Konuya ek olarak “Kur’an ahkamının değişmesi’, ‘Ehl-i Sünnet’ ve ‘Tarihselcilik” adlı yazıların okunmasını tavsiye ederiz.
(Burada amacımız genel anlamda İslam fıkhı konusunda bilgi vermek değil, ateistlerin öncelikli olarak ileri sürdüğü iddialara cevap vermektir. İslam fıkhı konusu, burada ele alınanlardan çok daha geniş ve detaylı bir uzmanlık alanıdır!)
Giriş
“Ana kaynaklardan (Kur’an ve sünnet) zihni çaba ile elde edilen dini bilgilere fıkıh denir.” (DİA, Fıkıh maddesi) Fıkıh ilmi kişinin Allah’a karşı ibadet yükümlülüğünü, helal haram ölçüsünü ve kişiler arası ilişkileri inceler. Fıkıh ilminin temel kaynaklarını Kur’an, sünnet, icma ve kıyas oluşturmaktadır. Fıkıh üç ana bölüme ayrılır: Muamelat (Hukuk), Ukubat (Cezalar) ve İbadat (ibadetler). Fıkıhla uğraşan alime ise fakih denir. “Şeriat dinin kendisidir; fıkıh ise içtihaddır; Ayet hadislerden hüküm çıkarmaktır. Şeriat Allah’a aittir, fıkıh ise insan ürünü yorumlardır.” (Doç. Dr. Nihat Dalgı, Değişim stratejisi açısından hukuk ve islam hukuku, s. 79; yavuzkoktas.com/din-seriat-fikih-ictihad-ve-icma; Nureddin Yıldız, fetvameclisi.com/fetva/seriat-ile-fikih-arasinda-fark-var-midir; Hidayet Zertürk, Fıkıh ve Şeriat Kavramları Bağlamında İslam Fıkhının Beşeriliği Konusu, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 14 (2019) Güz, s. 520; Hacı Yunus Apaydın, Fıkıh, dinin ve şeriatin nesi olur? Bilimname 52, 2024/2, 1-65, s. 54)
Ateist ve oryantalistler İslam hukukunun dogmatik/sorgulanamaz olduğunu, değişime ve gelişime kapalı olduğunu iddia ederler. Halbuki insan hayatı için genel sabiteler olması gerektiği gibi (şeriat), değişime açık olan alanların olması da (fıkıh) kaçınılmazdır!
“İslam sistemi canlı, dinamik ve zengin bir sistemdir.” (Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 257) “İslam hukuku canlı ve kendini güncelleyen bir dinamiğe sahiptir.” (Molla Musa Celali, Ateist İtirazlara Cevaplar, s. 49) ve “Prensipleri esnektir.” (Ziyaüddin Serdar, s. 23) Ama “İslam’ın değişmez bir değer sistemi de vardır, çünkü ona göre ‘insanın doğası’ değişken değildir. Ebedi ilkeler, sürekli değişmekte olan bir dünyada ayaklarımızın sağlam bir yere basmasını sağlar.” (Ziyaüddin Serdar, s. 42, 46) “İslam hukukunun, Kur’an ve sünnetin son tahlilde otoritesine dayandığı kesinse de, hukuki kurallar olarak şeriat; Müslüman alimlerin ve cemaatlerin farklı zaman ve şartlara uyum sağlamaları için onlara ciddi bir özgürlük ve hareket alanı da vermiştir.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 206)
“Kur’an ve Sünnet İslam medeniyetinin temellerini oluşturur. Kısa sürede gelişen İslam mimarisi ve sanatı, kelam, felsefe ve hukuk, ekonomi kurallar bu iki kurucu kaynaktan beslenmiştir. İslam ‘geniş manada’ şeriat adını verdiğimiz, kapsamlı bir hukuk sistemi inşa etmiştir. Fıkıh hızla gelişen ve yayılan İslam toplumlarının kendine has bir hukuki ve kültürel kimlik geliştirmesini sağlamıştır. İslam, evrensel dini ilkelerle yerel kültürler arasında bir çatışma görmez. İslam’ın temel ilkeleri ile çatışmadığı müddetçe bütün kültürel adet ve gelenekler mübahtır. İslam kültürü son derece esnek ve dinamik bir yapıya sahip olmuştur.” (İbrahim Kalın, İslam ve Batı, s. 34-36)
Öncelikle, “Tarafsız ve önyargısız inceleyenler, İslam’ın getirdiği hukuk düzeninin kendi içinde adil ve hakkaniyetli olduğunu görürler. Bir hukuk sistemi kendi bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde ancak doğru ve hakkaniyetli bir yaklaşım sergilenmiş olunur.” (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 38) İslam karşıları ise “Kur’an’da hükümlerin sistem bütünlüğü içinde tutarlı ve adaleti sağlayıcı olduğunu kavrayamadıklarından, sistem içinde tek tek parçaları alıp, oradan eşitsizlik ve adaletsizlik çıkartmaya çalışmaktadırlar.” (Prof. Dr. Cağfer Karadaş, Ateist ve Deistlere Cevap, s. 44) “İslam prensiplerden oluşur. Bu bakımdan herhangi bir yer, nesil ve zamanla sınırlı değildir.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 202) “Kur’an insanlar arası ilişkilerde ana ilkeleri belirlemekle yetinmiştir. Bu durum onun her çağda ulaşılabilir olmasını da temin etmektedir.” (Soner Duman, Allah’ım sorularım var, s. 132) Ayrıca, “Tüm toplumu kucaklayan açık bir alimler, hukukçular ve fıkıhçılar sınıfı, herkesçe erişilebilir, bütün inananların Allah’a eşit ölçüde ulaşabilmelerine dayalı eşitlikçi bir öğretiyi de insanlara sunmuşlardır.” (Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, s.11)
Britanyalı yazar ve diplomat olan Charles Le Gai Eaton (Müslüman olduktan sonraki ismi ile Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid), “kesilmeyen akarsu ve bu suya giden yolla” (DİA, Şeriat maddesi) anlamındaki şeriatı şu şekilde ifade etmektedir: “Şeriat, hayat sularının tüketilemeyecek şekilde akmakta olduğu yere doğru götüren bir yoldur.” (Gai Eaton, İslam ve İnsanlığın Kaderi, s. 316) “Mezheplerden dört şeriat deresi doğmuştur. Fakat bunların her birindeki su aynı sudur. Aralarındaki farklılıklar, Şafi’nin Maliki’den ders almış olduğu, İbni Hanbel’in Şafi’nin öğrencisi olmuş olduğu gerçeğinden de tahmin edilebileceği gibi önemsiz farklılıklardır. Sünni şeriatı tehdit edecek tavır, bu farklılıkları abartanlarca doğmaktadır.” (Eaton, s. 322) “İslam’ın sosyal amacı, içinde her bireyin şeriat nizamına göre belirlenmiş rolünü yaşayacağı, bir an bile Allah’ın kendisini görmekte olduğunu unutmaksızın, tehlikeden uzak bir insani ilişkiler ağı içinde yaşayacağı bir topluluk oluşturmaktır.” (Eaton, s. 343) Ama ne yazık ki “Günümüz Müslümanları kendilerine, içinde imanın bütünüyle yersiz, ibadetin gereksiz ve şeriatın bir sakınca olarak görünebileceği bir çevre inşa etmektedirler.” (Eaton, s. 399) Halbuki “İslam’a göre sosyal düzen, dinin bir parçasıdır ve ondan bağımsız kılınamaz.” (Eaton, s. 311)
“Oryantalistler İslam hukukunun Batılı hukukla yer değiştirmesi konusunda özel bir gayret sarf ediyorlar. Onlar, Kur’an ve hadis konusundaki taraflı yorumlarına İslam hukuku konusunu da eklemişlerdir. Goldziher, ‘Muhammedanishe Studien’ isimli kitap yazar. Margoliouth, Goldziher gibi, peygamberin sünnet veya hadis diye bir şey bırakmadığını ileri sürer. Aslında oryantalistlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları tek şey, Müslümanların İslam hukukuna sarılmamaları için İslami kaynakların otantikliği konusunda şüpheler uyandırmaktı.” (Asaf Hüseyin, Batının İslam’la Kavgası, s. 61-62)
Oryantalistler, İslam fıkhının Roma hukukundan koplayandığını da ileri sürmüşlerdir. Halbuki, “Lahey’de toplanan Uluslararası mukayeseli hukuk Kongresi’nde, İslam hukukunun kendine özel bir hukuk sistemi olduğu açıkça ortaya konmuştur.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 49) Ayrıca “Schacht’ın söylediği gibi fıkıh 3. ve 4. hicri yüzyılda ortaya çıkmamış, çok daha önce ortaya çıkmıştır.” (Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar, s. 31) “Roma Okulu en son 16 Aralık 533 tarihinde yasaklanmıştır. Yani efendimiz doğmadan 40 sene önce. Beyrut Okulu ise İslam oraları fethetmeden üç çeyrek asır önce dağılmıştır. Ayrıca roma hukuku insan aklına dayanırken İslam hukukunun temelini vahiy oluşturur. Fransız oryantalist Zeys’in dediği gibi; aralarındaki bağ kopuktur.” (M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması, s. 97) Dr. Es-Senhuri’de aralarındaki farkı şöyle açıklamaktadır: “İslam hukukçuları, Roma hukukçularından hatta dünya hukukçularından, ‘usulü fıkıh’ dedikleri ve hükümleri kaynaklardan çıkarma esasları ve prensipleri tespit etmekle ayrılırlar.” (Senhuri, Usulu’l-Kanun, s. 132)
“İslam hukukunun Roma hukukundan etkilendiği tezine hayale ve tahmine dayanan bir tezdir. Etkilenmenin biçimi ve kapsamı hususunda dahi sözbirliği yoktur. Bir temenninin dışa vurumu olan bir varsayımdır. Bu iddiaya karşı çıkanlar arasında ünlü Alman hukukçu ]osef Kobler, meşhur İtalyan hukuk felsefecisi Del Vecchio, Amerikalı hukukçu Vigmore, yine Alman oryantalistler G. Bergstrasser, C.H. Becker, İtalyan oryantalist Prof. C.A. Nallino, Fransız oryantalist C. H. Bousquet, Sava Paşa ve Rene David sayılabilir.” (Prof. Dr. Savaş Kocabaş, İslam hukuku araştırmaları dergisi, Sayı: 36 Ekim 2020, s. 198, 306; İslam Hukukunun Roma Hukukundan Etkilendiği Tezini Eleştiren Batılı Bir Hukukçu: S.V. Fitzgerald, Bingöl üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi-sayı-17, Haziran 2021; İslam hukukunun roma hukukundan etkilendiği tezi karşıtı iki oryantalist, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2021/2, Cilt: 8, Sayı: 2 | s. 485-516)
“İslam hukuku her meselenin çözümünü ihtiva eden temel prensipler ortaya koymuştur.” (Saffet Köse, İslam Hukukunun Statik Olduğu İddiasının Tahlili, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Yıl 1996, Cilt: 6 Sayı: 6, – , 01.07.1996, s. 264) İslam hukukunun dinamizmini Batılı bilim adamları da itiraf etmektedir. Harward Üniversitesi öğretim üyelerinden Allame Hugance bu konuda şöyle demektedir: “İslami sistemin özünde ve yapısında bir gelişme kabiliyeti vardır. Hatta o, bu gelişme özelliği itibariyle, benzer sistemlerin hepsinden üstündür. İslami sistemdeki sıkıntı, aslında gelişme ve hamle imkanlarının eksikliği değil, bu imkanların kullanılması hususundaki gayret yokluğudur.” Dr. Enrico da şunları söylemektedir: “İslam, insan ihtiyaçlarının gereği ile paralel yürür. O, asırlar boyu en küçük bir zaaf göstermeden gelişmeye, canlılık ve uygulanabilirlik gücünü korumaya devam edebilmektedir. O, cihana en sağlam hukuk sistemini sunmuştur. İslam hukuku birçok yönleriyle Avrupa hukuk sisteminden daha üstündür.” (Afif Abdülfettah Tabbara, Ruhu’d-dîni’l-İslami, s. 312) 1936 yılında Lahey’de toplanan milletlerarası modern hukuk konferansı da, Fransız, Alman ve İngiliz hukukunun yanısıra İslam Hukukunu da modern hukukun kaynaklarından birisi olarak kabul etmiştir. 1938’de ise yine Lahey’de, İslam Hukukunun canlı, gelişmeye uygun ve orijinal bir yapıya sahip olduğu tescil edilmiştir. (İsmail el-Ömeri, el-Hak ve Nazariyyetu’t-te’assuf fi İsti’mai’l-Hak, s. 11; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, I/326)
Özetle, “İlahi vahiy diğer beşeri kelamlar gibi statik yani sabit bir mana taşımamaktadır. Ayet, bütün diğer özelliklerinin yanında mana olarak da müthiş bir dinamiklik özelliği taşımaktadır. Ayeti her okuyup anlamaya çalışan kişi her defasında onun bu özelliğinin farkına varmakta, ayete yepyeni manalar verebilmektedir. Bu, ayetin Allah kelamı olmasından kaynaklanmaktadır.” (Prof. Dr. Dilaver Gürer, haberdurus.com, 4.11.2018) “Kur’an Arapça değil Rab’cadır veya Kur’an’cadır” sözü bu sebeple söylenir.” (Prof. Dilaver Gürer, Yeni Şafak, 4.11.2018)
Detay
İslam fıkhı dogma mıdır?
İslam düşüncenin temeli dogma değil, nastır. Nas; tefsire, tevile (yoruma), müzakereye (tartışma) ve ictihada (akıl yürüterek yeni fikirlere ulaşmaya) açıktır. ‘Nas’ın maksadını anlamak için ise düşünme ve fikir özgürlüğü en başta gelen esaslardır. Bu fikir özgürlüğü birden çok mezhebin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Aynı nas için farklı yorumları dile getirmek ve hâlâ bir arada olabilmek dogma değil, ancak özgürlük, fikir hürriyeti kavramları ile açıklanabilir. “İslam’da akıl temel, vahiy bu temel üzerine inşa edilen bina gibi kabul edilmiştir. Dini bilginin doğruluğu ancak akılla bilinebilir.” (Gazali, Mearicu’l-kuds fi medarici ma’rifeti’n-nefs, s. 74) Dogma; akla, tartışmaya kapalıdır. İslam ise aklı, bilimi över ve yol gösterir. (Kur’an ve bilim adlı yazımıza bakılabilir.) Zaten İslam’ın bizzat kendisi, dogmalara savaş açmıştır: “Biz babalarımızdan ne görmüşsek onu uygularız, sadece onlara uyarız” derler. Peki, şeytan atalarını o alevli ateş azabına çağırmış olsa da mı onların peşinden gidecekler?” (Lokman, 21) Putlara tapan ve “Sen gerçekten bilirsin ki bunlar konuşamazlar!” (Enbiya, 65) diyecek kadar taptıklarının işe yaramadığını bilen kavmine İbrahim peygamberin, “Allah’ı bırakıp da size hiç bir fayda veremeyecek, zarar da edemeyecek nesnelere mi tapıyorsunuz?” ( Enbiya, 66) diye sorduran, dogma ile aklın mücadelesi değil midir? Günümüzde de oryantalist ve ateistler kendi dogmalarını (İsa’nın tanrılığından evrim teorisi ve eleştirilemez/değiştirilemez kabul edilen prensiplere dek) görmezden gelip İslam’a iftira, küçümseme, hatta yargısız infazlar yapmakta değiller midir? Allah’ın kafirler için söylediği “Ne zaman onlara: Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse onlar: ‘Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarınız aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara, 170) sözünün acaba günümüz ateist ve oryantalistlerine dönük yönü yok mudur? Onların bu soruya muhtemelen verecekleri ‘hayır!’ cevabını dogmaya işaret etmekte değil midir? Yine Kur’an’da bildirilen “İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da onları, Allah’ı sever gibi seviyorlar.” (Bakara, 165) veya ” içlerinden bir kısmı; insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar.” (Nisa, 77) ayetleri de, dogmaya işaret etmekte değil midir?
Akılla aydınlanmayan bir din hurafelere boğulur, taassup ve batıl inançlara saplanır. Vahiy ile desteklenmeyen akıl ise sapıtır, azgınlaşır, sefahet, zulüm, sömürü ve ahlaksızlık bataklığına yuvarlanır; tanrılık iddiasında bulunmaya dek gider. (Bu konuda, ‘Kur’an ve bilim’; ‘Deizm yanılgısı’ ve ‘Bilim yanılmaz mı?’ adlı yazılarımıza bakılabilir.) Cehenneme zaten akılsızlar gitmeyecek midir? “Eğer vahye kulak verseydik veya aklımızı kullansaydık, cehennemlik olmayacaktık.” (Mülk, 10)
İslam’da akıl vahiy ilişkisini 3 aşamada ele alabiliriz: Aklı aşan ve akılla bilinemeyen ibadet ve ahiret konularında vahiy insana sağlıklı ve güvenilir bilgiler verir, ebedi mutluluğa giden yolu gösterir. Akılla bilinen ziraat, sanat, ticaret, iktisat, siyaset, hukuk ve ahlak konularında vahiy akla yardımcı olur, onu destekler ve tamamlar. Sırf akılla bilinebilen aritmetik, geometri, fizik, kimya, mantık, astronomi, tıp gibi akli ve tecrübi ilimleri vahiy tavsiye ve teşvik eder. Daha önemlisi de, bu ilimlerin insanlığa zararlı olacak şekilde kullanılmasına da engel olur.
İslam Fıkhı
İslam fıkhı, hem statik hem de dinamik hukuku bünyesinde barındırır. Değişmeyen tek şey değişimdir kuralı, ‘2+2=4 eder’ veya ‘hırsızlık kötüdür’ gibi binlerce yıllık kuralları değiştirmemiştir. Ama “zamanın değişmesi ile ahkamın değişmesi inkar edilemez.” (Mecelle, 39) kuralı da yine İslam fıkhına ait bir kuralıdır. O zaman İslam fıkhında neler değişir, neler ise değişmez? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu budur!
Tamamlanmış naslar ile siyasi, kültürel, coğrafi, ekonomik ve dini arka plan şartlarına bağlı olarak sürekli değişen hayatta ortaya çıkan yeni durumlara cevap bulabilmek, ancak hukukun yapısının dinamik olması ile mümkündür. Ama bu değişiklik içinde, ruhun ve özün kaybedilmeden süreklilik arz eder mahiyette olabilmesi için de, ister kaynak, isterse metodoloji ekseninde ‘istikamete ihtiyaç’ vardır. Hemen ilave edelim; İslam fıkhının gelişme çağında kendinden beklenen fonksiyonu icra edip, taklit dönemlerinde icra edememesinin altında bu statik veya dinamik durumun tam anlaşılamamasının etkisi çok büyüktür. Bu kabuller ‘statiktir’ deyip, içinde yaşadığı hayat şartlarından dahi adeta habersiz kişiler aracılığıyla İslam hukukuna dogmatizmin kapılarını aralamış, ‘dinamiktir’ diyenler safında da, sabit hiçbir değeri olmayan, her bir ferdin anlayış ve idrak ufku nispetinde farklı hükümlerin ortaya çıkarıldığı bir zemin oluşturulmuştur.
İslam hukukunda ahkamın değişmesine bir örnek verelim: “Düşmanlara karşı hazırlıklı olun ve atlar besleyin.” (Enfal, 60) ayetinin amacı değişmez ama o amaca götürecek araç/vasıta değişkendir. Düşmanlara karşı hazırlıklı olmak Yaradan’ın değişmez, statik kuralıdır ama buna örnek olarak verilen ‘atlar’ dinamiktir, değişkendir. Atlar ‘o dönemin en iyi savaş aracıdır’ ve bu nedenle örnek olarak verilmiştir. Günümüzde de aynı işlevi görecek olan şeyler “yetiştirilmeli”; üretilmeli, yapılmalıdır. Mesela; Uçak, füze, mekiki SİHA gibi.
İslam hukuku
İslam hukukunda mutlak egemenlik Allah’a aittir. Her insan O’nun huzurunda sadece ‘kul’dur, üstünlük yoktur! İslam hukukunun amacı, dinlerine bakılmasızın tüm insanların ‘can, mal, namus, akıl ve din’inin korunmasıdır. İslam Hukuku zaman, iklim, coğrafyaya göre hükümlerinin uyum sağlamasını onaylamıştır. İslam hukuku katı değildir, özgürlükçüdür, ırk, mezhep üstünlüğünü reddeder, din, dilde serbestliği savunur. İslam hukukunda ahlak ve akaid, hukuk ile birleşmiştir. Bu da hukuka olan saygınlığı artırır: Ahlaki sorunlar, hırsızlık, rüşvet gibi sorunları imanın kuvveti ölçüsünde azaltmayı amaçlar. Bu hukuk aynı zamanda bedenin arzularına, tarafgirliğe engel olur veya en azından azaltır. Allah için iş yapan ile kişisel amaçlar için yapılan iş mutlaka farkını gösterir: Birinci de daha üretken, samimi, fedakar olunur. Bu hukuk aşırılıkları da önler. “Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara, 190) Adalet ve şahitlik tam olarak sağlanır. (Nisa, 135) Bu hukuk insanı insana kulluktan kurtarır.” (Buhari, ahad, 1; Müslüm, İmare, 39-40; Ebu Davud, cihad, 87) Bu hukukta özgürlük savunulur. (Bakara, 256)
İslam hukuku esnektir, değişime açık bir hukuk sistemidir: Öz aynı kalır, tezahürler, yansımalar, örnekler, yerel motifler değişebilir. “Kolaylık prensibi, ruhsat, zaruret hali” gibi İslam hukuku prensipleri bu değişimin temel dinamikleridir. Ayetlerin gaye-maksadı daima öncelikli gözetilmesi gereken konulardır. İslam’da belli amaçlar, maksatlar vardır, bunlar değişmez ama bu maksadı destekleyecek değişikliklere müsaade edilir. İslam’ın temel hedeflerinden olan adaletin tesisi ve zulmün def edilmesi, tabiatları gereği esnekliği gerektirir. Bu konuda ayet, hadis, istihsan, hakem kararı gibi birçok metot bu hukukta mevcuttur. İslam hukuku ne beşeri hukuk gibi her zaman değişir ne de diğer dinler gibi değişmez kurallar bütününden oluşur. İslam genel kurallar koyar, toplumda aile hukukunu önceler, ibadet ve ahlak ilişkisi ön plandadır. İslam hukukunda gerektiğinde insan aklına hareket alanı bırakılmıştır. Hüküm ayetleri azdır ama delaletleri, göstergeleri çoktur. Bazı hükümleri ise zaman ve mekana göre değişiklik gösterebilir: Mesela tesettür farzdır ama kültür, iklime göre bunun şekli değişebilir. Özetle, İslam hukukunda; Kolaylık prensibi (Rahmet peygamberi olan efendimizin hoşgörüsü, takati aşan konularda zorlama olmaması); Zaruret prensibi (Yeni olaylar karşısında yeni tavırlar belirleme, bazı değişikliklere izin verme, zor durumlarda ‘geçici’ değişikliklere izin vermesi); ortam ve şartlara göre hükümlerin değişmesi, lafız-yazılı olan kadar maksat ve maslahatların da önemli olması gibi özellikler bulunur.
İslam hukukunun karakteristik özellikleri: Sıkıntıların kaldırılması: Yolculukta namazın kısaltılması veya yol emniyeti yoksa tamamen düşürülmesi. Haram olan şeyin hükmünün geçici kaldırılması: zorluk anında domuz etine izin verilmesi gibi. Hükmün geciktirilmesi: Yolculukta orucun tutulmasının veya tutulmamasının serbest olması. Eşyada asıl olanın ibaha yani sakıncanın olmaması prensibi, tedricilik, aşamalı uygulamalar: Mesela içkinin aşamalı yasaklanması, adaletin amaçlanması, ırksal üstünlük fikrine izin verilmemesi veya selem akdi gibi.
İslam hukukunda ahkamın değişmesi
-Mehmet Erdoğan’ın, ‘İslam hukukunda ahkamın değişmesi’ adlı eserinden özetlenmiştir-
Maksada götürecek (Helal olan) vasıtalar değişebilir. Vahiy tartışılmazdır ama fetvalar, fıkıh, ictihat tartışılabilir. Genel kural koyan hükümler değişmez ama özele ait olan hükümler (Çoğu sünnettedir.) değişebilir. İllet/sebep ortadan kalkınca hükümde değişir.
Makasıttan (Amaca yönelik) olan hükümler değişmez ve vesailden olan (Vasıta, araç olarak kullanılan) hükümler değişebilir. Vesail; makasıd için vardır, amaç/maksattan vazgeçilmezken, vasıtalar değişebilir. Vasıta çalışmıyor diye maksat kaldırılmaz; maksadı meydana getirecek başka vasıtalar aranır. Mesela, namaz için vakit vesiledir. Vakitin olmadığı yerde namaz düşürülmez, takdir vasıtası ile namaz yerine getirilir: Kutuplarda oruç, namaz örneklerinde olduğu gibi.
Ta’lil edilebilen (sebep, nedeni bilinebilen) hükümler: Muamelat; toplumsal hükümlerdir. Ta’lil edilemeyen hükümler: İbadet gibi konulardır. Muamelat konularında Kur’an belli sebep, hikmetlere işaret eder. Bu sebep ve amaçlar göz önünde bulundurularak hükümler değiştirilebilir. Mesela handem kabına şıra koymak yasaktır, çünkü sıcak ülkelerde kısa zamanda şarap olabilir ama soğuk ülkelerde bu yasak gereksizdir.
Vahye istinat edilen hükümler: İçtihadi hükümler: Fıkıh hükümleri eleştiriye açıktır, çünkü insan faktörü ile ortaya çıkmışlardır.
Genele teşri (hüküm koyma) getiren hükümler: Çoğu Kur’an’dadır, değişmez. Özel teşri getiren hükümler; çoğu sünnettedir, değişir.
Diyani hükümler ve kazai hükümler: İslam hukukunda mükafat ve ceza açısından fillerin dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki karşılığı mevcuttur. Uhrevi karşılığa “diyani hüküm”, dünyevi karşılığa ise “kazai hüküm” denir.
Ahkamın değişmesinde etkili olan nedenler
Genel ahlakın bozulması: İlahi vahyin terbiyesinden uzaklaşma, maddi refahın artması gibi nedenlerden dolayı bazı hükümlerde değişikliğe gidilmiştir: Halka dönük hizmet veren kurumlar genişletilmiş; yeni müesseseler doğmuş, geliştirilmiştir. Şahsa bırakılan bazı konular kamuya havale edilmiştir. Bazı hürriyetlerde kısıtlama getirilmiştir. Genel kuralı bırakıp aşırı tedbirlere başvurulmuştur. Mehrini verdiği eşini gurbete götürmesine engel olmak gibi. Zamanla aşırı hale gelen tedbirler ortam müsaitleşince gevşetilmiştir. Mekruh olan zamanla mübaha dönüştürülmüştür. Mesela tazim için ayağa kalkmak mekruh iken mübah görülmeye başlanmıştır. Had cezalarında yükseltme veya azalmaya gidilmiştir. Mesela sürgün cezası kaldırılmıştır. Zamanla mezhepler arası veya mezhep içi tercihler gündeme gelmiş, bazı ruhsatlar kaldırılmıştır.
Dış etkenler: Yeni fetihler yeni sorunlar ortaya çıkarmıştır. Yeni fethedilen bölgelerdeki milletlerin dini, siyasi, iktisadi konuları gibi. Divanlar oluşturulmuş, para, vergi sistemleri geliştirilmiştir.
Siyasi etkenler: Şura sistemi yerine saltanatın zamanla alması, mezhep imamlarına yapılan baskılar, resmi fetva talepleri gibi olumsuzluklar.
İktisadi etkenler: Kağıt para, senet, kredinin ortaya çıkması gibi.
Bilimde ve teknolojideki gelişmelerle beraber de bazı değişikliklere gidilmiştir: Silah sanayindeki gelişmeler, teknolojinin hayata etkisi gibi.
Coğrafi faktörler: Farklı ekoller ortaya çıkmış ve örf, dini yaşamda etki etmeye başlamıştır.
Mecelle ve örfî hukuk kapsamında ahkamın değişmesi
Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değiştiği bir kural olarak Mecelle’nin de önemli maddeleri içine girmiştir. İslam, insanın teşriinin (Kural koymasının) karşısında değildir. Ancak insanın teşriine, ilahi kanunların örgüsü içinde ve onların ulviyet sınırı içerisinde müsaade edilmiştir. İslam hukukunda düşünce özgürlüğü, kimi zaman içtihat faaliyetinde olduğu üzere mubah alanda bir ‘hak’ olmakta iken, kimi zaman emr-i bi’l-ma’ruf nehy-ani’l-münker ilkesinde olduğu gibi zorunluluk derecesinde bir ‘görev’ olmaktadır.
İslam hukukunun dinamik yapısına işaret eden diğer bir hususta, örfi hukuka (İslam’ın temel kurallarına aykırı olmayan yerel gelenek ve kurallara) İslam’ın onay vermesidir. Şer’i hukukun sınırlı bir alanı kapsadığı ve bunun da daha ziyade ibadet, helal, haram, uhrevi sorumluluk ve ahlaki değerlerin açılımı niteliğindeki hükümler olduğu, geride özellikle, kamu hukuku alanında büyük bir bilinçle boşluğun bırakıldığı göz önünde bulundurulursa, her toplumda örfi hukuk benzeri bir durum kaçınılmaz görünmektedir. İslam’da, “Cahiliye Dönemi”nin bazı akla uygun örfleri onaylanmıştır. Örfün teşride büyük bir önemi vardır. Bu öneme binaen ulema, “örfle sabit olan, nassla sabit olan gibidir” demiştir. (Abdullatif Muhammed es-Sübki, T. Teşri’l-İslam, s. 210; Mecelle’nin 45. maddesinde de “Örf ile tayin, nass ile tayin gibidir” denilmektedir.)
Kamu lehine faydalı ve zararlı hususların bildirilmesi ancak düşüncenin açıklanması suretiyle gerçekleşebilir. (Muhammed Haşim Kemali, İslam’da ifade Hürriyeti, s. 23) İslam hukukundaki bazı kurum ve ilkeler, toplumda düşünce özgürlüğünün bulunmasını gerekli kılmaktadır. Bunlar: Düşünmeye Teşvik: Doğruya ulaşmaya, doğru ile yanlışı ayırmaya vasıta olarak düşünmenin teşvik edildiği birçok ayet bulunmaktadır: Bakara, 164, 218; Ali İmranı, 191; Yunus, 16; Ra’d, 3; Rum, 8, 24; Casiye, 13; Sebe, 46; Kaf, 37; Ankebut, 20 gibi. İyiliği Emretme Kötülüğü Yasaklama: Bu konuda da birçok ayet ve hadis vardır: Ali İmran, 104, 110; Hacc, 41; Asr, 1-3; Tevbe, 71; Müslim, İman, 78, Rü’ya, 3-6; Buhari, İlim, 28, Ta’bir, 3,10, 26, 46; Ebu Davud, Melahim, 17; Tirmizi, Fiten, 11, Rü’ya, 5, 7, 10; Nesai, İman, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/ 20 gibi. Öğüt Verme (Nasihat): Nasihat, İnsanlara doğru ve faydalıyı öğretmek amacıyla tebliğ ve telkinde bulunmak anlamına gelir. Kur’an ve hadislerde peygamberliğin fonksiyonu ve maksadına dair ayetlerde nasihata atıfta bulunulur: A’raf, 62, 68, 79, 83; Buhari, İman, 23, 42; Ebu Davud, Edeb, 59; Nesai, Bey’at, 22, 31, 41; Tirmizi, Birr, Sıla, 17; Müslim, İman, 74, 95, 97, 99; Darimi, Rikak, 41 gibi. Hiç bir Müslüman hak bildiği hususu gizleyemez. Mutlaka onu başkasına söylemek ve onu hakka davet ederek nasihatte bulunmak zorundadır. (İbn Mace, Fiten, 20) Eleştiri Özgürlüğü: Göreve seçilişine müteakip verdiği hutbede birinci halife Hz. Ebu Bekir söyle der: “Ey insanlar, sizi idare etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum. Ne var ki en iyiniz değilim. Doğru iş yaparsam bana yardım edin, yanlış yaparsam da beni düzeltin. Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan edersem bana itaat etmek göreviniz değildir.” (İbn Hişam, Abdülmelik, es-Sire en-Nebeviyye, IV/241; İbn Sad, et-Tabakatü’l-Kübra, III/182-183; Kasimi, Nizamü’l-Hükm, s. 106) İçtihat Özgürlüğü: Düşünmenin ve düşüncenin özgür olmadığı yerde içtihattan söz edilemez. Hz. Peygamber’in hadislerinde ictihat faaliyeti teşvik edilerek bu hususta yanılanların bile sevaba nail olacağının belirtilmiştir: Buhari, İ’tisam, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ebu Davud, Akdiye, 7, 2; Tirmizi, Ahkam, 2; Nesai, Kudat,3; İbn Mace, Ahkam, 3; Ahmed b. Hanbel, II/187 gibi. Danışma İlkesi (Şura): Düşüncelarin açıklanmasına verilen önemden dolayı Kur’an’daki kırk ikinci surenin adı “şura” suresi olmuştur. Yine şuraya ilişkin Kur’an ayetlerinin ‘iman, namaz, zekat gibi İslam’ın şartlarına atıflar bulunan ayetler ile birlikte zikredilmesi, önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Şuraya ilişkin Kur’an hükümleri (Şura, 42; Ali İmran, 159) yalnızca hükümet işlerini kapsayacak tarzda değil, aynı zamanda hayatın bütün insanlara faydası olabilecek hemen bütün alanlarındaki ilişkileri içine alacak biçimde ifade edilmiştir. (Kurtubi, Ebu Abdullah Muhammed el-Ensarl, el-Camu li Ahkami’l-Kur’an, XVI/37) Ebu Hureyre’den gelen bir rivayette, “Ben ashabı ile Rasulüllah’tan daha çok istişare eden bir kimse görmedim.” (Tirmizi, Cihad, 34) denilmektedir. Hz. Peygamber bizzat bir hadisinde istişare eden kimsenin hatadan salim olacağını belirtmektedir. (Ebu Davud, Edeb, ll3-ll4; Tirmizi, Zühd, 38, Edeb, 57; İbn Mace, Edeb, 37; Darimi, Siyer, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/274) Düşünceyi Engelleyen Hususların Ortadan Kaldırılması: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9); “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denilince, “Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeylere uyarız.” derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 170); ” Onlara, “Gelin Allah’ın indirdiği Kitab’a ve Peygamber’ e uyun” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler; Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?” (Maide, 104) gibi ayetler, düşünce özgürlüğünün önünde engel teşkil eden hususların ortadan kaldırılmasını amaçlamaktadır.
Şeriat
Şeriatı, Türk Dil Kurumu 3347. sayfada, “Kur’an’daki ayetlere Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku”; MEB yayınlarında çıkan, Dini Terimler Sözlüğü 340. sayfada, “Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği dini kurallar bütünü, dini kurallar, namaz, oruç, hac, zekat, cihat, nikah vb. uygulamaya yönelik hükümler, İslam dini” şeklinde mana verir. Oxford İslam Sözlüğü 330. sayfada, “Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in sünnetinde belirtildiği üzere, tüm Müslümanlar için bağlayıcı kabul edilen Allah’ın insanlar için ezeli ve değişmez iradesi; ideal İslam yasası.” şeklinde tanımlanır.
Şemseddin Sami’nin meşhur ‘Kamus’unda ise şeriat, ‘İlahi emirler, yasaklar ve ayet, hadis ve icma üzerine kurulu Allah’ın kanunları’ şeklinde tarif edilir. Ömer Nasuhi Bilmen ise, ‘Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’ adlı eserinde, “Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi hukukun tümüdür. Bu itibarla şeriat, din ile aynı olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.” demektedir. Said-i Nursi’de şeriatı, ‘sebeb-i saadet, tam bir adalet ve fazilet’ (Divan-ı Harbi Örfi, Mukaddime) olarak tarif etmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’an Dili’nde, ‘Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların sonsuz hayata ve gerçek mutluluğa ulaşması için, Allah Teala’nın insanlara verdiği özel hükümler ve doğru yol kastedilmiştir ki, din demektir.’ (Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini, VII/8) şeklinde açıklamada bulunmaktadır. Kur’an’da, “Sonra seni bir şeriat üzere kıldık. Sen ona uy, bilmeyen cahillerin isteklerine uyma!” (Casiye, 18. Ayrıca; Maide, 48; Şura, 13, 21) şeklinde açıkça şeriattan bahsedilmektedir. Meşhur Arapça sözlük, Ragıb el-İsfahani’nin ‘el-Müfredat adlı eserinin ‘şra’ maddesinde, “bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar” veya “bu nitelikte kural koymak” şeklinde tanımlamıştır. İslami kaynaklarda ise şeriat için şu tanımlar geçmektedir: “Şeriat kelimesi ve çoğulu İslam’ın itikadi ve pratik hükümlerini bazen tek tek, bazen de bir bütün halinde ifade edecek biçimde kullanılmaktadır.” (Müsned, III, 439; IV, 188; Buhari, Ṣavm, 1; Ebû Davud, Fiten, 6); “İlahi irade tarafından konulan hükümler bütününü ifade etmek üzere (meşru manasında) kullanıldığında ise şeri, şeriat kavramıyla eş anlamlı olmaktadır.” (Cessas, I/164, 392); “Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilmektedir.” (Kurtubi, XVI/163); Şeriat; Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilir. (Kurtubi, el-Cami, XVI/163); Şeriat, din ve millet kelimeleri aynı hükümler bütününü gösterir. (TDVİA, Şeriat maddesi); Şeriat, dinin ibadet, hukuk/kanun yönünü ifade eder. (ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/seriat) “Şeriat; kanun ve nizam manasına kullanılan bir kavramdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Nutuk” isimli eserinde yer alan tarif şöyledir:”Şeriat demek, kanun ve nizam demektir.” Osmanlı toplumunda yaygın olan “Şeriatın kestiği parmak acımaz” vecizesi, hukuka duyulan saygının bir ifadesidir.” (Hüsnü Aktaş, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi manzarası, s. 65) “Şeriat dindir, din de şeriattır. Şeriatın sahibi Allah’tır.” (Mustafa Çelik, Akit, 3.11.2021) Kısaca şeriat, genelde ‘kanun, kural’ demektir. Özelde ise ‘İslam’ın getirdiği ve Allah’ın emir ve yasakları olan kuralların genel adı’dır. “Şâri denildiğinde ise, “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ilkesi gereği (Seyfeddin el-Amidi, I/72) hakikatte yalnızca Allah kastedilmektedir.
“Şeriatın beş temel maksadı ‘can, akıl, din, namus, malı’ korumaktır.” (Prof. Dr. Hasan Hanefi, İslamcılık ve laiklik, kelam araştırmaları dergisi 2:1 (2004), s. 118)
Şeriata övgü
“ABD’nin önde gelen gazetesi New York Times, bundan iki ay kadar önce İslam hukuku hakkında çok uzun, kapsamlı ve önemli bir makale (nytimes.com/2008/03/16/news/16iht-16shariaht.11119704.html) yayınladı. ‘Şeriat, Hukuk Devleti Anlamına mı Geliyor?/Şeriat hukukun üstünlüğü anlamına mı geliyor?’ (Does Shariah Mean The Rule of Law?) başlıklı yazı Harvard Üniversitesi`nden genç hukuk profesörü Noah Feldman’ın imzasını taşıyordu ve epey de ‘ezber bozucu’ydu. Feldman, önce `ezber`e değiniyor ve şöyle diyordu: ‘Çoğumuz için ‘şeriat’ kelimesi, kesilen eller, taşlanan zaniler ve baskı altına alınan kadınlar gibi korkunç şeyleri çağrıştırıyor.’Ama hemen ardından ekliyordu: “Oysaki, İslam hukuku, tarihinin büyük bölümünde, aslında dünya üzerinde var olan ‘en liberal ve hümanistik’ hukuk ilkelerini sunmuştur.” Feldman’ı bu yargıya ulaştıran analiz yöntemi, İslam hukukunu, geliştiği dönemin diğer hukuk sistemleri ile karşılaştırmaktı. Şeriat’tan dehşete kapılan Batılılara şu hatırlatmayı yapıyordu: ‘Geleneksel İngiliz yasalarının 5 şilinden yüksek hırsızlıklar ve daha pek çok suç için idam cezasını öngördüğünü bugün kim hatırlıyor? Ya da işkencenin 18. yüzyıla dek çoğu Avrupa ülkesinde adli sistemin meşru bir unsuru olarak kabul edildiğini kaç kişi biliyor? Cinsiyet ayrımcılığına gelirsek, İngiliz geleneksel hukuku (common law) evli kadınlara herhangi bir mülkiyet hakkı tanımıyor, hatta onlara kocalarından bağımsız bir hukuki kişilik bile atfetmiyordu. Öyle ki İngilizler elde ettikleri sömürgelerde şeriat hukukunu kaldırıp kendi hukuklarını uyguladıklarında, bunun sonucu, kadınları şeriatın kendilerine verdiği haklardan mahrum bırakmak oldu.’ Feldman, makalesinin devamında şeriatın İslam medeniyetinde modern çağlara dek iktidarı denetleyen ve toplumun haklarını koruyan ‘bir adalet kaynağı’ olduğunu da hatırlatır. Şeriatı geliştiren ulema, bazen dünyevi iktidarın hizmetine girmişse bile, çoğu zaman onu sınırlandırmış, keyfi idarenin önüne geçmiştir. Feldman’ın deyimiyle, ‘şeriat, mahkemelerde kayırmayı yasaklamış, fakir ve zengine eşit muamale yapılmasını emretmiş, hatta bugün bazı Ortadoğu ülkelerinde yaşanan namus cinayetlerini lanetlemiş’ idi. Zaten Osmanlı’da sarayı protesto ederken kullanılan ‘şeriat isteriz’ sözünün manası da aslında ‘adalet isteriz’dir. Bugün ise ‘şeriat isteriz’ sözü bize Taliban`ın korkunç düzenini hatırlatıyor. Bu da elbette sebepsiz değil. Feldman’ın da vurguladığı gibi, İslam hukuku, ‘içtihat’ geleneğinin sönmesi ile durağanlaşmış ve çağın standartlarının çok gerisine düşmüş durumda. Ama “bunun nedeni, şeriatın özünde var olan bir sorun değil, Müslüman dünyanın son iki yüzyıldır içine düştüğü kriz.” Bunun sebepleri ise dini değil, siyasi, ekonomik ve coğrafi. Zaten kendini geliştirmeyen her hukuk sistemi çağın gerisine düşer. Atatürk döneminde yapılan büyük kadın reformu bile bugünün standartlarının gerisinde kaldı ki, 2001-2004 yılları arasında bir dizi hukuki düzenleme ile kadınlara yeni haklar verdik. İslam hukuku da, eğer bazı ilahiyatçıların belirttiği gibi hükümlerin ‘lafzından’ ziyade ‘maksadını’ dikkate alan dinamik bir ‘usül’ ile yorumlanırsa, pekala gayet ‘liberal ve hümanistik’ olabilir. Zaten Feldman’ın dediği gibi, yüzyıllar boyunca öyle olmuştur.” (Mustafa Akyol, Star, 21.05.2008)
‘Oxford’a Göre’ Şeriat
“Birçok kişi için şeriat kelimesi alarm zilleri çaldırır. Bu tepkilerdeki endişeler, şeriat teriminin ortak yanlış algısını yansıtır. Yanlışlık, terimin iki anlama geldiği gerçeğinden kaynaklanır. En yaygın kullanımda, şeriat ‘İslam kanunundan’ söz eder. Dünyanın her yerindeki Müslüman ülkelerde, evlilik, boşanma ve miras konularına bakan şeriat mahkemeleri vardır. Bazı ülkelerde, örneğin Suudi Arabistan ve Pakistan’da, şeriat yetkisi ceza ve ticaret hukukunun belirli yönlerini de kapsar. Her iki ülkede de, örneğin, yasal kanunlara had cezaları da dahil edilmiştir. Ancak şeriatın çok daha geniş bir anlamı da vardır. Kur’anda vahyedilen ve Peygamber Muhammed’in Sünnet’te örneklendirdiği ‘İslam’ın çekirdek inançları ve uygulamalarıyla bu kaynaklardan çıkarılan kanunları’ da kapsar. İnançlar ve uygulamalar sabit kalırken, onlardan çıkarılan kanunlar zamanla değişir ve belirgin farklılıklar gösterir. Bunun nedeni bu kanunların çoğunun Kur’an’dan ve Sünnetten yorum yoluyla çıkarılmasından kaynaklanır. Kur’an, örneğin, miras tanzimi gibi bazı kesin yasamalar içerir. Ekseri otoriteler, bu düzenlemelerin yoruma bağlı olmadığına inanmaktadır. Ancak Kur’an öğretilerinin çoğunluğu, belirli hukuki kurallara tercüme edilmesi için insani çabaya ihtiyaç duyan ahlaki rehberlik ve tavsiyeler şeklindedir. Kur’an ve Sünnetin yasal anlamlarının anlaşmasındaki insani çabaya fıkıh (anlama) adı verilmektedir. Fıkıh terimi aynı zamanda insani çabayla tertiplenmiş yasalara atıf için de kullanılır. İlahi kaynaktan geldiğine yani mükemmel ve değişmez olduğuna inanılan ‘şeriat kanunlarının aksine, fıkıh kanunları insan mahsulüdür ve bu nedenle gayri mükemmel ve yenilenmeye meyilli’ olarak görülürler. Gerçekten de, İslami hukukun gövdesi 14. yüzyıldan beri gelişmektedir ve farklı şartlar ve değişen şartlara göre uyarlanmıştır ve İslami yasal yürütmenin 5 ekolü ortaya çıkmıştır. Diğer herhangi bir yasal sistemde olduğu gibi, yorumlar farklılıklar göstermektedir, bazı kurallar yürürlükten kaldırılırken yenileri ortaya çıkmıştır. Fıkıh’ın resmi “kökler”inden biri de, şartlar zorladığında kuralları yeniden yorumlama amacı taşıyan entelektüel çabadır. (içtihat). Sürgündeki Tunuslu düşünür Raşit Gannuşi, toplumun otoritesi olarak tanımladığı ‘şura’ yani Kur’anın katılımcı hükümet prensibine dayanarak, laik demokrasilere Müslümanların katılımını savunur. “Bağımsızlık, kalkınma, sosyal birlik, sivil haklar, insan hakları, siyasi çoğulculuk, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü, cami ve İslami ibadetlerinin özgürlüğü” gibi hayati İslami amaçlara ulaşmak için yardımcı olmaya hevesli herkesle Müslümanlar çalışmalıdır. Hangi kanunların kesin olarak içtihada tabi olması noktasında birçok farklı görüş vardır. Muhafazakar alimler arasında inandıkları kanunların şeriat olarak korunması ve bu nedenle de içtihada tabi olmaması gerektiği yaygındır. Reformcu düşünürler, şeriat ve fıkıh arasındaki farka çok daha önemli vurgu yaparlar. Bu tartışma tarih boyunca İslami söylemin bir özelliği olmuştur. Ünlü hukuk alimi İbni Teymiye, Allah’ın vahyi ve ideal olarak şeriatın teknik kullanımıyla, cahil ve adil olmayan kadıların kararlarının şeriatla karıştırılmasına karşı insanları uyarmıştır. Şeriat metinleri hangi kanunlarla adil ya da değil hüküm verilebileceği ölçüsü dahi koymuştur: Şeriatın “maksatları” ve “amaçları” (makasıt). Bu amaçlar arasında yaşama, din, aile, mülk ve fikir hakkı olarak tanımlanan insan haklarının korunması da vardır. Eğer bu haklar korunmuyorsa, kanunlar yeniden düşünülmelidir. Müslümanların şeriatın ebediyetine ve evrenselliğine vurgu yaptıkları doğrudur. Bunun anlamı şeriatın değer ve amaçlarının hayatın tüm yönlerini kapsadığıdır. Bazı alimler şeriatın amaçlarını yerine getiren her yasanın doğal olarak İslami olduğu dahi ileri sürmüşlerdir.” (Din ve Beşeri Bilimler Profesörü Tamara Sonn, Oxford Islamic Studies, 21 Ağustos 2008)
Demokrasi kemale mi eriyor yoksa şeriat mı geliyor?
İngiltere Danıştay Başkanı’nın yönettiği ‘İngiliz Hukukunda İslam’ konulu konferanslar serisinin ilkinde, ‘şeriat’ kavramının sadece yanlış anlaşılmadığı, aynı zamanda bazı ortamlarda onun ‘ilkelce’ sayılabilecek uygulamalarından korkulduğu, bu yüzden de bu korkuyu doğuran uygulamalara odaklanıldığı vurgulanmıştır. Daha sonra Tarık Ramazan, Abdullah Saeed, Mona Siddiqui gibi Müslüman bilim adamları ve Louis Gardet gibi İslam uzmanlarına göndermelerde bulunularak “şeriatın aslında son halini almış bir hukuk sistemi olmayıp Allah’ın insanlardan istediği iradesi ve bu evrensel prensiplerin dünyadaki ‘uygulamaları’ için gerekli olan bir düşünce ve çerçeve olduğu” belirtilmiştir. Canterbury Başpiskoposu olan Dr. Rowan Douglas Williams’a göre şeriat her zaman ve her yerde uygulanabilecek hazır bir sistem değil, aksine bir hukuk metodolojisidir ve şeriatın bazı unsurlarının İngiltere’de uygulanması ‘kaçınılmazdır.’ Aslında Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde yürürlüğe soktuğu ‘millet sistemi’ olarak bilinen ve gayr-i Müslimlerin kendi aralarındaki medeni hukuka dair anlaşmazlıklarını çözmek için kendi mahkemelerini kurmalarına izin vermesinden 555 yıl sonra Dr. Williams benzeri bir uygulamayı teklif etmiş ve günümüzün ‘liberal, demokratik ve hukuk devleti’ ikliminde ateşli tartışmalara sebep olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Batı’nın ‘çok kültürlülüğü’ uygulama ve yaşama tecrübesi edinebilmesi için bir hayli fırın ekmek yemeğe ihtiyacı olduğu görülmektedir. (Basından, 29 Eylül 2008)
“İslam ülkelerinde şeriata en çok karşı çıkan ülke de Türkiyeymiş. Oran %57. Türkiye’de halkın yüzde 88’i anayasada düşünce özgürlüğünün bulunması gerektiğine inanıyormuş. Gerisi ne istiyormuş acaba? Türkler’in yüzde 86’sı, “Din, günlük hayatımda önemli bir yere sahip” diyormuş. Buyurun şimdi. %86 böyle diyor, %57si ise Şeriata karşı. Bundan nasıl bir sonuç çıkar? Bu insanlar ne dediklerini bilmiyorlar. ‘Şeriat teolojik anlamda bir dinin emir ve yasakları demektir.’ Yani dini anlamda meşruiyeti ifade eder. Bir Müslümanın şeriata karşı çıkması, “ben Türkiye vatandaşıyım ama bu ülkenin hukuk düzenine inanmıyor ve güvenmiyorum”demektir.” (Abdurrahman Dilipak, Vakit, 2007.02.25)
Şeriat ve İslam üzerine halkımızdaki kafa karışıklığı
18 Eylül 2016 tarihinde Teşvikiye Camii’nde kılınan ‘cenaze namazı ardından’ son yolculuğuna uğurlanan Tarık Akan, Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’nin ödül töreninde şöyle konuşmuştu: “Türk Sineması Emek Ödülü’ne layık görülen Kadir İnanır ve Tarık Akan’ın konuşmaları geceye damga vurdu. Tarık Akan şeriatçı eğilimlere karşı çıkılması çağrısı yaparak şöyle dedi: “Bugüne kadar Kadir arkadaşımla ben, dincilere faşistlere karşı, ülkenin adam gibi idare edilmesi için mücadelemizi verdik. Ama artık yaşlandık. Gelin hep beraber dinci, şeriatçı basına ve televizyonlara hayır diyelim.” dedi.” (Hürriyet, 6 Mayıs 2008) Beraber mücadele mesajı verdiği Kadir İnanır ise, “Bilim adamlarını da Tanrı yaratmıyor mu yani? Ama Kilis’te Sinema Bir Mucizedir diye bir film çekiyordum, kardeşim böyle bir öksürük olmaz, bittim yani, ölüyorum. Tepede bir polisevi var orada kalıyoruz. Sabaha kadar uyuyamadım. Tam güneş ağarırken camı açtım, hem Arap sınırından hem bizden bir ezan başladı ki muhteşem. Ben de ölüyorum ya, “Ey Allah’ım gidersem de böyle gideyim’ diyorum. Her ezan okunduğunda o aklıma gelir. Sabah polisevinin emekli müdürü aşağılarda bir yatır gösterdi ve ‘Buraya yazın bu tarz hastalar gelir, iyileşip dönerler. Üç gün sonra senin de öksürüğün biter.’ dedi. ‘Hadi git işine.’ dedim. Diğer gün öksürüğüm bitti. Şimdi kimi öksürürken görsem oraya gönderiyorum. (Gülüşmeler) Allah’tan başka neyimiz var güvenecek? Herkese ben bas bas bağırıyorum, neye güvenerek bağırıyorum?” (Basından, 15 Mayıs 2010) diye açıklama yapıyordu. Daha sonra ise, 66 yaşında ölen Tarık Akan’ın oğlu Barış Üregül Akan şu açıklamayı yapıyordu: “Biz ailece dini bütün insanlarız, Müslümanız. Dinin Allah’la kul arasında olduğunu düşünüyoruz, bunun reklamı olmaz. Babam gibi düşünüyoruz. Babam dinsiz, ateist değildi.” (Posta, 6 Eylül 2016)
Şahsem yaşadığım bir hatıra ile konuyu bitirelim! Yıl, 2001. Hactan yeni gelmiş bir ‘Hacı’ amcayı arkadaşlarla ziyaret ettik. Selam kelam, hayırlı olsun, hatıralar… Sonra sıra geldi zemzemi içmeye. Aldım elime minik zemzem bardağını, döndüm kıbleye ‘bismillah’ deyip ağzıma götürecektim ki, elim havada kaldı! Çünkü hacı amcamın azından ‘o an’ şu kelimeler dökülmüştü: “Şeriattan Allah’a sığınırım!”
Komünist partisinin -haşa- “Kahrolsun şeriat” başlıklı 26 Nisan 2016 tarihli eylem çağrısını, savundukları ideoloji gereği kabul etmesek de anlaşılabilir! Ama “Kahrolsun şeriat, yaşasın laiklik! Şeriat demek, teokratik devlet yani din devleti demektir. Şeriat devleti demek, Taliban rejimi ya da İran rejimi demektedir.” (Evrensel Gazetesi yazarı da olan İzzettin Önder, Yurtsever, 24-02-2024; Ayrıca, Sol Parti, 4 Mart 2024) veya ‘İslam ayrıdır şeriat ayrı, şeriat teokrasidir.’ türü yaklaşımları kabul etmenin imkanı yoktur! Evet, Şii İran bir teokratik devlettir. Katolik Papalık kurumu Vatikan da teokratik bir devlettir. Her ikisinde de, din adamı (Ayetullah ve Papa) tanrı ile direk iletişim halinde kabul edilir. Onlara karşı çıkmak direk tanrı/elçisine karşı çıkmaktır. Bu Şiiler ve Katolikler için geçerli olan bir yorum biçimidir! Ama şeriat ile teokrasi ayrı şeylerdir! Teokratik devlette ülkeyi ilahi varlıklarla irtibatlı “bir din adamı” yönetir. Şeriatta ise din adamları sadece İslam’a uygun kurallar koyar, seçimle başa gelen devlet başkanı da bu kurallara göre devleti yönetir. Sunni İslam anlayışında din adamı hata da yapabilir ki, zaten bu nedenle de mezhepler ile din birbirinden farklı kabul edilmiştir! Sunni şeriata göre din adamının görüşleri olan fıkıh değişebilir, yanılabilir. Ama teoktatik anlayışta, baştaki din adamı asla yanılmaz ve ona karşı da gelinemez! Çünkü o din adamının sözü direk din ile özdeşleştirilir ve ona karşı gelmek dine de karşı gelmek kabul edilir! Halbuki ilk halife olan Hz. Ebubekir halife seçilince daha ilk hutbesinde şöyle diyordu: “Ben sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza halife seçildim. Ancak Kur’ân nazil olmuş, Hz. Peygamber aleyhisselam dinin hükümlerini açıklamıştır. Sizin en zayıfınız, hakkı alınıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. Ben ancak Hz. Peygamber’in yoluna uyarım. Kendiliğimden bir şey icad edici değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardımcı olun. Eğer doğru yoldan kayarsam beni düzeltiniz. Ben bu sözümü söyler, hem kendim için hem de sizler için Allah’ın affını taleb ederim.” (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, IV/239-245; A. Çetin, Hitabet ve İrşad, s. 153-155; İbn Sad, Kitabu’t-Tabakati’l-Kübra, III/182-183; Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslam Peygamberi, II/1181) Fark ortadadır! Kısaca şeriata karşı olanlar daha şeriatı bilmemekte ve onu teokrasi ile karıştırmaktadır!
“İslam’a karşı çıkan yani reddeden ne ise İslam’ın hayatı düzenleyen pratiği olan şeriatı ‘bilerek ve anlayarak’ reddeden de o olmalıdır. Bir insanın ‘ne dediğini fark ederek’ “Ben Şeriat’ı kabul etmiyorum.” demesi veya bu anlamı net olarak çağrıştıran bir söz söylemesi dinden çıkmasıdır.” (Nurettin Yıldız, fetvameclisi.com/fetva/seriati-kabul-etmeyen-kisi-dinden-cikar-mi) “Kahrolsun şeriat diyene şeriatın doğru şekli anlatılır. Yine karşı çıkarsa kafir olur.” (Prof. Abdülaziz Bayındır, fetva.net/iman-yazili-fetvalar/seriata-karsi-oldugunu-soyleyen-bir-musluman-dinden-cikmis-olur-mu.html)
“Dinin/İslam’ın içerisinden şeriatı çıkarmak ve dini dar bir alana hapsetmek, İslam ilim geleneğiyle bağdaşmayan, metodolojik temelden yoksun keyfi bir söylemden ibarettir. Kur’an’ın bireysel ve sosyal hayata yönelik normlar ortaya koyan, hüküm getiren ayetlerini yok saymak, reddetmek ya da ‘geçmişte kaldığını ve yaşanan zamana hitap edemeyeceğini’ iddia etmek, ‘büyük bir cehalet’ örneğidir; ayrıca ‘itikadi buhran ve savrulmanın’ açık bir göstergesidir.” (Din İşleri Yüksek Kurulu, kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/1405/dinislam-ve-seriat-arasindaki-iliski)
Günümüzde Afganistan’ı yöneten Taliban, belli bir yorum şeklini mutlaklaştırabilmektedir. Ama şeriat dinamiktir! Aradaki fark, statik ile dinamik arasındaki fark kadar geniştir. Aşağıda, Fransız filminden bir kesit veriyoruz. İzleyene, taliban karşıtlığı üzerinden şeriat düşmanlığı mesajı verilmektedir! Ama yukarıda görüldüğü gibi, ülkemizde şeriata en az Fransızlar kadar ‘Fransız kalanlar’ mevcuttur! Ve ne yazık ki bu durum İslam karşıtı için de Müslüman olan için de geçerlidir!
“Son çeyrek asırda yüce dinimize yapılan sataşmaları az buçuk takip edenler, “Allah bizi ‘Şeriattan’ korusun” cümlesini ve bu cümlenin sahibini çok iyi hatırlayacaklar. O yıllarda bu ünlü kişi ve onun bu saçma sözü çok tartışılmıştı. Şu çelişkiye bakınız: Allah’tan bir şey talep etmek, şeriatın bir hükmüdür. Şeriat de Allahın hükümleridir. Bu anlı, şanlı ve unvanlı kişi, Şeraitin hükmü ile aynı Allah’a sığınıyor ve Allah’u tealanın hükümlerinden de korunmak istiyor! 58 seneden beri “şeriat geliyooor”, “irtica hortluyor”, “rejim elden gidiyoor” gibi çığırtkanlıklarla, milleti korkutup durdular. Yarım asır geçti, ne gelen vaar, ne de giden. Alt yapı olarak, öncelikle dini eğitimi yasakladılar. Halkı, bu konuda bilinçsiz bıraktılar.
İslam’a direkt olarak saldıramadıkları için, ‘uyduruk sloganlarla’ ve bir takım devletlerdeki o yörelerin an’aneleriyle karışan ve batıl adetleriyle bulaşan şeriat düzenlerindeki haksızlıkları göstererek, yüce dinimize hâlâ saldırmaktadırlar. Bugün ülkemizde, bizler halk olarak, Şeriatın % 95’ten fazlasını zaten yaşıyoruz ve uyguluyoruz. (Bazı önemli kurum ve kuruluşlar hariç.) Namaz, oruç, iftar, bayram, hac, zekat, kurban, cami, ezan, yardımlaşmak, ilim tahsil etmek, askerlik, sünnet olmak, çalışmak, asrın gerektiği teknolojiye ulaşmak için gayret sarf etmek, seçim yapmak, adalet ile hareket etmek ve sair uygulamalarımızın her biri, şeriatın hükümleridir.” (A. Raif Öztürk, Haber1.com, 02.10.2008)
“Bizim inancımızda “Adalet mülkün temelidir”. Sizin o nefret ettiğiniz “Şeriat”, “hukuk” demektir; Meşruiyet’le aynı kökten gelir. “Gayrimeşru” dediğinizde “Şeriata uygun değil”, demiş olursunuz! Hem Şeriat düşmanlığı yapacak hem de Hukuk’u savunduğunuzu söyleyeceksiniz. Bu mümkün değil.” (Abdurrahman Dilipak, Yeni Akit, 09 Eylül 2017)
AB mahkemelerinde, İskoç, İskoçya, Hollanda, Kanada, İngiltere ve Yunanistan’da şeriat kuralları uygulanmaktadır, uygulanmasına yeşil ışık yakılmıştır. (13.09.2006; 20.12.2005; 01.03.2008; 08.09.2008; 05.07.2008; 28.04.2009; 10.06.2012; 10.10.2008 tarihli gazeteler.)
Şeriat gelmez, yaşanır. “Dinin Kur’an üzere yaşandığı her yerde şeriat vardır.” (İsmail Çetin, Independent Türkçe, 21 Aralık 2021)
İsrail’de bakan şeriatının propagandasını yaparken ülkemizde (Pakistan, İran, Türkiye vd.) şeriat korkusu pompalanmaktadır!
“Adalet Bakanı: İsrail’e şeriat getireceğiz. İsrail Adalet Bakanı Yaakov Neeman’ın şeriat hukukuyla ilgili yaptığı açıklamalar ülkeyi karıştırdı. İsrailli bakan, hedeflerinin ülkede Yahudi hukuku Halaka’nın geçerli ve bağlayıcı olmasını sağlamak olduğunu söyledi.” (Hürriyet, 9.12.2009)
Yukardaki haberden 10 ay önce, yer Pakistan. “Pakistan’da şeriat korkusu Pakistan’ın kuzeybatısında şeriat uygulamasına geçilmesi, büyük şehirlerde endişe yarattı. Kadın hakları savunucusu Sheema Kermani’ye göre: “İnsanlar ‘Biz güvendeyiz, Svat’tan çok uzaktayız” diyor, ama kuzey Pakistan, Karaçi’den o kadar da uzak değil.” (NTV, 20.2.2009)
“28 yıldır şeriatla yönetilen İran’da başlarını saçları görünecek şekilde örtmekte ‘ısrar’ eden, makyaj yapan, ‘modern giymek’ için savaş veren ‘üniversite mezunu2 kadınlardan Türk kadınlarına mesaj var: Biz size benzemek için şeriata karşı devrim yapmaya çalışıyoruz. Siz bize ya da Malezya’ya benzememek için ne olur elinizden geleni yapın!” Ara başlıklardan bazıları da şöyle: Sizdeki değişim bizi telaşlandırdı, olmaz diyorlardı oldu ama, Türk kadını herkese örnek, benim gibi giyinen arkadaşın kalmadı.” (Posta, 21.10.2007)
Sosyal medyadan
İslam dogma bir din değildir ama bu örnekler iki aşırı uca; ifrat ve tefrite ait örneklerdir ki her iki örnekte İslam toplumu tarafından reddedilmiş ve birkaç sene içinde ortadan kalkmıştır! İslam orta yol dinidir. (Bakara, 143; Fatır, 32) Doğaldır ki, insan aklının el attığı her alanda mutlaka farklı yorumlar ortaya çıkacaktır, bu insan doğasının sonucu olan ve felsefeden her türlü ideolojiye hatta bilime dek (‘Bilim yanılmaz mı?’ adlı yazımıza bakılabilir) bu tarihte de günümüzde de her zaman görülen bir durumdur. Ama önemli olan 1400 senelik İslam anlayışı, orta ümmet (Bakara, 143) olma bilinci ve Kur’an ile sünnete uygun yorumlar üzerine bir sistem kurulabilmesidir. Yukarıdaki ekran görüntüsüne dönecek olursak; Öncelikle ateistlere sormak gerekiyor, hani İslam dogma idi, herkesi aynı kalıba sokardı?! Bu geniş (!) yorum şekli aslında bu tür ithamlarınızı da ‘yalandığınız’ anlamına mı gelmektedir yoksa amacınız ne olursa olsun çamur atmak mıdır? Verilen her iki örnek de ifrat- tefrit örnekleridir; iki uç örnek alınmış ve asıl olan büyük çoğunluk bu algı üzerinden eleştirilmeye çalışılmıştır. Birinci ve özellikle ikinci dünya savaşından sonra İslam coğrafyası işgal altında kalmıştır. 150 senedir İslam coğrafyası savaş, istila, emperyalist ideolojiler ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Halk bu zaman içinde cahilleşti-rilmiş- ve Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktan uzaklaş-tırıl-mıştır- (Bu konuda ‘Oryantalizm yanılgısı’ ve ‘İslam ülkeleri neden geri?’ adlı yazılarımızı özellikle tavsiye ederiz!) Sonuç itibari ile, marjinalleşen ve geniş kitle tarafından kabul edilmeyen bu yaklaşımları önplana çıkarma gayreti, aslında bu paylaşımı yapanların da marjinal olduklarını göstermektedir. Ümmeti temsil edecek bir yorum aranıyorsa o ‘Ehl-i Sünnet’tir! Aynı başlıktaki yazımıza bakılabilir.
Din ve laiklik konusunda bazı görüşler
“Din ile devletin ayrılması Yahudilik ve İslam’da imkansızdır. Çünkü her iki din insanların 24 saatini ayarlar. Sadece devletle olan ilişkilerini değil özel hayatlarını, nasıl yiyip içeceklerini, nasıl temizleneceklerini, karı-koca arasındaki ilişkiyi ve tabii ki devletle olan ilişkiyi belirler.” (İlber Ortaylı, Tarihin İzinde, s. 193, 210) “İslam’da din ve dünya işleri arasında bir ayırım yapılmamaktadır.” (Can Kıraç, Anılar olaylar, s. 140) “İslamiyet kast edildiğinde, din İşleri dünya işleri ikiliği gibi insan zihnini ortadan bölen ayırımdan söz etmek imkansızdır.” (Selçuk Kütük, Deizm, s. 112) “Din, yaşam içi bir konu olup toplumsal gerçekliklerin düzenlenmesi ve hayatın daha kolay ve huzurlu bir şekilde yaşanması için ortaya konmuştur.” (Erol Çetin, Deizm eleştirisi ve yapılması gerekenler, s. 72) “İslam, adil ekonomik bir düzen, dengelenmiş toplumsal bir sistem, medeni ve cezai bir hukuk nizamı, devletlerarası bir kanun, akılcı bir yönetici, beden ve ruh eğitimcisidir.” (Profesör Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 11) “Mahatma Ghandi’ye göre din, bir ‘yaşam biçimidir’ ve gerçek bir din kendini günlük hayat içinde göstermelidir.” (Şiddet karşısında İslam, Komisyon, DİB, s. 31) “şeriat, Kur’an-ı Kerim siyasi bir sistemdir, devletin her kanunu ona dayanır.” (Operatör Doktor Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 80) “İslam, insanların kendi aralarındaki ilişkileri idare etmeyi hedef edinmiştir.” (Muhammed Esed, Yolların ayrılış noktasında İslam, s. 121) “Kur’an itikadi, ahlaki, sosyal alanlarda insanlığı yeniden yapılandırma amacıyla indirilmiştir.” (Prof. Dr. M. Halil Çiçek, Müşkilu’l-Kur’an’ı Yeniden Değerlendirmek, s. 24) “İslamiyet yalnız bir itikat dininden ibaret değildir; belki onun mensupları arasında tek bir millet fertlerine mahsus gibi olan bir sosyal bütünlük vardır.” (Halil Halid, Hilal ve Haç Çekişmesi, s. 290) “İslam’da hukuk ile inanç iç içedir. İslam şeriatının anlamı; Allah’ın kulları için hayatın tüm işlerine dair öngördüğü hükümler ve inançlardır. Yani şeriat din ile eş anlamlıdır. Şura Suresi, 13; Şura Suresi, 21; Casiye suresi, 18; Maide suresi, 48. ayetlerde şeriat doğrudan doğruya kullanılır.” (Doç Dr Hüseyin Çelik, Kur’an Ahkamının Değişmesi, 71-73) “Biz Müslüman’ız, İslam’a varız, ama şeriata yokuz, şeriatı kabul etmiyoruz; şeriat Ortaçağ’ın karanlığına dönmektir” diyenler, ‘Kur’an, sünnet, icma ve kıyas kaynaklarına dayanan İslam’ın bir kısmını kabul ediyoruz, ama bir kısmını kabul etmiyoruz’ demiş oluyorlar.” (Prof. Dr. Hayrettin Karaman; İbrahim Sarı, Şeriatsız Din ya da Allahsız İslam, s. 20) “Şeriatı inkar eden dinden çıkar.” (Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 13/01/2017) “Malatya Müftüsü Feyyaz Yaşar Beraat Kandili nedeniyle yayınladığı mesajında gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun cenaze töreninde ‘Kahrolsun Şeriat’ şeklinde bağıranları tövbe etmeye çağırdı ve “Bu çok yanlış hem de çok yanlış bir davranış olmuştur. Çünkü şeriat, ilahi kurallar, emir ve yasaklardır.” dedi.” (Milliyet, 6.2.1993) Zaten “Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Zeki Sezer, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da Cumhuriyet mitinglerinde atılan ‘Kahrolsun Şeriat’ sloganını yanlış bulduğunu söyledi. Sezer, ‘Deniz Bey de aynı görüşte olduğunu söylemişti’ dedi.” (Haber 7, 18.08.2007) “Şeriat eşittir İslam dinidir.” şeklinde açıklama yapan (Cumhuriyet, 18 Oca 2024) İYİ Parti lideri Meral Akşener daha öncede, “Şerait İslam demektir.” (Basından, 3 Mayıs 2015) şeklinde açıklama yapmıştı. Unutulmamalıdır ki “Bireyler laik olmazlar.” (Hayrettin Kraman, 20 Mayıs 2007) “Laiklik devletin özelliğidir, insan laik olamaz, devlet laik olabilir.” (fetva.net/yazili-fetvalar/hem-laik-hem-musluman-olunur-mu.html) “Laiklik ferdin değil, devletin bir vasfıdır. Bir Müslüman laik olabilir mi? Kanaatimce olamaz.” (Prof. Yavuz Köktaş, Yörünge Dergisi, 7 Ekim 2022) “Laiklik, devletle ilgili, bireylerle değil. Birey düzeyinde laiklik olmaz. Ben madem ki inanarak Kur’an’ı okuyor, namaz kılıyorum, hayatıma dini karıştırıyor, dini hayatımın dışına atmıyorum. O halde ben birey olarak laik degilim.” (Süleyman Ateş, şeriat ve Laiklik, Yeni Türkiye, 1998, cilt: IV, sayı: 23-24, s. 2609) “Birey bazında laiklik olmaz. Çünkü özel hayatında laik olmak, hayatına dini karıştırmamak demektir.” (S. Ateş, Kur’an Ans, IXX/326) “Kimine göre de Türkiye’de laiklik, “seçkinlerin ve yöneticilerin menfaati olması nedeni ile devam edecektir.” (Şerif Mardin, Türkiye’de din ve siyaset, s. 131) “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsva olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.” (Bakara, 85)
“Laikliğin karşıtı şeriat düzenidir.” (Prof. Dr. Neşet Çağatay, Laiklik Nedir, Şeriat Nedir? Belleten, Temmuz 1978, Cilt 42 – Sayı 167, s. 429) “İslam’da idare biçimi yoktur, idare ölçüleri/ruhu vardır.” (Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü; Doç. Dr. Hakkı Aydın, İslam hukuku, devlet ve ahkam-ı sultaniye ilişkisi, Cumhuriyet üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi, V/76; DİA, İslamcılık maddesi; DİA, Siyaset maddesi; Biai Sambur, İslam ve demokrasi, demokrasi Platformu, Yı : 3- Sayı: 10, Bahar 2007, s. 146) ve hangi idare o ölçüleri uygularsa o idare İslami idare olur!
İslam Fıkhı ve Sünnet, Oryantalist Schacht’a Reddiye
Konuya ek olarak ‘Hadis müdafaası’ adlı yazılarımızı tavsiye edebiliriz.
Alman oryantalist Joseph Schacht, İslamiyet’i daha ilk andan itibaren bozulmuş bir din olarak görmek istemektedir. Ona göre Hz Muhammed’in hedefi, yeni bir hukuk sistemi getirmek değil, insanlara cennete nasıl gideceklerini öğretmektir. Hicretin 2. ve 3. asrında hadis alimlerince yapılan büyük çalışmalar ise Schacht’a göre, İslam’a farklı bir siyasi bir özellik katmak isteyenlerce yapılan hadis uydurma faaliyetleri idi. Ona göre isnad sistemi de sonradan uydurulmuştur. R. Dozy, A. Kremer, W. Muir, I. Goldziher, T. Nöldeke, L. Caetani, gibi Schacht da hadislerin uydurma olduğu söylemine tekrar etmektedir. (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam Fıkhı ve Sünnet, Oryantalist Schacht’a Reddiye, s. 9) Schacht, İslam hukukunun din ile bir alakasının olmadığını benimsetmeye çalışmıştır. Fıkıh ile ilgili hadisleri de ‘İslam alimleri uydurmuştur’ iddiasındadır. El-A’zami ise yazdığı eser ile, peygamberimize kanun koyma yetkisinin vahiy ile verildiğini, hadislerin de bağlayıcı olduğunu, I. yüzyıl boyunca İslam hukuk faaliyetlerinin devamlı yürütüldüğünü ispat etmiştir. (s. 10)
Prof. Dr Mustafa Ertürk: İslam hukukunun ikinci temel kaynağı sünnettir. Batıda sünnet konusunda yapılan en temel çalışma, Ignaz Goldziher’in, ‘Muslim Studies’ adlı eserinin ikinci cildidir. el-A’zami, Schacht’ın, ‘The Origins of Muhammadan Jurisprudence’ına bu eseri ile ayrıntılı şekilde cevap vermiştir. (s. 12)
Schacht’ın eseri Fazlurrahman gibi çağdaş Müslüman yazarları da etkilemiştir. (s. 15) Bu oryantalist, İslam alimlerinin kendi görüşlerini Hz. Muhammed’in sözleriymiş gibi yansıttıklarını, dini hukuk ile ilgili hadislerin hiçbirinin sahih olmadığını, isnad (ravi zinciri) sisteminin uydurulduğunu iddia etmektedir. (s. 16) Bu iddia doğru ise, İslam alimlerinin samimiyetini ve dürüstlüğünü ciddi bir sorun haline getirmektedir. Aslında onun iddiaları, tarihi gerçeklere aykırıdır. Mesela, Ahmed b. Hanbel, Mutezile mezhebini resmi görüş haline getirmeye çalışan halifeden, görüşünü destekleyecek peygamberden tek bir hadis getirmesini istemiş, ancak halife bütün gücüne ve alimler ordusuna rağmen bu görüşü destekleyecek bir hadis bile getirememiştir.
Schacht, ‘kaynak olarak gösterdiği metinleri çoğu kez yanlış anlamış, delil olarak kullandığı örnekler bile kendi görüşüne ters düşmüş, ilmi olmayan metotlar kullanarak yanlış sonuçlara’ ulaşmıştır. (s. 17) Günümüz bilim adamlarını hatalı sonuçlara sevk eden faktörlerden birisi de, ‘ilk devir İslam alimlerinin kullandığı bilimsel metotları kavrayamamalarıdır.’ Hadis kitaplarını ilk yazanlar, hadisleri hocalarının izni ile kitaplarına kaydetmişlerdir. Yazar, görünüşte sözlü olarak rivayet edilen hadislerin aslında hocalarının kitaplarından nakledildiğini, ‘Hadith Methodology and Literature’ adlı eserinin 74-79. sayfalarında ele aldığını da belirtir. (s. 18)
Hukuk ve İslam
Her hukukun esas gayesi toplumsal hayatı yönlendirmektir. İslam’a göre hukuki tayin yetkisi sadece Allah’a aittir. Hz. Peygamberin bile, kendi iradesi ile onu değiştirme yetkisi yoktur. Schacht’ın temel iddiası, İslam hukukunun din dışı olduğudur. (s. 21)
İslam’da hukukun yeri
Hz. Muhammed, kendisinden önce Hristiyan papaz ve keşişlerin karşılaşmadığı ölçüde sürekli alay, eziyet ve sıkıntıya maruz kalmıştır. Araplarda cesaret, konukseverlik, dürüstlük ve özgürlük aşkı gibi güzel özellikler olmasına rağmen, şeytani ve küçük düşürücü özellikler de mevcuttu. (s. 23) Hz peygamberin görevi Kur’an’ı açıklamaktı. Peygamberin söyledikleri Allah’ın rızasına uygun olduğu için bağlayıcıdır. Bunun dışında peygamber mükemmel bir modeldir. İslam’ı henüz kabul etmiş toplumları bilgilendirme görevi peygamberin ashabına düşmüştü. Sünnetin teşri (Kural koyma ) görevi alimlerce tartışılmamıştır. (s. 25) Farklı yorum ve anlayışa sahip olunması bu gerçeği değiştirmemiştir. İslam’da yasama gücü Allah’a aittir. Bu temel prensipten hareketle Kur’an ve sünnet genel kurallar ortaya koyar. İlahi hukuk peygamber dahil tüm toplumu bağlar. İlahi kuralları kabul etmeyenler kafirdir. Vahyedilen kanun değiştirilemez. (s. 26-29) “Kendilerine ayetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bize geleceklerine inanmayanlar, “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” dediler. Onlara şöyle de: “Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 15) Hiçbir davranış yoktur ki, vahyedilen hukuk tarafından ele alınmış olmasın. Bu ayet açıkça göstermektedir ki, İslam hukuku peygamberin hayatı boyunca tesis edilmiş, daha sonraki devrede ortaya çıkmamıştır. (s. 29)
İslam hukukunda Hz peygamberin rolü
Kur’an Hz peygambere dört görev vermiştir: “Kur’an’ın açıklayıcısıdır: Kur’an’ın insanlara açıklayasın diye Kur’an’ı indirdik” (Nahl, 44) Şari (Kanun koyucu) “Peygamber helal, haram kılar.” (Araf, 157) Hz Muhammed itaat edilmesi gerekendir: “Allah ‘ve’ resulüne itaat edin.” (Ali imran, 132); “Kim resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) Müslüman’ın davranış modelidir: “Resulüllah’ta sizin için mükemmel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) Bazı ayetler özel bir olay için inmiştir, ancak, aynı şartlarda herkes için genel bir emri ifade eder. (s. 31)
Schacht’a göre İslam’da hukuk ve peygamberin rolü
Schacht, hukukun din alanının dışında olduğunu söyler. (s. 32) Schacht konu hakkında, “Peygamberin yetkisi şer’i (Kanun koyan) değil, bilakis inananlara göre dini; kayıtsız kalanlara göre ise siyasi idi.” (schacht, Introduction, s. 11) Tyan benzer görüş ileri sürer: “Bir kimse Muhammed’in ‘eserine’ şöyle bir göz gezdirdiğinde, Muhammed’in ne yeni bir hukuk sistemi kurmayı ne de yeni bir anayasa sistemi getirmeyi hedeflediğini kolaylıkla fark eder.” (Emile Tyan, Histoire de I’organisation Judiciaire en pays d’Islam, s. 64) Fitzgerald, “İslam, hukukun kaynağı olarak tanrıyı esas alır.; N.J. Coulson, “Tanrı tek kanun koyucudur.” ve S. D. Goitein: “Hicretin beşinci senesinde, Kur’an’da hukuki konular bulunmakta idi. Şeriat bizzat Kur’an’dan sonra oluşmamış, bizzat Muhammed tarafından şekillendirilmiştir. Kur’an, dünya literatürüne’ kanun’ olarak bilinen hukuk materyalini ihtiva eder.” derken, Schacht’ın en temel hatası, hukuki emirlerle ilgili Kur’an’daki delilleri görmezden gelmesidir. (s. 34)
Hicri birinci asırda İslam hukuku
Hz Peygamberin hukuki faaliyetleri
Schacht, ‘An Introduction to Islamic Law’ adlı eserinde ilk halifelerin kadılar tayin etmediğini, Emeviler döneminde kadı/hakim tayinlerinin başladığını iddia eder. Coulson ise bu iddiayı reddeder ve Peygamber ile emeviler dönemi arasındaki boşluğun kabul edilemez olduğunu söyler. (Coulson, A History of Islamic Law, s. 64) Hz peygamber Kur’an ayetlerini açıklamış ve uygulamasını da göstermiştir. Böylece sünnet, İslam hukuk sisteminin doğmasında bir gelişme sürecinin parçası olmuştur. (s. 37) Ayrıca Schacht’ın iddialarının aksine, peygamberimiz farklı kasaba ve bölgelere de kadılar göndermiştir. 27 kadının adları da kaynakları ile verilir. (s. 38) Ayrıca kadılara, verecekleri kararlarda Kur’an ve sünneti esas almaları da istenmiştir. (es-San’ani, Musannef, XI/325; VIII/301; Ebu Davud, Akdiye, dava, IV/11, hadis, 3592; Tirmizi, Ahkam, bab 3, hadis 1327; Hanbel, V/230, 236) Tüm bunlar da bu tür oryantalist iddiaların geçersizliğini ispat etmektedir.
Hukuk kitapları ve hukuki hükümler
İbni Ömer bir hukuki karar verirken, ‘Peygamber sünneti’ kelimesini kullanmıştır. (Hanbel, Müsned, II/95) Ebu Bekir, peygamber hadisini duyunca miras konusunda yaşlı bir nineye 1/6 hisse vermiştir. Hz Ömer, mecusilerle ilgili bir hadis duyana dek cizye konusunda bir hüküm vermemiştir. Hz Osman, boşanma konusunda hadis araştırmış ve bulunca kararını ona göre vermiştir. Muaz b. Cebel, zekat konusunda hadis araştırmış ve ona göre hüküm vereceğini belirtmiştir. Mervan, hurma çalan kölenin elini kesmek ister, ‘Meyve ve hurma almakla el kesilmez.’ hadisini duyunca vazgeçer…(s. 40-41)
Birinci asra ait fıkıh literatürü/eserleri
Birinci asra ait eserlerin çok azı günümüze gelmiştir. Yazar, I. asra ait alim isimleri ve eserlerinin listesini 41 ve 42. sayfalarda vermiş ve Schacht’ın, ‘İslam hukuku II. asırda başlamıştır’ şeklinde özetlenebilecek teorisinin çöktüğünü belirtmiştir.
Hz. Peygamberin sünneti ve İslam hukuku
Schacht, sünnet kelimesini iki şekilde açıklar: Birincisi, İslam öncesi şirk dönemine ait adet ve gelenekler ve ikincisi, peygamberimizin vefatından 200 sene sonra ortaya çıkan mezheplerin kendi görüşlerini peygamber sözü gibi ifade etmeleri. Kısaca Schach, peygamberin bizzat uygulamalarına verilen sünnet kavramını kabul etmez ve sünneti peygamber öncesi adetler ve peygamber sonrası mezhep ekollerinin peygamberimize izafe ettiği uydurmalar olarak iki kısma ayırır. (s. 44, 53, 72, 76, 87, 120, 129, 141) Bu her iki görüşte peygamberimizi ve getirdiklerini işlevsiz hale getirmekte, görevini de pasif bir şekilde yaptığı izlenimini uyandırmayı amaçlamaktadır.
Sünnet: Anlamı ve kavramı
Schacht’a göre sünnet ‘ yaşayan gelenek’ demektir. Ona göre bu kavramın peygamberin hayat tarzı ile hiç alakası yoktur. (Schacht, Origins, s. 58; Introduction, s. 18) Halbuki, çoğulu sünen olan sünnet Kur’an’da, tesis edilmiş/ortaya çıkarılmış yön veya kural, hayat düsturu anlamında 16 yerde kullanılmıştır. (s. 46) Peygamberimiz de, ‘Size iki şey bırakıyorum, Kur’an ve sünnet.’ (Malik, Muvatta, Kader, 3) buyurmuşlardır. Peygamber sünneti ifadesi, Kur’an’da peygamberimizin model alınması ile ilgili ayetle (Ahzab, 21) beraber kullanım sahasına girmiştir. (s. 47) Schacht, Margoliouth ve İbnu’l-Mukaffa’ya atıfta bulunur. (s. 54) Halbuki Margoliouth’un örneklerinin hepsi bildiğimiz peygamber sünneti anlamındaki örneklerdir ve referansların hepsi hicri I. yüzyılın ilk yarısına ait örneklerdir. Zaten oryantalist Bravmann, Margoliouth’un iddialarını reddeder ve ‘Peygamber uygulamaları ifadesinin, toplumun geleneği/adeti değil, bizzat peygamberin şahsi/özel davranış ve uygulamalarıdır.’ der. (Bravmann, The Spiritual Background of Early Islam, s. 59) Schacht’ın delil gösterdiği ikinci örnek, İbni’l-Mukaffa’nın ‘Risale fi’s-Sahabe’ adlı eseri bir bütün olarak ele alındığında, halifenin Kur’an ve sünnete göre hareket etmek zorunda olduğu, halifenin sünnetin öğretilmesine imkan sağlamakla sorumlu olduğu açıkça görülmektedir. (s. 59)
Medine Okulu
(Ek bilgi: Medine/Hicaz ekolü (Hadis ve sahabi görüşlerini önceleyen ekol): Şafii, Hanbel, Malik b. Enes, İ. Ömer, Nafi… gibi alimlerle tanınır. Irak/Kufe ekolü (Önce Kur’an sonra hadis, rey ve kıyas diyen ekol): Hanefi, Ebu Yusuf, Nehai, Hemdani, Şa’bi …gibi alimlerce tanınır.)
Schacht, sünnetin Medine okulunda oluşturulduğunu, sünnetin, bu okulun uygulaması olduğunu iddia eder. el-A’zami, 59-68. sayfalar arasında Schacht’ın iddialarını delilleri ile sıralar ve sonra onlara tek tek onlara cevap verir. Suriye Okulu ve Evzai hakkındaki iddialar ve cevapları, 68 ve 69. sayfalarda; Irak okulu ile ilgili iddiaları da 69 ve 72. sayfalarda sıralanır ve sonra da cevaplanır. Schacht, eski fıkıh-hukuk okullarının, Arapların günlük geleneğini sürdürdüklerini ve buna sünnet (Gelenek) adını verdiklerini iddia eder. Daha sonra da bu geleneğe uydurma senedlerle, hadis/peygamber sünneti adını verdiklerini ileri sürer. (s. 72)
Yaşayan sünnet, peygamber’in sünnetinden daha fazla mı yetkilidir?
Schacht, eski fıkıh okullarını Medine Okulu, Suriye okulu ve Irak okulu şeklinde adlandırır. Schacht, Kufe’deki bir okula mensup tek bir alimin yazılarını esas alarak genelleştirir ve bir mezhebin görüşlerinin sadece kendi mezheplerinin fikirlerini yansıttığını, diğer okulların görüşünü yansıtmadığını görmezden gelir. (s. 74) O, sadece Medine ekolü karşısındaki kaynakları kullanır ve birinci el kesin kaynak bile olsa, kendi fikrini tehlikeye sokan delilleri göz ardı eder. (s. 76) Ebu Yusuf, ‘Halkın yaptıklarının çoğunun yapılmaması gereken şeyler olduğunu söyler ve bu şartlarda bir kimsenin Hz peygamberin sünnetindeki bilgiyi almasının zorunlu’ olduğunu ifade eder. (Evzai, Siyer, s. 76) el-A’zami, Schacht’ın bu bölümü yanlış tercüme ettiğinin altını çizer.
Medineliler ve yaşayan sünnet
Medine ameli, çoğu alimin gözünde özel bir konuma sahiptir. Medine halkı İslam hukuku’na göre anayasayı kabul eden ilk topluluktur. Kur’an’ın bütün hukuki kuralları ilk defa Medine’de uygulamaya konulmuştur. Medine’de başlayan tatbikatın elbette bir kıymeti vardır. Ebu Yusuf, sağlam kabul ettiği görüşlerinin Medine ameline aykırı olduğunu öğrenince birçok fikrinden vazgeçmiştir. Ama Medine’nin tüm uygulamaları fıkıh okullarınca kabul edilmemiştir. Birinci yüzyılın ‘sonunda’ ortaya çıkan uygulamalara ‘sonradan ortaya çıkan amel’ denilirdi ve bu uygulamalar kabul görmezdi. (s. 75)
Peygamber sünnetlerinden önceki amel
Schacht, Medine amelinin önceden mevcut olduğunu, peygamber sünnetinin daha sonra ortaya çıktığını iddia eder. Schacht, iddialarında İbni Kasım’ı delil gösterir. Halbuki İbni Kasım hiçbir yerde, ne doğrudan ne de dolaylı olarak, amelin önceden mevcut olduğunu ve peygamberden gelen hadislerin sonradan ortaya çıktığını ileri sürmüştür. (s. 77)
Sünnetlere zıtlık teşkil eden amel
Schacht’ın delil olarak kullandığı ifade, ‘IV. yüzyıla ait bir eserde’ bulunmaktadır. Yani Schacht’ın kullandığı mantığa göre eserin ‘sahte olması’ gerekir. Ayrıca delil olarak kullandığı uygulama, bizzat Hz peygamberden gelen bir sünnetin devamı olan uygulamadır. el-A’zami, Schacht’ın zikrettiği delilleri sıralar ve cevaplarını verdikten sonra, örneklerin hiçbirinin onun görüşünü kanıtlamadığı ispat eder. (s. 78-80)
Medinelilerin sünnetle aynı olan uygulamaları ve ilk otoritelere atfedilen amel
Medine okulundan olan İmam-ı Malik, Hz peygamberden gelen hadisi öncelemiş, Medine amelini takip etmemiştir. Malik, Schacht’ın iddiasına göre hareket etse, kendisinin uydurduğu (!) fikirlere karşı çıkmaması gerekirdi. Halbuki alimler hatalı olabileceklerini gösteren önemli bir delille karşılaştıklarında kararlarını değiştirmişlerdir. (s. 83)Ebu Yusuf, Ebu Hanife’nin hüküm verdiği olayların yaklaşık üçte birinde onun görüşlerinden ayrılır. Şafii’de ‘kavlü’l-kadim ve cedid’ ile, yani Irak ve Mısır sonrası fetvaları ile meşhurdur. Bütün bu örnekler, alimlerin kendi görüşlerini şekillendirmede tamamen bağımsız olduklarını gösterir. İmam-ı Malik de önce görüşlerini ilk alimlere göre uydurmuşsa, daha sonra neden bundan vazgeçip kendi uydurdukları ile kendi elini zayıflatmıştır? (s. 83) Sonuç olarak, “Hz peygamberin sünnetinden önce yaşayan sünnetin mevcut olduğu ile ilgili iddianın Schacht’ın geniş bir hayal ürünü olduğu ispatlanmıştır. Görüldüğü gibi, Schacht’ın örneklerde verdiği ‘amel/uygulama’ gerçekte peygamberden gelen sünnetlere dayanmaktadır.” (s. 88)
Eski fıkıh okullarında peygamber sünnetinin otoritesi
Peygamber sünnetini kullanmak, Medine öğretisinin temel ilkesini oluşturur. Irak ekolünden olan Ebu Yusuf ile Şeybani’nin eserlerine baktığımız zaman ise, eserlerinin Hz Peygamber’den gelen sünnet/hadislerle dolu olduğu görülür. (s. 90) Ebu Hanife’nin meşhur öğrencisi Şeybani: “Hz peygamberin olduğu yerde başka birinin otoritesi yoktur.” (Şafii, Umm, VII/292) Hanefi okulunun öğretisi de, peygamberin sünnetinin yüksek otoritesi üzerine bina edilmiştir. (s. 92)
Schacht’a göre Şafii, hadis karşıtlarını iki grupta toplar: Hadislerin tamamını reddedenler ki bunlar Mutezile’dir veya tek raviden gelen hadisleri (haberi vahid) reddedip mezhebin yaşayan sünnetini tercih edenler. (Schacht, Origins, s. 41) Halbuki Şafii sadece bir grubun ismini vermiştir. Onların da Mutezili olmaları şüphelidir. Çünkü ‘birçok Mutezili alim aynı zamanda muhaddistir.’ Mesela kurucuları Vasıl b. Ata, alimlerin ihtilaf ettikleri yerde, Kur’an ve sünnet’ten delil getirmeleri gerektiğini bildirmiştir. (el- Hayyat, el-İntisar, s. 118) Aslında hadis karşıtı diye adlandırılanlar da sadece hadislerin sıhhatini, sağlamlığını tartışır, yoksa tümden reddetmezler! (s. 95)
Schacht’ın tezinin eksik yönleri
Schacht, ‘kaynakları kullanmada keyfi davranır, haddinden fazla genelleştirme yapar ve tezindeki çelişkileri görmezden gelir.’ (s. 97, 119) Schacht eserinde, ‘Irak ekolünü sık sık yanlış tanıtır, Medine okulunu yanlış gösterir.’ diye tanıttığı bir alimi kaynak gösterip, tarafsız olmadığını bizzat kendisinin itiraf ettiği (Origins, s. 87, 109-112, 321-332) bu alimden iddialarına delil getirmeye çalışır! Schacht, bu alimin iddialarını ‘dilediği zaman kullanmakta, dilediği zaman gözardı etmektedir.’ Schacht, Şafi ve muhaliflerinin peygamberin sünnetininin otoritesini kabul ettiklerini açıkladıklarında da bu görüşleri kabul etmemektedir. Schacht, başka bir alim olan Malik’in açık ifadelerinden kendi teorisine ters düşen cümleleri görmezden gelmekte ve bu kez başka bir alimi kaynak göstermektedir. Dolayısıyla böyle hayret verici sonuçlara ulaşması hiçte sürpriz olmamaktadır. (s. 98) Ayrıca kitabındaki birbiriyle tezat çelişkiler de bulunmaktadır. (s. 99)
Schacht’ın Medine Okulu hakkındaki görüşleri
Schacht, Malik b. Enes’in “peygamber sünnetlerini sık sık ihmal ettiğini” ileri sürer. (Origins, s. 13) Halbuki Malik, ‘Muvatta’ adlı eserinde peygamberden gelen 822 hadisten 819’unu kabul etmiş, 3’ünü kabul etmemiştir. Yani ‘sık sık’ yapılan bir ihmal yoktur! (s. 102) Schacht, Medine’lilerce kullanılan değişik yöntemleri sıralar: ‘Medineliler sünnetleri reddetmişlerdir’ der. Halbuki reddetmemiş, bunu kurallara bağlamışlardır. Mesela Schacht, Rebi’yi örnek verir. Halbuki o, hadislerin otoritesini değil, sahih/sağlamlığını sorgulamıştır. Ayrıca Schacht, ‘sahabe görüşünün Peygamber’den üstün kabul edildiğini ileri sürmüştür.’ Halbuki, Allah (cc) sahabilere bir şeref ve onur vermiştir. “Allah onlardan, onlarda Allah’tan razı olmuşlardır.” (Tevbe, 100. Ayrıca, Ali İmran, 110; Enfal, 64; Fetih, 18; Haşr, 9) Sahabe İslam devletinin doğuşuna şahitlik etmiştir. Bir kısmı hakim, öğretmen ve vali tayin edilmiştir. Sahabe İslam hukukunun ilk idareci ve yöneticileri konumunda idiler. İslam hukukunu en iyi onlar anlamıştı. Sonuç itibari ile Hz Peygamber’in ‘hadislerinin yorumu gerektiği durumlarda’ onların görüşüne gereken önem verilmiştir. Dolayısıyla sahabelere ait bu özel durum, peygamber hadislerinin karşısında olunduğunun bir delili olarak kullanılamaz. Aksine Peygamber’e olan bağlılığın bir sonucu olarak sahabelere bir değer atfedilmiştir. Schacht yine, Zühri’nin hadisleri yazdıktan sonra, ‘Sahabeden gelenleri de yazalım.’ dediğini aktarır ve bunu da iddiasına delil olarak kullanır. Halbuki Zühri önce hadisleri yazmıştır ve ‘daha fazla bilgiye sahip olmak için’ hadislerden sonra ‘ikinci planda’ sahabelerden gelenleri de kayıt altına almıştır ki, bu sıralama da gayet normaldir. Schacht, hadislerin ikinci yüzyılda uydurulduğunu ileri sürer ama aynı oryantalist kaynak olarak, birinci yüzyılın ilk çeyreğine ait bir alimin ifadesini kullanır ve kendi ile yine çelişkiye düşer. (s. 104- 107)
Schacht’ın Irak Okulu hakkındaki görüşleri
Schacht, Iraklıların da Medinelilerin de hadislere önem vermediklerini ileri sürer. (Origins, s. 21) Halbuki ‘hadislerin saflığını korumanın hadis karşıtlığı gibi’ damgalanmasını, Iraklıların bir bütün olarak kabul ettikleri binlerce hadise karşılık sadece çok az sayıdaki hadisi reddettiğinin göz ardı edilmesini ve Iraklıların hadisi savunan açık ifadelerini Schacht’ın sık sık görmezden geldiğini düşünürsek, bu oryantalistin yaklaşımının hiç de bilimsel ve objektif olmadığı sonucuna rahatlıkla ulaşabiliriz. Irak ekolünden Ebu Yusuf der ki, “Bu, Hz Peygamber tarafından kararlaştırılmıştır, bundan dolayı da onu değiştirmeye halifenin yetkisi yoktur.” (Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s. 88) Ehli rey ekolünden olan Şeybani’de bu fikre katılır: “Peygamberin yanında hiç kimsenin otoritesi yoktur.” (Muhammed eş-Şeybani, el-Hucce, I/45, 204)
Schacht’ın Evzai’nin tutumu ile ilgili düşüncesi
Schacht’a göre Evzai, Suriye ekolünün tek temsilcisidir ve onunda sünnete karşı tutumu, Irak ve Medine okulu ile aynıdır. Halbuki Evzai, Hz Peygamberden toplam 22 rivayette bulunurken, sahabeden ve mezhep imamlarından toplam 11 rivayette bulunmuştur. Buna, Evzai’nin ‘peygamber uyulmaya en layık kişidir.’ şeklindeki ifadesini de eklersek, Schacht’ın kendi teorisine açık bir şekilde karşı olduğu görülen bu alimin fikirlerini kendi iddialarına delil olarak kullanmaya çalıştığını görürüz. (s. 115)
Sünnet karşıtlarının metotları hakkında ayrıntılı meseleler
Aslında Schacht’in şu ifadesi her şeyi özetlemektedir: “Peygamberden gelen hadislerin ortadan kaldırılmasının başka kolay metodu ise…” (Origins, 48) Schacht, hem teori hem pratikte hatalı davranmaktadır. Örnek verdiği okullar ve temsilcileri (Malik, Ebu Hanife, Evzai) hadislere düşmanca tavır almak bir yana, peygamber hadislerine sıkıca sarılmışlardı. Schacht ‘kaynakları keyfine göre kullanmış ve istisnai örneklerde genellemeler’ yapmıştır. (s. 119)
Peygamber sünnetine geçiş
Schacht, peygamber sünnetinin daha sonra ortaya çıktığını, yaşayan Arap geleneğinin, İslam hukukunun temelini oluşturduğunu ileri sürmüştür. (s. 120) Delil olarak ileri sürdüğü kaynaklar ise kendisini yalanlamaktadır! Schacht’ın temel iddiasının aksine, rey/akıl okulundan olan bir alim, hadis okulunun öncülerinden Şafi’yi bazı konularda sünnete uymamakla suçlamıştır. (Şafii, İhtilaful hadis, s. 278) Aslında, Şafii’de muhalifinin de ‘hadisleri kabul ettiğini, tartışmanın, hadislerin yorumu üzerine olduğunu’ Schacht göz ardı etmektedir. Yine bir hadisin zayıf olduğu için onun hedeflediği amacı tasdik edecek bir sahabe uygulaması aranmasını da Schacht farklı bir şekilde yorumlamıştır. Bu örnekte hadis zaten delil kabul edilmiştir, mesele, onu kuvvetlendirecek bir başka kaynağın aranmasıdır! (s. 121- 129)
Eski hukuk okulları yaşayan sünneti (Arap geleneğini) peygamber sünneti gibi mi aktarmışlardır? Hicri II. Yüzyılda, Irak ekolü kendi teorilerini kuvvetlendirmek için iddialarını peygamber ağzından mı yansıtmıştır? Kur’an, peygamber hayatını uyulması gereken bir model olarak ilan etmiştir. Sünnet kelimesi de (Düstur, hayat ve yaşam tarzı anlamlarında) Kur’an’da birkaç yerde geçmektedir ve peygamber sünneti kelimesi de bizzat peygamberimiz zamanında kullanılmıştır. Goldziher’in görüşünü tekrar eden Schacht’ın, sünnet kavramının İslam öncesi Arap adeti anlamına geliyor olsaydı, bu kavram Kur’an’da sık sık kullanıldıktan sonra iki yüzyıl boyunca İslam alimleri ve toplum tarafından nasıl tekrar kullanılmadığını açıklaması gerekirdi! (s. 130)
Peygambere isnad edildiği iddia edilen sahabilerin görüşleri
Schacht, Suriye ve Iraklıların kendi görüşlerini peygambere izafe ettiklerini iddia eder. Ama bizzat kendi verdiği örnekler bu iddiasına ters düşmektedir ve iddiasını desteklememektedir. Ebu Yusuf, “Bu konuda peygamberden gelen bir hadis yoktur.” demektedir. Yine Ebu Yusuf, muhalifi olan Evzai ile 14 hadisin sahihliğinde hem fikirdir. Ayrıldıkları nokta, o hadislerin yorumlanmasındadır. Eğer bu iki muhalif hem hadislerde hem de yorumlanmasında ittifak etmiş olsalardı, o zaman şunu söylemek mümkün olabilirdi: Onlar aynı Arap adetlerini sünnet diye ortak bir noktada savunmaktadırlar! Ama bu iki muhalif, sahih kabul ettiği aynı metnin ‘yorumunda’ ayrılmaktadır! Uydurma faaliyetinde bulunsalardı aynı sonuca ulaşmaları gerekirdi, çünkü uydurdukları (!) hadis ile amaçlarına ulaşmaları icap ederdi. (s. 130-133)
Hukuki sünnetin gelişmesi
Hata ve uydurmalara karşı alınan tedbirler
Katipler hata yapmış, hafızalar zayıflamış veya bilerek hadis uyduranlar olmuştu. Bu nedenle geçerli kabul edilmeden önce hadisler bazı kriterlere tabi tutulmalıydı: Ravinin karakteri: Ravi, güvenilir, doğru, ahlaklı, ibadet ehli olmalıdır. Metinlerin mukayesesi: Hadisler yazılı nüshalarla mukayese edilmiştir. İbni Mübarek söyle demektedir: “Bir kimsenin sahih sözü elde etmesi için, farklı alimlerin sözlerini birbiriyle mukayese etmesi gerekir.” (Hatib, Cami’ li Ahlaki’-r-Ravi, s. 5) Mesela Müslim, cemaatle namazda önce imamın solunda mı durmalı yoksa sağında mı, iki rivayetle karşılaşınca şu metodu uygular: Tüm rivayetleri bir araya toplar. Sonra cemaatle namazla ilgili rivayetleri de toplar ve ağır basan rivayet yönünde hükmünü belirtir. (s. 139)
Akli tenkit: Bazı alimler uydurma hadis kriterlerini şöyle sıralamışlardır: Çok iyi bilinen sahih hadise muhalif olan rivayetler, peygamberin sözlerine benzemeyen ifadeler, Kur’an’a muhalif olan sözler… (s. 140)
Schacht öncelikle tüm İslam fıkhını yalan, alimleri yalancı ilan eder. Sonra da bu alimler arasından ‘keyfine göre’ nakiller yapar. Schacht, ‘ilmi olmayan bir metot takip etmiş, gerçekleri saptırmış, metinleri yanlış yorumlamış, alimlerin iktibas metotlarını yanlış anlamıştır.’ (s. 142, 143)
Hem teori hem de kaynak materyalin kullanılmasındaki tezatları
Schacht’in esas aldığı öncül şudur: Hukuki bir tartışmada bir hadise müracaat edilmeyip daha sonra gelen bir alim fıkhi delillendirmede o hadisten istifade etmişse, o hadis bu iki alim arasında uydurulmuş olmalıdır. Halbuki bir alim o hadisi zayıf olarak vasıflandırıp kullanmamış olabilir. O hadise ulaşmamış olabilir. Mesela Şeybani, Malik’ten daha genç olup, Malik’in Muvatta’ını rivayet etmişti. Muvatta’da namazların vakitleri ile ilgili bölüm 30 hadisten oluşur; Şeybani’nin Muvatta’ında ise bunlardan sadece 3’ü zikredilir. Bu örnek bile alimlerin kendilerinin bildikleri bütün hadisleri zikretmediklerini göstermeye yeterlidir. (s. 146-148, 159) Şeybani, bildiği 3 hadisi Muvatta’ında zikretmez. Ama başka bir eserinde kendi görüşünü desteklemesi için bu 3 hadisi kullanmıştır. Alimler bildikleri halde çeşitli nedenlerle sahih kabul etmedikleri hadisleri zikretmezken, kendi görüşlerini destekleyen hadisleri eselerine almışlardır. Ebu Yusuf, kendi görüşünü kuvvetlendirici birçok hadis bilmekte iken sadece 2 hadisi zikretmekle yetinmiştir: “Bununla alakalı birçok hadis mevcuttur. Konunun uzayacağından endişe etmeseydim, daha çok şey zikrederdim.” (Evzai, siyer, s. 38, 250) Malik’in Muvatta’ı İslam’ın ilk kaynaklarındandır. Bir hadisi isnadı ile verir. Daha sonraki kaynak olan Ebu Yusuf’un Asar’ı, hadisi senetsiz verir. (s. 160)
Schacht’ın verdiği örneklerin tetkiki
Schacht’ın iddia ettiği gibi Iraklı alimler hadis uydurmada o kadar vicdansız iseler, ‘mezheplerine ters düşen delili ortadan kaldıramazlar mıydı ve görüşlerini destekleyen hadisler uyduramazlar mıydı? Ayrıca muhaliflerini nasıl kendi yararına hadis uydurmaya ikna etmişlerdir?’ Birbirine zıt olan hadislerin mevcudiyeti, alimlerin öğrendikleri materyalleri korumadaki samimiyetlerini ortaya koymaktadır. (s. 158) Şurası bir gerçektir ki bütün hadislerin her bir alimce bilinmesi mümkün değildir. (s. 159) Ayrıca Schacht, ‘bir yerde uydurma diye kabul etmediği bir isnadı, başka bir yerde sahih olarak kabul etmektedir.’ Schacht bir yerde, ilk fakihlerin hadislerin kabul edilmesine şiddetle karşı çıktığını belirtir. (Origins, s.57) Ama başka bir yerde ilk fakihlerden olan İbni Ebi Leyla’nın bir hadisle neden amel etmediğini sorgular. (s. 164) Aynı şekilde Ebi Leyla’nın bilmediği bir hadisin senedinin daha sonraki alimlerden Malik tarafında kesintisiz senedle verilmesinden hareketle, bu senedin Malik devrinde uydurulduğunu ileri sürer. Halbuki Ebi Leyla’dan 50 yıl önce yaşamış olan Ata, hadisi senediyle rivayet etmişti. Aynı hadisi Sevri de başka bir senetle rivayet etmiştir. (s. 165) Kısaca her alimin tüm hadislere vakıf olmasını, tamamını bilmesini beklemek mantıklı değildir. Schacht’ın başka bir hadis için de, ‘ilk kez Malik’in eserinde görülmüştür’ iddiası da gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü ondan daha önce yaşayan İbni İshak ve Evzai aynı hadisi rivayet etmişlerdi. (s. 166)
İlk alimler verdikleri kararların kaynaklarını (Ayet veya hadis) bahsetmeden fetva verirlerdi. (s. 168, 178, 185) Mesela Şafii, iki ay oruç tutulması ile ilgili fetvasında bir hadisten bahsetmez. Ama onun çok iyi bildiği Muvatta adlı eserde bu hadis geçmektedir. (s. 168) Yine Ebu Hanife çok iyi bildiği bir hadisten bahsetmeden, hadisle paralel olarak bir görüşünü açıklamıştır. (s. 177) Şeybani, Muvatta 114’de bir hadisten bahseder. Ama ‘Asar’ adlı eserinde hadisten bahsetmeden, ondan hareketle bir fetva verir. Aynı durum Ebu Yusuf için de geçerlidir. (s. 178) Yine Schacht bir hadis için ‘Malik döneminde uyduruldu’ der. Ama Malik’ten önce yaşayan İbni Cüreyc tarafından hadis daha önce kaydedilmiştir. (s. 180) Yine başka bir hadis için de, ‘Malik hadisi bilmez’ derken, ondan önce yaşayan Ebu Yusuf hadisi kaydetmiştir. (s. 181) ‘Malik döneminde uyduruldu’ dediği diğer hadisi ise Ebu Hanife, İbni Ömer vasıtasıyla peygamberden rivayet etmiştir. Aynı hadis Malik’ten önce yaşayan diğer bir alim, Ebi Yahya tarafından da rivayet edilmiştir. (s. 186) Ayrıca hadis alimleri zaten hadisleri mürsel, müdrec, zayıf, uydurma gibi kısımlara ayırmıştır. Bunları görmezden gelen Schacht, tamamen işine geldiği gibi kaynakları kullanmaktadır. Kısaca, hadisten bahsetmemeleri bilmedikleri veya onlardan sonra uydurulduğu anlamına gelmez.. Schacht’ın hatası, ‘ilk alimlerin usulünü bilmemesi ve eselerinden haberdar olmamasıdır.’
İsnad sistemi; Geçerliliği ve güvenilirliği
Hadisler peygamberden raviler zinciriyle bize kadar ulaşmıştır. Süfyan es-Sevri, “İsnad müslümanın silahıdır.” (el-Hakim, Introduction, s. 10) derken İbni Mübarek de, “Eğer isnad olmasaydı herkes dilediğini rivayet edecekti.” (Müslin, Sahih, Mukaddime, s. 15) demektedir.
İsnad sistemi (hadis metnini nakleden ravileri/hadisi nakledenleri rivayet sırasına göre zikretme) Hz Muhammed ile başlamış ve hicretten sonra I. yüzyılın sonuna doğru da ilmi bir hüviyete bürünmüştür. Sahabilerin bir araya geldiklerinde peygamberin hadislerini birbirlerine rivayet etmeleri bu sistemin başlangıcını oluşturmuştur. Hicri 40 ve 50’li yıllarda bu sistemin önemi artmıştır. İbni Sirin, ‘Fitne ortaya çıkınca isnad sormaya başladık.’ demektedir. Hicri I. yüzyılın sonuna doğru bu sistem tam bir ilmi şekil kazanmış ve İslam aleminin bütününde bir eğitim seferberliği başlamıştır. er-Rıhle (Hadis öğrenmek için yapılan seferler) başlar. İbni Main, ‘Hadis için seyehat yapmayan kimse, ilmi olgunluğa ulaşamaz.’ demiştir. (s. 189)
Tabiindan Ebü’l-Aliyye, “Biz Basra’da Resulullah’ın ashabından nakledilen rivayetler duyardık, ancak Medine’ye gidip onların ağzından dinlemedikçe ikna olmazdık.” demektedir. (Darimi, Sünen, I/114)
Bu ilmi seyahatler ravilerin artmasına ve hadisin İslam dünyasının birçok bölgesinde yayılmasına neden olmuştur. İslam alimleri sahabe ve tabiinden hadis öğrenmek için sehayatlere yönelmiş ve sonra memleketlerine geri dönerek ilmi yaymaya başlamışlardır. (s. 190) Dr. Ömer b. Hasan Fellati’nin araştırması, hicri 60 yılına dek, peygamberimizden uydurulmuş bir hadis bulmanın imkansızlığını ortaya koymaktadır. (el-Az’ fi’l-Hadis, Doktora tezi, Ezher, s. 132)
Müşterek/ortak ravilerden bize ulaşan isnad zincirli olan hadislere örnek: “İmam kendisine uyulan kimsedir.” Hadis en az 10 sahabe tarafından nakledilmiştir. Mesela bunlardan biri olan Ebu Hureyre’den hadis rivayet eden, en az 7 öğrencisi vardır. Bunlardan 4 tanesi Medine’li, 2’si Mısır’lı ve 1 tanesi de Yemen’lidir. Bu öğrenciler 12 kişiye bu hadisi rivayet etmişlerdir. Diğer sahabe rivayetleri de bu şekilde yayılmıştır. (s. 191)
Schacht, isnad sisteminin uydurma olduğuna inanır. İddiasının ters mantığı ve yanlış anlamaya dayandığını sergilemek için örnekler vermeden önce Schacht’ın iddialarını sıralayalım: İsnad II. yüzyıl başında başlamıştır. Senedler keyfi uydurmadır. İlk dönemdeki senedler eksik iken, sonraki dönemlerde senedlerdeki boşluklar doldurulmuştur. İlave raviler Şafii döneminde ortaya çıkmıştır. Aileye ait senedler (babadan oğula) uydurmadır. Senedlerde müşterek ravinin bulunması uydurmaya işarettir. (s. 201)
Horovitz, isnad sisteminin hadis literatürüne ilk girişinin I. yüzyılın son çeyreğine rastladığını belirtir. (İsnadın tarihi ve menşei, Der Islam, 8, 1918, s. 35-47) Schacht’a göre ise, I. yüzyılda peygamberin hiç hadisi mevcut değildi. (s. 202) Schacht’ın iddiasına göre Afganistan’dan Mısır’a, Rusya’dan Yemen’e dek binlerce alimin geniş çaplı bir uydurma faaliyeti içinde ve komplo üzerinde bir araya gelip anlaşmaları gerekmektedir. (s. 203)
Schacht, Malik öncesi nesilden uydurma isnadlara kendince örnekler verir. İthamları ve cevapları özetle şu şekildedir; Nafi’ ve Salim: Schacht, bu iki kişiden hiçbir hadis olmadığını ileri sürer. Halbuki her iki ravi de müşterek ravi olan İbni Ömer’den hadis rivayet etmişlerdir. Nafi’, yaklaşık 30 yıl İbni Ömer’e hizmet etmiştir ve onun azadlı kölesidir. Salim ise İbni Ömer’in oğludur. 30 ya da 40 yıl aynı şehirde, hatta belki de aynı evde yaşamış iki alimin, elbette İbni Ömer’den hadis öğrenmeleri mümkündür. Nafi’ ve Abdullah b. Dinar: Abdullan b. Dinar’da İbni Ömer’in azadlı kölesi idi. Nafi’ ve Abdullah aynı şehirde yaklaşık 60 veya 70 yıl beraber yaşamış ve aynı zamanda azadlı köle olmaları, müşterek raviden (İbni Ömer) hadis nakletmelerini doğal kılmaktadır. (s. 205) Schacht ayrıca “Nafi’, Malik’ten hadis rivayet edemez, yaşı küçüktür.” der. Halbuki Nafi’ vefat ettiğinde Malik en az 20 veya 24 yaşında idi. Ayrıca her ikisi de aynı şehirde yaşamıştır. Nafi’ ve Zühri: Zühri yaklaşık 30 ya da 40 yıl Nafi’ ile aynı şehirde yani Medine’de beraber yaşamışlardır. Yahya b. Said, Abdullah b. Ömer ve et-Teymi: Üçü de Medine’de yaşamış alimlerdir. Yahya b. Said ve Rebia: Her iki alimde yaklaşık 50 yıl aynı ilim halkasında bir arada bulunmuşlardır. (s. 212) İslam dünyası boyunca her taraf yayılmış alimlerin, uydurdukları (!) isnadlarda birbirleriyle böylesine anlaşmaya varmış olabilmelerine şaşırmamak elde değildir. (s. 214)
İsnadların tedrici gelişmesi
Schacht’in temel iddialarından biri de, isnadların zamanla ‘geliştirildiği’ ve daha sonra tamamlandığı şeklindedir. Schacht yine tezini destekleyecek kendince örnekler verir. Halbuki ilk dönem fakihleri eserlerinin hacmini büyütmemek için, kendilerinin bildikleri kaynakları ve ravileri zikretmemişlerdir. (s. 220) Mesela Ebu Yusuf, ‘eserinin hacmini büyütmemek amacıyla, bütün hadis ve senedleri zikretmediğini.’ açıkça ifade etmeiştir. (Evzai, Kitabu Sireti’l-Evzai, s. 38) Şafii’de benzer açıklamada bulunmuştur. (Şafii, El-Umm, VII/311; er-Risale, s. 405) Ayrıca özetini sunduğumuz bu kitabın Ek 1’inde zikredilen detayları (s. 247-252) yazar özet halinde sıralar. (s. 221): Başka kaynakların onların bildiklerini kanıtladığı yerde isnadın tamamını zikretmemektedirler. İsnadın başında ve en önemli raviyi ya da farklı meselelerde değişik ravileri zikrederek senedin sadece bir kısmını zikredilmiştir ki, diğer kaynaklar onların bu senedin tamamını bildiklerini ispatlamaktadır. Kendilerinin bildiği isnadın bir kaç varyantından sadece birinden bahsederler. Bahsi geçen ravi bir başka yerde ismi ile zikredildiği zaman ‘bir adamdan’ veya ‘Güvenilir birisinden’ gibi açıklama yaparlar. Schacht’in örnek olarak verdiği bir hadisin de uydurma olduğunu bizzat alimler zaten açıklamışlardır. Bu Schacht’ın iddiasını desteklemez aksine, aleyhine işler. Şafii, “İsnadını kesintisiz işittiğim ama hatırlayamadığım veya ezberlediğim ama kitabın çok uzun olacağı endişesinden özet aldığım yerler var.” (Hadduri, Risale, s. 265) dediği de bilinmektedir. Yine Şafii, ‘Alimlerin hepsinin ilmi bir araya getirilse sünnetin tamamı bilinecektir. Ancak her bir alimin bilgisi ayrı ayrı ele alınırsa, her birinin ilminden bir bölümünün eksik olduğu ortaya çıkacaktır.’ (Hadduri, Risale, s. 89) demiştir. Schacht’ın iddiasının aksine, Şafii bile hiç kimsenin bütün hadislerin bilgisine sahip olamayacağını bizzat ifade ettiği halde, bir kimse (Schacht) kalkıp Şafii’nin bu hadisi bilmediğinden dolayı, nasıl olur da hadis hakkında şüpheler ortaya atabilir? Ve sayrıca Schacht’ın söz konusu yaptığı hadis, Şafii’den önce yaşamış iki alimden tam isnad ile kaydedilmiştir. Sonuç itibari ile daha Şafii’nin çocukluğunda bu hadis sahih senedi ile çok iyi bilinmektedir. (s. 224) Schacht, diğer bir hadis için, ‘Şafii hadisi munkatı (Kesintili) rivayet ederken, Hanbel, Buhari ve Müslim zamanında tamamlanmıştır.’ demektedir. Halbuki Şafii’deki metin şöyledir: “Eğer birisi bu hadisin munkatı olduğunu söylerse…” Schacht bu metni yeterince dikkatli okumamıştır. Bu hadis, Malik’ten yaklaşık 25 sene önce vefat eden Ma’mer tarafından kaydedilmiştir. Kısaca bu hadis, Şafii’nin doğumundan önce tam isnadla rivayet edilmiştir. Başka bir hadis için Schacht, “Şafii hadisi mürsel, Hanbel ve Mace ise farklı isnadla rivayet eder.” der. Muhaddisler önce hadisin isnadını değerlendirmekte ve isnadda bir kusur varsa, hadisin metnini incelemeden o hadisi reddetmektedirler. (s. 225) Schacht, isnadların zamanla geliştirildiğine dair toplam 6 hadisi örnek verir. Bunlardan 4’ü, Schachtın zikrettiği eksik varyanttan önce, hadisler tam isnadla kaydedilmiş, birinin mevzu olduğunu İslam alimleri ispatlamış ve ilan etmiş, sonuncusunun ise emin olmadıkları isnadı zikretmekte tereddütlü davrandıkları açıkça ispatlanmıştır. (s. 226)
Aile isnadı
Schacht, babadan oğula geçen tüm senetleri uydurma kabul eder. İslam alimleri ise tüm aile isnadlarını sahih kabul etmedikleri gibi şüpheli olan hadis ve isnadları da zaten reddetmişlerdir. (s. 236) Bu nedenle de oryantalist Robson, İslam alimlerinin tutumundan taraf olmuştur. (Robson, The Isnad in Muslim Tradition, X/23)
Müşterek ravi
Schacht, bir seneddeki müşterek ravinin, o hadisin uydurma zamanını da ortaya çıkardığını ileri sürer. İslam alimleri şüpheli olan her durumu farkedip, açıklamış ve hükümlerini vermişlerdir. Zehebi’nin “Eğer sika ve mutkin/sağlam bir ravi, bir hadisi sadece kendisi rivayet ettiyse bu hadis sahih fakat garib olarak değerlendirilir. Saduk derecesinde veya daha aşağı mertebede olan bir ravi, hadis rivayet eder ve şahid başka hadis bulunamazsa, o hadis münker olarak değerlendirilir.” (Zehebi, Mizanu’l-İtidal, III/141) şeklindeki açıklaması bu konuya verilen önemi açıklamaktadır. Schacht’ın yaklaşımı, ‘Birçok kaynaktan bilgileri toplayan ve daha sonra da bulduklarını gazetede yayınlayan gazeteciye, haber konularını uydurmuş gözü ile bakmak’ gibidir. Çünkü binlerce okuyucu, kaynak olarak sadece o gazeteciyi referans göstermektedir. (s. 239)
Schacht’ın bir başka konudaki delili sadece Sad/309’daki bilgiye dayanır. Sad burada kaynakta vermez ama Schacht bu bilgiyi kesin bir delil gibi kabul eder. Aynı Sad, Berire olayı ile ilgili haberin kaynaklarını ayrıntıları ile vererek 8 çeşit kaynak gösterdiği zaman ise (Sad, Tabakat, VIII/187,188) Schacht bu kaynakların uydurma olduğunu işleri sürer. (schacht, Origins, s. 174)
Kitap yazarı e-A’zami haklı olarak Schacht’a şu soruları sorar: Hişam’dan hadis öğrenmek için binlerce kilometre yol kateden raviler, hocalarının ismini (Hişam) bilmiyorlar mıydı? Adı bilinmeyen bir alimin yıllarca öğrenciler yolunu gözetleyip sonrada ondan Hişam adına uydurulmuş bir hadisi naklettikleri iddiası ne kadar gerçekçidir? Yoksa öğrenciler senette Hişam’ın adını kullanmak için aralarında komplo mu kurmuşlardır? Schacht, hadis uyduran Hişam’ın Horasan’dan Mısır’a, Suriye’den Yemen’e kadar dağılan alimlere, ‘mezkur öğretinin ilk devir alimlerine yansıtmaları gerektiğine dair bilgi vererek’ irtibat sağlayabileceğine bizden inanmamızı mı istemektedir? Ayrıca Schacht, Nafi’nin, 30 yıl sonra Hişam’ın peygamber ile Aişe’nin endişe verici bir durumda olduklarını haber vereceğini görecek kadar basiret sahibi olduğuna ve bu nedenle de can alıcı noktayı, meydana gelmeden önce ortadan kaldırdığına inanmazı mı beklemektedir? (s. 244- 245)
Ve asıl önemlisi de, günümüzde hemen hemen tüm oryantalistlerin Goldziher’in veya Schacht’ın iddialarını kesin gerçekmiş gibi kabul edip, itiraz edenlerin akademilere kabul bile edilmemeleridir!
Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet, oryantalist Schacht’a reddiye
.