mensuplarına kesinlikle yasaktır. Frenklerin başpiskoposu Gregor von Tours, ‘Doktorların aletleri neye yarar ki, ancak ızdırabı artırır, halbuki bizim sevgili azizimizin sadece bir tane çelik aleti vardır.” Der. (s. 144) Rossano’lu Aziz Nilus, yanına gelen Araplardan tıp eğitimi almış Donnolo’yu şu cümlelerle başından savar: “İsa’ya güveniyorum, senin ilaçlarının tedavisine ihtiyacım yok.” (s. 146) 

Haçlı seferlerinin büyük vaizi Clair-Waux’lu Bernhard ise hastalanan papazlara, “Kurtuluşunuzu dünyevi ilaçlar kullanarak tehlikeye atmak size yakışmaz.” demektedir. (s. 146)

Hıristiyanlığa göre ateş içinde kıvranan bir hasta, günahlarını itiraf etmeden doktor isteyemez. Bu husus 895’te Nant’da toplanan Sinod (kilise meclisi) ile karara bağlanmıştı. Papa III. Innocent (1216) “ günah itiraf ettirilmeden hastayı tedavi eden doktor, kiliseden uzaklaştırma cezası alır” şeklinde meclis kararı verdirir. (s. 146) Aziz Chrysostomus ise hastalıkların insani günahların sonucu olduğunu ileri sürer ve hasta bir Hıristiyan’ın Müslüman bir doktora tedavi olması halinde kiliseden aforoz edileceğini bildirir. Aynı dönemlerde Kahire doktorlar odası başkanı İbni Rıdvan ise. “doktor düşmanlarını da aynı ruh, alaka ve özenle tedavi etmelidir.” demektedir. (s. 147)

 Haclı seferlerinden dönüşte avrupada tıp ilerlemeye başlar. İlk hastanelerden biri Paris’te kurulur; Hotel-Dieu ( Tanrının konağı ): Yer samanlarla kaplıdır, kadın erkek karışık, bulaşıcı hastalık taşıyanla hafif hasta yan yana ve ortalık haşereden geçilmez durumdadır.  (Mak Nordau, Aus dem Wahren Miliarlande, I/121) Aynı dönemde İslam alemindeki bir hasta ise özel oda, banyo, iyileşince dinlenmesi için 5 altın para, kitap ve müzik desteği, temizlik, beyaz çarşaflar ve aydınlık bir ortamda tedavi görmektedir. (s. 149) 10. asırda sadece Kurtuba’da 50 hastane bulunmaktadır. Köylere kadar ulaşan sağlık merkezleri yanında hapishanelerde bile hastaneler kurulmuştu. Tedavi parasızdı ve iyileşene elbise ve hemen çalışmaya başlayıp dermansız kalmasın diye bir aylık para yardımı yapılıyordu. (s. 153) O dönem Arap tıbbı; Başhekim, masraflar için vakıf, kayıtlar, müfettişler, dahiliye,hariciye, asabiye,göz ve ortopedi gibi ihtisas alanları, Tabipler odası, sertifikalandırma … gibi günümüz tıp teknolojisini aratmayan özelliklere sahipti. (s.  1151-156)  831 yılında Rheingau’da bir tane bile doktor bulunmazken, sadece Bağdat’ta serbest doktorluk yapan sayısı 860’ı geçiyordu. Buna resmi doktorlar dahil değildi. (s. 157)

Tıpta ilk kez ihtisas imtihanını Araplar meydana getirmiştir. Yazar bir diploma örneği verdikten sonra (s. 159) İslam aleminin ünlü doktorlarının ( Ali b. Abbas, İ. Rıdvan, İbrahim b. Kura, İ. Sina) damar-sinir, kanser, idrar hakkındaki öğrencilere tavsiyelerini sıralar. (s. 159-161)

6. asırda Paris tıp fakültesi dünyanın en küçük kütüphanesine sahip idi. Kütüphanedeki tek eser (el-Havi; Continens) bir Arabın idi:  Er-Razi batıda Rhases adı ile meşhurdu. (s. 162) Tıp-kimya başta birçok alanda 230 eser bırakan Razi, dünyanın iki mihver etrafında döndüğümü, güneşin dünyadan büyük, ayın ise küçük olduğuna ve feza boşluğu, mıknatıs gibi, çiçek- kızamık, sağlık lügati, pratik sağlık bilgileri, böbrek, çocuk hastalıkları… alanlarda da eserler vermiştir. O aynı zamanda kimyayı tıbbın hizmetine ilk sokan kişi olmuştur. Hipokrat eserinde, Hiçbir şey yapılamayacak hastalıklardan uzak durmayı öğütlerken er-Razi, ölüm meydana gelene dek hastanın cesaretinin artırılması gerektiği, hastaya yaşama kuvveti verilmesi gerektiğinin altını çizer. (s. 162-172)  Batıda akıl hastaları kötü ruhun tesirinde kabul edilip dayak ile tedavi edilmeye çalışılırken, Arap ülkelerinde sinir hastalıkları uzmanları kliniklerde tedavi görürlerdi. Bu konuda batıda ilk adımlar ise ancak 1751 yılında İngiltere’de atılmıştır. (s. 174 )

 İbni Nefis ilk kez kan dolaşımını bulan kişidir. (s. 179) Halbuki daha sonra batılı Colombo bunu kendisinin bulduğunu ileri sürer. Tıpkı bunun gibi başka buluşlarını da daha sonra Michael/Miguel Serveda üstlenir. (s. 182) Serveda daha sonra yazdığı tıp ve Hıristiyanlık üzerine eserlerden ötürü 1553’te Cenevre’de diri diri yakılarak öldürülür. (s. 184) Bu Arap doktor, doktorların üstatlarında olan Galen’in fikirlerini aynen almak yerine, fikirlerinin yanlışlarını düzeltmiş, fazlalıklarını ise atmıştır. (s. 181)  İbni Sina şarbonu ilk kez tam olarak açıklarken, et-Tabari ise uyuz hastalığına neden olan paraziti bulmuştur. İbn-i Rüsd’ün çiçek hastalığını üzerine yaptığı buluşlardan 200 sene sonra bile Kayzer I. Maximilien bir kararname ile çiçek hastalığının ilahi bir ikaz olduğunu, bunu inkarın küfür demek olduğunu ilan eder. 9. asırın ilk yarısında ise Maseveyh cüzam hastalığını her yönü ile açıklarken Avrupa’da ise 16. asrın başlarında bile cüzamlıların kaderi tamamen kilisenin elinde idi. (s. 188–189) Veba 14. asırda Avrupayı kasıp kavururken, 1348 yılında tıbbi bir rapor yazan Montpellier Üniversitesinden bir profesör vebanın yayılma nedeni olarak hastan bakışlarının olduğunu ileri sürüyor,  doktorlara hastaların gözlerini kapamalarını öğütlüyordu. İsviçre ve Fransa suçu Yahudilere, Narbonne halkı İngilizlere, Belçikalı Doktor Simon de Vovino ise Jüpiter’e atmakta idiler. (s. 190) Boccaccio ise yazdığı raporda ne ilim ne insani tedbir bir sonuç alamadığında tanrıya tövbe etmeyi öğütlemekte idi. Aynı yıllarda (1348) Gırnata Sultanının veziri İbn-i Hatib vebanın temas ile bulaştığını tespit etmiştir. (s. 191) Batı muska-sihirle vebaya care ararken İspanya’da doktorluk yapan İbn-i Hatima’da hastalığın temas ile bulaştığını ilan etmektedir. Tüm bunlardan sonra II. Büyük veba salgınının ardından Arap tıp ilmini özümseyen Prof. Chalin de Vinario, vebanın temas ile bulaştığını eserine yazar. Müslümanlarla komşu olan İtalya bunun üzerine resmi sağlık servislerine Arap doktorları tayin eder. (s. 192)   Arap Doktor Ebu’l-Kasım Hemofili üzerine açıklamalarda bulunur, Yunanlıların geri seviyede bıraktıkları kadın hastalıkları konusunda yeni usul ve aletlerle büyük ilerlemeler kaydeder. Ceninin ters doğumuna müdahaleyi ilk o tavsiye eder. Kolpeurynter aletini ilk o icad eder. (s. 193)  Fransız cerrah Pare’yi üne kavuşturan büyük damarların bağlanmasını ondan 6 asır önce Ebul-kasım bulmuş idi. Ayrıca ‘Trendelenburg Durumu’nuda ilk o bulmuş idi.  (s. 194) Araplar Yunanlıları en çok göz alanında yaptıkları çalışmalar ile geride bırakırlar. Damar içi şırıngalama ve buz torbası İbni Sina’nın icadıdır. Ayrıca narkoz ve antibiyotiği de bulmuşlardır. (s. 196)   Ayrıca psikoterapi, müzik ile tedavi konularında da İbni Heysem ve İbni Sina çalışmalarda bulunmuşlardır. (s. 197)

  Arap patent hakkı batı’da tanınmış değildir.   (s. 197)

 Hipokrat’ı bile yazdığı eserlerle eleştirecek seviyede bulunan Ali İbni Heysem, bir çok yönü ile tam bir eser kabul edilen el-Kitabü’l-Melik adlı eserini yazar. Tıp tarihçisi Neuburger: “Bizanslıların derme çatma ve karışık devşirme eserleri yerine Araplar düzenli geniş kitaplar yazdılar. Onlar canlı bir bilim dili oluşturdular.” demektedir. (s. 200)  

Yazar daha sonraki sayfalarda Arap bili madamları ve çalışma alanları hakkında bilgi verir. (s. 200- 204) Piza’lı meşhur Leonardo’nun Müslüman Araplardan matematik tıp ilmi konularında faydalandığını belirtir.  Bundan sonraki sayfalarda Araplardan etkilenip batıda başlayan uyanışın örneklerini veren (s. 200- 221)   yazar, Emevi halifesi el-velid’in ilk Arap hastanesini kurup oraya hekimleri tayin etmesinden 800 sene sonra, ilk defa 1500 yılında Strasburger hastanesine bir memur doktorun atandığını, bunu 1517’de Leipzig hastamnesi ve 1536’da Paris Hotel-Dieu’nun takip ettiğini belirtir. (s. 222)   

Arapların batıya sundukları “Yunan malzemesi” asırlarca Bizanslıların yaşattığı malzemeden hacimce çok daha büyüktü. Araplar bunları metodik şekilde düzenlenip zenginleştirildikten sonra batıya sundular. Yunan müellifleri ile doğrudan temas, batıyı bu düzen ve zenginlikten mahrum bırakırdı. (s. 223) Ayrıca Araplar Yunanlıların ürettiği ilaçlarında zararlı yönlerini belli ilavelerle hafifletmişlerdir. (s. 229) Agrippa von Nettesheim “Tıbbın Araplarla başladığı iddia edilebilir.” der. (s. 227) İngiliz tarihçi Custom’da “ Araplar, deneysel kimyayı, modern organik ve inorganik kimyanın keşifleri için gerekli bulunan seviyeye yükselttiler.” (History of Medicines, s. 371) der. (s. 233) Batıda Razi’nin geliştirdiği ilaçlardan birine Blanc Rhasis (Rhasis, Razi’nin batıdaki adı) adı verilmiştir. (s. 235) Araplarda 780 yılında ilk resmi eczanelerini kurup resmi sağlık zabıtalarına denetlendirirken, Kayzer II. Fredrik Arapların bu çalışmalarını ancak 1231 yılında onaylayıp uygulamaya sokabilir.(s.238) Müslümanların ilaçlar üzerindeki çalışmalarının tesirleri batıda, 19. yüzyılın ortalarına dek devam eder. Bugün bütün teşkilatı ile her hastane, her kimya laboratuvarı, her eczane ve ilaç imal yeri, arap dehasının elle tutulan birer abidesidir. (s.  243)

                                                                 Arap Mucizesi

Yazar Dr. Hunke, İskenderiye Kütüphanesinin Başkumandan Amr’ın emri ile yakılması iddiasının tamamen çirkin bir iftiradan ibaret olduğunu ifade eder. (s. 255 ) Kahire Kütüphanelerinde iki milyon yüz cilt sayısına ulaşan eserler, eski İskenderiye kütüphanesindeki kitap mevcudunun yirmi misline ulaşmıştır. Halbuki 1000 yılında papalık tahtına oturan Aurillac’lı Gerbert, “Roma’da bekçilik yapabilmeye yetecek kadar bile bilgi sahibi kimse bulunmadığını.” ifade eder. Aynı yıllarda ise el-Biruni dünyanın güneşin etrafında döndüğünü, İ. Heysem ise görme kanununu keşfederken aynı zamanda küresel aynaları ve karanlık odayı bulmuş idi. (s. 246) Tabii bunda dini inancın büyük önemi vardır. Tertullian, “İncil’in tebliğinden sonra, tabiatı araştırma ile ilgilenmek, İsa’nın kanaatince, bizim görevimiz değildir.” demektedir. (s.  253) Harun er-Reşit, Amoria ve Ankara’yı fethettikten sonra tazminat olara eski Yunan yazmalarını isterken, Halife el-Me’mun ise Bizans kralı III. Michael’den tazminat olarak antik filozofların henüz Arapçaya çevrilmemiş eserlerini ister. (s. 267)  

Bedevi Arapları birkaç yıl içinde İslam imanı ile kaynaşınca, karşılıklı yardım kuralları ile kardeş haline, ahlaki yükümlülükler ile disiplinli ve mücahide verilecek ahiretteki mükafatın düşüncesi ile ölümü hiçe sayan bir millet haline getirir. (s. 248 ) Tüm bunlara rağmen “düşmanlarını yenen Araplar, tahripçi ve mütaassıp bir sıfat içinde görünmediler. Arapların savaşta yendikleri milletlere karşı toleranslı ve insani muamelelerle davranmışlardır ve dünya tarihinde böyle davranan pek az millet mevcuttur. (s. 250 )  9. asrın Kudüs patriği de İstanbul patriğine yazdığı mektupta buna şahitlik eder: “Müslümanlar adildir. Bize haksızlık ve zorlama yapmamaktadırlar.” (s. 256)

Bir gezgin 891 yılında Bağdat’ta yüzden fazla halka açık kütüphane sayarken, 10. asırda batı manastırlarında nadiren birer düzine kitap bulunmakta idi. Zamanının küçük bir kasabası olan Necef’te 40.000 ciltlik bir kütüphane bulunurken, Rey şehir kütüphanesinin mevcudunun tespiti için 10 büyük katoloğa ihtiyaç duyulmuştu. Nasurittin et-Tusi’nin sadece rasathane için topladığı eser sayısı 400.000 cilt idi. (s. 275) Kahire’deki halife el-Aziz’in kütüphanesinde ise 1.600.000 cilt eser vardı. Oğlu ise 18 salonluk ek bina yaptırarak içini kitaplarla donatır. Vezir e-Muhallebi’nin 117.000, vezir İbni Abbad’ın ise 206.000 ciltlik kitaplığı bulunmakta idi. (s. 276) Bağdat’ta bulunan kütüphanelerden sadece Nizamiye Kütüphanesi için yıllık bir buçuk milyon altın frank tutarında tahsisat yeni kitap ve yazma tesisi için ayrılmıştı. (s. 278)  9. ve 12. yüzyıl arasında orta Avrupa’nın % 95’i okuma yazma bilmezken  ve St. Galen Manastırı’nın ruhani meclisinde 1291 yılında tek bir okuma yazma bilen papaz bulunmazken Arap dünyasının köy ve kasabalarında binler ve binlerce mektep bulunmakta idi. Okuma parasız, yatılı ve iaşe ve harçlık temini ile verilirdi. (s. 281-283)  Araplar, Yunan mirasını sadece batma ve unutulup yok olmadan kurtarmakla yetinmediler. Onu sistemetik bir şekilde düzenledikten sonra batıya devrettiler. Onlar bugünkü manada cebir, aritmetik, küresel trigonometri, jeoloji ve sosyoloji ile deneysel kimya ve fiziğin kurucuları oldular ve sayısız keşif ve buluşlar yaptılar. (s. 290)

                                                                  Kadınlara Hitap

 Almanların “Gnadige Frau”: semahatli -Cömert-  ve atifetli- İyiliksever- hanımefendimiz’ anlamındaki kullanımın Araplardan dillerine geçtiğini söyleyen yazar (s. 358 ) İslam hukuk ilmi ile ilgilenen kadın alimler bulunduğu gibi profesör makamına ulaşanlara da Şeyha dendiğini belirtir. Ayrıca yazar taaddüdü zevcatın fethedilen ülkelerle aile bağlarının kuvvetlenmesine yaradığını ifade eder. (s. 363)

        Bütün dünya benim için inşa olunmuş bir cami gibidir. (Bakara, 115, 177)

Endülüs devleti başkenti Kurtuba’da I. Abdurrahman, bir katedralin alınması için yüz bin dinar (Beş milyon mark) öder. Hiçbir engel yok iken bir mabedi kül haline getirmek yerine yapılan bu jest gibi Fatih Trık b. Ziyad’ta aziz Vinzens katedralini tamir ettirir. (s. 371 )  

Hıristiyan Kilise yapısı -mecazi olarak değil, kelimenin tam anlamı ile- İsa’nın içinde hüküm sürmekte olduğu semalar beldesi, gökten yere inmiş lahuti Orşelimin ta kendisi iken (s. 373 ) İslam’da Müslümanlar ile Allah arasında bir aracı yoktur. Kiliselerde ortamlar maddi desteklerle (Süs, ilahi, dans, buhurdanlık, şarkı, resim…) mistikleştirilirken, camilerde birey kendi iç dünyalarında ruhlarını yücelterek direk yaratanı ile irtibata geçerler. (s. 73-375)

Arap fikir dünyasında etkilenenlere örnek olarak Alman düşünür Gothe bir şiirini (Sonda baki ( Sonsuz) kalacak olan, başlangıçta mevcut  (Kıdem) olandır.) veren yazar ileriki sayfalarda Arap mimarisinden etkilenen Avrupa hatta Amerikan yapılarına örnekler verir. (s. 377-388 )

                                                                      Musiki

 Arapların batıya bıraktıkları en önemli müzik mirası ritmik bütünden usule doğru gelişen müziktir. (s. 393) Batı müzik aletlerinin büyük kısmını Müslümanlara borçludur. Arap müzik aletleri, çoğunluğu Arapça isimle birlikte ispanya üzerinden batıya geçmiştir: lût, gitar, mandola, mandolin, pandora, psalteriyon, rebab, rebek, flüt, kaval, tronpet, timbal, boynuz boru, zimbel, tambur, davul, kastenyet, naker, ayrıca piyanonun öncüsü kanun (s. 394), armoni ilmi ,tiz ses, major gamda 5=4, minör gamda 6=5 fasla ilişkisini İbn-i Sina ve el-Farabi batıya öğretmiştir. (s. 395) Notaların adları olarak kullanılan, do, re, mi, fa, sol, la, si isimlerini, Havari Johannes ilahisinden değil (çünkü bu ilahi daha sonra yazılmıştır) Arapça notalarda kullanılan: dal, ra, mim, fa, sad, lam, sin harflerinden alması çok muhtemeldir. (s. 396)

Ziraat ve sulama tekliklerine ait İspanyolcadaki kelimeler Arapçadan geçmedir. İlk defa 20. yüzyılda batıda gerçekleştirilen “suni döllenme “ilk  defa Araplar tarafından uygulamıştır. (s. 399)

10.yüzyılın ortalarında İstanbul hariç, nüfusu 300. 000’i geçen hiçbir şehir, belediyece kurulan hiç bir hastane, hamam, kütüphane Avrupa ülkelerinde bulunmazken aynı tarihlerde sadece Kurtuba’da 300 hamam, 50 hastane, 80 ilkokul, 17 yüksekokul bulunmakta idi. 950 yılında Kurtuba caddeleri öküz arabalarıyla düzenli olarak temizlenir, evlerin duvarlarındaki lambalarla yolar aydınlanırken Avrupa’da ise 200 sene sonra, 1085’te Paris caddelerinde  İslam örneği ancak uygulanabildi (s. 402) İslam ülkelerinde her cami aynı zamanda bir okul idi. Halife el Hakem saray kütüphanesinde biriktirdiği 400.000 tek tek okuyup kenarların notlar eklemişti. (s. 404) Batı Got Baş Piskoposu Godmar von Gerona, ‘Fransa tarihi’ adlı eserini ve Kurtuba Piskoposu Rekemundus, ‘zamanların başlangıcı’ isimli eserlerini zamanın halifesi el-Hakem’e ithaf ediyorlardı. (s. 405 )

Yazar S. Hunke, 406 ile 442.sayfalar arasında Arap şiir ve şairlerine ve bunların batıya etkisine örnekler verir. Öyle ki Kurtuba Piskoposu Avlara, ”Hıristiyan dindaşlarımdan birçoğu Arapça şiir ve hikâyeler okuyor, Hıristiyan gençleri Arapça öğreniyor. Hıristiyanlar kendi dillerini unutuyorlar.” diye yakınıyordu. (s. 444) Ayrıca Yazar Hunke, İtalyan ilahiyatçı şair Dante’nin, İbni Arabî’den etkilendiğini de ifade eder. (s. 436)

Müslüman Arap adaleti öyle yaygınlaşmıştı ki, 1010 senesinde Hıristiyanlarla Müslümanlar savaşırken üç piskopos Müslümanların hükümdarı için hayatlarını feda ederek bir muharebin halife lehine neticelenmesini sağlamışlardı. (s. 445)

                                                                            Son

Haçlı seferleri, Hıristiyanların Müslümanlara verdiği seref sözlerini tutmamaları sonucu, 2 ocak 1492’de kardinal D. Pedro Gonzales de Mendoza’nın,  el-Hamra sarayına Hıristiyan haçını dikmesiyle, Arap-Endülüs hakimiyetiyle birlikte, orta çağ boyunca Avrupa kıtasına yayılan muhteşem ve son derece canlı bir kültürde son bulmuş olur. (s. 453)

Kral Talavera’nın 8 yıllık hükümdarlığı döneminde endülüslü Müslümanlar fazla baskı görmezler. Kral Talavera’ya göre: “Araplarda İspanyolların imanı, İspanyollarda ise iş ve hareketlilik eksiktir.” (s. 454)

Başpiskopos Juan Ximinez döneminde ise, Müslümanları dil ve dini ifadeleri kullanmaları hatta hamama bile gitmelerinin cezası bile diri diri yakılma ile cezalandırmaktı.  Tam bir milyon beş binden fazla eser başpiskopos ve arkadaşları tarafından yakılır. Otodafe (yakarak öldürme) ve baskı kısa sürede dünyanın en gelişmiş ülkesini çöle çevirir. Arap medeniyeti üzerindeki Hıristiyan zaferi (!) böylece tamamlanmış olur. (s. 456 )

                                                                         Sonuç

Katolik kilisesi, Ortodoksları ve ileriki zamanlarda Protestanları katlederken, “vahşi siyah yüzlü, eğri kılıçlı, çöl yabanisi, tarlaları ezen, kasabaları ortadan silen” şeklinde gösterilen Araplar ise, sekiz yüz yıl boyunca ispanyada hüküm sürdürdükleri halde Hıristiyanlığı bu ülkede silmemişlerdir. (s. 459) Her sınıftan halka refahı ulaştırmışlar, bilim, kültür, sanat alanlarında batının çok üstüne çıkmışlardır. (s. 460) Endülüs İslam devleti, ticaretten bilim tekniğe, sağlık ve hijyenden devlet organizasyon ve sanata birçok alanda batıyı etkilemiş ve batının bu alanlarda gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. (s. 461)

Yazar Sigrid Hunke son sözü olarak, doğu ve batının dostane rekabet içinde olmaları gerektiğini belirtir ve  dünyanın son derece fayda sağladığı İslam medeniyeti ile batı arasındaki çok yönlü ilişkinin bu kitapla ispatlandığını ifade eder. (s. 461 )

  

   İbni-Sina, Kanunu fi’t-Tıp, Latince,1484

  Sigrid Hunke, Avrupanın üzerine doğan İslam güneşi

.

        İslam alimleri hakkında batılı araştırmacıların görüşleri

 Howard R. Turner Science in Medieval Islam (Ortaçağ İslam’ında Bilim) isimli kitabında bu dönem hakkında şunları söylemiştir: Müslüman sanatçılar ve bilim adamları, prensler ve işçiler birlikte bütün kıtalardaki toplumları doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen eşsiz bir kültür oluşturdular. (Howard R. Turner, Science in Medieval Islam, University of Texas Press, November 1, 1997, ISBN 0-292-78149-0, pg. 270 (book cover, last page)

Robert Briffault İnsanlığın Gelişimi (The Making of Humanity) adlı kitabında şunları yazmıştır: Günümüz biliminin Arap bilimine olan borcu şaşırtıcı keşifler ya da devrim mahiyetindeki teorilerden ibaret değildir; bilim Arap kültürüne bundan çok daha fazlasını; varlığını borçludur. Antik çağlarda dünya, bizim gördüğümüz şekliyle, bilim öncesi bir konumdaydı. Yunanlıların astronomi ve matematiği hiçbir zaman tam olarak Yunan kültürünün iklimine alışmamış ithal bilim dallarıydı. Yunanlılar sistemleştirdi, genelleştirdi ve teori haline getirdiler ancak sabırlı araştırma yolları, pozitif bilgilerin birikimi, bilim metotlarının protokolleri, detaylı ve uzun gözlemler, deneysel sorgulama gibi kavramlar Yunan mizacına tamamen yabancı kavramlardı.[…] Yeni bir sorgulama ruhunun, yeni araştırma metodlarının, deney, gözlem, ölçüm metodlarının, matematiğin Yunanlılar tarafından bilinmeyen bir biçimde gelişmesinin bir sonucu olarak Avrupa’da bizim bilim dediğimiz şey ortaya çıkmıştır. Bu ruh ve bu metodlar Batı Dünyası’na Araplar tarafından sokulmuştur. Bilim, Arap medeniyetinin modern dünyaya en önemli katkısıdır ancak meyvelerinin olgunlaşması biraz yavaş olmuştur. Mağribi kültürünün karanlıkların içerisine çökmesinden sonra, onun hayata getirdiği devin bütün kuvvetiyle ayağa kalkması fazla uzun sürmedi. Avrupa’yı tekrar hayata döndüren bilim değildir. İslam medeniyetinin çok sayıdaki diğer etkileri ışınlarını Avrupalıların yaşamlarına ulaştırmıştır. (Robert Briffault (1928). The Making of Humanity, p. 191-202 G. Allen & Unwin Ltd.)

 Bilim tarihinin kurucularından George Sarton ise Müslümanların bilim tarihine olan katkılarını, “Ortaçağ’ın en temel başarısı, deneysel ruhun ortaya çıkışıdır ve bu aslında 12. Yüzyıla kadar Müslümanlar sayesinde olmuştur” sözleriyle ifade etmiştir.  (Abdus Salam (1984) “İslam ve Bilim” In C.H.Lai (1987), İdealler ve Gerçekler: Abdus Salam’dan Seçme Deneme Yazıları , 2. Baskı, World Scientific, Singapur, S.179-213)

 Oliver Joseph Lodge, Bilimin Öncüleri (Pioneers of Science) adlı eserde, İslamiyet’in yayılışından sonra Arapların bilim tarihinde üstlendikleri hayati rol ile ilgili şunları yazmıştır: Eski ve yeni bilim arasındaki tek etkin bağ Araplar tarafından oluşturulmuştur. Karanlık çağlar Avrupa’nın bilim tarihinde mutlak bir boşluk olarak karşımıza çıkmaktadır ve bin yıldan fazla bir süre boyunca Arabistan dışında hiçbir yerde kayda değer bir bilim adamı yoktur.  (Oliver Joseph Lodge, Bilimin Öncüleri, s.9)

 Carl B. Boyer, A History of Mathematics (Matematikçilerin Tarihi) adlı kitabında, bu usta matematikçi için şunları söylemektedir: MS 9. yüzyıl Müslüman matematikçilerin altınçağı oldu. Yüzyılın ilk yarısına Harezmi, ikinci yarısına Sabit bin Kurra damga vurdular. Harzemi ile Öklid ‘temelciler’ olarak benzeşir. Sabit bin Kurra ise, Pappus gibi, yüksek matematik yorumcusudur. (Carl B. Boyer, A History of Mathematics, John Wiley and Sons, 1968, New York, s. 258)

 Batı dünyasında Alfraganus ismiyle tanınan Fergani’nin Yer’in çevresine ilişkin bulmuş olduğu değer (yaklaşık 40.253.700 metre), Kristof Kolomb’un Atlas Okyanusu’nu geçerek Hindistan’a ulaşma düşüncesini gerçekleştirmesinde cesaret verici bir rol oynamıştır. Kolomb bu konuda şunları söyler; Seyahatlerim sırasında Lizbon’dan Gine’ye olan rotayı dikkatlice gözlemledim ve her bir derece için, Alfraganus’un değeri olan 56 3/2 millik değeri buldum. Bu ölçüme güvenmeliyiz.  (J.N. Fiske, The Discover of America, Cilt I, Boston 1983, s. 377-378; Grant, 1986, s. 72-73)

Donald Campbell’e göre: “Avrupa alimlerinin Zehravi ile ilgili dikkatini çeken şey, doğumda cenini kolaylıkla çıkarmasıdır. Onun yöntemi Galen’in metodunu gölgede bırakarak Avrupa’da beş yüz yıl üstünlüğünü muhafaza etmiş ve Hıristiyan Avrupa’nın cerrahi standartlarını yükseltmede etkili olmuştur.” (Kalender Yıldız, Müslüman İlim Öncüleri, Işık Yayınları, 2005, s. 132)

 UNESCO’nun 25 dilde çıkardığı Conrier Dergisi 1974 Haziran sayısının kapağında “1000 yıl önce Orta Asya’da yaşayan evrensel deha Biruni; astronom, tarihçi, botanikçi, eczacılık uzmanı, jeolog, şair, mütefekkir, matematikçi, coğrafyacı ve hümanist” ifadelerine yer vermiştir.

 Amerikalı doğubilimci George Sarton, Nasiruddin Tusi hakkında şöyle demiştir: “Tusi, en büyük Müslüman bilgin ve matematikçilerden biridir. (Süleyman Feyyaz, Trigonometrinin Babası Et-Tusi, Anka Yayınları, 2003, İstanbul s. 41-43)

  İngiltere’nin Surrey Üniversitesi’nden fizikçi Prof. Jim el Halili, BBC’nin internet sitesinde yayınlanan makalesinde, Newton’dan yedi yüz yıl önce yaşayan, Irak doğumlu Hasan İbn-i Haysem’in, ilk gerçek bilim adamı olduğunu ve Newton’ın özellikle optik alanındaki buluşlarının Haysem’in çalışmaları üzerinden yükseldiğini yazar.  (Ntvmsnbc, 20 Ekim 2013)

 Will Durant, “Histoire de la Civilisation L’age de la Fol” adlı  eserinde bu konuya ışık tutar: “Biruni, Dünya’nın yuvarlaklığını hiç tereddüt etmeden kabul etmekle beraber, her şeyi arzın merkezine doğru çeken kuvveti de tesbit etti. Astronomi esaslarının; hem Arz küresinin, her gün kendi ekseni ve her sene Güneş etrafında döndüğünü, aksini tasavvur ederek açıklayabileceğini ileri sürer.”

“Leonardo da Vinci’nin doğumundan 600 yıl önce Rönesans’ın tohumlarını eken Müslüman bilim adamlarıydı. Hastalıkları tedavi etme yöntemlerimizden, sayı saymada kullandığımız rakamlara kadar dünya çevresindeki kültürler İslam medeniyeti tarafından şekillendirilmiştir.”  (Jonathan Grupper (series writer), Islam: Empire of Faith, A Documentary by Gardner Films, in association with PBS)

“Batı, cebirden ve kahveden gitara, optikten üniversiteye dek birçok şeyi Hilalin insanlarına borçludur. Bin yıl önce, Batı karanlıkla örtülmüşken, İslam altın çağını yaşıyordu. Londra barbar bir bataklık iken Müslüman Kordoba’nın sokakları ışıl ışıldı, York’tan Viyana’ya kadar planlı katliamlar yaşanırken (Endülüs yönetimindeki) Toledo’da dini hoşgörü vardı. Klasik mirasımızın muhafızları olan Araplar bizim Rönesansımızın ebeleriydiler.” (George Rafael “A is for Arabs”, Jan. 8, 2002)

“İslami bilimlerin Ortaçağ’da gösterdiği başarı ne Grek öğretisini muhafaza etmekle sınırlandırılabilir, ne de daha eski ve daha uzak olan Doğu külliyatına temas etmekle. Ortaçağ İslam alimlerinin modern dünyaya devrettiği bu miras, İslam alimlerinin kendi çabaları ve katkılarıyla zenginleştirilmiştir. Grek bilimi teorik olmaya yatkınken Ortadoğu’nun Ortaçağ bilimi tıp, kimya, astronomi ve ziraat gibi çok daha pratik alanlardaydı.” (Bernard Lewis, The Middle East, 1998, p. 266)

İSLAM;
Bedevi Arap’ı,
Göçebe Türk’ü,
Ateşperest Fars’lıyı,
bilim üretenlere çevirmiştir!

EK: Will Durant,  İslam Medeniyeti adlı eserinden: İslam dünyasında ilk kağıt fabrikası 794’te Bağdat’ta kuruldu. Müslümanlar kağıt yapımını İspanya’ya götürdüler. Kâğıt buradan İtalya ve Fransa’ya geçti. Kâğıt Mekke’ye 797 yılında, İtalya’ya 1154, Almanya’ya 1228, İngiltere’ye de 1309 yılında geldi. 891 yılında Bağdat’ta yüzden fazla kitapevi vardı. (s. 88) Onuncu Yüzyılda Sahib İbni Abbas adlı hükümdarın kütüphanesindeki kitapların sayısı, bütün Avrupa kütüphanelerindeki kitapların sayısından daha fazla idi. (s. 89) İlimlerin Mısır’dan Hindistan’dan Yunanistan ve Bizans yoluyla Doğu Müslümanlığına ve İspanya’ya, oradan Avrupa’ya ve nihayet Amerika’ya geçmesi, tarihin en dikkat çekici akışlarından biridir. (s. 97) Küçük bir daireye boş anlamına gelen ‘Sıfr- sıfır’ dendi. Batı dillerinde rakam anlamındaki ‘Chiffre’ sözü buradan gelir. Latin ilim adamları sıfıra ‘Zephyrum’ dediler. İtalyanlarda bunu kısaltarak ‘Zero’ yaptı.  Cebir adını Müslümanlara borçludur. Harezmi’nin cebir kitabı 16. Yüzyıla kadar Avrupa üniversitelerinde ana matematik kitabı olarak okutuldu. (s. 98) Sabit İbni Kurra dünyanın yuvarlaklığını hesaplamış, Fergani’nin yazdığı astronomi kitabı 7 asır boyunca Avrupa ve Asya’da temel kitap olarak okutulmuştu. Ebu’l Vefa, Tycho Brahe’den altı asır önce ayın üçüncü değişmesini keşfetti. Müslümanları tarafından son derece geliştirilen usturlap onuncu yüzyılda Avrupa’ya geldi, on yedinci asra dek kullanıldı. (s. 99) Biruni Asar adlı eserinin giriş kısmında, insanları gerçeği görmez hale getiren her türlü sebep ortadan kaldırılmalı, demektedir. Biruni dünyanın yuvarlak olduğunu biliyor, yerçekiminin farkındaydı. Geometriye teoremlerin ispatını getiren odur. (s. 102) Kimya Müslümanlar tarafında kurulan bir ilimdir. İslam alimleri damıtma cihazını geliştirdiler. Alkalilerle asitlerin farkını tespit ettiler. (s. 103) Şurup şeklinde sunulan ilaçlar Müslümanlar tarafından tıp dünyasına getirildi. Tarihte ilk dispanser, ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. İlk eczacılık okulunu Kur’anlar da Müslümanlardır. Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı İslam hekimlerinin geliştirdikleri tedavi şekline bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur. (s. 105) 931 yılında Bağdat’ta 860 diplomalı doktor vardı. (s. 106) Tarihte ilk göz hastalıkları hakkında eser veren Hunan İbni İshak ve Ali İbni İsa’dır. Razi’nin tıp kitabı asırlarca okutulmuş, sadece İngiltere’de 1498 ile 1866 yılları arasında 40 kere baskısı yapılmıştır. (s. 107) İbni Sina’nın Kanun fi tıp adlı eseri 12. Yüzyıldan 17. Yüzyıla dek Avrupa üniversitelerinin en önemli eseri olmuştur. (s. 111) Müslümanlar Suriye yolu ile Yunan fikirlerini aldılar ve bunları işleyerek İspanya yoluyla Avrupa’ya devretti. (s. 112)  Tahta levhalar yardımıyla kumaş üstüne baskı tekniği Müslüman Mısır’dan Haçlılar vasıtasıyla Avrupa’ya aktarıldı ki matbaanın icadında rol oynamış olması mümkündür. Mısır Ezher üniversitesi, dünyanın ilk üniversitesi olarak açıldı.  (s. 178) Büyütücü merceği, Avrupalılardan üç asır önce keşfetmesine ramak kalmıştı. Bacon, Witelo ve diğer Avrupalılar mikroskop ve teleskopa doğru giden ilerlemelerinde Muhammed İbnu’l-Hişam’ı esas aldılar. Ayrıca Hişam fotoğrafçılığın temeli olan karanlık oda prensibinin uygulayıcısıdır. O’nun Avrupa ilmine büyük katkısı olmuştur. Bacon, Opus Maitus adlı eserinin hemen her sayfasında onun adını zikreder. Kepler’e gelinceye kadar, Avrupalıların bilgisi el-Hişam’ın ışık çalışmaları üzerine kurulmuştu.  (s. 180)   Ebul Kasımu’l-Zehravi’nin el-Tasrif adlı tıp ansiklopedisi Avrupa’da ana cerrahi kitabı olarak kullanıldı. (s. 210) Sadece Bağdat’ta 1064 yılında otuz kolej vardı. Nasırüddin Tusi, Trigonometriyi ilk defa özel bir ilim olarak ele alıp eser veren kişidir. (s. 245) Ebu Abdullah  Muhammedü’l İdrisi (1099-1166), Müslüman coğrafyacıların çoğu gibi, dünyanın yuvarlak olduğunu kabul ediyordu.” (s. 246) İslam alemi, hastahanelerin kalitesi ve donanımı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. (s. 248) Hristiyanlığın Müslümanlık üzerindeki tesiri hemen hemen tamamı ile din ve savaşa yönelik olmuştur.İslam’ın Hırisityanlık üzerindeki tesiri ise çeşitli ve son derece geniş olmuştur. Yeni ilaçlar, ticaret ve sanayi tekniği, denizcilik, dildeki etkisi… (s. 260) Genç Hristiyanlar iyi bir eğitim görmeleri için İspanya’ya gönderilirdi. (s. 261) Batı, Haçlı savaşlarını kaybetti ama, itikadlar savaşını kazandı. Haçlı seferlerinin açtığı yaralar, diğer taraftan moğolların İslam dünyasını yakıp yıkması, İslam alemini karanlık bir döneme, fakirliğe sürükledi. Halbuki yenilen batı, sarfettiği gayretle olgunlaşarak mağlubiyetini unuttu; katedraller dikmeye, aklın açık denizlerinde dolaşmaya başladı. Artık Rönesans’a doğru ilerliyordu. (s. 262)

*

Avrupa’da İslam Damgası

Sunuş
Avrupa’da on milyonlarca Müslüman yaşamaktadır ve bu İslam’ın artık bizzat Avrupa’nın içinde yaşadığını gösterir. Kitap yazarı Goody’nin batılılara teklifi, İslam’la çatışmayı bir tarafa bırakıp onu anlamak için çaba göstermeleri gerektiği şeklindedir. ‘Çatışmayı azaltmak istiyorsak bu dinin geçmişi ve bugünü hakkında bir şeyleri anlamaya ihtiyacımız var. Bu fevkalâde başarılı olmuş dünya çapındaki dinin amaç ve etkilerini değerlendirmek, onu ehli kitaptan biri olarak ele almak zorundayız.’ demektedir. Tarımı unutan bir kıtaya sulama tekniklerini öğretmekten tutun da, hoşgörü ve bir arada yaşama pratiğinin cennetini tesis etmeye kadar yığınla olgunun Avrupa’ya, İslam kanalından taşındığı net bir biçimde eserde sergilenmektedir. (Jack Goody, Avrupa’da İslam Damgası, s. 11, 12)

Önsöz 
Arap -İsrail ve Yunan-Türk çatışmalarında din, birçok sosyal bilimcinin düşündüğünden daha fazla rol oynamıştır. (s. 13)

Giriş 
Avrupa kıtasının geniş sömürge hareketlerinin arkasındaki ideoloji ekseriyetle, Hıristiyanlığa dayanıyordu. Misyonerler, sömürgeciliğin öncü kolu gibi çalışıyorlardı. (s. 16) Hoşnutsuzluğun odağında, Yakın Doğu’da ve özellikle Arabistan’da konuşlandırılan Amerikan askerleri, Amerika’nın uydusu olan İsrail’e verdiği destek ve Petrol üzerindeki kapışmalar bulunmaktadır. Batının eylemlerinde ‘kutsal amaçlar’ daha açık bir biçimde; özgürlük, demokrasi, serbest pazar ve bazen, eşitlik ve kardeşlik kisvesi altında kendini göstermektedir. (s. 17) Terör denen bu çok başlı canavar, söz konusu sorunlar devam ettikçe, şu veya bu şekilde var olmaya devam edecektir. Bu sorun ancak siyasal ve toplumsal bir perspektifle çözülebilir. Batı, yakın doğaya ilişkin politikaları konusunda Müslüman çoğunluğun taleplerine karşı farklı tutum geliştirene dek, bu saldırılar sürecektir. İşgal, gerginlikleri daha da artıracaktır. İslam, asla faşizmin bir çeşidi değildir. Bu yüzden onunla uzlaşmak zorundasınız; Tıpkı Güney Afrika’da ve Amerika’nın güneyinde beyazların siyahlarla Anlaşması gibi. (s. 18)

İslami devrimin zengin petrol yataklarına sahip İran’da meydana gelmesi ve el-Kaide’nin liderinin bir petrol ekonomisinin çocuğu olması tesadüfi değildir. Ne gariptir ki, büyük enerji tüketimine sahip Batı dünyası, Ortadoğu petrolüne muhtaçtır. İslamî grupların kolayca terörist olarak damgalanmaları, onların siyasi ve sosyal gündemlerinin gözden kaçırılmasına yol açmıştır. Filistin ve Keşmir’in bağımsızlığı, batılı güçlerin petrolleri çıkarması gibi konular gözden kaçırılmaktadır.  Mahrumiyet, derin bir adaletsizlik hissi ile birleşmektedir. (s. 20) İsrail’in yakın doğuya nüfuz etmesi başka bir tür Haçlı savaşı olarak görülebilir. (s. 21) Bir Filistin devletinin kurulması talebi yaklaşık 80 yıldır konuşulan bir konudur, yapılan müzakereler genelde Filistinlilerin hayal kırıklıklarıyla sonuçlanmıştır. Zira, İsrail’in daha başlangıçtan itibaren askeri güç dâhil, güçlü bir dış desteğe sahip bulunmaktadır. İsrailliler, demokratik bir Avrupa devleti olarak görülmektedir. İslam ise, ‘öteki’, yani düşman ve sürekli ortalığı karıştıran unsur olarak kabul edilmektedir. Batılılar, Haçlı savaşlarını son derece meşru görürken cihadları, şiddet eylemleri olarak görmektedir. Halbuki, Her ikisi de kutsal savaştır. Kadın ve çocuk demeden, binlerce sivil öldüren hava bombardımanlarından daha dehşet verici bir şeyler bir şey var mıdır acaba? (s. 22)

Tezim odur ki, evet, İslam kendine has inanç sistemi olan farklı bir dindir ama o, Yahudi ve Hıristiyan geleneğinin aslî bir parçasıdır. İslam’ın sekizinci asırdan itibaren teknoloji, mimari, klasik eğitim, matematik, kimya, ziraat, suyun kullanımı, felsefe, siyaset bilimi, seyahat edebiyatı, daha doğrusu genel olarak edebiyat alanlarında ki rolü ve ehemmiyeti, Avrupa için son derece büyüktür.  (s. 23) Potansiyel çatışmaları engellemek için, bu dinin geçmişini, mevcut durumunu ve onun siyasi ve dini gündemini anlamak durumundayız. Onun hakkında peşin hükümlü olmaktan kaçınmamız gerekir. (s. 24) Dinin direnme gücü muazzamdır, bunu Afganistan’da, Sovyetler Birliği’ne karşı verilen mücadelede, Çeçenlerin Rusya’ya karşı verdiği direnişte görebilmekteyiz. Derin dini boyutu göz önüne almadan, salt terörizm gibi yaftalarla, ne günümüz Filistin’ini ne de başka şeyleri anlayabiliriz. (s. 28) Göçmenler farklılıklarını muhafaza etmektedir ve bu yüzden de yabancı düşmanlığına ve genelde ırkçı reaksiyon olarak adlandırılan ama aslında, güçlü bir dini önyargı barındıran hareketlere zemin hazırlamaktadır. ABD’deki zengin Yahudi lobisinin aksine bu Müslümanlar Yakın Doğu ve başka yerlere ilişkin politikalar üzerinde pek etkili olamamaktadırlar. İslam dininin yedinci yüzyılda ortaya çıkmasından sonra, Müslümanların Avrupa kıtasını üç koldan sardığını görüyoruz: Araplar, Türkler ve Moğollar vasıtası ile. İngilizcede, ‘yaramaz çocuklar’ için kullanılan kelime, ‘küçük Türk’ şeklindedir. Primo Levi’ye göre ‘musulman’ sözcüğü Nazi toplama kamplarında, ‘pes eden’ tuttukları için kullanılmıştı. (s. 30) Milletler bağımsızlığını kazandıktan sonra, tarihleri ve coğrafyalarıyla tanımlanmış ve meşrulaştırılmıştır. (s. 31) Avrupa aslında coğrafi bir varlık bile değildir. Ancak Boğaziçi’nin suları ile ayrılmaktadır. Avrupa, hiçbir zaman tamamen izole olmuş ve tamamen Hıristiyan kalmış bir kıta değildir. İslam’a dönersek, onun ortaya çıkışını Hıristiyan Avrupa’yı el koyması olarak görmemek gerekir, zira Hıristiyanlıkta aynı şeyi Yahudilik için yapmıştır. Bu üç dinin de, var olmaya hakkı vardır. Hepsi Avrupa’nın birer parçasıdır. (s. 32) Doğu, Avrupalıların için daima siyasi bir ilgi kaynağı olmuştur; önce Grekler ve daha sonra Romalılar doğuda büyük imparatorluklar kurmuştur. (s. 34) İslam doğduktan kısa süre sonra Avrupa’ya nüfuz etmiş ve onun üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Dolayısıyla, bu anlamda ‘öteki’, coğrafi olarak hiçbir zaman ayrı olmamış, hep aramızda olmuştur. Bu sadece Avrupa sömürgeciliği ile değil, aynı zamanda İslam’ın Avrupa’ya nüfusu ile de irtibatlı bir konudur.  (s. 36) Müslüman, Allah’ın iradesine (emir ve yasaklarına) teslim olan demektir. (s. 37) Hz Muhammed’in Mekke’den hicret etmesinden 46 yıl sonra, onun takipçileri İstanbul sınırlarına dayanmıştır. Bu kuşatmalar da yaklaşık 30.000 insan kaybetmişlerdir. (s. 38) İslami egemenliğinde Yahudi ve Hıristiyanlara zimmî statüsü verilmiştir; bu statü, belli bir vergi karşılığında devlet tarafından tanınmalarını sağlamıştır. İslam topraklarındaki ticaretin çoğu Yahudilerin elindeydi. (s. 39) Toledo’da Müslümanlar, tıpkı Yahudiler gibi sık sık kıyımlara uğramıştır. Gırnata o dönemde muhtemelen tüm Avrupa ve Afrika’nın en büyük şehri idi. (s. 52) İlk Haçlı savaşı 1099 yılında Kudüs’ün fethi ile sonuçlanmıştır. 1187 yılında Selahattin Eyyubi Kudüs’ü geri almıştır. Müslümanların Kudüs’e gelen Hıristiyan hacılara karşı hoşgörülü davranmışlardır. (s. 54) Gırnata 1492 yılında Hıristiyanlar tarafından alınınca Müslümanlar din değiştirmeye zorlanmıştır. (s. 56) Ya dinlerini değiştirmeye ya da ülkelerini terk etme seçenekleri kendilerine sunulmuştu. Sonraları toprakları ellerinden alınmış, Arapça konuşmaları yasaklanmış, gelenek ve görenekleri engellenmiş, mezarları kapatılmış, hatta hamamlarını kullanmalarına engel olunmuş, domuz eti yasağına riayet etmelerine ve kuskus yemeklerine de yasak getirilmiştir. (s. 57) Tüm moriskolar (Müslümanlar) 1609 yılında ülkeden atılmıştır. (s. 58) Türkler Balkanlar’a 500 yıl hakim olmuşlardır. (s. 64) Müslümanlar ile Protestanları bir araya, onların ikon nefreti getirmiştir. Luther, kafir Türklerin Avrupa’ya saldırısı aslında, tanrının günahkarlara ceza vermesi ve papalığın çürümüşlüğünün cezalandırılmasıdır, der. (s. 67) Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya, Osmanlı imparatorluğundaki tüm Ortodoks Hıristiyanların koruyucusu olma özelliğini kazanmıştır. (s. 72) George Sarton’a göre, hümanistlerin eski Yunan ve Roma sevgisi, onların İslam’a duyduğu nefretle yeşermiştir. Arap dünyasının kültürünü karşılamak amacıyla, antik çağın yeniden canlandırılması birçok cephede yürütülmüştür. (s. 74) Klasiklere dönüş, dini metinlerin şekillendirdiği dünya tasarımının sınırlarını daraltılmıştır. Protestanlar ile Türkler arasında ticari siyasi ve ideolojik ilişkiler vardı. (s. 75) Dini nedenlerden dolayı su, hijyen ve temizlik Müslümanlar için hep, Hıristiyanlardan daha önemli olmuştur. Doğu dinlerinde kişisel temizliğe verilen büyük bir önem vardır. (s. 83) Helenistik düşünce, İslam’ın etkisiyle yeni sorulara kapı açmıştır. (s. 84) Kurtuba’da eğitim ücretsizdir ve ilim adamlarına Avrupa’nın ilk üniversite koleji olarak adlandırılan Ulu Camii’de ders vermeleri sağlanmıştır. Gırnata’nın 70 kütüphanesinden biri olan Alkazar’daki kütüphanede 400.000 kitap olduğu söylenmektedir ki, bu o dönemde Avrupa’nın en büyük kütüphanelerinden biri olan İsviçre’deki St. Gali manastırı’nda, sadece 600 kitap bulunmakta idi. ( s. 88) Kurtuba’da yollar asfaltlanmış ve sokak köşelerine lambalar konulmuştur. (s. 88) Bilim Endülüslü ez-Zehravi büyük eserini 1000 yılında tamamlamış ve Avrupa tıbbında büyük devrim yaratmıştır. (s. 89)  Tıp, beslenme, tarım alanında Arapça metinlerin Avrupa üzerindeki etkisi büyük olmuştur. İspanya’da, büyük ilim Merkezi Toledo’nun düşmüş olması Hıristiyan Avrupa’nın Müslümanlardan kalma teknik kitaplara daha kolay ulaşmasını sağlamıştır. (s. 91) İslam Avrupa’nın gelişmesi sürecinde önemli rol oynamıştır. Batı Avrupa’nın 11. Yüzyıl’daki üretilen dahiyane icatlarının, Arapların işgal ettikleri topraklara ihraç ettikleri teknolojinin kullanılması neticesinde gerçekleştiği düşünülmektedir. (s. 95) İslam’ın etkisi, bilim, teknoloji, felsefe, tarım ve ticaretle sınırlı kalmamış, edebiyata da sirayet etmiştir. (s. 98) Orta Çağda Hz Muhammed’in daha önce Hıristiyan olduğuna dair çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. (s. 110) 1599’da Paris’te, Arapça kürsüsü açılmıştır. (s. 111) Kültürel olarak Doğunun Batı üzerinde kesin bir etkisi  olmuştur. Tabii daha sonra roller tersine dönmüştür. İspanya’da Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler uzun yıllar boyunca yan yana yaşamışlardır. (s. 114) İslam’ın Avrupa’ya gelişi daha çok, Yahudilik ve Hıristiyanlığın Avrupaya gelişine benzemektedir. Zira Hıristiyan ve Yahudiler Avrupa’ya geldiklerinde, önceki rejimlere entegre olmak yerine, onlarla çatışmış ve onları dönüştürmüşlerdir. İslam, hiçbir zaman ‘öteki’ yani doğu olmamış, tam tersine her zaman Avrupalıların hayatının bir parçası olmuştur. İslam’ın önemini takdir etmeliyiz. (s. 128)

Göçmenler seküler olduğu iddia edilen ama haftalık ve yıllık Hıristiyan bayramların kutlandığı ve okullarda belli bir Hıristiyanlık anlayışının okutulmasına izin verildiği bir ortamda İslamî kimliklerinin daha çok bilincine varmaktadırlar. Göçmenler, Amerika’nın Libya’yı bombalaması ve Filistin’de devam eden durum neticesinde iyice politize olmaktadırlar. (s. 131) Müslümanlar, Hıristiyan bir ortamda kendi dini kimliklerini muhafaza etmek istemektedirler. Noel, Paskalya, azizler ve diğer tatiller, Hıristiyanlık dinine dayanmaktadır. (s. 132) Avrupa’daki İslami yapılanma Afganistan’dakine benzemektedir: Selefi hareket, Fransa’da son yıllarda özellikle gençler arasında büyümeye başlamıştır. Selefilere muhalif olan gruplardan biri, Müslüman kardeşlerdir. Diğeri ise sufiler ve tebliğ cemaatidir. Fransa’daki Müslümanların ekseriyeti herhangi bir gruba bağlı değildir ve hiçbir camiye de devam etmezler. Bunlar bir dereceye kadar cumhuriyete entegre olmuşlardır. (s. 134) Müslümanları gurbet havasından kurtarıp, kendilerini evde hissetmelerini sağlayacak ‘çok kültürlülük’ gibi bir anlayışın uygulanabilecek midir? (s. 136) Aslında zaten asimilasyon konusunda epeyce mesafe alınmış görünmektedir. Bunun büyük bir kısmı ikinci kuşak göçmenlerin eğitimden geçmesi ile mümkün olmuştur. Katolik kilisesi, bazı seküler konularda bile birçok vatandaş için önemini korumaya devam etmektedir. (s. 137) Avrupa, göçmenlerin Hristiyan gibi davranmaları dışında bir çözüme yanaşmamaktadır. (s. 138) Göçmenler güvenlerini kısmen İslam’dan, daha doğrusu gurbette yeniden doğan İslam’dan almışlardır. Bu islamlaşma, köktenci bir islamlaşma değildir, ama içinde bazı radikal unsurlar da barındırmaktadır. Göçmenlik insanların İslam’ın olumlu özelliklerinin ve kendi geleneklerinin farkına varmalarını sağlamıştır. Bunda hem gurur, hem de algılanmış ayrımcılığa tepki bulunmaktadır. (s. 139) Almanya’da Türkler ayrımcılığa uğradıkları için tıpkı Fransa’dakiller gibi, İslam’a sarılmaktadırlar. Bazılarına göre başörtüsü takma isteği sadece entegre olmayı reddetmeyi değil, aynı zamanda terörist amaçlara bağlılığı da simgelemektedir. (s. 140)

Müslüman gruplarının diğer Müslüman güçlerden yardım alması olgusu, Yahudi cemaatinin İsrail’e yaptığı yardımlar bağlamında ele alınması gereken bir konudur. (s. 144) Batılı ülkelerin misyoner guruplarına yaptıkları yardımları da, bu bağlamda irdelemek gerekir. Radikal Müslümanlar genelde Filistinlilerin yakın doğudaki durumundan rahatsız olup, tedhiş ve askeri eylemler için potansiyel birer nefer hükmündedirler. Onların durumu, devlet düzeyinde en azından Yahudi cemaatlerindeki gibi resmi bir tür kabullenmeyi gerektirmektedir. Böyle resmi bir kabul, en azından onların şiddete değil de siyasete kaymalarına vesile olacaktır. Her halükarda İslam’ı dünyamızı bir parçası olarak kabul etmek durumundayız; tıpkı geçmişimizin bir parçası olduğu gibi. (s. 145) Viyana kurtulmuş ve bu zafer İslam’ın durdurulmasını simgeleyen ay çöreğinin icadı ile kutlanmıştır. (s. 156) Hıristiyan Müslüman karşıtlığı, sadece Kıbrıs ve Balkanları değil, tüm Yakın Doğu, Kuzey Afrika ve Akdeniz Avrupa’sını etkilemiştir. (s. 161) Etnik temizlik denilen sorun, dini bir farklılığa dayanmaktadır. Söz konusu sorunlar pek de ‘etnik’ değildir. ‘Etnik’ kavrama çoğu zaman gerçek nedeni örten bir işlev görmektedir. (s. 162 batı med Bosna) Yugoslavya’daki, Kıbrıs’taki çatışmalar esas itibarıyla bir sınıf çatışması değildir, her iki bölgedeki ayrılığın asıl nedeni dîni idi. (s. 164) Farklı dini gruplara mensup insanlar Akdeniz Bölgesi’nde uzun yıllar beraber yaşamış ve aralarında yoğun bir iletişim olmasına karşın zaman zaman ihtilaflarda baş göstermiştir. (s. 168) ‘Hıristiyanlık başka bir dil ile yan yana yaşayamaz.’ denilmekteydi (N. Daniel, The Araba and the Medieval Europe, s. 48) Avrupa’da din, kimlik ile özdeşleşmiştir. (Daniel, s. 303) Din, kimliğin asli unsurlarından biridir.  (s. 170)

Amerikalı Yahudiler hiçbir zaman Amerikalı olmamışlardır. Bu Yahudiler kendisini Yahudi olarak tanımlayan bir başka devlete yani İsrail’e destek vermektedirler. Bu durum, gelecekte Avrupa’daki Müslüman toplulukların intibakına ve onların ortaya koyacakları siyasi hareketleri de model teşkil edecektir. (s. 171) Modern İnsan, dinle çok az ilgilenmiştir. Entelektüeller hariç din, İnsanların hayatında önemli bir rol oynamıştır. (s. 173) Din, bunalım dönemlerinde, hayat tarzı tehlikeye girdiğinde her an gün yüzüne çıkmaya hazırdır. (s. 174) Dini olanı bir kenara atan yaklaşımın arkasındaki gerekçe, aslında biz inançlara fazla değer vermezken başkalarını inançları bu kadar değer vermesini anlayamamamızdır. Bu nedenle o inançları küçümseriz ve onlarla alakalı olanları da, inancın hayatî unsurları olarak değil, ‘madde kültür’ nesneler olarak görürüz. (s. 175) Bir taraf için terörist olan diğer taraf için özgürlük savaşçısı olabilmektedir. Fakat bu taraflardan biri gücü eline geçirdiğinde hemen meşruiyet kazanmaktadır. (s. 179) “Terörist nitelemesi, gücü elinde bulunduran devletlerin kendi ideolojik amaçlarına karşı çıkan muhaliflerine yaptıkları bir yakıştırma olarak kabul edilmiştir.” (Emine Öğük, Yeni ateistlerin yanılgıları, s. 119)  

1930’larda Filistin’de Yahudi teröristler özellikle ABD’den gelen dış yardımlar sayesinde sonunda Arapları mağlup ederek, 1948 yılında İsrail devletini kurmuşlardır. Böylece o zamana kadar terörist olanlar şimdi meşru hükümet olmuşlardır. Artık yeni teröristler ülkenin kontrollerini kaybeden Müslümanlardır. ABD, Pakistanlıların Afganistan’daki Taliban’ı kınamasını isterken, ABD’nin kendisi, Sovyet işgali sırasında bu grubu özgürlük savaşçısı olarak desteklemiştir. (s. 180) Filistin’deki yeraltı terör örgütlerinin liderinden biri olan Begin, sonunda Başbakan bile olmuştur. (s. 181) İsrail, 1981 yılında Irak’ta nükleer malzeme ürettiği iddia edilen bir fabrikaya saldırı düzenlemiştir. Yine 1998 yılında ABD, kimyasal silahlar için malzeme ürettiğini iddia ettiği Sudan’daki bir fabrikayı vurmuş. Ama bu fabrikanın söz konusu malzemeyi üretip üretmediğine ilişkin kuşkular seslendirilmiştir. Bu saldırıların uluslararası hukuktaki yeri nedir? Aynı saldırıların Japonya’nın 1942 yılında Hawaii’ye düzenlediği önleyici saldırılardan ya da Almanya’nın 1930’lu yıllarda birçok ülkeyi işgal etmesinden ne farkı vardır? Sudan, Usama bin Ladin’i barındırdığı için ABD tarafından tehdit olarak görülür. Ancak bu durumun, ABD’nin IRA örgütü için para toplayan kişileri barındırmasından ne farkı vardır? Bu durum herhalde İngiltere’ye, ABD deki hedefleri bombalama hakkı vermez. Saddam, İsraillileri kendisi için bir tehdit olarak görme hakkına sahip değil miydi? (s. 182) Terörizmin gerilla savaşı olarak karşımıza çıktığı yaygın durumlardan biri, kişinin ülkesinin düşman güçlerince işgal edilmedir. Tıpkı II. Dünya Savaşı’ndan sonra da tüm Avrupa’nın karşılaştığı durum gibi. Bu direniş işgal güçleri tarafından kaçınılmaz olarak terörizm olarak görülecektir, ama işgal güçlerinin kendileri de sık sık teröristi taktiklere başvurmuşlardır. Örneğin işgal güçleri sivil halkın üzerine ateş açmakta çoğu zaman bir sorun görmemektedir. (s. 184) Medyada Filistin’li savaşçılar hemen hemen her zaman terörist olarak yer alır. Ama İsrailli savaşçılar her zaman İsrailli askerler olarak basında yer alır. Halbuki genelde aşırı dini görüşler ile hareket eden İsraillilerdir. ABD’deki yerli topluluk Çerokilerin 3000 silahlı adamı asker değildir. Zira asker sözcüğü sömürgeciler ya da eski İngiliz askerleri için kullanılmıştır. (s. 187) Devlet terörizminin birçok örneğine yakın geçmişte de rastlanmıştır. Mesela CIA’nın Güney Amerika’da beğenmediği hükümetlere karşı savaşan silahlı grupları, Şili’de Allende ve Nikaragua’da Sandinistaları teşvik etmesi bu türdendir. (s. 189) Demokratik güçlerin kendi kısa ya da uzun vadeli çıkarları için bu türden terörist faaliyetlere destek vermesini hiçbir şey engellememiştir. Hatta bunu özgürlük mücadelesi kisvesine bürünmüşlerdir. Amerika’nın terörizme verdiği desteğin açık bir örneği, Yahudi gruplara, 1500 yıl Arapların egemenliğinde kalmış topraklarda verdikleri bağımsızlık mücadelesinde, onlara destek çıkmasaydı. İsrail devletinin kurulmasıyla teröristlerin statüsü değişmiş ve daha önce illegal olan bu terörist örgüt daha sonra devletin ordusu haline gelmiştir. Aslında 17. yüzyıl Amerikasında olan biteni tekrarlanıyordu. Zira bu dönemde, Avrupa’dan gelen sömürgeci göçmenler, Kızılderililerin topraklarını ellerinden almış ve kalanları da koruma bölgelerinde sürmüşlerdir. (s. 190) Silahlı güç kullanma hali, Filistin devletinin tanınması yönünde bir adım atılırsa değişebilir. Filistin’de yaşayan Yahudilerle, İsrail’de yaşayan Araplara verilen hakların aynısının verilmesi ile bu sorun çözülebilir. (s. 192) 

Geçmişte Müslümanlara entelektüel ve bilimsel hayata katkıda bulundukları gibi bizatihi, Rönesans’ın kendisine de tesir etmişlerdir. Bugün ise Müslümanlar, Avrupa’nın azalan nüfusu karşısında Onların iş gücü ihtiyacını karşılamaktadırlar. (s. 212) İslam Geçmişte de öteki değildi, şimdi de değildir. Müslümanlar artık Avrupa sahnesinin bir parçası haline gelmişlerdir. (s. 213)

 Jack Goody, Avrupa’da İslam Damgası,

*

Garb’ın İslam’dan öğrendikleri

Will Durant, The Age of Faith adlı eserinin 22. Sayfasında Müslüman Arapların fetihlerini kastederek, “Arapların çoğu bedevi idi, en akıllı devlet adamı bile bu koyu göçebelerin Roma İmparatorluğu’nun yarısını ve ayrıca bütün İran’ı zapt etmeyi hedef edinecekleri fikrine gülerdi.” demektedir. Aynı eserin155. sayfasında ise şunları yazar: “Muhammed doğdu, hiç kimse Bizans’ın yarısını, bütün İran ve Mısır’ı, Kuzey Afrika’nın fethedileceklerini hayal dahi edemezdi. Bu orta çağ tarihinin en fevkalade hadisesidir.” (s. 9) Miladi, 633-846 yılları arasında; Türkistan’ın, Kıbrıs’ın Fethi, Rodos’un fethi, Bizans donanmasının bozguna uğratılması, Kabil’in fethi, Trakya’ya çıkarmalar, Kadıköy’ün fethi, Çin’in hudutlarına varış, İspanya’ya giriş, Korsika’nın fethi, Roma’nın kuşatılması… gerçekleşir. (s. 10-12)

İslam aleminde ilk kağıt fabrikası, 794 yılında, Harun Reşit’in vezirinin oğlu el Fadl tarafından Bağdat’ta açıldı. Kağıt, Çin’de 105; Mekke’de 707;  İngiltere’de 1309 yıllarında kullanılmaya başlanmıştır. Yâkûbi kendi zamanında (891) Bağdat’ta yüzden fazla kitapçı olduğunu anlatıyor. (s. 16) Onuncu asırda yaşayan Sahip ibn-i Abbas gibi yöneticilerin kendi kütüphanelerinde, Avrupa’daki bütün kütüphanelerde bulunan kitapların toplamı kadar kitap vardı. (Durant, The Age of Faith, s. 237) 1064 yılında yalnız Bağdat’taki yüksek okulların sayısı 30 idi. (s. 30) 1178 yılında Bağdat’ta bir ‘şeyhe’  (kadın profesör) bulunduğu onun derslerinin çok sayıda dinleyici çektiği söylenir. (Durant, The Age of Faith, s. 319)

Eserde, 22-90. sayfalar arasında fen biliminden kimya, fizik, tıp, coğrafya, astronomi, ziraat,  madencilik, şehircilik vd. alanlarda öncü olan ve batıya da yol gösteren alimleri hakkında bilgi verilir. 

“Kimya bir fen olarak hemen hemen Müslümanlar tarafından kurulmuştur. Alkaliler ve asitleri tefrik ettiler, yüzlerce ilaç üzerinde çalıştılar ve ürettiler.” (Will Durant The Age Of Faith, s. 245)

NEDEN GERİ   Moğollar Merv şehrini baştan başa yakar. İslam aleminin iftiharı olan kütüphaneler ateşe atılarak yakıldı, katliam 13 gün devam etti, 1 milyon 300.000 kişi öldürüldü. (s. 16) Rey şehir halkının tamamı öldürüldü. 1258’de Hülagü ve askerleri Bağdat’a girdiler, şehir halkından 800.000 kişi öldürüldü, binlerce alim, fen adamı ve şair kılıçtan geçirildi. Tarihte hiçbir medeniyet böyle ani ve tahrip edici bir felakete uğramamıştı. (s. 94-95) Moğollar 40 yıl içinde gelip gittiler, onların arkasında tehlikeli surette dağılmış bir ekonomi, bozulmuş veya tıkanmış kanallar, yakılıp kül haline getirmiş okul ve kütüphaneler, çok parçalanmış fakir ve zayıf hükümetler, yarıya inmiş bir nüfus bıraktılar.  (Will Durant, The Age Of Faith, s. 338-341) II. Cihan harbindeki bütün insan zayiatı, Moğolların öldürdükleri insan sayısı kadar bile değildir. Haçlı seferleri, I. Haçlı seferi 1096-1.099; 8. Haçlı seferi 1270-1270. Ayrıca, 5- 6 -7 ve 8. Haçlı seferleri Moğol istilası ile aynı tarihlere tesadüf etmektedir.(s. 103) 1099 yılında Kudüs’e girdikleri zaman şehirde kalan bütün Müslümanları öldürmüşler ve 1109 yılında Trablusşam’a girdiklerinde 3 milyon kitabı yakmışlardı. (s. 104)

Fennin batıya geçiş yolları: Arapçada yapılan tercümeler, Müslüman üniversitelerinde okuyan batılılar, İspanya Portekiz ve Sicilya’da batılıların Müslümanlarla temasları, ticaret, Haçlı seferleri. (s. 105)

700 yılından 1200 yılına kadar 5 asır, İslam alemi fen ve tıpta dünyaya rehberlik etti. İslam aleminin Hıristiyan alimin üzerindeki tesiri çeşitli ve çok büyük idi. Müslüman tıbbi 500 yıl dünyaya rehberlik etti. Hıristiyanların kilise ve çan kuleleri, minareye çok şeyler borçludur. Toledo’nun 1085 yılında zaptı, Hıristiyan astronomi bilgisine çok ilavelerde bulundu ve dünyanın küre şeklinde olduğu doktrinini canlandırdı. (Will Durant, The Age of Faith, s. 341-343) “Okuyucu bu kitaptan öğrenecektir ki, Doğu ve Batı Müslümanları Avrupa kültürünü kurdular.” (Thomas Walker Arnold, The Legacy of İslam adlı kitabın önsöz’ünden) 13. asırda Müslüman İspanya’nın Hıristiyan Avrupa’ya tesiri zirveye ulaşmıştı ve İspanya, Avrupa’nın meşalesi olmuştu. (Thomas Walker Arnold, The Legacy of İslam, s. 5) Tıp, matematik gibi Arap fenninin kaynaklarından biri idi. (Thomas Walker Arnold, The Legacy of İslam, s. 64) Müslümanlar optikte orijinal buluşlar ve sistematik araştırma neticelerini topladılar; Kimyada deneysel metodu geliştirdiler. Cabir’den 500 yıl sonra Roger Bacon bu metodu Avrupa’ya açıkladığı zaman bu aydınlığı Müslüman İspanya’ya borçluydu. Müslüman İspanya’nın ışığı ise Doğu İslam aleminden geliyordu. (Will Durant, The Age of Faith, s. 249)

Haçlı seferleri sırasında 1000 kadar Arapça kelime Avrupa lisanına girdi. Pusula, barut ve baskı Haçlı seferleri sona ermeden evvel doğuda biliniyordu. Bir kişilik helalar muhtemelen Haçlı seferlerinin batıya öğrettikleri arasındadır. (Will Durant, The Age of Faith, s. 612) Avrupa lisanında çok miktarda Arapça, Farsça ve bir miktar Türkçe kelime bulunması bir zamanlar Avrupalıların Müslümanlarla sıkı bir temas halinde bulunduklarını gösteren delillerden birisidir. (s. 136)

Abdurrahman Ahmet, Garbın İslam’dan öğrendikleri

*

Oksidentalizm, İki Doğu iki Batı

Oryantalizmin amacı hammadde, toprak ve iş gücüde dâhil hâkimiyet kurmaktır. Oksidentalizm amacı ‘ben’i önyargılardan kurtulmak ve ötekini aydınlatmaktır. Oryantalizm egoist ve ırkçıdır. Oksidentalizmde kendini müdafaa vardır. (s. 8) Oryantalizm ile önce sömürgecilik sonra zihinsel işgal amaçlanırken oksidentalizm ile bir özgüleşme hareketine girilir. Başlıktaki iki doğudan amaç gerçek doğu ile batının gözündeki doğudur. Batının işgaline ve sömürüsüne maruz kalmasaydı muhtemelen doğu ve batı diye iki kategoriden den bahsedilmezdi. İsmini bile kendisini ontolojik ötekileştiren batıdan almış doğu vardır. Oksidentalizm ise doğunun kendini bulma ve batıyı tanıma aracıdır. (s. 12-15)

ORYANTALİZM

Oryantalizm doğunun incelemesi ve elde edilen verilerin batının siyasi ve iktisadi amaçları için kullanılmasını, Avrupa merkezcilik ve ötekileştirmeyi bünyesinde barındırır. (s. 17)

Goody, kitabına (Jack Goody, The Ttheft of History, s.1) verdiği ‘tarih hırsızlığı’ ismi ile batı tarafından tersyüz edilen bir tarihten bahseder. Goody, Avrupa’nın ilerlemesini sömürgeciliğe ve merkantalist ekonomiye borçlu olduğunu söyler. (Jack Goody, The Ttheft of History, s.6) Bir Afrika atasözünde belirtildiği gibi: Aslanlar kendi tarihçilerine sahip oluncaya kadar, avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir. Avrupa tarihi kendini yücelterek ve ön plana çıkararak okutur ve bunu Doğuya kabul ettirmeye çalışır. ( s.18)

Kapitalizm ile dünya batı tarafından işgal edilir. Avrupa kendini tarihin ve dünyanın merkezinde konumlandırır, dünyanın geri kalanını da hakimiyeti altına almaya çalışır. (s. 20) Avrupa bu sömürgecilik hareketini modernleştirme/medenileştirme söylemiyle yapar. Avrupa kendini evrensel değerlere sahip takdim eder. (Samir Amin, Avrupa-merkezcilik, Bir ideolojinin eleştirisi, s.15; İmmanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği,  iktidarın retoriği, s. 40)

Avrupa bugünkü seviyesine sömürgecilikle gelmiş, günümüzde de kendisi dışındaki tüm toplumları küçümsemektedir. Avrupa, zamanı, mekanı ve tarihin akışını, kendini merkeze alarak tanımlamıştır. ( s. 21-38)

Zaman: Miladi takvim dünyada ortak kullanılan hale gelmiştir. Hâlbuki Müslümanların hicri takvimi vardır, Afrika’nında, Çin’in de vardır.

Mekan: İngiltere sömürgeyle ilerleyip baskın hale gelince, zaman Londra’nın Greenwich kasabasından geçtiği söylenen hayali başlangıç meridyenine göre şekillenmeye başlamıştır. Böylece Britanya kendisini merkeze koymuş oldu. Asya ise doğu kabul edildi, hâlbuki dünya yuvarlaktır, bir merkez tayin etmek değildir. 

Avrupa devleti bakış ‘yakın doğu’ sözü ile ‘Doğu Avrupa’yı kast ederken bile, bu mekâna olan sahiplenmeyi açıkça ifade etmektedir. Avrupa için, dünya kaynakları kıt, kendi ihtiyaçları sonsuz olduğu için dünyayı sürekli bir savaş mekânı olarak görür. Yayılma ve sömürgecilik bu mantığa göre doğal ve meşru kabul edilir. Avrupa’nın bir görevi de dünyanın geri kalanına medeniyet aktarmaktır.  Bunun sonucu olarak Avrupa kendini insanlıktan alacaklı konuma getirmektedir.

10993440_10202314722789107_491012099992991718_n1

Avrupa için kendisinin ilk defa gittiği her coğrafya birer ‘keşif’tir. Coğrafi keşifler sözüde Avrupa merkezli bir bakış açısının ürünüdür.

Sömürgeci Avrupa başlangıçta üstünlüklerini dine dayandırıyordu. Zamanla bu ırkçılığa kaydı günümüzde de kültür ırkçılığı şeklinde devam etmektedir. Kapitalist yayılma ırkçıdır, sömürgecidir, kimlikleri de tahrip eder. Batı dışı her türlü bilim, düşünce yok sayılmıştır. Bu mümkün olmasa bilim insanlarının ismi değiştirilmiştir.  İbni Sina’nın adı Avicenna, el-Kindi Alkindius, İbni Rüşt, Averros olarak değiştirildi. (s. 37)

Eğer Avrupalılık jeolojik kriterlere göre tanımlanıyorsa Avrupa Kıtası kıtalığa terfi ettirilmiş bir bölgedir.

Tarih: Tarihte Avrupa merkezi sıralanmıştır. İlk çağ batı roma yıkılmasıyla, orta çağ Bizans’ın yıkılmasıyla yeniçağ Fransız ihtilaliyle ilişkilendirir. Halbuki Avrupa tarihi insanlık tarihinde bir sapma olasılığından başka bir şey değildir.

Avrupa kavramı ideolojik bir kavramdır. Avrupa’nın sosyolojik olarak tek geçerli anlamı ise kapitalizmdir. (s. 38) Avrupa tarihinde ötekileştirme daima var olmuştur. Tales’e dayandırılarak Sokrates’in: “üç şey için şansa teşekkür ederim… Yunanlıyım barbar değilim.” sözünden (s. 42) Darwinin evrim teorisi temelli Türkleri ve Aborjinleri ilkel vahşi kabul etmesine, Marx’ın İngiltere’nin Hindistan’ı işgalini onaylamasına dek her türlü Avrupa merkezli düşüncelerin aslında sömürülenleri insan kategorisine katmadığını göstermektedir. Önce Dinsel sonra Irkçı ötekileştirme 20.yüzyılda ideolojik bir boyut kazanmıştır. Kısaca Avrupa tarihi ötekileştirerek sömürme tarihidir. Avrupa ötekini gözlemden daha çok hayal ile tasvir eder. (s. 45) Bu hayalin temelini korku, hedefini sömürü belirler. 17. YY eserlerini inceleyen Montesquieu, 18 YY.’da ‘Doğu desptizmini’ ilan etmekte, (s 60) batılı ressamlar hiç görmedikleri (Oliver Kontny, Oryantalizm ve Ataerkillik Üzerine, Doğu-Batı, 20/121-136) haremin birçok resmini yapmakta idi. (s. 45)  

“Avrupa’da Arapların tarihi esas olarak ya Arapça bilmeyen tarihçiler tarafından, ya da tarih bilmeyen Arap uzmanları tarafından yazılmıştır.” (Bernard Lewis, İslam Oriantalism and history, s.16)

Oryantalizm temeli “bilgi birikimi” ile “güç” arasındaki ilişkidir. (s. 47)

Mısırı İngiltere adına 25 yıl yöneten Lord Cromer: “Doğulular yalancıdırlar. İngiliz ırkının doğruluk ve asaletine ters düşerler.” (Said, Oryantalizm, s. 62) derken, Shotat ve Stam: “Bizim “ulus”umuz, onların “kabileleri”; bizim “din”imiz onların “hurafeleri”; bizim “kültür”ümüz, onların “folkrolu”; bizim “sanat”ımız, onların “el işleri”; bizim “miting”lerimiz, onların “ayaklanmaları”; bizim “savunma”mız, onların “terorizmi” vardır.” (Ella Shotat, Robert Stam, Unthinking Eurocentrism s.2) demektedir.

“Doğulular tek kelime ile Anglo-Sakson ırkını açıklığına, doğruluğuna ve asaletine ters düşerler. “ (Edward Said, Oryantalizm s.62)

Batının gözünde Doğu tuhaftır, anlaşılmazdır ama Batı onu anlayacak kalıplarda bulmuştur: “Biz diğer kültürleri, onların tuhaflıklarını anlaşılabilir kılabilecek, önceden var olan bir kural ya da söylev içine yerleştirerek anlıyoruz.” (B. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, s.108)

Doğu hayali bir ötekidir, batı olmayandır. Oryantalistler dini, ilmi, ekonomik ve siyasi sebeplerle öteki olan doğuyu araştırırlar:

 Eğer onların dini “yanlış” ise, o halde bizim “doğru” olan dinimize girmeleri gerekir. Doğulu kendi kendini yönetmekten caizdir; o halde yönetilmesi gerekir. Yönetilmesi için de güzel metot “böl-parçala-yönet’tir. Bölebilmek için ise bilmek gerektirmektedir. Farklılıklara odaklanılır,  körüklenir, ülke parçalandıktan sonra sömürülmeye başlanır. Doğu zenginlik kaynağıdır; fakat bu Doğulunun elinde zayi olan bir zenginliktir. Doğu, Avrupa için hammadde ve Pazar anlamına gelir ve her ikisi için de oryantalist çalışma zorunludur. (s. 53) Tabi ki Avrupalılar Ahi teşkilatından, kervansaraylardan, Endülüs medeniyetinden, Osmanlı hoşgörüsünden… habersizdirler (!)

Oryantalizm terimi 1973 kaldırılmış yerine insanları ürkütmeyecek bir kelime bulunmuştur: Modernleşme! (s. 55)

Oryantalizmi ilk defa kiliseye bağlı rahipler başlatmıştır. Bunların arasında Fransız rahip Gerard de Oraliac (940-1003) ve Emevi himayesinde yaşayan Hıristiyan âlim Yuhanna ed-Dimaşki ( Jhon of Damascus) sayılabilir. ( s. 56)

Modern oryantalist akım Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgali ile başlar. Bundan sonra 150 yıl boyunca oryantalizm İngiltere ve Fransa’nın hâkimiyetine geçer. 2. Dünya savaşından sonra ABD hakim güç olur. (Ahmet Bedir, Marife dergisi, 3/189-218)

Haçlı seferleri ile istenen sonuç elde edilemeyince İslam’ı araştırma ihtiyacı doğar. İlk Oryantalistlere göre Doğu= İslam, Müslüman= Arap idi. Kendini her zaman öteki ile ifade eden kilise, önce paganlar sonra İslam’ı hedefe yerleştirir. Amaç ötekinin yanlışlarını ortaya koymaktır, bunun yolu ise onu tanımaktan geçmekte idi. Zamanla Osmanlı İstanbul’u fethedince Müslüman= Türk şekline dönüşür. Aydınlanma çağı ile Kilise gücünü kaybeder ve Avrupa kendini bir medeniyet olarak sunmaya başlar. (s. 59)

Sömürgecilik Oryantalizmin birikimlerinden istifade etmiştir. (s. 61) Napolyon’un Mısır seferi, kalemin kılıçla ittifakını gösteren bir seferdir. (Yücel Bulut, Oryantalizmin kısa tarihi, s. 102) ve bu sefere Napolyon İslam düşmanları ile savaşmak için çıkmıştır. (!)

napolyon-2-1

II. Dünya savaşından sonra İslam dünyasında bağımsızlık hareketleri başlamış, sahaya yeni giren ABD ve Rusya bu yeni ortama uygun roller oynamaya çalışmışlardır. (s. 63)

 OKSİDENTALİZM

Oksidentalizm doğunun özgürleşme hareketleri ile ortaya çıkmış, Fransızca ‘occident’ kelimesinden türemiştir. Türkçe ‘Batı bilimi’ şeklinde tercüme edilebilecek bu kavramın garbiyat veya istiğrab kavramı ile de ifade edilebilir. (s. 65)

Oryantalizmin ve batının bir hüneri de  Doğu’yu modernleştirmesi, şekilsel olarak Batılılaştırmasıdır. Oksidentalizm, batılı gözlükleri bir kenara bırakarak doğululaştırılmışlıktan kurtulmalı ve öncelikle Doğu’yu çalışmalı ve kendi saf ‘ben’ini ortaya koymalıdır. (s. 72) Batıyı çalışmadan önce biz, birbirimizi bir daha tanımalıyız. Batılıların Batı üzerine yaptıkları çalışmalar, oksidentalizm kavramı içeriğine girmemektedir. (s. 75) Batı bir coğrafyadan daha çok bir yaşam tarzıdır. (s. 76) Oksidentalizm batıya hakim olmaya çalışmaktan çok bir denge kurma çalışmasıdır. (s. 79) Batılı değerlerin dünyaya dayatılması, sonuç olarak doğunun sömürülmesine neden olmuştur. (s. 80 ) Oryantalizm bilgiyi iktidar olmak, sömürmek için kullanmıştır. (s. 80) Afrika bir anda yamyam ilan edilmiş (Ali Şeriati, Medeniyet ve modernizm, s. 35) medenileşmesi için önce işgal edilmesi, sonra Avrupa kuralları ile yönetilmesi şart koşulmuştur. Tabii karşılık olarak işgal, sömürü doğal bir sonuç olarak karşımız çıkmakta idi (!)

Victor Davis Hanson, “Şaşırtıcı olan Batının erken çağlarda, iletişimin zor ve seyahat etmenin maliyetli olduğu dönemlerde Arapları ve islam dünyasını yanlış anlaması değil; internetin, jetlerin, öğrenci değişimlerinin, televizyonun olduğu bu dönemde Doğunun Batıyı basmakalıp yargılarla bakmaya devam etmesidir.” (Occidentalism, The False West) derken kibir ve sömürünün hala Batılılarca fark edilmediği açıkça ifade etmetkdedir. Halbuki yazar, aynı batının, doğuyu olduğu gibi görmekten ve farklı yansıtmaktan kaçınmasını es geçmekte ve halen yüzyıllar öncesinin oryantalist gözlemlerini ve yazımını kendine delil ve dayanak kabul edebilmektedir! (s. 81) Ve daha da tuhafı eksik yanlışlarını görmeden başkalarını suçlama kibrini fark edememesidir!

Oksidentalizm ile yapılması gereken, doğulu kimliğin ortaya konmasıdır. Bunun için de batılı değerlerden hareket edilmemelidir. Doğu ortaya çıktığında batı öteki değil, diğeri olacaktır.  (s. 82)

Murat Ağarı, yeni bir çağ sınıflaması önerir: Eskiçağ: Hz Adem’in yaratılışı ve tarihim başlangıcı, Yeniçağ:Hz Muhammed’in doğumu ve peygamberliği, Yakınçağ: 2. Viyana Kuşatması. (Marife dergisi, 3/419)

OKSİDENTALİZMİN TARİHİ

Oksidentalizmin  temeli modernleşmeye tepki ve sömürgelerin bağımsızlıklarını  kazanırken kullandıklarına dayanır. Batı Müslüman ülkelere dini temelle bakarken diğer doğu (Cin Japonya….vs) Milliyetçilik temeli bakar. (s. 98) “Nasıl Avrupalıların başkalarını çözümlemeye hakları varsa, Başkalarının da batıyı çözümlemeye hakları vardır.” (Samir Amin, Avrupa-merkezcilik, s. 125) Oksidentalizm başlangıcı Müslümanların 756 yılında Emevi devletinin başladığı iddia edilir. (s. 99) Oksidentalizmin İslam dünyasındaki ilk temsilcileri Afgani, Abduh, Seyyid Kutub, Raci El Faruki, Seyid Hüseyin Nasr, Reşit Rıza… sayıla bilir. Oksidentalizm bağımsızlık mücadeleleri ile paralellik gösterir, bu mücadele ikinci dünya savaşında başlamıştır. (s. 105)

        HASAN HANEFİ
– Oksidentalizme Giriş kitabından-

Hanefi, İslam mirasının kabul edilmesinin yanında, dışarıdan gelen faydalı bilgilerin de alınmasını fakat bu alınan bilgilerin bir süzgeçten geçirilmesini savurur. Hanefi, batılılaşmanın sebebini, işgalci güçlerin  yaşam tarzlarını işgal ettikleri ülkelere götürmelerine bağlar. İslam ülkeleri bağımsızlaşmıştır ama işgalciler  kültürleriyle beraber tekrar geri dönmüş, zihinleri işgal etmiştir. Bize düşen kimliğimize sahip çıkarken, dışarıdan faydalı olanları almaktır. Oryantalizm saldırı, Oksidentalizm nefsi müdafaadır. Oryantalizm, beni ötekinin aynasında görmek iken, Oksidentalizmde ben bendir, öteki de ötekidir. (s. 111) Oksidentalizm, Batı’yı uyarırken, Doğu’yu da uyandırma gayreti içindedir. Sadece askeri değil, ekonomik ve kültürel işgalden de kurtulunması gerekmektedir. Amaç Batı’yı tekrar kendi sınırlarına döndürmektir. Oryantalizm, dünya kültürü adı altında kendi kültürünü çevreye yaymıştır. Oksidentalizm kültürler arası bir dengeyi savunur. Coğrai keşifler kavramına da karşı çıkan Hanefi, Avrupa keşfetmeden önce sanki o topraklarda hayat yokmuş, Avrupa keşfedince tarih başlamış anlayışının yanlış olduğunu savunur. Bu Avrupa dışı halkların medeniyetlerinin inkar anlamına gelmektedir. (s. 112) Sanki Avrupa dışı halkların varlığı, Avrupa tarafından bilinmelerine bağlıdır. Oksidentalizm, inceleenken inceleyen olma biliminin adıdır. (s. 113) Batı ilmi bir amaç değil, kendi amacımız için bir araç olmalıdır der, Hanefi. Oksidentalizm yeni bir ilim değildir, çünkü batı ile ilişkilerimiz eskiye dayanır. İslam modeli dialog üzerinden, batı modeli çatışma üzerinden bir değerlendirmedir. Dialog önce Yunan kültürünün çevirileri ile sonra Endülüs Emevi devleti vasıtası ile gerçekleşmiştir. İslam öğretmen olduğu dönemde avrupa onun öğrencisi idi. Avrupa artık modern çağın sonuna gelmiştir. İslam ikinci altın çağının eşiğindedir, gelecek sadece islam’ın olacaktır.  (Hasan Hanefi, Mukaddime fi ilmi- istiğrab, From Orientalism to Occidentalism)

IAN BURUMA-  AVISHAI MARGALIT

Oksidentalizmi batı düşmanlığı olarak görürler. “Batı’nın düşmanlarınca insanlık dışı resmedilmesi” olarak tanımlanır Oksidentalizm. (Garbiyatçılık, s. 12)  Bu mantık ile oryantalizm de doğunun düşmanca tanımlanması mı olmaktadır acaba?

Medeniyet götürmek “beyaz adamın yükü” ise, dünyanın geri kalanı batıdan o yükü sırtından indirmesini rica edecektir. (s. 118)

Ian Buruma, Avishai Margalit   adlı iki yazara göre İslam radikalizmi ile Nazi Almanya’sı arasında bir fark yoktur. (Eiki Furumizo, East Meets West and West Meets East, Review of Communication, 2005, s. 133)

islamveoryantalizm-1-2-4

İsrail, batının orta doğudaki ileri karakoludur. (Jiri Schneider, Israel, biu.ac.il,  6 Mart 2010, s. 7)

OKSİDENTALİZM

Oksidentalizm henüz bir kimlik arayışındadır. Akademik anlamda ve devlet destekli bir çalışma alanı olmalıdır. (s. 140) Bilim kimsenin tekelinde değildir. Kültürler arası ortak bir üründür. Bilim devamlı gelişen bir disiplindir. Hiç kimse tek başına bir disiplin ortaya koyamaz, farklı katkılar mutlaka gereklidir. Hiç kimse ötekini ortaya koyduklarının üstünü örtmeye çalışmamalıdır. (s. 144)

Oksidentalizm, Ben’i ortaya koyacak, Batı’nın gözlüklerini çıkaracak, hem kendi toplumuna hem de batı toplumuna kendi gözlükleriyle bakacaktır ve sonuçta kendini tanımanın özgüveni ile görevini daha doğru şekilde yerine getirecektir. (s. 145)

Oryantalizm avrupa merkezci ve ötekileştirmecidir. Doğunun oryantalizme cevabı ise Oksidentalizmindir. Oksidentalizmin ben’ini kaybetmiş/bulmaya çalışan medeniyetlerin söylemidir. ( s. 159)

Avrupanın bilimsel hegemonyasından kurtulmak için politikayı siyasileştirmek, ekonomiyi iktisatlaştırmak, sosyolojiyi ictimaileştirmek gerekmektedir ki bu ben’imizi ortaya koymanın en güzel yoludur. (s. 162)

oksidentalizm-1-2   Abdullah Metin, Oksidentalizm, İki Doğu İki Batı

*

Oksidentalizm

Kitabın Yazarı Mirza Ebu Talep Han, Hindistan’da İngilizler adına vergi toplayan, İngilizlerin elçiliği görevini de üstlenen, İngiliz aristokrasisi hayranı olan ve İngiliz emperyalizmine asla bir tepkisi olmayan ve bu durumu özümsemiş biri olarak yaptığı seyahatin değerlendirmesinde, bir Şii Müslüman olarak olabilecek en tarafsız değerlendirmeleri yapmıştır.

Yazar seyahatine başladığında izlenimlerini şöyle paylaşır: Kimliğinizle ilgili olarak, bütün yol boyunca yabancı olduğunuza daha doğrusu Avrupalı olmadığınız size hissettirilecektir. (s. 32) Kalküta’dan Londra’ya gidinceye kadar gelişmeleri dereceler halinde görecektim. Her seferinde de bu kadar farklılığa, güzelliğe ve gelişmişliğe şaşırarak bakacaktım. Geriye dönerken de tam aksini yaşayacak ve başlangıç noktama geri döndüğümde dayanamayacak ve orayı terk etmek zorunda kalacaktım. (s. 41) Kap halkı çıkarlarına düşkün idi. İngiliz kadınları oldukça rahat davranıyorlardı. Her iki cinste birbirlerinin engellemesi olmaksızın istedikleri ile görüşmek için çevirdikleri entrikalar için bir servet harcamakta idiler. Evlerin hepsi mobilyalı, yerler ipek halı idi. Çoğunluk temizlik konusunda gereken özeni göstermiyordu. Şehirde bir tane bile hamam yoktu. (s. 42) Hollandalıların dillerini bilmememe rağmen dans esnasında bakışları ve mimikleri ile o kadar ne istediklerini anlatabiliyorlardı ki, her seferinde yüzüm kızarıyor ve böyle bir şeye alışık olmadığım için hemen salonun uzak bir köşesine çekilmeme sebep oluyordu. (s. 43) İngiliz subaylar Hollandalı kızlarla beraber oluyor ve sonra da onlardan birisiyle evleniyorlardı. ( s. 46)

Yazar İngiltere anılarını anlatırken, Dublin şehrinin güzelliklerinden (Müze, park, yollar, evler, heykeller…) bahsettikten sonra şöyle bir değerlendirme yapar: İngilizler Hindistan’da üst seviyede mevkileri işgal ediyor ve büyük bir ticari potansiyeli yürütüyorlardı. Ama bu kadar incelikleri Hindistan’a yansıtmayı asla düşünmüyorlardı. (s. 74) Dublin’de eğlenceye çok fazla kafa yoruluyordu. (s. 80) İrlandalılar, kahramanlık, dostluk ve samimiyet bakımından İngilizlerin ve İskoçların çok üzerindeydiler. (s. 81) İngiltere’de İngilizcem İrlanda’dakine göre bin kez ilerlediği halde İngilizler bana daima yabancı olduğumu hissettirdiler ve hep bana mesafelerini korudular. (s. 82) İrlanda’da İngilizler her zaman masadaki en büyük payı alabilen ve bu sayede mutlu olan bir yer olarak görülür. (s. 84) İrlandalı ev sahibimin aşırı sıcak davranışların bana uygun gelmediği için buradan ayrılmak zorunda kaldım. (s. 94) Londra’ya geldiğimden itibaren hükümetin koruması altına girmiştim. İngilizlerden çoğu Hindistan’a gidip gelmesine karşın Hindistan’dan benim gibi eğitimli birisinin gelmesi beni onlar için seçkin ve önemli kılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a olan ilgisinin yüksek olması nedeniyle de beni önemsiyorlardı. (s. 96) Oxford, çok eski ve bilim merkezi anlamında kralların en ünlü şehri idi. Burada yirmi dört farklı kolejin her birinin içinde en az 10.000 Arapça ve Farsça eserlerin olduğu devasa kütüphaneler vardı, hepsinin de bilim alanı farklıydı. (s. 99)  Franco Masons dedikleri bir grup vardı bir tür mezhep gibi olan bu grup, kendilerine özgü birçok özellikleri sahiptir. Daha çok üzerinde taşıdıkları özel materyaller ile birbirlerini ya da aynı gruptan olduklarını anlayabiliyorlardı. Bu konuda kapalı bir kutuydular. Kökenleri Kral Süleyman’a kadar dayanıyordu. Çok katı ve birbirine bağlı bir tarikat idiler ve dinlerinde üzerindeydiler. (s. 110) Bana da tarikatları ne katılma teklifi geldi ancak, inançlarıma ve kültürüme uymadığı için onlardan özür dileyerek reddettim. O zaman da Müslüman olan örnekler vermeye başladılar ve bu arada Türk elçisi İsmail Efendi ile onun sekreteri Yusuf Efendi dillerinden çıktı. (s. 111) Londra’da az da olsa Hindistan kökenli bayanlarda vardı. Dinlerini değiştirmişler ve Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Beni çocuklarıyla da tanıştırdılar, açık ara ile hepsi neredeyse birer İngiliz olmuşlardı. (s. 113) Genel olarak Avrupa’da yapılan yararlı buluşların hiç birisi Asya toplumları tarafından zamanında fark edilmemektedir. Bunlardan belki de en önemlisi baskı makineleridir. (s. 123 ) 1800 yılında İngilizlerin 16’dan 100 topa kadar donatabildikleri savaş gemileri neredeyse 800 civarındaydı. (s. 126) Burada her alanda çok fazla çalışan insan vardı, en çok dikkatimi çeken de elleri çok hızlanmış ve ustalaşmış kadınların ve çocukların çalışıyor olmasıydı. (s. 127) İngilizler mekanik konusunda çok ilerlemişlerdir. Neredeyse çoğu malzeme makineleri yoluyla yapılmaktaydı. (s. 129) Büyük gemilerin kafalarından iğne fabrikasına, iplik makinelerinden bira fabrikalarına, kağıt üretimine değin… (s. 132) Makineler İngilizlerin neredeyse hayatlarının vazgeçilmez birer parçasıydı. Buğdayın un haline getirmek için bu buluşlar yaptıkları gibi, su elde etmekten tavuk ve et pişiren makinelere kadar da değişik alanlarda buluşlar yapmışlar ve bu işleri kolayca gören makineleri icat etmişlerdi. İngilizler için bu tür işlerle uğraşmanın sebeplerinden birisi de hizmetçiye ödenecek ücretti.  Burada bir hizmetçi ödenen ücret Hindistan’da ödenene göre en az 8 kat fazlaydı. (s. 133) İngilizler açık ara ile fabrikalarda yapılan üretim konusunda Avrupa devletlerinin çok önündeydi. (s. 124) İngiliz yasa koyucular ve filozofları kadınlarının mağazalarda çalışmalarına, daha fazla müşteri müşteri çekmesi bakımından hoş görmüşlerdir.  (s. 138) Erkeğin onursuz bir harekette bulunan karısını bir değnekle bir tarafını kırmamak şartıyla dövmesi ve sonra da bir odaya kilitleme siyasal ve doğru kabul ediliyordu. (s. 139) Burada köleler kıymetliydi, iyi yemek yiyorlar ve Hindistan’daki gibi yerde uyumuyorlardı. Bununla beraber sürekli tekrarlanan eşitlik kavramı aslında görünüşten başka bir şey değildi. Burada zengin ile fakir arasındaki uçurum Hindistan’a göre daha derindi. Hizmetçilerde  efendilerinden izin ve belge almadan ayrılamazlardı. Ayrıca burada onlara fazla saygı gösterilmiyordu ki, Hindistan’da bu durum daha insancıl ve yoğundu. Zenginler istediklerini yapabiliyor, ister kadın isterse erkek olsun istedikleri saatte istedikleri yerde kalabiliyordu. Bu onlar için özel yaşamdı ve kimse onları gözetlemiyordu. (s. 141) Bayan erkek ayırt etmeden istenen kişilerle beraber olmanın güzelliği onları bu tehlikeli geçici heveslerinin fazla esiri etmişti. (s. 142) Kızlar güzel şarkı söylemek, dans etmeyi öğrenmek, bir müzik aleti çalmak ve kendilerini toplumda güzel göstermek üzerine öğrenim görüyorlardı. (s. 144) Asil kana sahip olan soyluların ardından hükümet bakanları geliyordu. (s. 150) Başbakandan sonra ikinci sırada dışişleri Bakanı geliyordu. (s. 152) Kraldan sonra prens, ondan sonra dük gelmekteydi. Bu durum eski dönemlerin derebeylik gücünü, değişen zamana göre kurmak amacını gitmekteydi. (s. 159) İngiliz parlamentosu için Hindistan ticareti ve bunun için kurulmuş olan Hindistan ticaret şirketi çok önemliydi. (s. 163) İngiltere’ye geldiğim ilk zamanlarda şirketin birçok direktörü benim bir ajan olduğumu zannetmişlerdi ama böyle bir amacım olmadığını anladıktan sonra da oldukça samimi ve saygılı davrandılar. (s. 166) Hindistan’da da İngiliz adalet sisteminin uygulandığını gördüm ve bir karara vardım; Bana göre bu sistem kötülere fayda sağlamaktaydı. (s. 174) Londra’da  İngilizlerde gördüğün en büyük hata dinden uzak kalmaları ve daha çok felsefe ile uğraşmalarıydı, çoğunlukla da inançsızlık üzerine temellenen felsefe ile. (s. 176) İngilizlerde gördüğüm ikinci hata, onlardaki geçici heves ve saygısızlıktı. (s. 176) Üçüncü hataları çok fazla paraya ve dünyanın işlerine düşkün olmalarıydı. Onlar böyle yaşamaya alışmışlar ve tadını çıkarıyorlardı ancak, cimrilik ve çekememezlik bu insanlar da basit bir düşünce olarak yerleşmişti. (s. 177) Onların nezaketlerinin ve yardımseverliklerinin altında çıkar ilişkileri yatmakta.  Hayli dost bildiklerimden tercümanlık yardımı almaya çalışmıştım, her seferinde hizmetlerinin karşılığında miktarları az da olsa benden para aldılar. En sonunda bu yardım talebinden vazgeçtim çünkü benim dostluk anlayışıma bu ters idi. (s. 178) Onlar kavga çıktığında sadece seyrediyorlar ve zayıfın ezilmesine sessiz kalıyorlardı. (s. 179) Diğer hataları, nefislerini kontrol edememeleri ve çok şehvetli bir yaşamları olmasıydı.  Mobilyalar, altın ve gümüş malzemeler, cam eşyalar, porselenler, şarap, av hayvanları bütün bu fazlalıklar sadece onların arzularına azdırmaya yarıyordu. (s. 180) Diğer bir hatalarıda, İngilizlerin boş hevesleri ve kibirleri idi. Genellikle bu bilimdeki ilerlemelerinden kaynaklanmaktaydı. (s. 182) Yine diğer bir hataları yeni tanıştıkları birisi ile ilişkilerinde her zaman kendi çıkarlarını düşünmeleri idi. Yeni tanıdıkları kişiden bir yarar umut ediyorlarsa kesinlikle ona karşı alçakgönüllülük gösteriyorlar ve sevecen davranıyorlardı. Eğer çıkar elde edemeyeceklerini anladıklarında, başlangıçta gösterdikleri sevecenliği derhal bırakıyorlar ve soğuk davranmaya ve uzak durmaya başlıyorlardı. Hindistan’da görev yaparken İngilizlerin birçok isteklerini yerine getirmeye çalışmıştım.  Ama bana söz verdiklerinde hemen bunu unutmuş ve bana sırt çevirmişlerdi.  Onlar yüzünden birçok düşman edinmiş ve onlar tarafından düşmanlarımın ellerine bırakılmıştım ki bu konuda birçok örnek verebilirim. (s. 184) Diğer bir hataları, onların çok iffetsiz olmaları ve evlenmeden sevgilileri ile birlikte aynı evde yaşamalarıydı. Neredeyse şehrin her mahallesinde genelev işletmekteydiler. (s. 185) Diğer bir hataları lüks yaşam gerektiğinden fazla düşkün olmalarıydı. Öyle insanlar tanıdım ki ihtiyacı olan dostuna 10 sterlin vermezken, yıl içinde can sıkıntılarını gidermek için 7-8 bin sterlin harcıyorlardı. Bazen de bu tür eğlence şeklinden sıkılma durumları oluyordu ki bu sefer de sonu asılmaya kadar gidecek türde yasak işler dönmeye başlıyordu. (s. 186) Kontrolsüzce yüksek kaçan harcamaların yarattığı tahribatı düşman ordularının bile yapamadığını fark edeceklerdi. Son kötü yanları başka milliyetlerin uğraştıkları işleri düşük ve kötü görmeleri. (s. 187) Londra’da kaldığım süre içinde bana Müslümanlara ait özel konular hakkında sürekli sataşıldı ve bazı inançlarımı kendilerine çok gülünç geldiği söylendi. (s. 188) Türkler için şöyle diyorlardı: “Onlar kadar dünyada daha kötü alışkanlıkları olan başka bir millet yoktur.”  (s. 189) Gece olduğunda bütün sokaklarına en dip köşelerine kadar aydınlatan lambaları sayesinde rahat dolaşmakta, eğlenmekte ve gezmekte idiler ama bu lambalar bir anlığına söndüğünde şiddet hemen kendisini göstermektedir. Bana göre er ya da geç kötülük onlara da bulaşacak ve güzel sokaklarını esir alacaktır. (s. 190) Yataklarına çıplak giriyorlar, neredeyse 15 gün boyunca elbise değiştirmiyorlardı. (s. 197) Paris’e gelmemden kısa süre sonra Hıristiyan olan ama bizim dilimizi çok iyi konuşan bir Türk’le karşılaştım. Adı Fertekulin idi, sohbet ederken sesini alçaltarak, “benim gerçek ismim Seyit Muhammet ama burada Müslüman olduğumun bilinmesini istemiyorum.” dedi. ( s. 215)

Genes’te halka açık alanlarda hiç fahişelerin olmaması dikkat çekiciydi. Hemen her köşe başında maaşlı hizmetlileri vardı ve erkekler bu kişilerle konuşuyor sonra eve çıkıyorlardı. Buradaki bir diğer adette kadınların genellikle iki eşlerinin olması idi. Bir erkek bütün gün karısıyla beraber olduğunda ve ikincisi gelip kapıyı vurduğunda, birincisi toparlanıp evden çıkıyordu. Bu ikinci eşler daha çok, yakın arkadaşların erkek çocuklarından oluşuyordu. (s. 229) Bu kadar güzelliğe sahip olan bu insanların nasıl cimri ve birbirlerinden kopuk yaşadıklarını ve Allah’ın bu cennet gibi yerde onlara ceza verdiğini düşünüyordum. (s. 231)

İstanbul’da hemen herkesin elinde hiç bırakmadığı ve neredeyse gün boyu tütün içtikleri çubuklarıyla insanlar dolaşıyordu. (s. 251) Genel olarak Türkler lükse çok alışmışlardı. Ordularının artık disiplini kalmamıştı. At ve posta sistemleri rüşvetsiz işlemiyordu. Devlet idaresinde çalışan şeflerin hepsi devleti dolandırmanın peşindeydi. (s. 252) İşlediği dönemlerde sanırım dünyada daha iyi işleyen bir haberleşme sistemi yokken, şimdilerde posta istasyonları çıkar karşılığında, evinde ateş yakamayacak kadar fakir ve aciz olanlara sunuluyordu. (s. 253) Türkler için dervişler çok önemli olduğu herkes tarafından bilindiği için bunu suistimal edenler çoğunluktaydı. (s. 260) Türkler genel olarak çok dürüst, akıllı ve gözü pek insanlardı. Devletleri ise hiçbir Müslüman ülkesinin takip etmediği kadar adaleti ve kanunları uygulama konusunda titiz davranmaktaydı . İmparatorlarının bile haksız yere ya da keyfi bir şekilde kan dökmeye gücü yoktu. (s. 261) Pers, Hint ve Ermenilerle Türkiye’de tanıştım. İlk ikisi çok dindar bir gruptu ve burada eğitim için bulunuyordu. Ermeniler ise genellikle Galata’da yaşıyorlardı ve hepsi de Ticaret yapıyorlardı ve hepsi zenginlerdi. Ama milli gelenekleri olan cimrilik yüzünden onların hiçbir faydasını görmedim. (s. 267) İstanbul yönetimi Avrupalıların içinde en çok Alman Konsolosluğuna ve eşine değer veriyordu. (s. 269) Tokat, Sivas, Diyarbakır ve Mardin hepsi de sanki birer Ermeni şehri gibi durmaktaydı, bir de daha yukarıdaki Erzurum, Kars, Van ve Erivan’da onlara bırakılmış gibiydi. (s. 278) Bağdat’ın valisi Ali paşa benim döndüğümü öğrenmiş ve bana hizmet etmek için hem Arap hem de Hintli hizmetkarlarla dolu bir ev hazırlatmıştı. Ama ben onun yerine Hıristiyan birisini (İngiliz konsolosunu) tercih ettiğimi görünce bana gücenmiş ve uzun bir süre, ben buradayken talep ettiğim halde, benimle görüşmeyi kabul etmemişti. (s. 322)
Bir İngiliz bayan bana dönerek, “Kendi gözlemlerime göre Asyalı kadınlar erkeklerinin otoriter gücü altında onursuzca ve kendi kararlarını veremeyecek şekilde, tıpkı bir köle gibi yaşıyor.” dedi. Sadece zayıf kadınlara boyun eğdirdiğimizi de ekledi. Bana göre bu gözlemlerinde büyük bir yanılgı ve önyargı vardı. Avrupalı kadınların daha az özgürlüğe sahip olduklarını biliyordum. (s. 340) Bu hata genel olarak buralarda çok yapılmaktaydı. Ayrıca Neredeyse her toplulukta bu konu tartışılan konulardan birisiydi. Benim gözlemlerime göre Asyalı kadınların Avrupalı hemcinslerinden daha az özgür olmalarının “Avrupalılara göre” altı sebebi vardır. (s. 341) Birinci ana sebep: Kadınların zamanlarının çoğunu yaşam alanlarında geçirmelerini idi. Bunun ana sebebi ise, işlerin belirgin olarak ayrılması ile alakalıdır. Avrupalılar, kadınlarının özgür davranışlarından fazlasıyla olumsuz etkilenmişlerdir. (s. 342) İngiltere’de herkes aynı özelliklere sahiptir iki cinsin birbirleriyle ilişkisi herhangi bir kınamayı ya da cezalandırmayı gerektirmiyordu. Avrupalı kadınlar çok serbest bir yaşama alışmışlardı. Asyalı kadınların tam bir esaret hayatı yaşadıkları iddiası aslında tamamen yanlıştı. Çünkü onlar geniş evlerinde çok sayıda dostlarıyla zaman geçirebiliyor da eğlenmek istediklerinde de müzisyenler gelebiliyor ve onlarla güzel zamanlar geçirebiliyor. Bu konularda asla bir yasaklama yoktu. (s. 344) İkinci ana sebep, Müslüman kanunlarına göre erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesinin serbest olması ve bunun da kadının aşağılanması ve köle gibi görülmesine sebep olduğu kanısının Avrupalıların akıllarında yer etmesiydi. Üçüncü sebep, kocanın karısını boşama hakkına sahip olmasaydı. Bu kanunlarda olmasına rağmen kolayca kullanılan bir usul değildir. Eğer bir utanç durumu açık bir şekilde kanıtlamışsa boşanma meydana geliyordu. Evin bütün yükünü erkeklerin çekmesi sebebiyle Asya kanunları boşanma hakkını erkeklerde vermişti, çünkü erkekler her zaman riskli işlerle uğraşırken kadınlar evlerinde rahat ve sakin bir hayat sürüyorlardı.

Yazar bu şekilde, ‘İslam’da kadın hakları’ başlığı altında sunduğumuz konuları sıralar ve kendi bilgisince cevaplar verir. Asya toplumlarından bakarak bizim kadınlarımızın Avrupalı kadınlara göre gelenek, kanunlar ve yaşantıları bakımından neden daha üstün olduklarını açıklamaya sıra geldi. Birinci düşüncem, Asyalı kadınların öncelikli işlerinin evleri ve kocalarının çocukları üzerine olması konusudur. Bunları yerine getirdikten sonra başka uğraşlara girmeyi düşünmektedirler. Erkekler genel olarak gençliklerinde elde ettikleri serveti kadınlarının ellerine teslim ederler. Burada Asyalı kadınların ne kadar büyük bir güce sahip oldukları görülmektedir. Asyalı kadınlar köle olmadıklarının farkındadırlar. (s. 348) Asyalı kadınlara kanunlar, faziletleri, namusları ve yaşam şekilleri konusunda çok büyük bir güven duyulur. (s. 351) Yazar böyle toplamda sekiz düşüncesini alt alta sıralar ve son olarak, ‘ işte uzun gözlemlerime göre Asyalı kadınların Avrupalı kadınlara göre daha avantajlı ve daha üstün olduklarını sıraladım.’ diyerek e kitabını bitirir. (s. 352)

Mirza Ebu Talep Han, Oksidentalizm, Doğulu bir gezginin gözlemleri

*

 Doğu Batı

İngiliz araştırmacı Sir Thomas Arnold, ‘The Preaching of Islam’ adlı kitabından:   “II. Haçlı seferine VII. Louis’in özel katibi olarak katılan St. Denis Manastırı mensubu Rahip Odo de Diogilo’un anılarından alıntılayarak aktarır: “Eğer Müslüman Türklerin kalplerine, o sefaleti ve felaketi görerek, bir acıma duygusu gelmemiş olsaydı, geri kalan Haçlı kafilesinin durumu çok feci olurdu. Türkler, bu biçarelerin yaralılarına baktılar, fakirlerini cömertlikle beslediler ve sıkıntıdan kurtardılar. Hatta bazı Müslümanlar, Rumların tehdit ve hile ile hacılardan koparmış olduğu Fransız paralarını satın alarak ihtiyacı olan hacılara verdiler. Aynı dinden olmayanların bu koruyucu muameleleri ile dindaşları olan ve kendilerini ağır işlerde kullanan, döven, dolandıran Rumların hareketleri, Hıristiyan hacıları arasında, öyle bir karşılaştırma vesilesi oldu ki, bunlardan pek çoğu kendi istekleri ile kendilerini kurtaran Müslümanların dinini kabul ettiler.”

Lord Davenport’un 20. yüz yılın başlarında, İngilizce olarak yayınladığı “Hz. Muhamed ve Kur’an-ı Kerim”  adlı kitaptan: “İslam’ın bu kadar çabuk yayılması ahlak üzerindeki titizliğinden kaynaklandığı kadar özellikle Osmanlı’ların, savaş sonrası ele geçirdikleri din adamlarının kılına dokunmamaları ve kimsenin inancına müdahale etmemeleri yatar.”   

“Barbar Türklerin atlıları Mukaddes Roma -Cermen İmparatorluğunun merkezine kadar dayanacaklar, her tarafı kan ve ateş içinde bırakacak, kiliselerin üzerindeki Hiristiyanlığın ebedi işareti salibi parçalayacak, yerine Muhammed’in işareti Hilal-i takacaktı.Bu Türkler, Hıristiyanlık aleminin teslisten ayrılan asi ruhlarını tedib için gazab-ı ilahi olarak gönderilmiş barbarlardı. Ruh-ül Kudüs, Hıristiyanlık vahdet ve selabet-i diniyesini kaybettikçe,bu kavmin kahredici,zalim ve haşin eliyle onları tedip etmeye kararlı idi” bu satırlar orta cağdan zamanımıza kalmadı. Ünlü Fransız  tarifçisi Güstav Şlomberje’nin “Bizans’ın sükutu”adlı eserinden alınmıştır.

“Muhammed’in dinini daima en yüksek saygı ile karşılamaktayım. Biricik din  odur. Ben Müslümanlığın yarınki  Avrupa için  kabule değer olacağını söylemiştim ve bunu görmeye başladık. Ortaçağın papazları, cehalet yahut taassup sevkiyle, Müslümanlığı en karanlık renklerle tasfir etmişlerdir. Bu nefret sebebiyledir ki  onlara göre deccaldir. Ben Muhammed’in hayatını inceledim ve bu takdire şayanın  insanlığın kurtarıcısı olarak tanımak lazımdır. Dünyayı sulh ve saadete kavuşturacak diktatörlüğün sonunu getirecek  tek  şahsiyettir. Gelecek asırda Avrupa, bu dinin, meseleleri halletmekteki  faydasını belki daha fazla  takdir eder.  Bu dini seçenlerin sayısının artması sebebiyle  Avrupa’nın İslamlaşmaya  başlamış olduğunu söyleyebilirim.” (Bernard Shaw, Tarih Konuşuyor, Nisan 1964, sayı: 3, 176)

1572 Yılında Fransa  tahtında, II. Harı’nın oğlu IX.   Şarl  oturuyordu, fakat gerçek iktidar sahibi  İtalyan asıllı  Papa XI Lego’nun kız kardeşi olan  (IX Şarl’ın annesi) Kraliçe Katerin’di. 1589’da ölen bu kadın insanlığın en büyük katliamlarından birini: Protestanlardan 40.000 kişiyi katlederek  yapmıştır. Bu katliamın  hazırlayıcılarının  başında İsa’nın  vekili saydıkları ” mukaddes babaları “Yani Katoliklerin  papası vardı. Protestanlara  ait   evler  tespit  edildi.   Listeler  hazırlandı  dört  yüze  yakın  asilzade  ise  Lutr  sarayında   Fransa  kralı   IX Şarıl‘in   Şeref   misafirleri  idi. Roma  dan bu gaye  ile  gelen  Cizvit’lerin  alacakları  vazifeler  vaizlerin  metinleri   patlayıcı   maddeler. Hepsi Papa’nın hazırlığı  idi: merhamet   ve  hoşgörü telkin eden  İsa’nın   vekilinin! Tam gece yarısı büyük  çanları  on  iki  vururken  Lutr  sarayında  Protestan asilzadeleri cinnet  kahkahaları arasında  akli  dengesini  kaybeden  ve  on  dört  gün  sonra  ölen  kral    IX Şarıl  göz  yaşları önünde  öldürülmüşlerdi. Paris’in  beste biri  katledilmişti. 1582de  bir  İngiliz  kadırgasın  malta  kıyılarında  karaya  vurdu.  Katolik  malta  şövalyeleri‚ dinden  sapmış  saydıkları  Protestan İngiliz  gemilerini  Roma’ya gönderdiler;  gemiciler  Roma’da törenle  yakıldı. (A.Telneti, Venezia ei  Corsari, 1961, Sh.51) Ortodoks  Rusya’da kanlı  taassup: XVIII.  Yüzyılda “Raskolnike„ tarik atine  mensup  yüzlerce  Rus  yakıldı.  (Lav isse-Ram baud, VII.411 )

Osmanlı  Sultanları  hiçbir  zaman  gayr-i  Müslim  cemaatleri  İslam’a   girmek  için zorlamamışlardır. Hepsi dini  ve  kültürel  özerkliğe  sahiptirler.   Evlenme, boşanma, miras  gibi  şahsi  hukuka  ait  meselelerde kendi ruhani  reislerinin  idaresinde  idiler. Yavuz Sultan  Selim’in Hicri 923 senesinde  Tur-i  Sina-da ki ST: Kabrin  kilisesindeki ruhbanlar  için gönderdiği  ferman:  Kendilerine  asla  müdahale  edilmemesi, kiliseye  ait  vakıfların gelirlerinin  kiliseye  ulaşmasının  sağlanması  vergilerden  muaf, gümrük  vergisi  alınmaması.

13.yüzyıl başlarında Papa 3. Honerius rahipler sınıfının cerrahlık yapmasını yasak etmiştir. Avrupa’nın  ilk  kaynak eserlerinde  bulunan  birçok  atıflar, İslam  tesirinin  yunan  tesirinden çok  daha  fazla  olduğunu  artık  kati  olarak  ortaya  koymuştur. Avrupa  tıbbı, hala  İslam  tıbbının biraz  genişletilmiş  şeklinden  başka  bir şey  değildi. (Montgomary    watt, İslam  Avrupa’da,  Terc. Doç. Dr. Hulusi  yavuz.) Sarılık  ve  kolera hastalıklarına  tarihte ilk  defa  Müslümanlar  ilaç  tertip  ettiler. Deliler  için  afyon  kullananlar  yine  Müslümanlar  oldu. Göz  hastalıklarında  aksu ibaresini tavsif  ve  tarif  ettiler. Mesaneden  taşı  parçalayarak    düşürme  usulünü  Müslümanlar  buldu. Cüz zam  hastalığı  için ilk  kitap  yazarlarda  Müslümanlardı. Bulaşıcı  hastalıkların  tabiatı  ve varlığı ilk defa  Müslüman  doktorlar  tarafından  tanındı. (Cerci meydan Medeniyet-i İslamiyet  tarihi c.3-sh.366) 12.yüzyılda Sicilya  Kralı   2.Ruggero, coğrafya  bilgini  El-idris’i ’yi sarayına  çağırıp dünya tarihi  yaptırdı. Yeryüzü  çember  şeklinde  gösterilmişti. (Thema  Larousse cilt 3.sh.116) Amerika  kıtasının   ve  japonya’nın  varlığından Amerika’nın  keşfinden 500 sene  önce bulan  Biruni idi. Piri Reis  yeni   dünyaya- Amerika-   Antilya  denildiğini ve  870 hicri  yılındaki  keşfini söylemektedir. Halife el-hakem bir  kütüphanede  kurulmuş  kütüphanesinin  sadece  kitap  adlarına  göre  yapılmış  katalogu  44  cilt  tutmaktaydı (Prof.Dr. Philp K. Hitti, siyasi  ve  kültürel  İslam  tarihi,  Salih  tuğ.111/840) Kâğıdın  Avrupa’ya  geçişi de  Endülüs  Müslümanları  tarafından olmuştur. Müslümanlar  kâğıdın  yapımını Sicilya  ve  ispanya’ya götürmüş, buradan da   Fransa  ve  İtalya’ya  geçmiştir. Suni  Kuluçka makinesi, kumdan cam elde eden, çinko  asidi  elde  eden, panzehir  üretenler  Müslümanlardır (karakaş, Mahmut, müspet ilimde  Müslüman  Alimler.sh.48-50.) Abbasi  halifesi Harun Reşit(786-809)’in  Alman  Kralı Şarlken’e   hediye  olarak  gönderdiği  çalar  saat meşhurdur.1219  tarihinde  Merv’de on  umumi  kütüphane    vardı.Battani’nin trigonometri  ile  ilgili  çalışmaları, … sinus, tanjatlar,…terimlerini ifade ettiği bilinir (Asar-ı Bakiye-c.1  sh. 140-154) İbn-i heysem tarafından 5. yüzyıl  evvel  bulunduğu(İslam müt.ile  garbı  müft.  Arasında  mukayese.  Sh.17)Akciğer  kan  dolaşımının Mıchel   Servatur  ve  Harvey  tarafından 1628’de asırlarca önce , İbn-i Nefis ve  İbn-i Sina   gibi  Müslüman  alimler  kan  dolaşımını  bulmuştur. Cabir  Bir  hayvan, Kimyanın  babası  sayılır. Sülfürik asidi, nitrik asidi, altın suyunu bulmuştur. İbni Musa  el-harezmi: Matematiği  Avrupa’ya  ve  tanıtan kişi  Avrupa  Matematikçilerini  öğretmenidir. Fergani: Arz  Güneş yörüngesinin eğilim açısını(Eliptik meyilini)tespit şerefi  ona  aittir.Süleyman  Zehravi :Atom nazariyesini ilk  ortaya  atan  kişidir. Bugün   Müslümanlar açısından ortaçağ   karanlığından   bahsetmek yersizdir. Bunun karşısında  Müslüman İspanya’nın  o  harikulade  medeniyetini koymak  lazımdır. Bu  kültürün,felsefe  ,bilgi,edebiyat,hülasa, Hıristiyan , Avrupa   kültürünün bütün    kollarının   gelişmesinde büyük  bir tesiri  olduğunu  gösteriyorlar. Rönesans hareketinin doğmasından  asırlarca  evvel, Kurtuba’da coşup,akacak  büyük bir  medeniyet nehrinin ilk menbaları kendini  gösteriyor. (C1. Sanchez  Albarnoz,espagne et  1’islam) Endülüs fizoloflarından İbn-i Tufeyl, 1136’da İbn-i Sina’dan  ilham  alarak  Hay İbn-iyakazan  adıyla bi roman  yazdı.1671’de latinceye   tercüme  oldu.Daniel  de  foe(1661-1731)şöhreti dünyayı tutan “Robenson Crouse“yı   işte   İbn-i  tufeyl’in  bu  romanından alarak  yazmıştır. (Carra  de  vaux,les penseur de  L’islam,c.4,sh.57) Carra de   vaux,bu  konuda  Dante de  Hay İbn-i  yakzan hikayesinden   ilham  alarak  meşhur  eseri “İlahi  Komedya“sını yazmıştır.(Ülken,  Hilmi  Ziya, Türk  teşekkür  tarihi,c1,sh.254.)Filozof  olarak Saint  Thomas  her    şeyini  İbni  Rüşd’den almıştır.(Ernest,Renan.Averroes et  L’Avarroisme,paris1886.)

1995  yılında  Fransa’nın  Klermon  şehrinde   yapılan bir  toplantıya 30.000’ni  aşkın din  adamı  iştirak  etmiş. Türklere  karşı haçlı  seferi  yapılmasını  tanrı  böyle  istiyor: “Bunu Ruh-ül   Kudüs emretti”  derler (Şemsettin  Sami,Kamus-ul Alam sh1915.) “Kudüs’te bulunan  Müslümanları katlettik. Malumunuz  olsun  ki, Süleyman  mabedi  içinde  atlarımız, diz  kapaklarına  kadar  Müslüman  kanına  batmış  olarak yürüyor.“ Renne  G.Rousset  isimli  tarihçede  şunlar  kaydeder;“Haçlılar  Kudüs’te  o  kadar çok  Müslüman öldürdüler  ki,atların ayakları  kan   deryasına  battıkça ,insan etleri  duvarlara  sıçrıyordu…“(S.F.Mahmud,İslam tarihi,sh.198.)Rahip  Bernar: Müslümanları  mağlup etmek  suretiyle  günahlarımızı  affettiniz.“Papalık  makamı  sadece   uhrevi  değil,aynı  zamanda   dünyevi  bir  makamdır.Tanrı bütün Hristiyanları  koruyacak  ve    muzaffer  kılacaktır.“ Papa 3. İnsan ilk  işi  Sicilya’ya  bir  ordu  gönderip  oradaki Müslümanları  tamamen  katlettirmek  oldu.Kılıç  tarikatını Kur’an  Papa   Hıristiyanlığın Albujua  mezhebinden   20.000 kişi’yi,Papanın  emriyle boğazlanmıştır.Binlerce Ortodoks  katliama   tabi  tutulmuştur.İstanbul’u  talan edenler ise  haçlılardır (Charles  Diehl, Bizans  imparatorluğu  tarihi,sh.157)  

Endülüs İslam devleti haçlılarca işgal edilince ;”Din kitaplarımızı  alay  ve   hareketli  ateşe  attılar. Oruç  tutuğu  bilinen   ateşe  atılıyordu. Peygamberimize küfretmeyi, iyi  ve  kötü  günleremizde  adını  anmamamızı  bize  emrettiler. Adlarımız değiştirildi (Azmi  Yüksel, « Endülisten II. Bayezid’e Yazılan  Anonim Bir şiir.  Belleten, LI.,205(Aralık 1988), Sh1575-1583).Kralın fermanı ile müslümanlar bulundukları bölgelerden ancak idarecilerin izni ile ayrılabilecekler, etlerin islami usullere göre kesilmesine mani olmak için, kasaplık yapamayacaklar, mescidler kapatılacak, arap isim ve ünvanları kullanılmayacak, cocuklar sünnet ettirilmeyecek, kilise çanları çalarken veya rahipler sokaklardan geçerlerken saygı ifadesi olarak sarıklar çıkarılıp diz üstü çökülecek, kadınlar islami kıyafetleri terkedecek, hamamlar kaybedilecek…uymayanlar işkence ile idam edildiler.(  doç dr. Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları, 1-207,209) Amerika’nın keşfinden sonra tüm medeniyetler, altınlar… talan edilir. Küba’nın nüfüsu 20 yılda 50.000’den 14.000’e, Haiti’nin nüfüsü 100.000’den, 15.000’e düşmüştü. (Hayat tarih mecmuası, yıl: 1, 1-78, 1965) XVI. asırda Afrikadan avlanıp , ABD sömürgelerinde çalıştırılmak üzere götürülen zencilerin sayısının 900.000 olduğu tahmin edilmektedir.Köle ticareti neticesinde afrikadan en aşağı 60.000.000 zenci çıkarıldığı tahmin edilmektedir. Meksika’Lı yerlilerin sayısı 1519’da 25.000.000 iken , 1650 yılında 2,5.000.000’a  inmişti.Karayip  halkının nüfüsu , 1492’de 1,5.000.000  iken XVI. yy sonunda 20.000’e  inmişti..(Thema larousse, 1-131) Amerikada şekerkamışı tarlalarında köle olarak çalıştırılan Kızılderililer  tükenince yerine Afrika’dan zenci köleler getirildi…Kilise ne yapmıştır bu arada …Bu gelirden payını almıştır sadece…! Kolomb  dünyanın yuvarlaklığı esası ile yolculuğa başlayınca kafir ilan edildi( Max Kemmerich, Tarihte garip olaylar) Luther, Kopernikus ‘un teorisini ” bir delilik ” diye reddetmişti. Bruno Kainatta bir  çok dünyalar bulunduğunu öne sürdüğü için 16 şubat 1600’de Roma’da yakılarak öldürüldü.Galilei fikrinden döndüğünü ifade ettiği halde roma engizisyonunca 3 yıl zindan cezası yemiştir.Daha sonra zorunlu ikamete tabi tutulmuş ve en sonunda ölünce hristiyan mezarlığına bile gömülmemişti…Ünlü tarihçi Michelet’ten : Sanayi inkilabı sırasında İngiltere başbakanı Pitt: ” çocukları çalıştırın !” der…Sonuç günlük 2 şiline , 12-19 saat  çalıştırılan ve sonunda ölen binlerce çocuk!Dünyanın en  büyük saraylarından olan Versailles  ve  Fontainebleau , inşa edildiğince tuvaletleri yoktu. Avrupada tuvalette en büyük keşif lazımlık’ı keşfi idi..Ona oturur ihtiyaçlarını görürü ve  sonra pencereden dışarı dökerlerdi…daha önce ihtiyaçlar merdiven altı, kapı arkası , salon duvarlarına yapılırdı ( Dr. Cabanes-2-7, 1967) Osmanlıyı inceleyen bir avrupalının tespitleri :Türkler yıkanmakta aşırıya kaçarlar.Bu kadar sık yıkanmadıkları takdirde daha az hasta olacakları muhakkaktır! mesela ayda bir defa yıkansalar dünyada daha ala şey olmaz! fakat hemen her gün yıkandıkları için beyinleri sulanmaktadır…” (Grelot:1680, 233-276)

Hz Ömer Kudüs’ü  fethedince berat yayılar:Kiliselerin mallarına ellenmeyecek, İbadetlerde özgürlük tanınacak,isteyen canı-malı ile gidebilir.

Hamper’in ” İslam’ı nasl yok edelim ? ” adlı eserinden: İslam ülklerinde içki, kumar ve fuhuşu yaygınlaştırmak, Kadınların İslam ülkelerinde birer köle gibi oldugunu yaymak, İbadetten uzaklaştırmak, Müslüman kadınları tesettürden vazgeçirtmek ( Sh: 81 )

Nördlingen şehrinde 1472 ylında belediye meclisi papazların geneleve gitmelerini yasak etmeye cesaret edemedikleri için, sadece bütüngece orada kalmalarını men etmekle yetinmişlerdir. Zürich papazlarının ahlakı o kadar bozulmuştu ki, belediye meclisi 1487  yılında kızları baştan çıkarma davalarının ruhani mahkemelerce görülmesini men ederek , bu işi kendi üzerlerine almışlardı.Strassburg’da birgece , bir kadın manastırına yıldırım düşüp yangın çıkınca , halk kapıları kırıp içeri girdiğinde içerideki rezalet gün yüzüne çıkmıştı.Bir çok rahibe genc erkeklerle beraberdi.Azizelerden Elisabeth kirden kokmaya başlamış, onu zorla banyoya sokmuşlardı.Fakat kadın suyla temas eder etmez  banyodan dışarı fırlar  ve işlediği  günahtar ötürü tevbeye başlar.( Max kemmerich, Sh:119) Paris’te ancak  1531 tarihinde evlere birer hela yapılması mecburiyeti getirilebildi.Dr. A. Brayer , bir batılı olarak, batılıların pis olduklarını itiraf eder.Onların pisliği ile Müslüman türklerin temizliği arasında karşılaştırmalar yapar…(Nef Annees a Constantinople , paris, 1836, Sh:364) O dönemlerde kraliyet ailelerindeki evliliklerdeki ilk geceyi konuklarda izlerdi.( Max Kemmerich, Sh 99-100) Hattingen  şehrine ait bir tüzükten: Bir erkek karısının kadınlığını tatmin edemiyorsa, onu yavaşça sırıtına almalı kendisine yardım edecek komşu  erkeklerden  çağırmalıdır. Benzer hüküm Bochum şehri kanunlarında da vardır.( Max K. Sh :77 )

Yahudilikte erkekler her sabah :  ” Ezeli ilahımız kainatın kralı, beni kadın yatarmadıgın için sana hamdolsun” diye dua ederek güne başlarlardı ( Okiç, Pr. M.T. İslamiyette kadın öğretimi, Sh:7 ), Aziz pavlus’tan Korintuslulara yazılan bir mektuptan :” Kadın erkek için yaratılmış bir mahluktur.” (K. Mukaddes, Sh:177)

1818’de  Fransa’da akıl hastaları, hayvanlardan ve canilerden daha kötü muamele görürdü. İçine şeytan girmiş kabul edilirdi…( Esguirol , Rapport , Paris, 1874, Sh:2 )O dönemde ise Osmanlılarda akıl hastaları usiki ile tedavi görüyordu ( Miratul emzice, hekim Şuuri )

XVI. yy için  F. Downey şöyle der : ” Bir çok Hıristiyan adaleti ağır ve kararsız olan hristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmanlı imparatorluğuna gelip yerleşiyordu. ( Sh :84) XV. yy için F. babinger ( Sh: 502 ) :”Padişahın imparatorluğunda herkes kendi halinde , bahtiyar olabilirdi.Dini özgürlüğe sahipti.

M. Baudier :” Müslümanlar merhamet, şefkat ve insanlara yardımda bütün milletlere ve hatta Hristiyanlara da üstündürler.”

D’ohsson:” Esirlerin Osmanlılardan daha iyi bir muamele gördüğü bir  millet belkide  mevcut değildir.” O zamanın Osmanlı hapishanelerinden Yedikule’de Küçük bir kilise bile vardı. Yedikule’nin bizim Bastill’imizden daha insani olduğu anlaşılır .” ( Grelot, Relation, paris  1680.78) Türk hapishanelerinde katolik ,ortodoks ve gregoryen  kiliseleri dahi mevcuttu (de la montraye, travels,1.167 )

Lorga ( Geschichte d. Osmanischen Reiches ):” Bir  Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülke halkı için bir felaket, bir Osmanlı ordusunun geçmesi ise saadetti…Ordu alışveriş yapardı…Balkanlarda genc Hıristiyan kızları , tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugahına girerdi.Bu durum Avrupa orduları için imkansızdı…”

II. Friedrich 1775 yılında 1200 Hesen’liyi sömürgelerde kullanmak üzere İngilizlere satar. Büyük  friedrich , Minden ‘de gemiler kendi arazisinden geçerken sattığı adalarının her biri için mutad sığır tarifi üzerinden gümrük alır.

Papa VIII. Innocenz ‘in vekili kardinal Albert Cremona , Vollouise vadisinde , Pelvoux  dağında bir mağaraya sığınmış olan , içinde çocukların bulunduğu 1500 kişilik Waldenserciler grubu, İsa’nın müşfik temsilcisi olarak mağaranın ağzında ateş yaktırmak suretiyle dumanla boğarak öldürttü.Kimdi  Waldenserci’ler  ? Kafirler mi ..hayır ..Sadece papazların günah afetme salahiyetine inanmıyorlardı. 1184 yılında dinsizlerle münazara yapılır.Bir netice alınamaz.80 kişi yakılarak  öldürülür. Basel kardinali piskoposu Heinrich (1213-1238 ) öldüğünde ardında 20 çocuk bırakmıştı. Lüttich piskoposu Heinrich azline müteakip6 eylül 1281’de yerine tayin edilen rahip  öldüğü zaman 61 çocuk babasıydı.

Osmanlı hükümdarı, 20 ayrı dine mensup halkı sulh ve sukun içinde idare ediyor. İsrail’e İran’a, Türkistan’a gidin oralarda aynı sukunete ve musamahaya rastlayacaksınız.( Voltaire, Traite sur la Tolaranc ) XVI. yy ‘da Hıristiyanlar , din adına birbirlerini boğazlar ce İspanya’da engizisyon zülümleri icra edilirken Müslümanlar fethettikleri memleketlerdeki Hristiyan halkı dinlerinde serbest bırakıyordu” (A. Cahmet , La Questiond d’Orient) İstanbul’da her din ve mezhebin kendi mabedi vardı.Müslümanlar  diğer dinlere karşı kin  duymazlar.” ( Dozy , Les Dusulmans D’espagne) Türkler  “dinleri icabı” kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakar ve misafirpeverdirler. (J. J. Rousseau, Emile I-IV) Osmanlılarda 1526’da 200.000 kişi ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve tek bir ot koparmadan yaya olarak imparatorlugu bir baştan öbür başa katetmiştir. (J. Michelet , historie de France)Hz Ömer’in İslam ordusuna talimatından: Kimseye zülmetmeyin, zira hak tealal zalimleri sevmez.Düşmanlarınızdan ziyade günahtan sakının.” (Turnagil, Pr.Dr. Reşit, İslamiyet ve milletler hukuku, Sh. 153 ) 1313 yılı Fransa’da   Kral güzel Philippe’nin cüzzamlılarla ilgili emri : ” Cüzzamlılar oplanıp diri diri yakıla.”

1527’de Almanya  İmpartoru  ve İspanya  Kralı Charles-Quint’in Romaya  girmişti. (Deutsche Geshicte im Ziltalter der Reformation, C. köprülü tercümesi,360-1) Kutsal şehir Roma’da, istisna edilmeksizin bütün evler ve bütün kiliseler yağma edildi. Büyük San Lorenzo ve San Paola Kiliseler istisna edilmedi. Papa 2.Julius’un iskeleti lahdinden çıkarılıp parmağındaki altın yüzük alındı. Gene de en mutedilleri Alman birlikleriydi, cana kıymıyor, yalnız ırza tecavüz ediyorlardı. Yağma bitince eğlence başladı.

Hırıstiyan halk, kendisine Türkler tarafından bahsedilen ve o çağ Avrupa’sında mechül olan din hürriyetinden memnundu… Macaristan’da Türkler idaresi zamanın da bir defa Macar köylüleri isyan ettiler; ama Türk idaresine karşı degil, Macar derebeylerine karşı. Hırısyanlar’dan aldıkları cizye de dahil, Bizans İmparatorlugu zamanındakinden daha hafifti.Derebeyi malikanelerini dagıtıp parcalayan Türler mütevazi köylünün toprağına dokunmadılar.Şehirlerdeki Hırıstıyanın dükkanına ve tezgahına el atmadılar.Viyana bozgunundan sonra  Venedik,gecici olarak sakız’ı ve Morayı işgal etti.O kadar zulüm yaptılar ki,Sakız ve Moraya Türkler dönünce yerli Rumlar,onları en büyük sevinçle karşıladılar (Grandeur de 1’Asie,126-) Şüphesiz Türkler fet hettikleri ülkelerdeki halkın medeniyetini ortadan kaldırmak için hiç bir şey yapmadılar.(Pirenme, 11,312)

Papa kendinden yardım isteyenlere cevap verir : Papa’dan gelen cevapta yadımlar bir şartta bağlanıyordu;Katolik mezhebinin seçilmesi…(Tarih konuşuyor,Haziran 1964.sayı 5.Sh.434)Domikan Rahibi Wilhelm Pelisso,“Chronikon“ adında el yazması hatıra defterinde:Dinsiz bir papaz ölmüş kilise avlusuna gömülmüstü. Üstadımız Rollandus bunu duyunca  Dominikan kardeşlerimizle  birlikte oraya gitti,ölüyü topraktan çıkardılar sokaklarda sürdüler ve yaktılar.Bir münkir ölmüştü  mezarında çıkarak cesedini  şehr dışında yaktılar….Engizitör Arnoldus Catalanus, Puechperdut’lu Peter ile Peter Bomassipio adlarında iki dinsizi diri diri yakılmaya mahküm etti.Yine Engizitör Ferrarius, bir çok dinsizi yakalattırıp hapse attırdı ve bunun üzerine duvarlar örtürttü.Bazılarını da Tanrı adında (!) yaktırdı…Peter Cellani ve Wilmelm Arnaldi isimli Engizitörler, Johannes da  Garda ve diğer 210 münkir yakılarak öldürüldüler.Wilhelm Arnaldi’ye Hrıstiyanlığa  ettiği bu hizmetlerine mükafat,1 Eylül 1866 da Papa Pius IX. Tarafından aziz rütbesi verildi(!) Pontius de S.Egidio, Arnold Sancerius adlı isçiyi huzuruna çağırtıp  kendisini dinsizlikle itham etti.”Roma kilisesine imanım tamdır!“diye bağıdıysa da kendisini  dinlemediler ve yakarak öldürdüler.Bir kaç dinsiz erkeğin hasta bir kadını ziyaret etttiğini ihbar etmesi üzerine,Kadını yatağıyla beraber dışarıya taşıyıp, odun yığınlarının üzerine koyup derhal yaktılar.Katharer tarikati  mensuplara içlerinde on tane de  kadedral başpapazı olduğu halde-1022 de Orleans şehirinde yakıldılar..1180 tarihinde Papa III.Innocenz(1198-1216) tarafından Albano Piskoposu Kardinal Henri  ve III.Innocenz’in  Harçlı  Ordusu,1209 Temmuz ve Ağustos aylarında beziers ve Carcasonne Şehirlerini ele geçirdi.Beziers Papanın vekili,tam bir Hrıstiyan şefkati göstererek,şu sözlerle bütün Şehir halkını  öldürttü.“hepsini  öldürdünüz ,Allah mümin kullarını kendisi ayırır.“ Maria Magdelena kilisesine sığınmış yedibin kişi  oracıkta  katledildi.Carcasonne’da aynı tarihte dörtyüz dinsiz yakıldı. Elli tanesi asıldı. İspanya Kralı II.Filip’de Katolik olmayanlar aleyhine 30 sene süren bir savaş açmıştı.Bu savaşta tövbe etmeyenleri yaktırdı.Tövbe edenler, başka mezhebi seçtikleri halde günah kirine bulaştıkları için yine öldürülür, yalnız bu ölüm ,ateşte yakılmak yerine ,kafaları kesilerek uygulandı.İspanya’da XVI.asırda  bu yakmaların sayısı,18.000 olarak  hesap edilmiştir. Şarlken zamanında Hollanda’da  öldürülenlerin sayısı yüz bin kadar tahmin ediliyor. Alba Dukası  beş altı sene  içinde imanı  zayıflardan 18.000 kişi kadar öldürttüğünü iftiharla söyledi ve “harp meydanında  daha  çoğunu geberttim“ derdi. Böylece en aşağı  40.000 adamın celladı olmuş demektir.(Resimli Tarih Mechubası Sayı 55 Temmuz1954) 22 Mayıs 1393 tarihinde Embrun şehri süslenir, herkes bayramlıklarını giyer , freyssinieres ve Argentiere vadilerinde 80, Vallouise’de ise 150 Walderseci yakılarak törenle öldürülür( Max Kemmerich, Tarihte garip olaylar, sh:47 ) Müslümanlar İspanyayı fethedince yerli halkı din hürriyeti konusunda özgürlük tanımıştı. (J. Pirenne, Büyük dünya tarihi, 1-270 )  Kral 5. henri zamanından XVI. yya kadar kadın İncile el süremeyecek kadar  murdar kabul edilirdi.(Akın-F. İlhan,Kamu hukuku, 280-287 )

Sultan Alparslan İslam aleminin duasını alarak çıktığı cihad yolunda,26 Ağustos1071de Malazgirt ovasında ordularına şu hitabeti yapar: Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar,bütün Müslümanların minberlerde dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım, ya şehid olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler etsin. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira, bugün ancak bende sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan gazilerden biriyim.Beni  takip edenler ve nefislerini ulu Allaha adayanlardan şehid olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır.Ayrılanları ahirette ateş, dünyada alçaklık beklemektedir. (Köymen, Prof.Mehmet Altay,Alparslan ve Zamanı.C. sh,56-59)

                                                   Haçlılar ve katliamlar

Hıristiyan olan Alman Tarihçi L. Heeren: “Katliamlar, Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor, onlardan daha da barbar olan Hıristiyanlarca yapılıyordu!” demektedir. (L. Heeren,Essai sur I’influence des Croisades-Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme, s. 414)

Gustave le Bon: Endülüs devletini işgal eden Haçlılar Müslümanları, “Kutsal Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Tuleytule başrahibi Hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Arapların kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar Müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanayicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların Katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, Civilasition des Arabes, s. 129, 160)

Fransa Kralı VII. Louis: “Tanrım bana bir Türk’ün okuyla ölmeyi nasip etsin. Ya da ben bütün Türkleri keserek öldürüp büyük sevap işleyeyim. Türklerin kanını akıtın, akan her kan bize cennetten yerimizi garantileyecektir.” (Niketas Khoniates, Hıstoria,  s. 45-48)

“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden haçlılara, Hıristiyan din adamı Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesetlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!” Bunun üzerine haçlılar onun dediğini yaptılar.”  ( Richarde Le Pélerin, La Chanson D’ Antioche, (Yay. Graindor de Douai-Poulin),  II/3-4; Funck Brentano, Les Croisades, s. 24) Fransız tarihçi Rudolf of Caen: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (Müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri,  s. 58)

Haçlı seferleri sırasında işgal edilen Antakya ve Mâratü’n-Nu’man şehirlerinde yaklaşık iki yüzbin Müslüman katledilir. (Funck Brentano, Les Croisades, s. 57; The Crusades Through Arab Eyes, s. 38-39.)

Godefroy de Bouillon, Papa II. Urban’a yazdığı mektupta şöyle diyor: Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mabedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.”(Necati Kotan, Tarih Fıkraları, s. 80)   “Böyle bir katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.” (T. G. Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân, s. 37; Louis Brehier, “Histoire Anonyme De La Premiére Croisade”, H. Champion Journal, Paris, 1924. s. 188)

Üçüncü Haçlı Seferi’ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard, bağışlayacağına söz verdiği üç bin Müslüman esiri hunharca katletmişti. (Ch. Mills, Histoire des Croisades–Haçlı Seferleri Tarihi, s. 183)

Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan Kızılderililerinin imha edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? Hristiyan batı uygarlığı budur… Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde sekseni, nüfusun yüzde yirmisi tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir. Yılda kırk milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar. Hala haçlı seferleri devrini yaşamaktayız…” (Roger Graudy, İsmail Çolak, Yeni Dünya Düzeninde Osmanlıyı Aramak, s. 37)

Türklerin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkarıldı, Etlerinden haşlama ve kebap yapıldı. Doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak. Bu olayları gören zincire vurulmuş Türkler ise çok korktular, Et kokusundan hep duvarlara dayandılar. Çayırlarda artık Türk ölüsü bulunmayınca: Mezarlıklara vardılar, ölüleri çıkardılar. Ağlamadık Türk kalmadı!” (Fransızların milli destanı olarak kabul ettikleri  Chanson d’Antioche’nin (Antakya Destanı) 5. Bölümünden)

Anna Komnena: “Haçlılardan bir grup olan Normanlar, Anadolu’ya geldikleri zaman sadece burada yaşayan Türkleri değil, aynı zamanda birçok Ermeni ve Rum Hıristiyanları da hiç acımasızca büyük bir kıyımdan geçirdiler. Öyle ki bunların içerisinde Hıristiyanlığa büyük hizmetleri olan ve af dileyen Papazlar da bulunmaktaydı. Onlar bu vahşete Kızılırmak’tan başlayarak Amasya’ya gidene dek devam etmiştir. Hatta ana kucağındaki bebekleri öldürüp şişe geçirerek ateşte kızartıp yediler” (Anna Komnena, Alex iad, s. 306, 346)  

                                          Batılı gözüyle İslam medeniyeti

Bugünkü batı medeniyeti sadece kendi kültür birikiminin neticesi olmayıp, bilhassa ilim ve teknoloji sahasındaki gelişmelere temel teşkil eden düşünce itibariyle İslâm medeniyetinin büyük nisbette tesiri altında kalmıştır. Bu duruma bazı İnsaflı batılı bilim adamları da işaret etmektedirler.

R. V. Bodley şöyle der: “Rönesansı İslâmiyete borçluyuz.”Charles Seignebos ise “Şarklılarla temas ile garplılar medenileştiler. Bu medenileşmenin suret-i vukuu, tamamen malum değilse de, bizim (garplıların) Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur” demektedir. John Davenport “Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerim” isimli eserinde şöyle der: “Müslümanlar arasında, fen ve sanat 600 senelik bir müddet yükseliş hayatı geçirmiş olduğu devrede, bizim Hristiyanlarımız arasında en kaba barbarlık olduktan başka edebiyat dahi sönük yaşıyordu”.Gustave Le Bon diyor ki: “Avrupa’nın bütünüyle karanlık bir vahşet devri yaşadığı sıralarda İslâmın hâkim olduğu iki büyük şehirde, Bağdat ve Kurtuba’da yeryüzünü parlak ışıklarıyla aydınlatan iki medeniyet sürüyordu.”Maurice Bucaille de “Kitab-ı Mukaddes, Kur’an” (Bucaille, 175) isimli eserinde şu satırlara yer verir: “Müslümanların yükseliş çağı olan Miladî 8. ve 12. asırlar arasında, bizim hristiyan ülkelerde bilimsel gelişmeye kısıtlamalar uygulanırken, İslâm üniversitelerinde dikkati çekecek kadar bilimsel araştırmalar ve buluşlar gerçekleştiriliyordu. O dönemde kültürün görülmemiş ve yeni imkânlarının bulunduğu yer, İslâm dünyasıdır. Kurtuba’da Halife’nin kütüphanesi 400.000 cilt kitap ihtiva ediyordu.”G. Rivoire ise bu hususta “Kuzey Afrika ve Endülüs medeniyeti zirveye tırmanırken bencil ve karamsar bir kısım kilise, hastalığı İlâhî bir ceza olarak kabul ettiklerinden fizikî rahatsızlığı ortadan kaldırmayı hedef alan tıp ilmine karşı takındıkları tavır gibi” demektedir. H. G. Vells (Keskioğlu, 63-64) “Kısa Dünya Tarihi” eserinin 162. sayfasında: “Müslümanların her fethettikleri ülkede bilim gelişti. Sekizinci yüzyılda, müslüman olmuş bütün ülkelerde öğretim ve eğitim teşkilatı mevcuttu. Dokuzuncu yüzyıl İspanya’daki Kurtuba mektebindeki bilginler, Kahire, Bağdat, Buhara ve Semerkand’daki bilginlerle muhabere ediyorlardı. Aristo’nun ve İskenderiye medresesinin saçtığı, fakat pek uzun bir zaman kısır kalmış olan tohumlar şimdi filizleniyor, meyvelerini vermeye başlıyordu. Matematik, tıp ve fizik bilimleri alanlarında büyük ilerlemeler oldu. Biçimsiz Roma rakamlarının yerini bugün hâlâ kullandığımız Arap rakamları aldı. Sıfır işareti ilk defa icad edilip kullanılmağa başlandı. İslâm düşüncesi, Fransa’nın İtalya’nın ve bütün Hristiyan âleminin ortaçağ felsefesine yeni bir hayat kazandırmıştır.”

Fransız Rosenthal  İslamiyet’in İlime nasıl iyi bir zemin oluşturduğunu şöyle açıklıyor: “İslâm’da olduğu ölçüde hiçbir inanç sisteminde din—ilim kaynaşması ayrılmaz bir şekilde gerçekleşmemiştir.”Aldo Micli “La Science arabe” isimli eserde “Endülüste birçok Hıristiyan öğrenci okumakta idi. Doğudan mühim kitaplar getirtiliyordu. İslâm ilim ve felsefesi 9-11. yüzyıllar arasında olgunlaştı ve 12. yüzyıldan başlayarak Sicilya ve Endülüs yolundan batıya geçmeye başladı. Böylece batıda büyük bir tercüme devri açıldı.”Philip K. Hitti ise “İslâm Tarihi” (Hitti, 3/919) isimli eserinde batının İslâm medeniyetinden etkilenişini şu şekilde açıklıyordu: “Gerçekten de bu bilgi akımı, on ikinci asırda o kadar kuvvetli ve canlı bir hale dönüşmüştü ki, Endülüs üzerinden Avrupa’ya taşmaya başlamıştır.”

Corci Zeydan “İslâm Medeniyeti” İsimli eserinde görüşlerini şu şekilde açıklar: “Eski medeniyet, İslâm Tarihi ile biter, hali hazır medeniyet ondan meydana gelir.” Yine aynı yazar İslâmiyetin medeniyet teşkili için ne kadar müsait bir zemin oluşturduğunu şu cümlelerle açıklar: “Yunanlılar, İranlılar devlet teşkilinden hayli asırlar sonra âlem-i medeniyete isbat-ı vücud edebilmişlerdi. Halbuki Müslümanlar devlet teşkil ettikten yalnız bir asır sonra medeniyetlerini, faaliyet-i akliyelerini âleme göstermişlerdir. İkinci ve üçüncü asırlarda ise, İslâm Düşüncesi bütün cihanı istilâ etmiş idi.” Sigrid Hunke de (Hunke, 18) “İslâm Güneşi” unvanlı kitabında takdirlerini şu şekilde sergiliyor: “İşte bu çağda Müslümanların Batı ile 750 yıl kadar devam eden yakın komşulukları esnasında, dünyanın kültür nakleden bir camiası olduğunu, Yunanlılara nazaran beşer kültürünü en az iki misli geliştirip Batı’ya birçok mevzularda doğrudan doğruya tesir ettiklerini kim söyleyebilmekte, bundan kim bahsedebilmektedir?” Yine aynı yazar (Hunke, 125) “Rönesansımızın üstadları, onun için Yunanlılar değil, bilakis Müslümanlar oldular” Sigrid Hunke batının doğudan etkilenişini şu cümlelerle belirtiyor: “Yasaklara ve resmi husumete rağmen Batı, teknik, sağlık, hijyen ve devlet organizasyonu bakımından İslâm medeniyetinin umumi kültür varlıklarına yakınlık peyda etti. Yavaş yavaş onun zihnî mirasını eline geçirdi. Bu sayede asırlarca süren bir uyuklama ve uyuşukluk devresinden kurtularak, nihayet kendi kanaatleriyle emsalsiz bir yükselişe doğru harekete başladı. Tabiatiyle Batı, İslâm medeniyetinden yalnız ilim sahalarında değil, bu arada hayatın bütün sahalarında ve san’atta da yaşayışını daha zengin, daha güzel, daha sıhhî daha mes’ut yapan sayısız küçük fakat mühim ilhamlar aldı.” (Hunke, 461)

Sanchez Albornoz “Espagne et L’İslâm” isimli eserinde şunları söylemektedir: “Tabiatiyle artık bugün ortaçağın karanlığından bahsetmek yersizdir. Fakat gittikçe düşmüş, bahtsız Avrupa’dan bahsetmek yerinde olur. Bunun karşısında Müslüman İspanya’nın o harikulade medeniyetini koymak lazımdır. Arapların İspanya’daki faaliyetleri hakkında incelemeler yapan büyük üstadlar Mağrib — İspanyol kültürünün genişliği, derinliği, parlaklığı konularında bize yeni ufuklar açıyorlar. Bu kültürün felsefe, bilgi, edebiyat, hülasa Hristiyan Avrupa kültürünün bütün kollarının gelişmesinde büyük bir tesiri olduğunu gösteriyorlar. Onlar bu tesirlerden ortaçağ düşüncesinin şâhikaları sayılan Saint Thomas ve Dante’nin bile kurtulamadığını ifade ediyorlar. Hiç şüphe yok, Pirenelerin iki tarafında veya Akdeniz sahillerinde pek çok kimseler, bu önemli tesiri kabul etmekten bir çeşit tiksinti ile çekiniyorlar. Bugün elde bulunan deliller, bu iddiaları kabule bizi mecbur bırakıyor ve hemen hergün bunlara yeni vasika ve delillerin eklenmesi mümkün oluyor. Rönesans hareketinin doğmasından asırlarca evvel, Kurtuba’da coşup akacak büyük bir medeniyet nehrinin ilk menbaları kendini gösteriyor. Bu medeniyet yeni dünyaya antik düşüncenin temellerini aktaracaktır.”

R. Sediltot ile aynı ismi taşıyan Sedillot: “Histoiregenerale des Ara bes” isimli kitabında batının nankörlüğünü şöyle anlatır: “Müslümanları ve onların bütün Ortaçağ boyunca yeni medeniyet üzerine icra ettikleri tesiri unutulmaya mahkum etmekte herhalde hususi bir kasd olsa gerektir.”Batının nankörlüğü Prof. E.F. Gautier’in “Moeurs et coutumes des Musulmans” isimli eserinde şu şekilde anlatılıyor: “Rönesansın ilk kekeleme anları öyle bir devre tesadüf etti ki, barbarlıktan uyanmakta olan Avrupa, İslâm medeniyetine bitkin bir hürmetle bakmaktaydı: Taklidine imkân olmayan bu örnek karşısında cesaretini kaybeden Garb’ın kolları sarkıyor. Herhalde biz bugün de tamamı ile aksine bir ifrata düşüyoruz. Irkî dalaletlere dayanan bu sersemce nankörlüğümüzden dolayı kendi kendimizi ne kadar ayıplasak yeridir.” Yine aynı eserin 282. sahifesinde: “Bizim rönesansımız İslâm medeniyetinin hatırasını çabuk unuttu; halbuki ona karşı çok büyük minnetleri vardır.”Humbolt “Cosmos” isimli eserde: “Müslümanlara bugünkü anlamında telakki etmeğe alışık olduğumuz ilimlerin gerçek kurucuları gözüyle bakılmalıdır. Onlar, eskilerin hemen hiç bilmedikleri fennî ve İlmî tecrübelerde bulunarak çalışmak seviyesine ulaşmışlardır” demektedir. (A. Rıza, 141-42) Auguste Comte (A Rıza 142) da bunu teyid eder: “Müsbet ilimleri Avrupa’ya sokan müslümanlardır” der ve ilave eder: “Fethettikleri ülkelerde, ilmî araştırma eğitimi yapacak mektepler kurar kurmaz, umumi bir şevk, üstün seviyedeki seçkin aydınları, bu yeni ışığa doğru sevketti. Müsbet ilimlerin ehemmiyeti daha başlangıçta papalık tarafından dahi hissedildi ki, ruhbanın birçok kıymetli ileri gelenleri ve bu arada iki papa bile eğitimlerini tamamlamak için Kurtuba’ya gidip İslâm müderrislerinden ilmî müşâhede ve araştırma usulleri eğitimi gördüler.”Diğer taraftan Draper şunları yazar: “Müslümanlar ilmi geliştirip yazarken, hatta yeni ilimler geliştirirken, Avrupa bugünkü Güney Afrika zencilerinin olduğu kadar medeniydi.Müslümanların felsefede, matematik ve astronomide, kimya ve tıbda elde ettikleri, askerî başarıları ile sağladıklarından daha büyük ve daha devamlıydı.” (A. Rıza, 142)

Dr. Gustave Le Bon da eserinde şu satırlara yer verir:”Müslümanların ilmî çalışmaları ve buluşları incelendiğinde, hiçbir milletin, bu derece kısa bir zamanda bu kadar fazla sayıda keşifte bulunmadığı ve verimli olmadığı görülür.” İslâmın müsbet ilim metodu, tecrübe ve müşâhede etmektir. Kitaplarda okumak ve üstadların nazariyelerini tekrarlamak ise Ortaçağ Avrupa’sının metodu olmuştur. Aradaki fark fevkalâde esaslıdır.” (A. Rıza, 142)Meşhur Fransız matematikçisi Montucla “Histoire des Mathematiques” isimli kitabında hayranlığını şu şekilde anlatır:”Müslümanlar uzun zaman ilmin yegâne sahipleriydi, 11. Yüzyılın karanlıklarını dağıtmaya gelen ilk ışıkları onlara borçluyuz. Bu dönem içinde matematikde şöhret kazanabilmiş herkes ilimlerini Müslümanlardan elde etmişlerdir.” (A, Rıza, 170)Viardod da “La Civillisation des Arabes” ünvanlı kitabında Müslümanların medeniyete temel teşkil ettiğini şu cümlelerle anlatır: “Dante, Petrarque ve Boccace, Rönesans’ın bu babaları, Provence aydınlarını üstadları sayıyorlardı. Provence aydınları da Arapların müridleri olduklarına göre, edebiyatın olduğu kadar ilmin de yolunu Avrupa’ya açan Araplar olmuştur.” (A. Rıza, 179)Lecky “Rasyonalist Felsefe Tarihi” adlı kitabında: “Avrupa’nın entellektüel anlamda uyanışı ve canlanışı ancak eğitimin manastırlardan üniversitelere, Muhammedi bilimin ve sanayideki bağımsızlığın kilise saltanatını parçalamasından sonra başlayabilmiştir” demektedir. John Davenport ise “Kur’ân ve Mesajı” isimli eserinde şöyle der: “Bilim ve kültür dâvasına Müslümanların gösterdiği saygıdan daha derin bir saygı gösteren millet gelmemiştir. Bir İslâm şairi: “Bir bilgin gördüğüm zaman onu karşılar ve ona değer veririm” der. Hz. Peygamberin birçok hadisi bilim ve kültüre en içten saygı ile doludur. “Bilginlerin mürekkebi şehidlerin kanı gibidir.” “Kalem ve mürekkeb -yani eser- bırakanlara cennet kapıları açıktır.” “Dünya dört şeye dayanır: Bilginlerin bilgisi, büyüklerin adaleti, iyi insanların ibadeti, yiğitlerin cesareti.” Fakat daha önemlisi, Müslümanların dünya zenginliğini önemsiz bir şey tanımaları, buna karşılık bilimi en değerli şey saymalarıdır.” “Müslümanlar arasında bilim ve sanatlar 600 yıl boyunca parlak bir hayat sürerken bizim aramızda en kaba bir barbarlık egemendi. Edebiyat da en sönük günlerini yaşıyordu.”Mosheim ise şöyle demektedir: “X. yüzyıldan başlayarak Avrupa’ya yayılan, hikmet, astronomi, felsefe ve matematik gibi bilimlerin Arap okullarından alındığı, özellikle Endülüs Müslümanlarının Avrupa felsefesinin üstadı oldukları muhakkaktır.”

Kaynaklar: 1) Abdülaziz bin Abdullah: İslâm’ın Getirdikleri. Bir yay.lst.983,s.88. 2) Ahmed Rıza: Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası. Üçdal yay. İst. 1982, S:141,’ 142, 170, 172, 179.  3) Ateşmen, M: İslâm. Yaylacık matb. İst. 1973, S:35, 112, 131, 136. 4) Aydın, M: Bilgi, Bilim ve İslâm, İsav yay. İst. 1987, s:65. 5) Bammat H: İslâmın Çehresi. Fatih matb. İst. 1975 s: 103.6) Bammat, H:Garp Medeniyetinin Kuruluşunda Müslümanların Rolü, Bahar yay. İst. 1966 s: 20. 7) Bucaile, M: Kitab-ı Mukaddes, Kur’ân ve Bilim, Silm Matb. İzmir, 1981 s:175.  8) Danişmend, İ. H: İslâm Medeniyeti, Yağmur yay. İst. 1983 s: 18 – 20. 9) Durant, W: İslâm Medeniyeti, Tercüman 1001 temel eser. İst. s: 84 . 10)Gürkan, A: İslâm Kültürünün Garbı Medenlleştirmesi. Akçağ yay. İst. 1969 s:252, 256. 11)Hltti, P.K: Ulâm Tarihi. Boğaziçi yay. İst. 1980. 3/919 . 12)Hunke, S: İslâm Güneşi. Bedir Yay. İst. 1975 s: 18, 124, 461. 13)Keskioğlu, O: Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri. Diyanet yay. Ank. s.63.14)ülken, H.Z: İslâm Felsefesi, Selçuk yay. s: 304. 15)Zeydan, C: İslâm Medeniyeti Tarihi. Fatih yay. İst. 1976 1/3, 21. 16)Seyyid Ali Eşref, Hasan Bilgrami: İslâmi Üniversite Kavramı. Risale yay. İstanbul 1988 s: 43. 17) Davenport, J: Kur’ân ve Mesajı. Kültür Basım yay. birliği, İstanbul, 1988 S: 34-36.

Bizim kültürümüz batı kültüründen farklıdır: “Özyeğin ABD’deki öğrencilik günlerinden örnek verdi: Benim bir dönem yanında kaldığım ailenin kuralı, “18 yaşına gelen çocuk, aile bütçesine yardım eder”di. Çocuklarından ev kirası payı bile istiyorlardı. Ben üniversite yıllarımda çalışmaya başladığımda babam, “Gerekirse ceketimi satar seni okuturum” demişti. Bizim kültürümüzde bu var.”  (Hüsnü Özyeğin: Hürriyet, 26 Temmuz 2010)

**

İslam felsefesinin özgünlüğü ve Yunan felsefesinden yapılan tercüme faaliyetleri 

                                                                             Giriş

Modern dönem düşünce tarihçileri, bütün düşünce tarihin basitten mükemmele doğru ilerleyen akılcı bir çizgi olarak kabul etmiş, insanlığın düşünce birikimini bu açıdan değerlendirmiş, bu çizgiye uyan düşünceleri temele almış; uymayanları ya tamamen akılcı çizginin dışına koymuş ya da dikkate almamışlardır. Bu bağlamda, diğer toplumların kendilerine özgü düşünce yapıları ve bu yapıları oluşturan farklı unsurlar, “başka” kategorisine konularak tarihin dışında bırakılmıştır. Hatta “başka” kategorisine giren düşünce yapılarındaki akılcı düşünceleri ya dikkate almamış ya da kendi akılcı çizgilerinden beslenen unsurlar olarak kabul edilmiştir.

Düşünce tarihini, tümel bir bakışla ve akılcı çizgi temelinde değerlendirenler, İslam düşüncesin de aynı şekilde değerlendirerek, büyük bir bölümünü akılcı çizginin dışında, belli bir bölümünü ise söz konusu çizgiden kaynaklanan düşünceler olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda, Yunan felsefesinin İslam düşüncesine tercümesine kadar olan devredeki tedvin dönemi, akılcı çizginin dışına konulmuş; Abbasiler döneminde, Yunan felsefesinin tercümesiyle başlayan dönem, diğerini gölgeleyecek şekilde öne çıkarılmıştır.

Modern dönem tarihçiler düşünce tarihini düzgün, doğrusal bir çizgide ilerleyen yapı olarak değerlendirenler, insanlığın düşünce mirasını söz konusu çizgiye kısmen uyanlar ve hiç uymayanlar olarak ikiye ayırmışlardır. Bu ayrımı yapanlar, her düşünce yapısının Modern düşüncenin geçirdiği değişim ve aşamaları geçirmesi gerektiği düşüncesinden hareketle Modern düşüncenin yaşadığı her değişimi, diğer düşünce yapılarında da aramışlardır. İslam düşüncesini de bu şekilde değerlendiren Modern dönem düşünce tarihçileri, İslam düşünce yapısı içerisinde Rönesans, Hümanizm hareketler, Dini reformlar, doğal din akımı, din- bilim çatışması gibi unsurları aramış, tam karşılıklarını bulamayınca, bir takım benzetmelerle ortaya koymaya çalışmışlardır. Peki, İslam düşüncesinin ya da başka düşünce yapılarının ana niteliği, Batı düşüncesinde olduğu gibi, basitten mükemmele doğru ilerleyen akılcı bir çizgi olmak durumunda mıdır? Bir düşünce yapısı, modern düşüncenin geçirdiği her devreyi geçirmek, yaşadığı her değişimi aynen yaşamak durumunda mıdır?

Bu makalenin amacı, İslam düşüncesini kendi oluşum süreci ve kendine özgü yapısı içerisinde, kendi unsurları ile birlikte değerlendirmemenin sorunlarını değerlendirmeye çalışacağız.

İnsanlığın Düşünce Çizgisi Düzgün- Doğrusal Olarak İlerleyen Akılcı Bir Çizgi midir?

Felsefe tarihçilerinin büyük çoğunluğu akılcı, sistemli ve tutarlı düşünce olarak kabul ettikleri felsefi düşüncenin, ilk kez eski Yunan’da ortaya çıkarak farklı oluşumlarla günümüze kadar geldiğini söylemektedirler. Bu düşünce yapısı, birbirini tamamlayan düşünceler zinciri halinde öyle bir sistem oluşturmuştur ki, bu sistemdeki her filozof bir öncekinin düşüncelerini eleştirerek ya yeni bir düşünce sistemi oluşturmuş ya da onu tamamlayarak olgunlaştırmıştır. Örneğin Thales bir doğa araştırmacısı olarak Anaksimenes’le aynı çizgide yürürken, Pisagorcular eleştirel dini görüşleriyle Ksenefones’i tamamlamakta, Herakleitos- Parmenides tartışmasıyla aklın üzerinde duracağı temel ilkelerden biri olan çelişmezlik prensibine ulaşılmaktadır. Bunun yanında Sokrates, Sofistlerin sarstığı hakikat düşüncesini kavramlar temelinde oluştururken, Platon hakikati idealar alemine çıkarmakta, onun öğrencisi olan Aristoteles hocasından çok sevdiği hakikati varlığın özünde bulmaktadır. Bütün bu düşünce serüveni Batıda, Ortaçağ’la karanlık bir döneme girmekte, Rönesans bu karanlık perdeyi yırtarken aydınlanma, aklı aydınlatarak insanı kendi ayakları üzerinde durabilen ve özgürce düşünen birey olarak ortaya çıkarmaktadır. Söz konusu aydınlanma fikri, 19. Yüzyılda katı bir ideolojiye dönüşmüş, 20. Yüzyılda da hakimiyetini tesis etmiş, 21. Yüzyılda ise alternatiflerini de üreterek devam etmiştir. Modern Batı düşüncesi tarihi, bilinen yapısıyla, şaşırtıcı bir silsile ve birbirine bağlı düşünce halkalarının oluşturduğu sistemli ve tutarlı bir yapı görünümü vermektedir. Platon’un eserlerindeki düşünce kahramanı olan Sokrates, kocaman bir akılcı felsefe çizgisinin kavramsal temellerini atmakta, düşünceleri fragmanlarda kayıtlı olan Thales’ten Sokrat’a kadar bütün filozoflar, hoca talebe bağlantısı içerisinde varlık, bilgi ve değer hakkında sistemli ve tutarlı düşünceler ortaya koyan düşünürler olarak bu çizgide yerlerini almaktadırlar.

Modern Batı düşüncesindeki bu sistemli ve tutarlı yapı, onun düşünce tarihinde ortaya çıkmış bütün düşünceleri değil de özellikle ve sadece akılcı çizgide olanları dikkate alan ve bunlardan oluşturulan bir yapı olduğunu göstermektedir. Nitekim, Batı düşüncesinin büyük bir bölümünde, insanlığın geçmişini konu edinen tarih bilimi, tarihsel olayların bilimsel kalıplar içerisinde değerlendirilemeyeceği düşüncesiyle bilim sayılmamıştır. Ancak 18. Yüzyıldan itibaren tarihi, insanlığın inşa süreci olarak değerlendiren düşünürler baş göstermiş, bunların bir kısmı (Hegel gibi) insanlık tarihini tümelci yaklaşımlarla belirleyen metafizik teoriler ortaya koymuş, diğer kısmı tarihin biliminim yöntemlerini ortaya koymaya çalışmışlardır.

Örneğin, Rönesans düşünürleri tarihi öncelikle istikrarsızlığı, kavranmasının zorluğu ve sürekli aldatıcı görünümleri nedeniyle sırt çevrilmesi gereken bir alan olarak görmüşler; ancak tarihin bu aldatıcılığından kaçmak için onu sanat olarak görmek ve tarihsel gerçekliklerle fazla ilgilenmemek gerektiğini söylemişlerdir. Bu nedenle Rönesans düşünürleri, tarihi olayları doğru bir şekilde araştırmak yerine onunla ilgili olarak edebî eserler ortaya koymayı tercih etmişlerdir. Bu bağlamda ortaya konulan eserler, Niccolo Machiavelli örneğinde[1] olduğu gibi, ulus bilincini oluşturan, tarihin yapıcı öğesi olarak kendi ulusal bilinçlerini öne çıkaran eserler olmuştur.

17. Yüzyıl düşüncesi ise bilim anlayışını temeline mekanik yasalara tabi olan, empirik deney ve gözlemlerle bilinebilen ve matematiksel olarak formüle edilebilen düzenli bir oluşum olan doğayı koymuş, tarihi ise değişken bir varlık alanına dayandığı, mekanik nedenselliğe uymadığı için bilim olarak kabul etmemiştir. Bu dönemin düşünürlerinden olan Leibniz, rasyonel bilgi yanında bir de tarihsel (historik) bilginin de olabileceğini ancak tarihin (historia) gözlemlere ilişkin olan tekil önermelerden hareket ettiğinden dolayı tarihsel bilginin zorunlu değil olası (zanni) olduğunu söylemektedir. Ona göre tarih, asla olguların gözlemlenmesiyle elde edilen bilgi gibi düzenli, sistemli ve ilkeli bilgilere dayanamaz. 17. Yüzyılın bir başka düşünürü P. Bayle, tarih tamamen yalanlarla dolu olduğu için ders alınacak bir şey de değildir, der. Ona göre tarih, tarihçilerin kendi mutfaklarında pişirip tadını ve tuzunu kendi damak zevklerine göre ayarladıkları bir şeydir. Bayla “Tarih Sözlüğü Eleştirisi” adlı kitabında tarih eleştirisi yaparak, tarihe tamamen kuşku ile yaklaşmıştır.[2] 17. Yüzyılın bu genel tutumuna karşılık, 18. Yüzyılda Giambattista Vico (1668-1774) der ki, doğal olgular Tanrı tarafında yaratıldığı için onların doğasını tam olarak bilmek ancak Tanrı’nın işidir. Bu anlamda şeylerin doğasını bilmek için onları yapmak ve yaratmak gerekmektedir. Ona göre doğru, bizden bağımsız olarak var olan doğayla değil (insanla birlikte) olup bitenle yani olguyla ilişkilidir.[3] Alman filozof Kant (1724- 1804)), tarihe teorik akılla baktığımızda karmakarışık ve düzensiz bir gidiş olarak göründüğünü, buna karşılık ereklilik idesi altında çalışan pratik akıl ile baktığımızda tarihin belli bir ereğe doğru ilerleyen süreç olduğunu görebileceğimizi düşünmektedir. Kant, bazı düşünürlerin tarihi bir bütün olarak bilmeyeceğimiz görüşüne katılırken, tarihte ilerleme idesi olmadığı fikrine katılmaz. Ancak bu ilerleme teorik akıl için geçerli olan tarihe yayılmış bir ilerleme değil, pratik akıl için gerekli olan ve pratik yararları bulunan bir durumdur. Kant’a göre böyle bir ilerleme, insanlığın gelişimine topluca bakmamızı sağlayan son derece yararlı ve bu niteliğiyle ahlaki bir fikirdir. Tarihte bir ilerleme görmek, her şeyden önce tarihi bizim gözümüzde anlamlı bir süreç haline getirir. Ayrıca ilerleme idesi beraberimde erekliliği de getirir. Bu nedenle tarihe bir ilerleme idesiyle bakmak için tarihte bir ereğin varlığını da kabul etmek gerekmektedir. Özetle söylemek gerekirse Kant, ilke tutmayan tarihsel olayların, bir yabancı akıl tarafından konulacak erek düşüncesine göre düzenlenmesi ve buna göre araştırılmasının mümkün olduğunu söylemekte ve tarihe bir bilim olarak belli şartlarla cevaz vermektedir.[4] Kant ile birlikte gelinen bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, 18. Yüzyılda ulaşılan bu tarih telakkisi, Batı düşüncesinde insanlık tarihine ilerleme idesi ışığında tümelci, metafizik bakış açılarının doğmasına neden olmuştur. Tarihsel gerçekliklerden değil de bir takım metafizik teorilerden hareket eden bu bakış açıları, Hegel örneğinde olduğu gibi, tarihi açıklama çabası da diyebileceğimiz, metafizik temelli tarih felsefelerini doğmasına neden olmuştur. Tarihi bu şekilde değerlendirenler, bütün insanlık düşüncesini akıl mihveri üzerinde sistematik bir şekilde yürüyen ve gelişen düzgün doğrusal bir çizgi olarak görmüşlerdir.

Modern düşünce kendi düşünce geleneğini tasarlarken, tarihte sürdüğü akılcı iz, onları milattan önce 6. Yüzyıla kadar götürünce, tarih burada kesilmiş ve ondan ötesini aklını kullanamaz, düşünce üretemez, yarı insan yaratıklar olarak kabul edilmiş; bu tarihten sonra ortaya çıkan farklı düşünce yapılarını da kendi düşünce coğrafyalarının dışındaysa tamamen görmezden gelinmiştir. Hatta bu düşünce yapıları akılcı yapılar bile olsa dikkate alınmamıştır. Örneğin Hint Çin ve Mısır kaynaklı kadim felsefeler dikkate alınmadığı gibi, Müslüman düşünürlerin ortaya koyduğu düşünce birikimi de çoğunlukla dikkate alınmamıştır. Bu bağlamda, İslam düşüncesinin akılcı mezhebi olan mutezile mezhebi ve onun 7. Yüzyıldan itibaren başlattığı hüsün- kubuh tartışmasıyla oluşan doğal hukuk anlayışı da dikkate alınmamış, doğal hukukun 17. Yüzyılda Hollandalı filozof Hugo Grotius tarafından ortaya atıldığı söylenmiştir.

Bütün bu gelişmeler, düşünce tarihinde ihmal edilmesi imkansız olan Mısır, Hint ve Çin düşüncesi gibi kadim düşünceleri paranteze aldığı gibi, Modern Batı düşüncesini önceleyen ve gerçekliği balçıkla sıvanamayacak kadar apaçık olan İslam düşüncesini de gölgede bırakmıştır. Böylece temelde düşünce olmak üzere, bu düşünceden türeyen her şey; bilim, sanat, mimarı ve benzerleri, Batı düşüncesi temelinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Bundan sonra artık bütün düşünce yapıları ve bunların ürünü olan bilim ya da sanat mutlaka ya tamamen Batı mahreçlidir ya da oradan etkilenerek, aktarılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu anlayışa göre, Batı düşüncesin dışında kendi ayakları üzerinde duran veya kendi özgün yapısını oluşturabilen düşünce yok gibidir.

Bir çeşit saplantı halini alan bu dogmatik kabul, hem dünyanın diğer yerlerinde, hem de İslam düşüncesinde ortaya çıkan bütün bilimsel ve felsefi gelişmeleri kökü batıda olan cılız ürünler olarak yorumlama hastalığını da doğurmuştur. Yukarıda da kısaca belirttiğimiz gibi, sıradan bir felsefe tarihi kitabı, felsefenin ortaya çıktığı kaynağı açıklarken Mısır, Hint ve Çin düşüncesini birer figür olarak kullanmakta ve sonunda felsefenin Antik Yunanda ortaya çıktığı sonucuna varmaktadır. Bu kabul bazı Batılı araştırmacılar tarafından o kadar abartılmıştır ki, dünyada ortaya çıkan her bilimsel gelişmenin mutlaka Yunan kaynaklı olduğunu, bunun dışındakilerin ya bir alıntı ya da adaptasyon olacağını söylemişlerdir. Örneğin Beckher, aslen Yunan ve Roma kaynaklı olduğunu iddia ettiği matematik, geometri ve tıp gibi ilimlerin (ilmü’l evail) kan uyuşmazlığından dolayı Doğu İslam kültürüne ancak son Helenistik dönem olan Doğu Hıristiyan-Yahudi kültürü ve Yunan ruhunun bir şubesi durumunda olan Zerdüşt kisvesiyle girebildiğini söylemektedir.[5]

Bu görüşü savunanlara göre, Doğu İslam medeniyeti ile Yunan medeniyeti arasında, felsefi düşünce ve bilimi üretme açısından, öz (cevher) ve tabiat farklılığı vardır. Yunan medeniyeti temelde bir ferdi özün bulunduğunu, bu özün de diğerlerinden ayrı ve bağımsız olduğunu kabul ederek, Doğu İslam medeniyetinden ayrılmaktadır. İslam medeniyetindeyse böyle bağımsız bir öz anlayışı bulunmamakta bilakis tüm ferdi özlerin üzerinde onları yaratan, dilediği gibi etki eden bir öz (Tanrı) bulunmaktadır. Bu nedenle İslam medeniyeti özselliği şiddetle reddetmektedir. İslam medeniyetinin bu öz karşıtlığı, temeli (tabiatı) özlerin yorumundan başka bir şey olmayan bilim ve felsefenin de reddedilmesine neden olmaktadır. İddiaya göre, İslam medeniyetinin ruhu ve tabiatı bilim ve felsefeye karşıdır ve bu medeniyet felsefeyi üretememektedir.[6]

Batı düşüncesini temele koyarak diğer tüm düşünceleri yok sayanlar, “başka” kategorisine soktukları toplumların felsefe tarihlerini de kendi elleriyle yazmaktan geri durmamışlardır. Örneğin aslen bir müsteşrik olan T. J. de Boer, İslam felsefe tarihini yazarak, bu düşünce atmosferinde ortaya çıkan felsefenin özgün değil, kendi düşünce yapılarının bir türevi olduğunu söylemiştir.[7]

İslam’da Felsefe Tarihi adlı kitabın yazarı olan T. J. de Boer’e göre, İslâm felsefesi sürekli Yunan ’dan tercüme edilen eserler topluluğuna bağlı eklektik bir yapıdır. Ona göre bu felsefe, tarihi boyunca yeni bir görüş ortaya koymaktan çok diğer görüşleri kendi içinde eritici bir gelişim seyri takip etmiş, ne yeni meseleleri gündeme getirme ne de eski meseleleri çözüme kavuşturma hususunda kendi içerisinde bir çaba gösterebilmiştir. Dolayısıyla düşünce hayatında kayda değer önemli bir ilerlemeden bahsetmek İslâm felsefesi için mümkün değildir.[8]

 Yunan kültürünün İslâm kültürüne aktarılışı abartılı bir hal alınca, bu aktarılanla birlikte İslâm kültürüne geçen çeşitli ilimlerin önceden hiç olmadığı gibi bir izlenim verilmiştir. Söz konusu aktarılma işlemini konu alan incelemeler matematik, geometri, tıp ve felsefe gibi ilimlerin genelde doğu toplumlarında özeldeyse İslâm’da daha önceden yok olduğu kabulünü delilsiz bir şekilde temele koymuşlardır. [9]

 İnsanlığın ortak mirası olan bilim ve felsefe hakkındaki bu tekelci tutum sadece Batılı düşünürler tarafından dile getirilmemiş, bu konunun nesnesi durumunda olan bir kısım Doğulu düşünürler tarafından da paylaşılmıştır. Bu noktada bir takım Doğulu düşünürler Batılılarla birlikte, doğuluların bilimsel zihniyetten uzak, duygusal ve gevşek mantık sahibi insanlar, düşünce yapılarının da bilim ve felsefenin dışında, mantık örgüsünden yoksun mistik düşünceler olduğunu söylemişlerdir. Öyle ki, doğuşu ile birlikte kısa zamanda dünyanın dörtte üçüne yakın bir bölümüne yayılabilmiş ve günümüze kadar ömrüne bir kaç imparatorluk sığdırmış olan İslam medeniyetinin temelinin bilim ve düşünceden yoksun, mantıksız, tutarsız ve dağınık fikirlerden oluştuğu gibi bir yargı, kolayca paylaşılabilmiştir.

Kendine Özgü Bir Düşünce Geleneği Olarak İslam Düşüncesi

Düşüncenin basitten mükemmele doğru giden akılcı bir çizgide ilerlediğini, bunun da eski Yunan’da başlayıp günümüze kadar devam ettiğini söyleyenler, hem Batı’da hem de Doğu’da bu çizgiye uymayan düşünceleri yok saydıklarını yukarıda belirtmiştik. Bu bağlamda İslam düşüncesinin ana damarlarından biri olan “oluş mektebi” de yok sayılmış, çoğunlukla Yunan felsefesinin tercümesiyle birlikte ağrılık kazanan “varlık” mektebi dikkate alınmıştır. Öyle ki, Yunan felsefesinin İslam düşüncesi içerisinde uğradığı önemli değişiklikler, ya bir adaptasyon ya da ortamın gerektirdiği yapay fikirler olarak değerlendirilmiş; Aristoteles’in düşüncelerini işleyen Farabi ve İbn-i Sina, onun hem metafizik hem de mantık konusundaki düşüncelerini temelden değiştirirken, bu değişiklikle ortaya çıkan yeni durum özgün bir ürün olarak sayılmamıştırÖrneğin, Farabi, Kitabu’l Huruf adlı eserinde, dil- düşünce ilişkisi temelinde ama Arapça bağlamında bir metafizik kurmakta, Mantıkta Aristo’dan oldukça farklı kavramlarla konuşmaktadır. İbn-i Sina ise metafizikte mümkün- zorunlu varlık ayrımıyla tamamen farklı bir varlık anlayışı ortaya koyarken, mantığı metafizikten ayırarak formel hale getirmekle mantık ilmini adeta yeniden inşa etmektedir. Gazali, başta Mekasidü’l Felasife adlı eserinin başındaki mantık bölümü olmak üzere, Mi’yarü’l İlim ve diğer mantık kitaplarında burhanda kullanılan önermelerin içeriğine ve tümdengelimsel kıyasa yönelik önemli eleştiriler getirmiş, İbn-i Teymiye er-Red al’el Mantıkiyyun adlı eserinde bu eleştirileri sürdürmüştür. Ayrıca Gazali, Tehafütü’L Felasife adlı eserinde bir yandan ciddi bir akıl eleştirisi yaparken diğer yandan meşşailerin zorunluluk düşüncesine karşı imkan fikrini işlemiştir. Bütün bunlar, birbirinden kopuk düşünceler değil, belli bir sürecin eseridir. Örneğin mantıktaki eleştiriler, İbn-i Sina’da başlayan kategorilerin sayısı tartışması, tümellerin göreli- zihni varlıklar oluşu, delalet konusunun mantık ilmine eklenmesi, bilgi edinme yetisi olarak vehim yetisinin dikkate alınıp yanlışın kaynağı olarak gösterilmesi, kiplik konusuna fiil ve davamın da eklenmesi, bir sürecin devamı niteliğindedir.

Hatta denilebilir ki, İslam düşüncesinde “varlık” fikrini (mahiyeti) temele koyan ekol ile “oluş”u temele koyan ekol arasında zaman zaman sınırlar iyice incelmekte, bazen varlık fikri oluş içerisinde eritilmektedir. Bu bağlamda birçok tasavvufçunun eserinde felsefe bahisleri bulmak, irfanla burhanın sentezlendiğini görmek mümkündür. Bunlardan birisi de Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır. O, Marifetname adlı ansiklopedik eserinde birçok konuyu ele aldığı gibi, felsefe bahislerine de yer vermektedir. İ. Hakkı’nın Marifetname’sindeki felsefe bahisleri, temelde İslam meşşailerinin görüşleridir. Ancak o, bu görüşleri giderek tasavvufi bir atmosferde eritmektedir. Örneğin, İslam meşşaileri, Allah’ın önce tümel aklı varlığa getirdiğini ve bunun bir taraftan kendisini varlığa getiren Allah’ı diğer taraftan da kendi varlığını bilmek gibi iki düşünce biçiminin olduğunu söylemektedirler. İbrahim Hakkı buna üçüncü bir unsuru da ekleyerek, ilk varlığın bir de ihtiyacını bilmek (fakr) durumunda olduğunu söylemekte, tasavvufi bir kavram olan “fakr”ı, felsefeye sokmaktadır.[10]

Kanaatimizce İslam düşüncesini Batı düşüncesinin temel aldığı akılcı çizgiden değerlendirenler, onu kendine özgü bir düşünce geleneği olarak değil de Batı düşüncesinin geçirdiği süreci adım adım takip eden bir düşünce olması gerektiğini düşünmektedirler. Durum böyle olunca İslam düşüncesini de Batı düşüncesinde olduğu gibi laik- ruhban, din- devlet, bilgi- iman, bilişsel- duygusal, seküler- kutsal, madde- ruh karşıtlığı içerisinde ele almaktadırlar. Halbuki, Batıda laik- ruhban ayrımını besleyen güçlü bir dini kurum, yani kilise bulunmaktadır.

Kilise bu ayrımla kendi gücünü sadece ötedünyada değil dünyada da oldukça güçlendirmiş, bir yandan “endülijans”larla cennete bilet keserken diğer yandan krallara taç giydirerek onların dünyevi iktidarlarına meşruiyet kazandırmıştır. İslam’da ise böyle bir ayrımı gerekli kılacak, kilise kurumu gibi güçlü dini kurumlar (en azından Sünni dünyada) olmamıştır.

Kilise, toplum ve devlet üzerindeki otoritesine sadece kutsiyet kazandırmamış, ona felsefi bir zemin de hazırlamıştır. Örneğin, Ortaçağın siyasi düşünce yapısını kuran Augustinus, devletleri insanlığın başlangıcından beri “günahkar olanlar” ve “Tanrı’nın inayetiyle günahtan kurtulanlar” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bunlardan birincisini temsil eden “yer devleti” iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, pagan, Asur ve Roma İmparatorluklarıyla gelişen “şeytanın krallığı”dır. İkincisi olan “gök devleti” ise Yahudi toplumuyla ortaya çıkan, kendini Hıristiyanlığın ve Kilise’nin doğmasıyla sürdüren “İsa’nın Krallığı”dır. Ona göre, tarihte “yer devleti”nin örnekleri olan Asur ve Roma yıkılıp gittiler. Çünkü yer devleti gidicidir. İnsan Adem’in günahıyla yer yüzüne gelmekle birlikte İsa’nın gelişiyle güç kazanmıştır. “Gök devleti”nin yeryüzündeki temsilcisi kilisedir. Gök devleti giderek gelişecek, sonunda yer devletini tümüyle ortadan kaldıracak ve yeryüzüne egemen olacaktır.[11]

İslam toplumlarındaki din- devlet ilişkisi, hiçbir açıdan yukarıda söz konusu olan din- devlet ilişkisine benzememektedir. Çünkü ne İslam’da böyle bir dini kurum, ne böyle bir din temelli devlet felsefesi vardır.

Ayrıca İslam düşüncesindeki bilgi- iman karşıtlığı da Batıdaki kadar kesin değildir. Batı düşüncesinde, Ortaçağda inanca yer açmak için bilgi paranteze alınırken, Yeniçağda Kant, bilgiye yer açmak için inancı paranteze almak durumunda kalmıştır. İslam düşüncesinde, Batıda olduğu kadar bilgi- iman gerilim yaşanmamıştırNitekim Gazali, inancın hakim olduğu yerde bilginin da mümkün olabileceğini, hem bilimlere karşı gösterdiği tavırda hem de “mucize” meselesinde ortaya koymuştur. Örneğin Gazali, Aristocu bilim ve felsefeyi eleştirirken, soyut spekülasyonlara dayanan ve Batının da Gazali’den yüzyıllar sonra reddedeceği Aristocu doğa bilimlerini reddetmiş ancak matematik, mantık gibi bilimlerin gerekli olduğunu hatta mantık bilmeyenin ilmine güvenilmeyeceğini söylemiştirGazali’nin karşı çıktığı tabiat bilimleri Aristocu tabiat bilimleri olduğu halde, Gazali’nin kitaplarını çevirenler, hiçbir açıklama yapmadan, bunu mutlak anlamda “tabiat bilimleri” diye çevirmiş ve Gazali’nin fizik, kimya gibi bilimlere tamamen karşı çıktığı düşüncesine neden olmuşlardır. Halbuki Gazali’nin eleştirisi, özellikle Aristocu bilime karşıdır. Gazali söz konusu bilimleri riyazi bilimler (matematik- geometri), mantık, tabiiyyat (doğa bilimleri), ilahiyat (metafizik), siyaset ve ahlak olarak ayırmakta, riyazi bilimlerle mantık ilminin gerekli, ahlak ve siyasetin sorunsuz, tabiat ilmi ile metafiziğin ise gereksiz olduğunu söylemektedir. Bu arada bilimlerin sınırlarını da çizerek, örneğin ne matematiğin metafiziğe ne de metafiziğin matematiğe gerek duymadığını söylemektedir. Ona göre, riyazi ilimler kesin sonuçlar ortaya koyarken, metafiziğin sonuçları kesin değil tartışmalıdır (cedelidir). Eğer metafizik de matematik gibi kesin olsaydı filozoflar arasında görüş ayrılığı olmazdı. Ayrıca ne ayrık kemiyetleri inceleyen matematiğin ne de bitişik kemiyetleri inceleyen geometrinin metafizikle ilişkisi vardır. Metafizikle alakalı bir bilgiyi elde etmek için matematik ve geometriye gerek yoktur. Örneğin evin bir yapıcısının olduğunu bilmek için altıgen ya da sekizgen olduğunu, bölümlerini ve kerpiç sayısını bilmeye gerek yoktur. Aynı şekilde soğanın yaratılmış olduğun bilmek için katlarının sayısını bilmeğe gerek olmadığı gibi, narın yaratılmış olduğunu bilmek için tanelerinin sayısını bilmeye gerek yoktur.[12]

Gazali, Aristocu anlayışın ayaltı alemden ayırarak oluş ve bozuluşa tabi olmayan mükemmel alem olarak nitelediği ayüstü alem ya da göğün taş ve topraktan farksız olmadığını söylemektedir. Ona göre, ayüstu ya da ayaltı alemdeki cisimlerin farklı olduğunu söyleyemeyiz; çünkü cisim tektir. Ayrıca ayüstü alemdeki cisimlerin ayaltı alemdekilerden farklı olarak, dairesel olarak döndüğünü söylemek de yanlıştır; çünkü dairesel hareket her iki alemde de geçerli olan tek harekettir. Bu anlamda cismin hareketlerinin kasri ya da tabii şekilde bölünmesi de bilfiil değildir. Çünkü hareket fiiliyatta birdir; parçalanma sadece vehmi bir hükümdür. Bu nedenle hareket bir yeri isteme ya da ya da bir yerden kaçma değildir.[13]

İslam düşüncesinde, Batı düşüncesinde olduğu gibi kesin hatlarıyla bölünmüş, Seküler- kutsal ayrımı da yoktur. Denilebilir ki, Batı düşüncesi kutsalı doğadan çıkardıktan sonra bilim ve felsefe yapabilmiştir. Felsefenin başlangıç noktası olarak kabul edilen Milet okulu filozofları, Homeros ve Hesiedos’un mitolojik açıklamalarına dayanan teogonilerini bertaraf ederek felsefi düşüncelerini ortaya koyabilmişlerdir. Bazı felsefe tarihçilerine göre felsefe, Tanrılar masal dünyasına sürüldüğü gün başlamıştır.[14] 

Bu ve benzeri düşünceler, Tanrılarla dolu gizemli bir dünyanın değişmez ilkeler çerçevesinde açıklanamayacağı düşüncesinin bir sonucudur. Nitekim bir başka felsefe tarihçisi, antik çağda bilimin olmayışının nedenlerinin başında, söz konusu dönemde Tanrısal güçlerle, gizem ve büyü ile dolu bir evren anlayışının oluşunu göstermektedir.[15]

Kutsal olana karşı bu olumsuz tutumun Batı muhayyilesindeki Tanrı imajından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Çünkü modern düşüncenin kendisi için tarihsel referans noktası olarak seçtiği Antik Yunan düşüncesi, Olimpos dağının Tanrılarının ilke tutmaz dünyasına (kaos) karşılık aklın (logos) ilkeleri üzerine oturmuş bir evren (kozmoz) kurma girişiminin sonucudur. Söz konusu Tanrılar hem mutlak anlamda güçlü hem de sorumsuzdurlar. Batı düşüncesindeki bu duruma karşılık İslam düşüncesinde kutsalın böyle sorunları yoktur. Bir olan Allah, kendi merhameti gereği eşyayı varlığa getirmekte ve varlığın devamının garantisi olmaktadır.  

 

Gazali’nin değimiyle, Allah muhale mürtit değildir. Yani bir şeyi olumsuzlamak yoluyla ispat etmek, yanlışa doğru demek, veya genel olanı olumsuzlayarak tekil olanı ispatlamak ve biri olumsuzlamakla ikiyi ispat etmek gibi muhal/ absürt olan şeyler Allah’ın kudreti içerisinde değildir.[16] “Allah, muhale mürit değildir” meselesini daha iyi anlamak için “muhal” kavramını biraz daha açıklamak gerekmektedir. İslam düşüncesinde zorunlunun karşıtı olarak kullanılan “muhal”, yukarıda da belirttiğimiz gibi, yanlışı doğru kabul etmek, bütünü olumsuzladıktan sonra söz konusu bütün içerisindeki parçayı ispat etmek, denizin yokluğunu kesin olarak ortaya koyduktan sonra balıkların varlığını kabul etmek gibi saçma bir durumdur. Bu durum varlık bağlamında düşünüldüğünde, varlığı olumsuzlayarak kozmosun var olduğunu kabul etmek, kaosu ortaya koyarak kozmosun varlığını ispat etmek gibi saçma bir durumun ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Halbuki Allah, kaosu istemediği gibi, O’nun varlığı, yokluğu (kaosu) muhal kılmaktadır. Ayrıca eşyanın varlığa gelebilmesi ve devamı için O’nun iradesi ve kayyum sıfatı gereklidir. Çünkü O, yokluğu (muhali) değil varlığı istemekte, bunu akıllara durgunluk verecek şekilde sürdürmektedir. Bu nedenle Gazali, Allah’ın mucizelerini evrenin varlığı ve mükemmel nizamı için sorun olarak görmemiştir.

Aklın kutsaldan arındırılmış bir alan aramasının bir başka nedeninin de “kilisenin bilim ve felsefe karşısındaki katı tutumu” olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim kilise, evrenle ilgili felsefi ve bilimsel yorumlara kutsal bir zırh giydirerek aşılması imkansız bir doğma haline getirmiştir. Bu bağlamda kilise bir dönem Platoncu felsefeyi kabul ederek kutsamış, söz konusu kutsal felsefeye ters düşen Aristoteles’in Fiziğini 1209 da, Metafizik adlı eseri 1215 de yasaklamış; diğer bir dönemde, 13. Yüzyılın ortalarına doğru Aristo felsefesini kabul ederek kutsamış, Aristocu bilime karşı gelen herkesi ölümle cezalandırmıştır. İslam düşüncesinde ise bilime karşı olanlar bireysel planda kalmış, arkalarına hiçbir zaman devlet otoritesini ya da dindar kitlelerin gücünü alamamışlardır. Örneğin İslam düşüncesinde de bilim ve felsefeye toptan karşı çıkanlar, hatta bu işle uğraşanları “zındık” ilan edenler olmuştur. Ancak bu durum, Batıda olduğu gibi “engizisyon” mahkemelerini doğurmamıştır.

Batı düşüncesi tarihinde durum böyle iken indirgemeciliğin bile sınırlarını dağıtacak şekilde, Hıristiyanlığın bir mezhebinin tarihteki uygulamalarının günahını, sadece “din” kavramının kaplamı içerisine girdiği için İslam dinine de yüklemek açık bir mantık ihlalidir. Çünkü canlı kavramının kaplamı içerisine girdiği için “köpek” türünün bir özelliği olan “hırlamayı” insan türüne de vermek ve “insan hırlayan hayvandır” demek, varlığın tasnifinden gafil olmak, kavramların doğasını bilememek, bölme ve tanımlamanın ilkelerini yıkmak demektir.

Halbuki, İslam düşüncesinin dayandığı İslam dininin Allah ve peygamber inancı, insan- toplum ve devlet tasavvuru, modern dönem Batı düşüncesinin ilişkili olduğu dinin Tanrı ve peygamber inancı, insan- toplum ve devlet tasavvurundan oldukça farklıdır. Bu farklar dikkate alınmadan birinin geçirdiği tarihsel serüveni diğerine aynen vermek oldukça zordur. Örneğin İslam’ın Allah tasavvuru, Allah’ın isim ve sıfatları, Allah- insan ve Allah- evren ilişkisi Modern Batı düşüncesinde hakim dini anlayış olan Katolik kilisenin Tanrı tasavvurundan oldukça farklıdır. İslam düşünürlerinin, “Allah’ın Güzel İsimleri” (Esmaü’l Hüsna) olarak tertip ettikleri “Güzel İsimler” anlayışı başka bir dinde yoktur. Bu isimlerle bilinen Allah ile insan arasındaki ilişki, sevgi atmosferinde gelişen ahlaki bir ilişkidir. İkbal’in değimiyle İslam’da insanın tam özgürlüğe kavuşması, mükemmel anlamda özgür olan Allah”a yaklaşmasıyla mümkündür.[17]

İslam düşüncesini modern Batı fikriyatı çerçevesinde değerlendirenler, Batı düşüncesinin geçirdiği aşamaları aynen İslam düşüncesinin de geçirdiği ya da geçirmesi gerektiği kanaatinden hareket ederek, aslında, her yerde kendi düşüncelerinin izini aramaktadırlar. Halbuki İslam düşüncesinin oluşum seyri, bu seyirde karşılaştığı engeller ve beslendiği kaynaklar modern Batı düşüncesinden farklıdır. Örneğin modern Batı düşüncesi, mitolojiye kurumsal dinden daha sıcak bakmakta, yer yer Yunan mitolojisini ilham kaynağı olarak görmekte, çoğu zaman mitolojik kavramlar zemininde düşünce geliştirmektedir. Halbuki İslam düşüncesi, dine mitolojiden daha sıcak bakmakta, mitolojiden değil dinden ilham almakta ve çoğunlukla dini kavramlar zemininde düşünce üretmektedir. Çünkü İslam düşüncesinde, anlamın nesnelliğini bozarak akıl ve mantık ilklerini altüst eden İslam dini değil, din yerine konulan efsanevi düşüncelerdir. İslam’da iman, saf akılcı bir temele oturmasa da akılla da çatışmamaktadır.

 Bu anlamda hiçbir İslam düşünürü “saçma olduğu için inanıyorum” önermesini kullanmamıştır.

 Bu noktada, Batı düşüncesinde bilim- din ilişkisi ile İslam düşüncesindeki bilim- din ilişkisinin de oldukça farklı olduğunu söyleyebiliriz. Batı düşüncesindeki bilimin seyrine genel olarak baktığımızda onun antik çağda metafizik nitelikte, ortaçağda dini nitelikte, modern çağda ise seküler nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Antik çağda bilim, mitolojinin ölçüye uymayan dilinden rasyonel metafizik düşüncelere geçerek ortaya çıkmıştır. Ortaçağda bilim, antikçağın Metafizik nitelikteki biliminden biri olan Aristocu bilimin kutsanmasından ibaret kalmış, modern dönemde ise bilim önce dinden sonra metafizikten arındırılarak tamamen pozitivist bir yapıya büründürülmüştür. İslam düşüncesindeyse bilim, öncelikle dini bilimler olarak ortaya çıkmış, söz konusu bilimler belli metotlar geliştirerek varlığını sürdürmüş, bunlar hiçbir dönemde karşı konulamaz doğmalar haline gelmemiştir. Nitekim gerek Hint gerekse Yunan düşüncesi, aktarıldıkları İslam düşüncesinde aşılamayacak bir kutsal- dogmatik engelle karşılaşmamışlardır. Söz konusu bilimler belli bir eleştiri süzgecinden geçirildikten sonra bünyeye uygun hale getirilerek kabul gömüştür.

İslam düşüncesini Batı düşüncesi kalıplarına göre değerlendirenler, İslam felsefesinden söz ederken öncelikle Kindi, Farabî, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi Aristocu filozofları zikretmekte diğerlerine filozof dememektedirler. Kanaatimizce bu da bir yönüyle, İslam düşüncesinin bütünlüğünü bozmak, diğer yönüyle bu düşünce içerisinde yetişen düşünürlere karşı çifte standart uygulamaktır. Çünkü hem İslam felsefesi söz konusu filozofların temsil ettiği Aristocu felsefeden ibaret değildir, hem de bu filozofların dışında da sayısız filozof bulunmaktadırNitekim Nurettin Topçu, İslam felsefesinin, sadece Farabî ve İbn-i Sina gibi filozoflara özgü bir düşünce yapısı olarak görülmesine karşı çıkarak şöyle demektedir: Öteden beri yanlış olarak İslam felsefesi denen felsefenin yapıcıları Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozoflar Aristo’nun felsefesini İslam’ın esaslarına tatbik ettiler. İslam dininin hakikatlerini Aristoculukla ispata çalıştılar. Netice hüsran oldu ve bundan Gazali’nin açtığı “Tehafüt” tartışması doğdu. Aristo felsefesi İslam’ın değildi, Yunan’ındı. Şu halde İslam felsefesi denen felsefe, İslam’ın ufuklarında Yunan felsefesinin hüküm sürmesinden başka bir şey değildi.[18]

İslam düşüncesini Batı düşüncesi zaviyesinden değerlendirmek, söz konusu düşüncenin önemli bir bölümü olan “oluş” felsefesini de yok saymaya neden olmaktadır. Bu durum İslam düşüncesinin ana damarlarından birini kesmekte, bu düşünceyi kendi özgün mirasından mahrum etmektedir. Halbuki, adına tasavvufta diyebileceğimiz “oluş” felsefesi, insan eylemlerini ve bunları yöneten iradeyi temele almış, Allah- insan ilişkisini sevgi atmosferinde geliştirmiştir. İbn-i Arabi ile birlikte teorik temellerini bulan tasavvuf, hoca talebe zinciri içerisinde Sadrettin Konevi, Kaşani ve Davut el-Kayseri aracılığıyla Osmanlıya miras olarak kalmıştır. Osmanlı tasavvufunun varlık temelini İbn-i Arabi’nin vahdet-i vücut düşüncesi, bilgi temeliniyse Gazali’nin bilgi anlayışının oluşturduğunu söylemek mümkündür. İbn-i Arabi’nin Osmanlıdaki temsilcisi durumunda olan Davud el-Kayseri, 14. yüzyılda, temelinde İbn-i Arabi’nin vahdet-i vücut düşüncesi olan Ekberiye tarikatını kurmuştur. Bu tarikat Osmanlıda fiiliyatta pek görünmese de arka planda Osmanlı entellektüelinin zihin yapısını oluşturmaktadır. İslam düşüncesini modern Batı düşüncesi zaviyesinden değerlendirenler, Osmanlı düşüncesine damgasını vuran bu düşünce yapısının ontolojik temelini oluşturan İbn-i Arabi’nin düşüncelerine teosofi, Gazali’nin düşüncelerine de felsefi değil dini düşünce diyerek bir kenara koyunca kocaman Osmanlı felsefeden yoksun bir medeniyet haline gelmektedir.

                                                                             Sonuç

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslam düşüncesini kendine özgü bir düşünce geleneği olarak değil de Batı düşüncesi temelinde değerlendirmek, onun süreklilik arzeden geleneğini yok saymak ve parçalamak anlamına gelmektedir. Böyle bir parçacı yaklaşım, her ekolü geleneğinden kopuk bir düşünce yapısı olarak görmekte ve kolayca başka düşünce yapılarına bağlayabilmektedir. İslam düşüncesinin bu şekilde değerlendirilmesi sonucunda, kelam ilminin Hıristiyan kelamından, İslam felsefesinin Yunan felsefesinden, İslam tasavvufunun Hint düşüncesi ya da Platoncu züht anlayışından kaynaklandığı söylenebilmiştir.

Parçacı yaklaşım İslam düşüncesini oluşturan düşünce yapıları arasındaki ilişkiyi bozarak, her birini diğerinden bağımsız düşünce yapıları olarak ortada bırakmış, bunun sonunda İslam düşünce geleneği, birbirinden kopuk düşünceler yığını haline getirilmiştir. Bu kopukluk, sadece ekoller ya da düşünce yapıları seviyesinde kalmamış, bizzat düşünürler de birbirinden kopuk ve ilişkisiz düşünce sahipleri olarak görülmüştür.Bu nedenle Batı düşüncesinde gördüğümüz, birbirini eleştirerek zincirin halkaları gibi belli bir düşünce geleneği oluşturan düşünürler ya da düşünce yapıları İslam düşüncesinde yok gibidir.

Böyle bir kabul, bu gün bir çok Batılı düşünürün de hayran olduğu İbn-i Arabi, Mevlana, Yunus Emre ve Gazali gibi düşünürleri ya tamamen ya da kısmen yok saymak anlamına geldiği gibi, kendi düşünce yapımızın ana damarını kesmek anlamına da gelmektedir.

 Çünkü Gazali’nin asli olarak iyi kabul ettiği “mümkün varlık teorisi”, Mevlana’nın Mesnevi’sindeki “insan felsefesi”, Yunus’un şiirlerindeki “sevgi felsefesi”, İbn-i Arabi’nin eserlerindeki “varlık felsefesi” yoksa, İslam düşüncesinin büyük bir bölümü tarih sahnesinde yok demektir. Hele Gazali’nin “Tehafütü’l Felasife”sindeki, akılcı felsefeye yönelik eleştirileri yoksa, İslam düşüncesi de epistemolojik temelden yoksun demektir. Bu nedenle İslam düşüncesi, Batının sosyo- kültürel yapısı temele alınarak değil de İslam coğrafyasında oluşan sosyo- kültürel yapı dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

 Böyle bir değerlendirme, her ekolü yerli yerine oturtacağı gibi, ekolleri oluşturan düşünürlerin fikirlerini de belli bir silsile olarak ortaya koyacaktır. Ayrıca düşünce ekolleri aralarındaki ilişkileri de ortaya çıkararak, kelamileşmiş felsefe ya da dinin emrine girerek teosofi haline gelmiş felsefe gibi adlandırmalar yerine her ilmi özgün yapısıyla yerli yerine koymanın, aralarındaki ilişkiyi bir başkalaşma değil de etkileşim ve dönüşüm olarak değerlendirmenin imkanını doğuracaktır.

Dipnotlar:
1- Bkz: Niccolo Machaivelli, Prens, çev: Kemal Atakay, Can Yay. İstanbul 2008.

2-Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, İnkılap Yayınları, İstanbul 200, s. 55- 57.

3-Doğan Özlem, age, s. 266.

4-Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev: Doğan Özlem, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1988, s. 237, 238.

5-C. H. Beckher, “Turâsu’l-Yûnân fi’ş-şark ve’l-garb”, et-Turâsü’l-Yûnâniyye fî hadârâti’l-İslâmiyye içerisinde, s. 6, 7.

6-C. H. Beckher, agm, s. 3, 4.

7-T. J. De Boer, İslamda Felsefe Tarihi, trc. Yaşar Kutluay, Ankara 1960, s. 23, 24.

8-T. J. de Boer, age, s 23; D. Gutas, İbn Sinâ’nın Mirası, çev. Cünyet Kaya, İstanbul 2004, s. 160.

9-Bkz: Abdurahman Bedevî, et-Turâsul-Yûnânî fî hadârâti’l-İslâmiyye adlı derleme kitabındaki makaleler.

10-Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Ahmet Kamil Matbaası, İstanbul 1330, s. 24.

11-Aleaddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori Yayınları, Ankara 1986, s.311, 312; Ayhan Bıçak, Tarih Felsefesinin Oluşumu, Dergah Yayınları, İstanbul 2004, s. 49, 50; Cengiz Batuk, Tarihin Sonunu Beklemek, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 213- 215.

12-Gazali, Tehafütü’l Felasife, Darü’l Meşrık, Beyrut 1990, s. 44.

13-Gazali, age, s. 176.

14-Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1995, s. 14, 15.

15-Paul Nizan, Eskiçağ Maddecileri, çev: Avşar Timuçin, Telos Yayınları, İstanbul, s. 27.

16-Gazali, age, s. 203.

17-Latif Hüseyin Kazmi, “İkbal’de İnsan Varlığı Kavramı”, çev. Hasan Ayık, ’in Düşünce Dünyası içerisinde, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 175.

18- Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergah Yayınları, İstanbul 1997, s. 54, 55.

   

Aşağıdaki makale aynı hocamızın Yunan felsefesinden yapılan tercüme faaliyetlerinin sadece aktarma, köprü görevi görmediğini veya bu faaliyetlerin belli bir zaman aralığı ile sınırlı olmadığı aksine, “planlı ve programlı bir kültürel değişim programının” bir parçası olduğunun altını çizmekte ve örneklerle konuya açıklık getirmektedir.

  

                                                                                  II

                                          İslam Biliminin Merkezi Olarak Bağdat ve Halife Me’mun

Halife Me’mun, peygamberimizin, “ilim Müslüman’ın yitik malıdır, onu nerede bulursa almalıdır” şeklindeki tavsiyesine uyarak, 830 da Tarsus’u da aldığı fetih sonucunda, Bizans İmparatorundan öncelikle ellerindeki kitapları kendisine teslim etmesini istemiştir. Bunun yanında Me’mundan önceki halifelerden olan Harun Reşid (786-809) Ankara’yı ele geçirirken Me’mun Roma İmparatoru III. Michel’e karşı zafer kazanırken, savaş tazminatı olarak eski elyazması kitapları talep etmiştir.

Halife Me’mun’un da başında bulunduğu Abbasi devleti, Hıristiyan Roma imparatorluğunun “pagan” damgası vurarak sapkın kurumlar olarak ilan ettiği birçok ilim merkezinin faaliyetine izin vermiş ve bu merkezleri dolduran bilginlere kucak açarak, yönetim merkezi olan Bağdat’ta, onlara ilmi meseleleri özgürce tartışabilecekleri ortam hazırlamıştır.

Örneğin Yeni-Platonculuğun merkezi olan İskenderiye Okulu, Antik Yunan kültürü ile birlikte, kadim Mısır, Doğu dinleri ve Yunan felsefesinin okutulduğu bir merkezdi. Bu merkezde Yunan filozofu Platon (MÖ 427 347), Aristo (MÖ 385-322), Epikür (MÖ 341-270) ve Stoacıların fikirleri devam ettirilmekteydi. İskenderiye okulunda Antik Yunan felsefesinin yanında Doğu’nun bütün kültürel, fikri, ilmi ve mitolojik mirası bir arada bulunuyordu ki, işte bu “Genel Karışım” Heleniz’mi ortaya çıkarmıştı. Philon (MS 54) ve Platulunculuk’la Tevrat’ı uzlaştırarak dinî felsefenin önüne geçiren Pilotinos gibi büyük Yahudi filozoflar da bu okulda yetişmişlerdir. (Peters, 1996, 40- 51)

Bu okulda ayrıca geometrinin kurucularından olan Oklit (y.MÖ 365-275), tıp ilminin kurucularından olan, Hippokrat (MÖ 460-377) ve Galen( MS 131-200) yetişmiştir. Özetle söylemek gerekirse felsefe, tıp, matematik, fizik ve simya gibi ilimlerin okutulduğu bu okul, Bizans İmparatorluğu tarafından yasaklanınca varlığını ancak İslam topraklarında sürdürebilmiştir. Nitekim Ömer bin Abdulaziz (Öl. H. 101) döneminde söz konusu okul İskenderiye’den Müslümanların elinde bulunan Antakya’ya taşınmıştır. İskenderiye Okulu, Abbasi halifesi Mütevekkil zamanında ( H. 232-247) da Harran’a taşınmış ve Farabi’nin hocası Yuhanna bin Haylan bu okulda yetiştirmiştir. (Demirci, 1996, 30, 31)

Bunun yanında Bizans İmparatorunun Atina Akademisi’ni pagan damgası vurarak kapatmasıyla (m. 529) dağılan ve Doğu Roma’dan İran’a kaçan Yeni-Platuncu Filozoflar ve Nasturîlerin kurdukları, felsefe ve tıp akademisi konumundaki Cundişapur okulu, 738 de yılında Cundişapur’a giren Müslümanlar tarafından korunarak varlığını devam ettirmiştir. (Demirci, 1996, 32)

Ayrıca felsefe , tıp ve matematik eğitimi veren Antakya, Urfa ve Nusaybin okulları Bizans imparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra sapkın okullar olarak ilan edilmiş, varlıklarını ancak Müslümanların yaşadıkları coğrafyada devam ettirebilmişlerdir. (Peters, 1996, 40- 51.)

Bu cümleden olarak şunu da ilave edebiliriz, Bizans İmparatoru Alekxandros’un işgalleri sonucunda Harran’a kaçan Yeni Eflatuncu filozoflar, burada “Harran Okulu”nu kurmuşlar ve Eflatuncu fikirleri yöredeki Sabii inancıyla sentezlemişlerdir. M. 639 da Müslümanlar Harran’ı fethedince, bu okula dokunmamışlar, daha sonra Halife Me’mun döneminde cizye ödeyerek kendi dinlerinde kalmışlardır. Me’mun, döneminin mütercimlerinden Sabit bin Kurra (M. 1002 ) Harran Okulu’ndan yetişmiştir. (Bakkal, Tarihsiz, 83- 85.)

Halife Me’mun, bir yandan bilimler akademisi haline getirdiği kütüphaneleri zenginleştirmek için devlet bütçesinden yüklü paralar ayırmış, diğer yanda bu kitapların tercüme ettirmek için, mütercimlere kucak dolusu paralar vermiştir.

Hatta bazen terazinin bir kefesine tercüme edilen kitaplar, diğer kefesine de altınlar konularak, tercümelerin bedeli altınla ölçülmüştür. Bizzat Halife Me’mun’un, döneminin mütercimleri olan Huneyn bin İshak, Hubeyş bin Hasan ve Sabit bin Kurra’ya tercüme için ayda 500 dinar verdiği bilinmektedir. Halife Me’mun, Beni Musa adlı astronom heyetinden dünyanın enlem ve boylamını ölçmelerini istemiş onlar da Sincar ve Kufe ovalarında yaptıkları iki ayrı deney sonucunda bir meridyen yayının mesafesini ölçmüşlerdir. (Sezgin, 2007, 11, 12.)

Abbasilerde sadece devlet değil bazı zengin ailelerin de özel kütüphane kurarak ilmi eser ve araştırmalara büyük paralar yatırdığı bilinmektedir. Örneğin Abbasi devletinde nüfuzlu bir aile olan Bermekiler, Astronomi bilgini Musa bin Şakir’in oğulları Muhammed, Ahmet ve Hasan adındaki üç bilgin ve kaşif kardeşi, coğrafi araştırmalar yapmaları için görevlendirmiş ve masraflarını üstlenmişlerdir. (Sezgin, 2007, 9; Dalkılıç, 2010, 183- 197)

Halife Me’mun, Abbasilerin varlıklarını sürdürmelerine müsade ettiği İskenderiye, Cündi-Şapur, Harran Okulu gibi okulların kütüphaneleri’nden, ayrıca Hindistan ve Bizans’tan kitaplar getirerek Bağdat’taki kütüphenleri doldurmuştur. (Bozkurt, 2002, 115- 119) Örenğin Me’mun Roma imparatorundan izin aldıktan sonra bir tercüme kurumu olan Beytül-Hikme Başkanı Salim el-Harrani’nin bulunduğu bir Heyet’i kitap temini için Bizans’a göndermiştir. Bir sonraki Heyet’in başında ise Me’mun dönemi mütercim ve filozoflarından olan Huneyn bin İshak bulunmaktadır. Huneyn bin İshak, Bizans’tan büyük paralar karşılığında kitaplar temin ederek Bağdat’a getirmiştir. Bunun yanında çevrede bulunan kilise ve okullarından, ayrıca komşu ülkelerden ve Kıbrıs’tan getirilen değerli eserlerle bütün Bağdat kütüphaneleri dolmuştur. (Demirci, 1996, 53- 57)

Yabancı ülkelerden getirilen kitaplar, kültürel değişim programının temeli durumunda olan birinci aşaması için hazırlık durumundadır. Asıl mesele bu kitapların Arapça’ya tercümesi, arkasından özümsenerek anlaşılmasını ve nihayet İslam düşüncesi bünyesine adapte edilerek yeniden üretilmesidir. Bu nedenle Halife Me’mun daha önce kendi mecrasında seyreden tercüme faaliyetlerinin daha yoğun bir şekilde sürdürülmesini sağlamış, kendinden önce kurulan tercüme kurumlarını işlevsel hale getirmiştir. Böylece o, büyük bir kültürel değişim programının birinci adımı olan tercüme faaliyetlerini kurumsallaştırarak devam ettirmiştir.

                      Bir Kültürel Değişim Programı Olarak Tercüme Hareketleri

İslam medeniyetinde, başından beri yürütülen ilmi faaliyetler, plansız ve programsız bir girişimler yığını veya bir dönemin oluşturduğu hava ile yoğunlaşan rast gele çabalar olarak değildir. Çünkü bunlar kuru bir istek veya arzu üzerine kurulmuş, saman alevi gibi işler değil, ilk emri “oku” olan bir dinin ilmin üstünlüğüne olan itikadının bir sonucudur. Bu nedenle, Halife Me’mun dönemindeki ilmi faaliyetleri, bir bütün olan İslam medeniyetinden kopuk bir devre olarak değerlendirmek oldukça yanlış bir değerlendirme olacaktır.

İslam medeniyetini birbirinden kopuk parçalar, birbirini yok eden devirler olarak kabul eden müsteşrik mantığına dikkat çekerek diyoruz ki, Abbasi halifesi Me’mun dönemini II. Halife Hz. Ömer döneminden ayırmak mümkün olmadığı gibi, Me’mun dönemindeki faaliyetleri de Emevi hükümdarı olan Ömer bin Abdulaziz döneminden ayırmak mümkün değildir.

Aynı şeklide İslam medeniyetindeki ilmi faaliyetleri de birbirinden ayırarak, biri diğerini yok eden, ortadan kaldıran kültürel unsurlar olarak kabul etmek de mümkün değildir. Bir selef alimi olan Bakillani’yi Mutezile alimi olan Kadı Abdulcabbar’dan ayırmak mümkün olmadığı gibi, Aristo felsefesini eleştirdi diye Gazali’yi İbn-i Sina ve Farabi’den ayırmak da mümkün değildir. Bunlar bir zincirin halkaları gibi, biri diğerini eleştirerek ilerleyen sistemli düşünceler silsilesidir.

İslam medeniyetini birbirinden kopuk parçalar olarak değerlendirenler, Me’mun döneminde Yunan felsefesinden yapılan tercümeleri, İslam tarihindeki tercüme faaliyetinin nerdeyse tamamı olarak değerlendirmiş, böylece bütün tercüme faaliyetinin sadece Yunan felsefesini kapsadığı gibi bir yanlış kanaati yaygın kanaat haline getirmişlerdir. Söz konusu yanlış anlayışın sahipleri, Halife Me’mun dönemindeki tercüme faaliyetlerinden de sadece Yunancadan yapılan tercümeleri aşırı biçimde öne çıkararak, Hintçeden, Farsçadan, Eski Mısır kültürünün dili olan Kıptice ve Aramiceden yapılan tercümeler neredeyse hiç dikkate alınmamıştır. Böylece Yunan felsefesinden yapılan tercümeler, İslam düşüncesini geliştiren ve ilerleten tek kültürel faaliyet olarak hafızalarda kalmıştır.

Bu kanaati kabul edenler, İslam düşüncesinde Yunan felsefesinin yeşerdiği dönemi, düşüncenin olduğu, bu felsefenin eleştirilerek bir şekilde zayıfladığı dönemleri de düşüncenin inkiraza uğradığı dönemler olarak sunmuşlardır. Bu nedenle Gazali, İtalyan Filozof G. Bruno’yu M. 1600 yılında yaktıran, Galile’yi ölüme mahkum ettiren, kilisenin kutsal bilim kabul ettiği Aristo karşıtı fikirleri 12. Yüzyılda söyleyerek bilimsel devrim yaptığı halde, düşüncenin önünü tıkayan engel olarak lanse edilmiştir.

Bunun yanında Halife Me’mun dönemindeki tercüme faaliyetlerinin, onun şahsi gayretleriyle sürdürülmüş, belli bir dönemi kapsayan geçici bir faaliyet olduğu kanaati beslenerek, bu yanlış kanaati de yaygın kanaat haline getirmiştir. Halbuki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müslümanların bilime olan ilgisi, bir inanç ve itikat meselesidir. Bu nedenle onu nerede bulursalar almışlardır. Ancak Müslümanların ilmi faaliyetleri rastgele, birbirinden kopuk, plansız ve programsız bir faaliyet de değildir. Nitekim ne tercümeler sadece Yunan felsefesiyle sınırlıdır, ne de tercüme faaliyetleri Halife Me’mun dönemine has bir faaliyettir.

Örneğin, Hz. Ömer döneminde Medine’ye bir grup İranlı matematikçi geldiği Hz. Ali’nin, Hz. Ömer’den hazineden bu gruba para verilmesini bunun karşılığında onların da insanlara cebir ve mukabele öğretmelerini istediği, bunun üzerine önce Hz. Ali’nin onlardan cebir ve mukabele ilmini öğrenmek için ilişki kurduğu belirtilmektedir. (Öztürk, 2001, 57)

Hz. Ömer döneminde başlayan tercüme faaliyetinin Emevîler döneminde de sürdüğünü görmekteyiz. Söz konusu tercüme faaliyetleri ilk etapta tıp ve müspet bilimlere yönelmiş, devlet adamlarının yabancı ilim adamlarını saraylarına davet etmeleri, yazmış oldukları Süryanice, Yunanca ve Kıptî dilindeki kitapları Arapça’ya tercüme etmeleri ile bilimsel anlamda karşılıklı etkileşimler başlamıştır.

Tercüme faaliyetlerinin Emevi devletinin kurucusu Muâviye döneminde de sürdüğünü  görmekteyiz. Bu dönmede İbn Âsâl (Öl. M. 666) Müfret-Mürekkep İlaçlar ve Kuvvetleri (el-Edviyetü’l-Müfrede ve’l-Mürekkebe ve Kuvâhâ) isimli bir çalışma yapmış, bu çalışmasında Yunancadan ve Süryaniceden pek çok eseri kaynak göstermiştir. Emevi halifesi Muâviye, İbn Âsâl’dan bu eserlerden bir kaçını Arapça’ya tercüme etmesini istemiştir. (Aycan, 2000, 217)

Bir başka Emevi halifesi Mervan b. Hakem’in (684-685) de Masercis adlı bilgine Ahron’un Künnaş adlı eserini tercüme ettirdiği bilinmektedir. (Sezgin, 2007, 4) Tercüme faaliyetlerine Halid b. Yezid’in (Öl. M. 704) öncülüğünde devam edilmiştir. İskenderiyeli iki rahip Staphon ve Maranianos, diğer bazı branşlar yanında tıp sahasında yazılmış Grekçe ve Kıptice eserleri Halid adına tercüme etmişlerdi. (Aycan, 2000, 213) Hummalı bir tercüme faaliyetinin başladığı Halife Me’mun zamanından çok önceleri Abbasi Halifeleri Mansur (M. 754-775) ve Harun Reşid (M. 786-809) tercüme faaliyetlerine destek vererek Hıristiyan tabipleri saraylarına davet ettikleri bilinmektedir. Onların yaptıkları tercümeler İbn Ebi Useybia tarafından geniş bir biçimde aktarılmaktadır. (Meyerhof, 1937, 23) Harun Reşit döneminde söz sahibi ailelerden olan İran asıllı Bermeki ailesi, Grek bilimi kadar Hint bilimi ile de ilgilenmekteydi. Hatta çoğu zaman Hint tıbbını Yunan tıbbına tercih ediliyordu. Meyerhof’un da işaret ettiği üzere bunlar Pers diline tercüme edilmiş ve Arapçaya bu yolla geçmişlerdir. Bilim tarihi ile ilgili modern çalışmalar bize Hint tıbbının kadim bir kökene sahip olduğunu ve bazı ayrıcalıklarının bulunduğunu göstermektedir. (Meyerhof, 1937, 25-26

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müslümanların ilme merakı sadece Yunan felsefesiyle sınırlı değildir. Halife Me’mun, hem batı hem de doğuya ilim heyetleri göndererek oralardaki kitapları Bağdat’a toplamış ve tercüme ettirmiştir.

                                          Cebir ve astronomi alanında iki örnek

Örneğin Müslümanların matematik ilmine ulaşması çoğunlukla Hint ve Mısır’dan yapılan tercümelerle mümkün olmuştur. Tarihsel kayıtlara göre, Müslümanların başından beri şifahi olarak bildiği ve nesilden nesle aktardığı matematik ilmi, Halife Memun’un isteği üzerine, Harezmi tarafından kitaba dökülmüş, ortaya çıkan bu eserle Harezmi, cebir ilminin temellerini atmıştır. Nitekim Harezmi de (öl: 870) eserinin önsözünde kendinden önceki bu birikime dikkat çekerek ilim adamının böyle bilgileri bilimsel kalıba nasıl dökmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir: Bir ilim adamı ya kendinden önce kimsenin tespit edemediği bir konuda eser kaleme alır ve kendinden sonrakilere aktarır, ya kendinden önce gelen ilim adamlarının kapalı bıraktığı konuları açıklar, kolaylaştırır ve anlaşılır kılar veya daha önce yazılmış eserlerde bulunan eksiklikleri giderir, yanlışları düzeltir. (Fazlıoğlu, 224-227) İslam medeniyetindeki ilmi faaliyetlerin sadece Yunan felsefesiyle sınırlı olmadığın gösteren en önemli örnek Matematikçi Harezmi’dir. Harezmi Halife Me’mun döneminde yetişmiş, onun teşvikleriyle ilim heyetlerinde bulunmuş, sıfırlı sayı sistemini Hindistan’dan getirmiş ve bu sayı sistemiyle Hint matematiğini cebire uygulamış olan bir Türk matematikçisidir. Harezmi, Hisabi’l Hind adlı eseriyle Hint rakamlarını tanıtmış, “Kitabu’l Muhtasar fi Hisabi’l Cebr ve’l Mukabele” adlı eseriyle cebiri matematiğin bağımsız kolu haline getirmiştir. Ayrıca cebirle geometri arasında paralellik kurarak analitik geometriyi kurmuştur. (Sezgin, 13) Harezmi’nin bu çalışmalarının, Batı dünyasında gelişen modern bilim için de önemli bir katkı olduğunu görmekteyiz. Nitekim Newton’un fark edip formüle edemediği “güneşin çekim gücü” için “sonsuz küçükler hesabı” gerekliydi. Batı dünyası bunu Harezmi’nin kitaplarında bulabilmiştir. Ayrıca Newton’un “Doğa Felsefesinin Matematiksel Prensipleri” adlı kitabı geometrik dille yazıldığı için anlaşılamıyordu Bunun için analitik geometri gerekliydi. İslam dünyasından yapılan tercümeler sayesinde Harezmi’inin analitik geometrisi Batıya geçti. Denilebilir ki, bu sayede Descartes analitik geometriyi (cebirsel geometri) yazabildi. Bu gelişmeler, Newton’un ortaya koyduğu, doğanın matematiksel prensiplerinin anlaşılmasını sağladı. Nitekim Harezmi’nin sıfırlı sayıları ve bu sayılarla yapılan hesabı tanıttığı “Kitabu Hisabi’l Hint” adlı kitabını; M. 1202 yılında Leonardo Fibonacci “Liber Abaci” (Hesap Kitabı) adı ile Latinceye aktarmış ve Arap-Hint rakamlarının batıya tanıtmıştır. Ayrıca Harezmi’nin “el-Cebir ve’l Mukabele” adlı eseri M. 12. Yüzyılda Latinceye çevrilmiş ve Batı üniversitelerinde M. 17. yüzyıla kadar okutulmuştur. (Sezgin, 2007, 13)

Bunun yanında Müslümanlar, Ortaçağda kilise tarafından kutsal bilim olarak kabul edilen Aristocu Astronomi, diğer adıyla Batlamyus astronomisini, kendi bilimsel çalışmaları ve Yunan kaynakları dışındaki tercümelerle, Galile, Kepler ve Kopernik’ten asırlarca önce eleştirmiş ve yanlışlarını ortaya koyarak farklı bir astronomiye yönelmişlerdir. Bilindiği gibi, Aristoteles’in evren anlayışına göre şekillenmiş olan Batlamyus astronomisi, İslam kültürüne aktarılır aktarılmaz, bu astronomiye karşı eleştiriler yazılmış, yanlışları ortaya konularak birçok düzeltmeler yapılmıştır. Örneğin, Battanî (Öl: M. 929) “Kitabu Ziyci’l Kebir”, İbn-i Yunus (Öl: M. 1009) “Ziyci’l Hakim”, İbn-i Heysem (Öl: M. 1039) “Şükûk ale’l Mecisti” adlı eserleriyle Batlamyus astronomisinin yanlışlarını ortaya koymuşlar. Aynı asırda Ömer b. Hayyam (Öl: M. 1039), “Şükûk ala’l Batlamyus”, Birunî (Öl: M. 1050) “Kanun el Mesudî” adlı eserleriyle Batlamyus astronomisini eleştirmişler ve yanlışlarına işaret etmişler. (Ayık, 2008, s. 16)

Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, Halife Me’mun döneminde zirveye ulaşan tercüme faaliyetleri, sadece Yunan felsefesine değil, zamanın diğer ilim merkezleri olan Hint, Mısır ve Fars kültürü gibi farklı kültürler de dayanmaktadır. Ayrıca bu faaliyetler, sadece belli bir dönemin değil İslam medeniyetinin başından beri sürdürdüğü bir faaliyettir. Bunun yanında söz konusu tercümeler, rastgele değil planlı ve programlı bir kültürel değişim programının ürünüdür. Bu program sayesinde Müslümanlar, doğası gereği, etkiye açık olan ve sürekli değişen kültürel yapıyı, yabancı unsurlardan korumak yerine, belli bir plan ve program çerçevesinde yabancı kaynaklarla güçlendirmişlerdir.

 * Prof. Dr. Hasan Ayık, Türkiye Manas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

 

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz


Yukarı Çık