İslam’a göre engelliler

1.003 kez görüntülendi

Resim bulunamadı

 -Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce ‘Kaza, kader’ , ‘Kötülük Allah’tan mıdır?’ ve ‘İmtihan dünyası’ adlı yazılarımızın okunmasını tavsiye ederiz!-

Giriş

“Allah (c.c.) sizin görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”  (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/285,539)

Engelli olmanın sebepleri

İnsanlar niçin engelli olurlar? Kur’an’a baktığımızda insanların görme, işitme, duyma, konuşma, düşünme ve anlama gibi zihinsel veya bedensel engelli olmalarında temel iki faktörün olduğunu görüyoruz: İlâhî irade ve imtihan ile insanların ihmal ve kusurları.

İlâhî İrade ve İmtihan

İnsanların mallarına ve canlarına maddî veya manevî isabet eden az veya çok her hangi bir musîbet ancak Allah’ın izni ile meydana gelir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin istemesi ve çalışması ile hiç kimseye kaza, bela, âfet ve musîbet isabet etmez. “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez” (Teğabun, 11) anlamındaki âyet bu gerçeği ifade etmektedir. “İnsanı üzen her şey musibettir.” (Kurtubi, II/175; Beydavi, 24) Allah’ın izni olmadan bırakın insanın bedeninde veya organlarında her hangi bir ârıza ve hastalık olmasını insanın ölmesi bile mümkün değildir. (Al-İmran, 145) Aslında yaşamı ve ölümü ile insan sürekli imtihan halindedir. (Mülk, 2; Kehf, 7; Hûd, 7) Allah, musibetler karşısında insanların sabırlı olmalarını istemektedir. Biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğini bildirdiği âyetin sonunda “sabredenleri müjdele. Onlar, başlarına bir musibet gelince ‘biz şüphesiz (ki her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz derler.” (Bakara, 155-156) buyurmaktadır. Böylece Allah, hem insanların musibet ile karşılaşabileceklerini, hem de musibetler karşısında insanların nasıl tavır takınmaları gerektiğini bildirmektedir. Musibetlere sabretmek; Allah’a isyan etmemek, ‘bir imtihan geçirdiğinin bilincinde’ olmak, hata ve kusurlarını gözden geçirebilmek, olayları metanetle karşılayabilmektir, yoksa musibetlere sabır, tedbir alıp çarelere başvurmamak anlamına gelmez. Şunu kesin olarak bilmek ve îmân etmek gerekir ki; kâinatı ve içindeki canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan (En’âm, 102) ve yaşatan, (Hadîd, 2) rızık veren (En’âm, 151; Rum, 40) ve düzene koyan, (Fürkân, 2) öldüren ve dirilten, güldüren ve ağlatan (Necm, 43-44) Allah’tır. Allah, dilediğini yapar, dilediğini aziz, dilediğini zelil eder, mülk O’nundur, mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. (Al-i İmrân, 26) Kâinatta başıboşluk ve düzensizlik yoktur. Hiçbir şey, O’nun izni olmadan meydana gelemez. (Nisa, 64; Enfâl, 66; İbrahim, 25; Fâtır, 32) Sözgelimi bitkiler bitemez, (A’raf, 58) ağaçlar meyve veremez, (İbrahim, 25) kâinatın düzeni devam edemez, (Hac, 65) kimse kimseye zarar veremez. (Mücadele, 10) Allah’ın izni olmadıkça insanlar, canlarını bile teslim edemezler. “Allah’ın izni olmadan hiç kimse ölmez. (Ölüm,) belirli bir süreye göre yazılmıştır” (Al-i İmrân, 145) “Allah, eceli geldiği zaman hiç kimseyi (ölümünü) asla ertelemez” (Münâfikun, 11) anlamındaki âyetler, bu gerçeği dile getirmektedir. İnsanın sağlığını, canını ve malını koruması, tehlikelerden sakınması, tedbirli olması, yaptığını iyi ve sağlam yapması Allah’ın bir emridir. Bütün tedbirlere rağmen insan musîbete maruz kalabilir. “(Ey Peygamberim! İnsanlara) de ki: Bize ancak Allah’ın yazdığı (takdir ettiği) şey isabet eder” (Tevbe, 51), “Ne yeryüzünde ne de kendi canlarınızda meydana gelen hiçbir musîbet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Doğrusu bu, Allah’a kolaydır” (Hadîd, 22) Bu ayetlerde; gerek yeryüzüne gerekse canlara isabet eden musîbetlerin önceden bir Kitap’ta, ilmi ilahinin nakşedildiği Levh-ı Mahfuz’da yazılı olduğu bildirilmektedir. Allah’ın ilmi, geçmişi de geleceği kuşatmıştır. Doğumundan ölümüne kadar ömür boyu insanların ne yapacaklarını da, kâinatta neler meydana geleceğini de bilir. Bu bilgisine göre her şeyi önceden bir Kitap’ta yazmıştır. Her şeyin önceden bir Kitap’ta yazılmasının gerekçesini ise yüce Allah şöyle bildirmektedir: “Elinizden çıkana, kaybettiğiniz şeylere üzülmeyesiniz ve Allah’ın verdiği şeyler ile sevinip şımarmayasınız” (Hadîd, 23) Bu ayette Allah, açıkça musibetler karşısında insanların üzülmemelerini, feryâdü fîgan etmemelerini istemektedir. Çünkü bütün olup bitenler Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur. İnsanın, “niçin bunlar oldu, niçin bunlar başıma geldi” diye üzülmesinin bir faydası yoktur. İnsanın, “musibetler, Allah’ın takdiri ile olmuştur” deyip sabırlı ve metanetli olması gerekir. Sabırlı olmak musibet karşısında tedbir almamak, musibetlerden sonra gerekenleri yapmamak anlamına gelmez. Biliyoruz ki Allah “çok merhametlidir” (Fatiha, 2)  ve “insanlara zerre kadar zulmetmez”. (Nisa, 40) Mala ve cana zarar veren musibetlerin meydana gelmesinde ilâhî irade, takdir ve imtihanın tecellisinde insanların davranışlarının etkisi de var mıdır? Kur’ân’a baktığımızda bu soruya “evet” diyebiliyoruz.

İnsanların Hata ve Kusurları

Musibetlerin meydana gelmesinde insanların kusurlarının da bulunduğunu yüce Allah, birçok âyette bildirmektedir. Mesela “Başınıza gelen her hangi bir musîbet kendi ellerinizin yaptığı (işler, kusurlar) yüzündendir. Allah yaptıklarınızın çoğunu affediyor (da bu yüzden size musibet vermiyor)” (Şura, 30) anlamındaki ayet, bu gerçeği açıkça ifade etmektedir. “Kim kötü bir amel işlerse onunla cezalandırılır” (Nisa, 123) anlamındaki âyet inince Ebu Bekir (r.a.); “Ey Allah’ın Resulü! Yaptığımız her şeyle cezalandırılırsak o zaman biz helâk oluruz” demiş, bunun üzerine Peygamber: “Evet, herkes dünyada o kötü amelinden dolayı cesedine eziyet veren bir musibetle cezalanır” buyurmuştur. (İbn Hıbbân, bk. el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, IV/294) Âyet ve hadisler, insanların başına gelen musibetlerin sebepleri arasında insanların işledikleri, hata, kusur ve kötü amellerinde olduğunu göstermektedir. Musibetler; kâfir, müşrik, münafık, âsi ve zalim insanlar için ilâhî bir cezadır. Allah, zulümleri sebebiyle birçok toplumu çeşitli âfetlerle cezalandırmış ve helak etmiştir. Kur’ân’da; Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, Şuayb ve Musa (a)’ın peygamber gönderildiği insanların maruz kaldıkları felaketler anlatıldıktan sonra; “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı” buyurmuştur. (Tevbe, 90; Hûd, 101; Nahl, 33, 118; Ankebût, 40; Rum, 9; Sebe, 19; Bakara, 54, 57; Al-i İmrân, 117) Mümin insan da dünyada ilâhî yasalara, evrensel ve toplumsal kurallara uymazsa sözgelimi, sağlığına, gıdalarına ve temizliğe dikkat etmezse hasta olabilir, trafik kurallarına uymazsa kaza yapabilir, hastalık ve kaza sonucu sakat kalabilir. Burada kusuru insanın kendisinde araması lazım. Mümin açısından bunu, her ne kadar Allah’ın izni ile meydana gelmiş ise de ilâhî bir ceza olarak düşünmek doğru değildir. Yüce Allah Kur’an’da; “İnsanların yaptığı amellere göre (Allah katında) dereceleri vardır” (En’âm, 132) buyurmuştur. Mü’minler, bu derecelerine yaptıkları ibadetleriyle ulaşamazlarsa Allah onlara bir musibet verir, sabır ihsan eder, böylece hesapsız derecede sevap verir. (Zümer, 10) Musibeti sebebiyle günahları bağışlanır. Bu şekilde Allah katındaki manevi derecesine ulaşır. Bu konuda peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kul, Allah’ın kendisi için takdir ettiği dereceye ameli ile ulaşamazsa, Allah onun canına, malına veya çocuğuna bir musibet verir, sonra ona sabretme gücü ihsan eder ve böylece onu Allah’ın kendisi için takdir ettiği mertebeye ulaştırır.” (Ahmed, V/272; Ebu Davud, Cenâiz, 1. III/470) ‘Peygamberler de musibetlere maruz’ kalmışlardır. (İbn Hıbban bk. el-Münzirî, IV/281; Tirmizi, Zühd, 56. IV/601; İbn Mace, Fiten, 23) Mesela Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.), Taif’te taşlanmış, ayakları kan revan içerisinde kalmış, Uhud savaşında dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Yakub (a.s.)’ın gözü kör olmuş, Eyyub (a.s.) çok sıkıntılara maruz kalmıştır. Halbuki peygamberler ‘günahsız’ insanlardır. Dolayısıyla her musibetin akasında günah ve kusur aranması doğru değildir. Öyle ise peygamberler niçin musibetlere maruz kaldılar? Maruz kaldılar çünkü onlar, insanlar için ‘örnek ve önder’ olarak gönderilmişlerdir. Musibetlere tahammül göstererek insanlara örnek olmuşlardır. Müminlerin başlarına gelen musibetler, şer değil hayırdır. Çünkü musibetler, müminlerin sevap kazanmalarına, günahlarının bağışlanmasına ve manevi derecelerinin artmasına sebep olur. Bu ise ancak sabırla mümkündür. Müslüman, musibetler karşısında sabredebilir ve söz, fiil ve davranışlarıyla isyana dalmazsa bu musibetleri sebebi ile günahları bağışlanır. Hz. Peygamber; “Müslümana, fenalık, hastalık, keder, hüzün, eza, can sıkıntısı ârız olmaz, hatta vücuduna bir diken batırılmaz ki, Allah bu musibetler sebebiyle onun hatalarını ve günahlarını bağışlamış olmasın” (Buhârî, Merda’, 1; Müslim , Birr, 14) sözü ile bu gerçeği dile getirmiştir. Varlıkların en mükemmeli, en üstünü ve en şereflisi olan, âlemde var olan her şey hizmetine sunulan insanın Allah katındaki değeri îman, ibadet, sâlih amel, takva ve güzel ahlakı nispetindedir. Çünkü Allah insanları bu açıdan değerlendirmekte, onların fizik yapılarına, renklerine, ırklarına, cinsiyetlerine, sağlam veya engelli oluşlarına bakmamaktadır.

Detay

Kur’an’da dünya veya âhiret hayatında, hakîkî, çoğunlukla mecâzî anlamda görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engellilik ile genel anlamda hastalıklardan söz edilmektedir. Hakîkî anlamdaki engellilik, ya benzetme veya dîni görevlerde ruhsat bildirme veya tedâvi etme veya değer verme bağlamında geçmektedir. Kur’an’da yüce Allah, uzun yıllar hastalığa müptela olan ve çeşitli musîbetlere maruz kalan Eyyub peygamber ile gözleri kör olan Yakup (a.s.)’ın iyileşmesi ve her iki peygamberin bu sıkıntıları karşısında metaneti ve sabrı örnek ve övgü bağlamında zikredilmektedir.

Kur’an’da mecâzî anlamda engellilik; îman etmeyen insanların ilâhî gerçekleri anlamamaları, görmemeleri, duymamaları ve konuşamamaları bağlamında geçmektedir. Ahiret hayatında görme, duyma ve konuşma engelli olmak; hakîkî ve mecâzi anlamda, kâfirler için gerçekten kör, sağır ve dilsiz olmaları veya kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri, duyamamaları ve delil ile konuşamamalarıdır. Ahsen-i takvîm üzere en güzel biçimde yaratılan insanın fizîkî ve ruhî varlığını sağlıklı olarak, sürdürmesi temel görevidir. Bu görevin ihmali, insanda bir takım özürlerin meydana gelmesine sebep olabilmektedir. Öte yandan insan, ölümü ve hayatı ile imtihan halindedir. Bazen nimetlerle bazen de musibetlerle imtihan olur. Dolayısıyla başına gelen her sıkıntının müsebbibi bizzat kişinin kendisi olmayabilir. İlâhî imtihanın yanı sıra, anne-baba ve toplumun da ihmal ve kusurları olabilir. İster ilâhî bir imtihan sonucu, isterse kendisi ve diğer insanların kusuru sebebiyle olsun bir musibetle karşılaşsın insanın her şeyden önce metanet ve sabır gösterebilmesi gerekir. Bu, sıkıntılarından kurtulmak için maddî ve manevi çarelere başvurmasına engel değildir. Çarelere başvurur ancak “musibet ancak Allah’ın izni ve takdiri ile olmuştur, O, izin vermeseydi olmazdı, bunda da bir hayır vardır diyerek” rahat olma bilincini kazanabilmesi, insanın Allah’a olan imanının sonucudur.

Yüce Allah; gökleri ve yeri, göklerde ve yerde bulunan her şeyi insanların hizmetine sunmuş, onlara görülen ve görülmeyen pek çok nimet vermiş (Lokman, 20) ve yeryüzünde insan için gerekli olan her şeyi var etmiştir. (Yasin, 71-73; Ra’d, 3-4; Abese, 27-32; İbrahim, 34; 34, Nahl,16-18) Bütün bunlar, Allah’ın insana verdiği değeri ifade etmektedir. İnsanların muhâkeme, anlama, öğrenme, ezberleme, konuşma, dinleme ve görme yetileri de birer ilâhi nimettir.

Bütün insanları yaratan ve onlara rızık veren Allah’tır. Bu açıdan imanlı veya imansız, itâatkâr veya isyankâr, sağlıklı veya engelli herkes, insan olması hasebiyle Allah katında eşittir, değerlidir. İnsan inancı ve ameli ile ayrıca değer kazanır. Haklar bağlamında eşit olmasına rağmen îman ve amel yönünden insanlar farklı değerlere sahiptirler. (Nisa, 95; En’âm, 132; Tevbe, 20) İnsanlar, bu değerlerini iman ve itâatle devam ettirirler veya küfür, şirk (Allah’a ortak koşmak), nifak (iki yüzlülük) ve isyân ile kaybederler: “Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik” (Tîn, 4-5) “Şüphesiz Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü akıllarını kullanmayan (gerçeğe kulak vermeyen) sağırlar, (gerçeği konuşmayan) dilsizlerdir” (Enfâl, 22) ve “Şüphesiz Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir, artık onlar îmân etmezler” (Enfâl, 55) anlamındaki âyetler bu gerçeğe işaret etmektedir. Dolayısıyla, “Allah insanları îman, sâlih amel, güzel ahlâk, ibadet ve itâatleri veya inkâr, şirk, nifâk, isyan ve kötü davranışları, takva veya zulüm sahibi olup olmamaları açısından değerlendirir; onları ırkları, renkleri, cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik yapıları, yaratılışları, engelli veya sağlıklı oluşları yahut servetleri açısından” değerlendirmez. “Allah katında en üstün, olanınız en muttakî olanınızdır” (Hucûrât, 12) anlamındaki âyet ile “Allah sizin sûretlerinize ve servetlerinize bakmaz. Fakat kalplerinize (îman veya inkâr halinize) ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr, 32. İbn Mâce, Zühd, 9. Ahmed b. Hanbel, II/285) anlamındaki hadis, bu gerçeği ifade etmektedir.

Kur’an’da engelliler

“Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık”, (Tin, 4) “Allah size şekil verdi ve şeklinizi en güzel yaptı”, (Teğâbün, 3) “O Allah yarattığı her şeyi güzel yapandır”, (Sâd, 7) “Sonra insanı şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrâk organları yarattı” (Secde, 9) ve “Biz insana iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi” (Beled, 8-9) anlamındaki âyetler Allah’ın insanları en güzel ve en mükemmel biçimde yarattığını ifade etmektedir.

Kur’an’da görme, işitme, konuşma, ortopedik ve zihinsel engelliler ile hastalıktan söz edilmektedir (a’mâ (çoğulu umy), ekmeh, esam (çoğulu sum), ebkem (çoğulu, bükm), a’rac, ebras, merîd, sefîh ve mecnun). Hastalık, işitme, görme, konuşma ve anlama engelliliği ile ilgili âyetlerin büyük çoğunluğu mecâzi anlamdadır.

Görme Engelliler

Görme engelliliği, Kur’an’da 28 âyette geçmektedir. Bunlardan sadece 10’u fiziksel anlamda olup 6’ısı dünya hayatı, 4‘ü de  âhiret hayatı ile ilgilidir.

Dünya Bağlamında Görme Engelliler

Dünya hayatındaki engellilik ile ilgili âyetlerin bir kısmı hakîkî bir kısmı da mecâzî anlamdadır.

Hakîki anlamda görme engelliler: Hakîki anlamda körlük; gözlerin görme özelliğini kaybetmesidir. Altı âyette hakîkî anlamda görme engellilerden söz edilmektedir. Bunlardan biri Allah’ın insanların fizikî yapılarına engelli veya sağlıklı oluşlarına göre değil, Allah ve Peygambere, îmân ve itaate yönelmelerine göre itibar etmesi bağlamında; biri benzetme bağlamında, ikisi engellilere dînî görevlerde ruhsat ve kolaylık bildirme bağlamında, ikisi de Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle körleri iyileştirmesi bağlamında zikredilmiştir.

Sorumluluk bağlamında; İslam, insanları ancak güçleri nispetinde sorumlu tutar. (Bakara, 284) Dolayısıyla görme özürlü insanlar dînî görevlerle ilgili olarak ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumludurlar. Allah yolunda cihat yapma ve savaşa katılma ile ilgili olarak, “Köre güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 417) buyurulmaktadır. Bu âyet, ortopedik özürlülerin savaşa katılma zorunlululuğunun olmadığını ifade etmektedir.

Benzetme bağlamında; Bir olgu olarak gören ile görmeyen bir değildir. A’mâ, evrendeki varlıkları göremezken, gözleri sağlıklı olan insan görebilmektedir. Bu açıdan aralarında fark vardır. İşte Allah, inkâr edip isyan edenler ile îmân edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu  kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz?” (Hûd, 24) Bu âyette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır. Böyle bir şeyi Allah hakkında düşünmek bile mümkün değildir.

Değer verme bağlamında; Allah’a ve Peygambere yönelen görme özürlü insan, inkâr edip isyan eden zengin ve itibarlı insandan daha değerlidir. Bu husus, Abese suresinin ilk on iki âyetinde açıkça bildirilmektedir. Âlemlere rahmet, bütün insanlara peygamber, örnek, uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin ileri gelenlerini dine davet ile meşgul olması sebebiyle bir a’ma ile ilgilenmediği için uyarılmıştır: “Kendisine o a’mâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüz çevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne bilirsin belki o a’ma temizlenip arınacak; yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun, (istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur’ân sureleri) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” Peygamber efendimiz (a.s.), Mekke’nin zengin ve ileri gelenlerinden Ebu Cehil  (Amr ibn Hişâm), Ümeyye ibn Ebî Halef, Abbâs İbn Abdülmuttalib ve Utbe ibn Ebî Rebî’a ile özel bir görüşme yapar, bunları İslam’a davet eder. İslam’ın güçlenmesi açısından bu kimselerin Müslüman olmalarını çok arzu eder. Peygamberimiz Ümeyye ibn Halef ile konuşurken Fihr oğullarından Abdullah ibn Ümmi Mektum adında görme özürlü biri gelir ve Peygamberimizden kendisine Kur’ân’dan bir âyet okumasını ister. ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret’ der. Peygamberimiz (a.s.), sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir ve diğerlerine döner. Peygamberimiz sözünü bitirip kalkacağı sırada vahiy gelir, Abese suresinin konu ile ilgili âyetleri iner. Peygamber efendimiz (a.s.), bu olaydan sonra Abdullah ibn Ümmi Mektum’a ikram etmiş, onunla konuşmuş, hatırını ve bir ihtiyacının olup olmadığını sorarak onunla ilgilenmiştir.Âtike b. Abdullah’tan doğan Abdullah ibn Ümmi Mektum, Peygamberimizin (a.s.) eşi Hz. Hatice’nin dayısının oğludur. Medine’ye ilk hicret edenlerden biridir. Peygamberimiz ile birlikte iki savaşa katılmıştır. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle kendisini 13 defa Medine’de yerine vekil bırakmıştır. Cemaate imamlık yapmıştır. Peygamberimizin (a.s.) müezzinlerinden biridir. Enes b. Malik kendisini Kadisiye savaşında elinde siyah bir bayrak ve zırhlı olarak gördüğünü söylemiştir. Bu savaşta şehit olduğu rivayeti vardır. (Taberî, Abdullah ibn Cerîr. Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an, XV, 30/50-52; Yazır, VIII/5570-5571)

Tedavi Bağlamında; Kur’ân’da iki âyette Hz. İsa’nın Allah’ın izni ile doğuştan körleri (ekmeh) iyileştirdiği ve Yakub (a.s.)’ın kör olan gözlerinin iyileştiği bildirilmektedir. “Körü ve alacayı iyileştiririm”, (Al-i İmrân, 49) “Yine benim iznimle sen doğuştan körü ve alacayı iyileştiriyordun. (Mâide, 110) Yakup (a.s.), oğlu Yusuf için döktüğü göz yaşlarından dolayı gözlerini, kaybetmiş, Yusuf’un gömleğini yüzüne sürmek suretiyle gözleri açılmıştır. Bu olay Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “… Üzüntüden iki gözüne ak düştü, acısını içinde saklıyordu”, (Yusuf, 84) “(Yusuf kardeşlerine) bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne koyun ki gözleri açılsın dedi…”, (Yusuf, 93) “Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. (Yusuf, 96)

Mecâzî anlamda görme engelliler

Mecâzî anlamda körlük, gözlerin varlıkları görememesi değil, insanın gerçekleri görememesi yani “kalp körlüğü”dür. Yüce Allah, kalbi/aklı/zihni, gözleri, kulakları ve dili sadece eşyayı değil aynı zamanda gerçekleri anlasın, görsün, duysun ve konuşsun diye yaratmıştır. “Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmezken çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi”, (Nahl, 78) “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Çünkü gerçekte (kafadaki) gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur (Hac, 46) anlamındaki âyetler bu gerçeği ifade etmektedir.

Yüce Allah, gerçekleri anlamayan kalp, gerçekleri görmeyen göz ve gerçekleri işitmeyen kulak sahiplerini sapık ve cehennemlik insanlar olarak nitelemektedir: “Yemin olsun ki cinler ve insanlardan kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçok insanı cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdadırlar, işte bunlar gafillerin ta kendileridir (A’raf, 179) anlamındaki âyet bunun delilidir.

Yüce Allah bu anlamda gözleri olduğu halde gerçekleri göremeyenleri “hakîki körler” olarak nitelendirmesi oldukça anlamlıdır. Kur’ân’a baktığımız zaman bu anlamda kafir, müşrik ve münafıklara a’ma denildiğini görmekteyiz.

 Kâfir: “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu?”, (En’âm, 50) “Kör ile gören bir olmaz”, (Fâtır, 19-20) “Kör ile gören, îmân edip sâlih amel işleyenler ile kötü amel işleyenler bir değildir. (Mümin, 58) anlamındaki âyetlerde geçen kör ile gören mecazi anlamda olup bununla kastedilen, kâfir ile mümin veya cahil ile âlim veya Allah ile put veya gâfil ile gerçeği gören insandır.

“İnkâr edenleri îmâna çağıran (Peygamber) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar. (Bakara, 171)

Müşrik: “Kör ile gören bir olur? (Ra’d, 16) anlamındaki âyette geçen kör ile görenden maksat Allah’a ortak koşan müşrik ile Allah’ı bir tek ilah kabul eden mümindir. (Beydâvî, III/482)

Münâfık: “Münâfıklar, sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler. (Bakara, 18)

Gerçeklere gözlerini kapamış olan kâfir, müşrik ve münafıklar, gözlerini ve gönlünü Allah’a ve peygambere açmadıkça ilâhî hakîkatleri anlayıp göremezler. Yüce Allah, Peygamberine şöyle seslenmektedir: “Sen körleri sapıklıklarından vazgeçirip yola getiremezsin, (Neml, 81; Rum, 53) “Körlere, hele gerçeği görmüyorlarsa sen mi doğru yolu göstereceksin?”, (Yunus, 43) “Körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola ileteceksin?”. (Zuhruf, 40)

“Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar (Ra’d, 19; bk. Neml, 66; A’râf, 64) anlamındaki âyette geçen “kör” kelimesi, âlemlerin Rabbinden indirilen Kur’ân’ın hak olduğunu bilen kimsenin zıddı olarak kullanılmıştır. Kur’ân’ın hak olduğunu bilenler, kafirler gibi kör, sağır ve dilsiz olmazlar. “O Rahman’ın kulları, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara kör ve sağır kesilmezler. (Fürkân, 73)

“Kim bu dünyada kör olursa o âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır (İsrâ, 72) anlamındaki âyette geçen “kör” (a’mâ) kelimesi de mecâzî anlamda olup kalp gözü kör olan, dünyada Allah’ın gücünü, nimetlerini, varlığına işaret eden delileri ve doğru yolu göremeyen, Allah’a ve Peygamberine îmân etmeyen kimse anlamındadır. (Taberî, X/128; Kurtubî. , Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ Li Ahkâmi’l-Kur’ân, X/298; Beydâvî, IV/56; Yazır, V/3192) Kur’an a göre inanan bir ama  mümin inanmayan  ama gözleri gören kafirden daha üstündür!

Görüldüğü gibi âyetlerdeki “a’mâ” kelimeleri çoğunlukla mecâzî anlamdaki körlüğü yani kalp körlüğünü ifade etmektedir. Bu kelimenin kök anlamında bu mana vardır. (Raüğıb el-Isfehânî, el-Müfredat fî Garîbi’l-Kur’ân, “a-m-y” maddesi. Mısır, tarihsiz.)  Kur’ân’da fiil şekli de bu anlamda kullanılmıştır: “Rabbinizden size gerçekleri gösteren deliller gelmiştir. Kim gerçeği görürse (ebsara) kendi yararına, kim de gerçeği görmezse (‘amiye) kendi zararı-nadır (En’âm, 104; bk. Mâide, 71; Hûd, 28; Kasas, 66; Hac, 46; Fussilet, 17; Muhammed, 23) anlamındaki âyeti örnek olarak zikredebiliriz.

Kur’ân’da sapıklık anlamında “a’mâ”, doğru yolu bulma anlamında “hüdâ” kavramının zıddı olarak da kullanılmıştır. (Fussilet, 44) Peygamberi yalanlayıp inkâr eden Nuh kavmine (A’raf, 64) ve âhireti inkâr eden Mekkeli müşriklere (Neml, 66) “körler” (‘amûn) denilmiştir.

Kafirler niçin gerçekleri göremezler? Göremezler çünkü îmâna yanaşmazlar, inkarda diretirler, bu yüzden gözleri mühürlenmiş, gözlerinin üzerine perde çekilmiştir: “Kafirler, Allah’ın kalplerini, kulakla-rını ve gözlerini mühürlediği (tabe’a) kimselerdir” (Nahl, 108); “Kafirlerin gözleri üzerinde de bir perde (ğışâve) vardır” (Bakara, 7); “Münafıklar, Allah’ın kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir. (Muhammed, 23); “Kur’ân, inanmayanlara karşı bir körlüktür (‘ama). (Fussilet, 44) Onlar, Kur’ân’ın güzelliklerini, hikmetlerini, inceliklerini ve hikmetlerini göremezler.

Ahiret Bağlamında Görme Engelliler

Kur’ân’da 4 âyette âhirette görme engellilerden söz edilmektedir.

“Kim bu dünyada kör olursa o âhirette de kördür (İsrâ, 72) anlamındaki âyette geçen “âhirette körlük”; cennet nimetlerini görememek (Kurtubî, X/298; Fîrûzâbâdî, Mecdü’ddîn Muhammed b.Ya’kûb,, Tenvîru’l-Mikbâs Min Tefsîrî İbn Abbas (Memûatün Mine’t-Tefâsîr), IV/56) ve kurtuluş yolunu bulamamaktır. (Beydâvî, IV/56)

“Kim benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse mutlaka ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Dünyada ben gören bir kimse idim, beni niçin kör olarak haşrettin’ der, (Tâhâ, 124) “Allah kimi doğru yola iletirse işte o doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa böyleleri için O’nun dışında dostlar bulamazsın. Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir (İsrâ, 97) anlamındaki âyetlerde geçen âhirette körlüğün hakîki mi mecazi mi olduğu konusunda Kur’ân yorumcuları ihtilaf etmişlerdir. Mecazi anlamda olduğunu söyleyenlere göre Kehf, 53. âyetinde mücrimlerin cehennemi, Fürkân, 12. ve Mülk, 7. âyetlerinde cehennem ateşinin müthiş kaynamasını ve korkunç uğultusunu işitecekleri bildirilmektedir. Körlükten maksat; kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleridir. Körlü-ğün hakîki anlamda olduğunu söyleyenlere göre ise kafirler, Müminûn suresinin 108. âyetindeki talimattan sonra kör sağır ve dilsiz olacaklardır. (Hâzin, IV/73)

İşitme Engelliler

Kur’an’da işitme engelliler ile ilgili âyetlerin sayısı, görme engellilere göre daha azdır. İsim şekli (summ) 11 ayette geçmektedir. Bu âyetlerden 10’u dünyada sağırlık, biri âhirette sağırlık ile ilgilidir. Dünyada sağırlık ile ilgili âyetlerin sadece biri hakîki, diğerleri mecazi anlamdadır.

Hâkîki anlamdaki sağırlık; benzetme bağlamında geçmektedir. Bir olgu olarak işiten ile işitmeyen bir değildir. Sağır insan sesleri duyamazken kulakları sağlıklı insan sesleri duyabilmektedir. Bu açıdan aralarında fark vardır. İşte Allah, inkâr edip isyan edenler ile îmân edip sâlih amel işleyenleri kör ve sağır ile işiten ve gören insanlara benzetmektedir: “Bu iki zümrenin durumu  kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumları hiç birbirlerine denk olur mu? Hâlâ düşünmez misiniz? (Hûd, 24) Ayette, sadece bir durum tespiti ve benzetme yapılmaktadır, yoksa görme ve işitme engelliler yerilip aşağılanmamaktadır.

Mecâzî anlamdaki sağırlık; Allah ve peygamberin çağrısını duymazlıktan gelmek, ilâhî gerçeklere kulak tıkamaktır. Kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’ân’da “sağır” olarak nitelendirilmektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler. (Bakara, 18) Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar”, (Bakara, 171) “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsizlerdir” (En’âm, 39)

Görüldüğü gibi âyetlerde münafıklar ve âyetleri yalanlayan kâfirler, yerilme bağlamında körler ve sağırlar olarak nitelenmektedir. Hatta Allah bu tür insanların, canlıların en kötüleri olduğunu bildirmektedir: “Şüphesiz yer yüzünde yürüyen canlıların Allah katında en kötüleri akıllarını kullanmayan sağırlar, dilsizlerdir. (Enfâl, 22)

Kâfirler ilâhî gerçekleri duymazlar, çünkü “inanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır”, (Fussilet, 44) inkarda diretmeleri sebebiyle “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. (Bakara, 7. bk. Nahl, 108) “Münafıklar, Allah’ın kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir. (Muhammed, 23) Artık bu kimselerin kulaklarına hak söz girmez, Peygamber de onlara gerçeği duyuramaz, çünkü bunlar, akıllarını da kullanmazlar: “Sağırlara hele akıllarını da kullanmıyorlarsa gerçeği sen mi duyuracaksın?” (Yunus, 42; Zuhruf, 40) “Sen ölülere (hakkı) duyuramazsın, arkalarını dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı (ilâhî daveti) duyuramazsın”, (Neml, 80; Rum, 52) çünkü, “sağırlar, uyarıldıkları vakit çağrıyı işitmezler.” (Enbiya, 45) “Sen ancak âyetlerimize iman edip Müslüman olanlara duyurabilirsin (Neml, 81) ve  “Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler. (Fürkân, 73)

Ahirette sağırlık; Kur’ân’da bir âyette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir. (İsrâ, 97) Kur’ân’da kafirlerin kulaklarının duyması ile ilgili âyet bulunması (Mülk, 7) sebebiyle müfessirler, kâfirlerin ilk haşrolundukları andan kıyamet mevkiine gelinceye kadar sağır olacakları veya kendilerini sevindirecek sözleri işitemeyecekleri şeklinde sağırlığın hakîkî veya mecâzî anlamda olabileceği görüşünü serdetmişlerdir. (Taberî, IX, 15/155-156)

Konuşma Engelliler

Kur’an’da beş âyette konuşma özürlülüğünden söz edilmektedir. Bunlardan dördü dünya hayatı, biri âhiret hayatı ile ilgilidir. Dünya hayatı ile ilgili olan âyetlerden bir hâkîkî anlamda, diğerleri mecâzî anlamdadır.

Hakîkî anlamda dilsizlik; benzetme bağlamında geçmektedir: “Allah, (şöyle) iki adamı misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye göndersen olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adalet ile emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu? (Nahl, 76)

Mecâzî anlamda dilsizlik; gerçekleri konuşmayan, hak sözü söylemeyen kimsedir. Allah Kur’ân’da kâfir, müşrik ve münafık kimseleri dilsiz olarak nitelemektedir: “(Münafıklar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar hakka dönmezler” (Bakara, 18) “(İnkâr edenler), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bundan dolayı anlamazlar” (Bakara, 171) “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içerisindeki sağırlar ve dilsizlerdir” (En’âm, 39)

Ahirette dilsizlik; Kur’ân’da bir âyette kâfirlerin âhirette sağır olarak haşredileceği bildirilmektedir: “Onları kıyamet günü, körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü haşredeceğiz, varacakları yer cehennemdir. (İsrâ, 97) Yasin suresinin 65. âyetinde kıyamet günü Allah’ın kâfirlerin ağızlarını mühürleneceği, ellerinin konuşup ayaklarının şahitlik edeceği bildirilmektedir. İbn Abbâs, âhiret körlüğünü, kâfirlerin kendilerini sevindirecek şeyleri görememeleri; dilsizliği, delil ile konuşamamaları; sağırlığı, kendilerini sevindirecek şeyleri duyamamaları şeklinde yorumlamıştır. (Taberî, IX, 15/168)

Ortopedik Engelliler

Kur’an’da iki âyette ortopedik engellilerden söz edilmektedir. Bu âyetler, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda cihada ve savaşa katılmamaları ile ilgilidir: “Topala güçlük yoktur. (Nur, 61; Fetih, 17)

Zihinsel Engelliler

İnsanın sahip olduğu en değerli nimet, akıl ve muhakeme nimetidir. Bu nimetin yitirilmesi en büyük kayıp ve en büyük engelliliktir. Kur’ân’da zihinsel engellilik fiziksel ve mecâzî anlamda kullanılmış, “mecnûn” ve “sefîh” kelimeleri ile ifade edilmiştir.

 Fiziksel anlamda

Kur’an’da hakîkî anlamda zihinsel engellilik iftira ve koruma bağlamında geçmektedir. İftira bağlamında. Mekkeli müşriklerin Peygamber efendimize, Firavun’un Mûsâ (a.s.)’a, Nuh kavminin Nuh (a.s.)’a ve diğer kavimlerin peygamberlerine “deli” diyerek iftira etmeleri bağlamında geçmektedir: “(Mekke müşrikleri), ‘ey kendisine zikir (Kurân) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin’ dediler” (Hıcr, 6. bk. Duhân, 15; Kalem, 51) “Firavun, ‘bu size gönderilen peygamberiniz, şüphesiz delidir’ dedi” (Şuarâ, 27. bk. Zâriyât, 39) “(Nuh kavmi) kulumuzu yalanlayıp ‘bu bir delidir’ dediler” (Kamer, 9. bk. Kalem, 2) “Kavminin ileri gelenlerinden inkâr edenler, (Hud’a) ‘şüphesiz biz seni zihinsel özürlü / akılsız olarak (sefâhet) görüyoruz. Biz senin yalancılardan biri olduğuna inanıyoruz” dediler. Hûd da onlar, ‘ey kavmim! Bende akıl noksanlığı yok, fakat ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim’ dedi” (A’râf, 66-67) “İşte böyle, onlardan öncekilere hiçbir peygamber gelmemişti ki, ‘o, bir büyücüdür’ veya ‘o, bir delidir’ demiş olmasınlar” (Zâriyât, 52) Peygamberlerin deli ve zihinsel özürlü olmaları mümkün değildir, bu itham onlar için bir iftiradır. Nitekim yüce Allah, Peygamberimiz (a.s.) için; “(Ey Muhammed!) Sen, öğüt ver, Rabbinin nimeti sayesinde sen bir kahinsin ne de bir deli” (Tûr, 29) “(Ey Kureyşliler!) Sizin arkadaşınız (Muhammed) bir deli değildir” (Tekvir, 22) anlamındaki âyetlerle bunu reddetmiştir. Kur’an’da zihinsel özürlülüğün ifade edildiği “sefîh” kavramı; dînî ve dünyevî işlerde akıl noksanlığından kaynaklanan görüş ve muhakeme zayıflığı demektir. (Yazır, Hamdi, Hak Dîni Kur’ân Dili, I/234) Sefîh kimse zihinsel özürlülük nedeniyle aklın ve dînîn gereğinin aksine hareket eder. Bunun sebebi budalalık veya akıl noksanlığıdır.

Koruma bağlamında. Zihinsel özürlü kimse, özellikle ticârî ve medenî iş ve işlemlerde yararına hareket edemeyeceği için velinin onu koruyup kollaması emredilmektedir. Konu ile ilgili iki âyet vardır. Belli bir süreye kadar borçlananların, borçlanmayı yazmalarıyla ilgili olarak; “…Eğer borçlu aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise yada yazdıramıyorsa velisi adaletle yazdırsın” (Bakara, 282) denilmektedir. “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermeyenlere (süfehâ’) vermeyin” (Nisa, 5) Bu âyette “aklı ermeyenler” (süfehâ’) ile maksat mallarını saçıp savuran, gereği gibi harcayamayan kimselerdir. (Nesefî, II/10) Bunlar, rüştüne ermeyen ve muhakeme gücü gelişmemiş olan çocuklar olabileceği gibi kısıtlı, bunamış, depresyona ve bunalıma girmiş, doğuştan veya sonradan aklî melekesini yitirmiş zihinsel özürlü kimselerdir. Ayet, malını akıllıca kullanamayan zihinsel özürlüleri yerme bağlamında değil, akıllarının yetersizliği, yararlı ve zararlı olanı ayırt edebilme yetersizliği, malını muhafazada zayıflığı sebebiyle onları koruyup kollama bağlamında zikredilmiştir.

Mecâzî anlamda

Mecâzî anlamda zihinsel özürlülük, aklın ilâhî gerçekleri anlamada kullanmamasıdır. Bu anlamda kâfir, müşrik ve münafıklar, Kur’ân’da “gerçekleri anlamayan insanlar” olarak nitelenmişlerdir. Cehennemlikler için, “Onların kalpleri vardır fakat onlar kalpleriyle (gerçeği) anlamazlar” (A’râf, 179) buyurulmuştur. Yüce Allah, kâfirlerin, hakkı anlamamaları, inkârda diretmeleri (Nisâ, 155; A’raf, 101; Yunus, 74)  ve büyüklenmeleri (Mümin, 35) sebebiyle “kalplerini mühürlemiştir”, (108] bu yüzden gerçekleri anlamaz ve bilemez (Tevbe, 87, 93, 127) hale gelmişlerdir. İnkâr, isyan ve günahları kalplerinin paslanıp kararmasına (Mutaffifîn, 14) hastalıklı olmasına (Mâide, 52) ve katılaşmasına (Hac, 53; Mâide, 13) sebep olmuştur. Akıllarını kullanmadıkları (Enfâl, 22) için zihinsel özürlü durumuna düşmüşlerdir. Kur’ân’da; kâfir, müşrik ve münafıklar (Bakara, 130, 142), buzağıya tapan Yahudiler (A’râf, 155) Allah’a ortak koşan cinler (Cîn 4), çocuklarını öldüren insanlar (En’âm, 140) zihinsel özürlüler ve akıllarını hayırda kullanmayanlar (süfehâ’) olarak nitelenmişlerdir. Musa (a.s.), buzağıya tapanları kastederek yüce Allah’a şöyle dua etmiştir: “…Şimdi içimizden bir kısım akılsızların (süfehâ) işledikleri günahlar sebebiyle bizi helâk mı edeceksin?” (A’raf, 155)

Hastalıklar

Kur’ân’da genel anlamda şu kavramlar ile her türlü hastalık ve bedensel zarar, özür ve engellilik ifade edilmektedir:

Merîd, hastalık. Ebras, alaca hastalığı. Darr kelimesi; bedensel ve zihinsel her türlü hastalığı, maddî ve manevî her türlü zarar veren şeyi, noksanlık, şiddet, darlık, hastalık ve sıkıntıyı ifade  eder. “Durr kelimesi; insanın zihni, bedeni ve organlarında meydana gelen her türlü hastalık ve engelliliği ifade eder. Bu kelime Kur’ân’da; bela ve şiddet, kuraklık, korku ve sıkıntı, hastalık, noksanlık, açlık, ihtiyaç, zarar ve eziyet anlamlarında kullanılmıştır. “Ülî’d-darar” terkibi; körlük, sağırlık, dilsizlik, topallık, bunaklık, felçlilik, yaşlılık, delilik gibi zihinsel ve bedensel bütün hastalık ve engelliliği ifade eder. Muzdar, kelimesi, zihinsel ve bedensel, maddî ve manevi, ekonomik ve benzeri her türlü sıkıntıyı, hastalığı, engelliliği ve musîbeti ifade eder. kelimesi, insana isabet eden her türlü sıkıntı ve zararı ifade eder. Neml suresinin 62 âyetinde ed-durr kelimesiyle eş anlamda kullanılmıştır.  Ezâ kelimesi; incinmek, zarar görmek, dünyevî ve uhrevî, biyolojik ve psikolojik olarak canlıya ulaşan zararı ifade eder. Azâb kelimesi; zarar, eza, işkence, insana elem veren ve zor gelen,kişinin  isteğine mani olan, şiddetli acı veren şeyleri ifade eder. Şerr kelimesi, maddî ve manevî insana zararı dokunan ve  kendisinden herkesin uzaklaştığı şeyleri ifade eder. “Hayr” kelimesinin zıddıdır. Bu kelimelerin geçtiği âyetlerde sözü edilen bedensel ve zihinsel hastalıklar; dînî ruhsat bildirme, tedavi olma, Allah’a dua etme, Allah’ın hastalıklara şifa vermesi ve insanın nankörlüğü ve genel karakterini beyan etme bağlamında geçmektedir.

Dînî ruhsat bildirme bağlamında.

“Hastaya güçlük yoktur” (Nur, 61; Fetih, 17) “Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat edenler eşit olmazlar” (Nisa, 95) anlamındaki âyetler; bedensel ve zihinsel her türlü özür sahibi olanların ve hastaların savaşa katılmayabilecekleri bildirilmektedir. İkinci âyetteki “özür sahibi olmaksızın” cümlesi, görme özürlü Abdullah ibn Ümmi Mektum’un “ben a’mayım” diye şikayette bulunması üzerine inmiştir. “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (düşman korkusu, hastalık ve benzeri sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Artık bu kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden kim hastalanır ve başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir” (Bakara, 196) anlamındaki âyet; hac veya umre için ihrama girip de iradeleri dışında bu görevi yapmaktan engellenmeleri veya hasta olmaları sebebiyle hac veya umreyi yapamayacak olanların ihramdan çıkabilmeleri için harem bölgesinde kurban kesmeleri gerektiğini, kurban kesilmeden ihram yasakları devam ettiği için tıraş olunamayacaklarını, ancak hasta iseler veya başlarında yara ve ağrı gibi kendilerine zarar veren bir şey varsa tıraş olabileceklerini ifade etmektedir. “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta ya da yolcu olursa (oruç tutmayabilir), tutmadığı günler sayısınca başka günlerde kaza eder. Oruç tutmaya gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verirler” (Bakara, 184, 285) anlamındaki âyet; Ramazan ayında hastaların ve özür sahibi olanların oruç tutmayabileceklerini, gücü yetenlerin daha sonra bu orucu kaza etmeleri, oruç tutmaya bedensel rahatsızlıklarının sürekli olması nedeniyle oruç tutamayacakların ise imkanları varsa fidye verebilirleri gerektiğini ifade etmektedir. Sava, oruç ve hacdaki ruhsat ve kolaylıklar hasta ve özürlüler için diğer dîni görevler konusunda da söz konusudur. Mesela hastalar, bedensel engelliler ve özür sahipleri namazlarını nasıl güçleri yetiyorsa o şeklide kılarlar. “…Allah, insanlara din konusunda hiçbir güçlük yüklememiştir…” (Hac, 78). “…Allah kolaylık diler zorluk dilemez” (Bakara, 185)

Tedâvî bağlamında.

İki âyette Hz. İsa’nın alaca hastalarını iyileştirdiği bildirilmektedir: “Körü ve alacayı iyileştiririm” (Al-i İmrân, 49) “(Ey İsa!) Benim iznimle doğuştan körü ve alacayı iyileştiriyordun” (Mâide, 110) Bu âyetler, her türlü hastalık için tedavi olunması gerektiğine işaret etmektedir. Eyup (a.s.)’ın bedenine, malına ve ev halkına bela isabet etmiş ve 18 yıl sıkıntılı günler geçirmiştir. Eyyub (a.s), hastalığının ve sıkıntısının iyileşmesi için Allah’a dua etmiş, hayrı ve şerri yaratanın Allah olmasına rağmen teeddüben sıkıntılarına sebep olarak Şeytanı zikretmiştir: “(Ey Peygamberim!) Eyyub’u da hatırla. Hani o Rabbine, ‘Şüphesiz ki ben derde (durr) uğradım, sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye yalvarmıştı. Biz de onun duasını kabul edip kendisinde dert namına ne varsa gidermiştik” (Enbiya, 83-84) “(Ey Peygamberim!) Kulumuz Eyyub’u da an. Hani Rabbine, ‘Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti. Biz ona ‘ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su’ dedik.” (Sad, 41-42) Eyyub (a.s.), bu emir üzerine ayağını yere vurmuş çıkan sudan içip yıkanmış, iç ve dış bütün hastalıkları iyileşmiş ve sıkıntıları gitmiştir. Ayetlerde geçen “ed-durr” ve “el-azâb” kelimeleri bedensel ve zihinsel, maddî ve manevî her türlü sıkıntı, zarar, keder ve hastalığı ifade eder. Bu âyetlerde Allah, bedensel ve zihinsel her türlü hastalıktan kurtulmak için tedavi yollarına başvurulması gerektiği, şifayı verenin Allah olduğu vurgulanmaktadır.  Şu âyetleri de bu bağlamda zikredebiliriz. Sıkıntı olunca Allah’a dua edip sıkıntıdan kurtulunca nankörlük edenleri kınama bağlamında. “Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı ve zarar (durr) dokunduğu zaman yalnız O’na yalvarır yakarırsınız. Sonra sizden o sıkıntıyı giderince bir de bakarsınız içinizden bir kısmı Rabbine orta koşar” (Nahl, 53-54. “İnsana bir sıkıntı dokundu mu gerek yan üstüne yatarken gerek otururken gerek ayakta iken (her halinde sıkıntısından kurtulmak için) bize dua eder, Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için yalvarmamış gibi geçer gider.” (Yunus, 12) “İnsana bir sıkıntı ve zarar (durr) dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra zararını bir nimete dönüştürdüğü zaman daha önce O’na yalvardığını unutur ve Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar.” (Zümer, 8 bk. Zümer, 49, Rûm, 33) “İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer, kendisine bir şer dokununca ümitsizliğe düşer” (İsrâ, 83. bk. Meâric, 20) “İnsan hayır (mal, sağlık, nimet) istemekten usanmaz. Fakat başına bir şer gelince ümitsizliğe düşer” (Fussılet, 49) “İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirir ve yan çizer. Başına bir şer gelince yalvarmaya koyulur. (Fussılet, 51) “İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir” (İsrâ, 11) anlamındaki âyetlerde geçen “ed-durr” ve “eş-şerr” kelimeleri bedensel ve zihinsel, maddî ve manevî her türlü sıkıntı ve hastalığı ifade eder. Bu âyetler; şu hükümleri içermektedir: İnsanlar zihinsel ve bedensel bir hastalığa yakalanabilirler. Bu durumda bulunan insanlar, iyileşmeleri için tedavi yollarına baş vururlar, şifa vermesi için Allah’a dua ederler. Tedavi olup Allah kendilerine şifa verdiğinde ise bir kısım insanlar, koruyucu hekimlik tedbirlerini ihmal ederler, Allah’a yaptıkları duayı unuturlar. Allah bu tür insanları kınamaktadır. Ayetler, Allah’a duanın ve O’na yönelmenin sadece sıkıntı zamanlarında değil sıhhat, nimet ve rahatlık içinde iken de yapılması gerektiğini ifade eder. Sıkıntılı zamanlarda samîmiyetle Allah’a dua eden herkesin duasını Allah kabul eder (Kurtubî. XIII/224) “Biz hiçbir memlekete bir peygamber göndermedik ki yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk, sıkıntı ve zarara (durr) uğratmış olmayalım” (A’raf, 94) anlamındaki âyet, Allah’ın geçmişte peygamberlerinin çağrısına kulak vermeyen insanlara, Allah ve peygambere yönelmeleri için bedensel ve ekonomik sıkıntılar (hastalıklar, kuraklık, kıtlık, fakirlik vs)[Hâzin, II, 602.] verdiğini bildirmektedir

Sabırlı olma bağlamında

Bakara suresinin 177. âyetinde muttakî ve sâdık insanların nitelikleri arasında felçli olma, bunama, kanser ve benzeri bedensel ve zihinsel hastalıklar, zarar ve sıkıntılara karşı sabırlı olanlar da (darrâ’) zikredilmektedir. “… Asıl iyi amel ve davranış (birr) zorda, hastalık (darrâ’) ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır.” Hastalık ve sıkıntılar karşısında sabırlı olmak, tedavi olmamak, çarelere baş vurmamak anlamında değil, Allah’a isyan edip feryâd ü fîgan etmemek anlamındadır.

Hz. Peygamber döneminde bedensel engellilerin istihdâmı

Hz. Peygamber engellilerle ilgilenmiş, onlara yeteneklerine göre kamu alanında görev vermiş, kendilerine değer vermiş, topluma kazandırmaya çalışmış, engellileri toplumun üretken olmayan bir kesimi olarak görmemiştir. Hz. Peygamber, görme engellilere karşı kötü davrananı, mesela, onların yoluna engel olanları kınamıştır. (Ahmed İbn Hanbel, I/217, 309) Rasûlüllah (s.a.s.)’in, kimi bedensel engellilere önemli kamu hizmeti verdiği bilinmektedir. Nitekim bir görme engelli olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm’u, Mescid-i Nebevî’de müezzin olarak görevlendirdiği gibi, (Abdullah Aydınlı, “İbn Ümmü Mektûm”, DİA, XX/435) aynı sahâbiyi Veda haccına (10/632) ve Uhud (3/625) savaşına gidişi de dahil, çeşitli zamanlarda Medine dışına çıktığında on üç defa Medine’de yerine vekil bırakmıştır. Bu görev kamu hizmetinin en üst derecesi olan, devlet başkanına vekâlet etmekten ibarettir. Diğer yandan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, Tebûk gazvesinden (9/631) sonra nâzil olan ve savaşa fiilen katılanların, geride kalanlardan üstün olduğunu, ancak özrü olanların bu hükmün dışında tutulduğunu bildiren âyete rağmen o günden sonra yapılacak savaşlara katılacağını söyleyip, sancağın kendisine verilmesini istemiştir. Onun, zırhını giyerek elindeki siyah bir sancakla Kâdisiye savaşına (15/636) katıldığı, savaştan sonra Medine’ye dönünce savaşta aldığı yaralar yüzünden vefat ettiği veya Kâdisiye’de şehid düştüğü rivayet edilmiştir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV/264; Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX/434; Sarıçam, İbrahim, Hz. Peygamber’in Çağımıza Mesajları, s. 109) İslâm’da engellilerle ilgili çeşitli hükümlerin belirlenmesi, Abdullah İbn Ümmi Mektûm vesilesiyle mümkün olmuş, onların vekil bırakılmaları, imamlık yapmaları, savaşa iştirak etmeleri, farz namazlara katılmaları, korunma amacıyla köpek beslemeleri gibi konular açıklık kazanmıştır. Hz. Peygamber, namazlarda İbn Mektûm ve daha başka görme özürlülerin imamlık yapmalarına izin vermiştir. (Aydınlı, İbn Ümmü Mektûm, DİA, XX/435) Ensar’dan Seleme oğullarının başkanı Amr İbn Cemûh da yürüme engelli idi. Bedir savaşına katılmak istedi; ancak Hz. Peygamber ona izin vermeyip savaştan muaf tuttu. Daha sonra Uhud savaşına (3/625) katılmak istedi. Oğulları, Bedir savaşını (2/624) örnek göstererek ona engel olmak istediler. Bunun üzerine Amr, oğullarına, “Siz beni Bedir seferinde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz.” diyerek onları, Allah’ın elçisine şikayet etti. Allah’ın elçisi ona, özrü olduğunu, bu yüzden savaşla yükümlü bulunmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarı üzerine izin verdi. Oğullarına da babalarını savaşa gidip gitmemekte serbest bırakmalarını söyledi. Savaşa katılan Amr, oğlu ile birlikte şehit düştü. Allah’ın elçisi bir hadisinde, onun cennette sapasağlam ayaklarla yürüdüğünü haber vermiştir. (Ebû Dâvud, Cenâiz, 6) Hz. Peygamber döneminde bir kısım engellilerin çeşitli kamu işlerinde görevlendirilmesi, onların da toplumda üretken bir konuma getirilmesinin gereğine işaret eder. İslâm en son ve akla en uygun dindir. Bu yüzden bedensel ve zihinsel engelliler için akla uygun çözümler üretmiştir. İslâm’da hak, görev ve sorumluluklar insan gücü ile sınırlıdır. Engelli oluşun insana getirdiği güç kaybı yükümlülüklerde dikkate alınmış ve buna paralel olarak kolaylaştırma ve ruhsat sağlama yoluna gidilmiştir. İbn Abbas, “Sonra o gün mutlaka nimetlerden sorulacaksınız! (Tekâsür, 48) ayetindeki nimetin, bedenlerin, kulakların ve gözlerin sıhhati anlamına geldiğini ve Yüce Allah’ın –çok iyi bildiği halde- kullarına bunları nerelerde kullandıklarını soracağını belirtir ve şu âyeti zikreder: “(Bilmediğin şeyin ardına düşme!) Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorulacaktır!” (İsra, 36. İbn Raceb el-Hanbelî, Câmiu’l-Ulûmi ve’l-Hıkem, II/77) Sabrın sonu da selâmettir. Hiçbir sıkıntı ve zorluk yoktur ki, ahiret yaşamı için bir kazanım sayılmasın. Şüphesiz ilahî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorulacaktır. (Bakara 233, 286; 65 Talâk 7) Yaratıcı, şükredenlerle sabredenleri ayırt etmek üzere gerek verdiği nimetlerle ve gerekse vermedikleriyle kullarını sınar. Bunun bir imtihan olduğuna inanan mü’min, verilene şükretmek, alınana ise sabretmek suretiyle iki durumda da sınavı kazanma imkanına sahiptir (Muslim, Zuhd 64, III/2295) Allah’ın seçtiği peygamberlerden biri olan Eyyûb (a.s)’ın uzun süre yaşadığı, sabır ve dualar sonucunda ilâhî rahmetle giderilen dert, bunun tipik bir örneğini oluşturur. (Enbiya, 83)

Özetlemek gerekirse dünya da iki çeşit insan vardır. Özürlüler ve her an özürlü olmaya aday olanlar: Şunun da altını özellikle çizelim ki, verilen nimet ölçüsünde imtihana tabi tutulan insanların engelli olanları sabır ile imtihanda iken, fiziki herhangi bir engeli olmayanların ise yine  -şükür ile- imtihanda olduklarını ve ne yazık ki gerek nimetin fazlalığı ve gerekte şükürsüzlük nedeni ile engeli olmayanların daha fazla hata-günah- isyan içinde olduklarını görüyoruz! Rabbimizden engelli kardeşlerimize sabr-ı cemil, engeli -şimdilik- olmayanlara  şükrü  nasip eylesin. Amin!

Kaynaklar: Doç. dr. İsmail Karagöz, Kur’an ’ın  engellilere bakışı; Engelliler İle İlgili Hadislerin Analizi (Hz. Peygamber’in Sünnet ve Hadislerinde Engellilerle İlişkiler), Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslam, 20-21 Aralık 2003-Ankara, s. 67-85, DİB yay. Ankara-2005; Hamdi Döndüren, İslâm’ın Engellilere Tanıdığı Kolaylıklar ve Ruhsatlar (yayınlanmamış tebliğ), Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslam (sempozyum), D.İ.B., Ankara 2003, s. 6.

                 image0-01 

Bursalı görme engelli müezzin İbrahim Altuntaş, televizyondan ve teyp dinleyerek öğrendiği Kur’an-ı Kerim’i güzel okuması sayesinde hafızlık yarışmalarında ödüle doymuyor.Kayhan Camisi’nde müezzinlik yapan, bugüne kadar katıldığı hafızlık yarışmalarında bir kez dünya altıncısı, üç kez de Türkiye birincisi olan Altuntaş, Diyanet İşleri Başkanlığının ekim ayında düzenlediği ”Güzel Kur’an  Okuma Yarışması”nda da dördüncü kez birinci oldu. Yarışma çerçevesinde bölgelerde yapılan seçmelerde önce ilk 10’a girmeyi başaran, daha sonra Ankara’da yapılan finalde birincilik elde eden Altuntaş, Bursa Müftüsü Mahmut Gündüz tarafından ödüllendirildi.  Hayırsever iş adamları tarafından verilen hediyeleri ve miktarını açıklamadığı Cumhuriyet altınlarını Altuntaş’a teslim eden Gündüz, Altuntaş’ın aldığı birinciliğin göğüslerini kabarttığını belirtti. Diyanet İşleri Başkanlığının her yıl ”3 Aralık Dünya Engelliler Günü” dolayısıyla çeşitli etkinlikler düzenlediğini, kendilerinin de bu amaçla il ve ilçe müftülükleri bazında bedensel engellilerle ilgili camilerde vaaz verdiklerini anlatan Gündüz, engellilerle ilgili Din İşleri Yüksek Kurulunca bastırılan kitabın 2 bin adedinin Bursa’da dağıtılacağını söyledi. Gündüz, ”Engelli kardeşlerimizi, toplumumuzun önemli birer ferdi olarak yanımızda görmek istiyoruz. Millet ve devlet olarak şefkatli, sevgi doluyuz ama engelliler konusunda biraz daha çaba göstermek zorundayız” dedi. Doğuştan görme engelli olan, kabartma harflerle okuyarak ilköğrenim ve liseyi bitiren İbrahim Altuntaş da televizyon ve teypten dinleyerek ezberlediği Kur’an-ı Kerim’i güzel okuyabilmek için çalıştığını kaydetti. Altuntaş, şöyle konuştu: ”Engelli olmak aslında bir şeyleri yapmanın önünde bir engel teşkil etmez. Toplumda bilinçlilik şuuru gelişirse, engellinin kendisi bilinçlendirilip, rehabilite edilirse engellinin diğer insanlar gibi yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Engelli olmanın ciddi bir engel olmadığını gösteren tek örnek ben değilim. Mesleğini en iyi şekilde icra eden arkadaşlarımız var. Engelli için ciddi manada hayatta hiçbir engel yoktur.” (Basından, 13.12.2006)

İsrafil Bayrakçı: Özürlüye en büyük değeri İslam vermiştir.

                             image0-02

Bir bir özürlüyü kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaad ediliyorsa  (Hadis-i Şerif) o özürlüye neler vaad ediliyordur. Bundan daha büyük bir hak, bir nimet görmüyoruz, olamazda! …İslam hükümlerini, özürlü ayırımı yapmadan her kula yüklemiştir. Şuayb ve Yakup aleyhisselam ama idiler. Düşünebiliyor musunuz? Engelli bir kişi nübüvvet makamına bile layık görülebiliyor, demek ki bir insanın engeli onun peygamber olmasına bile engel değil. İslam hiçbir ayrım yapmıyor bilakis taltif ediyor. O kadar kucaklayıcı ve evrensel ki insanlar arasında ayırımı fiziki olarak yapmıyor. Çünkü Allah (c.c) insanların şekline değil kalbine bakar. Asr-ı Saadette görme engelli bir Abdullah İbn-i Ümmi Mektum var. Peygamber 27 defa Medine dışına çıkmış ve o seferler sırasında Ümmi Mektumu 13 sefer yerine vekil tayin etmiş. Bu ne büyük bir şereftir. Şimdi gösterebilir misiniz bu kadar devlette, şu kadar düzende, demokrasinin olduğu yerlerde bir görme engellinin devlet başkanı veyahut devletin üst kademelerinde görev alabildiğini? Nerede var, Asr-ı Saadette. Şimdi bu noktadan baktığımızda insanların özürü kendisi için bir zillet değil. Eğer kalp gözünü açarlarsa kendileri için bir mükafattır, nimettir. Çünkü bunun içerisinde Hikmetullah var. Neden engelli olduk bunun hikmetleri var. Şunu da eklemek istiyorum ki demokrasi denen olgu içerisinde de engellilere en fazla değeri veren  Müslüman devletlerdir. Mısırda bir görme engelli kişi Kültür Bakanlığı görevini yürütmüştür. (Anadolu Gençlik, Mart 2008)

kuranveengelliler-1

İslam’a göre engelliler Konusuna Ait Etiketler

Bu Konuyu Sosyal Medyada Paylaş

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz


Yukarı Çık