Konuyu tamamlayan, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’, ‘Hz Muhammed neden çok kadınlar evlenmiştir?’, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’, ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazıları tavsiye ederiz.
Ateistlerin sorduğu birçok soru, ait oldukları kategori başlıkları altında tek tek ele alınıp cevaplanmıştır. Ayrıca benzer soru ve cevaplara ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızdan da ulaşabilirsiniz!
Ateistlere cevap
Peygamber Mekke’ de içlerinde putlar olduğu halde Allah’ ın evi Kabe’yi tavaf edip ona dönüp namaz kıldıktan sonra ne oldu da Medine’ de Kudüs’ e dönmeye karar verdi? Sonra ne oldu da 18 ay geçince tekrar Kabe’ye döndü?
Öncelikle İslam’da 3 mescidin kutsal olduğunu (Müslim, Hac, 511) hatırlatalım. Kıblenin yönünün değişmesi veya başka etkenler bu durumu asla değiştirmemiştir. Ayrıca bu sorunuz, Kur’an’ı Hz Muhammed’in yazmadığının da delili değil midir? Kıble’nin Kabe olmasını efendimiz istediği halde, kendi istediği zaman değil, Allah’ın dilediği zamanda kıble değişimi (Bakara, 144) gerçekleşmiştir. Hicretten önce iki veya üç yıl süreyle efendimiz Kabe’yi de önüne almak suretiyle Kudüs’e yönelerek namaz kılardı. (İbni Kesir, I/226; İbn Sa’d, I/243; Kurtubi, II/150; Fahreddin er-Razi, IV/110) Hicretten sonra da on altı veya on yedi ay bu uygulama devam etmiştir. (Buhari, Ṣalat, 31, Tefsir, 18; Müslim, Mesacid, 11-12) Taki, yukarıda belirttiğimiz ayet inene dek! Peki, neden kıblenin Kabe olması bir sürece yayılmıştır? Aslında, tıpkı içkinin haram olması gibi bu konuda da toplumsal zihniyetin olgunlaşması beklenmiştir! Kabe zaten, putlara savaş açan bir dinin kıblesi olarak inşa edilmişti. (Ali İmran, 96) Putlar oraya ait değildi ve efendimiz Mekke’den ayrılıp Medine’ye hicret ettikten sonra Müslümanların Kabe’ye doğru namaz kılmalarını ayet ile farz kılınmıştı. Mekke’de farz olmamıştır çünkü kabe putlarla doludur, direk o dönemde farz kılınsa Müslümanların da putlara secde ettiği iddia edilebilirdi. Zaten garanik hadisesi -ki cevabı bu çalışmamızda verilmiştir- bile, bize bu konunun ne kadar hassas olduğunu göstermektedir! İslam’a yeni girenlerin putlardan uzak tutulması gerekmekte idi. Dolayısıyla mevcut şekliyle Mekke’de bulunan Kabe’nin kıble olması uygun olmazdı. Hicret’ten sonra, Medine’deki Müslümanların putlara secde etmediğini anlayacakları bir zaman ve mekanda kıble’nin yönü Kabe’ye çevrilmiştir. Kur’an, Müslümanları “Orta Ümmet” (Bakara 143) kavramı ile nitelendirir. Orta ümmet, asla aşırı gitmeyen, dengeli ve hayırlı topluluk demektir. Kıble tayininde de aynısı olmuş, Kıblenin yönü, ümmet için hayatlarında bir denge unsuru ve aynı zamanda imtihan vesilesi olmuştur. Kudüs’e secde de aynı zamanda Müslümanlar içinde bir imtihan vesilesi olmuştur. Zaten Mekke’de yaşayan efendimiz ve ilk Müslümanlar Kabe’nin öneminden haberdar idiler. Ama 10 sene boyunca Müslümanlar sınanmış ve sonunda kazanmışlardır. Yahudi iken Müslüman olanlar da, Kudüs’e secde edilirken memnun idiler. 10. sene sonunda kıble olarak Kabe’ye dönülünce, yeni Müslüman olanlar da sınanmadan geçirildiler. Atalarının kıblesinden başka bir kıble kabul etmek ilk Müslümanlar (Kudüs) için de ilk Yahudiler (Kabe) için de çok zordu. Bu imtihanla Allah’ın gerçek kulları ortaya çıkmıştır. (Mevdudi, I/107) İlk Müslümanlar sabır, sonradan Müslüman olanlar ise sebat ile imtihandan geçirildiler ve kazandılar! Peygamberimiz Yahudilerden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirmiş olabilir mi? İngiliz subay ve gazeteci Bodley bu iddiayı reddetmektedir: “Kıblenin Kudüs’e doğru olması Yahudilerin teveccüh ve sempatisini kazanmak için değildi.” (Ronald Victor Courtenay Bodley, Hz Muhammed, s. 185) demektedir. Kıblenin Kabe’ye çevrildiğine ilişkin ayet indiği zaman Yahudiler, kıblelerine yeniden dönmesini, bunun karşılığında onun dinine gireceklerini Peygamberimize teklif etmişlerdi. Peygamberimiz ise bu öneriyi reddetmiştir. (İbni Hişam, Siyer, II/550) Dolayısı ile, ‘Yahudilerin Müslümanlığı kabul etmesinden ümidi kestiği için kıbleyi değiştirdi’ şeklindeki iddia tamamen geçersiz olmaktadır. Üstelik Kıble değişimi esnasında, Kabe’ye doğru namaz kılmaya başladığında Müslümanlar, Mekke müşriklerinin yakında iman edeceklerini gösterecek bir belirti de bulunmuyordu. (Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, s. 182) Ayrıca Peygamberimiz daima Yahudi ve Hristiyanlara muhalif olmuştur! Onlara şirin görünmek için, mesela, namaza Yahudiler gibi boru ile çağrı teklifini de reddetmişti. (Hatip, s. 183) Ayrıca amaç kalpleri çelme olsa idi, içinde yaşadığı Arapların birleştirici gücü olan Kabe’yi kullanırdı. Hem Mekke’de kaç Yahudi vardı ki?! Biz söyleyelim, ‘Mekke’de hiç Yahudi cemaati yoktu’ (TDV İslam Ansiklopedisi, XLIII/221) “Yahudilerle olan kötü ilişkilerin kıble meselesini etkilemesi iddiası mantık dışıdır. Çünkü Yahudiler reddedilse bile Kudüs yine de kıble olarak kalabilirdi. Nasıl Tevrat’ta adı geçen peygamberler zinciri ile olan bağlantı kesilmediği halde, bu zincirin hakiki temsilcilerinin Yahudiler olduğu reddedilmişse, aynı bakış açısı, kıble konusunda da sürdürülebilirdi.” (Fazlurrahman, Kur’an, s. 270, 271)
Evrende kaos mu var düzen mi?
Ateistler önceleri Newton’un mekanik evren modelinden hareketle ‘tanrı-ya ihtiyaç- yok’ fikrini savunurken şimdi de evrende kaos olduğu iddiasından hareketle yine tanrıyı reddeden fikirler ileri sürmektedirler. Evrenin işleyişi, elektronik, biyolojik, fiziksel, kimyasal hatta toplumsal kurallarla bir bütün halinde devam etmektedir. Bilim, kuralların genel olarak tüm evrende işlediğini kabul ederek yapılır. Kaos evrene hakim olsa idi olaylar formüle edilemez ve teknolojik ürünler de elde edilemezdi. ‘Her yerde’ ve her zaman ‘işleyen’ kurallar var mıdır, var! Yani hem kural var, hem kurallara uyuluyor, hem de bu kuralları uygulama gücü/enerjisi de o varlıklarda mevcut! O halde, mikro ve makro alemde işleyen kurallar bütünü bize düzeni işaret etmez mi? En basiti, trafik kuralları varken bile, akıllı insanlarca uygulamadaki eksiklikler sonucu her gün birçok kaza meydana gelmektedir! Peki, evrende kuralları var eden, bunu ‘akılsız, irade sahibi olmayan cansız’ varlıklara bile uygulatabilen güç nedir? Her insan, yaptığı ürünün ‘dışındadır!’ Evde yapılan yemekten program/kodlamacılığa, sanattan robot teknolojisine dek. Mesela, bir sanatçı düşünelim. Kendisi ürettiği eserin dışındadır ama sanatı ile kendisindeki kalite, bilgi, irade ve güç görünür olur! Unutmayalım ki, “Tabiat kanunları doğayı yaşatmaz aksine bu kanunlarla doğa yaşamını devam ettirir. Yazım kuralları yazı yazamaz, yazım kuralları ile yazı yazılır!” Kurallar eser ortaya çıkaramaz, kurallarla eserler ortaya çıkarılır! Devamı için, ‘Allah’ın varlığının ispatı’ adlı yazımıza bakılabilir. Yani kainat kendi başına var olamaz ve devam edemez!
Fizikteki kaos teorisi nedir? Bu kavramın, ‘mutlak düzenin zıttı’ olan kaosla bir alakası yoktur. Örnekle açıklayalım. Kaotik olarak hareket eden bir sarkaç düşünelim. Periyodik yani peşi sıra gelen hareketler etmemektedir bu sarkaçlar. Veya odada içilen bir sigaranın dumanının hareketini düşünelim. Bu duman düzensiz olarak hareket eder. Ama sonuç itibari ile birçok etken bu harekete neden olsa da yasalara, kurallara göre hareket etmediği anlamına gelmez. Peki buna neden kaotik adı verilmiştir? Çünkü belli bir süre sonra bu cisimlerin nasıl hareket edeceği hesaplanamamaktadır, yoksa kurallara aykırı bir hareket/kaos söz konusu değildir. Hava tahmin raporları neden sınırlı günler için kestirilebilmektedir, çünkü havan durumunu etkileyen girdiler fazla sayıda vardır ve karmaşıktır. Ne sarkaç, ne duman kuralsız hareket etmez. Moleküller yine belli fizik kurallarına göre hareket eder, sarkacı etkileyen momentum, kütle çekimi, eylemsizlik kuralları bellidir, sadece ihtimaller oranı fazlada olsa hareketler belli kurallar çerçevesinde işler! Tahmin edememek, kuralsızlığa işaret etmez, sadece insanın acziyeti, zayıflığı ve sınırlarına işaret eder. İşte insanın tahmin edemeyeceği tüm ihtimaller içinde en uygun olanı seçip hayatı devam ettirene ‘Yaradan, Hâkim, Mâlik, Kadîr olan Allah’ denir! Bu konu, Kur’an’da geçen ‘mucizeler’ konusu ile de alakalıdır. Bilim adamları, ihtimallerin sonucunu kavrayamadıkları bu tür olayları, bilim dışı ilan edip, reddedebilmektedir. Aslında ateistler, tahmin sınırlarını aşan olayları reddederek, kendi bilgi dağarcıklarını ilahlaştırmaktadır. Bu konuyu ‘Deizm Yanılgısı’ başlıklı yazıda tekrar ele alacağız.
“Ateistler evrenin düzensiz, kaotik olduğunu iddia eder. Ortaya koydukları deliller; hastalıklar, açlıkların neden olduğu ölümler, hayvanların birbirini yemesi gibi olgulardır. Aç kalan insanlar anlayamadığımız bir şekilde kaotik olarak ölmüyorlar. Pek çok faktörü mantıklı bilebiliyor ve mantıklı tahminler yürütebiliyoruz. Kaotik bir evrende bilim yapılamaz. Kaos, sistemlerin kendisinde değil biz insanların algısındaki sınırlılıklardan dolayı vardır. İnsanoğlu çok sayıdaki değişkenleri kapsayacak kadar bir analiz metoduna sahip olmadığı için sistemler hakkında öngörüde bulunamaz ve hatalı sonuca ulaşarak kaos iddiasını bu noktada ortaya atar. İnsan vücudundaki ayrı ayrı pek çok sistemin çok kompleks yapı içerisindeki harikuladeliği, baş döndürücü bir mahiyet arz eder. Sistemlerin hepsi ayrı ayrı, çok büyük ve inanılmaz düzen örüntüleridir. Hastalıklar bir düzen içerisinde olmaktadır. Bilgisizlik, düzensiz zannetme sebebidir. Zira konunun cahili olan için örüntüler bilinmemektedir. Tümüne vakıf olamayan cahil, her şeyi rastgele zannetmeye meyillidir. (Dr. Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 110-120) Hastalıkları da neden sonuç ilkesine göre ortaya çıkmaktadır. Hayvanların da birbirini yemesi kaos olsa idi, binlerce sene sonra bile türlerin nesillerini devam ettirmesi mümkün olmazdı!
Özetle, “Kaos düzenin tersidir, kaosta bir adım ötesini tahmin edebilmeniz mümkün değildir. Bizim yıkım olarak gördüğümüz şeyler yeni yapımlar için bir ilk adımdır. Görüntüde yıkım gibi gözükse de aslında o düzenin bir parçasıdır. Her şeyi defalarca denememiz neticesinde aynı sonucu alıyorsak, burada bir kaosta nasıl bahsedebiliriz? Matematiksel formüllerin var olduğu, bilim yapabildiğimiz bu evrende nasıl kaostan söz edebiliriz? Şunu unutmayalım kaosta kanun olmaz, kaosta olaylar formüle edilemez. Psikoloji, matematik, tıpta kısaca tüm ilimlerde bir düzen mevcuttur. En büyük çelişkilerden biri de ‘evrimi savunanların evrende düzenin olmadığını savunanlarla aynı kişiler’ olmasıdır. Kaos teorisi, bilimsel bir verinin ölçülmesinin önünde engel olan ‘farklı faktörlerin bulunması’ ve ‘bizim bunları tespit etmeye gücümüzün olmamasıdır.’ Bir misal, depremi oluşturan fay hatlarındaki harekettir. Bu hareketi sağlayan farklı faktörler olduğu için bugünkü bilim bunları birleştirip çözümleyebilecek bir mekanizma oluşturamamıştır. Burada ölçümü engelleyen farklı faktörleri bizim ölçebilme imkanına sahip olmamamızdan kaynaklanan bir kaos vardır. Deprem, evrende mevcut olan düzen sayesinde olmaktadır. (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 207-212) Kuantum dünyasında olasılıkların geçerli olması ve bu olasılıklardan birinin seçilmesi, bunu seçen bir varlığı zorunlu kılmaktadır. Çünkü olasılıkların tüm karmaşıklığına rağmen ‘düzen devam’ etmektedir. (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 68, 81)
Evren tesadüfen mi oluştu?
Proton kütlesinin elektronik kütlesine oranı 1836/1 olmamış olsaydı bu evrende canlılığı mümkün kılan moleküllerin oluşması mümkün olmazdı. Karbon, oksijen hayatın devamı için en önemli atomlardır. Karbonun oksijen atomunun rezonansına oranı yüksek olsaydı oksijen olamayacaktı, düşük olsaydı karbon yetersiz olacaktı. Böyle hassas bir ayar tesadüfen oluşacak öyle mi? Jüpiter’in dünyaya olan uzaklığı, atmosferdeki ozon düzeyi, yer kabuğunun kalınlığı, toprak kükürtünün miktarı, galaksiler arasındaki uzaklık tümüne bakıldığında hep en hassas şekilde tam kıvamında olan bir denge görülecektir. “Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsiniz.” (Mülk, 3-4) Her şey bir yöneticinin kendisini düzene sokmasına muhtaçtır bu alemde. Bu dengeler tesadüfen devam edemez. Bilakis bu dengeleri devam ettiren yasalar var. Ama yasalar da bir düzenin devam etmesinde ancak sebep olabilir, düzeni oluşturamaz. Bir tasarımcıya ihtiyaç vardır. Cümlelerin oluşabilmesi için belli kurallar vardır. Birisi sorsa cümleleri kim yazdı, dil kuralları diyebilir miyiz? (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 200-202)
İmtihan yeri Dünya ise, Allah bu kadar büyük evren yarattı?
Ateist Ayşe Hür, “Allah neden evreni bu kadar hassas yaratsın?” derken, ateist Ergi Deniz Özsoy de, “Hücre neden bu kadar kompleks yaratılsın?” diye sormaktadır.
“Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Ama bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan ‘ben’ olmazdım. Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21) “Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları ‘çok belirli bir oranda’ gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, ‘çok belirli’ bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, ‘şu an zaten var olan’ uzaklıktır.” (Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 11) “Sadece yaşam dostu bir gezegende değil aynı zamanda ‘yaşam dostu bir evrende’ bulunuyoruz. Fizikçilerin hesabına göre, eğer fizik kanunları ve değişmezleri ‘bir parça bile farklı’ olsaydı, evren yaşamı imkansız kılacak şekilde gelişirdi” (Ateist Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, s. 135) Acaba ateistler ne olsa iman edecekler? Georges Politzer gibileri ‘evrenin başlangıcı olduğu bulunursa kabul ederiz’ dediler (Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s. 156, 179) ama etmediler. Hücre basit olduğu için kendi kendine oluşur (Evrim) dediler, hücrenin kompleks olduğu bulununca da, ‘şimdi de niye bu kadar kompleks?’ diye soruyorlar! Gerçek şu ki, ateistler “Allah’ı gereği gibi takdir edip tanımadılar.” (Zümer, 67)
Kur’an insan sözü mü?
Hakka, 40: “Kur’an elbette değerli bir elçinin sözüdür.” Ayette geçen ‘Resul’ kelimesi, Kur’an’ın insan sözü olmayıp, resulün sadece Allah tarafından görevlendirilen bir haberci olduğunu açıkça göstermektedir. Aynı surenin takip eden 43. ayette Kur’an, “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” denmekte ve devamındaki 44 ve 45. ayetlerde de: “O, bizim adımıza bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette biz onu kudretimizle yakalardık.” buyrularak, daha asırlar öncesinden ayetlerden yanlış anlam çıkarmaya çalışan İslam düşmanlarına ayet cevap vermektedir. Kur’an’ın 300 küsur yerinde, ‘Ey Muhammed de ki’ emri kullanılır. Bu da, Kur’an’ın, hem söz hem mana olarak Allah sözü olduğunu kanıtlar. Kur’an sadece mana olarak peygamberimize bildirilse ve söz ile ifadesi peygamberimize bırakılsa idi, ‘de’ emirlerine gerek kalmazdı. (Bu ayetler aynı zamanda tarihselcilere de cevap niteliğindedir!) Kısaca, ‘de’ emirleri, inen ayetlerin peygambere ait olmayıp Allah’tan geldiğini göstermektedir. Ayrıca ateistler, Kur’an’da bazı tekrarların gereksiz olduğunu ileri sürüp (cevabı aşağıda verilecektir) Kur’an’da hata ararken, bu kadar tekrarı görmeyip de, ‘de ki’ sözüne gerek bırakmayan bu ayetten Kur’an’da hata aramaya çalışmaları da bir ‘çelişki’ oluşturmakta, samimiyetsizliklerini gün yüzüne çıkarmakta ve asıl çelişkinin Kur’an’da değil kendilerinde olduğunu göstermektedir. Kur’an’ı -haşa- Muhammed yazdı ise, kendisini zora, sıkıntıya sokan birçok ayet-sünneti (Musa ismi Kur’an’da 136 kere, İbrahim 69, Nuh 43 kere geçerken Muhammed ismi sadece 4 kere geçer! Neden kendi adını, ‘kendi yazdığı’ (!) kitapta daha fazla geçirmez ki? Bakara, 285. ayette, ‘Peygamberler arasında ayırım yapılamayacağı’ ifade edilir. Bir ayırımcılık yapamaz mı idi? Kur’an’da, kendisinden mucize istendiği halde bunun gerçekleşmeyeceği ‘defalarca’ anlatılır? Neden kendi yazdığı kitapta bir insan kendi açığını böyle ulu orta ilan eder? Kehf, 110. ayette Hz. Muhammed’in, “Ben de sizin gibi bir insanım.” denmesi istenir! O halde bu kitabı neden yazdı, sonuç itibari ile diğerleri gibi sıradan biri olduğunu ilan edecekse, ne gerek vardı bu kadar zaman, emek ve mücadeleye? Kur’an’da Hz Muhammed hata/zelle nedeni ile eleştirilir. Kıyametin saatinin Muhammed tarafından bilinemeyeceği ayetlerde ifade edilir. “Bin yıl sonra” dese idi, kim onu eleştirebilirdi ki? Beş vakit namaz dışında gece namazı (İsra, 79) gibi sadece kendine özel bir namazı, hem de gece vakti neden farz kılsın? Pazartesi perşembe farz olmadığı halde neden oruç tutup aç kalsın? Liste böyle uzayıp gidiyor) Muhammed neden kitabına yazmış, hayatında uygulamıştır? Bu konunun devamı, ‘Oryantalistler ve Muhammed’ ve ‘Kur’an’ı Muhammed mi yazmıştır?’ adlı yazılarımızda bulabilirsiniz.
Hud, 2’de, ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Kuşkusuz ben de O’nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.’ denmektedir. Konuşan kimdir? Muhammed mi yoksa Allah mı?
Hud suresi birinci ayette: “Bu, hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından ayetleri sağlam kılınmış, sonra da şu şekilde açıklanmış bir kitaptır.” buyrulmaktadır. Yani daha birinci ayette ‘kitabın sahibi, göndereni’ açıklanmaktadır. Gelelim ikinci ayete. İkinci ayette, ‘Hz peygamberin, Allah tarafından görevlendirildiğinin duyurulması’ söz konusudur. O bir peygamberdir, herhangi bir insan olarak değil, Allah tarafından görevlendirilmiş bir ‘uyarıcı ve müjdeleyici’ bir elçidir! Mesela, Kur’an’ın ilk suresi Fatiha Suresinde, besmeleden hemen sonra, ‘Hamd, âlemlerin Rabbi Allah içindir.’ buyurulmaktadır. Ayet, ‘De ki’ ey Muhammed!’ şeklinde başlamamıştır. Ama Arap dilinde ‘iltifat sanatı’ denen ve ‘sözü söyleyenin kim olduğunun anlaşıldığı’ edebi söz sanatı vardır ve bu Arapçada çok kullanılan bir sanat* türüdür. Bu Arap dili ve edebiyatında meşhur bir sanattır ve ateistleri kandırmak için (!) sonradan (!) uydurulmuş değildir! Bir başka dil ve o dilin edebi sanatı hakkında konuşurken, o dilin özelliklerini bilmek ve ona göre değerlendirme yapmak gerekir. Kendi dilimizin kuralları ile başka bir dilin, hele bir de o dilin sanatsal/edebi örnekleri hakkında yorum yapma yetkisini kişinin kendinde göremesi, sadece aşırı cehaletten kaynaklanan bir cesaret ile açıklanabilir ki, buna Dunning Kruger Sendromu denmektedir! Konumuza dönersek, ayetleri bizzat kendi önce ezberleyen ve sonra da vahiy katiplerine yazdıran (‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazımızda konu detaylı ele alınmıştır) Hz Muhammed, Allah’ın peygamberi iddiasında olduğuna göre neden bu ‘gaflarını’ yazdırma esnasında düzelttirmemiştir?! Bu sanatla ilgili Kur’an’da o kadar çok örnek (Kur’an’da ‘Ben, Biz, O’ ifadeleri’ adlı yazımıza bakılabilir) vardır ki? Bu sanattan habersiz kişilerin bir de bilgiççe yorum yapabilme hakkını kendilerinde görmeleri ancak ironi ile açıklanabilir! Vahyin geldiği ilk dönemlerin şiddetli İslam düşmanı olan müşrikler, neden bu sözlere itiraz etmemiş, bu konudan hareketle peygamberimize saldırmamışlardır? Yoksa onlar bu sanata vakıf idiler ve onlar açısından gayet normal bir hitap tarzı mı vardı ortada? Ayrıca, hadisleri (Yani kendi sözlerini) ayetler ile hiç birbirine karıştırmayan, Kur’an yazılırken hadislerin yazılımına belli bir süre, ayet ve hadislerin birbirine karıştırılma ihtimaline karşı, karşı çıkan bir insan nasıl olur da bu kadar ”gafı” yazılı hale getirip ölümsüzleştirir? Aynı durum En’am suresi, 114. ayet için de geçerlidir. 111. ve 112. ayetlerde Rabbimiz kendi adına konuşurken hemen sonraki ayette, ‘de ki’ lafzı olmadan, aynı sanatsal ifade ile ayete devam edilmektedir. Zaten 115. ayette yeniden Rab olan ‘Allah’ın sözü’nden bahsedilmektedir.
*İltifat sanatın incelikleri hakkında, “Ahmet Yüksel tarafından yazılan, ‘Arap dilinde iltifat sanatının tarihi seyri ‘ adlı makale ile Muhammed Mahcub el-Hasen’in, ‘Kur’an’ı Kerim’de İltifat Sanatı: Faydaları ve Amaçları’ adlı makaleleri ile, İsmail Durmuş, İltifat, DİA, İstanbul, 2000, cilt: XXII, s. 152-153; Süleyman Mollaİbrahimoğlu‚ Kur’an-ı Kerim’de İltifat Sanatı, Diyanet İlmi Dergi, cilt 33, sayı: 1, 1997, ss. 15-35; Abdurrahman Özdemir, Kadim Bir Söz Sanatı: İltifat ve Kur’an’da İltifat Örnekleri, İslami İlimler Dergisi, yıl: 1, sayı: 2, 2006; Kadir Kınar, Belağatta İltifat, Bilimname (Düşünce Platformu), Kayseri, 2006, VII/2, s.75-106; Mehmet Dağ‚Kur’an’da Üslup Diyalektiği: İltifat (Zamanlar ve Şahıslar Arası Geçiş) Salkımsöğüt Yay. 1. Bas. Ankara, 2008” adlı çalışmaları da tavsiye edebiliriz. Tabii ateistler bu eserlerin kendilerini kandırmak amacı ile uydurulduğunu da iddia edebilirler!
Her canlı ölümü tadacaktır deniyor, ama ‘Turritopsis Dohrni’ adlı deniz anası, yaşlanmadan dolayı ölmüyor, olgunluk dönemine ulaşınca hücrelerini yenileyebilir. Ayrıca bölünerek çoğalan bakteriler de ölmüyor.
“Her canlı ölümü tadacaktır.” (Ali İmran, 185; Enbiya: 35; Ankebut, 57) Bu değişmez evrensel bir kuraldır. Verilen her iki örnek, sadece ‘ideal koşullar’ olduğu müddetçe devam eden bir durum için söz konusudur. Ama sinir sisteminde oluşacak bir zarar, dış müdahale veya başka canlı tarafından yenme durumunda ölüm olayı yine gerçekleşmektedir. Ateist, ‘Bakteriler ölümsüz’ dese de bilimsel gelişmeler, bölünerek çoğalan bu canlıların simetrik değil asimetrik çoğaldığını ispat etmektedir. Yani bölünme ile çoğalan yeni canlı, ‘farklı bir tür’ olarak çoğalmaktadır. “Eğer bakteriler simetrik olarak çoğalsa, yaşlanma olmazdı. Ama ortada asimetrik bir çoğalma olduğu için, daha fazla zarara sahip yeni hücre yaşlanmaktadır.” (Camilla U. Rang, Annie Y. Peng, Lin Chao.Temporal Dynamics of Bacterial Aging and Rejuvenation. Current Biology, 27 October 2011; Ayrıca bakterilerin de yaşlandığına dair araştırma için tıklayınız: https://journals.plos.org/plosbiology/article?id=10.1371%2Fjournal.pbio.0030045&fbclid=IwAR0uPAgjPNA2-diI-w2l47d0w2O026eDCSgokuSpLIo_jEi_mYk5BTNo20U: Aging and Death in an Organism That Reproduces by Morphologically Symmetric Division: Morfolojik simetrik bölünmeyle çoğalan bir organizmada yaşlanma ve ölüm: Tarih: 1 February 2005) Zaten uygun ortamın her zaman bu dünyada devamlı olması imkansız bir durumdur. Her canlı ki buna bakteriler ve denizanasının her türü de dahildir, belli ısının üzerindeki bir sıcaklığa maruz kaldığında ölmektedir. Basınç, düşman tarafından yenme veya doğal ortamların bozulması gibi etkenler sonucu her canlının yaşamı son bulur. Prof Thomas Bosch: ‘Ölümsüzlük diye bir şey yoktur. Yaşlanmadan dolayı değilse de, başka canlıların verdiği zarardan, hastalık veya volkanik patlama gibi çevre koşulları nedeni ile ölüyorlar.’ (BBC Earth, Big Questions, 15 Jun 2015) demektedir. Zaten ‘metal yorgunluğunun’ olduğu bir evrende, dünyanın ve içindekilerin (Termodinamiğin ikinci yasası gereği) bir sonunun olduğu da (Kıyamet) bilimsel bir gerçektir. Kısaca ölümsüzlük sadece bir iddia ve bir hayaldir. Bu teori de, ateistlerin yine haksız ve bilimsellikten uzak bir başka görüşü olarak anılmaya devam edecektir. Ateistlerin temel problemi, aklın bir sınırı yokmuş ve sanki bilim en son noktasına ulaşmış, keşfedilecek bir şey kalmamış gibi hareket etmeleridir. (Bu konuda, ‘Bilim değişmez mi?’ adlı yazımızı tavsiye ederiz.) Halbuki, şahsen benim defalarca tecrübe ettiğim gibi, zaman geçip bilim ilerledikçe Kur’an’ın söylemlerinin haklılığı her defasında bir kere daha ortaya çıkmakta, Kur’an’ın içeriği bilimsel olarak ispat edilmektedir! Örneklere bu yazıdan da, ‘İslami emirler, yasaklar ve hümanizm’ adlı yazımızdan da ulaşabilirsiniz.
Kur’an’ın yazılması mümkün değildir, yazım ve dil bilgisi kuralları daha sonra ortaya çıkmıştır ve Kur’an’da bu dil bilgisi kurallarına göre hataları bulunmaktadır.
Herhangi bir dilin “gramer kaideleri”nin konulması o dili kullanan ilk sahiplerinin konuşmalarını ve anlayışlarını öncelemez, önceleyemez de. Örneğin İngilizce, biri çıkıp bu dilin kaidelerini ortaya koyuncaya kadar uzun bir süre konuşulmuştur. Bir dilin grameri insanlar tarafından tesis edilmiştir, ama bu, o dilin ilk sahipleri tarafından konuşulması ve anlaşılmasından önce olmamıştır. Örneğin Yunanca’yı ele alalım. Bildiğimiz üzere Yunanca çok eski bir dildir. Yunanca’ya dair ilk gramer kitabı, ancak milattan önce ikinci asırda Dionysius Thrax tarafından yazılmıştır ve bu kitap o kadar özettir ki sadece kelime bilgisine hasredilmişti. Gramer kaideleri, dilin ilk sahiplerinin bu kullanımlarından derlenmiştir. Bu gerçek reddedilemez.
“Gramerin (Dilbilgisinin) derlenmesinin, dilin gelişiminde bir aşama olduğu genellikle bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Dilin tarihi iki farklı safhaya ayrılır. Biri “gramer öncesi”, diğeri de “gramer sonrası” aşamadır. Bir dilin grameri insanlar tarafından ortaya çıkarılır ama bu, o dilin ilk sahipleri tarafından konuşulması ve anlaşılmasından sonra olur. ‘Gramer kuralları dilin ilk sahiplerinin kullanımlarından derlenmiştir.’ Yani biri çıkıp bir dilin kurallarını ortaya koyana dek uzun bir süre o dil konuşulur. Arap gramercilerin çalışmalarına kaynaklık yapanlar; şairler, yazarlar, hatipler ve o dili konuşanlardı. Gramer sonrası aşamada ise, gramer kaideleri; yazarlar, şairler, hatipler ve diğer dili kullananlar tarafından, kendi yazdıkları ve konuştuklarının doğruluğu için bir ölçü olarak kabul edilmiştir. Arap edebiyatının ittifakla kabul edilmiş başlıca iki kaynağı Kur’an ile İslam öncesi ve İslam dönemi şiirileridir. Nahiv (Arapça dilbilgisi, Arap dilinin yapısının) kuralları Arap dilinin en temel kaynaklarından biri kabul edilen Kur’an’dan alındığı halde Kur’an’da nasıl hata olabilir? Aslında Kur’an’da hata aramak, “tamamen, astronomlar tarafından yazılan eserlere dayanarak kainatta hata bulmaya çalışmak gibidir.” Nahivciler ile Arap dilinin diğer bütün dilbilimcileri, istisnasız bir şekilde Kur’an-ı Kerim’i, nahvin ve Arap dilinin diğer bilimlerinin kaynağı olarak kabul etmiştir. Bu sebeple Arap gramerinin kurucuları olan Sibeveyhi, Zemahşeri, İbn Hişam, İbn Malik, el-Ahfeş, el-Kisai, el-Ferazdak, el-Ferra’, Halil b. Ahmed el-Ferahidi ve diğer pek çok meşhur nahivci ve dilbilimci, nahve veya dile ait herhangi bir kuralı tespit ederken, mümkün olan her yerde iddialarını desteklemek için delil olarak sadece şiir beyitlerini değil aynı zamanda Kur’an ayetlerini de zikretmişlerdir. Ferahidi, “Kitabu’l-Cumel fi’n-Nahv”adlı eserinin önsözünde şunları yazmaktadır: “Her manayı kendi babında, Kur’an’dan ve şiirden delil getirerek açıkladık.” Aynı şekilde Howell, “A Grammar of the Classical Arabic Language” adlı eserinin önsözünde şunları ifade etmektedir: “Gramercilerin hedefi klasik kullanımları izah etmektir. Onların kurallarında kullandıkları şahitler; Kur’an metinleri, hadis pasajları, meseller/örnekler, çöl Araplarından işitilerek nakledilen ibareler ile şiirdir.” Şurasıda bir gerçektir ki, beliğ/sanatlı ve dilleriyle gurur duyan Araplar, Kur’an vesilesiyle İslam’a girmeye başladılar. Hz Peygamber nübüvvetinin ilk on üç yılı boyunca, sadece, Kur’an’ı insanlara sunmuştur. Ne tuhaftır hiç kimse Kur’an’ın diline veya üslubuna itiraz etmemiştir. Aksine, Müslüman olmayı reddeden Araplar bile Kur’an’ın dili ve üslubu hususunda hiç bir şey söylememişlerdir. Tüm bu nedenlerle de, Kur’an’da gramer hatası aramak anlamsızdır. Zaten Kur’an’ın otorite konumu, Arap dili ve Edebiyatının en kabul görmüş sahipleri veya otoriteleri; nahivciler, lügatçiler tarafından tamamen anlaşılmış ve takdir edilmiştir. Nahivcilerin çalışmalarında en temel kaynak materyal olan Kur’an, nahivcilerin eserleri esas alınarak tenkit edilemez” (M. Vecih Uzunoğlu, Nüsha, Yıl: V, Sayı: 18, Yaz 2005, 7-32)
Kur’an’ı, kendisinin kaynaklık ettiği bir disiplinin altında değerlendirmek veya ona uygun olup olmadığını ölçmek mantıklı bir bakış açısı olamaz. Kur’an’dan önce Arap dili ve grameri üzerine bir kitap yazılsa, ateist ve oryantalist ithamların, en azından, bir haklı dayanakları olabilirdi ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Arap dil bilgisi kuralları üzerine araştırmalar ve eserler Kur’an ortaya çıktıktan sonra (III. yüzyıl başlarından itibaren) yazılmaya başlanmıştır. Bugün bize farklı gelen ve Arap dil bilgisi kurallarına muhalifmiş gibi algıladığımız bazı dil kullanımları Ebu Ubeyde, Ferra, Hamidullah ve benzeri ilim ehlinin de işaret ettiği üzere aslında o günün insanının kullanımıyla uyumludur. Zira bu ‘kural dışı kullanımlar, gerek Kur’an’ın muhataplarının kullandığı günlük konuşma dilinde gerekse de Arap divanı olarak tabir edilen cahiliye şiirinde kendisine sıkça yer bulmaktadır.’ Çok geniş bir coğrafyada konuşulan Arapçanın çeşitli lehçelerine ait özelliklerle dolu olan Kur’an’ın, bu dil zenginliğine bağlı olarak gramere aykırı bazı yapıları kullandığı görülür. Çünkü Arap gramerinin oluşturulmasında edebi lehçe diye anılan daha dar bir dil çerçevesi esas alınmıştır. (Soner Gündüzöz, Kur’an’da yerleşik gramer kurallarına aykırı dil yapıları, Nüsha, yıl: II, sayı: 6, yaz 2002) Kur’an, indiği dönemin ortak edebi dili olan Kureyş lehçesiyle inmiştir. Ancak bünyesinde başka lehçelere de yer vermiştir. Bu sayede Kur’an, Kureyş lehçesi kadar gelişememiş diğer lehçelerin de gelişmesine zemin hazırlamış, farklı lehçeleri birbirine yaklaştırmıştır. Aynı şekilde Kureyş lehçesini konuşanlar da diğer lehçelerdeki kelimeleri öğrenme fırsatı bulmuşlar, dillerinde meydana gelen zenginliğin nimetlerinden yararlanmışlardır. Yani ‘Kur’an, kendi dilini yine kendisi oluşturmuştur.’ Kur’an, ne kelime ne de gramer noktasında kendini tek bir üslup ya da lehçeyle sınırlamamış, Kureyş ortak edebi dil olmak üzere diğer lehçelerden de kelime ve gramer almakla kendi dilini oluşturmuştur. Arapçanın, yazı dili haline gelmesi de Kur’an sayesinde olmuştur. Özetle, “Arapların Kur’an’dan önce herhangi bir gramer kitabı yoktu. Arapçada kullanılan gramer zaten Kur’an’dan sonra bizatihi Kur’an metinlerinden çıkarılmıştır. Yani Kur’an, gramerin kendisinden türetildiği bir kitaptır. Gramerin kaynağı Kur’an, o gramer kurallarını yazanlar Müslüman ama o yazılan gramerden Kur’an’da hata bulan 21. yüzyıl insanı! Ne denilebilir ki? Cahiliye şiirleri Kur’an kadar eskiye nispet edilmiş değildir. Şiirler Kur’an gibi kelime kelime korulmuş, tamamı derlenebilmiş de değildir.” (Altay Cem Meriç, Muhtelif-1, s. 45, 48, 51)
Biz bir gerçeklik var ki varız. 1)Evren nihai sonsuz bir varlık olsaydı(Mutlak varlık) Bizler var olamıyacaktık. 2)Tanrıda nihai sonsuz bir varlık olursa(mutlak varlık) bizler var olamayız. Çünkü Mutlak olarak var olan bir varlığın yanında bașka bir varlık daha olamaz. Çünkü varlıkta ikilik olmaz.Varlıkta teklik olur. Yani ya sadece o gerçeklik(Tanrı,vb…) vardır. Yada sadece canlı-cansız tüm varlıklar vardır. Soru:Bu durumda bir paradoks ortaya çıkar. Peki bu paradokstan nasıl kurtulabiliriz??
O (cc) ezeli ve ebedidir; Başlangıcı ve sonu olmayandır! Biz insanlar ise her şeyi ile sınırlı varlıklarız! Temel soru, cennetin ebedi olması ile alakalıdır ki, bu konuda bile biz insanların ezeli olmadığımızın öncelikle altını çizelim! Peki edebilik nedir? Temel Asıl mesele sonsuzluk kavramı çerçevesinde oluşmaktadır. Bilim evrenin devamlı genişlediğini (Big bang) ispat etti. Ama sonuçta evreninde bir sınırı/sonu vardır ama bir insan şu an dünyadan hareketle evrenin sınırına ulaşmaya çalışsa bunu başaramaz. Çünkü yol aldıkça evrende genişlemeye devam ettiği için hiçbir şekilde o sınıra ulaşamayacaktır! Bir sınırı olsa da, insanın bu sınırlı imkan ve yetenekleri ile (Işık hızına ulaşamama, uykuda yolculuğun zorluğu, kara delik, gök taşları vs.) o sınırlara ulaşılmasını imkansız kılacaktır. Sorunun cevabı bence burada; insana göre sınırsız gibi olan ama aslında sonsuz olmayan gerçeklik söz konusudur. Sonsuz bilgi, güç, merhamet sahibi Rabbimize hamdolsun, O’nun varlığı ve bildirdikleri sayesinde sınırlı zekamız ve imkanlarımızla cevabına ulaşamayacağımız birçok soruya cevap bulabilmekteyiz.
Yoksa gerçek olana ulaşmak mümkün olabilir mi idi?! Sonsuz sayıdaki birçok faktörün etkisi altında kalarak çevremizle alakalı 5 duyu organımızla ve ancak belli bir frekans aralığında olan çok az sayıdaki algılıyoruz ve bu algıladığımız belli bir frekans aralığındaki sinyallerde birçok faktörün etkisi altında kalarak çarpık bir șekilde beyne geliyor ve insanların hakikati anlama çabasıyla bazı gerekçelere baș vurarak bir șeylere anlam yükleme çabası sonucu bilim, felsefe, ezoterik öğretiler, ideolojiler ortaya çıkıyor. Ama sonuçta bilimden felsefeye varılan sonuç bir sonraki aşamada yanlışlanmakta (‘Bilim değişmez mi?’ adlı yazımıza bakılabilir) ve bu kısır döngü sürekli olarak devam etmektedir.
O zaman Eflatun’un mağara benzetmesinde olduğu veya günümüzde matrix diye özetleyebileceğimiz, aslında sadece ‘hayaller dünyasında yaşadığımız’ iddiasını mı kabul etmemiz gerekecek?! Asla! Akıl ile insan sadece belli bir çerçeveyi idrak edebilir! İşte burada hayata ‘vahiy’ devreye girmektedir! Aklın (Tıpkı görme, duyma vb.) sınırı vardır, sınırları zorlayınca insan yaratılış amacının dışına çıkar, vardığı yanlış sonucu hayatının amacı olarak kabul eder! Tekrar iddiamıza dönelim: İnsan vahiy kökenli dine odaklanılmalıdır. Yoksa ateizmden komünizme, deizmden uzaylılar tarikatına, ‘nefsini ilah edinen’ toplumlar arasında insan kaybolur gider! Değil hak olmayan din; dini reddedenler bile aslında bir dine, ideolojiye, sapık bir tarikata mutlaka inanır yani iman eder! Bu konudaki örneklere de ‘Ateist akıl’ adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz. Özetle temel mesele; gerçek inanılması gerekeni bulup onda sebat edebilmektir.
Ben Kur’ani iki kapak arasi 60-70 kez okumuşumdur belki . Ama ben Kur’anda hikmetli, mucizeli şeyler bulmak istiyorum. Yani Kur’andaki hikmetleri bulmak , keşfetmek istiyorum. Bunun için napiyim?
Yaşayarak! O zaman hem hayatın hem ruhun anlam bulacaktır! Geleceğe de umutla bakacak ve seni dünyada yenecek, baş eğdirecek hiçbir görmeyeceksin! Kur’an dışındaki ‘tüm’ fikirlerin, hatta bilimsel iddialar dahil 50-100 yıl içinde eskidiğine şahit olmuyor muyuz?! Kur’an ise hala dünyaya umut ışık saçmaya devam etmektedir! 1440 sene önce çölün ortasında, okuması olmayan birisinin insanlara tebliğ ettiği kitapta güncel birçok bilimsel gerçekler hala keşfedilmektedir! (Detay için, ‘Ümmi peygamber’, ‘Kur’an ve bilim’ adlı yazılarımıza bakılabilir!) Bilim ve insan tecrübesi ilerledikçe Kur’an’a yaklaşılmaktadır. (Bu konu için de, ‘İslami emirler, yasaklar ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılabilir!) 1400 senedir, Mekke’li müşriklerden günümüz ateist ve oryantalistlerine dek, kendisine bu kadar iftira atıldığı halde ayakta kalıp hala insanlara ışık saçan başka bir kitap var mıdır? bu bile tek başına bir mucize değil midir? İçindeki insanlığa kurtuluş reçetesi olarak sunulan tekliflere muhalif olan diğer sistemler insanlara ne kadar huzur sağlayabilmiştir? (Bu konu da, ‘İdealler ve tarihten pratik realiteler’ adlı yazımıza bakılabilir!) ‘Kur’an’daki ‘bilim’, ‘hümanizm’ ve ‘pratikler’ teorik ve pratik hikmet/mucizeleri size sunacaktır. Hayatımızda onları tatmak için ise, sadece bilmek değil uygulamak; yaşamak; hissetmek gerekmektedir. İşte o zaman kalp mutmain olur, gönül huzur bulur, insanlık dünya ve ahiret saadetine kavuşur!
Allah (cc) neden diğer kutsal kitapları korumadı da sadece Kur’an’ı korudu?
“Özellikle deistler, ‘Allah tek ise, neden bir kaç din var’ şeklinde bir soru sorabilmektedir. Halbuki Allah zaten tek bir din göndermiştir. Tüm ilahi kitaplar, Allah katından indirilmiştir yani, Müslümanlığın kitaplarıdır.” (Hüseyin Selim Kocabıyık, Ateizm ve Deizm, s. 65) Burada asıl ihmal edilmemesi gereken konunun yüce yaratıcının insanları hiç bir zaman vahyinden uzak bırakmaması, her zaman ve mekanda onlara emir ve yasaklarını bildirmiş olmasıdır! Rabbimiz her yere mutlaka peygamber göndererek onları vahyine muhatap kılmıştır! Kitaplar insanlar tarafından bozulsa da rabbimiz insanların iyiliğine olan emirleri ve insanlara zararlı olan yasakları her zaman onlara yine bildirmiş, onları kılavuzsuz bırakmamıştır. (Bu konular, ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ ve ‘İslami emirler, yasaklar ve hümanizm’ adlı yazılarımızda ele alınmıştır.) Kısaca Kitapların bozulması vahyin kesintiye uğradığı anlamına gelmemektedir. Ayrıca, mesela İncil korunmaya alınsa bu defa neden Tevrat korunmamıştı sorusu gündeme gelecektir! Tevrat korunsa neden suhuf/sayfalar korunmamıştı sorusu sorulacaktır. Yani amaç kulluğun nasıl yapılacağını sorgulamak değil, nasıl kaçılacağını aramak olunca, amaçtan uzaklaştıran sorular asla son bulmamaktadır! Cevaba geçmeden önce bilinmesi gereken diğer hususun, peygamberimizden önceki tüm peygamberlerin bir bölgeye veya topluma gönderilmiş iken, Hz Muhammed’in tüm dünyaya gönderilmiş bir peygamber olduğu (Enbiya, 107) gerçeğidir. “Peygamberlerin hepsi, Hz Muhammed hariç, sadece kendi toplumları ile sorumlu tutulmuştur.” (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 73) “Önceki kitaplar sadece belli kavimlere özel olarak indirilmiştir. Evrensel tarafları yoktur. Çünkü bir peygamberden sonra başka bir peygamber gönderilerek insanlar ardı sıra uyarılıyorlardı. Kur’an ise tüm insanlara gönderilmiştir.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 183) Bu konu ayrıca, ‘Kur’an sadece Araplara mı indirilmiştir?’ başlıklı soruda ele alınmıştır. Diğer bir hususta kıyametin yaklaştığı (Müslim, Cum’a, 43; İbn-i Mace, Mukaddime, 7) gerçeğidir! Rabbimiz Kur’an’ı bölgesel değil evrensel mesajla, ilk insandan itibaren gelen din olan İslam’ın son versiyonu olarak insanlığa göndermiş ve onu koruma altına almıştır. Tevrat’ın içinde ‘iman, ibadet ve toplumsal hayat’ ile ilgili kurallar vardı. Zebur daha çok ‘dua’ içerikli iken İncil’de ise ‘ahlak’ ağırlıklı emir ve yasaklar bulunmakta idi. Kur’an’da ise tüm bu içerikler, ‘bozulmayan ve güncellenen asıl halleri’ ile toplu olarak gönderilmiştir! Yani, Tevrat korunmuş olsa, Kur’an’da var olan ama Tevratta olmayan ahlak ve dua bölümleri eksik kalacak, insanlık bunlardan mahrum kalacaktı ki, bu, diğer kitaplar içinde aynen geçerlidir! Suhuflar ise koruma altına alınmamıştır çünkü insanlık daha sonra pekçok yeni meselelerle karşılaşmış ve o konularla ilgili hükümler o sayfalarda bulunmuyordu. Mesela Adem aleyhisselam zamanındaki sayfalarda faiz, içki vb. gibi haramların bulunmadığı muhakkaktır. Allah (cc) son peygamberi gönderdiği ve artık peygamber gelmeyeceği için, bu son ilahi kitabı koruma altına almıştır. Kur’an içeriği itibari ile kıyamete dek tüm insanların ihtiyaç duyacağı emir ve yasakları bünyesinde barındırmaktadır. Kıyamete dek başka kitaba da ihtiyaç yoktur, o nedenle de son ilahi ve korunan kitap Kur’an’dır!
Şeytan cennete girip Adem’i nasıl kandırdı?
Cennet, ‘bahçe’ anlamına gelir. (DİA, Cennet maddesi) “Hz. Adem ve Hz. Havva’nın çıkarıldıkları yer, her türlü dünya nimetlerinin bulunduğu bir mevki olabilir.” (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 111; M. Şa’ravi, Fetava, III/436) Hz Adem bildiğimiz anlamdaki bir cennette değil, yeryüzünde yaratılan cennet gibi bir yerde yaratılmış ve eşi ile yasak meyveyi yiyince yeryüzünün daha alçak yerlerine sürülmüştür. İbni Abbas, Ebu Hanife, Maturidi’de bu görüştedir. (Kayyım, Hadi’l-Ervah, s. 25, Maturidi, T. Ehli Sünne, I/425, Razi, M. Gayb, III/4) Ayrıca ahiret cennetinde emir, sorumluluk, yasak yoktur. O cennete giren çıkmaz, orada günah olmaz, şeytanda oraya giremez. Zaten Cenabı Allah (cc) Bakara 30. ayette de, “Yeryüzünde halife yaratacağım.” buyurmaktadır. Bakara 36. ayette, cennetten inin ayetinde geçen kelime “Hebata” fiilinden türeyen, “İhbitu” fiilidir ki, Ragıb bu kelimeyi , “İnin, gözden düşün” (Ragıb, 781) şeklinde açıklamıştır.
İslam’ı duymayan insanların hali ne olacaktır?
Ali İmran suresi 85. ayette, “Kim İslam’dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.” buyrularak genel bir hükmü bize bildirilirken, yine aynı surenin 113-115. ayetlerinde ise özel bir hükmü bizlere haber verilir: Allah’a inanıp, ahireti inkar etmeyen ve iyi işler işleyenlerin amelleri boşa gitmeyecektir: “Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır. Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği gibi sakınanları bilir.” Ama altını çizerek belirtelim bu hükümler günümüz ‘İslam’dan haberi olan’ Yahudi-Hristiyanları kapsamaz! Onlar için 85. ayet geçerlidir. Benzer içerik için, ‘Kur’an’da çelişki Yoktur’ adlı yazımızdaki, ‘Hristiyanlar cennete girebilecek mi?’ başlıklı soruya verilen cevaba da bakılabilir.
Kur’an’da Hz. Muhammed’e özel ayet var mıdır?
‘Yunus Suresi, 94. ayet: “Ey Resulüm, eğer sana indirdiğimizden kuşkuda isen senden önce kitabı Tevrat’ı okuyanlara sor.” Kur’an’ın yöntemlerinden birisi, insanlara yapacağı hitabı Resulullah’ın şahsına yöneltmesidir.’ (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 250) Kur’an Hz Muhammed’in Müslümanlar için örnek-rol-model bir şahsiyet (Ahzab, 21) olduğunu ifade eder. Efendimiz Kur’an’ı hem açıklayıcı (Nahl, 44) hem yaptıkları ile İslam’ın emirlerinin pratiğe geçirilmesiyle görevli (Tirmizi, tefsir, 2, Buhari, ezan,18, Nesai, menasik, 27) ve hem de Kur’an’ı hayatına aktaran bir ‘Yaşayan Kur’an’; ‘ahlakı da Kur’an ahlakı’ (Müslim, Müsafirin, 139) olan biri idi. Dolayısı ile Efendimize yönelik gözükenayetler aslında, insanlara örnek olması istenen kuralların aktarıldığı ayetlerdir. Bakara 204: “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri ‘senin’ hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır.” Bu ayet aynı zamanda ve aslında bize de hitap etmekte değil midir? En’am, 68: “Ayetlerimiz konusunda ‘alaylı tartışmalara dalanlar bir başka söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Artık zulmeden toplulukla beraber oturma.” Bu sadece efendimize verilen bir emir midir? Taha, 2: “Ey Muhammed! Biz, Kur’an’ı sana, güçlük çekesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” Bu ayet de sadece efendimize değil tüm İslam tebliğcilerine hitap etmekte değil midir? Veya Ahzab 32: “(erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın” derken bu uyarı sadece efendimizin hanımları olan bizim manevi annelerimize yönelik özel bir ayet midir? “Peygamberimizin özel hayatı ile ilgili görünen ayetler aslında hukuki hükümlerin konulmasını amaçlar. Mesela ifk hadisesi ile inen ayetler zina iftirasının cezasını; Tahrim suresi yemini bozarak kefaretin ödenmesi gerektiğini; Zeynep validemizle ilgili ayetler evlatlık müessesesi ile ilgili konuları açıklar.” (Soner Duman, Allah’ım sorularım bitmedi, s. 100) Tahrim 1. ayet ile helal bir şeyi insanların kendilerine haram kılmalarının yanlışlığı aktarılmış, Ahzab 53. ayette de ev sahibinin izni ile evlere girilmesi konusunda efendimizden hareketle adap-edep kuralı topluma öğretilmiş, 36. ayette Müslüman olduğunu iddia edenlerin hayat standartlarını ve yaşayışlarındaki kuralları Kur’an ve sünnet çerçevesinde çizmeleri istenmiş, Sad 86. ayette İslam tebliği yapanların bunları dünyalık menfaat için yapmamaları hatırlatılmış, Enfal 41. ayetle ise devletin vergilerinin paylaştırılması konusuna açıklık getirilmektedir.
Ahzab, 28: “Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: “Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım.”; Ahzab, 30: “Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun cezası ikiye katlanır, bu Allah için kolay bir şeydir.” ayetlerini nasıl anlamalıyız?
Ahzab 28. ayette Allah, peygamber özelinde, ‘Allah’ı hiç kimse için ikinci planda bırakmayın’ uyarısı yapılmaktadır. 29. ayette, ‘Allah yolunda yaşamı peygamberle beraber ahiret odaklı yaşarsanız, büyük ödül asıl buradadır’ denmek, 30. ayette ise topluma yön veren düşünürlerin, liderlerin savundukları davaya zarar vermemek için yaşantılarına, davranışlarına, sözlerine, aile hayatına diğer insanlardan iki kat daha özen göstermeleri gerektiği mesajı verilmektedir. (H. Kemal Gürger, Ateizmin ve deizmin sorularına karşı İddialar ve izahlar, s. 76)
Mücadele Suresi 12 ayet de peygamberle görüşmeden önce sadaka verilmesi istenmektedir. 13. ayette ise ‘sadaka sunmaktan korktunuz mu?’ denilerek sadaka sunma şartı kaldırılmaktadır. Bunun anlamı nedir, günümüzdeki yansıması nasıldır?
Sadaka kelimesi ‘sadakat’ten gelir. Davaya sadık olanların göze aldığı bir bedeldir sadaka. Bazı insanlar paraya sahip olduğu halde, onun kölesidir. Malın kölesi, efendisini vermez, veremez! Zaten bu sadakalar Allah’ın resulünün şahsına verilmemekte, ‘Beytül mal’ denen devlet hazinesine aktarılmaktadır. Zengin bazı münafıklar, peygamberin vaktini boşa aldıkları için bu ayet inmiştir. Varlıklı münafıklar da, sadaka verdikleri zaman bu paranın devlet hazinesine girmesini istemedikleri için, özel görüşme isteklerinden vazgeçmişlerdir. Fakat gerçek ihtiyaç sahibi olup fakir olanlara da, ayetin devamı hitap etmektedirler. Onlar, Peygamber ile görüşmek için sadaka vermek zorunda değillerdir. Yani, zengin münafık ‘bulamadım’ diyemeyeceği fakat hazineye yardımda etmek istemeyeceği için peygamberlerle görüşmekten vazgeçmiştir. Ayetin günümüze bakan yönü ise şudur: İnsanlar bulundukları mevkiye ulaşınca, etraflarında münafıklar türeyebilir. Diğer sonuçta, toplumun menfaatini önceleyen kişiler, belirli makamlara öncelikli atılmalıdır. (Gürger, s. 234) Devlet adamları ile yapılacak bazı özel görüşmeler, geliri devlete vermek kaydıyla, makbuza da bağlanabilir. (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 449) Kur’an’da çok istisna olarak, İslam’ın çekirdek kadrosunun merkezinde bulunan efendimize hitap eden ayetler Kur’an’da bulunabilir mi? Mümkündür. Ama bu temel- merkezin sağlamlığı ve örnek olması açısından gereklidir fakat bunların mutlaka topluma dönük bir yönü ve mesajı da bulunmaktadır. Yani “Ayetler özel bir olay için inmiştir, ancak, aynı şartlarda herkes için genel bir emri ifade eder.” (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet, oryantalist Schacht’a reddiye, s. 31) Konuyu son bir örnekle bitirelim, Müddessir suresi ki, inen ikinci suredir, Allah (cc) efendimize şöyle seslenir: “Ey bürünüp sarınan, elbiseni tertemiz tut, kötü şeyleri terket, yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” (Müddessir, 1,4,5,6) Şimdi efendimiz (Haşa) çok mu kirli-kötü idi, çok mu iyiliği başa kalkardı, tabii ki hayır! Aksine “Muhammedu’l-emin” idi O! Bu ayet ile asıl mesaj bizedir. Hitap efendimizedir ama asıl muhatap tüm İslam tebliğcileri ve İslam alimleridir.
Ahzab, 50. Ayette peygamberin evlenebileceği kişilerin adları yazar. Bu, ona bir ayrıcalık mı ve O’na özel ayetlerin Kur’an’da ne işi vardır?
Öncelikle ayette sayılanlar tüm müminlere helaldir, özel bir durum söz konusu değildir. Aradaki tek fark, mehirsiz peygamberle evlenme ruhsatıdır. Peki, bu bile O’na özel ayet olduğu iddiasını geçerli kılmaz mı? Hayır! Buradan çıkarılacak genel kural şudur: Mehirsizliği yalnız Allah’ın resulu suistimal etmez. Mehirsiz evlenme sadece peygambere özel bir durumdur ve nebilik bittiğine göre bundan sonra mehirsiz nikah kıyılamaz, kıymayın! (Gürger, s. 78) Ahzab, 50. ayette yüce Allah, “mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helal kıldık” buyrulmaktadır. Yani ayete göre bir mümine kadın, mehir istemeden peygamberimizle evlenebilir. Ayette, bu durumun sadece peygamberimize ‘özel’ bir durum olduğu bildirilmektedir. O zaman bu ayet, peygambere özel bir ayet değil midir? Hayır! Ayetten tüm müminleri ilgilendiren bir hüküm çıkmaktadır: Hiç bir erkek evlenmek istediği kadına mehir vermeden evlenemez!’O’na mahsus’ gözüken ayet bile aslında genele hitap etmektedir!
Ahzab 50,51,52 Bu ayetlerde hemen hemen bütün kadınlar Muhammed’e mi helal kılınıyor?
Efendimizin evlilik hayatına baktığımız zaman bu yorumun pratikte uygulanmış olduğunu görüyor muyuz, hayır! Demek ki, ateistlerin ayetten anladığı ile gerçek aynı değildir! Peki gerçek nedir? Ayetin ilk kısmı sadece efendimize değil, tüm inananlara hitap eder, yani ilk bölüm özel değil genel hüküm bildirir. Ayetin ikinci bölümde efendimizle mehirsiz evlenmeyi kabul eden ‘bir’ kadından (wemraeten: Bir kadın) bahsedilir ki, mehirsiz evlilik sadece peygamberimize özeldir ve bu karşılıklı rıza iledir. Ama burada kesin “evlen” diye bir emir da söz konusu değildir! 52. ayette de, ateist iddianın aksine “Bundan sonra artık başka kadınlar sana helal olmaz.” denilerek, efendimizin evliliğine bir sınırlama getirilmiştir.
Nisa 23’te yasak, Ahzap 50’de serbest
“Nisa, 23’te, evlenilmesi haram olan kadınlar sayılır. Ahzab, 50’de ise, Peygamber Efendimizin evlenebileceği hanımlar sayılır ki, yukarıda da belirttik mesaj evrenseldir ve Nisa, 23’te sayılanlar burada zikredilmemektedir! “Burada her iki ayette sayılan hanımlarla Peygamberimiz evlenmiş midir, hayır! O halde?” (Ahmet Bayraktar, Ateizmus 1, s. 185) Ahzab, 50. ayetin içeriği aynı zamanda “Kur’an’da çelişki yoktur” adlı yazımızda da ele alınmıştır!
Hz İbrahim şüphe mi etti? Bakara 260. ayette, ölüleri nasıl dirilttiğini bana gösterir misin?” derken kalbinde bir şüphe mi vardı?
Önce ayetin mealine bakalım: “İbrahim “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!” deyince, Rabbi “Yoksa inanmıyor musun?” demişti. O “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi. Rabbi “Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra (parçalayıp) her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki, Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir” buyurdu.”
Hz İbrahim’in bilgi anlamında bir şüphesi yoktu. Kesin bilgi ‘yakin’ kelimesi ile ifade edilir. Yakin ise üç aşamadan oluşur: İlme’l-yakin, ayne’l-yakin, hakka’l-yakin. Bunlardan hiçbiri bir şüphe/vesvese ifade etmez. “Öğrenerek ve düşünerek kesin bilgiye ulaşmak “ilme’l-yakin”dir, Hz. İbrahim’le Nemrud arasındaki tartışma (Bakara, 258) İlme’l-yakine örnektir. Görerek ve duyu organlarıyla hissederek kesin bilgiye ulaşmak “ayne’l-yakin”dir. Hezekiel ve Üzeyir arasındaki olayda (Bakara, 258) buna örnektir. Yaparak, yaşayarak, deneyerek, olgunlaşarak kesin bilgiye ulaşmak ise “hakka’l-yakin”dir. Hz. İbrahim’in yaşadıkları da bu aşamaya yani en üst bilgi seviyesine örnektir. (Kur’an Yolu Tefsiri, I/413) Hz İbrahim bilgi olarak Allah’ın yaratıcılığını biliyor (İlmen yakin), gözleri ile de tabiattan örneklerle (Ay, güneşin hareketleri, kışın tabiatın ölüp yazın canlanması gibi) bunu gözlemliyordu (Aynel yakin) ama bilgide son aşamaya gelmek istiyor, ‘hakkel yakin’e şahit olmak istiyordu. Bu bilgi aşamalarının bir benzeri yine Kur’an’da Hz Musa hakkında da geçmektedir. Hz Musa Tur dağında Allah’tan vahiy alırken kendisine Yahudilerin buzağıya taptığı bilgisi verilir. İlmel yakin olarak bu bilgi Musa’ya verildiği halde aynel yakin yani göz ile görene dek Hz Musa sakin olmayı başarır ama gözleri ile bu bilgiyi doğrulayınca sinirlerine hakim olamaz ve elindeki levhaları yere atar. (A’raf, 150) Musa (as) ilmel yakin bildiği halde bu bilgi aynel yakine; göz ile görene dek onun tepki vermesine neden olmamıştır. Halbuki her iki tür de birer bilgi kaynağıdır ama aşamaları ve etkileri farklıdır. Efendimiz Hz Muhammed (sav)’de bu ilim derecelerinin farklılığını şöyle açıklamıştır: “Duymak (İlmel yakin), görmek (Aynel yakin) gibi değildir.” (İbn Hanbel, Müsned, I/271) Hz İbrahim bilgide son aşamaya ulaşmış, yaratılışa aynel yakinden fazla şahit olmuş, yaratılışın aşamalarından görev almış ve yaratıcının yaratışına şahit olmuştur. Sonuçta bu olay zaten Kur’an’da anlatılan bir kıssadır ve saklanacak-gizlenecek, eksiklik izafe edilebilecek bir durum da söz konusu değildir!
Kur’an’daki müteşabih ayetler konusu. “Kur’an açık bir kitap” , ” Anlaşılsın diye ” indirilmedi mi?
Müteşabih kelimesi aslında Türkçe ‘de de kullanılan bir kelimedir. ‘Teşbih, benzetme sanatı’ kavramı edebiyatımızda sık kullanılan bir kavramdır. Allah’u Teala, kullarının anlayabilmesi ve kavrayabilmesi için, hayatlarında daha önce karşılaşmadıkları, ancak ileride karşılaşacakları ortam ve durumları anlatan ayetleri, insanların bildikleri kavramlar ile ifade etmiştir. Peki, nedir kulların anlayamayacağı ve teşbih kullanılan bu konular? ‘Allah’ın sıfatları, ahiret hayatı, cennet-cehennem’ gibi konular. Allah, kullarının vakıf olamayacağı bu gibi konuları “bilebilsin-anlayabilsin” diye, benzetme yolu ile kullarına bu kavramları “açıklamıştır” ve bunun da zaten başka bir yolu da yoktur! Özetle yaratıcının sıfatlarını, sınırlı olan akıl ve duyu organlarına sahip insanın anlaması veya ileride dünya hayatı ile kıyaslanamayacak özelliklere sahip ahiret hayatının insan zihninde anlaşılabilir olması için kullanılan metodun adı, teşbih ve bu ayetlere verilen ad ise ‘müteşabih’tir. Ali İmran suresi 7. ayette Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım ayetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır(Ümmu’l-kitap), diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek payeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.”
Şimdi ayeti tek tek ele alalım. Ümmü’l-kitap: Kitabın anası-esası olan konular zaten muhkemdir ayni açıktır; okununca hemen anlaşılılır. Bazı konular ise müteşabihtir yani teşbih sanatı kullanılarak aktarılmıştır. Öyle konular vardır ki, insan onunla daha önce karşılaşmamıştır ve zihin onu ancak benzetme ile kavrayabilir. Peki, nedir bu konular? Allah’ın zatı ile ilgili konular: Mesela Allah’ın Melik (Türkçesi, yönetici, hükümran) sıfatı veya Kürsi (Türkçesi; taht) gibi ifadeler teşbihtir. Bunların müteşabih olduğunu nereden anlıyoruz? Allah hakkında genel bilgi veren Şura, 11. ayetten: “Allah’ın benzeri, ona benzer hiç bir şey yoktur.” Bu da bu Melik veya Kürsi kelimelerinin bildiğimiz anlamlarda ‘yönetici ve taht’ anlamında kullanılmadığını bizlere ispat etmektedir. Zaten insanı yaratan ve görünmez olan ama ‘her şeyin sahibi olan’ ve ‘her şeye hükmeden’ Allah’ı da bizim anlayabileceğimiz başka kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. O, her şeyin yoktan yaratıcısı ve her şeyin ‘asıl sahibi’dir, her şey sonlu iken O sonsuzdur ve her şey sonunda O’na dönecektir. Görüldüğü gibi Yüce Yaradan kendini ve sıfatlarını insanlara, anlayabileceği müteşabih ayetlerle anlatmıştır! Ali İmran 7. ayet zaten teşbihin var olduğunu ve bizzat Kur’an’da kullanıldığını açıkça bize ifade etmektedir. Ayrıca; Cennet cehennem ile ilgili ayetler de müteşabihtir. İnsanlar cennet veya cehennemi öldükten sonra görebileceklerdir. Orası hakkında ilmel olsa da, aynel veya hakke’l yakin bilgileri yoktur. İşte Allah’u Teala kullarına benzetme ile bildiklerinden hareketle, ‘anlayabilmeleri için’ ahiret, cennet, cehennem gibi kavrayamayacağı alemleri teşbih yolu ile anlatmaktadır. Bunun dışında edebi anlatım tarzo olarak da Kur’an’da teşbih ayetleri bulunmaktadır. Bu konuda, ‘Kur’an’da teşbih’ adlı yazımıza da bakılabilir. Görüldüğü gibi Kur’an’daki müteşabih ayetler ve konuları bellidir ve bunlar Kur’an’ın daha iyi anlaşılası için de zorunludur. Bunlar Kur’an anlaşılmasın diye değil aksine anlaşılabilsin diye vardır ve insan aklının sınırları dışındaki bu konuların da teşbih olmadan anlaşılabilir kılınması mümkün değildir. Peki, müteşabih ayetleri ne şekilde anlamalıyız, onları insan zihninin anlayabileceği kalıplara nasıl sokabiliriz? Müteşabih ayetler ancak Kur’an’ın ‘Ümmü’l-kitap/kitabın anası’ olan muhkem ayetlerin ışığında anlaşılabilirler. Mesela yukarıda örneğini verdik, Melik- hükümran kavramı bildiğimiz anlamda ‘kral-efendi tanrı’ demek değildir. Bunu nereden anlıyoruz, Şura, 11. ayet bize ışık tutmaktadır, ” O’na benzer hiç bir şey yoktur!” Yani O (cc) bildiğimiz kral değildir, ama O Allah (cc) ‘en yüce’ olandır. Peki ama, ‘O’nun mahiyeti/niteliği/iç yüzü nasıldır?’ diye sorarsak ve buna bazı yorumlar getirebilsek de, sonuçta tam anlamı ile aşkın bir varlık olan yaratıcının, sınırlı bilgi edinme yollarına sahip bizlerce tam anlamı ile kavranabilmesi, her yönü ile anlaşılabilmesi mümkün olmadığı için, Ali İmran, 7. ayetin devamını bu defa gündeme gelmektedir: ‘İlimde derinleşmiş’ olanlar, “Ey Allah’ım! Senin mahiyetini biz tam kavrayamayız, her şeyin en doğrusunu sen bilirsin, biz bu kadar anlayabildik, en doğrusunu, hakikati aynel yakin olarak zamanı gelince öğreneceğiz!” derler. Ali İmran suresinin önemli bir bölümü, Necran Hristiyanları nedeni ile inmiştir. Hristiyanların düştüğü en büyük hata, kendi kutsal kitaplarında olan müteşabihleri, muhkem şeklinde yorumlamalarıdır! Allah’ı zamanla; baba, İsa peygamberi; oğul şeklinde yanlış anlamalarındaki temel sorun, teşbihi gerçekle karıştırmalarıdır. (Bu konuda, ‘Hristiyanlık, Papa ve İncil’ adlı yazımıza bakılabilir.) Ayetin içerisindeki bir cümle de çok dikkat çekicidir. “Kalplerinde sapma meyli bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşabihlerin peşine düşerler.” Tarihte bu ayetlerin içeriğini anlamayan Hristiyanlar günümüzde de Kur’an’ki bu ayetler üzerinden İslam’a saldırmakta, oryantalist bakış açılarını bu ayetler üzerine yoğunlaştırmakta ve Kur’an’ın deyimi ile “kalplerindeki eğriliği” etrafa yaymaya çalışmaktadırlar. Bu yayılmadan da en çok etkilenenler ateistler olmaktadır!
Selefilikten sufiliğe, Şiilikten mealciliğe neden Kur’an’ın birçok, çeşitli yorumu var?
Bir taraftan İslam’ı dogmatik, donuk din olarak suçlamak ama diğer taraftan da fikri özgürlüğe alan açan tutumunu eleştirmek ancak ateistlere özgü bir tutum ve ruh hali olsa gerekir! Tabii ki dinin yorum-anlayış tarzını ifade eden mezhepler konusunu burada detaylı olarak ele alacak değiliz. Ama önce muhataplarımıza ufuk açıcı bir soru yöneltelim: İslam’a, dine en uzak görüş olan materyalist felsefenin son ideolojisi olan Marxist teoriyi kendine önder kabul eden dinin afyon edici özelliğinden (!) en uzak olup bilimsel materyalizmi savunan kesim, neden ‘Leninist, Maoist, Troçkist, Enverist, Sosyal demokrat, sosyalist demokrat, demokratik sol, demokratik sosyalist vd.’ gibi sayılamayacak kadar çok kliklere ayrılmıştır, bir izah edebilirler mi acaba?! Hepside birbirini kafir, pardon ‘hain, revizyonist, oportünist, goşist, sekter, komprador, lümpen, konformist, karşı devrimci, işbirlikçi’ ilan edip birbirleri ile ölümüne mücadele etmekte değil midirler? Demek ki, insan olan her yerde fikri ayrılık kaçınılmazdır. “Dine karşı farklı akımların var olmasın nasıl doğal ise, farklı dinlerin -ve mezheplerin- varlığı da insanı dinin varlığına inkarı götürmemelidir.” (Hacı Ali Şentürk, Teolojik Sancı Deizm, s. 121) Evet, insan olan yerde farklılık kaçınılmazdır ama bu farklı yorumların İslami kabul edilebilmelerinin bazı temel şartları vardır: “Ameller niyetlere göredir.” (Buhari, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11) Niyet, Kur’an ve sünnet çerçevesinde olmalıdır! İslam düşünce tarihinde, özellikle son bir asırdır görülen, ‘İslam sosyalizmi, Baasçılık, Modernizm, Kur’aniyyun, Mealcilik’ gibi akımlar, Batının teknik anlamdaki ilerlemesine karşı duyulan ezikliğin sonucu olarak ortaya çıkan yapay fikir akımlarıdır. Batıya şirin göstermeye, başka düşünce sistemleri ile İslam’ı kaynaştırmaya çalışmak hep bu ezikliğin sonucudur. İşte Allah (cc) herkesin niyetini, ön kabulünü, art niyetini ortaya çıkartmak için ayetleri bu şekilde göndermiştir! Herkes, içinde sakladığını ayetlere ‘söyletmeye’ çalışırken aslında kendi kişilik, kimlik ve gizli amaç ve niyetleri, yani Allah dışındaki putlarını ortaya saçmaktadır. Allah (cc) gönderdiği ayetler ile bizlere ayna tutmakta; bizi kendimize göstermektedir! Ali-İmran, 7. ayetin ifadesi ile “kalbinde eğrilik” bulunmadan, önyargısız, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde, İslam’ın 1400 senelik çizgisinden, ana yolundan sapmadan yapılan yorumlar, İslam’ın ruhunu temsil iddiasında bulunabilir. Ayrıca İslam’da yoruma izin verilen alanlar vardır ki, İslam zaten buna teşvik etmektedir. ‘Bilmiyorsanız bir bilene sorun’ (Enbiya, 7; Nahl, 43) ayetinden, akletmeyi/düşünmeyi emreden yüzlerce ayete; ‘Bir müçtehit, içtihat eder ve içtihadında isabet ederse iki sevap; hata ederse bir sevap kazanır.’ (Buhari, İ’tisam, 21; Müslim, Akdıye, 15) hadisinden; Hz. Muhammed (asm), Muaz’a Yemen’de ne ile hükmedeceğini sorduğunda; Muaz’ın, “Allah’ın Kitabı ile” cevabını üzerine Hz. Peygamberin “Allah’ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?” sorusuna; “Rasulünün sünnetiyle”, “Onda da bulamazsan?” sorusuna ise Muaz’ın, “Reyimle ictihad ederim!” cevabını üzerine Hz Muhammed’in, “Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.” (Tirmizi, Ahkam, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii, el-Ümm, VII/273) buyurup bunu onaylamasına dek birçok nas buna işaret etmekte ve teşvik etmektedir. İslam alimleri de ictihadı teşvik emişlerdir. (Mesela, Cessas,Fuṣul fi’l-uṣul, IV/23; Şafii, el-Ümm, VII/298; er-Risale, s. 19-20; İbn-i Hazm, İḥkam, VI/16-59; VII/113-114, 118, 177; VIII/25-26, 36, 38; İbn Rüşd el-Ced, I/14-15, 18-19; Tufi, Şerḥu Muḫtaṣari’r-Ravża, III/357; Karafi, el-Furuḳ, II/103;Gazzali, Müstaṣfa, II/229; Şatıbi, el-Muvafaḳat, IV/96,112-113,162-163; İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlamü’l-muvaḳḳı, I/4; Beyzavi, Minhacü’l-vüṣul, III/272; Zerkeşi, Baḥrü’l-muḥiṭ, VI/201-202, 212; Molla Fenari, Fuṣûlü’l-bedayi, II/416; İbnü’n-Neccar, Şerḥu’l-Kevkebi’l-münir, IV/467, 468-471; İbnü’s-Salah,Fetava ve mesaʾilü İbni’ṣ-Ṣalah, I/29-38; İbnü’l-Hümam, et-Taḥrir, İbn Emirü’l-Hac, III/348 vd.) Önemli bir konuda, İslam’da üzerinde icma edilen, muhkem konularda yoruma, ictihada izin verilmemesidir. Namaz farzdır, zina haramdır gibi. Yine “Bir yerde içtihat varsa, orada küfür yoktur; bir yerde icma (dinin kesin bilgileri; zaruratı diniyye) varsa orada da ictihad yoktur.” Başa dönersek, “Neden birden çok yorum vardır?” Allah bunu istemiş ve bazı hadisleri ve ayetleri bu özellikler ile göndermiştir. Mesela, Kevser suresindeki ‘Ve’n-Har’ kelimesinin iki anlamı vardır. Allah istese, ‘Kat’un’ kökünden gelen bir fiil kullanır ve ictihat alanını kullarına kapatırdı! Ayrıca müteşabih ayetlerde de yüce Yaradan insan faktörü (Akıl, çevre, sosyo-kültürel ortam vb.) durumlara göre farklı yorumlar yapılmasına izin vermiştir ki, mezhepler de buradan doğmuştur! Ayrıca insan kaynaklı; bakış açısına göre farklılıklar, usul-metot farklılığı ki, bu tür farklı yorumlar dinden uzak, en pozitivist/rasyonelist/materyalist akımlarda dahi, farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bunun Müslümanlara da yansıması olmaktadır. Sonuç itibari ile, İslam tarihinde birçok farklı görüşler ortaya çıksa da ümmetin büyük çoğunluğunun etrafında kenetlendiği, toplandığı akım, yüzlerce yıllık akıl yürütme ve binlerce alimin ictihadından oluşan ehli sünnet mezhebi hala ümmetin ana eksenini oluşturmaktadır! Allah önce niyetlerimizi, sonra amellerimizi makbul olan kullarından eylesin. Amin! Konuyu tamamlayan, ‘Modernistler’, ‘Mezhepler’ ve ‘Ehli sünnet’ gibi yazıları da tavsiye ederiz! ‘Sufilik’ ve ‘Şiilik’ daha sonra ayrıca detaylı olarak ele alınacaktır, bi-iznillah!
Hz. Muhammed Yunanlılardan mı bilimsel ayetleri kopyaladı?
Öncelikle efendimizin okuma yazma bile bilmediğini ‘Ümmi peygamber’ başlıklı yazımızda yerli yabancı yazarlardan alıntılar yaparak kanıtladığımızı belirtelim. Peki, Oryantalistlerin; Hristiyan, Yahudi, Hindu, Sümer ilimleri yetmezmiş gibi bir de Yunan ilimlerine bile Hz Muhammed’in aşina olduğunu iddia etmelerindeki amaç nedir? (Bu iddianın geçersizliği ile ilgili delillere, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz.) Onların tüm amacı, okuma yazma bilen biri olarak Hz Muhammed’in, Kur’an’ı tüm bu bilgileri toplayarak bizzat kendisini yazdığını ve dolayısı ile Kur’an’ın ilahi bir kitap olmadığını iddia edebilmektir.
Bir kere Hz Muhammed Kur’an’daki bilgileri Yunanlılardan kopyalasa, Hipokrat’ın birçok hatalarını da kitabına aktarması gerekmez miydi? Eğer hataları ayıklayıp doğruları sadece almışsa, yanlışlarını nasıl keşfetmişti? Böyle bir durumda ortada bir koplayama olmadığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkmakta değil midir? Hipokrat ve Galen’in insan gelişimi aşamaları da Kur’an’da aynen yer almamaktadır! Bu iki Yunanlı embriyonun sülüğe benzemesinden veya mudğa’dan (et parçasından) bahsetmezler. Ayrıca bu ikisi, kadınlarda da meni olduğunu ileri sürmüşlerdi. İncil’de bu aynen geçmektedir. Bunlar Kur’an’da geçmez. Toronto Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Profesörü olan ve Anatomi ve embriyoloji alanlarında Kanada’da anatomi ve embriyoloji dalında Nobel Ödülü alan Keith Leon Moore: “Hipokrat, Galen, Aristo embriyoloji hakkında çok sayıda yanlış bilgi vermişlerdir. Kur’an’da o çağlarda var olmayan bilgiler bulunur. Bu gerçekleri sadece Muhammed ortaya koymuştur. Son 4 yıl içinde, Kur’an hakkında çok kapsamlı bir çalışma yaptım. Bir embriyonun sınıflandırma sistemini olağan üstü bir şekilde ortaya koyuyor. Hz. Muhammed insan gelişimi ile alakalı gerçekleri 7. yüz yılda bilemezdi. Çünkü bu bilgiler ancak 21. yüz yılda keşfedilmiştir.” (Prof. Dr. Keith L, Moore, Discover Islam; https://www.youtube.com/watch?app=desktop&v=gCH3TpemJXA) “Anne karnındaki çocuk fetus halindeyken, hamileliğin yirmi ikinci günü gibi erken bir dönemde kulaklar gelişir ve yeni doğan bir bebek için işitme duyusu, diğer yaşamsal fonksiyonlardan önce oluşur. Kur’an ayetlerindeki öncelik sırası (Nahl, 78; Mü’minun Suresi, 78; En’am, 46; İnsan, 2) bu bakımdan dikkat çekicidir.” (Prof. Dr. Keith L. Moore, Journal of Islamic Medical Association. Ayrıca; Müsfir b. Ali b. Muhammed el-Kahtani, İchazu’l-Cenîni’l-Müşevveh ve Hukmuhu fî’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirâsâti’l-İslamiyye, Kuveyt, yıl: 18, sy. 54, 2003, s. 166; Nayif Munir Faris, el-I’cazu’l-Ilmî fi’l-Kur’an-ı ve’s-Sunne, Mektebet-u İbn Kesir, Kuveyt, 2011, I/223) Bu nedenledir ki, “Kur’an’da tasvir edilen ceninin gelişme aşamaları, modern embriyolojiye tamamen uymakta ve çağdaş bilimin tenkit edebileceği hiçbir ifade bulunmamaktadır.” (Mehmet Zeki Doğan, Kur’an âyetleri ışığında embriyo aşamaları, BAD, Cilt 4, Sayı 2, Yıl 2020, s. 14) Ayın ışığı hakkındaki bilgi ve dünyanın küre biçiminde oluşu ile ilgili bilgilerinde Yunanlılardan alındığı iddia edilir. Pythagoras’un dünyanın döndüğünü söylediği doğrudur ama aynı kişi güneşin sabit olduğunu da ve güneşin ‘kainatın merkezi’ olduğunu da söyler. Ama bunlar ne ilginçtir, bunlarda Kur’an’da yer almaz! Efendimiz neden doğru olanları kopyalamıştır da yanlış olanları almamıştır? Tüm bunlar kopyalama olmadığının delili değil midir? Hatalar Kur’an’da yok, sadece doğrular var ve hatta Yunan ilminde olmayan, günümüz ilminin ancak yeni keşfettiği doğrular bir arada bulunuyorsa bu kitapta, artık çamur atma veya hata arama güdüsünden vazgeçip iman etme zamanı gelmemiş midir?
Allah’ın kendisine ibadet etmemizi istemesi kibir-ego göstergesi değil midir?
Yaratanın tüm emir ve yasakları insanların iyi, fayda ve yararınadır. Emir kıldıklarının tümü insanların faydasına, yasakladıklarının tümü de insanların zararına olanların toplamıdır. Allah’ın farz kıldığı namaz başta tüm ibadetler de, yine insanların hem dünya hem ahiret saadetine, huzuruna, mutluluğuna yönelik kurallar bütünüdür. (Bu konuda ‘İslami emirler, yasaklar ve hümanizm’ adlı yazımıza bakılabilir.) Kısaca Allah (cc) insanı yaratırken onun ihtiyaç duyacağı ve kuluna faydalı olan şeyleri emretmiş, kuluna zararlı olan şeyleri de yasaklamış ve bunların listesini ilahi kitaplarla insanlara bildirmiştir. Allah yer ve gökleri yoktan var eden Bedi’, her şeye gücü yeten Kadir, her şeyin tek gerçek sahibi Malik, kafir- ateist bile olsa Rahman sıfatı gereği her kuluna rızık veren Rezzak, her şeyi bilen, işiten, gören; Alim, Basir, Semi’ olandır. Başlangıcı ve sonu olmayan Ezeli ve Ebedi olandır. Böyle bir yaratıcının kullarının ibadetine ihtiyaç duyması asla söz konusu değildir. Tüm insanlar Allah’ı inkar etse, yaratıcıdan -haşa- en ufak bir şey eksilmez ama tek bir emrini bile yapmamak insana büyük zararlar verebilir: Tevhid eksenli imana sahip olup kula kul olmayan, temiz ve ahlaklı, okuyan, iki günü eşit olmayan, adalete ve danışmaya önem veren, işi ehline verip kul hakkı yemeyen bir insan hem dünya hem ahiret mutluluğunu kazanır. Kısaca tüm ibadetler insana yöneliktir ve insanların ihtiyacı olan şeylerdir! Ayrıca ibadet insanlara, her şeyin en üstünde olan tek varlığın yüce Allah (cc) olduğunu hatırlatır. İbadetler ile, amir ile memur; komutan ile er; patron ile işçi aynı amaca odaklanır, bir tarağın dişleri gibi eşit olur. (Acluni, Keşfu’l-Hafâ, II/433; Firdevs, IV/301) Yani Allah’ın yarattığı kulunun ibadetine ihtiyacı yoktur ama kulun Yaradan’ına ibadet etmeye ihtiyacı vardır. İbadet, Yaratdan ve yaratılanın makamlarını ortaya koyar. Mahluk yani yaratılan, Halik’ine yani yaratıcısına kulluk etmezse, yaratıcının içine koyduğu o kulluk ihtiyacını bu kere başka bir kula veya insan ürünü ideoloji veya nesneye taparak tatmin eder. Unutmayalım ki, dinsiz hiçbir toplum yoktur, ateistler de dahil. Bu konuda, ‘Ateist akıl’ adlı yazımıza bakılabilir. İbadetler -haşa- Allah’ın kibrinin neticesi değildir aksine insanların birbirlerine kibirlenmelerine engel olacak olan rahman kaynaklı kurallardır. Kullukta yarışın bir ölçüsü de “kibirlenmemektir.” ve kibirlenmemekte bir erdemdir. Zaten en büyük bir varlığın kendisini büyükletmeye de ihtiyacı yoktur; zaten O en büyük (Ekber) olandır. O yaratıcının övülmesi, ona ibadet onun sıfatlarının bir gereğidir. İbadete layık olmak, tespih edilmek onun için bir ödül değil, olması gerekendir.İbadetler aslında bir durum tespitidir. Bir yaranma çabası değil hakikati bilmenin ifadesidir. Olayın diğer boyutu ise, her şeyi olduğu gibi insanı da yaratan ve rızık veren Allah’a ibadet etmemek yaratıcı için değil, yaratılan insan için bir eksikliktir. Yapılan iyiliklerin değerinin bilinmemesi, iyiliğe ve o iyiliği yapana eksiklik getirmez aksine iyilik yapılanın eksikliğini gösterir. İbadet yapmaya layık olamayan ateistlerin kibri ortadan kaldıracak tek bir teklifi veya kaldırmak gibi bir niyeti bile yokken, kibir gibi insanlığa zararlı bir manevi hastalığı ortadan kaldıracak tek alternatife savaş açmaları hayli ironiktir. “Şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.” (Ali İmran, 97)
Kur’an’da neden sadece Arabistan’da yetişen meyve adları geçer. Diğer meyve adları geçmez, Kur’an’ı Muhammed yazdı da diğer meyve adlarını bilmiyor mu idi? Kur’an evrensel ise diğer meyve adları da geçmeli değil mi idi?
Öncelikle Kur’an’ı Efendimiz Hz Muhammed (sav)’in yazmadığının delillerini, ‘Kur’an’ı Muhammed mi yazmıştır?’, Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’, ‘Ümmi peygamber’, ‘Kur’an ve bilim’ başlıklı yazılarla ispatladığımızı hatırlatalım. Gelelim Kur’an’da adı geçen ve geçmeyen meyveler konusuna. Kur’an’da hurma, incir, zeytin, üzüm, nar, muz, kiraz gibi meyvelerin adları geçer. Peki, neden başka bitkilerin adları geçmez? Kur’an’da mesela Nahl suresi 8. ayette vasıta araçları olarak bazı hayvanların adı geçer ve sonra ‘ Allah binesiniz diye daha nicelerini yarattı’ diye buyrulur. Veya aynı sureni 11. ayetinde, bazı meyve adları sayılır ve sonra ve ‘daha başka birçok meyveler’ diye ayet devam eder. Evet tabii ki başka adını sayılmayan birçok nimetler de yaratılmıştır ve bunların hepsini yaratan da O’dur. Ama altını çizelim ki, Kur’an bir botanik kitabı da değildir, gönderiliş amacına hizmet edecek kadar her ilim dalından bilgi Kur’an’da geçer! Dolayısı ile Kur’an’daki meyvelerde sadece birer örnektir, araçtır; amaç değildir. Aslında araçla amacın karıştırılmasından doğan bir zihin karışıklığının sonucu ortaya çıkan bir soru ile karşı karşıyayız. Kur’an’da evrensel olan, içinde geçen meyve adları değil ilahi mesajıdır! Kur’an’ın asıl amacı, dünyada tevhid ve adalet odaklı, ibadet ve ahlak etrafında kenetlenmiş bir toplum oluşturmaktır. Bunun için de Kur’an Allah’ın büyüklüğünü veya Allah’ın verdiği nimetleri aktarırken bazı meyvelerden de bahseder. Amaç verilen nimetlerden hareketle Allah’a ve O’nun mesajına ulaşmaktır. Peki ama Kur’an’da Arabistan’da yetişmeyen, avakado veya ananastan bahsedilemez mi idi? Bir kere amaçları Kur’an’da hata aramak olan ve devamlı Müslümanları karalamakta olan müşrikler ve Müslüman olmayan insanlar “Biz böyle meyve bilmiyoruz, biz büyülenmiş diyorduk Muhammed’e bakın artık gerçekte hiç var olmayan meyvelerden de bahsetmeye başlamış” demezler mi idi? Bu durumda, daha başta ilahi mesajın kitlelere ulaşması yanlış örneklerle engellenmiş olmaz mı idi? Ananas geçse karpuz neden geçmedi diye itiraz etmeyecek mi idi ateistler?! Kur’an’da bu ve benzeri hatta tüm meyve adları geçse bu seferde ateistler “Yahu Kur’an’ı da ne gereksiz şeylerle doldurmuş Muhammed!” demeyecekler mi idi? Yine Kur’an’ın hacmi gereksiz yere artmaz mı idi? ‘Kur’an botanik kitabı mı?’ diye aynı kişiler alay etmeyecekler mi idi? Veya, ‘Bakın Muhammed bazı bilgileri nasıl Yunan veya Sümerlerden aldı ise, ticaret kervanları sayesinde bu meyvelerin adlarını da öğrendi’ demeyecekler mi idi?! Demediler mi?! “Gerçekten sen ölülere (Gerçeğe kulaklarını tıkayanlara) işittiremezsin; arkasını çevirip giden sağırlara da daveti duyuramazsın.” (Rum, 52) İnadi küfür denen bir kavram vardır. Bazıları gerçeği, hakkı, hikmeti aramazlar. Amaçları Kur’an’ı ve mesajını karalayıp hayatlarına kendi ego/nefislerine göre yönlendirebilmek, ‘egolarını tanrılaştırmak’tır. (Furkan, 43) O zamanlar ateist olan Ahmet Altan, yıllar önce bir televizyon programında karşısındaki Müslümanlara “Yahu beni bırakın, ben içki içmek istiyorum, cehenneme gitmek istiyorum, bana tebliğde bulunmayın.” mealinde sözler sarf etmişti. Müsüman tebliğini yapar, sorulara cevapları verir, gerisi ise muhatap ile yaratıcı arasındadır. Allah doğru yolu isteyenlere hidayet nasip eder. “Sen ancak bir uyarıcısın.” (Fatır, 23) Bu konuda, ‘Allah kalpleri mühürler mi?’ adlı yazımıza da bakılabilir. Tabii bu bakış açısına sahip olanların sorularının (!) devamı da vardır: “Kur’an’da neden kar yok, dinozor yok” vb. Sanki olunca, sözlükten başka kelime bulunup, ‘Neden şu da yok!’ diye itirazlara devam etmeyecekler! Neyse, kısaca onlara da cevap verelim. Metot olarak, Kur’an genel kuralları bildirir; hadis/sünnet ise ayetleri açıklar ve uygulamasını gösterir. Yani Kur’an ve sünnet/hadis ile bir bütünlük arzeder. Her şeyin Kur’an’da olmasını beklersek, ortada tek cilt değil, onlarca ciltlik bir kitabın olması gerekirdi. O zaman hadislere bakalım, hadislerde ‘kar’ ifadesi geçer mi? Hz Muhammed’in kardan haberi var mı idi? Kar kelimesi geçen bazı hadisleri verelim: Buhari, Ezan, 89; Daavat, 39, 44,46; Müslim, 304, Mesacid, 147, Zikr, 48; Ebu Davud, Salat, 131; Tirmizi, Daavat, 76; Nesai, Taharet, 47-49; İbn Mace, İkamet, 1; Dua, 2; Darimi, Salat, 27; Müslim, Cenaiz, 85, 86; Nesaî, Cenaiz, 77; İbn Mace, Cenaiz, 23; Buhari, Menakıb, 23; Müslim, Taharet, 26; Tirmizi, Tefsir, 108; İbn Mace, Zuhd, 39; Darimi, Rikak, 113. Peki dinozor kelimesi Kur’an’da (ve hadislerde) neden geçmez? ‘1400 sene boyunca Kur’an ve İslam ile dalga geçilmesin diye’ olabilir mi acaba?! 1400 sene boyunca kimsenin haberinin olmadığı bir canlıdan Kur’an neden bahsetsin ki? Bu ifade geçse bile, Arapça kelimesini karşılığının dinozor olduğunu kaç ateist kabul edecekti acaba?! Sanki Kur’an’daki bilimsel ayetleri ateistler çok kabul ediyorlar da! Neden Arabistan çevresindeki peygamberlerden Kur’an’da bahsedilmektedir? Ayrıca “Kur’an, ilk muhatapların hiç tanımadığı, bilmediği uzak diyardaki peygamberlerden söz etseydi muhataplar açısından verilen bilgilerin doğruluğunu test etme imkanı da olmayacaktı.” (Prof. Doktor Soner Duman, Allah’ım sorularım var, s. 145) Zaten yeryüzünde peygamber gönderilmeyen hiçbir toplum da yoktur. (Fatır, 24; Rad, 7) Kısaca ateistler bir taraftan Kur’an’daki bilimsel gerçekleri Hz Muhammed’in birçok dil bildiğini gizleyerek etrafından topladığını iddia ederlerken, diğer taraftan da O’nu, Arabistan dışından haberi olmadığı için yazdığı kitapta başka meyve, sebze, hayvan, peygamber adlarını geçirmediğini iddia ederler. Ey ateist zümre, önce bir karar verin, Hz Muhammed ümmi mi idi, gizlice birçok dil öğrenip birçok kitabı okuyan biri mi idi? Önce siz bir metodunuzu tam olarak oturdun sonra iddialarınıza geçin. Birbirini yalanlayan iddialarınıza cevap vermeye devam edeceksek de, kullandığınız metot-suzluk- sizi zaten yalanlamaya yetmektedir!
Hz. İsa’nın doğumu ile Horus ve Hz. Musa peygamberin bebek iken nehre bırakılması ile Sargon’un efsanesi arasında benzerlikler var mı?
Bir kere bu iki peygamber hakkındaki iddialara bir Müslüman olarak muhatap olup, “Musa Yahudilerin, İsa Hristiyanların peygamberi, bizi ilgilendirmez” şeklindeki bir yaklaşıma sahip olmamamız, aslında oryantalistlerin birçok iddiasını da otomatikman devre dışı bırakmaktadır: “İslam, tüm insanlığa, Hz Adem’den itibaren gönderilen dinin adıdır ve bir Müslüman tüm peygamberlerin ‘bozulmamış’ mesajlarını aynen kendi ilahi kitabı gibi kabul eder, onlarında peygamber olduğuna iman eder.” Bu konuyu ‘İslam tüm dinlerim özüdür’ başlıklı yazımızda ele aldık. Gelelim soruların cevaplarına:
Hz. İsa ve Horus
Öncelikle Horus’un Annesi İsis ‘bakire değil evli’ bir kadın idi ve doğumu ile İsa peygamberin doğumu arasında bir benzerlikte yoktur. Anlatılan efsanede: “Geb ve Nut’tan 4 çocuk dünyaya gelmiştir: Osiris, İsis, Set ve Nepthys. Osiris içlerinde en büyük olanıydı. Bu nedenle, Mısır kralı olur. ‘Kız kardeşi İsis ile evlenir.’ Kardeşi Set, Osiris’i kıskanır ve bir gün onu öldürür ve parçalara ayırdı. Bu sayede, onun yerine Mısır kralı olur. Kız kardeşi Nepthys ile evlenir. İsis ise ülkeyi gezip, kocasının vücudunun parçalarını bulur ve onları tekrar bir araya getirip, ondan bir çocuk sahibi olur. İşte bu çocuk, Horus’tur!” (The Story of Osiris, Isis and Horus: The Egyptian Myth of Creation, Teksas Üniversitesi, Orta Doğu Araştırmaları Merkezi, https://www.laits.utexas.edu/cairo/teachers/osiris.pdf) Horus, çarmıha gerilmiş ve sonra dirilmiştir ama İslam’a göre Hz İsa ne çarmıha gerilmiş, ne mezara gömülmüş ne de sonra dirilmiştir. Hz İsa’nın doğum tarihi 25 Aralık da değildir. Bu sonradan ortaya atılan bir tarihtir. (İmparator Constantinus, bu tarihi kaydettirmiş, sonra tarih iki kere de değiştirilmiştir.) Hz. İsa İslam’a göre tanrının oğlu da değildir. Osiris-İsis-Horus üçlemesi Hristiyanlıkta Tanrı-oğul-kutsal ruh üçlemesine dönüşmüştür. Bilindiği gibi günümüzdeki ‘muharref’ Hristiyanlık, Yahudi geleneğinin yeni yorumu ve putperest Yunan inancının karışımı ile Doğu’ya ait dini efsanelerin bir karışımı ile oluşmuştur. (‘Papa ve İncil’ adlı yazımıza bakılabilir.) Pavlus bunların birleşimi ile Hristiyanlığı yeniden oluşturmuştur. Ama Horus, İsa benzerlikleri, değiştirilmiş Hristiyanlıkla alakalı bir meseledir. İslam farklı bir İsa profili çizer. İsa insandır; insan tanrı değildir, çarmıha gerilmemiştir, ölüp sonra dirilmemiştir!
Hz. Musa ve Sargon
Acaba Musa peygamberle ilgili anlatılanlar Sargon’un hayatından alıntı olabilir mi? Sargon, Hz. Musa’dan önce yaşayan Akad kralıdır. M.Ö. 2334-2279 arasında hükümdarlık yapmıştır. Zaten Sargon’dan sonra Akad krallığı yaklaşık 125 sene daha hüküm sürmüş ve sonra bu krallık tarih sahnesinden silinmiştir. (Brown Üniversitesi, Joukowsky Arkeoloji ve Eski Dünya Enstitüsü. http://proteus.brown.edu/mesopotamianarchaeology/1008) Sargon’un doğumu: “Sargon, güçlü kral, Agade’nin kralı, benim! Annem (yüksek rahibedir) bana gebe kaldı, gizlice beni doğurdu. Beni kamıştan bir sepetin içine koydu. Ziftle kapağımı kapladı. Üzerime yükselmeyen nehire beni attı. Nehir bana yardım etti ve beni Akki’ye taşıdı.” (Drews R. Sargon, Cyrus and Mesopotamian Folk History. J Near Eastern Stud, 33 (1974) 387-93) Gelelim iddiayı çürütecek asıl konuya: Sargon, Hz. Musa’dan önce yaşamıştır ama onun doğumunu anlatan efsane, “Musa peygamberden çok daha sonra, Neo-Asur ve Neo-Babil dönemlerinde (M.Ö. 704-539) yazılmıştır.” (Konstan D, Raaflaub KA. Epic and History. Wiley-Blackwell, (2009), 27. http://books.google.com.tr/books?id=AnXbhhN_kpIC&printsec=frontcover&source=gbs_v2_summary_r&cad=0#v=onepage&q=&f=false) Yani bir etkilenme varsa bu, Musa peygamberden önce yaşayan Sargon’un hayatının anlatıldığı efsanenin, yazılış tarihi göz önüne alındığında, Musa peygamberin hayatından etkilenerek yazılmış olma ihtimalidir!
Hz Musa ile Gılgamış destanı arasında bağlantı var mı?
Her topluma mutlaka bir peygamber (‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakılabilir) geldiğini (Fatır, 24; İsra, 15) hatırlatıp soruya geçelim: Nuh aleyhisselam milattan önce 3480 ile 6950 tarihleri arasında, Hz Musa’nın ise M.Ö. 1550’lü yıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Bazı kaynaklar Hz Musa için M.Ö 1700 veya M.Ö. 1300’lü yıllarını da verir. Ama önemli olan şudur: Hz Nuh ve Musa aleyhiselam ‘yaşadıktan sonra Gılgamış destanı yazılmıştır!’ Gılgamış destanı üç ayrı zamanda yazılmıştır. M.Ö. 2000 yıllarında Sümerce yazma, M.Ö. 1800 yıllarında yazılmış olan Babil nüshası ve M.Ö. 1250 yıllarında Kassitler çağında yaşamış Sin-Lekke-Unnini adında bir şair tarafından yazılan nüsha. Dinin hayatlarında önemli bir yer tutan Sümer halkı, gerçek olayları destansı bir söylemle yeniden yorumlamış ve Gılgamış destanını yazmışlardır. Gılgamış destanı hakkındaki daha detay için, ‘Dinler, Sümerler ve Gılgamış destanı’ başlıklı yazımıza bakılabilir.
Hz Musa ve Karun’un hiç bir mısır kaynaklarında geçmediği söyleniyor.
Öncelikle tarihi belgelerin tümünün günümüze ulaşıp, onların tek tek tercüme edildikten sonra böyle bir iddianın ortaya atılması daha mantıklı olur kanaatindeyiz. Halbuki İskenderiye kütüphanesinin yakılmasından Moğol istilasına dek işgal ve felaketler birçok kaynağın günümüze ulaşmasına engel olmuştur. Musa’nın (as) yaşamadığını iddia edenler, iki bin sene boyunca hiç yaşamamış birini bu kadar insanın hala nasıl takip ettiğini açıklamalıdırlar! Tarihte yaşamış önder şahsiyetlerin zamanla asli özelliklerinin dışında farklı şekilde anlatıldıkları, efsaneleştikleri sıkça rastlanan bir olaydır fakat binlerce insanla beraber yaşamış, özellikle de bir kavme liderlik etmiş, hayatlarına, tarihlerine, dünya görüşlerine bu kadar etki etmiş, mesajları dilden dile veya yazılı olarak aktarılmış bir kişinin, ‘Mısır kaynaklarında adına rastlanmadığı iddiası ile’ inkarı ne kadar akla yatkındır acaba? Veya Mısır kaynaklarında Musa dönemine işaret eden hiç mi kaynak yoktur acaba? Hz Musa hakkında Kur’an’da bahsedilen bilgilerle paralellik arz eden bilgilere, ‘İpuwer Papirüsü’ adlı kaynakta rastlanmaktadır. Analizler, papirüsün M.Ö. 13. yüzyıla ait olduğunu göstermektedir. Fakat bu papirüs orijinal bir ağıtın kopyasıdır ve metin analizinde bulunan uzmanlar ağıtın ilk yazılış tarihinin, M.Ö. 1850-1600 yılları arasında gerçekleşmiş olabileceğini düşünmektedirler. Ağıt, Mısır’da gerçekleşen bir seri doğal ve siyasi felaketi tasvir etmektedir ki, bunların tümü Kur’an’da geçen Musa kıssası ile uyuşmaktadır: İpuwer Papirüsü’nden: “Mısır’ın aşağısı mahvoldu. Tüm saray işsiz kaldı. Sahip olunan her şey: buğday ve arpa, kazlar ve balıklar. Böylece ekin her yerde mahvoldu. Dün gördüğüm her şey bugün helak oldu. Biçilmiş gibi her toprak çırılçıplak.” A’raf suresi, 130. ayette ise Hz Musa zamanında geçen bir olay şöyle anlatılır: “Andolsun ki biz de Firavun’a uyanları, ders alsınlar diye kuraklık yılları ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık.” İpuwer Papirüsü’nden devam: “Felaketler her yeri sardı, her yer kana bulandı. Nehir kan doldu, insanlar sudan korkar oldu, su içtikten sonra bile susadılar. Yapabileceğimiz ne var? Her şey talan.” A’raf, 133. ayette ise olay şöyle anlatılır: “Biz de açık seçik mucizeler olmak üzere onların üzerine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkar bir kavim olmakta direndiler.” İpuwer Papirüsü’nden: “Altın ve lapis lazuli, gümüş ve malachite, carnelian ve bronz, hepsi kölelerin boynunda.” Şuara, 57-59. ayetlerin meali: “Daha sonra onları (Firavun ve topluluğunu) bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve değerli bir konumdan mahrum ettik. İşte böyle. Bu nimetleri onların yerine İsrailoğulları’na verdik.” Hatırlatalım, İsrailoğulları Mısır’da köle idiler! Görüldüğü gibi Papirus belgesi Kur’an’ı tastik etmektedir. Araştırmacı İmmanuel Velikovsky, uzun yıllar bu papirüs ve içeriğini incelemiştir. O çalışmalarını şöyle özetler: İsrailliler Mısır’ı Hiksos’un işgalinden önce terk ederler. Hz Musa Mısır’dan ayrılmak ister. Firavun izin vermez. Nil nehrinin kan olması da dahil felaketler peş peşe gelir. En son olarak Firavunun ilk doğan çocuğu da ölünce Firavun Musa’nın Mısır’ı terk etmesine izin verir. Hz Musa halkı ile Mısır’dan ayrılır. Daha sonra fikir değiştiren Firavun askerleri ile Musa’yı Pi-hahiroth’a kadar takip eder. Kızıldeniz’in yarılması ile Musa ve halkı karşıya geçer. Firavun ve 13. hanedanlığın tüm askerleri ise suda boğulurlar. Sonra İsrailoğulları çölde Hyksoslar ile karşılaşır. İsrailliler, Rephidim’deki Hiksos/Amelekitler ile savaşır, daha sonra her iki grup ayrı ayrı yollara gider. (http://www.henryzecher.com/papyrus_ipuwer.htm; Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 86)
Asıl önemlisi de, “Kadim Mısır kaynaklarında düşmanlar ve sevilmeyen kişiler isimleriyle kaydedilmezlerdi. Krallar ise daima muzaffer olarak kaynaklarda geçerdi. Ayrıca Haman Tevrat’ta İran kralının veziri olarak geçer. Hz Muhammed Kur’an’ı Tevrat’tan alsaydı Haman’ı İran Pers kralının veziri olarak takdim ederdi ama Kur’an Haman’ı Mısır kralının veziri olarak nakleder. Hof müzesindeki anıtta da Haman, Mısır’da yüksek bir mevkide sorumlu bir kişi olarak takdim edilir. Hollanda ulusal müzesinde bulunan İpuwer papirüsünde, Kasas, 4. ayetle uygun olarak, II. Ramses’in çocukları katlettiğinden de bahsedilir.” (Hamid Cengiz, Ateist ve deistlerin modern sorularına cevaplar, s. 82-87)
Kur’andaki bazı hükümlerin(ceza hukukunda) Kur’andan 60-65 yıl önce yazılmış olan Jüstinyen Yasalarına benzemesi nasıl açıklanabilir?
Klasik Hz Muhammed’in Kur’an’ı yazdığı iddiasının farklı bir versiyonla tekrarıdır bu iddia. Nedense ‘ümmi’ (‘Ümmi peygamber’ adlı yazımıza bakılabilir) yani okuma yazma bilmeyen Hz Muhammed’in, Yunan, Hint, Mısır hatta Maya’lara dek araştırıp Kur’an’ı yazdığı iddia edilebilmektedir! Soruna dönersek; Roma hukukunu güncelleyen Jüstinyen kanunları, kölelik ve kadın hakları çerçevesinde yoğunlaşır. Bir taraftan ‘İslam köleliği yasallaştırdı, İslam’da kadın hakları yok’ denirken (Cevaplar için, ‘Kölelik’ ve ‘İslam’da kadın hakları’ adlı yazılarımıza bakılabilir) diğer taraftan köleliğe karşı olduğu iddia edilen kanunları çıkaran birisinin kurallarının kopyalandığı iddiasının da aynı çevreden gelmesi çelişkili değil midir? Jüstinyen 533 yılında bir emirle ile ‘Roma, İstanbul ve Beyrut’ dışındaki medreseleri kapatmıştır. Medresesi açık kalan yerlerden olan Roma ise Müslümanların eline hiç geçmemiş, İstanbul ise ancak 1453’te fethedilebilmiştir. Beyrut medresesi de İslam fethinden çok önce tarihe karışmıştır. Zaten Roma hukuku da, İslam hukukundan farklıdır. İslam hukuku ilahi kaynaklı, Roma hukuku insan kaynaklıdır. Zaten İslam Hz Adem’den itibaren gelen dinin adıdır (‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazıya bakılabilir) ve dolayısı ile bir kopyalama varsa, aşırma yapan kral Jüstinyen’dir. C.A. Nallino, C.H.Bousquet, Fitzgerald, Sava Paşa ve Rene David, G. H. Bousquet (Savaş Kocabaş, İslam hukukunun Roma hukukundan etkilendiği tezi karşıtı iki oryantalist, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2021/2, CİLT: 8, SAYI: 2, s. 485-516; S.V. Fitzgerald, Sava Paşa ve Rene David, İslam Hukukunun Roma Hukukundan İktibasta Bulunduğu İddiası, Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 29/4 ( 1963): 1128- 1154; Rum asıllı Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, (Ankara: Diyanet İşleri Reisliği Yayınları,1956), 12 vd; Yaman-Çalış, İslam Hukukuna Giriş, s. 36; David Rene, Çağdaş Hukuk Sistemleri, s.418, 424’ten naklen; C.H.Bousquet’in 1947’de yayımlanan ‘Le Mystere de la formation et des origines du Fiqh’, Fıkhın oluşumu ve kaynakları meselesi çözülmemiş bir sırdır isimli makale) gibi oryantalistlerin bile kabul ettiği ve İslam Hukukunu kendine özel ve orijinal olduğu, doğumunu ve ‘gelişmesini hiçbir yabancı sisteme borçlu olmadığını’ kabul ettiklerini belirtip, etkilenmenin aksi yönde olduğunu söyleyen Müslüman müelliflerin, “İslam hukukunun başka bir hukuktan etkilenmediği, aksine daha sonraki devirlerde diğer hukukları; İspanya yoluyla Roma hukukunu (Abdulkerim Zeydan, el-Medhal, s. 89), Batı devletler umumi hukukunu (Muhammed Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, s. 55), Fransız (Hacvi, el-Fikrü’s-sami, I/14), İngiliz (M. Abdülhadi Sirâc, Teʾsîrü’l-fıḳhi’l-İslamî fi’l-kanuni’l-İncilizi, III/7-22; John Makdisi, Islamic Law Bibliography, s. 135-146) ve en son İsrail hukukunu (Yaakov Meron, Points de contact des droits juifs et musulman, LX/83-117) etkilediğini hatırlatıp konuyu bitirelim.
Maide 51. ayetteki ” Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeme ” ayetini nasıl anlamalıyız?
Ali İmran 113. ayet, ” Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir” derken, Maide 5. ayet ile de ehli kitaptan kadınlarla evliliğe izin verilmiştir. Dolayısı ile Maide, 51. ayetten kastedilen, ‘Müslümanlara cephe alma niteliği taşıyan ve onlara zarar veren dostluklar’dır. Aynı konudaki tüm ayetleri (Bakara, 257; Al-i İmran, 28, 118; Nisa, 138-140, 144) bir arada değerlendirdiğimizde şu sonuca ulaşırız: Kafire askeri, mali, siyasi sırlar verilemez. Onlarla askeri, siyasi ve ahlaki paylaşımlarda dikkatli olmak gerekir. Sonuçta her insan son tahlilde kendi yandaşının tarafında yer alır ki, bu konudaki örneklere oryantalizm ve oksidentalizm başlıklı yazılarımızdan ulaşabilirsiniz. Zaten ‘Dost’ değil ‘çıkar ilişkisi’ içinde olduklarını bizzat kendileri deklare etmekte hatta tarihte birçok örnekleri ile biz göstermektedirler! Burada dikkat edilmesi gereken ince bir ayrıntı da bulunmaktadır. Tüm bu ayetlerde, ‘dost edinilmemesi’ istenen Yahudi ve Hristiyanlar, Arapça dil kuralı ifadesi ile ‘marife’ yani elif lam (İngilizce the) takısı ile gelmiştir. Yani, ‘bilinen, malum, tanınan’ bir grup kastedilmektedir ve onlar ‘İslam düşmanlığında önde giden, bu özellikleri tescil edilmiş’ gruplardır! Peki günümüze bakan yönü ile ‘dost’ olunmaması gerekenler kimlerdir? “Büyük devletlerin ajandası olur. Dostluk kardeşlik ortaklık gibi motivasyonlara bakmaz. Çıkarla yürürler.” (Ergün Diler, Takvim, 31.08.2018) “Lord Palmerston olarak bilinen Henry John Temple dünya diplomasisini derinden etkilemiştir. Politikasını sonraları çok meşhur olan bir cümleyle şöyle özetlemiştir: “İngiltere”nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır.” (Ali Nur Kutlu, Yeni Şafak, 27/10/2013) “ABD için Türkiye’nin dost ve müttefikliği önemli değildir.” (Abdülkadir Özkan, Milli Gazete, 7.4.2019) Türkiye-Fransa dostluk grubu bitti. (Milliyet, 23.12.2011) 1968’de Nixon’un başkan seçilmesinin ardından (Birgün, 2 Nisan 2022; Yeni Çağ, 11 Ocak 2023) ABD Dışişleri eski bakanı Hennr Alfred Kissinger şöyle demekte idi: “Amerikanın düşmanı olmak tehlikeli olabilir, fakat Amerikanın ‘dostu’ olmak ölümcüldür.” (Muhammed Enes Öztürk, Mepanews 23.12.2021) “Türkiye müttefik ama ‘dost’ değil. Alman hükümet kaynakları, NATO üyesi Türkiye’nin ABD, Fransa ve İngiltere gibi ‘dost ülke’ olmadığı, bu nedenle dinlemenin ‘makul’ görüldüğünü söyledi.” (Sözcü, 18.08.2014) ABD Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Nikki Haley: “Türkiye dost değil.” (Nikki Haley, Twitter, 7.10.2019) Yahudiler bile Hristiyan olan en büyük destekçisi dostuna güvenmemektedir: İsrail eğitim eski bakanı Naftali Bennett: “Yahudi devleti, büyük dostumuz ABD’de dahil olmak üzere kaderini asla başkalarının eline bırakmayacak.” (Twitter, 7.10.2019) ABD-AB dost değil. Kamuoyu araştırma sonucu: %83 ABD müttefik değil, %61.1 AB dost değil. (Milliyet, 11.12.2016) Türk özel timine amerikan baskını. (Hürriyet, 5.7.2003) “Aslında Çuval hadisesiyle ipler koptu! Ancak bunu zamana yayan Ankara günü geldiğinde kendi rotasına oturdu. Dost ülke, Dost bildiği ülkenin askerine çuval geçirmezdi. Ama yaptılar!” (Ergün Diler, Takvim, 13 Haziran 2017) ABD’nin eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin: Türkiye dost değil potansiyel düşmanımız. (Mynet, 13 Nisan 2018) Terörist Duran Kalkan’dan, terör örgütünün arkasında Avrupa’nın olduğunu itiraf etti! Avrupa’dan PKK’ya: Savaşı sürdüreceksiniz. (Milliyet, 1.11.2021) Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar: Dost bildiğimiz bazı ülkeler PKK’ya füze verdi. (AA, 3.5.2021) ‘Zeytin dalı harekatı’, devletlerarası ilişkilerde kullanılan ‘dost’, ‘müttefik’ ve ‘stratejik ortaklık’ gibi tanımlamaların ne kadar anlamsız olduğunu ortaya çıkardı. (Yeni Söz, 25.01.2018) Bu ‘dostluk’u not ettik. PKK 13 sivili terör saldırısı ile katleder. AB, Türkiye’nin tepkisi üzerine 26.5 saat, ABD ise 12 saat sonra ‘PKK terörünü’ kınar. ABD kınamasında, ‘PKK yapmış ise’ kaydını da düşer! (Güneş, 16 Şubat 2021) ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, TSK operasyonuyla etkisiz hale getirilen YPG’li terörist için resmi hesabından taziye mesajı yayınlar. (Akşam, 25 Tem 2022) Türk makamları, Vaşington’un son yıllarda YPG’ye silah nakliyatı için 5.000 kamyon ve 2.000 kargo uçağı kullandığını tahmin etmektedir. (https://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-wp-makalesi.tr.mfa) Batı’dan dost olmaz. Terör örgütü PYD’nin sözde lideri Salih Müslim’in Avrupa Parlamentosu’nda (AP) ağırlanması ve AP Başkanı Martin Schulz’un Türkiye ziyaretindeki çelişkili açıklamaları, Batı’dan Türkiye’ye dost olmayacağını bir defa daha gözler önüne serdi. (Yeni Akit, 3.9.2016) Almanya: Dost mu Düşman mı? (Faruk Aydın, stratejikortak.com, 16 Ağustos 2016) Onların dostluğu değil de insanlığı ne kadar olabilir? Türkiye’de 11 ilde birden deprem olur, dünyanın en fakir ülkelerinden Somali 5 milyon dolar yardım gönderir. Dünyanın en zengin 12 devletinin üyesi olduğu AB ise sadece 5.5 milyon avro! (AA, 17 Şubat 2023) Peki, birbirlerine ne kadar dostturlar? ABD, Ukrayna sınırına askeri destek kaydırır. (DW, 23.02.2022) Rusya askeri hareket başlattıktan bir gün sonra NATO ve ABD açıklama yapar: Asker gönderme planımız yok. (AA, 24.02.2022) Batı’dan dost olmaz. Batı’nın cılız yaptırım tehditlerine karşı geri adım atmayan Putin, dün sabaha karşı ‘saldırı’ emri verdi. Rus ordusu, Donetsk, Luhansk, Kırım ve Belarus üzerinden Ukrayna’ya girerken, başkent Kiev, Harkov, Kramatorsk, Mariupol, Mykolaiv, Odessa’da bombalar patladı. Ukrayna ise eli silah tutan herkese, “Ülkeyi savunun” çağrısı yaptı. (Diriliş Postası, 25 Şubat 2022); Almanya ile ABD artık ‘dost’ değil. (Ednews, 04.07.2017) Ukrayna başkanı Zelenskiy, Ukrayna’ya yeterli destek vermeyen Batı’yı eleştirdi. (AA, 8 Mart 2022) Rusya ‘dost olmayan’ ülkeler listesini açıkladı. (NTV, 7.3.2022) Konuyu, İslami bir dünya görüşüne bağlı olmadığı bilinen, zamanının en örgütlü TİP gençlik teşkilatı sayılabilecek olan bir federasyonun açıklamasından alıntı ile bitirelim: “Türk halkı, yurdunun dört bir tarafı dost maskesi altındaki Amerikalılar tarafından sarılmıştır.” (Sosyalist FKF’nin 18 Temmuz 1968 tarihli bildirisinden, Turhan Feyizoğlu, FKF, s. 553) Kısaca, “Batıdan bize dost olmaz.” (Akit, 3.9.2016; Diriliş Postası, 25.2.2022; Şanlıurfa Gazetesi, İsa Güneş, 17 Eylül 2017; Orhan ARSLAN, Sultanşehir Gazetesi, 12.03.2017) “NATO’dan Dost Olmaz.” (İbrahim Toraman, Öncü Gençlik, 7 Aralık 2022) Tüm Batı dahil, “İngiliz ve Fransız diplomasisinde ‘iğfal ve aldatma’ zihniyeti hakimdir.” (Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisi’nin sönümlenmesi, s. 35) “Biz Müslümanlara düşen görev ise, oryantalizme hak ettiği gözle bakıp değerlendirmektir. Bizim onları, değerleri ölçüsünde bilmemiz gerekir. Onlar dostluktan ziyade düşmanlığa yakındırlar.” ( Pr. Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 127)
Allah eskiden kavimleri ( Nuh, Lut, Ad gibi) topluca helak ederken günümüzde neden bunu yapmıyor, sebebi nedir?
“Sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret-istiğfar dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.” (Enfal, 33) “Alemlere rahmet” (Enbiya, 107) olarak gönderilen Efendimiz ve tövbe edenler olduğu müddetçe, Yüce Yaradan helakı ahirzaman toplumundan kaldırmıştır. Fakat asıl gözardı edilmemesi gereken daha önemli bir husus vardır ki o da, insanlık, kıyametini bizzat kendi yaptıkları ile hazırlamaktadır! A’raf, 182: “Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz.” İnsanlar yaptıkları kötülükler ile dünyanın dengesini bozup sonlarını hazırlamaktadırlar. Ozon tabakasının delinmesinden fosil yakıtların kullanılmasına, bitkilerden hayvan türlerinin nesillerinin yok edilmesine dek doğaya verilen zararlar, kelebek etkisi ile ‘bizzat elleri ile işledikleri sonucu’ (Şura, 30) tek tek kavimler değil, insan toplumunun tümünü hızla sona yaklaşmaktadır. “Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (Rad, 11)
Enfal 67. ayetteki ‘peygamber esir almaz’ ayetini ne demektir?
Ayet meali: “Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” Her ayetin mutlaka bir iniş sebebi ve bir amacı vardır. Bunları bilmeden ayetlerin amacına vakıf olmamız mümkün değildir! Bedir savaşında Müslümanlar az bir sayıya sahip iken daha kalabalık ve donanımlı müşriklere karşı savaşta zafer elde etmişlerdi. Zafer sonrası esirlerden bir kısmı fidye karşılığı serbest bırakılmıştı. İşte bu ayet, “savaşta esir elde edip sonra fidye karşılığı serbest bırakmak suretiyle dünyevi menfaat elde etmek için savaşmayın, bu şekilde Allah rızası elde edemezsiniz” mesajını verir. Ayetin devamı zaten bunu açıkça ifade etmektedir: “Siz geçici dünya malını istiyorsunuz” Kısaca buradaki esir = fidye =dünya malı sevdası demektir. Bu da bu ayetle eleştirilmektedir ve “siz ahireti yani Allah rızasını isteyin.” denmektedir. Ayet Müslümanları incitmeden uyarmakta ve “Ey Muhammed sana esir almak yaraşmaz” mealindeki cümle ile başlarken sonra hitap Müslümanlara dönmekte ve “siz istiyorsunuz” diye devam etmektedir. “Esir almama hükmü İslam’ı koruma amacından kaynaklanıyordu, yoksa Allah’ın devamlı hükmü bu değildir. Savaşta gerekirse esir de alınacaktı, sonra bunlara adalete uygun şekilde davranılacaktır. (Muhammed, 4) Bu konuda, ‘Kölelik’ adlı yazımıza da bakılabilir. Görüldüğü gibi, aynı konudaki tüm ayetler bir arada değerlendirilince ortada herhangi bir soru(n) kalmamaktadır.
Bazı ayetler arasında konu ile direk alakası olmayan, farklı bir konudan bahseden ayet gelmektedir. Bazı kıssalar ise birden çok Kur’an’da yer almakta. Bunlar Kur’an ayetlerinin yazılırken karıştırıldığına delalet etmez mi?
Birer örnekle soruyu cevaplayalım. Mesela, Ali İmran suresi 121. ayetten itibaren Uhud savaşından bahsedilir. Ama 130. ayete gelince aniden konu faize döner. Bu ara cümleden sonra yeniden konu ana düzlemine oturur ve sure normal konusuna devam eder. Peki, 130. ayette (Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.) faiz konusu neden arada sözkonusu edilmiştir? Çünkü Uhud savaşına neden olan müşrikler, ordularını faiz parası ile techiz etmişler, donatmışlardır. (Ümit Şimşek, ayet meali) . Yani ayetin içerik ve mesajını anlamak için bazen İslam tarihini de bilmek gerekmektedir. Bu küçük tarihi bilgi, 130. ayetin Uhud savaşından bahseden ayetler içindeki konumunu daha iyi anlamamıza neden olmaktadır! Diğer bir örnek, Ali İmran Suresi, 83. ayet: “Göklerde ve yerdekiler ister istemez O’na teslim oldukları halde inkarcılar, Allah’ın indirdiğinden başkasını mı arıyorlar?” Yerdekiler ister istemez nasıl O’nun yasalarına teslim olmaktadır? “İnkarcılar istemediği halde kevni (tabiat, fiziksel) yasalara göre hayatını devam ettirmektedirler.” (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 162, 163)
Bazı kıssalar (Tarihte yaşanmış gerçek hayat hikayeleri) neden Kur’an’da sık sık tekrar edilmiştir? Kur’an’daki tekrarların iki boyutu vardır. Birincisi konuyu te’kit etmek ve tesis etmek amacını güder yani, pekiştirmek, kuvvetlendirmek ve anlatılan konular hakkında insan zihnini yeniden inşa etmek, insan zihnini yeniden yapılandırmak için tekrarlar yapılır! Diğer boyutu ise, tekrar gibi gözüken ayetler aslında, ele alınan konuların farklı boyutlarını vurgulamaktadır, aralarında bağlam farklılığı bulunur. Yani aynı gibi gözüken ayetler; kopyala yapıştır tekniği ile elde edilen tekrarlar değildir. “Kur’an’da kıssalar tekrar eder gibi görünse de amaç tarihi bilgi vermek değil, ‘ibret dersi’ vermektir. Tekrar gibi görünen her olay insana ‘farklı mesajlar’ iletir. Mesela Hz Adem’in kıssası Kur’an’da 6 yerde geçer, bunların her birinde başka bir mesaj ve ibret dersi verilir insanlara.” (Tayyip Okiç, Tefsir ve hadis usulünün bazı meseleleri, s. 120, 126) Kafirun suresindeki, ‘Velâ entüm abidûne ma e’bud’ ayeti iki kere tekrar edilir. Birincisinde ‘ Şu an ibadet ettiklerinize ben tapmam.’ anlamı varken ikinci tekrarda, ‘Bundan sonra da sizin taptıklarınıza tapmam.’ mesajı vardır. Ayette, ‘Putlarınıza önceden tapmadım, sizde benim taptığıma tapmayın, bundan sonrada tapmayacağım’ denilerek, pekiştirici bir tekrar ve yeni bir dünya inşasına işaretler vardır. “Tekrar, edebi açıdan pekiştirme amacıyla getirilen bir sanattır.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 312) Kısaca, Kur’an’da bütünüyle bildiğimiz anlamda bir tekrar söz konusu değildir. Rahman suresindeki tekrar gibi gözüken ayetlerde de aynı durum söz konusudur. Tüm bu tekrar gibi gözüken ayetlerin siyak sibakına yani, öncesine sonrasına baktığımızda, o tekrar gibi gözüken ayetler yeni bir anlam kazanmakta ve mesajı farklı açılardan okuyucuya sunmaktadır. Yine bir örnek üzerinden gidelim. Mesela Lut kıssası Kur’an’da toplam 10 farklı yerde anlatılır. Bu kadar tekrara gerek vardır mıdır? Dokuzu Mekki, biri Medeni (Medine’de inen) surede geçen bu kıssalar, her geçtiği yerde, olayı farklı açılardan ele alır. Birinde olay peygamberlik görevi, diğerinde kıyamet, farklı yerlerde de, teselli, şahsiyet, yardım, cezalandırma, helak, hayatın doğal süreci gibi farklı mesajları okuyucuya aktarır. Olay aynı olsa da mesajlar ve hedeflenen amaçlar farklıdır! Kur’an’daki tekrarlar için oryantalist Arthur John Arberry, ‘The Holly Koran’ adlı çevirisinde şunu söylemektedir: “Hakikat, tekrarlamakla bulanmaz, aksine açıklık, aydınlık ikna gücü kazanır.” (Oryantalistlerin yanılgıları, s. 31) Fransız oryantalist Henri Masse, Kur’an’daki “tekrarların gerekli ve mantıklı olduğunu” ifade etmiştir. (Masse, L’İslam, s. 72; Profesör Doktor Tayyip Okiç, Tefsir ve hadis usulünün bazı meseleleri, s. 118) İngiliz yazar ve diplomat Gai Eaton, “İnsan elinden çıkmış hiçbir kitap ‘herkes için’ olamaz. Fakat ‘herkes için’ olma, vahyedilmiş bir kitabın temel işlevidir. Bu nedenledir ki Kur’an, insanlar tarafından yazılmış eserlerin okunduğu tarzda okunamaz. Güneş ve ay -yağmurda öyledir- herkes içindir, fakat onların faaliyetleri her insana göre farklılık arz eder ve eninde sonunda bazılarına hayat vermek de bazılarına da ölüm getirmektedir. Kur’an tekrar tekrar aynı hikayelere dönmekte, fakat her seferinde, Kur’ani vahyi bir bütün kılan temel hakikatlerin şu ya da bu cephesine küçük bir vurgu farkı getirmektedir. Kur’an kendisine yaklaşanlara bir ayna tutar, yanlış nedenlerle ya da kötü niyetle yaklaşanlar ise onda hiçbir şey bulamayacaklardır. Sığ bir tabiata sahip iseler sığlıkları ölçüsünde yüzeysellikler, eğer derin bir tabiata sahip iseler, enginlikleri ölçüsünde derinlikler bulurlar.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 145, 150, 159) derken, Ateş de bu konuda şunları söylemektedir: “Oryantalistler Kur’an’daki kıssaların tekrarlandığını ve bunun bıktırıcı bir şey olduğunu söylerler. Kur’an, konuya uygun olarak bir kıssanın belirli bir halkasını zikreder. Kıssanın tamamı tekrarlanmaz.” (Süleyman Ateş, İslam’a itirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den cevaplar, s. 494) ve “Kıssa tekrar edilmişse, o tekrarında muhakkak yeni bir şey getirilmiştir.” (Süleyman Ateş, İslam’a itirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den cevaplar, s. 501) “Kur’an’da aynı konuya birçok yerlerde temas edilmiş, fakat her defasında meselenin bir başka yönü ele alınmıştır.” (Emin Işık, Kur’an’ın Dil Üstünlüğü, Zafer Dergisi, Mayıs 1986, 113. Sayı) Mesela “İblisin şeytanlaşma sürecine 7 farklı surede temas edilir, her birinde diğerinde yer verilmeyen bir bilgiye yer verilir.” (Soner Duman, Allah’ım sorularım var, s. 104) Blachère, Kur’an’da peygamber kıssalarının tekrarlanmasının sıkıntı ve usanç verdiğini öne süren Batılılar’a karşı bu kıssaların her birinin bir delile dönüştürüldüğünü, mesela tekrarlanan kıssalarla, ”İstikbali/geleceği belirleyen mazidir/geçmiştir.” gerçeğini hatırlatarak, eziyetlere maruz kalan müminlerin sonunda Allah’ın yardımıyla kurtulacağı, inkarcıların ise helak edileceği şeklindeki tarihi kanunu ima ettiğini, böylece bu tekrarların muhatapları ikna vasıtası olduğunu belirtmiştir. (Introduction au Coran, s. 180-181; krş. Esed, Önsöz, I/XXII) “R. L. Blachere, ‘Peygamberin surelerde tekrarladığı ayetlerin bir dinamizmi, parlaklığı ve yüceliği vardır. Kur’an her şeyden önce insanların yücelttiği bütün metinlerin üstünde muhteşem edebi ve zarif bir metindir.’ L. E. Cobold, ‘Gerçek şu ki, Kur’an’ın cümleleri ve güzel üslubu kalemin anlatamayacağı ve tarif edemeyeceği bir şeydir. Kur’an şiir, tarih değildir. Budistlerin kitabına benzemez. Felsefi hutbeler de değildir. Belki o yüce kalplerde yankılanan nübüvvet sesidir. Kur’an kıssalarının uyumu, temsillerinin ilginçliği en üst mertebesine çıkmıştır. Okuyucusu asla bıkmıyor ve o da tekrarla yıpranmıyor.’ Kur’an Arap kelamında kullanılan tekrar, mecaz, teşbih gibi üslupları çok büyük bir maharetle kullanmıştır. Kur’an, Arap dilinde birer te’kid/pekiştirme edatı olan kasem/yemin, tekrar türlerini sıkça kullanmıştır. Tekrar, Arapların mesaj vermek veya bildikleri mesajı iyi pekiştirmek için öteden beri kullandıkları belagatli kelami bir üsluptur. Razi: “Tekrar pekiştirmeyi ifade eder.” der. Modern zamanlarda yazılı ve görsel medyada günlük reklamların tekrarı bu metodun çağlar boyunca kullanıldığını göstermektedir.” (M. Halil Çiçek, Müşkilu’l-Kur’an’ı Yeniden Değerlendirmek, s. 46-47, 59) Tekrar etmek, önemli konuları pekiştirmek için Arap dilinin özelliklerindendir. Günümüzde siyasi ve ticari şirketler, tekrarı propaganda ve reklamlarda çok kullanırlar. (Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 434, 436) A. John Arberry, “Kur’an’ı anlayabilmek için iyi Arapça bilmek yanında, onu bir Müslüman gibi okumak gerektiğine” işaret eder ve “Değerlendirme bu esaslara dayanınca, bıktırıcı tekrarlar gibi ithamlar manasızlaşır.” (The Holy Koran, London 1953, s. 26-27) Filozof John William Draper, “Kur’an çok sayıda mükemmel ahlaki tavsiyeler içerir ve içeriği küçük bağlantısız parçalardan oluşur, öyle ki tüm insanların onaylaması gereken özdeyişler bulmadan tek bir sayfasını bile geçemeyiz. Kur’an’ın bölümler halindeki bu yapısı hayattaki herhangi bir olayda sıradan insanlara uygun olan, kendi içinde bir bütün olan metinler, özdeyişler ve kurallar meydana getirir.” (A History of the Intellectual Development of Europe, s. 172) “Bazen Kur’an’ın şaşırtıcı düzeninin (ya da düzensizliğinin) Muhammed’in ifade sanatını güçlendirdiğini; bağlamın, hikayenin ve biçimsel birliğin yıkılmasının, okuyucuyu sesin yakın ve ezici otoritesine konsantre olmaya zorladığını düşünüyorum. Elçinin dudaklarından çıkmasına rağmen, yüce ve ikna edici bir otoriteye sahip olan bu ses, İncil’deki Tanrı’nın doğrudan konuşmalarını hatırlatır ama onu genişletir” (Harold Bloom, Dahi, Yüz Örnek Yaratıcı Zihinden Bir Mozaik, s. 146) Kısaca, “Kur’an’ın iç düzeni kitapların değil hayatın iç düzenine benzer. İnsan hayatında olduğu gibi Kur’an’da da iman, ibadet ve ahlaki yaşantılar ‘bütün oluşturacak şekilde’ baştan sona serpilmiştir. Kur’an edebiyat değil hayattır, hayat tarzıdır. Kur’an, insanı hayatın içinde eğitmeyi amaçlar.” (Prof. Muhammet Altaytaş, Hangi Din? s. 149) “Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri birbirine bakar. Kur’an’ın bazen bir kelimesi on yere bakar. ‘Kur’an’ı anlamak için Kur’an’ın kelimeleri arasındaki irtibatı, kelimelerin diğer ayet ve cümlelere bakan yönünü bilmek gerekir.’ Kur’an’da kelimeler birbiri ile münasebetli ve tamamı gözetilerek anlamlandırılabilecek şekilde yerleştirilmiştir.” (Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar, s. 109) “Kur’an kıssalarının bazı manzaralarında yapılan tekrarlar, manzaranın yepyeni başka bir somut parçasını ortaya koymaktadır. Bu, Kur’an’ın kıssaları anlatmadaki önemli bir üslubudur.” (Dr Sabri Demirci, Kur’an’da çelişkili ayetler meselesi, s. 153, 165)
Musa kıssası neden çok tekrarlanır?
Kıssalarda, Hazret-i Musa’nın doğumu, gençliği ve evliliği tekrarlanmaz. Ama her zaman Müslümanların karşılaşacağı durum, şart ve kişi/kimlikler kıssalarda ibret amaçlı anlatılır. Kur’an’daki kıssalar geçmişte olmuş bitmiş birer olay olduğu için değil, aynı olaylar tarihin her döneminde farklı adlarla olsa da her zaman tekrar ettiği, edeceği için tekrar edilmiştir. Yahudilerden neden bahseder çünkü faiz, karaborsa, kapitalizm, materyalizm, üstün ırk iddiası, gizli örgütler, liberalizm gibi zalim sistem ve fikirlerin fikir babası ve koruyucuları onlardır. Evangelizmden illuminateye, siyonizmden pagan putperestliğe dek hala aynı bakış açısı ve sonu, ‘ekin ve nesli yok etmek’ (Bakara, 205) üzere kurulu düzenleri ile aramızda yaşamaya devam etmektedirler. Günümüzde hala, Rab olma iddiasında bulunan insanlar bulunmaktadır. Bir Bedir savaşı veya Talut ile birlikte olanların yaşadıkları günümüzden ne kadar farklıdır? Kıssada yaşananlar, geçmişte yaşanmış birer hatıra değil, içimizde yaşayan, şu an canlı şahit olduğumuz tekrarlanan olaylardır! Ümmetin, kıssalarda anlatılan durumlara düşmemesi için uyarılarda bulunulmaktadır. Şu an içinde yaşadığımız sürecin tarihi köklerini bu kıssalarda görebilmekteyiz: Dünyevileşme, Allah’a isyan, paganizm, nefsi/egoyu ilah edinme gibi. Ayrıca bu kıssalar ile “Peygamberimizi teskin ve teselli etmek, kafirleri tehdit, münafıkları ayıplama, Yahudileri kınama, şirk/putlara karşı uyarı, sabrın ve mücadelenin, tevekkülün önemi, Münafıklara karşı dikkatli olunması gerektiği, Allah’ın takdirinin önüne geçilemeyeceği, ümitsizliğin Müslüman’ın hayatında yerinin olamayacağının” mesajları da okuyucuya verilmektedir. Son olarak şunun da altını çizmek gerekir ki, insan, kendisinin içselleştirilmesi istenen mesajın çeşitli şekil, üslup ve ifadelerle tekrarı ile verilmek isteneni daha iyi hazmetmektedir. Hayatın meşguliyetleri içinde arka plana atılan mesajlar tekrar hatırlanır, hayatın içine sokulur. Bunların kıssalarla anlatılması da Kur’an’ın bir metodudur. Ayrıca bu üslup, değişik seviye ve zihniyetlere hitap etmekte de bir usuldür.
Ateist yazar aklınca alay ediyor: “Size deseler: “Yemek yediğin çanağın ya da su içtiğin bardağın içine sinek düştüğü zaman sineğin her tarafını batır, sonra çıkar at ve yemeğine ya da içmene devam et. Çünkü sineğin iki kanadının birinde hastalık, diğerinde de şifa vardır. Sinek idrak ve ilahi ilham sahibi olduğu için, önce zehirli olan kanadını sokar, deva olan kanadını dışarıda bırakır. Eğer sineğin, dışarıda kalan ‘ şifa ‘ kanadını yemeğin ( ya da içeceğin ) içine batıracak olursan, şifa hastalığı gidermiş olur.”
Önce şunu belirtelim. Bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır, bu bir. Ayrıca çölde su başta olmak üzere gıda maddeleri çok değerlidir. Eksik bilgiden kaynaklı, çok önemli bu tür gıdaların atılmaları yerine yerine, kullanılma usulleri belirlenip kullanışa elverişli hale getirme yolu ifade edilmiştir bu hadiste bu da iki! Ama çöl dışında, zorunluluk yoksa tabii ki böyle bir ‘zorunluluk’ yoktur. İslam temizlik dinidir. Askerde kimyasal saldırılara idrarlı bez ile korunma öğretilirdi. Hatta II. Dünya savaşı sırasında ülkemizde sivil halka da bu bilgiler öğretilmişti. Ama, bu her zaman idrarlı bezle dolaşmayı veya gerek yoksa hala onu kullanmamız gerektiği anlamına gelmez! Kısaca zaruret, istisna haller için söz konusu olan hadisi genelleme yaparak İslam’a saldırmak sadece önyargı, taassup ile açıklanabilecek bir özelliktir.
“Çağın antibiyotikleri kurtçuklardan geliştirilebilir. Bilim adamları, yeşil sinek larvalarının salgılarından elde edilen yeni bir antibiyotik türü keşfetti. Galler’deki Swansea Üniversitesi’nden Norman Ratcliffe ve ekibi, lucilia sericata (şişe camı yeşili sinek) larvalarının salgılarında bulunan, hastane bakterilerinin 12 türünün yanı sıra E coli ve clostridium difficile bakterilerinde de etkili olabilen maddeye “seratisin” adını verdi. Seratisini saf hale getiren bilim adamları şimdi iğne, hap ya da merhem olarak kullanılabilecek antibiyotiğin içeriğini tam olarak tanımlamaya ve bunu sentez etme yolunu bulmaya çalışıyor. Bu çalışma da başarılı olursa seratisin insan hücrelerinde ve sonucunda da klinik deneylerde test edilecek. Araştırmaya maddi destek veren yardım derneği “Action Medical Research”den Doktor Yolande Harley, muhtemel yeni antibiyotiğin keşfinin heyecan verici bir ilerleme olduğunu belirterek, bunun hastane enfeksiyonlarına ya da başka bakterilerin yol açtığı hastalıklara yakalananlar için yeni bir tedavi imkanı sağlayabileceğini söyledi.” (Mynet.com-Hürriyet, 06.08.2008; Yeni Şafak, 07.08.2008)
Bu konu detaylı olarak, ‘İlhan Arsel’e cevaplar/Yazarın “Şeriat ve Kadın” adlı eserinin eleştirisi II’ adlı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır.
Peygamber deve sütünü ve sidiğini içmeyi mi tavsiye etti?
Ehli sünnet çizgisinde ve hadisleri Kur’an’dan sonra ikinci kaynak kabul eden biri olarak, ‘Hadisleri reddeden’ ve delil olarak kabul etmeyen modernist kardeşlerimizden farklı olarak, hiçbir hadisi araştırmadan, kaynağı ve içeriğini sorgulamadan direk reddetmemekteyiz. Özellikle, ‘Sinek, deve sidiği, tükürük’ çerçevesindeki hadisler hem ateist hem modernist kesimden epey eleştiri almaktadır. Biz bu konuda yaptığımız araştırmalar sonucu her üçünün de sahih olduğu ve bilim ile çelişmediği sonucuna vardık.
Konuya dönelim. Hz. Enes anlatıyor: Ukl veya Ureyne kabilesi halkından sekiz kişilik bir grup Medine’ye gelip Hz. Peygamber’e biat ederek Müslüman oldular. Bir müddet sonra Medine’nin havası onlara dokundu ve hasta oldular. Şikayetleri üzerine Hz. Peygamber, çobanlarıyla birlikte Medine’nin dışına çıkıp, develerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini öğütledi. Adamlar bir müddet devlerin süt ve sidiklerinden içtiler ve sağlıklarına kavuştular.” (Buhari, Vudu, 66; Tıp, 5-6; Diyat, 22; Müslim, Kasame, 9-11; Ahmed b. Hanbel III/107,163; Ebu Davud, Hudud, 3; Tirmizi, Taharet, 55, Nesai, Tahrimu’d-dem, 8-9) Hadisin sadece deve ‘sütü’ içmeyi tavsiye eden rivayetleri de mevcutsa da (Ebu Davud, Taharet, 125; İbn Hanbel; III/107; Nesai, Tahrimu’d-dem, 8) bu hadisin Buhari, Müslim gibi kaynaklarda geçmesi nedeni ile özellikle reddedilmeden önce iyice araştırılması gerektiğinin önemini tekrar hatırlatıp detaylara geçelim: Öncelikle hadiste, “herkes deve idrarı içsin” şeklinde bir emir olmadığını görülmektedir. Olay, çölün ortasında ve eldeki imkanlarla doğal bir tedavi metodu kullanılmasından ibarettir ve sonuçta hastalar da iyileşmişlerdir! Peki, bu tıbben mümkün müdür, idrar tıpta ilaç olarak kullanılabilir mi? Bu durum bilim ile uyuşur mu? NASA’nın laboratuvar verilerine dayanan bir rapor, idrarda faydalı maddelerin bulunduğunu ortaya koymuştur. (David F. Putnam, Composition and Concentrative Properties of Human Urine, NASA Contractor Report, Temmuz 1971. Rapor için bakınız; https://ntrs.nasa.gov/archive/nasa/casi.ntrs.nasa.gov/19710023044.pdf) Sağlık alanıyla alakalı kaleme aldığı kitaplarla tanınan Harald W. Tietze’nin ilk baskısı 1996’da yapılan ve “International Bestseller” olan yani Dünya çapında en çok satan kitaplar arasına giren “Urine The Holy Water” yani “Kutsal Su İdrar” başlıklı kitabında, idrar tedavisinin faydalarından bahsedilmekte ve tedavinin en sık uygulandığı ülkenin Almanya olduğu yazmaktadır. (Harald W. Tietze, Urine The Holy Water, Harald W. Tietze Publishing: 2003, 3rd edition, P/L, Australia, s. 15) Eserin 44. sayfasında, “Deve idrarı”nın kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarına iyi geldiğinin yazması da (Harald W. Tietze, Urine The Holy Water, Harald W. Tietze Publishing: 2003, 3rd edition, P/L, Australia, s. 44) konumuz açısından önemlidir. Birçok makalenin içinde yer aldığı “Holistic Health Healing & Astrosciences” adlı kitabın ikinci cildinde “İdrar Terapisinin Mucizeleri” başlıklı makalede, İdrar terapisinin soğuk algınlığından kansere ve eklem iltihabından AIDS’e kadar birçok hastalığı tedavi etme potansiyeline sahip olduğu yazmaktadır. (Dr. B.D. Sharma, Holistic Health Healing & Astrosciences (An International Sourcebook), Holistic Health & Healing in 21st Century, cild 2, B. Jain Publishers: 2003, s. 279) Almanya’da faaliyet gösteren “Sağlık Merkezi” isimli kuruluşun internet sitesinde, idrar terapisinin bağışıklık sistemini aktive ettiği ve özellikle de alerji, astım, gut, romatizma, kronik ürogenital enfeksiyon ve cilt hastalıklarının tedavisinde çok iyi neticeler verdiği belirtilmektedir. (zentrum-der-gesundheit.de/eigenurintherapie.html. Kaynak: belgelerlegercektarih.net/deve-idrari-hadisi-uydurma-degil-adeta-bir-mucizedir) Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezi (Ulakbim) indeksine göre bilimsel kudreti en ileri seviye kategorisi yani A kategorisinde olan bir derginin, ‘Journal of Ethnopharmacology’ 2011 yılına ait nüshasında, “Deve idrarının Hepa-c1c7 türü kanserlerini kaynak organizma dışı kullanımda tedavi edici etki gösterdiği ve sitokrom -p450-1a1 enziminin sentezini yok ettiğini yazmaktadır. Bu sitokrom p450-1a1 enzimi kanser oluşturucu etkisiyle biliniyor. Deve idrarı, kanser oluşturucu molekülü diskalifiye ediyor ve kanser tahribatını da restore ediyor.” Hadis desek kabul etmeyecek pozitivist rasyonel arkadaşlar umarım bu konuya biraz daha tarafsız yaklaşabilirler! İdrar konusundaki bazı çalışmalar: Dr. Johann Abele, 1995 yılında yayınlanan kitabında 5 milyon Almanın şifa bulmak için idrar kullandığını ifade eder. (Dr. Johann Abele, Die Eigenharnbehandlung-Erfahrungen und Beobachtungen, (Idrar Terapisi-Deneyler ve Gözlemler), Haug-Verlag, 1995) Japon bilim adamı Dr. Nakao idrarın faydalarını anlattığı video adresi: https://www.youtube.com/watch?v=IEPrB6x02CI&t=1s; https://en.wikipedia.org/wiki/Urine_therapy; Carmen Thomas, Ein ganz besonderer Saft, Urin, (Çok Özel bir Su, Idrar), VGS Verlagsgesellschaft, Kِöln 1993. Bu kitap “Çişteki mucize” başlığıyla türkçeye de çevrildi. Leman Çalışkan’ın tercüme ettiği bu kitap, 1995 yılında “Doğan Kitap” tarafından basıldı; Flora Peschek-Bِöhmer, Urin-Therapie – ein Tabu wird gebrochen, Heilerfolge bei vielen Krankheiten und Beschwerden, (İdrar Terapisi-Bir tabu yıkılıyor, Birçok Hastalık ve Rahatsızlıklarda Şifa Başarıları), Heyne Verlag, 1995; Angela Martens, Heilsaft Urin – Ein altes Mittel neu entdeckt, (Şifa Suyu Idrar – Yeni keşfedilmiş eski bir ilaç), Weltbild Buchverlag, 1999; Gennadi Malachow: Urin-Therapie, (Idrar Terapisi), Verlag Phِönix, 1999; John W. Armstrong, The Water Of Life: A Treatise on Urine Therapy (Hayat Suyu: Idrar Terapisi üzerine bir Araştırma), Published by True Health Publishing Co. By Health Science Press, Rustington, Sussex, 1948; John W. Armstrong, The Water Of Life: A Treatise on Urine Therapy (Hayat Suyu: Idrar Terapisi üzerine bir Araştırma), Published by True Health Publishing Co. By Health Science Press, Rustington, Sussex, 1948. ateistlerecevap.org/deve-idrari-hadisi-hakkinda-detayli-aciklama; Yeni Akir, 25.7.2017) “Rusya’da Leningrad’daki 12 katlı hastanede sidikle tedavi yapılır.” (Prof Ahmet Maranki, Hürriyet, 5.2.2010) “Çişteki mucize. Saç dökülmesine karşı, Kulak iltihabında, Boğaz iltihabına karşı, Ellerin ve dizlerin titremesinde insanın idrarını yapar yapmaz el ve dizlerini bununla ovması ve yıkaması ile, Vücutta su toplanmaya başlarsa, insan uzunca bir zaman sabah aç karnına kendi ilk idrarından biraz içmelidir. Bunun sarılıkta da yararı olur. Kadınların cinsel organlarındaki yanma ve kaşıntıları sıcak idrar ile yıkamak faydalıdır. Arı sokmasına karşı hemen idrarla ıslatmak birebir gelir. Tecrübeyle sabit. Son olarak şunu söylemek isterim, bu kitap elime geçtikten sonra sifonu çekerken vicdan azabına benzer bir şey duyuyorum. Hani değerbilmez biri olduğuma dair bir his. Klozet yerine kavanoz mı kullanmalı ne…” (Pakize Suda, Hürriyet, 29.7.2006) Ateistler, İslam’a kafirler kadar ve sadece bilimsel yaklaşsalar birçok iddialarını terkedeceklerdir aslında. Ama önyargı ve nefislerinin arzularını aşamamak onları bir cendere içine sokmakta ve bu da onları içine düştükleri girdaptan bir türlü kurtaramamaktadır!
Ateist başka bir yazar da “peygamberimizi” tükürüklü ve tükürüksüz” biçimleriyle tedavi ettiğini” yazmış ve bununla alay etmiştir.
Bu konu bilimsel temelde “Turan Dursun’a cevaplar II” adlı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır.
İşin ilginci, bilimsel temeli olan konularda İslam’a saldıran kesimin sözcülerinin, ‘Dışkı yemek’ söz konusu olduğunda dut yemiş bülbüle dönmeleri, duymazdan gelmeleri ve hala sözü dinlenen olarak bu kişileri kabul etmeleridir: 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’in cenazesine çelenk yollayan jeoloji profesörü evrimci ateist Celal Şengör yaptığı açıklamada, “İnsanlara dışkı yedirmek işkence değil” ifadelerini kullandı. “Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil. Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ‘ikram ediyorlardı.’ Onlar da ‘bizim gibi’ primatlar. ‘Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz.’ Mesela jeolojinin kurucularından olan William Buckland’ın hayvanlar alemindeki her şeyi tatmak gibi bir merakı vardı: Dışkı ve sidikler dahil. Yani dışkı pis bir şey değil ki. Sen sidiğini içmez misin?” (Radikal, 22.11.2015) Ateist ve evrimci profesör bununla yetinmeyip bazı hayvanların ve bu arada kendi dışkısını da yediğini ilan etmektedir: “Kendi dışkınızı hiç yediniz mi?” sorusuna “Yedim. Özellikle insan dışkısı acıydı cevabını verdi. ‘İsviçre’de doktora yaptığı yerde otlayan ineklerin ve dağ keçilerinin de dışkılarının ‘tadına baktığını’ söyleyen Şengör, “Özellikle insan dışkısı acıydı. Ötekiler de tatlıydı ama insanınki kadar acı değildi. Bu bir merak meselesidir, ‘merak eden her şeyi’ dener.” dedi. (Sözcü/Birgün, 9.10.2018; Cumhuriyet, 10.10.2018)
İnsanlığın yaşı ile ilgili hadisler. Dünyanın ömrü 7000 sene midir?
Dünyadaki insanlığın yaşı konusu ile alakalı 2 hadis vardır: “Benim ümmetimin ömrü 1.500 seneyi pek geçmeyecek.” (Suyuti, Havi li’l-Fetavi, II/248; Ruhul Beyan, Bursevi, IV/262, Ahmed bin Hanbel, K. İlel, s, 89); “Adem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü yedi bin senedir.” (Muttaki, Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Munavi, Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278) “Kaynaklarda yer alan her rivayet, sıhhat durumu incelemeksizin İslam’a mal edilemez.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun Kalmasın, s. 196) Her iki hadisinde kaynağına baktığımızda genelde Suyuti’nin kitapları olduklarını görürüz. Suyuti hadis ilminde, ‘mütesahil’ olarak tanınır, yani efendimize isnad edilen rivayetleri genellikle yumuşak bir yaklaşımla reddetmeme eğiliminde olan bir alimdir! Hatta o bazı alimlerin uydurma kabul ettiği hadisleri, en çok ‘zayıf’ diyerek rivayet eder. Bu iyi niyeti, bazı rivayetlerinin sağlam olmaması nedeni ile zamanla sorunlara yol açabilmiştir. (Bu konuda, ‘İslam alimlerinin objektifliği’ adlı yazımıza bakılabilir) Hadisin merfu (Yani Hz. Peygamber’e nisbet edilebilen) senedi bir tanedir, diğerleri kopuk senetle -ravi zinciri ile- gelmiş, dolayısı ile hadis değildirler. Bu tek merfu rivayet için de İbni Cevzi, ‘mevzu; uydurmadır.’ derken İmam Nevevi’de “Batıldır; aslı yoktur.” demektedir. (Şevkani, Fevaidu’l-Mecmu‘a, 509) Reşid Rıza, ‘Haberler, İsrailiyattan başka bir şey değildir; israiloğullarının bu kabil haber ve kıssalarına itimat edilemez, güvenilmez.’ der. (Rıza, Muslih ve Mukallid, s. 58) İbni Kesir, Hz Peygamberin kıyametin vaktini belirttiği hiçbir rivayetin sabit olmadığını, sadece alametlerinden bahsettiğini söylemektedir. (İbni Kesir, en-Nihayet,1/26) Sehavi’de, ahiretin vaktinin beyan edildiği her rivayetin ya aslının olmadığı ya da sabit olmadığını (kesin olmadığını) beyan etmektedir. (Sehavi, el Makasidül Hasene, I/693) İslam’ın ilk kaynağı olan Kur’an’a baktığımız zaman ise, kıyametin zamanını sadece Allah’ın bildiğini görüyoruz ve bu bilgi peygamberimize bile verilmemiştir: ‘Sana kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.’ (A’raf, 187) “Kıyametin ne zaman geleceğini bilmek Allah’a mahsustur.” (Lokman, 34) Peygamberimiz bu bilgiden muaftı: “Ben gaybı bilmem” (En’am, 50) Peygamberimiz ‘Kıyametin vaktini bilmezdi.’ (Buhari, İman 1; Muslim, İman 1) Cibril Hadisi’nde de Hz. Peygamber, kıyametten bahisle: “Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha fazla bir bilgiye sahib değildir.” (Buhari, İman 1; Muslim, İman 1) buyurur. Uydurma hadisler konusunda uzman olan Prof. Yaşar Kandemir’de hadisi uydurma olarak kabul ederken (Kandemir, Mevzu Hadisler, s. 181-182) Nureddin Yıldız’da, araştırmaları sonucu, ‘Böyle bir hadisin varlığını bilmiyorum’ (fetvameclisi.com/fetva-benim-ummetimin-omru-1500-seneyi-pek-gecmeyecek-hadisi-sahih-midir-6815.html) diyerek kaynağının olmadığını belirtmiştir. Hadisçiler, dünyanın ömrünün 7000 sene olup Hz. Peygamber döneminin son bin seneyi içine aldığı şeklindeki rivayetleri de ‘asılsız’ kabul etmişlerdir. (Ali el-Kari, el-Esrarü’l-merfûʿa fi’l-aḫbari’l-mevzuʿa, s. 452-454) Bu tür haberler doğru olsa idi, kıyametin vakti de bilinmiş olacaktı. Ama bu da yukarıda gördüğümüz gibi Kur’an ve sahih sünnete aykırıdır! Bu gibi rivayetler, yani Kur’an’ın bildirmediği, efendimizin de bilmediğini açıkça ifade ettiği konulardaki detaylar, israiliyyat denen Yahudi kaynaklarından gelen bilgilerle doldurulmaya çalışılmıştır ki, israiliyat nakletmek yasaklanmıştır. (Ahmed b. Hanbel, III/387; İbni Kesir, V/329)
Peygamberler eşit mi? Bakara, 253. ayete göre hayır; Bakara, 285, evet
“Kur’an bütün peygamberlerin peygamberlikte eşit olduğunu ama kendilerine verilen bazı özellikler bakımından aralarında farklılıkların bulunduğunu bildirir.” (Prof. Cafer Karadaş, Ateist ve deistlere cevap, s. 43) Bakara 253’de Allah’ın peygamberlerin bazılarını bazılarından üstün kıldığı ifade ediliyor. Bakara 285’te ise biz ‘Müminlerin’ tüm peygamberlere iman etmemiz gerektiği, aralarında ayırım yapmamamız gerektiği anlatılıyor. Birinci ayet, Yüce yaratıcının peygamberlere özel verdiği yetkilerle aralarındaki farkların ifadesinden, ikinci ayet ise, ‘tüm dinlerin kökeninin İslam’ olmasından dolayı, biz Müslümanların tüm peygamberlere iman etmemiz gerektiğinin hatırlatılmasından ibarettir. Bizler, peygamberlerin derecelerinin olduğunu biliriz ama hepsine de iman ederiz.
Tur, 24. ayet: “Sedeflerinde saklı incilere benzeyen genç hizmetçileri etraflarında dönüp dururlar.” Cennette eşcinsellik mi var?
Hangi metin olursa olsun, o metne önyargılı yaklaşanlar her zaman öznel sonuçlara ulaşırlar. Bir önceki ayette (Tur, 23) kadeh kelimesi geçer ama ayet, içilenin sarhoş etmediğini de hemen ifade eder: “Orada karşılıklı kadeh alıp verirler, ama o içecek ne saçmalamaya yol açar ne de günah işlemeye.” (Ayrıca benzer anlamdaki diğer ayet için bakınız, Saffat, 47) Eğer bir kişi bu ayeti sarhoşluk veren içki anlamında anlama gayretine girerse, hizmetçi anlamındaki gılman/gulam kelimesine de tahayyül ettiği her anlamı verebilir. Halbuki ayette bahsedilen konu çok farklıdır. Bir kere gulam kelimesinin lügatteki karşılığı, “doğumdan gençlik çağına kadar geçen süre içindeki erkek çocuk” demektir. Yani kelimenin lügatte eşcinselliği çağrıştıran bir karşılığı bulunmamaktadır. (İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XII/440; Emrullah Fatiş, Huri, Gılman ve Vildanların kimliği problemi, Kelam Araştırmaları 13:1(2015), s.121-139) Gılman, Gulam kelimesinin çoğuludur. Gılman hakkında müfessirlerce ileri sürülen görüşleri üç noktada toplamak mümkündür: “Müminlerin ölen çocukları, kafirlerin ölen çocukları, Müminler için cennette yaratılan hizmetçiler.” Görüldüğü gibi hiçbir İslam alimi bu ayeti, ‘dünyada iken de eşcinselliği doğal karşılayanların’ yorumladığı şekilde anlamamışlardır. Zaten Kur’an’da da gulam kelimesi birçok yerde geçer ve hiç birinde cinsel çağrışım yoktur. “Melekler Hz. İbrahim’e bir gulam (oğul olarak Hz. İshak’ı) müjdeler.” (Hicr 53; Saffat 101) Allah Hz. Zekeriyya’ya bir gulam (oğul olarak Hz. Yahya’yı) müjdeler. (Ali İmran, 40) Yusuf suresi 19. ayette de, kervancı kuyu dibindeki Hz. Yusuf’u görünce “burada bir gulam var” diye bağırır. Gulam kelimesinin cinsellikle veya eşcinsellikle alakası olsa, Peygamberlerin çocukluk halleri için Kur’an bu kelimeyi kullanır mıydı? Kur’an, halkın anladığı şekliyle kelimeleri kullandığı için ‘hiçbir şehvet anlamı içermeyen’ gulam kelimesini üç peygamberin çocuklukları için de kullanılmıştır! Kısaca, bilinçaltlarındaki sapıkça fantezilerini Kur’an’a söyletmeye çalışanlara cevap olarak, bu dünyada içkinin de eşcinselliğinde yasak olması gibi cennette de hiç bir kötülüğün olamayacağını bilinmesi gerektiğini belirtip konuya son noktayı koyalım.
Gelen Sorulardan:
“Mucizelere inanmakta zorlanıyorum. Bilime aykırıymış gibi geliyor. Mesela Hz. Yunus balığın karnında nasıl yaşadı? Ashabı Kehf nasıl 300 yıl uyuyabildi? Hz. İsa nasıl ölüyü diriltti? Hz. Peygamber parmaklarından nasıl sular çıkarttı? İşte bu mucizeleri anlamakta zorlanıyorum ve zihnim bunların bilime aykırı olduğunu söylüyor.”
Cevap: Bence, siz akla ve bilime taşıyamayacağı kadar yük yüklüyorsunuz! Bilim, zamanla kendini inkar üzerine kurulmuş teoriler zinciridir. Bu konuda, “Bilim yanılmaz mı?” adlı yazımızı özellikle tavsiye ederiz. Mucizeler ise, bilimin -eğer mümkünse- varacağı son noktanın adıdır. -Vellahu elam, tabii ki Yüce Allah yarattıkları ile sınırlandırılamaz ve onlara asla bağlı kalmak zorunda asla değildir ama benim vardığım tahmini sonuç- şahsi kanaatim, Rabbimiz mucizeleri de, tabiat kuralları dediğimiz kurallara bağlı olarak gerçekleştirdiği yönündedir. Temel sorun ise, şu anki az bilgimiz ile mucizenin vardığı son noktayı kavrayamamızdır! Bazı mucizelerin ‘kıyas yolu ile’ anlaşılabilmesi için, ‘Parapsikoloji’ adlı bilim dalını özellikle iyi bilmek gerekir. Yunus peygamber konusunda, yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam, zafer yayınlarında çıkan ‘Gerçeğe Doğru’ serisinde okuduğum bir gerçekleşmiş olayı size örnek verebilirim. Adı, yılı vardı olayın. Balina avcı gemileri bir balinayı yakalıyor, kesiyorlar, içindeki insan canlı çıkıyor va daha sonra da yıllarca yaşıyordu. Ashabı Kehf olayını, ben solucan delikleri ile veya izafiyet ile anlamaya çalışıyorum. Hz İsa’nın ölüyü diriltmesi konusunda açıklama yapamam, ama ölümsüzlüğü bilimin bulacağını iddia eden ateist kesimin sıra peygamber mucizesine gelince itiraz etmeleri de bir çelişkidir bence! Mesela, Hz Musa’nın elinden attığı sopanın yılana dönüşmesi veya Hz Meryem’in hamile kalması konularına gelince; ‘Bence’, Yılan da, sperm de toprağın şekil değiştirmiş halidir. Nasıl ki, tohum çamuru meyve ve sebzeye çevirir, otu yiyen inekten et/süt elde edilir, arı çiçekten bal yaparsa yani nasıl ki hayvansal veya bitkisel tüm canlıların özü/aslı toprak ise, sopa da toprağın bitkiye; yılan ise hayvana dönüşmüş halidir. Allah aradaki aracıları ortadan kaldırıp, alıştığımız kademeli değişim süreçlerini aradan çıkararak direk değişimi gerçekleştirmiş olabilir, çünkü hepsinin özü aynıdır. Bunun gibi Hz Meryem’in de yediği gıdalar sperm’e dönüşüp, rahmine, vasıtasız ulaştırılmış ‘olabilir!’ Hz resul’ün parmaklarından çıkan su meselesi, parapsikoloji ilmi ile rahatlıkla açıklanabiliyor. Bu konuda bir sürü örnekler var. Ama burada mucize ile keramet veya istidrac kavramlarının içeriklerinin iyice anlaşılması gerekmektedir! Tabii ki, her şeyin en doğrusunu Allah bilir! Ama her halükarda, adı üzerinde insanı aciz bırakan şeye mucize denir! Koca taş parçasını havada durdurup uçak gibi uçurtan ve de döndüren ve üzerinde binlerce çeşit canlıyı uyum içinde yaşatan Allah için hiçbir şey imkansız veya – haşa- zor değildir! Ama benim şahit olduğum ve vardığım sonuç; bilim zamanla dini daha iyi anlayıp, kavramamıza yardımcı olacağı şeklindedir. Ama onunda kapasitesi, sınırı var. “İslami emirler, yasaklar ve hümanizm” adlı yazımız ile “Bilim değişmez mi?” adlı yazılarımızı özellikle tavsiye ederim. Ayrıca bazı şeyleri de ahirete bırakmalı ki, ‘iman’ olsun! Yoksa salt bilim olsa imtihanın sırrı ortadan kalkar! En azından şurası bir gerçek ki, mucizeler evrimden daha bilimseldir!
Abi sana bazı sorularım olacak cevaplandırırsan sevinirim. …’e soru gönderiyorum fakat kitap ismi veriyor. Soruyu cevaplamıyor bile. Tek sorabileceğim sensin. Sorular: İbn-i Sina, Biruni ve Ebu Razi ‘nin deist olduğu ve İslam’ı eleştirdiği söyleniyor? Sürekli dillendiren bir olay çünkü.
Onlar Müslüman filozoflardır, tüm görüşlerini Kur’an ve hadisle çerçeve içinde belirlemişlerdir. Mesela, İbni Sina örneğinden hareket edelim, ahirette yeniden dirilişi (İbn Sîna, Risale Edhaviyye fi Amr al-Maad, s.36-44); vahyi (Fi aksami’l-ulumi’l-akliyye, Tis’u resail fî’l-hikme ve’ttabiiyyat içinde, Daru’l-kabes, s. 85-86, 91; Kitabu’ş-şifa, Metafizik II/180-194) kabul eder. İçerik olarak farklı yorumlamak insanı dinden çıkarmaz, yeter ki Kur’an ve sünnete aykırı bir sonuca ulaşmasın! Yani ahirette diriliş var ama şöyle olacak veya Kur’an’daki şu ayet veya Allah’ın şu sıfatını ben şu şekilde anlıyorum demek küfür değildir, aksine bunlara iman edildiğinin ispatıdır! Farklı anlayış tarzı zaten İslam tarihinde mezhepler şeklinde ortaya çıkmıştır ve bu farklılıklar da birer zenginliktir! İslam tarihinde nasıl ki, imamı Buhari ile Ebu Hanife veya tasavvufçular ile kelamcılar tarihin belli dönemlerinde birbirleri ile ‘fikri’ mücadeleye girmişler, o hengame içinde birbirlerine abartılı gözüken yorumlarda bulunmuş iselerde, günümüzde hepsi ehli sünnet tarafından özümsenmiş ve içselleştirilip benimsenmiş ve kabul edilmişlerdir ve aynı durum bu filozoflar için de geçerlidir! Bizzat günümüzde de aynı şeyler yaşanmakta değil midir? Bazı Müslüman bilim adamları evrimin İslam’da olduğunu iddia etmektedir. Bu durum onların kafir olduğunu değil, ayetleri farklı yorumladığını gösterir. Bazı Müslümanlar onları İslam dışında gösterse de şahsen ben, evrimi kesinlikle karşı biri olarak, bu tür yorum yapanları eleştirir ama asla tekfir etmem! Bu konuda, ‘Modernistler’ ve ‘Müslümanların iç sorunları’ adlı yazılarımıza da bakılabilir. Özetle, tüm İslam filozofları, yorumlarını Kur’an ve sünnet sınırları içinde özgürce kullanmış mü’min kardeşlerimizdir! Bu arada da, eskiden olduğu gibi günümüzde de, İslami sınırlar içinde hareket eden farklı yorumlar arasındaki ilmi münakaşadan faydalanmak isteyecek ateistler mutlaka çıkacaktır ve o İslam alimlerini de, ateistler kendileri gibi dinsiz; Hristiyanlar ise onları gizli Hristiyan olarak göstermeye çalışacaktır. Bunu daha önce de yaptılar şimdi de yapıyorlar ileride de yapacaklar! Şahsen ben artık alıştım! Özetle, Gazali de bizimdir, Rüşt de! Bu konuda, ‘Gazali, ibn-i Rüşt örneğinde felsefe gelenek tartışması’ adlı yazımızı da tavsiye ederiz. Not: Ebu Razi hakkındaki yorumumuzu da ‘Ateizm Yanılgısı’ adlı yazımızda bulabilirsiniz.
Nebe 33 ayetinin açıklamasını bulamadım.
Nebe, 33. ayette, ‘Gencecik yaşıt kızlar’ şeklinde de tercüme edilen “Ve keva’ibe etraban” ayeti iki şekilde yorumlanmaktadır. Birincisi, ‘cennette’ takva sahibi Müslümanlar için ‘özel yaratılacak’ olan kadınlar, dünyadaki kadınlardan çok farklı olacaklardır. Onlar, ‘cennette yaratılmış’ özel kadınlardır. ‘Dünyadaki gibi bir annenin rahminden doğan ve zamanla büyüyen canlılar değillerdir.’ Tıpkı Hz Adem ve Havva gibi, anne ve babasız yaratılacaklardır. Cennet, dünya ile kıyaslanamayacak bir mahiyette yaratılan, huri, gılman, etrab, nimetler ve özel mekanlarla dolu bir yerdir. Ahiret hayatı dünyadan farklıdır; orada ölüm yoktur. (Tevbe, 72; Taha, 75; Zuhruf, 71; Enbiya, 102); İnsanların canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa, hepsi oradadır. (Zuhruf, 71); Cennette kin yoktur (Hicr, 47); Yorgunluk yoktur (Hicr, 48); Salih kullar için, cennette hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler vardır. (Tac, el-Camiu li`l-Usül, fî ahadisi`r-Rasul, V/402; Kütüb-i Sitte, 14, s. 4419/1) İnsan gözünün her hoşlandığı şey orada bulunacaktır. (Kütüb-i Sitte, XIV/431); Boş ve anlamsız söz, yalan işitilmeyecektir. (Nebe, 35; Vakıa, 25) Bunlar gibi, Kevakib şeklinde ifade edilen kızlar da, dünyadakinden çok farklı özelliklere sahip olacaktır. (Buhari, Bed’u’l-halk,8; Müslim, Cennet, 14; Tirmizi, Kıyame, 60) Kıyamet günü insanlar da “Yeni bir şekilde yaratılacaktır.” (Vakıa, 61) Yani “Cennet denilen yer, yaşadığımız şartlardan ayrı bir yerdedir. Elbiseler, yiyecekler, giyecekler hep farklıdır.” (Doçent Doktor Abdülcelil Candan, Kur’an okurken zihne takılan ayetler, Müşkilü’l Kur’an, s. 223) En önemlisi de dünyada görmemizin imkanı olmayan Yüce Rabbimiz ile cennetlikler arasındaki perde kalkacaktır. (Müslim, et-Tac, V/423) Dünyadaki “Gözler onu görmez.” (Enam, 103) ama ahirette yeniden yaratılacak olan insan ve gözü O’nu görebilecektir! Kısaca, cenneti dünyadaki kadınlar, erkekler ve dünya ortamı ile kıyaslamak bizi yanlış sonuçlara götürür. Her şey farklı olacaktır! Beyheki’nin dediği gibi, “Cennet nimetleri ile dünyadakiler arasında yalnız ‘isim benzerliği’ olacaktır.” İkinci yorum ise, 33. ayetin, önceki 32. ayet ve sonraki 34. ayetle okununca anlaşılır olmaktadır: 32. ayet ‘Bahçeler, üzüm bağları’ndan; 34. ayet ise ‘Dolu kadehler’den bahseder. (Cennette şarap konusunu, ‘Kur’an’da çelişki yoktur‘ başlıklı yazıda ele aldık.) Aradaki 33. ayetin kelimelerini tek tek ele alacak olursak; İlk kelime, Kevaib: ‘Ke’be’ kelimesinin çoğuludur. Ke’be, “yuvarlak-tümsek” manasına gelir. Buna göre, bu kelime bir önceki ayette geçen, İneb’in sıfatı olup, ‘birbirlerine benzeyen, denk üzüm tanesi’ manasına da gelebilmektedir. Zaten 33. ayetin ikinci kelimesi olan ‘Etrab’ kelimesinin bir diğer anlamı da, ‘denk’ demektir. Şimdi, Nebe suresinin 32, 33 ve 34. ayetlerini bir arada okuyacak olursak: 32. ayette “Onlara bahçeler, üzüm bağları var.” denilmekte, 33. ayette bu üzüm bağlarında bulunan üzümlerin birbirine denk olan büyüklükte üzüm taneleri olduğu sıralanmakta ve 34. ayette ise, “Bu üzümlerle dolu kadehlerden” bahsedilmektedir. Görüldüğü gibi 32,33 ve 34. Ayetler birbirini tamamlamaktadır. Olayın diğer ilginç boyutu ise, Dünya yaşamlarında alkol, zina, fuhuş, eşcinsellik hatta pedofili (‘Dinsiz ahlak olur mu?’ ve ‘Batı medeniyeti’ adlı yazılarımıza bakılabilir) gibi aşırılıkları hiç eleştirmeyen hatta savunan ve yaşamlarının bir parçası haline getirenlerin, inanmadıkları ahirette hayatında dünyada iken ahlak temelli bir hayat yaşayan Müslümanlara verilmesi vaad edilen nimetler (Ahiretteki şarap iddiası ve cevabımızı hatırlatalım) üzerinden İslam’a ve Müslümanlara saldırma cesaretini (!) kendilerinde bulabilmeleridir!
Bir de nesh konusu var. Şu an ki Kur’an metninde nesh olunmuş ayet var mı? Eğer varsa bu çelişki olmaz mı?
Nesh, kademeli, aşamalı geçiştir. Bunu en güzel, içkinin yasak olması hakkındaki ayetlerde görebiliriz. ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ başlıklı yazımızda bu konu ele alınıp açıklanmıştır.
Peygamber efendimizin 40 yaşına kadar adının aslında Abu’l Qasım (Kasım) olduğunu, diğer dinlerde kutsal sayılan Muhammed ismini kendine verdiğini ve İslam tarihinin geriye dönük yazıldığını söylüyorlar.
Bu iddia, klasik oryantalist iddianın tekrarıdır. Bu konuda, ‘Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye’ adlı yazıya bakılabilir.
Bir de peygamber efendimizin cenazesinin 3 gün ortada kaldığını ve cenazeye sadece 17 kişinin katıldığını söyleyenler var.
Öncelikle asla ‘ortada kalma’ gibi bir durum söz konusu değil. İkincisi 3 gün değil, bir gün! (İbn İshak, VI/306-309; İbn Sa’d, II/269; Belazuri, I/257) Cenazesini ise, önce erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar kılmışlardır. Çevre kabilelerden de insanlar gelerek Resulullah’ın cenaze namazını kılmışlar. (İbn Sa’d, II/292) Hz. Aişe’nin odası küçüktü. Bu yüzden namaz, gece yarısına kadar devam etmiştir. Namazların tamamlanmasının ardından Peygamber Efendimizin naaşı toprağa verildi. (İbn Hişam, Sire, III-IV/649-664; İbn Sa’d, Tabakat, II/192-307) Bu nedenlerle Efendimizin cenazesi bekletilmiştir. Cenazeyi önce Haşimoğulları, sonra Muhacirler ve Ensar kılmıştır. Daha sonra kadınlar gelip cenaze namazını kılmışlardır. (Abdulberr, el-İstiab, I/47) O anları bir hayal edelim. Sahabenin hayatlarını adadıkları, uğruna can ve mallarını feda ettikleri önder şahsiyet vefat etmiştir. Sahabe şoktadır ve bununla ilgili birçok rivayet mevcuttur. Hz Ömer, “Resulüllah ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa’ya arız olan neden gibi bir neden arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim.” (Tabakât, II/266) demektedir. Sonunda Hz Ebu Bekir, “Kim ki Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.” (Tabakat, II/268; Buhari, III/95) diyerek ve Ali imran, 144. ayeti okuyarak onu ve sahabeyi sakinleştirmeyi başarmıştır. Bu şok ortada iken, ümmet içinde yeni Müslüman olanların karışık zihni sorunları ve münafıkların Müslümanları bölme gayretleri de ortaya çıkınca, sahabe bunlarla uğraşırken, efendimizin cenazesine çok az kişi katılabilmiştir. Unutmayalım ki Efendimizin etrafındaki bu kişiler, sadece can, mal değil tüm akrabaları, geçmişleri, inançları dahil her şeylerini Efendimizin yolunda feda etmiş kişilerdir. O karışık ortamda bazı sorunlar olmuştur ama bu durum asla sahabenin efendimize olan sevgisi veya itaatini sorgulamamıza neden olmamalıdır. Çünkü o sahabe efendimizden sonra, O’nun yolundan ayrılmayıp, çizgisini devam ettirmiş ve davetini 3 kıtaya yaymıştır. Altını da çizelim ki, tüm bu bilgiler, gizli saklı şeyler değildir, hatta bizzat sahabe ve sonraki nesil olan tabiin tarafından bize kadar ulaştırılmış bilgilerdir. Tarih ise, ibret ders alma yeridir, hataları tekrar etme nedeni değil! Özetle, Hz Peygamber, Pazartesi günü öğle vakitlerinde vefat etmiş ve defni salıyı çarşambaya bağlayan gece gerçekleştirilmiştir. Allah resulü için herkesin birlikte cenaze namazını cemaatle kıldırdıkları bir tören düzenlenmemiştir. Bunun yerine vefat ettiği yerde insanların onu ziyaret etmesi sağlanmıştır. Bu da defin işleminin kısa bir süre gecikmesine sebep olmuştur. Allah elçisinin cenazesinin bir gün gecikmesinin sebepleri arasında, Hz Peygamberin defni ile ilgili sürecin nasıl yürütüleceği hususunda Müslümanlar arasında görüş farklılıklarının olması ve Hazreti peygamberin nereye defnedileceğinin netleşmemiş olması gibi etkenlerde söz konusudur. (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 275, 277)
Alak kelimesi ve Mü’minun suresi 14. ayet
Alak/alaka kelimesi, ‘Kan emen sülük, kan pıhtısı, bir şeyin bir şeye tutunması/yapışması, bir kimsenin biriyle alaka kurması, bir şeyin bir şeye asılması’ anlamlarına gelir. (Cevheri, es-Sihah; İbn Faris, Mucemu’l-Lüğa; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab; el-Firuzabadi, el-Kamusu’l-Muhit; ez-Zebidi, Tacu’l-Arus, Alak maddesi) Alak/alaka kelimesinin en önemli etimolojik ve sözlük anlamı, yapışmak, asılmak, bağlanmak, takılmaktır. “Alika el-saydu bil hibaleti” cümlesi, “av, ağa takıldı” anlamına gelir. (Sihah, Lisasnu’l-Arab, Tacu’l-Arus, “A-L-K” maddesi)
“Modern tıbbın kabul ettiği gerçek şudur ki, rahimdeki embriyo, alak/alaka konumuna geldiği zaman, rahmin duvarına asılır ve rahmin damarlarından -bir sülük gibi- kan emmeye başlar ve gıdasını alır.” (İbn Aşur, Alak, 2) “Sonra onu, sağlam bir yerde nutfe (döllenmiş hücre: zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka yaptık. Peşinden alakayı bir şekilsiz etimsi bir parça haline soktuk, bunu kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık.” (Müminûun, 13-14)
“Henüz döllenmenin ikinci günü tek hücre olan zigot, art arda bölünmelerle 2, 4, 8, 16, 32… şeklinde çoğalır. Altıncı gün tüpteki yolculuğunu bitirip, dokuz ay kalacağı anne rahmine gelir ve bir tohumun toprağa ekilmesine benzer tarzda anne rahmine tutunur.” (Dr. Arslan Mayda, Bir Hücreden İnsana, Şubat, 2010) “İki ayda iki santimetre olan ceninde nasıl damarlar oluşup kan dolaşımı meydana geliyorsa, öylece kıkırdak şeklinde kemikler de oluşmaya başlar ve yavaş yavaş Kur’an’ın tabiriyle oluşan kemiklere et giydirilir, yani etle kemik birlikte gelişerek düzen ve ölçüsü doğrultusunda bütünleşir. Derken ilk oluşmasına nisbetle bambaşka bir yaratık meydana gelir.” (Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, VIII/4086) Ayette geçen “şekilsiz etimsi bir parça”, ‘Gelişen İnsan’ adlı bilimsel bir yayında kıkırdak olarak geçer: “6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas gruplarına ayrışır.” (Keith L. Moore, Developing Human, 6. baskı, 1998) Bazı ateistler bu ayetin bilimsel gelişmelere aykırı olduğunu iddia eder. “Anne karnındaki bebek gelişiminde et kemik gelişimi sırası Kur’an’da belirtildiği şekilde değildir” iddiasında bulunurlar. Halbuki Kur’an’da “et sonra kemik sonra et” şeklinde sıra geçmez, yani ayette ‘mudğafe ve izamen’: ‘Etimsi ve kemik’ kelimeleri arasında “Sümme” yani “Sonra” anlamına gelen kelime kullanılmamış yani önce etimsi sonra kemik sıralaması yapılmamış, et ve kemik kelimeleri aralarında “Fe” yani “Bir şeyden hemen sonra yapılan diğer iş“ anlamına gelen bağlaç kullanılmış ve et ile kemik kelimeleri arasındaki bu “fe” bağlacı ile, “Et ve kemik devamlı birbirine giydirilir.” anlamı verilmiştir. Zaten önce et sonra kemik iddiası ayette yer almaz, arapça’da et, “lahmun” kelimesi ile ifade edilir. Bu kelime ayetin sonunda, kemikleri bürüyen et anlatılırken kullanılır. Yani ateistlerin iddiasının aksine, kemiklerin oluşmasında öncesi için, ‘mudğafe’ kelimesi kullanılmış, ‘lahmun’ kelimesi kullanılmamıştır!
Kabe Hz İbrahim’ den beri kutsal bir yer. Ali İmran 97. ve Hac 27.ayetlere göre ise hac yapmak Hz İbrahim’ den beri yapılması gereken bir emir. Hz İsa, Hz Musa gibi peygamberlerin de hac yaptığı kabe’yi ziyaret ettiği gibi bir bilgi yok. Tevratta yâda başka kaynaklarda Kabe’ den bahsedilmemesi buna eklenebilir.
Cevap: Tevrat ve İncil’in bozulduğunun bir delili de aslında, bu sorduğun soru içinde saklı değil midir? Evet, değil hac ibadeti, daha önemli olan ‘Tevhid akidesi bile’ bu kitaplarda tam anlamı ile bulunmaz! İncil’de şirk; Tevrat’ta ırkçılık ile bozulmuş bir tanrı inancı mevcuttur. Yani, keşke sorun sadece ibadet boyutlarında kalsa idi!
Kur’an’da çeşitli ayetlerde Allah’ın savaşmakta olan müminlere melekleri yardım amacıyla gönderdiğinden bahsedilir. Bu ayetlerden maksat nedir, melekler bizzat fiili olarak ta savaşlara katılmışlar mıdır?
Meleklerin yardımı: Sayıca kafirlere Müslümanları çok göstermek; Kafire korku müminlerin gönlüne güç-kuvvet vermek; müminlerin kalbindeki azlık veya kısıtlı teçhizattan, imkanlardan oluşan endişeyi gidermek; kalbi yatıştırmak; Müslümanların savaş esnasında her ataklarında hedeflerine isabet kaydetmelerini sağlamak (Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı.” Enfal, 17); Melekler vasıtası ile Müslümanların kılıç darbelerini tam hedefe kilitlemek anlamlarına gelir. Kılıç sallayan Müslümandır fakat hedefe vardıran meleklerdir. Özellikle meleklerin fiili savaşa katıldığı (Enfal, 12) yorumlarını da bu şekilde anlamamız gerektiği kanaatindeyim. İmam Maturidi gibi bazı müfessirler de ‘ayetteki hitabın melekler vasıtasıyla müminler olması da pekala mümkün ve muhtemeldir.’ (Maturidi, Te’vilatü’l Ehlis-‘sunne, V/164) demektedir. Bedir savaşında kazanılan başarının arkasındaki Allah’ın yardımı olduğu kesindir, sorun yardımın mahiyetin hakkındadır. Ayetler incelendiğinde yardımının Müslümanların manevi yandan güçlendirmeye yönelik olduğu görülür. (Taberi Tefsiri, IV/192; Menâr IX/612; Tefsiru’-Mesaj ilgili ayet meali; İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, V/2333-2334; Tefhimu’l-Kur’an: “Muhtemelen Müslümanların darbelerinin etkili ve isabetli olmasına yardım ettikleri görüşündeyiz.”; Besâiru’l Kur’an: “Darbelerin tam İsabet edip yerlerine gelmeleri anlamında bir yardımlar” dan bahsedilir.) Enfal, 9-12. ayetlere dikkatlice bakıldığında meleklerin doğrudan savaştığı değil, melekler vasıtasıyla yardım edileceği müjdesi verildiği görülmektedir. “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla ‘kalbiniz yatışsın diye’ yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından ‘bir güven olmak üzere’ sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, ‘cesaretinizi arttırmak ve o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için’ gökten üzerinize su indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: «Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben ‘kafirlerin yüreğine korku’ salacağım.” Ancak unutmamak gerekir ki Allah Resulü savaş öncesi bütün gerekli hazırlıkları yapmış ve bütün tedbirleri almıştır. İlahi yardımın ilk şartı da zaten üzerine düşeni yapmaktır! Dünyevi çıkarlar uğruna hareket edilirse, asıl gaye olan Allah rızasından da uzaklaşmış olunur. O zaman da Allah’ın yardımı gelmez ve kendi yaptığımızın sonucu ile baş başa kalınmış olunur. Ayrıca, Bedir savaş kazanılınca müminler arasında baş göstermeye başlayan enaniyet/gurur hastalığına kapılmaları de bu ayetlerle engellenmiştir. Razi tefsirinde (XV/130) Bedir’de sadece Müslümanların saflarında durarak meleklerin Müslümanları sayıca kalabalık gösterdiği ve böylece Müslümanların morallerinin yükseldiğinisöyler. Huneyn savaşında yaşanan bozgun, Kur’an’ın üzerinde durduğu ‘Allah rızası ve samimiyet ilkesi ihlal edildiği’ zaman sayıca azlık veya çokluğun bir yararının olmadığının açık bir şekilde ifadesidir. Müslümanlar Uhud ve Huneyn savaşında bu ilkeyi ihlal ettiklerinden bozgun yaşamışlardır. Bedir ve hendek savaşlarında ise bu ilkeye (Allah rızası ve samimiyet) uyduklarından, Allahın yardımıyla galip gelmişlerdir. Bu konuyla ilgili, azlık-çokluk; Bakara suresinin 249. ayetinde açıklık getirilir ve ‘nice az toplulukların sayıca çok topluluklara karşı başarı sağladığını’ haber verir. Ali İmran 126. ayette, “Allah bunu, sırf size ‘bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz yatışsın diye’ yapmıştır. Zafer, yalnız güçlü ve hikmet sahibi Allah katından gelir.” buyrulur. İlahi yardımlarla ilgili ayetler incelendiğinde bütünüyle manevi yardımdan bahsetmekte olduğu görülür. Kur’an, Müslümanlar samimi bir şekilde Allah yolunda mücadele ettiklerinde, Allahın lütfüyle zafer kazandıklarını, ancak dünyevi menfaatler uğruna düştüklerinde ilahi yardımdan yoksun kaldıklarını belirtir. Allah’ın yardımın şartı, Allah rızası için işin yapılması ve samimiyettir. Bu hedeften uzaklaştığında Müslümanlar acı tecrübeler yaşamıştır.
Hocam merhaba. Geçen şöyle bir şey gördüm: “Kadın peygamber yok. Kadın müezzin yok.Kadın müftü yok.Kadın imam yok.Neden İmam Hatip Kız Lisesi var acaba?” Bu konu hakkındaki düşünceniz nedir?
İmam hatipler değil ilahiyatlar bile, değil kadın, erkek “peygamber” bile yetiştiremez. Bu zekaları (!) muhatap alıp seviyeni düşürme! Kadın müftü yardımcısı her ilde var, vaize var ve kadınlar kadınlara imam olur ama kadınlara özel cami olmadığı için özellikle kadın imam atanmamaktadır! Ben de İHL ve ilahiyat mezunuyum…! Okumakla peygamber olunmuyor! Gördüğün gibi, olsa olsa ve hatta bu okulları okumasan bile, ancak o ulvi ve yüce insanların izinden gitme görevi bizlere verilmiştir. İmam Hatip okullarının kuruluş amaçları imam yetiştirmek olsa da, halkımız oraya “dinlerini öğrenip yaşasın” diye çocuklarını göndermektedir! Bu gezi zekalıların amacı İmam Hatiplerin kapatılmasıdır. Bu okullara ayak basmayı bile istemeyen kişilerle bizzat karşılaştım! Daha önce de yazdım, bunları muhatap alma, amaçları hakikati aramak değil ortamı bulandırmak!
Not: Kadınlardan peygamber yoktur. Çünkü peygamberlik çok zorlu bir görevdir. Mal, can, zaman, emek fedakarlık ister. Düşmanlarla çevrilisindir ve her zaman mücadele içinde olmak gerekir. Münafıklar devamlı eleştirir, müminler her daim eziyet ve meşakkat içinde olur. Saldırırlar, öldürürler, küfreder, taşlar, laf atar, dedikodunu yapıp evinden yurdundan sürerler. Zorda kalırsan savaşman, gerektiğinde komutanlık yapman, siyasi faaliyetlerin merkezinde kalman, her türden insan ile muhatap olup onlara dini ama hem dünya hem ahirete dönük bilgiieri içerecek mahiyette vermen gerekir. Öldürülen, işkence gören, uzun yıllar sadece bir kaç kişiyi imana getirip ömrünün sonuna kadar aynı şehirde tüm halkın düşmanlığına muhatap olan peygamberler vardır. Ailen, çocukların ve akrabaların dahil “herkes” ile ve her an imtihan olman demektir! Kadınlara özel haller, gebelik gibi durumlar, onların ince ve nazik dünyaları bu ağır yük, güç görev ile paralellik arz etmez. Allah azze ve celle bu zor görevle kadınları muhatap etmeyip bu zorluğu erkeklere yüklemiştir! Malum zihniyet bu “pozitif ayırımcılığı” bile anlamak istemezler!
Yıllarca devrimci materialist zihniyet sahipleri ile oturdum kalktım, yedim, tartıştım, kavga ettim… Onları çok iyi bilirim. Eski tüfekler hariç, gençlerin amaçları başka… Buna da defalarca şahit oldum… Neyse! Kubilay kardeşim, acizane tekrar ediyorum, sağdan soldan laf atanlarla değerli zamanını harcama; İslam’ı yaşa, bana da dua et!
İyi de hocam günümüzde erkeklerden daha cesur kadınlar yok mu? Günümüzde mal, can, zaman, emek, fedakarlık yapan kadın yok mu? Onlardan daha ağır iş yapan kadın yok mu? Ve çoğu da isteyerek yapıyor. Mesela diyelim ki bu fedakarlıkları yapan kadın erkekten boşandığı zaman neden erkekten daha az alıyor? Miras aldığında neden daha az alıyor erkekten?
Kaç Tane maden işçisi kadın var Kubilay kardeşim? Peygamberlik kurumu bir iş değil, hayatın her anı ve her yerde direnç, güç, savaş, psikolojik harp gerektiren bir görevdir. Ayrıca bu konuyu günümüz şartlarında düşünme ki, iş hayatında kadınlara uygulanan mobbing hala gündemdedir! Peygamber zaten ahlaksız, zalim, kötü alışkanlıklara sahip olan topluma gönderilmektedir! Ayrıca, erkeklere göre daha zor olan hangi görevi kadınlar isteyerek yapmaktadır? Ben bir memurum ve sadece bu meslekte bile ne isyan eden hanım meslektaşlarımla karşılaşıyorum. Müdürü tarafından eleştirildiği için ağlayan vd. birçok örneklere şahidim… Miras ve mihir konuları ‘İslam’da kadın hakları’ adlı yazımızda ele alınmıştır! Ayrıca ‘Modernizm ve kadın’ ve ‘Batı Medeniyeti’ adlı yazılarımızı da öneririm.
Acizane bana göre Ahzab-50 ve 51.ayetlerle ilgili tüm mealler ve hatta tefsirler hatalıdır,doğru meal ve açıklaması ise aşağıdaki gibidir.
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ………..)
AHZAB-50.AYETİN DOĞRU MEALİ !
50-Ey Peygamber! Biz,mehirlerini vermiş bulunduğun eşlerini; sağ elinin altında (himayende) bulunanlardan Allah’ın sana (himayelerini) verdiği kimse(siz)leri; seninle birlikte (Mekke den Medine’ye) göç etmiş (bulunduğundan dolayı yalnız ve kimsesiz kalan) amca ve hala kızlarını,dayı ve teyze kızlarını; ve (evlendirilmesi hususunda) kendini (koşulsuz) Peygamber’e sunan ve peygamberin de kendisini evlendirmek istediği mü’min bir kadını-ki bu yalnızca sana hastır,diğer mü’minler için değildir-(işte bütün bunları himayende tutmanı) sana helal kıldık/bunlarla ilgili sorunları çözdük.Doğrusu biz, eşleri ve ellerinin altında (himayelerinde) bulunan kimseler hakkında üzerlerine yüklediğimiz sorumlulukları bildirmiştik ki (mesajlarımızı tebliğ edip anlatmaktan) güç bir duruma düşmeyesin.Zaten Allah sonsuz bağışlayan ve merhamet edendir. (Ahzab-50)
1-Bu ayetin cinsellik ve özellikle bu derecedeki akraba evlilikleriyle bir ilgisi bulunmuyor.Zira Hz.peygamber Medine’ye hicret ederken bu derecedeki akraba kadınlarından hicret edenler de etmeyenler de olmuştu,işte kendisiyle hicret edenler yalnız ve kimsesiz kaldıklarından hz. peygamber onları kendi himaye ve sorumluluğu altına alıyor,Mekke de kalıp hicret etmeyenlerin ise hz.peygamberin onları sorumluluk ve himayesi altına alması mümkün olmuyor.Bu nedenle ayette’’ sadece seninle birlekte hicret edenler…..’’ deniliyor.
2-‘’….Biz mehirlerini vermiş bulunduğun eşlerini SANA HELAL KILDIK..) ifadesiyle bunlarla nikah yapılmanın helal olduğunu demek ne kadar mantıklı olur? Zaten bunlar hz.peygamberli evli bulunan eşlerdir,yani zaten nikahi altındadırlar,yoksa bunlarla yeni bir nikah mı tazelenecek? Böyle bir durum sözkonusu olamaz!
3-Eğer bu ayete bunlarla hz.peygamberin ilişkiye girmesinin helal olduğuna vurgu yapılıyorsa,وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ)
gibi burada geçen bu akraba kadınları ayetin başındaki (أَزْوَاجَكَ kelimesine atıf yapılmaları mümkün olabilir mi?
Yani bunlar (أَزْوَاجَكَ ) kelimesine matuftur dediğimizde bu defa hz.peygamberin bunlarla nikahsız ilişkiye girmesinin de tıpkı mehirleri vermiş olduğu eşler gibi haşa helal olduğunun anlamı çıkıyor ki,bu da asla mümkün değildir. Demek ki,50.ayete ne bunlarla evliliğin,ne de ilişkiye girilmesinin helal olduğuna vurgu yapılıyor.
Bu nedenle (إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ)‘’İnna ahlelna leke…’’nin anlamı;
‘’ Biz bunların himayesini,velayetlerini sana ait yaptık,bu şekilde bunların sorunu çözdük…’’ anlamındadır. ( الله اعلم )
4-Ayete geçen ‘’وامرأة مؤمنة ان وهبت نفسها للنبي واراد النبي اى يستنكحها‘’şeklindeki cümlenin anlamı ise şöyledir.
‘’ Şayet bir kadın kendisini herhangi biriyle koşullsuz evlendirmek için peygamberi veli ve yetkili kılarsa ve peygamber de onu evlendirmek isterse…’’
AHZAB-51.ayetin doğru meali:
51-Onlardan(tazminatlarını ödemek ve mağdur etmemek şartıyla) istediğini bırakabilir/ boşayabilirsin,istediğini de yanında tutabilirsin (talaki reci ile )bırakmış olduklarından da arzu ettiğini (tekrar nikahına) almanda sana bir vebal yoktur.Bu,onların gözlerinin aydın olması, üzülmemeleri ve kendilerine verdiğin şeylere razı olmaları için daha elverişlidir.Allah, kalblerimizde olanı bilir.Ve Allah (her şeyi) bililen,Halim olandır. (Ahzab-51)
İşte Ahzab-28-29.ayetlerde hz.peygamberin hanımlarına onunla birlikte kalmak veya ayrılmak şıklarından birini seçmeleri teklif edilmiş,onlar da hz.peygamberle birlikte kalmayı tercih etmişlerdi. Ahzab-51.ayette de karşılıklı olarak aynı seçim hakkı hz.peygambere verilmiş,o da mevcut hanımlarından ayrılmamayı uygun görmüştür.
Yani Ahzab-28-29 ve 51.ayetlerde hz.peygamber ve eşleri için verilen bu örnekle,birlikte kalmak istemeyen evli çiftlerinin de,birbirlerinden ayrılma hakkına sahip olduğuna dair bir hüküm de verilmiştir,
İşte burada hz.peygambere tanınmış bir ayrıcalık sözkonusu değildir.Zira ne bir kadın kendini peygambere hibe ediyor,ne de hz.peygamber dilediği şekilde eşlerine gidebilir.Yani Ahzab-51.ayet, hz.peygamberin dilediği şekilde eşleri arasında muamelede bulunabileceğine değil,belki onları mağdur etmeden tazminatlarını vermek şartııyla boşanmak isteyenleri boşayabilir,arzu etmeleri halinde yine onları tekrar talakı reci ile nikahı altına alabilecğine vurgu yapıyor.
(تفسير البغوي ) وقال ابن عباس : تطلق من تشاء منهن وتمسك من تشاء ) .
وحدثنا عبد الله بن محمد بن إسحاق قال : حدثنا الحسن بن أبي الربيع قال : أخبرنا عبد الرزاق عن معمر عن الزهري في قوله تعالى : ترجي من تشاء منهن قال : ( كان ذلك حين أنزل الله أن يخيرهن) ) (أحكام القرآن للجصاص )
Hem İbni Abbas’in rivayetini nakleden (Tefsirül Bağavi,) hem de (Ehkamül Kur’an lil Cessas) isimli tefsirde yukarıdaki metinde 51.ayet aynen bu şekilde anlatılıyor.
Selam ve dua ile,Allah’a emanet olun!
WE ALEYKUM SELAM, ALLAH RAZI OLSUN!
Rahman 19-22: “ iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar. Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar. İkisinden de inci ve mercan çıkar.“ SİZ demişsiniz ki burada tatlı sudan tuzlu sudan bahsetmiyor,dolayısı ile inci mercanın hangi suda yetiştiğini de demiyor…BAKIN aralarında bir engel vardır birbirlerine geçip karışmıyor diyor.ARALARINDA engel olup karışmayan su hangi sulardır..diğer ayette bahsettiği tatlı ve tuzlu sulardır..bunu anlamıyor musunuz? ve ardından da her ikisinden de inci mercan çıkar diyor..siz hala tatlı tuzlu su demiyor diyorsunuz..yahu aralarında engel olup karışmayan su hangi su?tatlı tuzlu demesine ne gerek var..
SELAM SONER ARKADAŞ,
Sakin olun … 🙂
Biz bu yorumu kabul ediyoruz!
Ama yazının ikinci paragrafında bir uzantıdan bahsediyoruz; eğer bu iki ayet birbiri ile tefsir edilirse de bilime aykırı bir durum söz konusu değil! Devamını okuyun.
Hatırlatma için teşekkürler!
Adem Peygamber Değildir, Tek Kişi De Değildir, Ensest Çoğalma Da Asla Olmamıştır
Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.BAKARA 38
Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. TAHA 123
Ey Ademoğulları, kendi içinizden âyetlerimi anlatan elçiler geldiğinde, kim korkar ve durumu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir ARAF35.
Bize peygamber geleli de çok olduğuna göre yukarıdaki Ayetlerde hitap ettiği “Ademoğulları”nın bizler olmadığımızı anlamak zor olmasa gerek..değil mi.. Cennetten henüz kovulmuşlar , ve peygamberleri de yok ve 1 kişi de değiller…! Kurtuluş için Peygamber geldiğinde ona uymaları gerektiği ile uyarılan bir kavim var cennetten kovulan..!
Diğer ayetlere göz atalım..
İnsanlar bir tek ümmet idi. “Sonra” Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir. MAİDE 48 Ne zaman Peygamber göndermiş ? “Sonra”..
İlk yaratılan Kavim bir süre peygambersiz ve kitapsız devam ettikten Sonra peygamber gönderiliyor Yani Maide 48 ayeti yukarıdaki Bakara 38 ve Araf 35 i desteklemektedir.
Başka delil mi lazım ,buyrun o halde..
Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem’e secde edin! diye emrettik. İblis’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Araf 11..
Ne diyor ayet.. Sizi (çoğul) yarattık..bir kavim yaratılmış. Sonra şekil verilmiş , Sonra Adem adındaki bu kavime secde edin denilmiş.
Daha başka delil mi lazım , Buyrun..
Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların soylarını hariç (dışta) tutarak , onları kendilerine şahit etti ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler. ARAF 172
Andolsun biz, daha önce de Âdem’e ahit vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık. TAHA 115
Kendilerini kendilerine şahit tutup Ahit aldığı Adem oğulları bizler değiliz…ilk yaratılan Adem adındaki kavim.
Adem kavimdir, Peygamber değildir, Çoğalma da asla ensest olmamıştır !!
selamlar.
CEVABEN
A. SELAM KARDEŞİM.
O yorumları biliyorum ama ben klasik yorumu kabul ediyorum. Bu konuyu da sitede kendi bilgimiz ölçüsünde açıkladık.
Muhabbet, selam ile
**
S.Aleyküm Muhammed kardeşim,,Kehf 60-64 arası için doğru meal nedir ?
CEVABEN
A. selam kardeşim.
Ben diyanetin mealini kabul ediyorum bu konuda!
selametle
Peygamber efendimizin 40 yaşına kadar adının aslında Abu’l Qasım (Kasım) olduğunu, diğer dinlerde kutsal sayılan Muhammed ismini kendine verdiğini ve İslam tarihinin geriye dönük yazıldığını söylüyorlar.
Bu iddia, klasik oryantalist iddianın tekrarıdır. Bu konuda, ‘Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye’ adlı yazıya bakılabilir.
Abi bu konuyu nerden bulabilirim?
CEVABEN
Selam Oktay kardeşim
https://islamicevaplar.com/kuranin-kaynagi-nedir.html adresinde, “Öncelikle oryantalistler ve onların fikirlerinin ardına takılan ateistler Hz Muhammed’in adı, soyu ve hatta varlığı; yaşayıp yaşamadığını sorgulamışlardır. Sıra ile iddia ve cevaplara bakalım” başlıklı yazı altındaki cevaplara bakabilirsiniz.
selam ile