Müslümanlar oryantalistleri niçin reddetmelidir (1)
Siyasî ve dinî motiflerle dopdolu olan oryantalizm, bu haliyle bir kurum olarak dini bütün Müslümanlar tarafından ancak tepki ile karşılanır.
Oryantalist çalışmaların hareket noktası, Hz. Muhammed’in bir sahtekâr veya halüsinasyonlar gören bir kişi olması gerektiğidir. Bunun kitaplara, dergilere ve ansiklopedilere yansıyan neticesi de Müslümanların on dört asırdan bu yana kendi dinleri hakkında gerçekleştirdikleri karşı konulmaz çabanın gölgesinde kalmaktır.
Gerçekten de Urduca ve Türkçede yazılan İslâm ansiklopedileri bile oryantalist emsallerine göre çok daha üstündür. Nihai anlamda, Batılı ilim adamlarının kendi dinî ve tarihî geçmişleriyle ilgili konuların aksine İslâm’la ilgili konuları ele alırken aşikar hale gelen çifte standardın yoğunluğu endişe vericidir. Bu nedenle, Müslümanlar açısından, inanan ve ibadetlerini ifa eden bir başka Müslüman tarafından kaleme alınanlar, daha sonra kıymetine göre takdir edilmek kaydıyla dikkate alınmayı hak eder. Oryantalizmin kendi muhalif görüşlerini geliştirmek için yaptıkları teşebbüsler ise bertaraf edilmelidir. Edward Said’in oryantalizm ve hedefleri hakkındaki kanaati şu şekilde özetlenebilir: Oryantalizm, Doğu hakkında söz söyleyerek, onunla ilgili görüşleri onaylayarak, onu tanımlayarak, onu eğiterek halletmeye ve üzerinde hakimiyet kurmaya yönelik kolektif bir kurumdur. Matemini tuttuğu bir şey hakkında bilimsel bir teşebbüs ve organizasyondan ziyade siyasi bir mekanizmadır ki, ortaçağlardan bu yana Avrupa veya Amerikan tarihinin hiçbir döneminde harici bir varlık olarak İslâm’ın genellikle hırs, önyargı ve siyasi çıkarların oluşturduğu bir çerçevede tartışıldığı veya üzerinde düşünüldüğü bir başka döneme rastlamadım.
Bu duruş, şüphesiz bazılarının öfkesini artırır; yakınlarda yayınlanan bir makalede Teitelbaum ile Litvak, Said’i suçlayarak geçmişteki bilimsel çalışmalar etnik unsuru merkeze alan ırkçı ve/veya İslâm karşıtı unsurlar içeriyor olsalar bile Said’i bunların sonuçlarını abartarak neredeyse evrensel hale getirmekle itham etmektedirler. Batı’da 1800 ile 1950 arasında Doğu hakkında kaleme alınan 60.000’den fazla kitap içerisinden sadece kendi görüşlerini destekleyecek olan birkaç tanesini seçtiği için suçlu olduğunu ilan ettiler. Bu tür eleştiriler hatalıdır, zira herhangi bir konuda yazacak olan kişinin hayatı boyunca binlerce ciltlik referans kitabını okuması beklenemez. Kişi sadece öncülük eden çalışmaları alır ve onun üzerine hüküm bina eder. Etnik unsuru merkeze alan veya İslâm karşıtı unsurlar ne olursa olsun, bunlar geçmişe ait bir şey olmamış mıdır. Benim Said’in değerlendirmeleri üzerine değil, aksine Kur’an ve hadis üzerine bizzat yaptığım yarım asırlık araştırmalarıma dayandırdığım tartışma henüz geliştirilmemiş bir haldedir. Kolaylıkla kötüleştirdiği söylenebilir. Bunu açıklığa kavuşturmak için ilk olarak tarihi bir bakış açısına ihtiyaç vardır.
İslâm araştırmaları üç aşamaya ayrılabilir
Birinci aşama: İslâm’ın yükselişiyle başlayarak hicri onüçüncü yüzyıla (M.S. 17-18. yüzyıla) kadar uzanan dönemde bu yeni inanç hakkındaki Batılı araştırmaların ilk hedefi Nil’den Dicle ve Fırat’a kadar uzanan bereketli hilal ile Kuzey Afrika ve İspanya’da İslâm’ın hızla yayılışını engellemek için Hıristiyanlar etrafında koruyucu bir duvar oluşturmaktı. Bu dönemin meşhurları arasında Şamlı John (675-750), Kutsal Peter (1084-1156) ile Robert of Ketton’a ilaveten Martin Luther’i (1483-1546) de sayabiliriz. Luther’in en büyük korkularının altında Türklerin Orta Avrupa’yı ele geçirmeleri yatıyordu ve bunun ardından Hıristiyanların kitleler halinde Müslüman olmalarından endişe ediyordu. Hem Türkleri (ve onların Peygamberini) hem de Roma’daki Papa’yı Mesih’in başta gelen iki düşmanı olarak ilan etmişti.
İkinci aşama: Onsekizinci yüzyıldan itibaren siyasi talihin değişmesi ve sömürgecilikteki ilerlemenin de sağladığı destekle, bu ikinci aşamada savunmacı konumdan çıkılarak saldırgan bir pozisyona geçildiğine şahit oluyoruz. Artık Hıristiyanların kitleler halinde din değiştirmelerinden korkulmaz oldu, aksine Müslümanların kitleler halinde din değiştirmeleri veya en azından Allah’a inanmaktan kaynaklanan gücün onurunun kırılması beklenir oldu. Said, Batı’ya göre Doğu’nun geri kalışı tezlerinin kendilerini genellikle kolay bir şekilde ondokuzuncu yüzyılın başlarındaki biyolojik eşitsizliği temel alan fikirlerle ilişkilendirilebileceklerini kaydeder. Böylece emperyalizm meselesinin tamamı ileri ve geri (veya tâbî) ırklar, kültürler ve toplumlar şeklindeki ikili tipolojiyi daha da ilerletmiştir. Abraham Geigers (1833) Was hat Mohammed aus den Judentum aufgenommen. (Muhammed, Yahudilikten ne aldı) adlı çalışmasıyla Kur’an üzerindeki gizli etkilerin araştırılmasına yönelik bir başlangıç yaparak Kutsal Kitab’ı İncil’in kötü bir taklidi olarak yaftalayan sayısız çalışmaya öncülük etti ve onun taraftarları kendileri için hakikati bilme konusunda son derece gözü kapalı (veya ham bir şekilde) davrandılar. Bu aşama halen sürmektedir.
Üçüncü aşama: Yirminci yüzyılın ortalarında bir başka faktör gün yüzüne çıktı: Filistinli sakinlerin yerlerinden edilerek sürüler halinde göçmen kamplarına hapsedilmesi suretiyle bir Yahudi ülkesinin oluşturulması. Sadece 150 yıl öncesinde Almanya’da yaşayan Yahudiler hukuki olarak insan bile sayılmıyorlardı; kralın şahsî mülkü olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Toprağa bağlı diğer köleler gibi izin almadan bir şehirden diğerine gidemiyor, evlenemiyor veya birden fazla çocuk sahibi olamıyorlardı. N.J.’deki Emanuel mabedinin hahamı olan ve Columbia Üniversitesi’nde de tarih dersleri veren Prof. Dr. Hertzberg’e göre: Yahudiler açısından modernite şayet Avrupa’nın ortaçağ geçmişi yok edilebilirse, bu durumda Yahudi olanlar ile Yahudi olmayanların eşit bir zeminde her şeye yeniden başlayabileceği düşüncesi ile başlar. Kendilerinin tamamıyla azad edilmelerini, gettodan çıkarak Batı’ya dahil olmayı, tevârüs edilen ve Hıristiyanlıkla, onun mitleriyle, sembolleriyle ve katedralleriyle yoğun bir şekilde dopdolu olan Batı geleneğinin ortak kurucuları olmayı istemişlerdi. Bu düşünce açık bir şekilde eski İsrail Başbakanı Shimon Peres tarafından Sir David Frost’la yapılan bir mülakatta aktarılmıştı. Onun ifadesine göre, Yahudi kitleler, birbirinden tamamen farklı iki görüşe ulaşıncaya kadar Yahudi karşıtlığının esas nedenlerine en azından iki yüzyıl boyunca sıkı sıkıya sarılmışlardı. Bu neticelerden bir tanesi, ‘dünya yanlış olduğu için biz dünyayı değiştirmeliyiz’ şeklindeydi. Diğeri ise biz yanlışız, dolayısıyla kendimizi değiştirmemiz gerekir düşüncesiydi. Yahudi halkı, örneğin komünist olarak dünyayı, nefretin dünyasını değiştirdi. Başka insanlara karşı nefrete yol açan ulusların olmadığı, sınıfların bulunmadığı, dinin yer almadığı, lordları olmayan bir dünya inşa edelim.
Avrupa’nın ortaçağ geçmişini etkisiz hale getirmek için çalışan ve bir zamanlar kendi gettolarına mahkûm olan Yahudiler, artık tam vatandaşlar haline geldiler ve seçkinler arasına katıldılar. 2.000 yıl sonra İsa’nın kanından arındılar ve Yeni Ahit’in yeni çevirileri Yahudileri olumsuz olarak tasvir eden ifadeleri büyük bir özenle tadil ettiler veya asgariye indirdiler. 2.000 yıl boyunca düşmanlık ve kuşku ile bakıldıktan ve genel kültürel söylemin dışında bırakıldıktan sonra, ikisinin de her zaman için bir ve aynı olduklarına delalet edecek şekilde Yahudi-Hıristiyan medeniyeti kavramı doğdu.
Fakat artık ortaçağ Avrupası’nın dramasında parmağı olmayan bir başka halk için yeni gettolar oluşturuldu. Ve yeni Yahudi devleti, Yahudileri sık sık uzlaşmaz bir kavim olarak tasvir eden bir Kutsal Kitab’ı okuyan Müslüman kitleler tarafından kuşatıldı. Bütün bunlar aynen Hıristiyanların geçmişi için yapıldığı gibi Müslüman varlığının da acilen etkisiz hale getirilmesinin ve özellikle de İslâm kaynaklarında Yahudilere karşı olan bütün referansların çıkarılmasının aciliyetini tahrik etti.
Batı’nın İslâm araştırmalarının ikinci safhası, yüzyıllardan bu yana devam etmekle birlikte yavaş bir seyir izlemektedir. Zemindeki başarıları tam anlamıyla net olmamıştır. Prof. Wansbrough’un öncülük ettiği Revizyonist ekol tamamıyla farklı bir tarz benimseyerek ikinci safhada gözden kaçırılan maksada uygunluğun peşine düşmektedir. Artık İncil’den parçalar aşıran bir adamın eseri olarak değerlendirilmeyen Kur’an, şimdilerde muhtelif yüzyılları kapsayan ve daha sonra geçmişteki hayali bir yer ve zamana yansıtılan toplu bir çaba olarak gösterilmektedir. Dinin kaynakları hakkında İslâm kaynaklarının söz ettiğinden başka bir şey bilinemez, bunlar ise tamamıyla uydurmadır. Müslümanlara ait olmayan kaynaklar da aynı şekilde bir İslâm tarihi inşası için kullanılamaz. İkinci aşama kendisini bir yerden diğer yere meşakkatli bir şekilde bir balyozla meşgul ederken, revizyonist ekol sadece bir buldozerle binanın temelini hedefleyerek binanın tek seferde tamamen yıkılmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
Oryantalizm ve ifadelerin seçici olarak kullanılması
Siyasî ve dinî motiflerle dopdolu olan oryantalizm, bu haliyle bir kurum olarak dini bütün Müslümanlar tarafından ancak tepki ile karşılanır. Bu tepki, katı bir şekilde teolojik temeller üzerine oturmakla birlikte, yine de sadece bununla sınırlı değildir. Batılı ilim adamlarının kendi dinî ve tarihî geçmişleriyle ilgili konuların aksine İslâm’la ilgili konuları ele alırken aşikar hale gelen çifte standardın yoğunluğu endişe vericidir; bu ancak oryantalistlerin amaçlarının tasdikine hizmet eder ve bu şekilde tepkiyi de güçlendirir. Birkaç kısa hikaye bu konunun aydınlatılmasına yardımcı olacaktır, zaman ve mekan sınırlamaları her bir konuya hak ettiği şekilde ayrıntılı olarak yer verilmesini zorlaştırmaktadır.
Prof. Dr. M. Mustafa el-Azami kimdir
Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Mustafa el-Azami 1930 Hindistan doğumludur ve Hindistan’da Deoband Dar’ul Ulum, Kahire’de Ezher Üniversitesi ve Cambridge üniversitelerinde eğitim almıştır. Kral Suud Üniversitesi’nde İslami Araştırmalar bölümünü yürüten Azami, bu bölümden emekli olmuştur. Azami, ayrıca Katar’daki Ulusal Halk Kütüphanesi’nde müdürlük yapmış, Mekke’deki Ümmül Kur’a Üniversitesi’nde, Michigan, Princeton ve Colorado üniversitelerinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Halen Kral Suud Üniversitesi onur profesörü olan Azami, 1980 yılında Uluslararası Kral Faysal İslam Araştırmaları ödülünü almıştır. Prof. Azami İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı’nın Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda 9-10 Aralık 2006 tarihinde düzenlediği Uluslararası Oryantalizm Sempozyumu’na katılacaktır.
Oryantalistler neden reddedilmeli (2)
Edward Said’in ifade ettiği gibi, Oryantalizm temelde, Doğu, Batı’dan daha zayıf olduğu için Doğu üzerine hakimiyet kurma arzusunda olan siyasi bir doktrindir.
Yahudi ilim adamı Prof. Wansbrough’un görüşlerine daha önce yer verilmişti. Kur’an’ın bütün bir topluluğun yüzyıllar boyunca oluşturduğu ve şimdiki şekli hicretin üçüncü yüzyılının başlarında ortaya çıkmış olan derleme bir eser olduğunu iddia etmekle, aksini ispat eden ve büyük bir yekûn oluşturan iç ve dış delilleri görmezden gelmektedir: Kubbetü’s-Sahrâ’nın içinde bulunan ve hicretten sonra 72’de tamamlanan gösterişli kitabeler; Hicaz ve Filistin’de dağınık halde bulunan ve Kur’an ayetlerini ihtiva eden ilk yüzyıla ait taş kitabeler, ilk yüzyıldaki çalışmalarda, örneğin Urve’nin Megazî’sinde yoğun bir şekilde Kur’an ayetlerinden yapılan alıntılar, Mücahid’in Tefsir’i gibi ilk yüzyıla ait tefsirler bu delillerden sadece bazılarıdır.
Görmezlikten gelinen deliller…
Kumran ve civarında 1947’de başlayan kazılarda ilim adamlarının daha önce sahip oldukları herhangi bir materyalden yüzyıllarca daha eski olan ve Yeni Ahid’e ait parçaları da ihtiva eden bazı yazmalar bulundu. Mağaraların Roma askerleri tarafından takriben M.S. 135 tarihinde mühürlendiği varsayıldı, dolayısıyla bütün parçaların mağaralara bu tarihten önce bırakılmış olması gerekiyordu. Fakat bu tarihlendirmenin temelleri birkaç açıdan hatalıdır. İlki, mağaralar kesinlikle ulaşılamaz hale getirilmemişlerdi; genç bir Bedevî’nin yağmurdan korunmak için bir yer ararken şansını deneyerek herhangi bir kazı yapmaksızın mağarayı bulması ve yazmaları keşfetmesi bunu basit bir şekilde ortaya koymaktadır. İkincisi, yazmalardan bazıları daha gelişmiş bir yazı formu içermekteydi ki, bunlar ortaçağ yazmaları ile çarpıcı benzerlikler taşımaktadır. Üçüncüsü ve en eleştirel olanı, yazma yığınları arasında muhtelif Arapça parçaların da var olmasıydı. Dahası, bu parçalardan bir tanesi net bir şekilde hicretin 327. yılının tarihini taşıyordu ve bilebildiğim kadarıyla, bütün bu yazma kümesi içinde kesin bir tarih taşıyan yegane parçaydı. Bu parça üzerinde şu yazı yer almaktadır: ‘Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla: Ebû Gassân’ın vârislerinden Sanun mülkünün 327 yılı için ödenmesi gereken vergisini, toplam bir dinarın üçte biri ve sekizde biri olarak tahsil ettim. Aynı yılın rabiulevvel ayında İbrahim b. Hammâz tarafından yazıldı ve ben imanımı Allah’a ısmarladım.’
Yahudi bilim adamı olan Yehuda Nevo Akdeniz’in doğusunun Hz. Peygamber’in ashâbı tarafından fethinin bir efsane olduğunu, Bizans İmparatorluğu’nun bölgeyi önemsiz gördüğü ve buraya yeterince ehemmiyet vermediğini iddia etmektedir. Nevo’nun iddiasına göre övünülecek veya kahramanlık taslayacak bir durum söz konusu değildir.
Çin’in T’ang hanedanının resmi kayıtlarına göre bu olay, M.S. 638’de gerçekleşti. Beş yıl sonra bu kez Roma İmparatorluğu’ndan gelen bir elçinin bildirdiğine göre; Araplar tarafından mağlup edilmiş ve haraç ödemek mecburiyetinde kalmışlardı.
Araplar bütün Suriye bölgesini ellerine geçirerek Bizans topraklarına da geldiler. Bizans kralı Heraclius onlara karşı ordular gönderdi; fakat Araplar bunların 100.000’den fazlasını öldürdüler.
Hiç kimse, o dönemin kudret sahibi güçlerinin bütün zenginliğiyle birlikte mümbit bir bölgeden tamamıyla vazgeçerek onu gelecek birilerine terk etmeye karar verdiğine dair bir hadiseden bahsedemez. Benzer şekilde, 100.000 askerin ölümü de, Nevo’nun çatışma kavramına uymaz ve onun Arap gruplarının sadece Suriye içlerine yürüdükleri ve kendi kendilerine övgüler dizmek için büyük savaşlara dair efsaneler oluşturdukları teorisini çürütür.
Rivayet zincirleri veya isnadlar, İslâmi literatürün temel dayanağıdır. Geleneksel İslâmi ekollere mensup ilim adamlarına bir hadisin silsilesine dikkatle bakma ve isnad eleştiri prensipleri vasıtasıyla bu ifadenin ne kadar güvenilir olduğuna karar verme imkanı verir. Yirminci yüzyılda Schacht, bütün hadislerin aslında uydurma oldukları fikrine vardı; örneğin ahkam hadisleri Hicrî 110’lardan başlayarak uydurulmuştu, onun iddiasına göre fakihler bir konudaki kendi görüşlerine meşruiyet kazandırmak istediklerinde birtakım sözler uydurmuşlar ve kendi görüşlerini güçlendirmek için bunları Peygamber’e isnad etmişlerdi.
Schacht’ın teorisinin zayıflığının farkında olan Juynboll, isnadın karşısına ilave birtakım engeller koyarak defalarca Schachtvari formülü tadil etmeye teşebbüs etmiştir. Juynboll’ün metodolojisi de tutarlı olamamıştır. 1980’lerde bir ortak-bağ teorisi formüle etmiştir: Hadis faaliyetinin ilk nesillerinde her bir üstâd en azından iki öğrenciye rivayette bulunmak zorundadır; zincirde çok sayıda öğrenciye ders veren en tepedeki üstâd, ortak bağ, yani fiilen hadisi uyduran kişidir. Fakat bu metotla bile geriye kendisine meydan okuyan bir külliyat kalmaktadır. ‘Ortak bağ’ teorisi, Schacht’ın da iddia ettiği gibi bütün hadislerin ikinci yüzyılda uydurulduklarını göstermeyi amaçlamaktaydı; fakat ortak bağın birinci yüzyıla kadar ulaştığı çok sayıda örnek mevcuttur.
Bunun üzerine ilk metot birkaç yıl sonra tadil edilerek daha da katı bir hale getirildi. Artık sadece ilk nesildekilerin ikili bir üstâd-öğrenci rivayeti göstermesi yeterli değildi. Her hadis için, Buhari ve diğer klasik eserlerin telifine kadar geçen bütün nesillerin -ki bu genellikle 6 ile 8 nesildir- bu modele uyması gerekiyordu. Böylece Buhari’de yer almak için 8 nesle ihtiyaç duyan herhangi bir hadisle ilgili olarak, ortak bağın ikili tarzda olabilmesi için rivayet zincirinde toplam olarak en azından 255 ravinin bulunması gerekiyordu ki, mevzu hadisi uyduran şahıs tespit edilebilsin. Şayet bu hantal zincirdeki herhangi bir bağ ikili şartı karşılamıyorsa, bu durumda uyduran kişi zincirin daha aşağısında, ilk yüzyıldan çok daha sonradır.
Bununla birlikte yeni teorisini test etmek için meşhur sadaka-i fıtır (Ramazan Bayramı esnasında verilmesi zorunlu olan sadaka) ile ilgili hadisi seçtiğinde İmam Malik örneği özellikle Juynboll için probleme yol açtı. İmam Malik’i ortak bağ olarak kabul etmekle birlikte Juynboll’ün yeni zorlu testini Malik’in çağdaşı olan başka kişiler de geçtiler. Onlar da teoriye göre ortak bağ vasıflarını taşıyorlardı. Ve onlarla birlikte Malik de Nafi’den ders alan öğrenciler oldukları için Nafi’ ortak bağ haline geldi. Bu ise durumu tehlikeli bir şekilde birinci yüzyıla yaklaştırmaktadır. Buna karşılık Juynboll, yeni teorisini tekrar tadil etmekle yetindi: Malik örneğine has olarak, Nafi’i asıl ortak bağ olarak tasnif etmek için iki ilave ortak bağ gerekiyordu. Sayısal olarak bu rivayet zincirinde 510 yerine 765 ravi anlamına gelir ki, bunlardan önce hadisi söyleyen kişinin birinci yüzyılda yaşamış olabileceği kabul edilmiş olsun. Ve bundan sonra durumu kurtarmak için bu hadisle ilgili isnad zincirlerinin sadece üçte birini yayınlayarak kalan üçte ikisini görmezden geldi.
Bütün delilleri mercek altına aldığımızda ne olur. Aslında Nafi’, iki veya üç değil her biri Juynboll’ün ikili engelli rotasının şartlarına tam anlamıyla uygun düşen çok sayıda öğrenciye sahipti. Nafi’nin elinde İbn Ömer tarafından kaydedilmiş olan bir hadis cüzü bulunuyordu. Öğrenciler okurken o dinlemiş ve en sonunda onlar da kendi isimleri zincire dahil edilince kendileri için de birer kopyasını çıkarmışlardı. Sadaka-i fıtır hadisinin metnini takip edecek olursak, bu hadise yapılan ilk referanslar arasında Ubeydullah b. Ömer’, Cüveyriyye, Malik b. Enes ve Nafi’den ders alan Musa’nın bir öğrencisi olan İbrahim b. Tahman’ın mecmuaları bulunmaktadır. Bu kanal, her biri kendi başına ortak-bağ kriterini karşılamakta, böylece Nafi’ ortak bağ haline gelmektedir. İkinci ve üçüncü yüzyıldaki çalışmalarda bu hadisin tek başına Afganistan’dan İspanya’ya ve Türkiye’den Yemen’e kadar yayılan yüze yakın referansa sahip olduğu görülmektedir. Elde bulunan delillerin tamamına göre ortak bağ kesin olarak birinci yüzyıl içinde oluşmuş ve hadisi, klasik müelliflere aktaran ve sayıları peş peşe yüzlerle ifade edilebilecek çok sayıdaki ravi tarafından desteklenmiştir.
Oryantalistlerin çifte standardı!
Acaba biz, bu gelişmiş metotları Eski ve Yeni Ahid için kullanırsak ne olur. Eski Ahid’in en az altı yüz yıl yazılı bir şekli olmamıştır. Deliller, onun sözlü olarak bile muhafaza edilmediğini göstermektedir. Şam belgesine göre Tevrat, Joshua döneminden (M.Ö. 1200’den) King Josiah dönemine (M.Ö. 7. yüzyıla) kadar yüzyıllar boyunca Sandık’ta mühürlü olarak muhafaza edilmiştir. Bu aradaki 600 yıl boyunca kitleler tarafından bilinmiyor; hatta hahamlar bile onun muhtevasını bilmiyorlar ve hükümlerini ona göre vermiyorlardı. Dolayısıyla, Josiah, iktidarı döneminde mucizevi bir şekilde yeniden bulunduğunda halkının ne kadar yanlış bir yola saptığını görerek büyük bir sarsıntı yaşamış ve kapsamlı bir reform programı uygulamıştı. Buna rağmen Eski Ahid uzmanları Tevrat’ı kabul ederler ve tarihselliğini sorgulamazlar.
Yeni Ahid açısından bakıldığında, İncil’e yapılan ilk atıflar M.S. ikinci yüzyılın ortalarında kaleme alınmıştır. Bunların içinde Papias, Irenaeus , İskenderiyeli Clement , İskenderiyeli Origen ile Muratorian Cüzü yer alır. Bu beşinden sadece sonuncusu varlığını sürdürmektedir. Diğer dördü ise Eusebius tarafından kısaca özetlenmiştir ve hiç kimse bunların orijinal nüshalarını gördüğünden bahsetmemektedir. Öyleyse burada dördüncü yüzyılın başlarında ikinci yüzyıl kitaplarından pasajlar aktaran bir yazarımız bulunmaktadır. Burada da yine, muhafazakar veya liberal, inançlı veya şüpheci ya da ateist olup olmadığına bakılmaksızın Kitab-ı Mukaddes uzmanları Eusebius’un alıntılarının tarihselliğini teyit etmektedirler. İncillere referansta bulunan günümüzde mevcut ilk kaynaklar oldukları için son derece önemli oldukları halde, hiç kimse onun aktardıklarının doğruluğunu veya bu pasajlardaki ayrıntıları uydurup uydurmadığını yahut abartıp abartmadığını sorgulamamaktadır.
Nitekim Batı geleneği içinde yetişip Tevrat’ın, 600-700 yıl boyunca kaybolup şifahi olarak korunduğuna dair de herhangi bir delil olmamakla birlikte tarihselliğini rasyonel olarak kabul eden ilim adamları mevcut olduğu gibi iki yüz yıllık bir aradan sonra kaynaklarda ortaya çıkan kilise babalarına ait ilk alıntıları, nasıl muhafaza edildiklerine dair hiçbir bilgi olmadığı halde ve ne kadar güvenilir olduğu bilinmemekle birlikte doğru kabul edenler de bulunmaktadır. Bunun yanında, Müslümanlara ait hadislerin Hz. Peygamber’e aidiyetini değil, ilk yüzyılda kendi görüşünün ilahi kaynaklı olduğunu kabul ettirmek için uyduran bir sahtekara ait olduğunu göstermek için bile yaklaşık 800 civarında ravinin tek tek incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda çifte standart kavramının son derece yetersiz kaldığı görülecektir.
Birkaç yıl önce Dr. Vedad el-Kâdî Kahire’de, Batılıların İslâm hakkında yayın yapan yüzlerce dergi ve sayısız ansiklopediye sahip olduklarını ve Müslümanların kendi dinleri hakkında benzer bir çalışmayı gerçekleştiremediklerini ima ederek İslâm alimlerinin Batı’da yapılan İslâm araştırmalarının otoritesini kabul etmeleri gerektiğini ilan eden bir tebliğ sundu. Gerçekte ise Batı’nın üretimi Müslümanların on dört yüz yıl boyunca ortaya koydukları muazzam çalışmanın gölgesinde kalmaktadır. Ulaştıkları kanaatlerinden dolayı Kâdir-i Mutlak’a hesap vereceklerinin farkında olarak ulaştıkları derinlik ve anlayışın saflığı, Arapçaya hakimiyetleri ve hakikat arayışındaki samimiyetleri ile ortaya koydukları eserler Oryantalizmin hedeflediği noktanın çok daha ötesine gider.
Öyleyse, Kur’an ve Sünnet üzerine bir otorite olmaya kim hak kazanmaktadır. Veya genel ifadelerle, İslâm ve onun sayısız yönü hakkında yazmak kimin hakkıdır. Elbette ki herhangi bir kişi klavyesinin başına oturup İslâm hakkında da yazabilir; fakat ancak samimi bir Müslüman İslâm ve onunla ilgili konular hakkında yazmak için meşru şekilde bir ayrıcalığa sahip olabilir. Bazıları bunu önyargılı olarak değerlendirebilir, fakat bu takdirde önyargılı olmayan kimdir. Oryantalist ilim geleneği başlangıçta, daha fazla aydınlanmış bir yabancının araştırdığı konuyu daha keskin bir gözle ve daha derin bir mantıkla görebileceği şeklinde bir tarafsızlık iddiası üzerine oluşturulmuştu. Bu varsayımın bir ağırlığı olmakla birlikte, bunu olduğu gibi kabul edemeyiz. Oryantalizmi en azından bu görüşte bir hakikat olup olmadığını anlamak için kendi inançları ve mizacı ile ilgili olarak soruşturmamız gerekir, Oryantalizmin geçmişi ve bugünü böyle göklere çıkarılan bir imaj görüntü vermemektedir. Edward Said’in ifade ettiği gibi, Oryantalizm temelde, Doğu, Batı’dan daha zayıf olduğu için Doğu üzerine hakimiyet kurma arzusunda olan siyasi bir doktrindir. Bu nedenle, Müslümanlar açısından, inanan ve ibadetlerini ifa eden bir başka Müslüman tarafından kaleme alınanlar, daha sonra kıymetine göre takdir edilmek kaydıyla dikkate alınmayı hak eder. Oryantalizmin kendi muhalif görüşlerini geliştirmek için yaptıkları teşebbüsler ise bertaraf edilmelidir. Bu seçicilik İbn Sirin’in (ö. 110 H./728 M.) altın kuralının tam kalbinde yer alır:
‘Bu ilim sizin dininizi oluşturur, öyleyse dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.’
Prof. Dr. Mustafa el-Azami
( Mekke’deki Ümmül Kur’a Üniversitesi’nde, Michigan, Princeton ve Colorado üniversitelerinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Halen Kral Suud Üniversitesi onur profesörüdür ) Zaman- 30 Mart 2008