Oryantalizm ve Oryantalistlerin İslam Dini Hakkındaki Bazı Görüşleri

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

 Giriş

 Kelime olarak Doğu Bilimi veya Doğu Dünyası Bilimi ya da Şark Bilimi anlamına gelen oryantalizm (şarkiyatçılık); genel anlamıyla, bir bütün olarak Doğu’nun dili, dini, edebiyatı, tarihi, folkloru ve uygarlığını inceleme işine oryantalizm, bu alanda çalışma yapan, uzmanlaşan bilim adamlarına da oryantalist (şarkiyatçı) denir. Dolayısıyla Müslüman olmayıp İslâm’ın yapısını ve rolünü açıklama işine soyunan bilim adamlarına da oryantalist denilmektedir.

Oryantalizmin, Batı ve İslâm dünyası arasındaki uygarlık mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğu inkar edilemez. Tarih boyunca Avrupa’nın İslâm’a ilişkin düşüncelerinin şekillenmesinde ve karşı tavırlarının oluşmasında en büyük etkiyi oryantalizm yapmıştır. Dolayısıyla bu mücadelenin gerisindeki düşünceyi temsil eden amilin oryantalizm olduğunu söylemek isabetli olacaktır.

Oryantalizm, İslâm dünyasında çok değişik şekillerde algılanan bir olgudur. Kimisi onu içselleştirip ciddi bir şekilde savunurken, kimisi de tam tersi, onu bütünüyle reddetmekte; hatta bu alanla uğraşan herkesi İslâm’ın ve Müslümanların en azılı düşmanı kabul etmektedir.

Aslında, Sibaî’nin de ifade ettiği gibi, her türlü mutlak övgü veya mutlak hücum, oryantalistlerin gerçekleştirdiği araştırma ve çalışmalar konusunda tarihin kaydettiği gerçeğe ters düşer. Her ne kadar ilk hedefleri kendi meslektaşlarına hizmet etmek olsa da, ortaya koydukları bazı değerli ve yararlı ilmî mahsullerden Müslüman alimler de yararlanmaktadırlar.

Oryantalistlerin genel olarak uğraş ve yorum alanları, “İslâm’ın özü ve tanımı” “Müslümanların tarihte başka kültürlerden ödünç aldıkları şeyler” ve “özellikle modern dönemler için İslâm’da reform meselesi”  şeklinde ifade edilebilir.

Genel Olarak Oryantalistlerin İslâm’a Bakışı

Bilindiği gibi İslâmiyetin gelişine kadar, dünyada Hıristiyanlığın rakibi yoktu. İslâmiyet Ortadoğu sahnesine çıktığında hem Hıristiyanlık hem de Yahudilik, tehdit edildiklerini hissettiler. Kendilerinin sahip oldukları statüye bu yeni dinin de sahip olmasını istemiyorlardı. Fakat yeni dinin etkin daveti çok geçmeden Arabistan’dan Çin’e kadar yayıldı. İslâm’ın Doğu’da ve Batı’da hızlı bir şekilde yayılması, Hıristiyan din adamlarının dikkatlerini bu dine yönelterek onları birtakım araştırmalara sevk etti. Ancak İslâm’a ve İslâm araştırmalarına olan bu ilgileri, İslâmiyet’i benimsemek için değil, aksine Hıristiyan din kardeşlerini ondan korumak içindi.

Oryantalizmin kökleri yaklaşık geçen bin yılın derinliklerine kadar uzanmasına rağmen, bu kavram Avrupa’da ancak Onsekizinci Yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. İlk defe 1779’da İngiltere’de, 1799’da da Fransa’da kullanılmaya başlandı. Orientalism kelimesi Fransız Dil Akademisi’nin sözlüğüne 1838’de girdi.

Oryantalizmin bu denli erken başlamasında rol oynayan faktör, Endülüs ve Sicilya’da bulunan Müslüman ve Hıristiyanlar arasında meydana gelen tartışmalardı. Öte yandan özellikle Haçlı Savaşları da Avrupalıları, İslâm’ın kural ve gelenekleriyle ilgilenmeye sevk etti. Bu nedenle oryantalizm tarihinin ilk adımı, Orta Çağ Hıristiyan Batı dünyasıyla, Müslüman Doğu arasındaki dinî ve ideolojik çarpışmanın tarihi olarak kabul edilebilir.

Sömürgecilik, kendi maksatlarına hizmet ettirmek ve hedeflerini gerçekleştirip Müslüman ülkelerde hakimiyetini sağlamlaştırmak için bir grup oryantalisti kullanmayı başardı. Böylece müsteşriklikle sömürgecilik arasında resmi ve sağlam bir bağ oluştu.

Sömürgecilik; görünüşte dinî, fakat gerçekte ise emperyalist amaçlı savaşlar olan Haçlı Seferlerinin bir uzantısıdır. Arap ve İslâm memleketlerini yeniden istila etmek, Haçlı Seferlerinin mağlubiyetinden beri Avrupalılarda bir emel, bir ideal oldu. Bu amaçla söz konusu ülkeleri inanç, adet, ahlâk ve zenginlikler gibi bütün yönleri ile incelemeye koyuldular. Bununla da onlardaki kuvvet noktalarını tanıyıp zayıflatmayı, zayıf yönlerini tesbit edip istifade etmeyi amaçladılar. Haliyle dinî sebepler, Yahudî ve Hıristiyanlığın güya İslâm’ın ilk kaynağı olduğunu iddia etmekle üstünlüğünü ispata çalışmak, böylece İslâm’ın değeri hakkında şüphe uyandırmak şeklinde yansımıştır.

 Örneğin ilk dönemlerde harekete geçen Hıristiyan ilâhiyatçıları, İslâmiyet ve onun Peygamberi (s.a.) aleyhinde iftira ve uydurma sözler yaymaya başladılar.  İslâmiyetin kötü ve şer saçan bir güç; Hz. Muhammed’in ise -haşa- bir put, bir kabile ilâhı veya şeytan olduğunu ileri sürüyorlardı. O çağda, sözde İslâmiyet’i tanıtmak için yazılmış, bütünüyle o günün yazarlarının hayal ürünü olan bir takım uydurma hikayeler dolaşıyordu. Müslümanları putperest olarak niteleyen, Tervagan, Muhammed ve Apollo diye üç ilâha taptıklarını ileri süren Roland Destanları (The Song of Roland) ve benzeri eserler, bunlara örnek verilebilir.

Bütün bunların elbette nesnel gerçeklik ile hiçbir ilgisi yoktu. Nitekim bu edebiyatın önde gelenlerinden biri olarak tanınan Guibert de Nogent (ö.1124), İslâmiyet hakkındaki fikirlerini kaleme alırken, hiçbir yazılı kaynağa dayanmadığını, sadece halk yığınlarının bu konudaki düşüncelerine yer verdiğini, bunların doğrusuyla yanlışını ayırabilecek hiç bir ölçüye sahip olmadığını itiraf etmiş; buna rağmen, İslâm Peygamberi (s.a.) hakkında yazdıklarını haklı çıkarmak için “Kötülüğü, düşünülebilecek en üst düzeyi aşmış bir kişiyi kötülükle anmanın hiçbir sorumluluğu yoktur.”.; İslâmiyet konusunda da; “Onun tüm hastalıklardan daha zararlı olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum.” demeyi ihmal etmemişti.

Oryantalizmin doğuşunda dinî faktör ilk sırayı almakla beraber elbette başka faktörler de vardı. Bu amaçlar doğrultusunda değişik yerlerde Arap dili kürsüleri kuruldu. Cambridge Üniversitesi’nde bir Arap kürsüsünün kurulmasını öngören 1636 tarihli kararda biri “ticarî” diğeri “Hıristiyanlaştırma” olmak üzere iki amaca hizmet edileceği konusu; “…Asıl amacımız Doğu ülkeleriyle olan ticaretimiz aracılığıyla krala ve devlete yararlı bir hizmet sunmak, kilisenin sınırlarını genişletmek ve şu anda karanlıklar içinde yaşayan insanları Hıristilanlığa davet etmek suretiyle Allah’ın şanını yüceltmektir.. şeklinde açıkça vurgulanıyordu. Ancak burada sözü edilen dinî amaçlara hizmet etmek, İslâmî ilimlerin her alanında araştırma yapmayı da zorunlu kılıyordu. Bu işe ilk önce Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi ile başlandı.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk tercümesi 12. Yüzyılda yapıldı. Oryantalistler o zamandan beri hatta bugün bile bütün Avrupa dillerinde çok sayıda Kur’ân-ı Kerîm tercümesi hazırlamaktadırlar. Bu tercümelerin baş taraflarına İslâm hakkındaki düşüncelerini ihtiva eden mukaddimeler koymuş, daha işin başında okuyucuya çoğu zaman İslâm’ın gerçekleriyle bağdaşmayan düşüncelerini sunmuşlardır.

Bunun yanısıra İslâm Tarihi, Kelam, Fıkıh, İslâm Felsefesi, İslâm Tasavvufu, Kur’an ve Hadis ile ilgili araştırmalar yaptıkları gibi; sahabe, tabiûn, müctehid imamlar, fâkihler, hadisçiler, hadis ravileri, cerh ve ta‘dîl ilmi, rivayet sahipleri hakkında çalışmalar yapmış; sünnetin delil olup olamayacağı, tedvîn şekli ve İslâm Hukukunun kaynağı konularını da araştırmışlardır. Ancak bütün bu araştırmalarını daha çok şüphe uyandıran bir üslûpla yaptılar.

Örneğin, Thomas Erpenius (1584-1624) her ne kadar Kur’ân-ı Kerîm’in dil açısından bir doruk sayılması gerektiğine inanıyorsa da anlam ve muhteva açısından, Kitab-ı Mukades’in gülünç bir taklidinden başka bir şey olmadığını kabul ediyordu. Hz. Peygamber ve onun öğretileri hakkındaki görüşü ise, o zamanlar bu konuda Batı’da yaygın olan nefret ve düşmanlıktan ibaretti.

Ignaz Goldziher (1850-1921), sünnet kelimesinin kavramlaşma sürecinden bahsederken, Müslümanların sünnet kavramının hem mefhumunu ve hem de amelî değerini yeniden icad etmediklerini; zira bu kavramın aynı anlamda eski müşriklerde de kullanılmakta olduğunu; onların kullanımında “Arap dünyasının geleneklerine, ataların ahlâk ve adetlerine tekabül eden şeyler”in sünnet olarak kabul edildiğini; İslâm’da değişikliğe uğrayanın sadece bu mefhumun muhtevası ile ona tekabül eden kelimenin mânâsı olduğunu; selefin nazarında Hz. Peygamber ve onun ilk tâbîleri tarafından yapılan her şeyin sünnet olarak kabul edildiğini; İslâmî sünnet anlayışının, eski bir Arap telakkisinin yeniden gözden geçirilmiş şekli olduğunu söylemektedir.

D.S.Margoriouth (1858-1940), Eaerly Development of İslâm (İslâm’ın İlk Devirlerindeki Gelişimi) adlı eserinde, Hz. Peygamber’in Kur’an’ın dışında geriye hiçbir sünnet ya da hadis bırakmadığını; Hz. Muhammed’den sonra ilk İslâm toplumunun uyguladığı sünnetin Hz. Peygamber’in sünneti olmayıp Kur’an vasıtasıyla tâdile uğrayan İslâm öncesi Arap örfü olduğunu; sonraki nesillerin bu örfe otorite ve normatiflik sağlamak amacıyla “Hz. Peygamber’in sünneti” kavramını geliştirip hadis mekanizmasını uydurdukların dolayısıyla hukukun ikinci kaynağının Peygamberle bir araya gelmiş otorite şahısların onay ve adeti olduğunu belirtmektedir.

J. Schacht (1902-1969) ise; erken bir devirde, teamül ve kaidevî örf anlamını taşıyan sünnet hakkındaki eski Arap anlayışının İslâm’da kendisini yeniden gösterdiğini; İslâm’la olan alâkası bakımından sünnetin esas itibarıyla hukukî bir ifadeden ziyade siyasî bir anlam kazandığını; dolayısıyla halifenin siyaset ve idaresini yansıttığını; üç çeyrek asrın sonuna kadar “Peygember’in sünneti” mefhumunun Kur’an’la bir seviyede müstakil bir düstûr olarak henüz yerleşmediğini; bu tabirin ilk dönemlerde Kur’an’da bildirilmiş ahkamın ötesine gitmediğini; Peygamber’in sünnetine uymak bizzat Peygamber’in yaptığı gibi ancak Allah’ın Kitabı’na uymaktan ibaret olduğunu söylemektedir.

Montgomery Watt da Schacht ve Goldziher’in bu görüşlerine atıfta bulunarak aynı kanaati paylaşmaktadır.

Üzerinde geliştiği temeli ilk kez Hıristiyan misyonerlerin attığı oryantalizm, Ondokuzuncu Yüzyılın ilk yarısıyla Yirminci Yüzyılın ilk yıllarında zirveye ulaştı. Bu dönemde, Belçıka, Fransa, İngiltere, Hollanda, İspanya ve Amerika’lı misyonerler çalışmalar yaptı. S. Zvemer, H. Lammens, D. B. Mac Donald, M. A. Palacious, C. De Faucault, M. Watt, K. Cragg gibi isimler çalışmalarını yayınladı ve İslâm konusundaki şüpheler ortaya atıp onu ikincil bir konuma düşürmeye çalıştılar. Nitekim Ondokuzuncu Yüzyılın sonları, Müslümanların, İslâm rivayet geleneğinin sıhhatine yönelik eleştirel bir tavrı başlatan oryantalist alimlerin giderek artan itirazlarıyla karşılaştıkları bir dönem oldu. William Muir ve Aloys Sprenger, Hadis Edebiyatının Hz. Peygamber’in fiillerini ve sözlerini gerçek manada yansıtıp yansıtmadığını, onun naklinin güvenilir olup olmadığını ve sahih olan hadisleri sahih olmayanlardan ayırt etmeye dair klasik metodların geçerli olup almadığını sorgulayan ilk oryantalistler oldu. Sprenger, ayrıca, “Das Leben und die Lehre des Mohammad : Muhammed’in Hayatı ve Öğretileri” adlı kitabında Hz. Peygamber’in (s.a.) risaletini, yabancı unsurlardan ve özellikle Hıristiyanlıktan nasıl ve ne kadar etkilendiğini ve bunun gibi daha pek çok İslâm’ın temel inanç ve kabullerini şüphe uyandırıcı bir üslûpla tartıştı.

Duncan Mac Donald Müslüman toplumlarının Avrupa medeniyetiyle karışlaştıkları zaman İslâm inancının çöküntüye uğrayacağına inanıyordu. “Muhammed efsanesi” çöktüğünde, yani “onun kişiliği ve hayatı hakikat ışığı altında incelendiğinde”, “bütün inanç çökecekti”. “Bu insanların, Hıristiyan okulları ve rahipleri tarafından kurtarılması gerekiyordu”. Misyoner faaliyetlerinin en etkili biçimde gerçekeştirilebilceği yöntem, “‘Muhammedanizm’e cepheden saldırmak değil”di. “Aksine yeni fikirlerin, bu inancın temelini aşındırmasını beklemek yeterli olacaktı.”

Misyoner oryantalistlerin en büyük amacı, Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek ve Kur’an’ın vahiy olduğu konusundaki inancı çürütmekti. Bir başka deyişle oryantalistlerin İslâm konusundaki çalışmaları, onu anlamak için değil, gözden düşürebilmek içindi. Onun için İslâm’a “Muhammedanizim-Muhammedilik”, Hz. Muhammed’e de “düzenbaz” vasfını vermede sakınca görmemişlerdi. Nitekim erken dönem Hıristiyan ilâhiyatçılarının yazılarında İslâm’ın peygamberi sahte, Kur’an da onun tarafından yazılmış bir kitap olarak geçmemekteydi.

Bu amaç doğrultusunda İslâm’ın dinamizmini ve gücünü kırmak için, İslâm’a bu dinamizmi kazandıran kavramlara yeni anlam ve yorumlar getirmeye başladılar. İslâm’a da Batılı bir yorum getirilmişti.

Oryantalistler tamamen Batılı kavramlara göre ve İslâm Tarihini tamamen  göz ardı eden bir tarih oluşturmuşlardı. Allah’ın doğru yolu gösterdiği kutsal bir tarih anlayışına olan inançlarını saptırmak, bozmak için, kendilerince bu inançta hatalar buldular. Ana hedef; Peygamberin hayatı, Kur’an ve Hadislerdi. Bu nedenle Ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında bir çok oryantalist, Hz. Peygamber’in hayatı hakkında kitaplar yazdı. Bazıları onun mütevazî bir kökenden geldiğini, sara denen bir hastalıktan mustarip olduğunu, ilâhî misyonundan şüphe ettiğini, Mekke’de peygamber, Medine’de politikacı gibi davrandığını, Müslümanların kendisine bir put gibi taptığını, İncil’i çok iyi bildiğini, İslâm’ı Hıristiyanlık ve Musevîlik gibi öteki dinlerin potasında yoğurmaya çalıştığını iddia ediyordu. Bütün bunların hepsinin amacı Hz. Peygamber’in karakter olarak gözden düşürülmesiydi. Eğer bu yapılabilirse  peygamber olarak da önemi azalacaktı. Doğrulanması mümkün olmayan pek çok genelleme ve yanlış kanaatler Batılılar tarafından inanılmaya, misyonerler tarafından kullanılmaya başlandı.

Oryantalistler öznel tutumlar takınıp nesnel olmaya gayret ediyorlardı, en azından öyle görünmeye çalışıyorlardı. Böylesi bir maskeye rağmen ön yargıları hiç de gizli kalmıyordu. Bu durum, oryantalistlerin araştırdığı konular ve çalışmalarında kullandıkları metotlardan kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Mesela Kur’an üzerindeki araştırmalarda, oryantalistin asıl meselesi, genellikle ya Kur’an’da, İslâm öncesi Arap adetleri ve geleneklerinden ödünç alınmış veya taklit edilmiş fikirleri bulmaya çalışmak ya da Kur’an’ın Hıristiyanlık ve Musevîlikten türetildiğini ispat etmektir.

Oryantalistlerin “hadis” konusundaki çalışmaları da benzeri ciddi hatalardan arınabilmiş değildi. Nitekim onlar, Hadis Literatürünün ihtiyarî olarak düzenlendiğini, tarihî olaylar tarafından etkilendiğini ve dikkatsizce aktarıldığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bu konudaki çalışmalardan bazıları Ignaz Goldziher ve Joseph Schacht tarafından yapılmış, bazı hadislerin sahihliği konusunda ciddi şüpheler uyandırılmıştı. Nitekim hadis çalışmalarına edebiyat ve tarih araştırmalarının modern tenkit metotlarını uyguladılar ve sonuç itibarı ile Hadis Literatürünün genellikle apokrif kaynaklı ve şüpheli bir karaktere sahip olduğunu göstermek için çalıştılar.

Burada, Onyedinci Yüzyıl sonlarından itibaren ve Onsekizinci Yüzyıl boyunca, İslâm’a biraz daha sempati içeren objektif ve tarafsız bir gözle bakılmaya başlandığını da ifade etmek gerekir. Bu durumu o zamanın Avrupa’sına egemen olmaya başlayan ve genel anlamda Kiliseye karşı olan rasyonalizm akımının ortaya çıkması da teşvik etti. İslâmiyet ve İslâm medeniyeti hakkında ılımlı bir üslûp kullanan genel kapsamlı bazı eserler ortaya çıktı. Böylece -haşa- Hz. Muhammedi şeytan ve Kur’an-ı Kerîm’i de boş ve asılsız sözler yığını gören Hıristiyan din adamlarının o zamana kadar benimsedikleri görüşlerin yerini, İslâm ve Müslümanlar hakkında insaf ve ılımlılığa daha yakın ve daha az katı görüşler aldı.

Richard Simon, buna örnek verilebilir. Simon, 1684 tarihinde yayınladığı “Doğu Milletlerinin Gelenek ve İnançlarının Tenkitli Tarihi” isimli eserinde, Müslümanların gelenek ve inançlarnı bir Müslüman alimin kitabını kaynak edinerek net, dengeli ve ölçülü bir şekilde ele almış ve İslâmî geleneklere olan takdir ve hayranlığını dile getirmiştir. Arnold, onu, İslâm’dan bahsederken gerektiğinden fazla objektif olmakla suçlamış, o da kendisine, Müslüman ahlakçıların ortaya koydukları ahlak ilkelerini inceden inceye düşünmesini tavsiye etmiştir.

Filozof Pierre Bayle de, İslâm’ın hoşgörülüğüne hayran olanlardandı. Bunun etkisi, ilk 1697 yılında Roterdam’da yapılan Tarihî ve Tenkidî Sözlüğünde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını sunuş üslûbunda kendisini gösterir. Simon Ockley (1678-1720) de “Müslüman Araplar Tarihi” isimli eserinde nispeten tarafsız sayılır. Ancak S. Ockley, bu kitabında Müslüman Doğu’yu yüceltmiş ve Batı’dan daha üstün olduğunu belirtmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber’i tanıtırken, “O, aslında kötü ve hilekar bir adamdır. Taşıdığı güzel nitelikler de arzu ve ihtirasların egemen olduğu gerçek yüzünü örten dış bir perdeden başka bir şey değildir”, sözünü sarf etme saplantısından kurtulamamıştır.

İslâm’ı tanımak konusunda ilk ciddi bilimsel girişimler ise, Hollanda Autricht Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Profesörü Hadrian Reland (ö.1718) tarafından gerçekleştirildi. 1705 yılında iki cilt halinde Latince olarak “ed-Diyanatü’l-Muhammediyye” isimli bir kitap yayınladı. İslâm prensiplerine ilişkin o dönemde Batı’da egemen olan görüşleri düzeltme yoluna gitti. Ancak, Katolik Kilisesi bu kitabı, okunması ve bulundurulması yasak olan kitaplar listesine aldı. Reland, kitabının giriş bölümünde her dinin düşmanları tarafından, ya anlaşılamadığından veya kötü niyetlerden kaynaklanan hücumlara hedef olduğuna, dolayısıyla bütün kötülüklerin ona yüklendiğine işaret etti. Ayrıca böyle yapacağına Arapça öğrenip Hz. Muhammed’i kendi dilinden dinlemek gerektiğini de ifade etti.

Onsekizinci Yüzyıl Alman oryantalizm dünyasında, anılmaya değer oryantalist J. J. Reiske (1716-1774), sahasında bu ılımlı akımın öncüsü oldu. O, Latince olarak yazdığı bir kitabında İslâm’ı övmüş, Hz. Muhammed’in yalancılık veya sapıklıkla nitelendirilmesine karşı çıkmış, İslâm dininin gülünç hurafelerden ibaret olduğunun ileri sürülmesini reddetmiştir. Yirminci Yüzyıl Batılı oryantalistlerden Rudi Paret (1901-1983) de bu akımın kervanına katılanlar arsanda yer alır.

Ne var ki İslâmiyet’i yakından ve peşin hükümsüz olarak tanıma konusundaki bu ciddi teşebbüs örnekleri, Avrupalının fikrinde genel bir cereyan olarak yer etmeye muktedir olamadı. Bugün bile, İslâm denilince Avrupalıların zihninde kötü ve gerçeklerden uzak bir anlam belirmektedir.

Oryantalistlerin İslâm’ın itikat ve imanının kökenleri, din ile kültür arasındaki ilişkiler ve modern çağlarda İslâm’ın geçerliliği hakkında yaptıkları açıklamalarda, Müslüman alimler ile kendileri arasında büyük fark olduğu görülür. Müslümanlar geçmişini ve geleceğini Allah’ın iradesi ışığında anlamaya çalışırken, oryantalistler, hiçbiri müslümanlara ait olmayan bazı standartlarla anlamaya çalışıyorlar. Örneğin “oryantaliste göre İslâm, insan ırkının tarihi içinde çok önemli kültürel bir harekettir. Müslüman için ise İslâm, hayatın her alanında Allah’a teslimiyeti ifade eden bir dindir”. Oryantalistler İslâm’ı anlamaya çalışırken işin bu yönünü tamamen göz ardı etmektedirler. Ayrıca yine onlara göre İslâm statik ve bağımlı bir doğaya sahiptir.

Bu bakış açısı Rodinson’da olduğu gibi, G. E. Von Grunebaum tarafından da benimsenmiştir. Grunebaum,  İslâm’ın değişime ısrarla karşı çıktığını, ne büyüyüp ne azaldığını ve varlığını değişmeden  sürdürdüğünü söylemektedir. Ona göre Müslüman için değişim daima kötüye doğrudur. İslâm her zaman “gelenekçi” olmuştur. Hiçbir zaman “mutluluğun elde edilmesine” yönelik olan Batı’yı izlememiştir. İslâm, insanın evrimi ve zengin açılımları ile ilgilenmemektedir. Çünkü İslâm bir medeniyet kurmayı hiçbir zaman temel ve aslî bir görev olarak görmemiştir. Yaratıcı değildir. Nostaljik dinlerin sonuncusudur. Reform uğraşları doğrudan Batılılaşma ve kültürel etkilenme meseleleri ile bağlantılıdır. Batı’nın hakim olduğu bir dünyada İslâm ayakta kalmak istiyorsa, kendini uyumlu hale getirebilmeli, kendi tarihinden belli bir ahlâkî değerler bütünü çıkarmalı, ama bu, bütün Batı değerleri ile kökten bir çatışmaya girmeyecek kadar esnek olmalıdır.

W. Montgomery Watt’ın ifadelerinden de anlaşıldığına göre Kur’an’ın hitabı, ilk muhatabı durumundaki toplumun ilkelliğine ve kabullerine uygun tarzda gelmiştir. Doğruyu söylemesi durumunda red ile karşılaşacağı endişesi ile sırf reddedilmemek için bazı hilaf-ı hakikat bilgiler dahi vermiştir.

Batı’nın bütün derdi kendini asıl ve merkez kabul edip İslâm’ı kendine uydurmak, kendi değerleriyle özdeşleştirmektir. Kendi bakış açılarının Müslümanlar tarafından içselleştirilmesidir. Çünkü onlara göre İslâm, Hıristiyan ve Musevî geleneklerinin bir türevidiR.; orijinal değildir.

Oryantalistler İslâm’a inanmadıkları için ve bazı siyasî amaçlarla, İslâmiyet hakkında yanlış ölçüler oluşturabilmektedirler. Sürdürdükleri araştırmalar esnasında önce çeşitli görüşler tesbit ediyor sonra da bu görüş ve nazariyelere delil ve dayanaklar bulmaya çalışıyorlar. Bunları da bizzat İslâmî kaynaklardan çıkarmaya özen gösteriyorlar. İlk bakışta ilmî ve doğru gibi geliyor, ancak ince bir tetkik, bunun çoğunun uydurma olduğunu ispat etmek için kafidir. Çoğu zaman bunu bir çürütme isteğiyle yapmakta, dinî  inancı ve İslâm prensiplerini zayıflatma saikıyla hareket etmektedirler. Örneğin Gibb’e göre Kur’an “Muhammed’in sezgisel tecrübelerinin kaydı”dır. Dolayısıyla ilâhî vahyin tarihsel eleştirisi yapılmalıdır. Gibb ayrıca, İslâmî prensiplerin yozlaştığını da söylemektedir.

Maxsime Rodinson, İslâm’ın yeganeliğini, bir ideoloji olması rolünde bulmaktadır. Çünkü İslâm, Arapların güçlü komşularıyla olan mücadeleleri sırasında doğmuştur. “Bizans ve Perslere karşı durabilmek için Araplar en başta bir devlet kurmaları ve ideoloji oluşturmaları gerekiyordu. Bu da İslâm’dı.”

Oryantalistler, “Kur’an’ın Allah’tan geldiği, Hz. Muhammed’in de onun peygamberi olduğu” temel esasını kabul edememektedirler. Bunun nedeni de, İslâm tarihini Allah ile bağlantılı olarak görmemeleri veya görmek istememeleridir. Sonuçta Müslümanların tarihi ile Allah arasındaki bağı inkar ediyor, ya da göz ardı ediyorlar. İslâm, bu görüşlere göre ne aşkın olarak önemli, ne de tarihî olarak orijinaldir. Zaman zaman oryantalistlerin yazılarından, İslâm’ın uyumsuz, yanlış anlaşılmış, çalınmış fikirlerin yarım yamalak hatırlanıp oluşturulduğu; bütünlüğü olmayan toplumlarca benimsenen bir din olduğu anlayışı çıkarılabilmektedir. İslâm’ın bir çok problemi olduğu meselesi yazılarının satır aralarından okunabilmektedir. Ondan sonra da İslâm’ın hayatiyetini sürdürmesi için yapması gerekenler konusunda öneriler sıralanmaktadır.

Gibb de, Hz. Muhammed’in peygamberliği ve dinini, Hıristiyan ve Yahudî geleneklerinden kaynaklanan yönleri ile tanımlamayı tercih eder. Bu ikisi olmadan İslâm kavranamaz. Von Grunebaum da aynı görüşü benimser. Grunebaum sonunda Hıristiyan ve Yahudî inanç kalıplarının İslâm Peygamber’inin fikirlerinin oluşumunda büyük önemi olduğunu, Tevrat ve İncil’deki özlerin, Kur’an’ın oluşmasında etkili olduklarını söyler. Ona göre Hz. Muhammed’in tek tanrıcılığı Hıristiyan “teslis akidesine” bir tepki olarak gelmiştir. Evet, Kur’an’daki fikirler, Peygamber’in kendi fikirleridir. Sorun bu fikirlerin tam olarak kaynaklarını bulmak ve peygambere nasıl ulaştıklarını belirlemektir. Kur’an’ın yazarı da, Hz. Peygamberdir.

Kitab’ın tarihi kökleri meselesi. Guillaume’yı, İslâm’da reform yapılmasını önerecek bir noktaya getirmiştir. Von Grunebaum, Gibb ve Rodinson gibi o da tarihsel duygunun olmayışına ve Müslümanların Kur’an’ı ve Hadîsi tarihsel bir şekilde anlamaya karşı direnmelerini hayretle karşılamaktadır.

Oryantalistler, Kur’an’ın Allah’ın vahyi ve Hz. Muhammed’in de peygamberi olduğu gerçeğini kabul yerine, Kur’an ve Hz. Muhammed’in davranış biçimi konusunda tarihî kaynakçalar göstererek açıklama getirme yolunu seçmiş, bunu açıklamak için de kültürel arkaplan üzerinde çalışmayı yeterli görmüşlerdir. Neyin orijinal, neyin ödünç alınmış olduğu konularında tarihî bağlamı cevap olarak telakkî etmişlerdir. Hz. Muhammed, Arap geleneğinden ne kadar, Yahudî ve Hıristiyan geleneğinden ne kadar fikir ödünç aldığı açıklanmaya çalışılmıştır. Müslüman için bu mesele salt bir akademik mesele değildir. Çünkü ima ile de olsa, İslâm geleneğinin özüne hakaretamiz bir saldırı söz konusudur. Tıbawî’nin ifade ettiği gibi, kişinin bu mesele ile ilgilenmesi tahrik edici, üstelik gereksizdir. Çünkü ima edilen, Hz. Muhammed’in bir yalancı peygamber, Kur’an’sa farklı kaynaklardan derlenmiş bir alıntılar derlemesi olduğudur. Bazı şeyleri bozduğunu, söylediği şeyleri, ele geçirebildiği kültürel kaynaklardan derlediğini söylemektedirler. Yine Tıbawî’nin ifadesi ile kişi iki zıt kutupta bulunamaz, ikisinden birini seçmek gerekir. Eğer Hz. Muhammed gerçek bir peygamber ise onun mesajının içeriği türetilmiş veya ödünç alınmış olamaz. Hz. Muhammed ya gerçekten ödünç almıştır, o zaman gerçek bir peygamber olamaz, ya da gerçek bir peygamberdir, o halde başka dinlerden ödünç alması mümkün değildir. Farklı gelenekler arasında benzer yönler bulmak, arada bir ödünç alma hadisesi olması için yeterince ağırlıklı bir kanıt değildir. Böylesi bir açıklama yapmaya yeltenenler, Hz. Muhammed’i Allah’ın peygamberi kabul etmeyen ve bir açıklama yolu bulmaya çalışanlardır.

Gerçek ve bilimsel bir araştırmanın hedefi dil uzatmak, sadece zayıf ve kötü noktaları araştırmak değildir. Bilimsel üslûp, nazariyelerin dayandırdığı metin ve senetlerin sıhhatini gerektirir. Ne var ki, çürütme ve kötüleme isteği çoğu zaman oryantalistleri, önceden kararlaştırdıkları nazariyeleri desteklemek için, zayıf ve reddedilmiş dayanak ve deliller aramaya sevk etmiştir. “Onlar zayıf hadislere itimat etmekte tereddüt etmezler. Tarih ve siyer kitapları arasında, görüşlerini dayandıracakları doğruluğu ispatlanamamış zayıf haberleri inceden inceye araştırırlar. Bu gizli “define”(!)’yi ortaya çıkarmada ve zayıf delilleri arayıp bulmada tükenmez bir sabırları vardır. Her hâl ü kârda onlar ele aldıkları meseleleri araştırmada kusur etmezler(!). Çoğu zaman tahmin ettikleri hususları çürüten nass ve haberleri görmezden gelirler” Haliyle bunun da ilmîlikle bir ilgisi yoktur. Bu, ilmî metottan sapmaktan başka bir şey değildir. Söz konusu ilmî sapma maalesef İslâm hakkındaki oryantalist araştırmalarının bir çoğunda mevcuttur. Bu durum, Müslümanları adı geçen araştırmalara karşı ihtiyatlı bir tutum takınmaya mecbur etmekte, onlardaki yalan ve hileleri ortaya çıkarmaya sevk etmektedir. Çünkü hükmettikleri teori ve görüşlerin çoğu gerçek olmayan varsayımlara ve mesnetsiz tahminlere dayandırılmıştır

Oryantalistler, Müslüman geleneğini incelerken, dış etkenler ve kültürel tarih ile sınırlı bir alanda çalışmışlardır. Geleneğe gücü veren inanç unsuru ya tümden ihmal edilmiş ya da İslâm’ın kültür alanında ortaya çıkardığı formlar ardında kaybolmasına göz yumulmuştur. Bu yargıların sonucu, doğal olarak İslâm’ın reforma ihtiyaç duyduğu biçiminde bir çıkarım olacaktır. Ancak İslâm, Müslümanlar gibi algılandığında reforma ihtiyaç yoktur. Abduh’un dediği gibi, “eksiklik içeren şey İslâm değil, Müslümanlardır.” Bu, Allah’a teslimiyet fikrinin reforme edilmeyeceği anlamına da gelir. Fakat oryantalistlerin yaptığı gibi İslâm salt bir din ve kültürel yapı olarak algılanırsa reformun anlamı belirginleşecektir. Çünkü Müslümanlar reformu, Allah’ın emirlerine göre yaşamaya çalışmak olarak algılarken, oryantalistler bunu, siyasî, ekonomik ve toplumsal anlamda hayata kalabilmek için gerekli görmektedirler. Onlara göre İslâm başarılı olacaksa şu ya da bu kurumu, inanç veya siyasî yapıyı değiştirmeli, bu tür yapıları benimsemeyi başarmalıdır. Başarı kültürel ve Batı değerlerinin çevrelediği çağdaş dünyada hayatta kalabilme başarısıdır. Oryantalistler, İslâm’da reform meselesinden, “eninde sonunda Batılılaşma meselesine sıkı sıkıya bağlı olma”yı kastetmektedirler. Mesele, eğitim, tarihçilik ve felsefe alanlarında Batı hegemonyasının yaygınlaştırılmasıyla ilgilidir.

Üstü kapalı şekilde güdülen gaye, İslâm’ı Müslümanlardan kurtarmak, korumaktı. Avrupalılar geleneksel olarak Avrupa sistemi dışında bir kimseye genel fikirler geliştirme hakkını, imtiyazını tanımamıştır. İslâm eksik ve hatalı bir Hıristiyanlıktır; yani, “Hıristiyanlığın bozulmaya uğramış biçimi”nden başka bir şey değildir. Avrupalılar kendi medeniyetlerinin en yeni ve en gelişkin, en medenî en deneyimli medeniyet olduğuna içgüdüsel olarak inanmaktadırlar.

Dr. Cragg’a göre modern çağ için İslâm’dan daha elverişsiz bir din yoktur. Çünkü İslâm’da Tanrı sorgulanamamakta, burada şüphecilere yer bulunmamaktadır. Dr. Cragg, modern dünyada, Tanrıya giden yolda sadece Kur’anî yollardan hareket edecek milyonlarca insan olduğunu kabul etmektedir. O halde Kur’an’ın öğretileri modern dünya için doğru biçimde yorumlanmalıdır.

Dr. Cragg, mevcut Batı teknolojisinin, çağdaş insanın problemlerini çözmek üzere Hıristiyanlaştırılmış bir İslâm anlayışına icbar edebileceğine inanır. Ona göre bilim ve teknolojinin nimetlerinden hoşlandığı yerde insan hayatının zorlukları azalmaya başlar. Bu yüzden Tanrıya ilkel anlamda bağlılık artık geçerliliğini yitirmiştir. Dr. Cragg’ın asıl amacı, Müslümanları İslâm vasıtasıyla Hıristiyanlığa yakınlaştırmaktır. Avrupalı için her şeyin ölçüsü insandır. Öyleyse Kur’an da bir insanın hazırladığı kitap olmalıdır. Vahiy, psikoloji ile sosyal tarihî ihtiyaçların baskısı sonucu ortaya çıkmıştır.

Tıbawî’nin isabetle belirttiği gibi “dinî tecrübe, ruhsal ve sezgisel bir algılamaya dayanır. Analitik veya eleştirel yöntemlerle kavranamaz. Din dışında olanlar, o dini içinde olanların anladığı biçimde anlayamazlar. Bu, kitaplardan öğrenilebilecek bir şey değildir”. Bu, oryantalistlerin en önemli problemidir: Onlar İslâm Tarihinde Allah’a itaat etmeye ve bilgiyi artırmaya yönelik bir gayret göstermiyorlar. Sonuçta İslâm onlar için tarihsel bir saha, bir merak konusu, araştırılması gereken bir alan olmaktan ibarettir. Tıbawî şöyle diyor: “Anlaşılacağı üzere biri din, diğeri de medeniyet olmak üzere iki türlü İslâm var. İlki sevgiden, inanç ve gelenekten kaynaklanıyor; öteki ise nefret, şüphe ve yanlış kanaatlerden. İkisi arasında esaslar bakımından büyük bir ayrılık vardır. İslâm belki de dışarıdan bakanlarca böylesine yanlış anlaşılan tek dindir”. Bu, Müslüman geleneğini bir dine indirgeyip somutlaştıranlara karşı güzel bir cevaptır. İndirgenmiş model tamamen yabancıların uydurması, üstelik dikkatsizce yapılmış bir uydurmadır.

Sonuç olarak oryantalistlerin İslâmiyet’i anlama ve yorumlamalarındaki temel problem, Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in kendi şahsî görüşleri olarak kabul etmeleridir. Batı’daki akademik çevreler tarihsel eleştiri ilkelerinin ortaya konulmaya çalışıldığı günden bu yana Kur’an’ın Yahudî-Hıristiyan kökenlerini tesbit etmekle son derece meşgul olmuşlardır. Bu ana tema, tarihî, edebî, dinbilimsel alanlarda yapılan çalışmalarda devamlı işlenmiş ve çıkarılan sonuçlar hep bir tekrar olmuş, sadece olgusal zenginlik kazanabilmiştir. Tabiî olarak, iki yüzyıl önce olduğu gibi bugün de söz konusu fikir, bir hipotezden öteye geçememiştir. Tarihî bir anlamda, İslâm peygamberinin İncil ve Tevrat’tan çok şey aldığı, Kur’an’ınsa “Peygamber’in söz ve ifadelerinin bir kaydı” olduğu konusunda ikna edici izahların sağlanamamış olması, bunun en canlı kanıtıdır. Çağımıza kadar yaşayabilen tek kanıt olarak Kur’an’ın kendisi, dıştaki bir kaynaktan ödünç alındığı yolundaki ihtimalleri yalanlamaktadır. Aslında oryantalistlerin İslâm hakkındaki görüşlerinde Müslümanlarla ihtilaf etmeleri garipsenek bir durum değildir. Çünkü onların İslâm ve peygamberi ile ilgili düşüncelerinin hareket noktası, müslümanların fikrî hareket noktalarından tamamen farklıdır. Bu yüzden her iki kesim arasındaki bakış açısı farklıdır ve farklı kalmaya da devam edecektir. Onların İslâm’ın bütün kabullerini yani İslâm’ın semavî dinlerin sonuncusu olduğunu, Hz. Muhammed’in son peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in de hiçbir batılın bulaşmadığı ilâhî vahiy olduğunu kabul etmeleri beklenemez. Bunu yaptıkları takdirde zaten Müslüman olurlar. Ancak her oryantalistin, sağlam ve ilmî bir metodun prensip ve gereklerine uymasını beklemek her Müslümanın hakkı olsa gerektir. Nitekim tarihî meseleleri ele almada kullanılması gereken temel prensipleri, birçok oryantalistin ihmal ettiği görülmektedir. Önce Kur’an’ın Hz. Muhammed’in uydurması olduğunu kesin olarak ifade ediyor, sonra da tarihî, itikadî, edebî ve benzeri hükümleri bu görüşe bina etmek için kırk dereden su getiriyorlar.

Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN

 

Bibiliyografya

‘Akîkî, Necîb,  el-Müsteşrikûn, Kahira 1980.

Bedevî, Abdurrahman, Mevsû‘atu’l-Musteşrikîn, Beyrut 1993.

Bosworth, C. E. “Orientalism and Orientalists”, (Arab Islamic Bibliography adlı kitabın içinde, Edited by: Diana Grimwood-Jones Derek Hoopwood-J. D. Pearson, Great Britain 1977, [Harvester Press-Humanities Press]).

Brown, Daniel, İslâm Düşüncesinde Sünneti Yeniden Düşünmek, çev., Sabri Kızılkaya-Salih Özer, Ankara 2002.

Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1997.

Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 1996.

Erul,  Bünyamin, Sahabenin Sünnet Anlayışı, Ankara 1999.

Fazlur Rahman, İslâm, çev., Mehmed Dağ-Mehmet Aydın, Ankara 2000.

Gibb, Sir Hamilton A. R., Muhammedanism an Historical Survey, New York 1958.

Gibb, Sir Hamilton A. R., İslâm Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, çev., Atilla Özkök, İstanbul 1991.

Goldziher, Ignaz, Muhammedanische Studien, Halle-1989-90, çev., M. Said Hatipoğlu, Hadis Tetkikleri (basılmamış), I. bölüm, IV, pasaj.

Guraya,  M. Yusuf, Origins of Islamic Jurisprudence, Lahor 1985.

 ——Tercümesi: Sünnetin Neliği Sorununa Metodik bir Yaklaşım, çev., Mehmet Emin Özafşar, Ankara 1999.

Hüseyin, Asaf, “Oryantalizm’in İdeolojisi”, çev., Bedirhan Muhib, (Oryantalistler ve İslâmiyatçılar Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi adlı kitabın içinde), İstanbul 1989.

Kister, M. J., “Rajab is The Month of God…”, (Studies in Jahiliyya and Early İslâm’ın içinde: Edit. Myriam Rosen – Ayalon, London 1980);

—–Tercümesi:“Receb Ayı Allah’ın Ayıdır”, çev., Cemal Ağırman,Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 3, Ankara 2000, Nisan sayısı).

Kister, M. J., “Haddithû ‘an banî isrâ’îla we-lâ haraja”, (Studies in Jahiliyya and Early İslâm’ın içinde: Edit. Myriam Rosen – Ayalon, London 1980).

——Tercümesi: “İsrâiloğullarından Nakilde Bulunma Meselesı”, çev., Cemal Ağırman, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Dergisi, Sayı: 5/1, Sivas 2001.

Kureşî, Cemil, “İyi Niyetli Tarafgirlik : Kenneth Cragg Üzerine Bir Deneme”, çev., Bedirhan Muhib, (Oryantalistler ve İslâmiyatçılar Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi adlı kitabın içinde), İstanbul 1989.

MacDonald, Duncan Black, Aspects of Islam, New York 1911.

Özafşar, Mehmet Emin (Derleyen), Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar,  Ankara 1999.

Pruett, Gordon E., “İslâm ve Oryantalizm”, çev., Bedirhan Muhib, (Oryantalistler ve İslâmiyatçılar Oryantalist İdeolajinin Eleştirisi adlı kitabın içinde), İstanbul 1989.

Said, Edward, Oryantalizm Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. Selahaddin Ayaz, İstanbul 1991.

Schacht, Joseph, “‘Peygamberin Sünneti‘ Tabiri Hakkında”, trc. M. S. Hatiboğlu, AÜİFD., Ankara 1972, Cilt: XVIII.

Sıddıkî, Muhammed Zubeyr, Hadith Literature, Calcutta 1961.

Tıbawî, A. L., “Second Critique of Ennglish Speaking Orientalists and Their Approach to Islam and the Arabs”, The Islamic Quarterly’nin içinde, Editor: M. A. Zeki Bedevî, XXIII-1 (Ocak-Mart 1979).

Watt, W. Montgomery, Hz. Muhammed’in Mekke’si, çev., Mehmet Akif Ersin, Ankara 1995.

Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini, İstanbul tsz.

Zakzûk, Mahmud Hamdi, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, trc. Abdülaziz Hatip, İzmir 1993.

 

 

 

 

 

Leave a comment