Ahlak

Ahlak

İslam, dünyada insan tevhid eksenli erdemli bir hayat yaşaması için gönderilmiştir. Peygamberimiz, “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Buhari; El Edeb’ul Mufred. Mâlik, el-Muvatta, II/904; Suyuti, C. Sağir, I/79;  İmam Ahmed Müsnedi; c: 2, hadis no: 318. Elbânî de, ‘Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha’; hadis no: 45;   Ahmed, II/381; Malik, 1. II/904) Ayeti kerimede de, “Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder.” buyrulur. (Ankebut, 45) Yani ibadetlerin amacı da insanları ahlak üzerine yaşamaya yönlendirmektir. Davranışlara yansımayan ahlak, ibadetlerin de sadece hareketlerle sınırlı olduğunun, ruhunun kavranmadığının göstergesidir.

Ahlak üçe ayrılır: Bireysel ahlak: Yalan söylememek gibi. Sosyal ahlak: Faiz yememek, nikahsız yaşamamak gibi. Evrensel ahlak: Adaletsiz olmamak gibi. “Ahlakı, Kur’an olan” (Müslim 1/514 Hadis no: 746) peygamberimizin yaşamı, Kur’an’ın pratiğinin hayata yansıması ile doludur.

“Kim kötü söz ve davranışları bırakmazsa onun yeme-içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhari, Savm, 8; Tirmizi, III/ 707) 

İhlas
(İmam-ı Gazali’nin İhya’sından özetlenmiştir)

İhlas, insanın yaptığı tüm amelleri (namaz kılmadan, tesbihe, sadaka vermeden bir çocuğun başını okşamaya dek) sadece Allah rızasını kazanmak için yapmasıdır. Riya, yapılan bir iş, ibadet, hareketin Allah rızasını kazanmak ‘dışında’ menfaat, gösteriş, reklam için yapılmasıdır. Riya, gizli şirktir, şirk ise ebedi cehennemliklerin en büyük vasfıdır. (Nisa, 48) Peygamberimiz, “Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu. Yanındakiler: “Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Resûlullah Efendimiz şu cevâbı verdi: “Riyâ, yani gösteriştir.” (Ahmed, V/428, 429) Şirk ise, kara gecede, kara taş üzerindeki kara karıncanın ayak sesinden daha gizlidir. (Taberani, Mu‘cemü’l-evsat, IV/10, hadis no: 3479; Ebu Nuaym, VII/112; Heysemi Mecmeuz-Zevaid: IV/177, Elbani İrvau’l-Ğalil: 2562)

Şeriat, üç bölümdür: “ilim, amel, ihlas” Yani bir Müslüman, ilk ilahi emrin gereği OKUyacak, öğrenecek, sonra bu öğrendiği ile amel edecek fakat bu amelini de ‘ihlaslı’ yapacaktır. Günümüz Müslümanları daha ilk aşamada yolda kalmaktadır. Dinini, onun ilmihalini, itikadını, kitabını bilmemektedir. Okuyup bilenler ise bildiği ile amel konusunda sorunlar yaşamaktadır. En son aşamaya gelebilen okuyup, okuduğu ile amel edebilen müminlerde bu amellerinde ihlaslı, samimi olmak, yapılan her türlü işi; okumaktan namaz kılmaya dek hepsinde sadece Allah rızasını hedeflemelidir. İslam’ın kulaktan dolma, geleneksel olarak bilindiği günümüzde, uygulamada görülen eksiklik ve aksaklıklar bir yana, yapılan bu bilgiden uzak, eksik amellerin ne kadarı ihlas kavramının içine girebileceği de ayrı bir tartışma konudur. İslam’ın ilk emri, ilk şartı okumak, bilmek, düşünmektir sonra bu bilinenin uygulanması safhası gelir. Bu yazımızda OKU’yup okuduğunu pratiğe geçirirken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, ihlas üzerinde duracağız! Bir insan okur ve uygular, mesela namaz kılar, oruç tutar, kurban keser, Kur’an okur, ilim öğrenir hatta dini yolunda şehit bile olabilir. Tüm bunlar bile, eğer ihlas yoksa, insanın cennete gitmesini garantilemez!

Unutmayalım ki şeytan sadece ihlaslı kulları kandıramayacaktır! (Hicr, 40) Bir insan düşmanını iyice tanımalı ki, ondan gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklı olabilsin. Şimdi bir Müslüman’ın en büyük düşmanı olan riya ve ihlas konusunu örneklerle açıklayalım.

Namaz: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazlarından gafildirler (bilinçsizce namaz kılarlar ve gösteriş yaparlar.” (Maun, 4-5) “Unutmayalım ki kıldığımız namaz bizi Allah’a yaklaştırmıyor, kötülüklerden uzaklaştırmıyorsa o namazımızda bir eksiklik var demektir. (Ankebut, 45) “içten bir inanç ve bağlılık göstererek sadece Allah’a ibadet et.” (Zümer, 2, 11)

Oruç: ” Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine aç ve susuz kalmaktan başka bir şey yoktur.” (İbn-i Mace, Sıyam, 21; No:1690; I1/539; Hakim, Müstedrek, I/431) 

Kurban: “Onların ne etleri nede kanları Allah’a ulaşır. Fakat Allah’a sadece sizin takvanız ulaşır.” (Hac, 37) Takva: Kulun, Allah’ın  azametinden korkarak ve rahmetini ümit ederek ibadet etmesidir.

Kur’an okuma: “Nice Kur’an okuyucuları vardır ki Kur’an onlara lanet eder.” (Hadis değildir, İhya’da geçer. Gazalî, İhya, I/281) “Okuyan kimse emirlere aykırı davrandığında, yasakları çiğnediğinde bununla birlikte Kur’an okuyor, oysa Kur’an’da bu davranışlara lanet etmektedir.” (Teymiyye, Mecmu el Fetava 61/26)

Mümin Müslüman olma: ”İman ettim deme, Müslüman oldum de.” (Hucurat, 14) Demek ki, bazı insanlar Müslüman olduğu halde, yani pratikte bazı İslami emir ve yasakları uygulasa da imanı tam mükemmelleşmemiş olabilmektedir. Zaten günümüz Müslümanlarının da en büyük sorunu bu değil midir? Dışarıdan ibadetleri yapar gözüken ama imani noktada zaaf sahibi olduğu için ibadetlerin gayesini davranışlarına yansıtamaz! 

İman: “Ey iman edenler, Allah’a ve Resuluna iman edin ve Allah’tan korkun.” (Nisa, 136)
“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve ancak Müslüman olarak can verin.”  (Ali İmran, 102) 

Allah’ü Teala bizlerin dış görünüşüne, sakalımıza, sarığımıza veya başörtümüze… değil, bizlerin kalbinde bulunan takvanın (Allah’tan hem korkup hem de en çok O’nu sevmenin) derecesine bakar: “Allah sizin giyinişinize veya dış görünüşünüze değil, kalbimize bakar.” (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, II/285, 539) Tabi bu hadis, “namaz kılmasam da kalbim temiz , dedem hacıydı” diyenlere asla bir delil teşkil etmez. (Kimse dedesinin yemesiyle doymadığı gibi onun ibadetiyle de cennete gidemez.)

Kıyamet günü cehenneme ilk girecek olanlar şehitler, alimler ve zekat verenlerdir. (Müslim, İmâ­re, 152) Şehitler; Allah’ü Teala’nın, sana can verdim, kuvvet verdim, bunu nerede harcadın sualine, dünya şehidi şu cevabı verir: Canımı senin yoluna verdim, kanımı akıttım. Kendisine “Yalan söylüyorsun” denir. “Sen ne kadar cesur insan denilsin diye, ne kadarda kahraman biri denilsin diye savaştın ve öldün. Sana cesur, kahraman denildi de.” Sonra onun için “cehenneme dek yüzüstü sürükleyin” denilir ve bu kişi cehenneme atılır. Alimler; alim kişi ilmini Allah rızası için anlatmadığından, ne kadar da alim, nede güzel vaaz ediyor, ne çok bilgisi var denilsin diye gösteriş için ilmini anlattığından dolayı cehenneme dek yüzüstü sürüklenir ve cehenneme atılır. Zekat; zekat, bağış veren zenginde Allah için değil, kulların, nede cömertmiş demesi için malını dağıtmasından dolayı cehenneme dek yüzüstü sürüklenir ve cehenneme atılır. Ne kadar alim, namazında, zikrinde, cihadında biri olursak olalım, yaptıklarımızı, ihlaslı olarak yapmıyorsak, sevap yerine günah kazanırız, belki de şirke düşmüş, ebedi cehennemliklerden olmuş oluruz. “Ameller niyetlere göredir” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11) Bizler niyetlerimizi halis/ihlaslı tutabilirsek, amelimizin karşılığında cenneti kazanabiliriz. Tabii ki, riya korkusu ile “tam ihlaslı yapamıyorum” diye düşünerek ibadetlerimizi terk etmek en büyük hata olur. Şeytanın istediği de zaten budur. Bize bu vesveseyi (ihlasın yoksa şirke düşersin, amelini terk et), şeytanın verdiğini de unutmamalıyız. 

Şeytan bir vesvese ile insanı bırakmaz. İnsanın amelinden ne eksiltebilirse, sevabından ne azaltabilirse kendince onu kâr sayar. Mesela, namaz kılmak isteyen bir gençle şeytan arasındaki mücadeleye bakalım: Şeytan önce genci ibadetten uzak tutmaya çalışır. Genç kararlı ise, şeytan bu defa ibadete başlama yaşını ileri atmaya çalışır. “Daha gençsin biraz gez, dolaş, hayatının tadını al sonra başlarsın” der. Genç yine kanmazsa, namaz kılmaya yönelirse, şeytan bu defa, “Namaz abdestini şimdi alma, ezan yeni okundu” diye vesvese verir. Genç abdestini alsa bu defa, “daha vaktin var sonra kılarsın otur, sohbetini, oyununu bitir” diye vesvese verir. (Şeytanın amacı, mesela ikindiyi geç kıldırtıp, sünnetini terk ettirmektir, böylece genç sünnet sevabından uzak kalır, buda şeytan için bir kârdır.) Eğer genç namaza başlarsa bu kere onun zihnini, unuttuğu, önemli-önemsiz şeylerle meşgul etmeye başlar, namazından gafil olmasına sebep olmaya çalışır veya namazı “tavuğun yemini toplaması gibi” (Mâlik, Kitâbu’l-Kur’ân 46, s. 220; Abdürrezzâk No. 7080; Ahmed, II/102, 149, 185, 262; Müslim, mesâcîd 195, s. 434; Ebû Dâvud, No. 413; Tirmizî, No. 160; Nesâî, Mevâkît IX/1, I,254; Ebû Ya’lâ 174b; İbn Huzeyme, No. 333-4; Tahâvî I/192; İbn Hibbân, No. 259, 261-263; Beyhakî, I/443-4) acele acele kıldırtır, böylece tadil-i erkan’a uymasına engel olur. Her şeye rağmen genç namazını ihlaslı, huşu içinde kılarsa, şeytan son bir hileye başvurur. Genci etrafına baktırır ve “Benim gibi huşu içinde namaz kılan var mı ?” diye düşünmeye sevk eder, gencin kibirlenmesine sebep olur. Böylece amel yine boşa gitmiş, sevap kaybedilmiş, şeytan kazanmış olur. Bu örnekleri genelleştirebiliriz. Kim yaptığı dini bir emri, diğer mü’minlere karşı üstünlük vesilesi yaparsa, o kişinin ameli boşa gitmiş olur. Kıyamet günü de cenneti umut ederken, cehenneme sürüklenebilir. Bir gün Hz. Resül’ün bulunduğu bir mecliste, bir şahıs hakkında övgü ile bahsedilir. O kişi o sırada yüzünden abdest suyu damlar, elinde nalınları, alnında secde izi bulunduğu halde, uzaktan gözükür. Hz. Resul’e işte o adam denilir. Hz. Resul “Bunun yüzünde şeytani bir leke görüyorum ” der. Ashab şaşırır. Adam gelir, selam verir, oturur. Hz. Resul “Sana Allah’a yemin verdiriyorum, doğru söyle, buraya gelirken bunlar arasında benden iyisi yoktur diye hatırına geldi mi? Adam “evet” der. Hz. Resul “Allah’ım bildiğim, bilmediğim hatalarımdan sana istiğfar ederim” der. Sahabi “Sizde mi korkuyorsunuz Ya Resulallah” der. Hz. Resul: “Beni hangi kuvvet emin edebilir. Halbuki insanların kalpleri Allah’u Teala’nın kabze-i kudretindedir. Onları dilediği tarafa çevirir.” buyurur.

Kamil bir zat ile şeytan karşılaşır. Şeytan kamburdur. Bu zat sebebini sorar. Şeytan: “Kulun son nefesinde iman-ı kamille dünyadan ayrılmak isterim” diye yalvarması beni bu hale getirdi. Bende vay bana, ben bunu nasıl düşürüp, amelini kendisine beğendireceğim derim ve benim bu şekil çalışacağımı anlamasından korkarım. Beni bu düşünce kambur etti.” der.

Şehit Abdullah Azam: “Okuduğunuz kitaplar, yaptığınız nafileler sizi aldatmasın” diyor. Yani okur ama uygulamaz, uygular ama riya yaparsanız, hiç bir şey elde edemez, zararda olursunuz, demek istiyor. İbn Mübarek: “Alim okumaya devam ettiği müddetçe alimdir. Ne zaman ki alim olduğunu zanneder ve ilmini artırmaktan vazgeçerse işte o zaman cahil olur” demektedir. Hz. İsa (as): “Amel için değil de, yalnız başkasına anlatmak için ilim öğrenen, nasıl alimlerden olabilir” der. “İnsanlar hep helaktadır, alimler müstesna. Alimler de helaktadır, ilmi ile amil olanlar müstesna. İlmi ile amil olanlarda helaktadır yalnız ihlas sahipleri müstesna. İhlas sahipleri de büyük tehlikededir” (Acluni, II/312) buyrulur. Gururlu helakta, gururdan kaçan ihlaslı tehlikededir. Her an gururun pençesine düşebilme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Bişr-i Hafi: “Nefsim konuşmamı arzu ediyor (bunun için anlatmak istemiyorum). Nefsimin bu isteğini yenebilirsem o zaman anlatırım” der. “Dünya malında kendisinden üstekilere, dini yaşayışta kendinden aşağıdakilere bakan, ziyandadır” buyrulur. Bazı alimler; ‘kendisini nifaktan uzak zannedenler, münafıklığa en yakın olan kimselerdir’ derler. Kendisinde münafıkların listesinin bulunduğu tek sahabi olan Ebu Huzeyfe’ye bir kişi “ben nifaktan korkuyorum” der. Hz. Huzeyfe: “Eğer münafık olsaydın, nifaktan korkmazdın. Çünkü münafık nifaktan emindir” der. Mesele, bu soruyu kendimize sorabilmemizdir. “Ben tam manasıyla iman sahibi miyim?” Unutmayalım ki, emin olmak şeytandandır ve küfürdür. Hz. Ömer bile münafıkların listesinde bulunup bulunmadığını yıllar sonra, korka korka Hz. Huzeyfe’ye sormuştur! “Ümmetimin şirke düşmesinden korkuyorum. Gerçi onlar, puta, aya, taşa tapmazlar. Ancak amelleri ile riyakarlık yaparlar” buyuruyor Hz. Resul Efendimiz.
Ebu Süleyman Darani: “Amelde takva, amelden daha zordur” der. Ebu Derda: “İmanının kaybolmasından korkmayanların imanı kaybolur” der. Yani amellerimizden şüphe etmeliyiz ama bu şüphe amelin kendisinden değil (bu vesvesedir), amelin kabul olup olmayacağı konusunda olmalıdır. Bu da takvadır. Şabi”: Fakirin sadakaya ihtiyacından fazla, kendisinin sadaka sevabına muhtaç olduğunu bilmeyen zengin, sadakasını iptal etmiş ve ecrini kaybetmiştir.” demektedir. Amellerimizde bu duygu ve düşüncede olmalıyız. İhlas budur. Unutmamamız gereken diğer bir konu da aşırı tevazununda bir riya olduğudur. “Ben cahil birisiyim, ben Allah’ın aciz bir kuluyum.” gibi Müslüman da bulunması gereken vakara (kimseye kibirlenmemek, kimseyi kendine kibirlendirtmemek) aykırı olan bu tür aşırı tevazulu cümleler, riyakarlığın göstergesidirler. İhlaslı bir insanın camide kıldığı namaz ile evde kıldığı namaz aynı olmalıdır. İki mekan arasındaki namaz kılma hızında, süresinde bir farklılık varsa, iki mekanda da aynı şekilde (her ikisinde de yavaş ve ihlaslı olarak) kılmaya özen göstermelidir.

Fiillerde Riya: İlah; “kendisine ibadet edilen, kanunları kabul edilen, yardımı beklenen, rızası gözetilen” anlamlarına gelir. Müslümanın tek bir ilahı (iyilik beklediği, rızasını kazanmak istediği) vardır O da sadece Allah’ü Teala’dır. Eğer kişi yaptığı bir fiil, ibadet, namaz, söz ile müdürünün, amirinin, babasının, hocasının, eşinin rızasını kazanmak için, ondan bir iyilik elde edebilmek için, amel yapıyorsa o kişi, o niyeti ile “fiili şirke”, küfüre düşebilir. Kişi, dini bir eylemi sadece Allah için yapmalı, bu yönde gayret göstermelidir. Aksi o insan için hüsran olur. Kur’an’da: “Şeytan sizi Allah’ın affı ile aldatmasın” (Fatır, 5) buyruluyor. Özellikle günümüzde, “Allah af eder” diye başlayan cümlelerle -Haşa- Allah’ın ‘kesin’ af edeceği gibi bir düşünüş tarzı gelişmiştir toplumda. Af etme yetkisi olan af eder ama bu O’nun iradesindedir, yoksa O (cc) zorunlu değildir! Mü’min, ümit ile korku arasında bir dengede olmalıdır. (Havf-reca) Hz. Ebu Bekir’in buyurduğu gibi “Bir kişi cennete girecek dense o kişinin ben olduğumu umarım. Bir kişi cehenneme girecek dense, o kişinin yine ben olacağından korkarım.” Alimler: “Tevhidde sadakat demek, hediye alındığı vakit vasıtaya bakılmadan nimetin Allah’tan olduğunu bilerek O’na şükretmek demektir” derler. Hz. Resul: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan cennete giremez buyurur. (Müslim, Îmân, 148, 149)  Nuh aleyhisselam oğullarına: Sizi iki şeyden nehy ederim: “Şirk ve kibir” der. Süleyman Darani: “Bazı amirlerden duyduğum yanlış şeyleri düzeltmek isterdim. Beni öldürürler korkusu ile nazar ederdim. Fakat korkum ölümden değil, bu vesile ile ölüm anında bana gelecek gururdan idi.” demektedir. İnsan kendi içine yöneldikçe kibirden uzak durur. Mü’sab: “İki defa sidik yolundan meydana gelen insanların böbürlenmesine şaşarım” der. Hasan-ı Basri: “Ademoğullarına şaşarım. Günde en az iki defa eli ile pisliğini yıkadığı halde, sonra dönerde yer ve göklerin cebbarı olan Allah ile muaraza eder.” Mitraf, kibirli birini görünce: “Evvelin nutfe, ahirin toprak. Bu iki hal arasında ise karnını yarsak bağırsaklarından bir sepet pislik çıkar, bu kibir neden?” diye çıkışır. Ömer b. Abdülaziz halifeliği sırasında bir gece vakti, bitmekte olan lambanın yağını kendisi tazeler. Bunu ne o sırada hazır bulunan misafirine, ne de uyumakta olan hizmetçisine yaptırır. Ömer b. Abdülaziz, misafirinin şaşırdığını görünce, “giderken de Ömer’dim, gelirken de Ömer, hiç bir şey değişmedi. İnsanların hayırlısı tevazu gösterendir.” der.

Bazıları ibadetlerini gizli yapar. Ama amellerinin çevresince bilinmesini ister ve bu ikilem arasında dönüp dururlar. Bazıları ise amel eder, bu amellerinin çevresince duyulmasını istemez ama herkesin kendisine hürmet göstermesini ister. Meclislerde kendilerine yer vermelerini, hizmet etmelerini ister. Çevresinden hürmet görmeyince de çevresine kızar, darılır. Namaz kılan kişinin aklına birden bir yerden bir şey alması gerektiği gelebilir. Yalnız olsa namazı bozacaktır. Ama görenlerden utanarak namaza devam eder. Eğer kıldığı farz ise edası gerekir! Yalnız kılan kişinin arkasına cemaat toplansa, eğer namazı daha güzel şekilde kılmaya devam ederse, niyetine bakılır. Riya, niyetine galebe çalarsa namazı ifsad olur. Rivayet olunur ki: Şeytanı Aleyhillane hizmetçi bir derviş kıyafetinde Cüneydi Bağdad-i Hazretlerine geldi ve hizmetine girmeyi teklif etti. Tam 20 sene hizmet etti. 20 sene sonra ayrılıp giderken: “Beni tanıyor musun?” diye sordu. Hazreti Cüneyd: “Tabi! Yanıma ilk girdiğin anda seni tanımıştım. Sen İblisin ta kendisisin. İblis hayret etti ve: “Senin derecene çıkmış birini görmedim” deyince Cüneyd Hazretleri: “Defol melun! Yanımdan ayrılmadan beni böbürlendirip dinimi mahvetmek mi istiyorsun”? der. Şeytan dört kişiyi yoldan çevirmek ister. Birinci kişi ilim meclisine giderken, şeytan önüne çıkar. Şeytan onu kendi meclisine davet eder. Adam bunu kabul etmez ve şeytanla mücadeleye başlar. Bu artık o kişi için bir vazifedir. O kişi için şeytan gayesine ulaşmıştır. Onu yolundan alıkoymuş, lüzumsuz şeylerle oyalamaktadır. İkinci kişiyi biraz oyalar, fakat adam yoluna devam eder. Şeytan bir sürede olsa o kişiyi yolundan alıkoyduğu için memnundur. Üçüncü kişi ona hiç iltifat etmez. Aynen yoluna devam eder. Dördüncü kişi de şeytana hiç yüz vermez, yürüyüşüne ‘hız verir’, yoluna devam eder. Şeytan bir dahaki sefere ilk üç kişiden ümitlidir. Ama sonuncu için ümidi kalmaz. Hatta hızlanmasından korkarak bir daha karşısına çıkmaz. Bizim görevimiz dördüncü adam gibi olabilmektir. Namaz kılmamıza engel olmak isterse, bir an önce kılmalıdır; zekatı vermelidir… İyi niyetimizi bir an önce pratiğe geçirmeliyiz. Abid biri, bir ağaca tapıldığını duyar. Allah rızası için onu kesmek için yola çıkar. Şeytan karşısına çıkar. Ona engel olmak ister. “İbadetine dön, sana ne?” der. Abid: Bu da benim ibadetimdir, der. Güreşirler,  şeytan yenilir. Bunun üzerine şeytan, “o ağacı kesme her gün bir altın yastığının altına bırakayım” der. Abid kişi kabul eder. Altınları bir süre alır. Fakat sonra yastığının altında altın bulamaz. Yine baltasını alır, yola çıkar. Şeytan yine karşısına çıkar, güreşirler. Bu defa adam yenilir. Adam şaşırır. Şeytan: “İlk seferinde Allah rızası için buraya gelmiştin, beni de yenmiştin. Ama şimdi nefsin için geldin. Ben de seni yendim” der. Kaynağını Allah’tan alan kuvvet asla hüsrana uğramaz. Fakat araya menfaat girerse, niyetimize göre karşılığını alırız. Unutmamalıdır ki şeytanın her seviyedeki insanlar için oyunları, tuzakları vardır. Bizler bunları öğrenip, tedbirlerini almalıyız ki bu tuzaklara düşmeyelim.

“Ey Allâh yolunda güzel ameller işlemek isteyen kişi! İhlâslı olmalısın. Aksi hâlde, boşuna yorulmuş olursun.” Abdülkadir Geylânî; “İhlâs, ameli, mânevî bulanıklıktan tasfiye etmektir.”  Cüneyd-i Bağdâdî.

“Dinde ihlaslı ol, böyle yaparsan az amel bile sana kafi gelir.” (Hâkim, Müstedrek, IV/341)

Tefekkür’ü-mevt          

“Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevkü sefa sürecekleri nice nimetler.” (Duhan, 25-28)   

Ölüm bir diriliştir

Yazın güneşinden kaçanlar, cehennemim ateşinden neden kaçmazlar? Kooperatif evinin taksitini yıllarca ödeyenler, içinde sonsuza dek yaşanacak cennet köşklerinin taksitlerini neden ödemeyi düşünmezler? Hediye verene hemen teşekkür edip, karşılığında hediye vermemeyi ayıp sayarız da, her şeyimizi verene karşı neden böyle nankörlük etmekteyiz?

Ahiret vardır; niçin varsın sorusunun cevabı “yok olmak için” değildir! Öleceğimizi söylüyoruz ama ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Ölümden korkmadığımızı göstermek veya ölümden korkmak için ölümü hiç düşünmeden yaşıyoruz. Günümüz insanı özgür olmak için Allah’tan ölümden ve kaderinden kaçarak yaşamaya çalışıyor. Çünkü bunlar insanın eline ayağını gözünü, kulağını bağlıyor. Zevklerinin tadını kaçırıyordu. Fakat gel gör ki özgür olmak için Allah’tan, ölümden, kaderinden kaçan insan, başta kendisi olmak üzere her şeyin (mal, makam, kadın, nefis) kölesi oluyor. ‘canım ne isterse onu yaparım, neyi istemezse onu yapmam.’ demek çağımız insanının en baş karakteri oldu. Bu, kendine tapınan insanın sesidir. İmanın Gazali diyor ki, “mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden Dünya’dakiler birbirlerine kırıp geçiriyor.”

Pişmanlık: Hiç pişman olunuz mu? Keşke şunu şöyle yapmasaydım. Yaptıklarıma pişmanım. İşte sadece pişmanlık duygusu insanların kendi kendilerine yeterli olmadıklarının tartışmasız tek delilidir. Nasıl mı? Hiç kimsenin etkisinde olmadan bir karar veriyoruz. Uyguluyoruz ama bir müddet sonra “keşke yapmasaydım” diyoruz. Pişman oluyoruz. Sonunda pişman olacağınız bir işi neden yapıyoruz? İlerisini neden göremiyoruz? Hani aklımız vardı? Mantığımız vardı? Bu demek oluyor ki, kendi kendimize yeterli değiliz. Aklımız sınırlı ve olayların nereye varacağını kestiremeyiz. Bu nedenle diyoruz ki, insan kendi kendine yetebilecek bir varlık değildir. Kendisinin üstünde yüce bir varlığa ihtiyaç var. O rehbere (Allah’a) bağlanmak şart. Bağlan ve hür ol. Nasıl? Bağlılıkla özgürlük olur mu? Hem de nasıl olur! Özgür olmak için Allah’tan, ölümden, kaderinden kaçan insan başta kendisi olmak üzere her şeyin kölesi olur. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köledirler. Müdürünü, patronunu razı etmek, bir üst makamın onayını kazanmak için uğraşır durur. Tabii ki o üst makamında bir üst makamı vardır… Kendisi gibi bir insanın (yorulan, acıkan, öfkelenen, acıyan) bir insana (sevgili, amir, savcı, polis, bakan) yaranmak için, bir insana kölelikle geçer hayatları .Allah’a tam olarak bağlanın. Bakın Allah’ın dışındaki her şeyden iplerinizi koparıp nasıl hür oluyorsunuz! Biz özgürlüğü, çağımız insanının anlayışının tam tersine, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmakta arıyoruz. Allah’a yakın yaşayan insanlar hür insanlardır. Çünkü onlar Allah’ın dışındaki her şeyin geçici olduğuna iman etmişlerdir. Kafalarını, geçici şeylere değil kalıcı olan Allah’a takmışlardır. Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ve Allah’a olan arasında ters orantı vardır. Alışveriş yaparken aldığınız malın piyasanın üstünde para vererek aldığınızdan nasıl aldanmış oluyorsak, dünya hayatına da Allah’ın koyduğu değerden fazla değer vererek yaşarsak aynı şekilde aldanmış oluyoruz. “Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır. ahiret yurdu sakınanlar için daha iyidir. düşünmüyor musunuz?’’ (En’am, 32)
Bugün biz insanlar maddileşen hayatımız içerisinde de buhranlarla kıvranarak yaşamaktayız. Bize hizmet etmek için yaratılmış eşyaya biz hizmet ediyoruz. Allah ve ahiret endişesi adeta ortadan kalkmış, bu dünyadan başka dünya yokmuş, kıyamet, ahiret, hesap, kitap, mizan, sırat, cennet ve cehennem insanlar için hazırlanmamış gibi sürekli yemek, içmek, kazanmak, zevk, vermek, haram, helal, rüşvet, vurgun demekten devamlı mal biriktirmek peşinde ömür tüketiyoruz. Daha çok yemek ve daha kaliteli yemek içmek daha çok tüketmek servetlere servet katmak, sömürmek, koymak, kazandırmak, gasp etmek yarışına girmişiz.
Evinizdeki eşyaların tamamı, arabanıza varana kadar her şeyi son modeliyle değiştirin. Daha taksitlerini bitirmeden çok modelin aşağı düştüğünü göreceksiniz ve tekrar rakamlardan etkilenerek yenilmeye gideceksiniz. Nereye kadar? Eşyalarınızı eskidiğini dahi görmeden öleceksiniz. Genellikle maddi konulardaki yeterlilik insanların şımartıyor, azgınlaştırıyor ve başkaları üzerinde hakimiyet kurmasına yol açıyor. ‘’İnsanoğlu kendini her yönden (mal, makam, sağlık) yeterli gördüğü zaman azıverir.’’ (Alak, 6-7) Kur’an’da peygamberlerle kavimlerinin mücadelelerine baktığımız zaman peygamberlere en çok muhalefet edilen noktalardan birisinin “öldükten sonra diriliş ve yapılanların karşılığını görme” olduğunu görüyoruz. İnsanların bir türlü kabullenemedikleri, daha doğrusu kabullenmek istemedikleri bir durum bu. Çünkü kabullendikleri takdirde istedikleri gibi hareket edemeyecekler. Hayatları sınırlı ve sorumlu olacak. İnsanın ve insanlığın kemali ve olgunluğu ahirete iman olmadan mümkün olamaz. Hayat iki perdelik piyestir. Birinci perde bittiği an sur’a üflenir, ikinci perde açılır. “gökler kapı kapı açılacaktır” Sahnede düz bir alan ve insanların o düz alana bölük bölük gelişleri, cennet ve cehennem manzarası ve azabı gören bir kısım insanların dünyaya gönderiliş için yalvarış, yakarış ve ricaları ama nafile! Dünyada gaflet içinde, hiç ölmeyecek gibi yaşayan insan, kıyametin dehşetli olayları başlayıp gökler yarılmaya, yıldızlar dökülmeye, denizler kaynamaya ve kabirdekiler dışarı atılmaya başlandığı zaman ancak aklı başına gelir ve sağlıklı düşünmeye başlayarak yaptıklarının mahiyetini anlar. Bakar ki yapmaması gerekenleri çok yapmış, yapması gerekenleri ya hiç yapmamış ya da çok az yapmış, dünya işlerinden bu işlere pek sıra gelmemiş. Dünya bir okul gibidir. Yılsonunda derslerine çalışanlar karnelerini aldıkları zaman gülerler. Çalışmayanlar ise ağlarlar. Şüphesiz Allah affeder ama çok merhametli olması hiç bir zaman insanın O’na isyan etmesini, günah işlemesini gerektirmez. Haydi bismillah, şu et-kemik bedeni putlaştırmaya son, Haydi bismillah, yâ Allah! 

Ahlak sorunumuz

Ahlak, kıskançlığın farklı yollara savurduğu insanlığı birleştirecek yol, merhametin, adaletin, vefanın yoludur. Bu yolun İlk yolcusu Hz. Adem’dir. Hiçbir insan şöyle diyemez; ‘Ben merhametsiz, vefasız ve samimiyetsiz bir dünya istiyorum.’ Ülkemizde farklı kesimleri bir çizgide buluşturacak yegane unsur, ahlaktır. Bu ahlak ise, İslam ahlakıdır. (s. 6)

Ahlaksız insanların oluşturduğu toplumlarda insanlar kolayca yalan söyleyebilir, söz verip sözünde durmaz, işini sağlam yapmaz, merhameti maraz olarak görür, menfaati olmayan yere bir adım bile atmaz, yere çöp atabilir, tükürüp kirletebilir çevreyi, rüşvet alıp verebilir, torpil yapıp yakınlarını kayırabilir. Kuşkusuz böyle bir toplumda, ciddi bir ahlak sorunu var demektir. Kanunlar güçsüzlere uygulanıyor, devletin malı deniz yemeyen domuz oluyor, kamu malı kolayca yenilebiliyor, iş ehline değil de arkası olana veriliyor, arsız ve haddini bilmeyen ileri geçebiliyor, haddini bilen de geride kalıyorsa, o ülkede ciddi bir ahlak sorunu var demektir. (s. 7)

İbadetler yapana manevi derinlik kazandırmıyor, dinin kutsal kitabı okuyanların dilinden kalbine inmiyor, din adına ortaya çıkan cemaatler adaleti değil kendi adamını gözetiyorsa; bu dinin mensuplarının da derin bir ahlak sorunu var demektir. Marketlerde gıda görünümünde zehir satılıyorsa, daha fazla seyirci toplayabilmek için televizyon ekranlarını çarpık ilişkiler dolduruyorsa, güçlü devletler denizleri kirletiyor ve yeryüzünü çöplük haline getiriyorsa, bu dünyada derin bir ahlak sorunu var demektir. (s. 8)

Ahlaki krize neden olan erdemsizlikler bazen kısa vadede kazandırdığı için bu erdemsizliği yapanlar, bu durumu çoğu zaman bir sorun olarak görmemektedir. Maddi sorunlarımızın sonuçları anında midemize ve kesemize dokunduğu için bunlara hemen çözüm bulmaya çalışırız. Örneğin bir mide hastalığı ya da kalp rahatsızlığına acilen çözüm bulmaya çalışırız. Ancak kişilik bozukluklarına ve şahsiyet yoksunluğuna, erdemsizliğe ve ahlaksızlığa aynı hızla çare aramayız. Halbuki maddi sorunlar ne kadar çözülürse çözülsün ahlaki sorunları krize dönüşmüş toplumların uzun müddet ayakta durması mümkün değildir. İnsan kendisinden başlayarak, suçu başkasına atmadan çare aramaya başlarsa çözüm için umut var demektir. Ahlaki tavır derin bir sorumluluk duygusu getirmektedir. (s. 9)

Ahlak, huy, karakter, hal ve hareket tarzı gibi anlamlara gelmektedir. (s. 10) Çocuğun etkileşim süreci ana rahminde başlayıp ailede sürmekte, okulla devam ederek sokakta tamamlanmaktadır. Ailede oluşan ahlaki yapı, sokak kültürü ile çatışırsa çoğunlukla sokak kültürü kazanmaktadır. Çocuk sokağa ait huyları birer emanet gibi gizlemektedir. (s.11) Sokak kültürü, orada yaşayan insanların ortak kültürüdür. İletişim araçları hakim konumuna gelince, kültür insanların bir masada oturarak edilgen bir şekilde teslim oldukları kültür haline geldi. Sanal kültür insan arzularını teslim aldı. Artık bu kültürde karşılıklı iletişim yok. Sadece etkileşim var. Bu ortamda ne insanın özgür iradesinden nede seçiminden bahsedilebilir. Modern tiranlar (şirketler), insanın insanla ilişkisini, sıla-i rahimi keserek insanlığın akışını durdurmaktadır ve insanlık yalnızlığa itilmektedir. (s.12)

Şu çağda yaşanılan hayatın temel erdemleri, merhamet, vefa değil, sanal dünyanın yapay ve geçici hevesleridir. (s.13) Artık ahlakın oluşumunda ne aile ne okul ne de sokak etkilidir. Anı yaşayan insanlar, sanal zevkleri ile oyalanıp duruyorlar. (s. 14) Ahlaki tavrın genel hatları: Başkalarına nizam vermek yerine öncelikle kendi iç belirlenimini tamamlayan, kendi iç denetimini sağlayabilen, inandığı kitabın ayetlerini önce kendi davranışlarını düzeltmek için inmiş ayetler olarak okuyabilen, ibadetleri, kendisini olgunlaştırmanın yolu olarak gören. (s. 15) ve üstünlüğüm salih amelde olduğunu bilen tavır gibi… Bu tavır, müşriklerin özündeki merhamet ateşini parlatmıştır. Ancak ne yazık ki, Müslümanlar olarak söz konusu ahlaki tavır uzun zamandan beri ihmal edilmektedir. Bunun nedeni Allah ile olan ilişkilerimizin ahlaki olmamasıdır. İnsanlar ilahlarını hep kendilerine benzetmeye çalışmıştır. (s. 16) Bir kısım Müslümanlar, Allah’ın sıfatlarını sadece lafız olarak ezberleyip bundan sevap kazanmayı ummuşlar, süslü levhalara yazarak duvarlarına asmışlardır. (s. 17) Peygamberimiz, ‘Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ (İmam-ı Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Huluk,  s. 8) buyurmuştur.

Müslüman birey bahçedeki meyve ağacı gibidir. Bu ağacın kökü sahih (sağlam ve doğru) bir inançtır, gövdesi ve dalları ibadetler, meyvesi ise güzel ahlaktır. Meyve ağacının temel misyonu meyve vermektir. (s. 19) Kültürümüzde ahlak, çoğunlukla bir çeşit pısırıklık olarak anlaşılmıştır. Halbuki merhameti ve adaleti evrenselleştirmek (herkes için geçerli kılmak) bütün Müslümanların temel misyonudur. Ahlaki yaşam tarzının karşılığı hemen alınamamakta ve kısa vadede kaybettirmektedir. Bu durum, insanı insanlıktan uzaklaştırarak vahşileştirmektedir. Bundan kurtuluş ise, sağlam bir inanç, çelikten bir irade, tükenmez bir azim ve engin bir merhametle dolu ahlaki hayatla mümkün olabilmektedir. (s. 20) İslam üç unsurdan oluşmaktadır: inanç, ibadet ve muamelat. Muamelat ahlaki erdemlere dayanan insani ilişkilerdir. (s. 21) İnanç ve ibadetler, ahlak meyvesi için birer hazırlıktır. Asıl amaç, kendisini salih amel olarak ortaya koyan ahlaktır. İnanç ve ibadetler, salih amele götüren araç olmaktan çıkıp bizzat amaç haline geldiğinde, inancımız ve ibadetlerimiz salih ameli doğurmamaktadır. (s. 22) Hz peygamberin vefatından sonraki dönemlerde İslam toplumunu derinden sarsan iktidar hesaplaşmalarından sonra Hasan El Basri gibi bazı Müslümanlar tepki olarak kalabalıklardan uzaklaşmışlardır. Daha sonra kurumsallaşan tasavvuf ehli, kendilerinin bilgiyi vehbi olarak elde ettiklerini söyleyerek alimlerin bunca okuma ve bilimsel müktesebatını özellikle halk nazarında itibarsızlaştırmıştır. (s. 24) İslam dininin toplumsal yapısının harcı olan ümmet bilincini yok eden ırkçılık, tarihin her döneminde ümmeti parçalayan bir sorun olarak varlığını sürdürmüştür. Irkçılık davası farklı inançların kardeşçe yaşayabildiği ender ülkelerden biri olan Endülüs Emevi devletini kabile devletlerine bölünerek düşmanları için kolay lokmalar haline getirmiştir. (s. 25, 26) İnsan denilen varlığın damarlarında dolaşan çıkar duygusu, rüşvet ve çürüme; cephede yenilgi, ilim erbabında cedel, devlette şiddetli iktidar kavgaları olarak kendini göstermiştir. (s. 28) Modern Türkiye Cumhuriyeti Batı tipi hayat tarzını şeklen de olsa topluma kabul ettirebilmek için sayısız devrimlere imza atmıştır. Bu durum, modern Türkiye toplumunda büyük bir ahlaki boşluğa neden olmuştur. Kültür emperyalizmi, ülkemizdeki ahlak krizini iyice derinleştirmiştir. (s. 30) İnsanları sömürülebilir hale getirmek için önce onların dayandığı değerler sisteminin çökertilmesi gerekmektedir. (s. 31) Kendi değerler sistemini kuramayan toplumlar taklitçi durumuna düşer ve nihayet başkalarının sömürü ağlarında yem olurlar. İnsanları sömürülebilir hale getirebilmek için önce benliklerini tahrip etmek, tarihleri ile ilişkilerini kopararak kimliklerini yok etmek gerekmektedir. (s. 32) Güçlü devletler, sömürmek istedikleri kitlelerin nefsani duygularını tahrik etmektedirler. Gelinen bu noktada, toplumların rol davranışlarına yön verenler de düşmanları olmaktadır. (s. 33) Duygusal ahlak, insanın kendisini biyolojik istek ve arzularına ya da nefsani dürtülerine teslim eden ahlaktır. (s. 35)

Modern zamanın ‘güçlüleri’ akılcı ahlak sahibidir. Bu akıl, her konuda teknik yararlılığı ve kişisel çıkarı temel alan araçsal akıldır. (s. 36) Bu ahlak sisteminde yardımlaşma, vefa yoktur. Buna karşılık ekonomik çıkarları ayakta tutacak, maddi değerler özenle korunmaktadır. Örneğin iş ahlakı, işe zamanında başlayıp zamanında bitirmek, sistemli bir şekilde çalışmak. Alman filozof Kant bu ahlak sistemine ‘ödev ahlakı’ adını vermiştir. (s. 37) Akılcı ahlak, felsefi temelli bir ahlaktır. (s. 38) Her zaman çıkar hesapları yapmakta, çıkarı olmadığı yerlerde yıkıcı tezgahlar kurabilmektedir. Rasyonel/akılcı ahlak kurucuları, çıkarlarının olmadığı yerde kıvılcımı bir alev topuna dönüştürebilmekte, sömürmek istedikleri toplumlarda özellikle kapanmış yaraları kaşımaktadırlar. Akılcı ahlak, belli bir ırkın menfaatlerini temel aldığı, ahlaki sorumluluğun sınırlarını ülke sınırları ile eşdeğer kabul ettiği için uzun vadede ırkçılığı körüklerler. (s. 39) Günümüzde yaşadığımız küresel ahlaksızlıkların, çifte standartların, etnik şiddetin temelinde de bu ahlak vardır. Batı ülkeleri kargaşayı ve açlığı, kendi ülkelerinden ‘öteki’ olarak adlandırdıkları toplumlara ihraç etmişlerdir. Onlarda göre ahlaki değerler, toplumların sınırlarının ötesinde geçerliliğini kaybeder ve ihlal edilebilirler. Her zaman çıkar hesapları yapan, çıkarının olmadığı yerde selam bile vermeyen rasyonel ahlak sahipleri, daha çok para kazanmak için çevreyi, atmosferi, denizleri ve bütün yeryüzünü çöplük haline getirmişlerdir. (s. 40, 41) Evrensel İslam ahlakında ise adalet, merhamet, paylaşma, vefa, samimiyet gibi ahlaki değerler, sadece belli bir ırk grup ya da zümre için değil herkes için geçerlidir. (s. 42)

Esma’ü-l Hüsna, Allah’a inananların ahlaki değerlerini şekillendirecek en mükemmel ahlaki erdemlerdir. (s. 43) İnsan taptığı şey, yani tanrısı kadardır. (s. 44) Hiçbir sistem ya da ideoloji, insan davranışlarının oluşumunu, tam olarak onun biyolojik isteklerine bırakmamıştır. (s. 45) Ahlaklanmak ayrı bir çaba gerektirirken, erdemsiz bir hayat oluşturmak kendiliğinden olmaktadır. O’nun en güzel isimleri Allah’ta mutlak ve mükemmel şekilde bulunduğu gibi, ona inananlarda da mümkün mertebe bulunması gereken ahlaki erdemlerdir. (s. 47) Gazali’nin, ‘Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak’ dediği durum, esma-ül hüsna’daki mutlak ve mükemmel ahlaki niteliklerin insanın temiz fıtratına işlenebilmesi meselesidir. (s. 48) Yüksek erdemlere yönelebilmek iradi harekettir. (s. 49) Allah’ın en güzel isimlerideki mükemmel ahlaki erdemlerin insan hayatına rengini vermesinin de önü açılmalıdır. (s. 50) Gazali, ahlakı, insanın doğuştan getirdiği, beyaz kağıt gibi temiz olan fıtratının üzerine kendi iradesi ile inşa ettiği huyların toplamı olarak görmektedir. Gazali “Müslümanlar Allah’ın sıfatlarını davranış haline getirmeli ve bunların güzellikleri ile süslenmelidir.”der. (s. 51)

Gazali Allah’ın en güzel isimlerinin ilk ikisi olan Rahman ve Rahim isimlerini şöyle açıklamaktadır: Merhamet edilen ihtiyaç sahibidir. Gücü yettiği halde ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermeyene de rahim denilemez. Kuşatıcı rahmet, hak eden ve etmeyeni kapsayan merhamettir. Allah’ın merhameti tamı ve kuşatıcıdır. ‘Rahman’ isminden kulun elde edeceği nasip, onun gafil olanlara acıması, nazik bir şekilde vaaz ve nasihat etmesi, gaflet içerisinde olanlara nefret değil, rahmet nazarıyla bakması, günahları gücü nispetince gidermekten geri durmamasıdır. Gazali’ye göre insan bu anlamları mecazi olarak yüklenebilir. İnsan, ‘Hâlik’ ismi örneğinde, yaptığı işi önce matematiksel bir şekilde tasarlayabilir, ‘Bârî’  ismini model alarak yaptığı işi sağlam bir şekilde yapabilir, ‘Musavvir’ ismi örnekliğinde ise, yaptığı işe estetik bir şekil verebilir. İnsanın iş ahlakını Allah’ın bu üç ismindeki güzel anlamlara göre oluşturması için öncelikle nefsine isyan etmesi gerekmektedir. (s. 52-54) ‘Melik’. Her şey Allah’ın mülkü altındadır. Gazali’ye göre insanın mutlak anlamda melik olması düşünülemez, çünkü insan birçok şeye muhtaçtır. İnsanlardan gerçek melik olanlar sadece Allah’a muhtaç olduğunu bilen, Onun dışındaki şeylere olan ihtiyaçlarını mümkün olduğu kadar azaltabilendir. (s. 55) İnsan, nefis putunun bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini yerine getirmeye kalkışırsa, baştan manevi sermayesi olan karakterini, daha sonra da bütün maddi sermayesini bitirebilir. Allah’ın mülkünde sadece onun yasaları geçerlidir. İnsan kendi mülkü olan bedenini hükmü altına alabilirse mülkünün meliki olabilir. İnsan diline gözüne Malik olabilirse, o da kendi mülkü olan bedeninin meliki olabilir. (s. 56) ‘Cebbar’. varlık âlemine koyduğu yasalarını hükmünü zorunlu olarak yürütmek anlamına gelir. İnsanında adaleti, vefayı sürdürebilmesi için kendisini zorlaması gerekir. (s. 57) ‘Rezzak’. Allah’ın mutlak anlamda rızık verici olduğunu bildirir. Allah rızık olarak yarattığı yeryüzü nimetlerine insanın bedenini yaşatabilmek niteliğini vermiştir Allah yiyeceklere besleyici özellikler verirken diğer yandan da  insana, bu gıdalara karşı bir iştah ve arzu vermiştir. (s. 38) “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm, 39) İnsanın elleri iş yapar ve kazandığını insanlarla paylaşırsa rezzak olabilir. (s. 59) ‘Fettah’ ismi ile Allah yol göstererek (hidayet ederek) insanların sorununu çözer. İnsan da halkın hem dünyevi hem de uhrevi sorunlarını çözecek seviyeye gelebilirse fettah isminden nasibini almış olmaktadır. Her insan bulunduğu yerdeki bir sorunu çözebilirse oranın fettah’ı olabilir. (s. 60) Allah’ın Zati sıfatların insanda bulunması mümkün değildir. Subuti sıfatlar insanda da belli oranlarda bulunabilen niteliklerdir. (s. 61) Allah’ın subuti sıfatları, Allah’ın en güzel isimleri gibi ahlaki tarzda yorumlanabilir. İnsanlara yararlı fikirler sunmalı, onları yanlış yola sevk etmemelidir. (s. 62) Allah kendi mülkü olan evrende zulüm ve kaos olmadığı gibi, insanların yaşadığı hayatta da olabilecek kötülüklere razı olmaz. İnsan kendi irade ve kuvvetini, Allah’ın irade ve kuvvetinden alabileceği güç ve ilhamla iyiye yönlendirebilir. (s. 63) İnsan iradesini zulümden ve kötülükten yana değil adalet ve iyilikten yana kullanmalıdır. (s. 64) Allah işittiklerini ifşa etmemektedir. Bizde insanların ayıplarını örtebilir, sırlarını onlara karşı birer şantaj malzemesi olarak kullanmamalıyız. Allah’ın ayetleri de ahlaki anlamda yorumlanabilir. (s. 65) Örnek olarak Kâfirun suresini verebiliriz. (s. 66) Tevhit inancına sahip olmakla birtakım putları Allah’a ortak koşmak arasındaki fark, her iki tarafında yaşadığı hayatın ahlaki niteliğinin birbirinden farklı olması demektir. (s. 67) Müslüman müşrikten farklı olarak, haram yemeyen, yetimin malına asla el sürmeyen izzet ve hikmet sahibi insandır. (s. 68) Fil suresi ile (s. 69) Kabe’nin putlardan temizlendiği gibi, insanın kalbinin de putlardan temizlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Eğer insan Kâbe mesabesinde olan kalbini temiz tutar, oraya Allah’tan başka ilahları sokmazsa, kalbinin sahibi olan Allah onu heva ve hevese maskesine bürünmüş ebrehelerden koruyabilir. Abese suresi ile (s. 70) Müslümanlar yeryüzünde büyüklük taslayan müstekbirlere değil, fakir bile olsalar samimi ve içten insanlara öncelik vermeleri gerektiğinin farkına varabilir, onlara diğerlerinden daha fazla değer verebilirler. (s. 72) Saffat, 97-107. ayetler: Müslümanların, kalplerinde büyüyen ve kendilerini Allah’tan uzaklaştırabilecek olan sevgileri, Allah için kurban etmeleri gerekir ki O’na yaklaşabilsinler. (s. 74) Kurban kelimesi kesmek  değil, yakınlaşmak anlamına gelmektedir. (s. 75) “Hayra öncülük eden, onu yapan gibidir.”; “Müslüman elinden ve dilinden diğerlerinin emin olduğu kişidir.”; “Ya hayır söyle ya sus” gibi hadislerde, doğrudan ahlaki mesajlar çıkarabileceğimiz hadislerdir. (s. 77)

Hz Adem’in eşi ile birlikte cennetteki yasak meyveden yemesi, bütün insanların Hz Adem gibi günah işleyebileceğini, ancak söz konusu günahların tövbe ile affedilmesinin mümkün olduğunu, insanların günahlarında ısrar etmeyerek Allah’tan af dilemeleri gerektiği mesajını vermektedir. Hz Nuh’un, Hud suresinin 45-47. ayetlerinde uyarılması. (s. 81) Ayetlerde geçen uyarıları kendi hayatımız için ders çıkaracak şekilde yorumlayamazsak, ayetleri tarihin bir sayfasına gömmüş oluruz. Hud suresinin 45-47. ayetler bizi  biyolojik-etnik bağın iman bağının önüne geçmesinin bir çeşit bilgisizlik olduğunu söyleyerek, bizi ırkçılığa karşı uyarmaktadır. İt’ap ayetleri de ahlaki tarzda yorumlandığında, insanların davranışlarına yön veren ahlaki erdemlere dönüşmektedir. (s. 82) Ahlaki endişelerle yapılan bir eylemin bütün süreçlerinde Allah olmalıdır. İnsanın niyetinden eylemlerinin sonucuna kadar Allah ile beraber olması, O’na güvenip dayanması insanı sınırlamaz, aksine güçlendirir. İnsan özgürdür fakat kendisini mutlak anlamda özgür kabul edip Allah’tan kopmaması gerekmektedir. (s. 83)

Cedel-tartışma bir taraftan tartışma konusunu aşağı düşürürken diğer taraftan tartışanları birbirine düşürmektedir. (s. 86) Sadece mezhepler değil meşrepler, cemaatler ve tarikatlar arasındaki tartışmalar da ateşli bir şekilde devam etmektedir. Cedel, sadece yapanı vitrine çıkarttır, deniz suyu gibi içtikçe acıktırır. İnsana cedel hastalığı, kendini gösterme illetinden dolayı bulaşır. Cedelde yenilen doymaz, yenenin ise nefsi kabarır.

Gazali’ye göre tartışmanın ahlaki ilkeleri şunlardır: Tartışmada elzem olan şeyler tartışılmalıdır. Tartışma kalabalıklar önünde yapılmamalıdır. Tartışma hakkı bulmak amacıyla yapılmalıdır.  Tartışma yapan kimselerin birbirine karşı kibirli olmamaları gerekmektedir. Tartışmada hasmın söylediklerini, ‘Sen şöyle demek istedin’ diye farklı bir şekilde nakledip, hasmı töhmet altında bırakmamalıdır. Taraflar hasımlarının kötü duruma düşmesine sevinmemelidir. (s. 88-89)

İnsanlar eylemlerini, hakikatinin aynasında test etmelidir. (s. 97) İnsanın kendi kimliğini oluşturabilmesi için önce kendine dönmesi, kendini tanıması gerekmektedir. İnsan, ilah ya da ilahlarının ürünüdür, insanı onlar eğiterek şekillendirir. Bu anlamda insanın özellikle ilah ya da ilanlarını tanıması gerekmektedir. (s. 99)

Dört türlü benlikten bahsedebiliriz. İnsanların içerisinde yaşadıkları kültürel çevrenin oluşturduğu hazır benlik ki, özgün bir benlik değildir. Rüzgar nereden eserse oraya doğru eğilir. İkincisi, ötekine duyulan nefret ve kine dayalı olarak kurulmuş duygusal benliklerdir. Bu benliği besleyen kaynak, kişinin kendi imkanları değil daha çok başkalarının yanlışlarıdır. Üçüncüsü, bireyin kendi nefsini merkeze alarak kurduğu egoist benliktir. (s. 100) Dördüncüsü, çıkarlarının köleliğinden kurtularak daha yüce bir ahlaki modele doğru hareket edebilen benliktir. İnsanın çevresindeki ilahlara ve nefs putuna hayır diyebilmesi için bunlardan daha mükemmel bir ilahı tanıyabilmesi gerekmektedir. Oda Allah’tır!

İbadetler, insanı erdemli bir hayata götüren güç olmalı, cennete girmenin araçları olmamalıdır. (s. 101) Modern tahribatı önlemenin yolu, İslam’ın özünü oluşturan güzel ahlakın yeniden ihyasıdır. Tarihin bütün firavunları ancak, benlik ve kişiliklerini güzel ahlak temelinde inşa eden kimseler tarafından bertaraf edilebilmiştir. Güzel ahlak, önce insanı sömürücü ilahların kulu olmaktan kurtarmaya ve özgürleştirmeye çalışır. Sahte tanrılar, güçlerinin yettiğini ezerler. (s. 103)

 Prof. Hasan Ayık, Ahlak sorunumuz 

 

 


Yukarı Çık