Oryantalizm ve oryantalistler
Batılıların yedinci yüzyılda ortaya çıkan yeni dine ilgisi zamanla artar. Bu, bir tepki ilgisidir. Tepki zamanla haçlı seferlerini doğurmuş ama savaşla bir şey yapılamayacağını anlayınca, taktik değiştirerek oryantalizm çalışmalarına yönelmişlerdir. Oryantalizm, Müslüman ülkelerinde emperyalistlerce tam bir egemenlik sağlanması, gerekli şartları hazırlama görevini, ilim ve doğu halklarını tanıma adı altında gerçekleştirmiş, misyoner ve sömürgeci güçlere ilmi altyapı hazırlama görevini yerine getirmişlerdir. (s. III) Oryantalizm, sömürgeciliğin emrine girmekten başka bir şey yapmamıştır. Oryantalizm, resmen 1312 yılında Viyana’da toplanan konsül ile batı üniversitelerinde Arap dili kürsüsü kurulması ile başlar. Oryantalizm, kavram olarak ise 18. yüzyılda ortaya çıkar. (s. V) Oryantalizm tarihinin ilk zamanları, ortaçağ Hıristiyan dünyası ile Müslüman doğu dünyası arasındaki dini ve ideolojik çarpışmanın tarihi olarak görülebilir. 16. yüzyıldan sonra hümanist eğilimler yayıldıkça kısmen daha objektif araştırmalar yapılır. 19. asırdaki ekonomik kalkınma batıda büyük bir kibir ve ırkçı yaklaşımlar neden olur. Güç kendilerinde olduğuna göre kendi dışında kalanların kendilerine hizmet etmeleri gerektiğine inanırlar. Bu da sömürgeciliğe yönelmelerine neden olur. (s. VI) Birinci dünya savaşından sonra İslam dünyasının tamamı batı sömürgesinin etkisine boyun eğmiştir. Bağımsızlık hareketlerine daha fazla direnemeyen batılı sömürgeciler yerlerine menfaatlerini koruyacak idareciler bırakarak yerlerini terk etmişlerdir. (s. VII) Oryantalistler, batılı ülkelere akıl hocalığı yapmak için doğunun dil, din, düşünce tarzlarını araştırmışlar, bölge halklarını kendi değerlerinden kuşkulandırıp caydıracak malzeme tedarik etmişlerdir. Oryantalizmin hedefi, dinleri uğruna cihad etmek ve Hıristiyanlığa alternatif olan İslam’ı kötüleyip, yerüstü zenginliklerini de sömürmektir. Bunun dışında ticari, siyasi ve ilmi sebepleri de gözetirler. (s. VIII) Irkçılık etkisiyle Müslümanlar asıl düşmanlarını bırakıp birbirleri ile uğraşmaya başladılar. Batılılar kendi aralarındaki Berlin duvarını yıkarken; Müslümanlar arasında Çin seddi inşa ettiler. Avrupa birliği, Amerika ise devletlerin birleşimi ile büyürken, biz Müslümanları küçük parçalara ayırdılar. (s. IX) Tüm bunların gerçekleşmesine temel teşkil eden ise oryantalizmdir. (s. X) Bütün Müslümanlar oryantalist faaliyetlerin farkında olmalı ve gereğini yapmalıdır. (s. XIV)
Oryantalizm ve oryantalistler
Bu araştırmanın oryantalizm ve oryantalistlere ait bir uzmanlık çalışması olduğu iddiasında değilim. (s. 2) Beni yazmaya iten gerçek, batıdaki eğitimim esnasında bana karşı tutunulan tavırla ilgili paylaşımda bulunma arzusudur. İngiltere Edinburgh üniversitesinde tez hocam oryantalist idi. Ortadoğu araştırmalar bölümü ve başkanı papaz profesör M. Watt, İslam uygarlığına, kültürüne, kin ve sataşma havası içinde idi. Bir defasında Watt, ‘ Müslümanlar ve Araplar savaş toplumudur, barış toplumu değildir. Savaş Arapların bir özelliğidir ve onu sistemli hale Muhammed sokmuştur’ demiştir. (s. 3) Dünya savaşlarını çıkaran bu halkın içinden biri olan profesöre, bir öğrenci Bakara suresi 216. ayetini (Hoşunuza gitmediği halde, yine de size savaş farz kılındı.) okuyunca adam şaşırıp kaldı ve sessizliğe sarıldı. Şüphesiz oryantalistler, Müslümanları yok etmeyi arzulamaktadırlar. (s. 4, 12, 16) Yazar mal ile, nefisle olduğu gibi sözle de cihad edilebileceğini (s. 2), bu çalışmanın ahirette kendisine fayda vereceğini umduğunu (s. 6)ifade eder ve Allah’tan faydalı şeyleri kendisine öğretmesini temenni ederek (s. 8) kitabına başlar.
Oryantalizm
Tanımı ve tarihi
Genel olarak doğu, özelde İslam ve Arap kültürünü inceleyen bilim dalıdır. Oryantalizm, haçlı seferlerine dek uzanır. (s. 10, 12, 119, 130) Oryantalistlere büyük maaş ve makamlar sağlanmıştır. Siyaset ve kilise çevrelerince oryantalistlere büyük önem verilmektedir. (s. 10) Oryantalistlerin büyük çoğunluğu papaz, rahip ve misyonerlerdendir. (s. 11) Oryantalistlerin tek hedefi, İslam’ı yok etmektir. İslam’a yöneltilen iftiralara karşı suskun olmak, İslam’a karşı olmak kadar kötüdür. Batı medeniyeti, maddeci olan Roma putperestliğinin enkazı üzerine kurulmuştur. Oryantalizm akademik bir çalışma gibi gözükür ama aslında o, misyonerlik, sömürgeciliğin bir parçasıdır. Oryantalizm, askeri savaş yerine fikri bir savaş olarak yeni bir şekil almış çağdaş haçlı savaşlarının bir parçasıdır. (s. 12) Batı medeniyetinin ruhtan soyutlanmış maddi hayatının sürekliliğini hedefleyen oryantalistler, İslam’a iftira etmek için kiralanmış kimselerdir. (s. 13) Dr. Mustafa es-Sıbai, oryantalistlerin özelliklerini şöyle sıralar: Hedeflerinde, İslam’la ilgili her şeyde kötü zan sahibi olmak; İslam medeniyetini olduğunun dışında göstermek; İslami metinleri, önceden verdikleri peşin hüküm-kararlarla değerlendirmek; metinleri, şüphe oluşturmak için anlamından saptırmak; kaynak göstermede rahat-serbest davranmak. Sünnet konusunda edebiyat, fıkıh konusunda tarih kitaplarını kaynak göstermek. (s. 14) Mesela Goldziher, İslami kaynaklar hakkında yalan söylemekte, yorumlarda aşırılığa, delil olamayacak şeyleri delil gibi sunmaya çalışmaktadır. Goldziher, Demirî’nin, ‘hayvan kitabı’ ya da ‘Bin bir gece masalları’ veya çeşitli yazarların edebiyat kitaplarındaki uydurulmuş rivayetlere itibar etmekte, önemli deliller gibi sunmaktadır. (s. 15) Oryantalizm, siyasi bir organizasyondur. Müslümanlara egemen olmak için doğuyu, İslam’a ait bilgileri elde etmek isteyen organizasyondur. Sömürgeciliğin hizmetinde olan oryantalizmin amacı, Müslüman kişiliği ortadan kaldırmak, kültüre bağlılığı azaltmak, kişinin Allah ve peygamberi ile olan ilişkisini kesmektir. (s. 17) Tarih, Medine’deki Yahudilerin İslam davetine karşı zıt tutumlarını anmaktadır. Oryantalizmde daha başlangıcında papazlar, Hıristiyanların elinde gelişip, sonra misyonerliğin temsil ettiği fikri ve sömürgeciliğin temsil ettiği silah gücü haline gelmiştir. Oryantalizmin başlangıcını Müslümanların ispanya’ya giriş tarihine veya miladi onuncu, on üçüncü, hatta on altıncı asırlara kadar uzatan vardır. (s. 19) Oryantalizm, İslam dinine, Müslüman olmayanların düşmanlıklarının bir ürünüdür. (s. 20) Edward Said, oryantalizmin başlangıç tarihi olarak, Arap dilinin batıdaki üniversitelerde öğretilmeye başladığı 1312 tarihini verir. (s. 21)
Hedefleri ve Maksatları
Haçlı savaşlarında sömürgecilik konusunda bir başarı elde edemeyince batı, İslam ile barışarak Müslümanların inancını zayıflattıktan sonra, fikir bazında savaşa başvurur. Zamanla sömürgecilik ile güçlerini toplayan batı, yeniden saldırıya başlar. (s. 21) Sömürgeciliği kolaylaştırmak oryantalizmin odak noktası idi. Zamanla sömürgeleştirilen her ülkede oryantalistler tercüman, askeri ateşe, sekreter, akademisyen olarak bol kazançlı makamlara geldiler. (s. 25) Sonrada sömürgeciler inanç ve kültür olarak kendilerine bağlı idareciler bırakarak yerlerini terk ettiler. (s. 26) Halbuki biz Müslümanlar, ‘Onlar (bizi) sevmezken onları seven ve kitapların tümüne inanan kimseleriz.’ (Ali İmran, 118) Oryantalistler, maddeci batı medeniyetinin üstünlüğünü ispat etmeye çalışmaktadırlar. Amaçları ümmetin çocukları arasında ırkçılığı yayıp onları parçalamak ve benliklerinde aşağılık duygusunu yaratmaktır. (s. 28) Oryantalistler, İslamiyet’in, bir cahiliye Araplarından, bir Sabiilerden, bir Hind veya İranlılardan, olmadı Yahudi veya Hıristiyanlardan alındığını iddia etmişler, peygamberimizi bazen ümmi (Okuma bilmeyen) bazen de okur yazar ilan etmişlerdir. (s. 30) Vahiy, Sara nöbeti veya şiir, Bahira’dan alınan bilgiler, sünnet ise sonradan ortaya atılan şeylerdir. (s. 34) İslam, karışık bir bileşke, Selmani Farisi, Suhayb er-Rumi, Mariye el-Kiptiye’den (s. 35) veya Nasturi bir rahipten (s. 36) alınmıştır. İslam fıkhı roma hukukundan alınmıştır. (s. 38) Tercüme veya fihrist çalışmaları da, görünürde ilmi çalışma gibi gözükse de gerçek hedefleri, Allah’ın kitabı hakkında insanları şüpheye düşürmek amaca ulaşmak için birer vasıta olarak kullanılmak olmuşlardır. (s. 32, 33, 77) Amaçları ilmi araştırma değil, fikir savaşı ve dini yıkımdır. (s. 31) Muhammed Gazali: ‘Tarih, Müslümanlar kadar peygamberlerinin eserlerini toplayan, araştıran ve inceleyen ve onlarla hassas ilmi kurallar koyan hiçbir topluluktan söz etmemiştir. Hadis senetleri ve rivayetlere yönelik hayret uyandıracak ölçüyü dinlerin hiç birinde görmem mümkün değildir.’ (Gazali, Difa’u ani’l-Akide ve’ş-Şeriah Zıdde Metaini’l-Müsteşrikin, s. 78) Oryantalizmin hedefi, İslam’ın batıl bir din olduğunun ilan edilmesidir. Mezhebî fanatizmi, ırkçılık ve ayrılıkları canlandırmaya çalışmak, oryantalizmin hedeflerindendir. (s. 39, 40) Oryantalizmin hedefleri: İslam’ın kılıç zoru ile yayıldığını, Kur’an ve sünnetin uydurma olduğunu ispatlamak, Müslümanları Kur’an dilinden koparmaya çalışmak, Arap harfleri yerine Latin harflerini değiştirmeye çalışmaktır. Mısır’da firavunculuğu, Irak’ta Asuriliği, Kuzey Afrika’da berberiliği canlandırmaya gayret etmektedirler. İslami hükümler de oryantalizmin hedefleri arasındadır. Dost (!) hayatını, fuhuş turlarını, cinsel dergileri, reklamlarda dahi cinselliği tahrik edenler, kendilerine bakmadan, İslam’daki çok evlilik meselesini dillerine dolamaktadırlar. (s. 44) Oryantalistler, İslam dini hakkında istedikleri şekilde konuşma hakkını kendilerine mübah görürken, batıda insanların yaptıkları kanunlara dair başkalarının bir şey söylemesini yasaklamaktadırlar. (s. 45) “Sen onların dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut ve razı olmayacaklar. Sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah’tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” (Bakara, 120) Onlara göre İslam, bir çöl dinidir. Çağımızla uyum sağlaması mümkün değildir. Müslümanların geri kalış sebebi bu çöl dinine bağlı kalmalarıdır. (s. 47) Oryantalizmin misyonerlik ve sömürgecilikle bağlantısı bulunmaktadır. Oryantalizm, misyonerlik ve sömürgecilik gücüne dayanarak günümüze kadar gelebilmiştir. Oryantalizm ruhbanların ve misyonerlerin omuzlarında ayağa kalkmışptır. (s. 48) “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da razı olmuyor. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamayı diliyor.” (Tevbe, 32)
Oryantalizmin tehlikeli amacı
Oryantalistler, Müslüman çocukları eğitmek ve onları laik ve ırkçı olarak yetiştirip, onlardan yararlanmakta ve sonunda bu çocuklar oryantalistlerin yol ve metotlarına göre yürümektedirler. Zamanla iç siyasette de bunlardan yararlanmaktadırlar. (s. 53) Oryantalistlerce eğitilen gençler İslam medeniyetini ve tarihi değerlerini inkara dayalı bir eğitim ile yetişmektedirler. (s. 54) Peygamberimiz bir hadisinde: “Bir takım davetçiler halkı cehennemin kapısına çağıracaklar. Kim onlara uyarsa onu cehenneme atacaklar. Onlar bizim insanlarımızdır. Bizim dilimizle konuşurlar.” (Buhari, Fiten, 11) F. Hitti, İslami fetihlerin ırkçı bir hareket olduğunu, başarısının İslam davetine değil Arap ırkçılığına bağlı olduğu görüşündedir. (s. 57)
Oryantalizm taraftarlarını iki kısma ayırmak mümkündür:
İdareciler: Bunları siyasi ve seküler yönelişleri sebebiyle tanımak mümkündür. Bunlar, oryantalistlerin ve sömürgecilerin çıkarlarına hizmette bulunurlar. Sünneti inkar etmek oryantalistlerin mantığıdır. Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkar etmek ise varmak istedikleri en son noktadır. Goldziher, oryantalistlerin başkanlarından ve en kurnazlarındandır. Sünneti uydurma kabul eder. İslam düşmanları bu tür insanlardan faydalanıyor. (s. 58) Oryantalistlerin takipçileri: Oryantalistler, kendilerine hizmet edecek gönüllü kimseler elde etmeye gayret gösterirler, Taha Hüseyin gibi. Yüksek öğrenim için batıya gönderilen öğrencilerin zamanla batıya sevgileri ortaya çıkmaktadır. Dolaylı yönden de kendi ülkelerinde, yıkım aracı olarak kullanılmaktadırlar. Zamanla kendi ülkelerinde de batı hayat tarzını yaşamaktadırlar. (s. 61) “Milli ve siyasi hayatında doğu halkları tökezleyip durmaktadırlar. Çünkü birçok yabancı okul, aynı vatanın çocuklarını, farklı yönlere yönlendirmektedir.” (Ömer Furuh, et-Tebşir ve’l-İsti’mar fil Biladil Arabiyye, s. 112) Taha Hüseyin, ‘Mısır’da kültürün geleceği’ adlı eserinde, Mısır kültürünün gerçek Avrupa kültürü olduğunu savunur. Ona göre İslam, medeniyet kurmaktan uzak çölde yükselmiş bir dindir. (T. Hüseyin, Müstakbelü’s-Sekafe fi Mısır, s. 25) Bunlar oryantalist söylemlerdir. Oryantalistlerin takipçileri, batıyı kendilerine kıble ve hayatlarının rehberi yaptılar. (s. 68) “Dinlerine uymadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır.” (Bakara, 120)
Oryantalistlerin tabakaları ve çeşitleri
Oryantalistlerin her ne kadar metot ve yöntemleri farklı olsa da İslam’a yönelik bakışlarında bir değişiklik söz konusu değildir. (s. 72) Dr. Mustafa es- Sıbai, oryantalist Robson ile görüşür. Goldziher’in ilmi ve tarihi hatalarından bahseder. Robson, Goldziher döneminde basılan eserlerin azlığından bahsederek günümüz oryantalistlerinin İslami kaynaklara daha vakıf olduklarından bahseder. Sıbai daha sonra, Yahudi asıllı oryantalist Schacht ile de görüşür ve ona Goldziher’in İslami metinleri tahrif ettiğinden bahseder. ‘Bu konuda hata etmiştir’, der Schacht. ‘Bu sadece soyut bir hata mıdır? diye Sıbai sorunca, Schacht öfkelenir. Başka bir konudaki hatalarını da gösterince, ‘Bu da Goldziher’in hatası ama alimler hata etmezler mi?’ der Schacht. Konuşma devam eder, oryantalist kinlenmeye başlar. Sıbai, şöyle söyleyerek konuşmayı bitirir: “Şüphesiz senin isimlendirdiğin bu tür hatalar, geçen asırda meşhur hale gelmiştir ve sizden herhangi bir oryantalist bunları ‘ilmi gerçekler’ diye kullanmaktadır.” (el-İstişrak, s. 54-55) “Allah’ın ayetlerinin alay konusu yapıldığı yerde sakın oturmayın. Aksi takdirde siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisa, 140) Muhammed Gazali, “Oryantalistlerin İslam tarihine dair tahriflerine, çarpıtmalarına, Müslümanlarla ilgili verdikleri yanlış bilgilere ait ne akıl ne mantık bir sınır tanımamaktadır. Hepsi için kesin olan şudur ki, onlar İslam düşmanıdır.” demektedir. (Difa’ anil-Akide ve’ş-Şeria zıdde Metainil-Müsteşrikin, s. 13)
Oryantalizmle ilgisi olan ülkeler (s. 83-94)
Öncelikle Fransa: Endülüs ve Sicilya’da ile başlayan ilişkiler, 12. asırda Fransa’da enstitülerin açılması ile ilerlemiştir. (s. 83) Okul, enstitü, aylık ve yıllık kitaplar, dergiler çıkarmaktadırlar. Almanya: 1147’deki ikinci haçlı seferi ile ilişkiler başlar. Okul, kitap, dergi çalışmaları yapmaktadırlar. İtalya: Vatikan ve papalık makamının yönlendirmesi ile tercüme, telif, yayın konusunda geniş bir ilmi hareket başlar. İngiltere: İngiltere oryantalizmi, İslam medeniyeti ile olan sömürgeci, askeri, ekonomik, ticari ve kültürel etkileşimler sonucu, ona önem veren batı toplumlarının en köklülerinden biri olarak değerlendirilir. İlişkiler 1158 tarihinde başlar. Misyonerlik ve sömürgecilik amacı ile destekleri daima canlı, yoğun olmuştur. ABD: 1830 yılında başlayan araştırmalar, II. dünya savaşı ile zirveye ulaşır. Oryantalizm daha çok ( Özellikle Yahudilerin etkisiyle) siyasi konular sebebiyle Amerika’da canlılığını sürdürmektedir. Rusya: 1164’te artan araştırmalar1804 ile zirveye tırmanır. Rusya’yı oryantalizme yönelten sebep, Müslümanları etkisiz hale getirmek ve dünyada Marksizm’i yaymaktır.
Oryantalistler objektif değildir
Düşmanlık ve kıskançlık gölgesinde objektifliğin gerçekleşmesi mümkün değildir. Haçlı zihniyetinden kaynaklanan düşmanlık düşüncesi oryantalistlerin düşüncelerini kaplamakta ve dolayısı ile onların adil davranması mümkün olamamaktadır. (s. 96) Haçlı saldırılarının getirdiği yenilgi ve taşıdıkları dini taassup oryantalistleri İslam’a düşman bir konuma oturtmaktadır. Batı medeniyetinin kökeninde bedensel zevkleri amaçlayan şeyler bulunmaktadır. (s. 97) Rical ilmi ve Tabakat ilmi, Müslümanların dinlerine olan düşkünlüklerini ifade etmez mi? Oryantalistler, kendi kitaplarını tahrif ettikleri gibi, Kur’an’ı da bozmaya çalışmaktadırlar. (s. 101) Oryantalist çalışmalar, İslam’a düşman ve sömürgecilikle tamı tamamına uyum içindedir. Bunların çoğu asker, misyonerdir. (s. 104) Ya kiliseye veya sömürgeciliğe çalışırlar. Konulara tarafgirlikle yaklaşırlar ve daha çok araştırmalarının tekrarlardan oluştuğu görülür. (s. 105 ) Oryantalistlere göre İslam, hakimin karşısındaki sanık konumundadır. Bazı oryantalistler savcı rolünü üstlenmişken, diğer bazıları da onu savunan avukat rolündedirler. (s. 106 ) “Ancak bu avukat, müvekkilinin suçuna inanmakta, sadece ‘hafifletici sebepler’ yüzünden ılımlı davranmaktadır. Ele alınan her dava daha önceden kararlaştırılmış ve sonucu belli bir biçimde incelenmektedir. Kısaca daha başlangıçta amaçlarına uygun kanıtlar aramaktadırlar.” (Muhammed Esed, e-İslam ala Müfteriki’t-Turuq, s. 53) Papaz ve oryantalist olan Watt, Kuveyt üniversitesinde verdiği bir konferansta, “İslam ve Müslümanlara özgü yazdıklarımızda insaf ve objektiflik içerisinde kalmaktayız.” (M. Abdülfettah Ulyan, Adva’ ale’l-İstişrak, s. 11) demektedir. Vezzan, bu sözlerin birer aldatmaca olduğunu, örneğin İngiltere’de Edinburgh Üniversitesinde yapılan 10. oryantalizm toplantısında Watt’ın, sünnet, rivayetler ve İbni İshak’ın tarihinden bahsederken, hiçte İslam ve Müslümanlara uygun olmayan ifadeler kullandığını nakletmektedir. (s. 108)
Oryantalizm araştırmalarının bugünü
” Ey iman edenler! Yahudi veya Hıristiyanlardan bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra onlar sizi inkarcı olmaya çevirirler. Onlardan birçoğu içlerindeki kıskançlıklarından ötürü, iman etmenizden sonra tekrar sizi kafir yapmayı istemektedirler.” (Bakara, 109) Batı, kendisine teslim olunmasını istemektedir. (s. 120) Yazar Vezzan, üniversitede parasız kalan bir öğrenciye oryantalistlerin ekonomik destek verdiğini, daha sonra bu öğrencinin oryantalist fikirleri savunmaya başladığını, bu öğrencinin başvurup destek alamadığı bazı Müslüman ülkelerin ise, oryantalist kurumlara parasal destek sağladığını aktarır. (s. 123-125) Oryantalizm, ilmi ve akademik bir hareket değil, İslam medeniyetini yok etmeyi hedefleyen misyoner ve sömürgeci bir harekettir. Amaçları, Müslümanları batılılaştırmak ve İslami kimliklerini eritmektir. (s. 127)
Batı edebiyatında İslam
Batıdaki İslam karşıtı her birey gücü ölçüsünde İslam hakkında konuşmanın bir gereklilik olduğuna inanmaktadırlar. (s. 130) Batı edebiyatındaki hayal ürünü eserlerden birinde, İslam kahramanı Selahattin Eyyubi, Fransa kralının hanımına aşık olurken, diğerinde Hıristiyan olup ölünce kilise mezarlığına defnedilir gösterilirken bir diğerinde, Kral Richard’ın kardeşini kendi kızı ile evlendirmek istemektedir. (s. 133,135) Walter Scott’un ‘Tılsım’ adlı eserinde Müslümanlar korkak, Selahattin Eyyübi bilgi ve tecrübe sahibi olmayan, tesadüfen zafer kazanan biri olarak gösterilir. Yoksa bu sayılı özellikler Avrupalıların özellikleridir. Batılılara göre İslam hasta ve sakat, güzellikten nasibi olmayan bir dindir. Bu dinin elçisi ise şair ve yalancıdır. (s. 136) Irkçılık, Avrupalıların içini kaplamıştır. Beyaz adamı dayanak olarak almayan diğer medeniyetler aslı ve temeli olmayan çürük medeniyetlerdir. (s. 137) Seyahat yazılarını çoğunlukla diplomat kişiler, misyoner, asker ve ticaret adamları yazmışlardır. Seyahat yazıları casusluk için de kullanılmaktadır. (s. 138, 141) Thomas Dallan’ın ‘İstanbul”a yolculuk’ adlı eserinde, İstanbul’daki Müslümanların Hıristiyanlara kötü muamele ettiğinden bahsedilir. Osmanlı halifesi ise diktatördür. (s. 139) Jozif Bitz’in, ‘Din ve Muhammedilerin tarzları’ adlı kitabında, Müslümanları sığır sürülerine benzetmektedir. (s. 140) 13. yüzyıldan günümüze dek yazılan kitapların çoğun sömürgeci düşmanlık ve dini misyonerlik maksadı ile yazılmıştır. (s. 143) Batılıların çoğu Müslümanları binbir gece masallarından değerlendirmektedir. G. de Castro, ‘es-Seyyid’ adlı kitabında Müslümanları vahşi ve barbar, kadınları öldüren, kalpleri kin dolu kişiler olarak tasvir edilir. Voltaire, ‘Muhammed’ adlı eserinde, Hz peygamber’i vahşi, katı kalpli, vicdansız ve ahlaki değerlerden yoksun, düzenbaz, kendine bağlı olanları kılıç gücüne dayandıran biri olarak nitelendirir. (s. 145) Jean Racine, ‘Bayazıd’ adlı hikayesinde Müslümanları sözlerine bağlı olmayan, Yahudi ve Hıristiyanlara kötü davranan kimseler olarak anlatır. (s. 146) İngiltere başbakanı Benjamin Disraeli, yazdığı edebi makalelerde İslam ve Müslümanlara saldırmıştır.(s. 153) İngiliz edebiyatı; tiyatro, hikaye, ve şiir gibi farklı edebiyat türlerinde İslam dininin batıl olduğunu ispatlamak amacıyla, İslamiyet’e saldırmayı öncelemişlerdir. (s. 154) Dante, ‘İlahi Komedya’ adlı eserinde Hz Peygamberi en kötü şekilde tasvir eder. (s. 155)
Sonuç
Oryantalizm, İslam medeniyetini iktisadi, ahlaki, siyasi ve toplumsal hayattaki rolünü yok etmek, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak ve misyonerlerin çağırdığı sömürgeci amaçları olan savaş düşüncesidir. Batıda öğrenim gören Müslüman çocukların fikirlerini karıştırmaya ve batılılaştırmaya uğraşan akademik seviyede bir fikir savaşıdır. Bu savaş, tercüme, çevirilerle Müslümanlarla ilgili yapılan uydurma suçlamalarda kendisini gösterir. (s. 159) Okullarımızda, kendi yöntemlerimize bağlı bağımsız ve kendine özgü bir ümmet olarak varlığımıza dönmeliyiz. (s. 161)
Selam peygambere, Hamd Alemlerin rabbi Allah’a olsun.
Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler
*
Oryantalizm ve Oryantalistler
Kitap, özet halinde oryantalizm ile ilgili çok geniş bir alanı kapsayan bilgileri içermektedir. Başlangıç için tavsiye edilebilecek hacmi küçük, içeiği büyük bir eserdir.
“İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatı konusundaki sözleri senin hoşuna gider; o, hasımların en yamanı olduğu halde kalbinde olana Allah’ı şahit de tutar. Hâkimiyeti ele aldığında ise ülkede bozgunculuk çıkarıp ürünleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” ( Bakara, 204-205)
“Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır. De ki: “Asıl doğru yol ancak Allah’ın yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır.” (Bakara, 120)
Önsöz
Oryantalistlerin hemen hepsi, doğunun insanlığa sunduğu değerlerden faydalanacakları yerde, çoğunlukla, doğunun kültürünü harap etmeye çalışmışlardır. (s. 10) Batıya açılmanın kazançları vardır. Ne var ki, batıya açılma, batı taklitçiliği ve daha da önemlisi, batı hayranlarına dönüşünce, akla kaybettiklerimiz sorusu gelmektedir. Önce kendimize, kendi insanımıza güvenimizi kaybettik, kendi değer ölçülerimize yabancılaştık, bunlardan soğuduk. Bunun yanında, “batı ne yaparsa iyi yapar” peşin fikrine kapıldık. Her şeyi batılı gözle veya batı ölçüleriyle görmek hevesine düştük. En önemli konularda bile ilk akla gelen, batılıların yaklaşım şekilleri oldu. Batı’yı taklit etmekle her şeyin düzeleceğimizi zannettik. (s. 11) Sonunda, Kur’anı Kerim’e, hadislere bile farklı gözle gözle bakmaya başladık. Elimiz altındaki kendi öz değerlerimiz, batılılar elinde nedense bize başka türlü gelmeye başladı. Kısa süre içerisinde böylesine hızlı bir değişimin çeşitli sebepleri vardır. Söz konusu sebepler arasında önemli payı, oryantalistler ile oryantalistlerin özellikle aydın çevreler üzerindeki tesirleri alır. (s. 12) Oryantalistler son iki asır içinde, sömürgeci devletlerin siyasi ve askeri hakimiyet kurma istedikleri, oldukça zengin yeraltı ve yer üstü kaynaklarına sahip doğu ülkelerinin, manevi değerlerini incelemeye ağırlık vermişlerdir. Ele aldıkları bütün konuları, bir yandan istedikleri gibi yorumlamışlar, diğer taraftan da son derece ustalıkla sokuşturdukları fikirlerle saptırmak istemişlerdir. (s. 13) Sömürgeci ülkeler, belli başlı yükseköğretim kurumlarında, geçmişi uzun yıllara dayanan birer şarkiyat bölümü açmışlardır. Çalışmaları daha çok sömürgeciliğe zemin hazırlama hedefinin açık belgesidir. Zaman, oryantalistlere, ‘sömürgeciliğin keşif kolu’ diyenleri haklı çıkarmıştır. (s. 14) İslam aleminde yıllardır süren anarşi ve dağınıklığının temelinde yatan sebebe ışık tutan şu itiraf çok önemlidir: “Onların her şeyini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hale geldiler.” Fransız oryantalist Louis Massignon. (Said, Oryantalizm, s. 8) Aslında oryantalist bu sözleri ile, ‘Müslümanları, sömürü için müsait hale bizler getirdik’, demek istemektedir. Oryantalistler, İslam üzerine araştırma yapmışlardır. Aralarında iyi niyetli olanlar varsa da, bunlar çok azdır. İslami değerlere saldıranlarının sayısı hayli fazladır. (s. 15) Onlara göre, Muhammed peygamber değildir. Kur’an, vahiy ürünü değildir. Dolayısıyla, İslam ancak Kılıç zoruyla yayılabilmiştir. Müslümanlar ise, medeniyetten nasibini almamış, barbar yığınıdır. İlmi araştırma ve tarafsızlık perdesi arkasına saklanarak, ustalıkla sokmuş durdukları bu telkinlerle, bir taraftan İslamiyet’i yanlış tanıtmış, diğer taraftan Müslümanların zihinlerinde şüphe ve tereddüt uyandırmışlardır. (s. 16) Aynı zamanda, bir Hıristiyan misyoneri veya Yahudi din adamı olan bir oryantalist, herhangi bir İslami konuya, kendi öz kültürünün tesiriyle bakmaktan kendini ne ölçüde koruyabilir? En önemlisi, Müslüman’ın kendi kaynaklarından öğrenebileceklerini, oryantalistlerden öğrenmesi halinde, bunlar, dininin hedefi olan dünya ve ahiret saadetini temin etmeye yetecek midir? “Ey iman edenler. Muhakkak ki, Yahudi bilginlerin ve Hıristiyan rahiplerin çoğu, batıl sebeplerle insanların mallarını yerler. Onları, Allah yolundan alıkoyarlar.” (Tevbe, 34 ) Oryantalistler yazdıkları eserlerle, halkı dinlerinden soğutarak, sömürgecilere fikri altyapı hazırlayarak, kısaca; sömürgeci devletlerin öncülüğünü yaparak, bu ayetin bize verdiği mesajı, aynen gerçekleştirmekte değiller midir? (s. 17) İlim yolcuları, araştırdıkları konuyu asıl kaynağından, kendisinin araştırması gerekir ki, ilmi olan metotta, budur! (s. 19)
Sunuş
Oryantalistler, İslam tarihinde, Müslümanlarla ilgili gerçekleri çarpıtarak, İslami değerlerden şüphe uyandırmak ve böylece bu değerlerin insanlara vereceği mesaja mani olmak istemektedirler. (s. 21) Mesela oryantalistler, Osmanlılar hakkında asılsız şeyleri, öğrencileri vasıtasıyla Müslümanlar arasında yaymaktadırlar. Söz gelişi, Onlara göre Müslüman Türkler, Arap ülkelerini sömürmekten başka bir şey yapmamışlardır. Oryantalistlere göre, yıllarca bayrağını taşıdıkları iman birliği ideali, emperyalist gayelerinin gerçek yüzünü gizleyen perdeden başka bir şey değildir! Oryantalistler, İslam medeniyetini olduğundan farklı ve gerçeklere tamamen aykırı bir biçimde göstermişlerdir. Bundan amaçları da, bu parlak medeniyeti küçümsemek, insanlığa sunduğu değerlerle sinsice alay ederek, kaynağı olan İslam dinini, Müslümanların gözünde küçük düşürmektir. (s. 22) Oryantalistler, tefsir, hadis, fıkıh alanlarında da çalışmışlardır. Yeri geldiğinde, bu ilimlere ait metinleri bozmuşlar, bozma imkanı bulamadıkları zaman, yanlış anlaşılmaların sağlamışlardır. İslam dinine toz kondurmamayı kendilerine amaç edinmiş kimi gayretli İslam âlimleri, oryantalistlerin çalışmalarına ve İslami konuları araştırırken taşıdıkları art niyetlere eğilerek, faaliyetlerinin gerçek yüzünü ortaya koymuşlardır. (s. 23)
Oryantalizm
Oryantalizm üzerine yeteri kadar araştırma ve eser ortaya konulamamıştır. Profesör Necip el Akiki’nin ‘el-Müsteşrikûn’ kitabı gibi, oryantalistleri aşırı şekilde öven veya misyonerlik ve sömürgecilik faaliyetlerini kısmen de olsa açığa çıkarmaya yönelik çalışmalar yeterli değildir. (s. 25 ) Çağdaş Arap edebiyatı dalında, oryantalistlerin ilk talebesi Taha Hüseyindir. ‘Cahiliye edebiyatı’ kitabının önsözünde şunları söyler: Batılıların, Doğu Edebiyatı’nı dillerini araştırmaları sonucu, vardıkları ilmi sonuçlardan haberi olmayan bir Arap edebiyatı hocası nasıl düşünülebilir? İlim, bugün için ancak bu insanlardan alınabilir! Ta ki kendi edebiyatımızı geri alıncaya kadar. Bu bir fikir köleliğidir. (s. 26 ) Profesör Ahmet Emin de, ‘Fecru’l-İslam’ ve ‘Duha’l-İslam’ isimli eserlerinde, aynı zihniyeti temsil eder. Oryantalistlere aşırı hayranlık besleyen diğer biride, Doktor Ali Hasen Abdulkadir’dir. Bu yazarlar Margoliouth, Goldziher gibi oryantalistlerin fikirlerini, ustaları olan bu oryantalistlere nispet etmeden, kendi fikirleri imiş gibi yazmışlardır. (s. 27 ) Almanya da 4 yıl kalan Ali Hasan Abdulkadir, Ezher’de ilk dersine şöyle başlamıştır: “İtiraf etmeliyim ki, 14 yıla yakın süre Ezher’de okudum ama İslam’ı hiç mi hiç anlayamamışım. Onu ancak Almanya’daki tahsilim sırasında anlayabildim.” (s. 28) Oryantalistlerin İslami metinlerde tahrif yaptığını kabul etmeyen Abdulkadir, “Oryantalistler, bilhassa Goldziher, insaflı alimlerdendir. Ne nasları, ne de gerçekleri asla tahrif etmez.” demektedir. (s. 32) “Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sakın ola ki sizi adaletten ayırmasın.” (Maide, 8) ayeti gereği şunu ifade etmeliyiz ki, mutlak olarak övmekte, mutlak olarak kötülemekte, oryantalistlerin yaptıkları çalışmalara ve gerçekleştirdikleri ilmi araştırmalarla tarihe mal olmuş gerçeklere ters düşer. (s. 34 )
Oryantalizmin tarihi
Doğu araştırmaları ile ilgilenen ilk batılı ilim adamının kim olduğu ve bu işin ne zaman başladığı kesinlikle bilinmiyor. 999 yılında Endülüs medreselerinin birinden felsefe, tıp, matematik gibi dersler görüp mezun olan, daha sonra da Roma kilisesine Papa seçilen Fransız rahip Jerbert, Muhterem peder Pierrele Aenere, ve Gerard de Gremone (s. 34 ) gibi din adamlarından sonra, İtalta’da, Padua Medresesi gibi enstitüler kurulmuştur. (s. 35) 18. yüzyılda, batının İslam ülkelerini istila etmeye başlamasıyla beraber, batı ülkelerinde, doğu ile ilgili dergiler çıkarılmaya ve el yazması kitaplar, batıdaki kütüphanelere kaçırılmaya başlanır. 19. yüzyılın başlarında, Avrupa’ya kaçırılan yazma kitapların sayısı 250.000 rakamına ulaşmıştır. (s. 36)
Oryantalizmin alanı
Batı sömürgeciliğinin doğuya yönelmesinden sonra oryantalizm, bütün Doğu dillerini, örf, adet, medeniyetlerini, coğrafyasını, buralarda yaşayanların gelenek, göreneklerini, konuştukları dillerin en meşhur lehçelerini, araştırmaya başlamışlardır. (s. 37)
Oryantalizmin sebepleri
Dini sebepler: Batılıları, oryantalizm çalışmalarına iten sebeplerin başında, dini sebepler gelir. Oryantalizm, ilk defa rahipler eliyle başlamıştır, günümüze kadar da aynı şekilde devam etmektedir. Özellikle, Hıristiyan rahiplerin önem verdikleri tek konu, İslamiyet’i tenkit ederek, iyi gördükleri taraflarını kötülemek, gerçeklerini de tahrif etmekti. Amaçları, Hıristiyan halka, İslamiyet’in yayılmaya layık bir din olmadığını göstermek, Müslümanları kaba, cahil, kan dökmekten hoşlanan kimseler olduklarını, dinlerinin bedeni zevkleri önceleyen, buna karşılık, ruhu yüceltecek ahlaki özelliklerden uzak bir din olduğunu göstermeye çalışmaktı. Çünkü Hıristiyan batılıların gözünde İslam, Hıristiyanların tek rakibi durumundaydı. (s. 38) Ayrıca, batılı Hıristiyan din adamları, İslam fetihlerinin ardından başlayan Haçlı Seferlerinin, daha sonra da, Avrupa’daki Osmanlı fetihlerinin geride bıraktığı şiddetli bir İslam korkusunu çok iyi kullanmışlar ve bu arada da, İslami konularda araştırma faaliyetlerine hız vermişlerdir. Her şeyden önce, birer din adamı olan rahipler, İslam araştırmalarında misyonerlik hedeflerini unutmadılar. Müslümanların manevi miraslarına şüphe sokabilmek için, İslam’a ait bütün değerleri, kendi kültürleriyle yetişmiş Müslümanların gözünde küçük göstermeye çalışmışlardır. (s. 39)
Emperyalist sebepler: Müslümanların ruhundaki manevi direnme gücünü kırmak, düşüncelerini karıştırmak için oryantalistler, ele geçirmek istedikleri ülkelerin Müslümanlarının itikat, ahlak, adetlerini incelemişlerdir. Bu şekilde, ülkelerin güç kaynaklarını, zayıf taraflarını öğrenmeyi amaçlamakta idiler. Taki bu yolla Müslümanlar, batının kucağına düşsünler, ahlaki değerlerini, hatta inanç esaslarını bile batıdan alsınlar. Sonunda bir daha kendilerine gelemeyecek şekilde, Batı kültür ve medeniyetine boyun eğmek zorunda kalsınlar. Arap ülkelerinde, zamanla izleri silinmiş, Arapların Müslüman olmalarıyla adı sanı unutulmuş tarihi ırkçılığı körüklüyorlar. Mısır’da firavuncuğu, Suriye Lübnan ve Filistin’de Fenike’ciliği, Irak’ta Asuriliği canlandırmaya çalışıyorlar. (s. 40)
Ticari sebepler: Batı, sanayi ürünlerinin sürümünü arttırmak, İslam ülkelerinden çok ucuz fiyatla hammadde satın almak, çeşitli İslam ülkelerinin yerli sanayini ortadan kaldırmak amacıyla, onlarla ticari ilişkiye girmişlerdir. (s. 41)
Siyasi sebepler: Batılı ülkeler, büyükelçilikler vasıtasıyla, gazeteciler, aydınlarla irtibata geçip, onlara kendi devletlerinin istediği doğrultuda telkinlerde bulunmaktadırlar. Daha sonra arabuluculuk, nasihat veya yardım bahanesiyle içişlerine karışmakta, aralarında ayrılık çıkardıkları ülkeleri birbirine düşünmektedirler.
İlmi sebep: Oryantalistlerin çok az bir kısmı oryantalizmi, sırf doğu milletlerinin dil, din, kültür, medeniyeti öğrenmek için benimsemiştir. Bu kişilerin araştırmaları, oryantalistlerin büyük çoğunluğunun araştırmalara göre gerçeğe daha yakındır. Oryantalistler arasında bu gruptan olanların sayısı son derece azdır. (s. 42)
Oryantalistliğin hedefleri ve vasıtaları
Görünüşe göre ilmi Hedefleri: Bu hedefin şu amaçları vardır. Hazreti peygamberin peygamberliğinin güvenilirliğine ve İslam’ın ilahi kaynağı olan vahye şüphe sokmak: Oryantalistlerin hemen hepsi, Hazreti peygamberin Yüce Allah tarafından vahiy indirilen bir peygamber olduğunu inkar eder. Örneğin C. Brockelman, ‘İslam milletleri ve Devletleri tarihi’ adlı kitabının 13. Sayfasında: “Muhammed, hemşerilerinin çok tanrıcılığın hiçliği ile birlikte, diğer milletlerde bir peygamber vasıtasıyla kendini tanıtmış olan Allah’ın, onları daha ne zamana kadar bu imansızlıkta bırakacağı sualini kendi kendine soruyordu. Bu düşünce, böylece onun için de bizzat kendisinin bu peygamberliğe memur edilmiş olduğu şeklinde olgunlaştı. Fakat fıtrî çekingenliği, uzun zaman öyle birisi olarak ortaya çıkmaktan kendisini men etti. İlk defa, Hira Dağı’ndaki şahsına özel bir olay, şüphesini giderdi. Orada, bir gün kendisinin sonradan Cebrail olarak kabul edeceği bir hayal göründü. İçindeki, kendisinin tanrının elçisi olduğuna dair beliren sesi, buna isnat etti.” demektedir. Bu yazar, sahabelerin defalarca gördükleri vahyin dışarıdan görünüşünden bahseden hadiseleri, kendilerine göre gelişigüzel açıklarlar. Kimisi vahyi Sara nöbeti olarak; kimisi zihni dolduran hayallerim mahsulü olarak; kimisi de ruh hastalığı ile açıklamaya kalkışmışlardır. Oryantalistlerin hepsi, ya Musevi ya Hıristiyan’dı. Kendi peygamberlerini kabul ederler ama Hazreti Muhammed’in peygamberliğini kabul etmezler. Bu durum, çoğunluğu ruhban, papaz veya misyoner olan bu insanların benliklerine işlemiş dini taassuptan kaynaklanan inadî inkardan başka bir şey değildir. (s. 44) Oryantalistler, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğini de kabul etmezler. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimizin ümmi bir insan olduğu belirtildiği için, geçmiş milletler’e ait tarihi gerçeklerle de Kur’an’da karşılaşan oryantalistler, tıpkı Peygamberimiz zamanındaki Mekkeli müşrikler gibi, geçmiş peygamberlerle ilgili bilgileri, kendisine haber veren kimselerden aldığını iddia ederler ve bu konuda birbirinden farklı, birbiriyle çelişkili iddialar ileri sürerler. (s. 45) Yine Kur’anı Kerim’de yeni keşfedilmiş ilmi gerçekler ile karşılaşınca, bunları da peygamberin zekâsına isnat ederek garip bir tutum içine girerler.
İslam’ın ilahi bir din olduğunun inkâr edilmesi: Peygamberimizin peygamberliği ve Kur’an’ın da ilahi bir kitap olduğunu inkârdan sonra sıra, İslam’ın da ilahi bir din olduğunu inkâr etmeye gelmiştir. Buna delil olarak, İslam dini ile Hıristiyanlık ve Yahudilik arasındaki bazı benzer noktalara dayanan kuru iddialar ileri sürerler. (s. 45) Onlara göre ilahi dinlerin esasları birbirine zıt olmalıdır. Sanki bir dini gönderen Allah, diğerini gönderen Allah’tan başka bir varlıktır. (s. 47) İslam alimlerinin dayandıkları hadisleri şüpheye düşürmek: Uydurma hadisleri vesile yapan oryantalistler, bunları kullanarak Hazreti Peygambere ait sahih hadisler üzerinde şüphe uyandırmaya çalışırlar. Bunu yaparken, İslam alimlerinin son derece sağlam arama ve tespit kurallarına dayanarak sahih hadislerin sahih olmayanlardan ayırt edilmesini sağlamak uğruna sarf ettikleri gayreti görmezden gelirler. Halbuki kendi dinlerinde, ellerindeki mukaddes kitaplarının sıhhatini tespite yarayacak, Müslümanların tespit ettikleri metot ve kurallardan, yüzde biri bile yoktur. Kısaca oryantalistler, hadisleri, Hz Muhammed’in vefatından sonraki ilk 300 yıl içinde Müslümanların uydurmuş olduğunu ileri sürerler. (s. 48) İslam hukukunun kendine özel kıymetine gölge düşürmek: Oryantalistler, İslam hukukunun Roma hukukuna dayandığını yani, batıdan alındığını öne sürmüşlerdir. Fakat, ‘Lahey’de toplanan Uluslararası mukayeseli hukuk Kongresi’nde, İslam hukukunun kendine özel bir hukuk sistemi olduğu açıkça ortaya konmuştur. (s. 49) Arapçanın ilmi gelişmelere ayak uydurma gücünde şüpheler meydana getirmek: Amaç, Arap edebiyatının gelişmemiş olduğunu, Batı edebiyatının ileride olduğu izlenimini verip, Batı edebiyatına muhtaç olunduğu gibi gösterilip, Müslümanlara kompleks aşılamak, İslam edebiyatının zenginliği konusunda tereddütler ortaya çıkarmaktır. Bu, aynı zamanda bir kültür emperyalizmidir. (s. 49)
Dini ve siyasi hedefleri: Müslümanların kafasına, peygamberleri, Kur’an’ları, hukuk sistemleri, fıkraları ile ilgili konularda şüphe sokarak zihinlerini bulandırmak. Bunda, dini hedeflerin yanı sıra, sömürgecilik hedefi söz konusudur. Müslümanları, medeni kültür miraslarının değerinden şüpheye düşürmek: Onlara göre Müslümanlar, Roma medeniyetinin felsefesini ve kültür eserlerini nakletmekten başka bir şey yapmamışlardır. (s. 50) Müslümanların kendi kültürlerine olan güvenlerini zayıflatmak, bütün insani değerlerine, inanç esaslarına ve yüce prensiplerine, şüpheci bir gözle bakmalarını sağlamak: Amaç, batı emperyalizminin, Müslüman ülkeler üzerindeki baskısını arttırmak, Müslümanlar arasında batı kültürünü yaymak için bunları yaparlar. Çeşitli ülkelerde yaşayan Müslümanlar arasındaki kardeşlik ruhunu zayıflatmak: İslam öncesi var olan ırkçılık duygularını canlandırmak, aralarındaki anlaşmazlık ve ihtilafları artırmak yolu ile bunu yapmaya çalışırlar. Ferdi olayları genelleştirirler, halkları birbirine düşürürler. (s. 51)
İslam kültürünü sadece ilmi araştırma yapmak maksadıyla inceleyenler: Sayıları çok az olsa da, yine de bu gruba giren insanlar vardır. Bazısı da sonradan Müslüman olmuştur. Thomas Arnold, ‘İslam’ın yayılışı’ isimli bir eser yazmıştır. Burada, Müslümanların başka dinlerden olanların Müslümanlara yaptıklarının aksine, onlara karşı her devirde hoşgörü ile davrandıklarını, delilleriyle ortaya koymuştur. Müslüman olduktan sonra Nasiruddin Denier adını alan Fransız oryantalist Denier ise, Hz Peygamberin hayatına dair bir eser yazmıştır. (s. 53)
Oryantalistlerin hedeflerini gerçekleştirme vasıtaları
İslam, Hazreti Muhammed, Kur’anı Kerim üzerine dini kitaplar yazmak; dergiler çıkarmak; İslam ülkelerinde hastane, yardım derneği, yetimhane adı altında misyonerlik propagandası yapan yerler açmak, konferanslar vermek, makaleler yayınlamak, kongreler düzenlemek, İslam ansiklopedisi’ni neşretmek ki, bu ansiklopedi İslamiyet’e dair tutarsız, gerçek olmayan fikirler, iddialar (s. 54-57) Oryantalistlerin yayınladığı önemli dergiler: Fransızlar 1787’de, İngiltere 1823’de, Amerikalılar 1847’de, önce cemiyetler, dernekler kurdular, daha sonra dergi çıkarmaya başladılar. (s. 58-59)
Oryantalistlerin önde gelen isimleri ve önemli eserleri: A. J. Arberry: İngiliz asıllıdır, İslamiyet’e karşı taassubu ile tanınır, İngiltere’de öğrenim gören Müslüman öğrencilerin hocalığını da yapmıştır. Alfred Guillaume: İngiliz asıllıdır, İslam’a karşı taassubu ile tanınır. Mısır’dan gelen Müslüman öğrenciler ondan mezun olurdu. Baron Carra de Vaux: Fransız asıllıdır. İslam’a karşı aşırı önyargılıdır. Hamilton Alexander Rosskeen Gibb: Çağdaş İngiliz oryantalistlerin en meşhurudur. Mısır dil Akademisi üyesidir. Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde, İslam ve Arap araştırmaları bölümünde hoca idi. Ignas Goldziher: Macar asıllı Yahudidir. İslam düşmanlığı ile tanınır. John Maynard: Amerikan oryantalistidir. İslam’a karşı ön yargılarıyla tanınır. S. M. Zweimer: Misyoner oryantalisttir. İslam dinine aşırı düşmandır. ‘The Muslim World’ dergisinin kurucusudur. Amerika’da, adına Hıristiyan İlahiyatı araştırma ve misyoner yetiştirme Vakfı kurulmuştur. Aziz Atiyye Durial: Mısırlı Hıristiyandır. Müslümanlara karşı aşırı kindardır. İslami değerleri bozmada ustadır. Haçlı seferlerine dair bazı kitapları vardır. Gustave E. Bon Grunebaum: Alman asıllı Yahudi’dir. İslami değerlere karşı düşmanlığı, bütün yazılarında kolaylıkla fark edilir. Philip Hitti: Amerika vatandaşlığına geçmiş, Lübnan asıllı Hıristiyan’dır. İslam’ın azılı düşmanlarından biridir. Amerika Dışişleri Bakanlığı, Ortadoğu meseleleri kısmında özel danışmandır. Amerikan ansiklopedisine, ‘Arap edebiyatı’ maddesinde şunu yazmıştır: Yeni edebiyatın belirtileri, ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru görülmeye başladı. Bu yeni edebiyat akımının öncüleri, daha çok Amerikalı misyonerlerin gayretleriyle yetişen Lübnanlı Hıristiyanlardı. A. J. Wensinck: İslam’ın amansız Düşmanlarındandır. Eskiden Mısır Dil Kurumu üyesiydi. Kur’an’ı, Hz Peygamberin, ‘önceki dini ve ve felsefe kitapların bir özeti’ olarak yazdığını ileri sürmüştür. K. Cragg: Amerika asıllıdır. İslamiyet’e şiddetle karşı olan birisidir. Kahire’de, Amerikan Üniversitesi’ne ders veriyordu. Amerikalı misyonerlerin dergisi, The Müslim Word’de, yazı işleri müdürü idi. Louis Massignon: Çağdaş Fransız oryantalistlerin en tanınmışıdır. Fransız sömürge Bakanlığı, Kuzey Afrika bölümü danışmanıdır. Ayrıca, Mısır’da bulunan Fransız Misyoner Derneği’nin ruhani lideridir. I. Dünya Savaşı sırasında, 5 yıl Fransız ordusunda çalışmıştır. Mısır Dil Kurumu ve Şam’daki Arap bilim Kurulu üyesidir. Duncan B. MacDonald: Amerika asıllıdır. İslamiyet’e karşı aşırı önyargılıdır. Esas itibariyle, yazılarında misyonerlik ruhu hakimdir, İslam ansiklopedisi’nin de yazarlarındandır. D. S. Margolious: İngiliz asıllıdır, son derece önyargılıdır. İslam ansiklopedisi yazarlarındandır. Mısır Dil Kurumu ve Şam’da bulunan Arap bilim Kurulu üyesidir. R.A. Nicholson: İngiliz oryantalistlerdendir. İslam ansiklopedisi yazarlarındandır. Mısır Dil Kurumu üyesidir. İslam’ın ruha hitap etmediğini, maddeci olduğunu ileri sürer. Mecid Kadduri: Irak asıllı Hıristiyan’dır. Müslümanlara karşı aşırı taassup sahibidir. Henri Lammens: Fransız asıllıdır. İslam ansiklopedisi yazarlarındandır. İslam düşmanlığı ve İslamiyet’e iftirada pek çok oryantalisti geride bırakmıştır. Joseph Schacht: Alman asıllı Yahudidir. İslam’a aşırı önyargılıdır. İslam ansiklopedisi yazarlarındandır. (s. 60-69)
Oryantalistlerin araştırma ölçüleri: Tarafsız araştırmacılar, araştırma istedikleri konu karşısında, her türlü peşin fikirden, şahsi görüşlerden tarafsız kalırlar. (s. 74) Araştırmalarında, sağlam ve güvenilir kaynaklara başvurmayı prensip haline getirirler. Halbuki oryantalistler, İslami konularda araştırmaya, zihinlerinde peşin fikirle başlarlar ve o peşin fikre delil aramaya çalışırlar. Aradıkları delinin sağlam olması pek önemli değildir. Önemli olan o delillerin, şahsi kanaatlerini destekleyip desteklememesidir. Kısaca, kullandıkları delinin sağlamlığı, taşıdıkları peşin fikirleri desteklemesi ile doğru orantılıdır. Bu nedenle, çok kere kişisel olaylardan, genel kurallar çıkarırlar. Böyle olunca da, içlerindeki peşin fikir, tarafgirlik ve hastalık olmasa, kendilerini kurtarabilecekleri çelişkilere düşerler. (s. 75) Mesela Goldziher, hadislerin ve siyerin daha sonra Müslümanlarca ortaya atıldığını ileri sürer. O, İmamı Azam’ın, Bedir Savaşı mı önce yoksa Uhud mu önce, bunu bilmediğini ileri sürer. Buna kaynak olarak da, Demirî’nin, ‘Kitabul’-Hayavân’ adlı kitabını delil gösterir. Halbuki bu kitap, ne tarih, ne de fıkıh kitabıdır. Hayvanların tarihi ile ilgili, yazar, gördüğü ne kadar hikâye, rivayet varsa, sıhhatini araştırmadan eserine doldurmuştur. Yoksa büyük fıkıh alimi Ebu Hanife’nin sadece öğrencilerinin yazmış olduğu siyer kitaplarına (Siyeru’l Evzai, Siyeru’l Kebir) bakılsa, büyük imamın, bu konudaki ilmi derecesinin ne kadar olduğunu rahatlıkla görebilirdi. Ama bu meşhur oryantalist, Ebu Hanife’nin hayatını anlatan birçok ilmi eser’i görmezden gelip, kendi amacına hizmet edecek, ilmi hiçbir delili olmayan böyle bir kitabı kaynak göstererek, yazılarındaki objektiflik ve ilmi seviyeyi ortaya koymaktadır. (s. 77) Oryantalistlerin İslami konularda araştırma yaparken, peşin fikirle hareket ederek, kendi düşüncesine uygun delil aramasına bir başka örneğide, alman oryantalist Carl Brockelmann tarafından yazılan, ‘İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi’ adlı kitabından verelim. Yazara göre, Müslüman Arap idareciler, sonradan Müslüman olan ve Arap asıllı olmayanları, raiyye; ‘sürü’ gözüyle gördükleri, iddiasında bulunur. Halbuki, ‘Rai’ kelimesi ‘Lider, başkan’ ve ‘Raiyye’ kelimesi ise ‘kavim, millet, topluluk’ anlamına gelir. Ayrıca raiyye kelimesi, sadece yabancılar için değil, ‘ bütün halk’ anlamında kullanılır. Ayrıca bir hadiste (Buhârî, Cum`a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvûd, İmâre I/13; Tirmizî, Cihâd 27) ‘Hepiniz çobansınız, emriniz altındakilerden sorumlusunuz.’ anlamındaki meşhur hadiste, ‘Rai’ kelimesinin ‘Emanete güvenilir muhafız olan, emriniz altında bulunanlara adaletli davranan’ anlamlarında kullanıldığı görülür. Başka bir hadiste (Buhari, Ahkam 8:8 /107 ; Müslim, İman 63:1 /88) ‘Raiyye’ kelimesinin ‘Müslümanlar’ anlamda kullanıldığı da, görülmektedir. Bu oryantalistin iddiasını ortaya atarkenki tek dayanağı, ‘Raiyye’ kelimesinin sözlükte, birçok anlamı anında, aynı zamanda, ‘sürü’ manasına da gelmesidir! Sözlükte geçen istediği anlama alıp, hadis kaynaklarında ve İslam alimlerinin o kelimeyi verdiği manayı göz ardı etmek, bilimsel değil, önyargılı çalışmanın bir göstergesidir. (s. 80) Oryantalistler, araştırdıkları tarihi olaylarla, bunların sebep ve sonuçlarını ortaya koymakta, taraflı tutum takınırlar. İslami olayların, sebep ve sonuçlarını öyle ortaya koyarlar ki, hayalden ve kuruntudan başka bir dayanakları kalmaz. Baştan yanlış başladıkları içinde, İslam toplumunu farklı bir şekilde hayal ederler ve gösterirler. (s. 81) Oryantalistler, herhangi bir önemli husus da bile, görüş birliğine varabilmiş değillerdir. Oryantalistler, hayal ürünü Roman kahramanları olarak gördükleri İslam büyükleri ile ilgili kafalarındaki ön yargılarına göre eserler ortaya çıkarmışlardır. (s. 83)
Avrupa’da oryantalistler ile yaptığım görüşmeler
1956 senesinde Avrupa üniversitelerinin çoğunu ziyaret ederek (s. 84) oryantalistler ile tanıştığımda, Müslümanlara ve Araplara karşı besledikleri önyargı yüzünden, hukuki ve toplumsal alanda, İslam kültürü için her bakımdan ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiklerine, daha fazla şahit oldum. Mesela, Cambridge Üniversitesi Hıristiyan ilahiyat fakültesi mezunu olan ve Londra Üniversitesi Doğu araştırmaları enstitüsünde ‘İslam ülkelerinde uygulanan medeni kanunlar’ bölümünün başkanı olan, Profesör Anderson, sırf İslam’da kadın hakları konusunda doktora tezi hazırlayan bir öğrencisinin, İslam’da kadın hakları olduğunu delilleri ile ortaya koyduğu gerekçesi ile tezini başarısız saymıştır. “Üniversitelerde fikir hürriyeti olduğunu savunuyorsunuz. Bunu neden başarısız saydınız” şeklindeki, Mustafa Sıbai’nin sorusuna ise, “Bu öğrenci, İslam dininin resmi sözcüsü müdür? Bu adam, kendisine çok güveniyor. İslam dinini, Ebu hanife’den daha iyi mi anlamıştır?” diye yanıt vermiştir. İskoçya’da bulunan, Glasgow Üniversitesi İslami araştırmalar bölüm müdürü, bir rahip ve bir misyoner idi. Oxford Üniversitesi, İslam Arap araştırmalar bölümü müdürü ise, bir Yahudi’ydi ve en basit bir Arapça cümleyi bile tercüme edemezken, Goldziher, Margoliouth, Schacht gibi oryantalistleri kaynak göstererek, fakültede, tefsir ve fıkıh üzerine dersler vermekteydi. (s. 86) Cambridge Üniversitesinde ise, Arap ve İslam araştırmaları bölüm başkanlığını oryantalist Arberry yapıyordu. Yazar, gezdiği diğer üniversiteler ve kürsü başkanları ile ilgili benzer hatıralarını da anlattıktan sonra, görüştüğü oryantalistler hakkında ki notlarını şöyle sıralar: Birkaç kişi hariç tutulursa, oryantalistlerin hemen hepsi ya Hıristiyan rahip, ya sömürgeci zihniyetin temsilcisi ya da Yahudi’dir. Emperyalist olmayan ülkelerde veya İskandinavya ülkelerinde oryantalizm, sönük geçmektedir. (s .91) Oryantalizm, umumiyetle kiliseden kaynaklanmaktadır. Emperyalist ülkelerde kilise ve Dışişleri Bakanlığı ile yan yana yürümektedir. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler, İslami değerleri sarsmak veya Müslümanların zihnini karıştırma vasıtası olduğu için, oryantalizmi eskiden olduğu gibi, devam ettirmek azminde görünmektedirler. İslam ülkelerinden doktora yapmak için Avrupa ülkelerine gelen öğrencilerin, İslamiyet’in gerçek yönünü aksettirecek veya oryantalistlerin hilelerini açığa çıkaracak tezler hazırlamalarına müsaade edilmemektedir. (s. 91) Mesela, Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve kahire Üniversitesi Edebiyat fakültesi mezunu Doktor Emin el Mısrî, İngiltere’de, oryantalist Schacht’ın iftiralarına cevap vermek için bir tez almaya karar verir fakat diğer oryantalist Profesör Anderson, ‘onun kitabını tenkit tez konusu olmaz, abes bir şey olur.’ diyerek bu teklifi reddeder. (s. 92) Bunun üzerine üniversiteden ayrılarak Cambridge Üniversitesi’ne başvurur. Orada, aynı konuda tez almak ister fakat orada da ret cevabı alır. Sonunda bu tez çalışmasından vazgeçmek zorunda kalır. Mustafa Sibai, ‘es-Sünne’ isimli kitabında, oryantalistlerin İslamiyet’e haksız hücumlarını, gerçekleri nasıl ters yüz ettiğini, kaynakları nasıl bozduğunu, tarihi olayları kafasındaki gizli amaç doğrultusunda nasıl yorumladığını, ilmi değeri olmayan kaynaklara dayanıp, İslam alimlerinin itimat ettiği ilmi kaynakları nasıl yalancı çıkarmaya çalıştığını ortaya koyduğunu belirtir. (s. 93) Amerika’da ise, oryantalizm çalışmaları, İslamiyet’e ve Müslümanlara karşı düşmanlığının en üst noktasındadır. Amerikan üniversitelerinde İslam araştırmaları, İslamiyet’e karşı şiddetli önyargı ve kini olanlar tarafından yönetilmektedir. Bu üniversitelere doktora yapmaya giden öğrenciler, oryantalistlerin bu saldırılarını, temel İslami bilgileri olmadığı için, gerçek ilmi hakikatler zan etmektedirler. Bize düşen, İslam ülkelerinde, İngilizce eğitim yapan yüksek lisans ve doktora bölümlerini kurma zorunluluğudur. (s. 94)
Sonuç
Haçlı Seferleri’nin, askeri ve siyasi yönlerden hezimete uğramasından bu yana batılılar, İslamiyet’ten başka yollarla intikam almak fikrinden, bir an olsun vazgeçmediler. Bunun içinde ilk denedikleri yol, onu incelemek ve tenkit etmek oldu. (s. 95) Batının bütün İslami inceleme ve araştırmaları ile bilimsel gerçeklikler arasında daima şu iki engel bulunmuştur: Avrupa siyaset adamlarının ve askeri kesimin dini taassubu. Mesela Birinci Dünya Savaşı bitip, orduları ile Kudüs’e girdiği zaman Lord Allenby, ‘Haçlı savaşları işte şimdi sona erdi.’ demiştir. Dini taassup pek çok batılı yazarın, İslamiyet üzerine yazdıkları yazılarda, tesirini hala göstermektedir. İstisna bir kitap olarak, Güstave le Bon’un, ‘ Arap medeniyeti’ adlı kitabını görebiliriz. (s. 96) Batılıların son iki yüzyılda uğraştıkları maddi ve ilmi gücün, tarihçi ve yazarlarının gurura kapılmalarına neden olması ve bunun sonucunda bütün medeniyetlerin esas itibariyle batıdan geldiğine, doğru düşünebilen akılcılığın ancak batıda olduğuna inandılar. Ayrıca İslami değerlere bağlı alimler hariç, Müslümanlar geçinen yarı aydınlar, oryantalistlerin tesiri altında kalmışlardır. (s. 97) Bunun sonucu olarak, batı kültürünün tesiri altında kalan bu aydınlar, oryantalistlerin gözüyle İslam’ı ve Müslümanları değerlendirmeye başlamışlardır. Onlar zannetmişlerdir ki, oryantalistler, gerçek olandan başka söz söylemezler, onlar son derece hassas ilmi metotlara uygun hareket ederler. Bu Aydın kesim, gerek eski metinleri okuyup anlamadaki zorluğu göze alamamaları, gerekse bir an önce neticeye varmak arzularına sahip olmaları ve bir de dini çevrelerde bilinenlere aykırı, yeni şeyler ortaya atma hevesi yüzünden, oryantalistlerin eserlerini kaynak kabul etmişlerdir. (s. 98 ) Zaman gelmiş, aşağılık duygusu, zayıflık, kompleksi ve oryantalistler karşısında kendi insanına güvenmeme zaafı, bütün benliklerini kaplanmıştır. Öyle ki, oryantalistleri gözlerinde büyütmüş, haklarında asla kötü şeyler düşünmedikleri gibi, Müslümanlara karşı dini taassupla hareket edeceğini de, hatırlarına getirmemişlerdir. (s. 98 ) Son zamanlarda, İslam ülkelerindeki siyasi uyanış ile beraber oryantalistlerin araştırmalarının altında yatan dini ve emperyalist gerçekleri Müslümanlar görmeyi başlamışlardır. Bir gün gelecek, evlatlarımız ve torunlarımız, batılıların koyduğu tenkit ölçüleriyle, onların ilimlerini itikatlarını eleştirecekler ve bir de bakacaklar ki, bugün bize yakıştırdıkları çelişki ve karışıklıkların çok daha fazlası kendilerinde mevcut! Kendi metotları ile kutsal saydıkları kitaplar ve atalarından kalan manevi değerler tenkit edilince, geriye mukaddes kitaplarından ve tarihi ilimlerinden sağlam ve sıhhatli ne kalacaktır? O zaman geldiğinde, batılı yazar ve siyasilerinin faziletin kırıntısını dahi taşımadıkları, üstelikte ahlaksız ve vicdansız oldukları ortaya çıkmayacak mı? (s. 99) İnanıyorum ki, ilimlerimizin ve tarihimizin kaynaklarını öğrenmek üzere -ellerinde Müslümanların yazdıkları eserlerden başka kaynak olmadığını bile bile- batılılara başvurma devri artık geçmiştir. Oryantalistler, her ne kadar dinimizden şüphe etmemizi, alimlerimize şüpheli gözlerle bakmamızı isteseler de, dinimize sağlam bir şekilde inanmanın, alimlerimize güvenmenin zamanı gelip geçmektedir. Artık, ilmi hazinelerimizin üzerindeki tozları silkeleyip, sağduyu ve hür şahsiyet şuuruyla, manevi değerlerimizi, bütün ihtişamıyla gün ışığına çıkarmanın tam zamanıdır. Allah’ın, bütün insanlara gönderdiği din olan İslam’ın anlaşılması işi, bir millete has kılınamaz. Onu, isteyen istediği gibi anlar, ancak, alimleri insaf, hakikate saygı gibi sıfatları taşımak, tarafgirlikten, nefsani heva ve heveslerden uzak olmak şartıyla. (s. 101)
Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler
*
Kuran ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar
Konuyu tamamlayan, ‘Alman ve İngiliz oryantalistlerin Hz Muhammed tasavvuru’ , Batı’da Hz Muhammed imajı’, ‘Kuran’ın kaynağı nedir?’, ‘Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye’ ve ‘Oryantalist iddia, vahiy sara nöbeti mi idi?’ adlı yazılarımıza bakılmasını tavsiye ederiz!
Ateist ve oryantalistlerin ‘peygamberimiz hakkındaki’ genel iddiaları I
Bazı oryantalistler Hz Muhammed’in baştan beri samimi olduğunu kabul ederken bazı ateist ve oryantalistler de Hz Muhammed’in baştan beri yalancı ve aldatıcı olduğunu iddia edenler. Öncelikle bu iddialara karşılık öncelikle ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ ve ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazıların okunmasının faydalı olacağının altını çizmek isteriz. Bu yazılara ek olarak cevaplarımıza geçersek: Hz Muhammed Güvenilir bir kişi idi: Marksist bir oryantalist olan Rodinson, ‘Muhammed, genellikle, bilge, ölçülü, dengeli bir adam izlenimini uyandırmaktadır. El- Emin lakabı verilmiştir kendine. Yani kentin en güvenilir adamı.’ (M. Rodinson, Mahomet, s. 77) demektedir. “Oryantalistlerin yüzyıllar süren bir eksik, hata yakalayabilme gayretleri hep neticesiz kalmıştır. Oryantalistlerce ileri sürülen birçok ithamın gerçekle bir ilgisi bulunmamakta, birçok iddia diğerini yalanlamakta, bir sonraki teori öncekini çürütmektedir.” (Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar, s. 9, 11); Hâlbuki “Kur’an, yalnızca bilgi edinmek için okunacak bir kitap değildir. O, ilahiyat duygusunu tatmak için okunur ve aceleyle okunup geçilecek bir kitap değildir.” diyen (Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 226) Armstrong’u destekler mahiyette İngiliz yazar T. Carlyle Kur’an hakkında, ‘Bir kitap ki, kalpten gelmiştir, Başka kalplere gitmek yolunu mutlaka bulacaktır. Denilebilir ki Kur’an’ın esas karakteri masum doğallığıdır; Bir ihlas ve güzel niyet kitabı olması gerçeğidir.’ Demektedir. (T. Carlyle, Peygamber, Kahraman Muhammed, s. 34) O (sav) aynın zamanda davasında samimi bir tebliğci idi: O, sadece okumakla kalmamış, aynı zamanda onu harfiyen yaşamıştı. (Müslim, Müsafirun, 139; Ebu Davud, Tatavvu, 26; Ahmed, Müsned, VI/54) Hz Muhammed namazda yanılmış ama sonra sevih secdesi yapmıştır. (Tirmizi, salat, 173; Ahmed, Müsned, II/447) Bir gün namaza tam başlayacağı sırada cünüp olduğunu hatırlamış, sahabeye, bekleyin, diyerek hemen evine gidip gusül abdesti alıp yanlarına dönmüş ve namazı kıldırmıştır. (Buhari, Vudu, 34, Müslim, Mesacid, 225, Ebu Davud, taharet, 93) Haşa, sahte bir peygamber olsa cünüp hali ile de kıldırabilirdi. Kimse cünüp olduğunu bilmiyordu ki?! Bir defa olsun gaybı-geçmiş-gelecek zaman ve görülmeyen alemi- bildiğini iddia etmemiştir. Kendisini başka peygamberlerden üstün görülmesini yasaklamıştır. (Kadı Iyad, eş-Şifa bi Tarifi Hukukil-Mustafa I/265) Hayatı, insanlık aleminde çekilmiş ve çekilecek bütün meşakkatlerin, yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 55) Kısaca O, davasına gönülden inanmış samimi bir Müslüman idi.
Kur’an’ın dil, ifade ve üslubu peygamberimizin sözlerinden ( Hadis) farklıdır. (s. 105) Bunu kafir olan oryantalistler bile fark edebilmektedir. Nöldeke, Kur’an’da olmayan kunut duaları hakkında şunu söyler: “Bu metinlerin içeriği ve biçimi Kur’an’ı değil, duayı andırmaktadır. Kunut dualarında, Kur’an’da alışık olmadığımız tabirler vardır. Sena etmek fiili, Kuran’da hiç geçmez.” (Theodor Nöldeke, Kur’an tarihi, s. 48) Hz Peygamber, Kur’an’ın korunması ve yazılmasına verdiği önemi, diğer sözlerine (hadislerine) vermemiştir. Hatta belli bir zaman birimi için, Kur’an’la karışmaması amacı ile hadislerinin yazılmasına da yasak getirmişti. (Müslim, Zühd, 72; Darimi, Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III/12,21,39,56) Bu yasak karışma konusunda endişe ortadan kalkıncaya dek sürdü. (İbni Kuteybe, Tevilü Muhteliful hadis, s. 365)
Kur’an’ın haşmet ve azametini dolaylı yoldan itiraf eden Blachere, şöyle demektedir: ‘Biz, doğunun dini kitapları arasında Kur’an kadar, okunuşuyla fikri düzenimizi dağıtan bir kitap görmedik.’ ( Blachere, Le Coran, s. 29) “Oryantalistlere göre Kur’an ilahi bir vahiy değildir. Dolayısı ile ona değişik kaynaklar aranmıştır. Pek çok Avrupalı Kuran mütercimi, tercümelerinin baş tarafına, Kur’an sanki Hz Muhammed’in eseri imiş gibi’ Muhammed’ ismini yazmışlardır. Oryantalistler her tercümelerinin başına kendilerinin İslam hakkındaki düşüncelerini ihtiva eden mukaddimeler yazmışlardır. Bununla, daha işin başında okuyucuyu yönlendirmek istemişlerdir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 23, 29, 32)
Peygamberimiz, insan olmasından, melek olmamasından, tutun, kendisine kâhin, sihirbaz, şair, başkalarından öğrendi, uydurma olan geçmişin masalları gibi, birçok ithamlara, itirazlara maruz kalmıştır. Birbirine ters düşen bu iddialar, aslında bu bahanelerin temelde bir gerçeğe dayanmadıklarını da ispatı etmektedir. Suçlamalar kendi içinde çelişkilidir. Enbiya 5. ayet bu konudaki tutarsızlıklara dikkat çeker: “Onlar, “Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir. Hayır, onu kendisi uydurdu; hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse, önceki peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler.” Kâfirler, Hz Peygambere körü körüne muhalefet etme sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı. Her gün yeni bir iftira ile ortaya çıkmışlardı. Bu aslında söylediklerine kendilerinin de inanmadığını göstermektedir. Bu şekilde ortaya attıkları her yeni itham, eskisini yalanlamış olmaktadır aynı zamanda. Bu tutarsızlıklarının temel nedeni ‘peşin hükümlü, önyargılı’ olmalarıdır. Günümüz oryantalistleri de benzer iddiaları tekrar ederler. Kur’an’ın bir şahıs tarafında öğretildiği iddiası bile kendi içinde tutarsızlıklar barındırır. Çünkü bu öğretim, işi ‘ tek kişiye’ bile mal edilememiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 134, 136-138)
Bazı oryantalist ve ateistler yukarıdaki iki iddianın dışında Hz Muhammed’in Mekke döneminde samimi iken Medine döneminde ise bu samimiyeti yitirdiği iddia ederler. “Mekke’de samimi idi, zorluklara göğüs gerdi, zenginlerin fakirlere yardımına vesile oldu, davasını samimi şekilde savundu ama Medine’de başarı elde edince gözleri karardı, kişisel arzularının peşine düştü ve peş peşe vahiyler uydurdu.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 146) iddiasında bulunurlar. Bu görüşü savunanlardan biri de ünlü Amerikalı yazar Washington Irving’tir. Yazar önce peygambere sahtecilik ithamına cevap veriri ve şöyle der:” Hayatının birinci evresi bu ithamı çürütür. O dönemde Muhammed ne isteyebilirdi ki? Mal mı? Oysa Hz Muhammed’in malı elinin altında idi. Şan, şeref mi? Oysa O, asil bir aileden geliyordu. Zekası, güvenilirliği saygı görüyordu. Öyleyse bunları kaybetmek pahasına neden çevresi ile anlaşmazlığa, sürtüşmeye girsin ki? Halbuki yeniden o serveti toplamak zordu. Allah yoluna insanları çağırma uğruna hem kendi hem arkadaşları mallarını kaybettiler. Samimi olmasa idi nende bu kadar zorluğa göğüs gersin?” (W. Irving, Mohamet and his Successors, s. 195-196) Yazar Hz Muhammed’in doğruluğunu savunduğu halde peygamberliğine inanamamaktadır. Ona göre peygamber olduğu inancının temel nedeni, bedeni hastalığı idi. Irwing’e göre Medine’de ise, şartlar değişir ve kendisinde dünyalık arzusu uyanır ve samimiyeti kaybolur. (Irving, s. 197) Şaşılacak durum ise, ‘sadece iki sayfa sonra yazarın dönüş yapıp’ Hz peygamberin başarı ve zaferinin kendisinde bir gurur ve şımarıklık meydana getirmediğini, çünkü kişisel heves ve çıkarlar peşinde olmadığını, aksine bir dini yaymak hedefinde olduğunu söylemesidir. Oryantalistler arası çelişkiler kadar bizzat yazarların kendileri de iddiaları ile kendi içlerinde çelişirler. Çünkü “önyargı ile yazmaya başlarlar. Amaçlarını önceden belirlemişlerdir. Delillerle hedefe ulaşmazlar; önceden karar verdikleri amaca uygun deliller ararlar; çelişkili, zayıf, uydurma olsa da fark etmez!” M. Rodinson’da Mekke dönemini samimi bulur ama Medine dönemini sorgulasa da şu itirafta bulunmaktan kendini alı koyamaz: “Muhammed’in Medine’de aldatıcı olması gerekmez. Çünkü o, kendisine gelen fikir ve çözümlerin sadece ve sadece Allah’tan geldiğine inanmakta idi.” der. (Rodinson, Mahomet, s. 254) Bu iddiaların aksine, peygamberimiz cömertliğinin en büyük ve açık örneklerini asıl Medine’de vermiştir. Medine’ye geldiğinde peygamberlik görevi kat kat güçleşmiş idi. Bir taraftan evlerini, mallarını terk ederek Medine’ye gelen müminlerin hayatlarını güvence altına almak ve diğer taraftan Yahudilerin küstahça düşmanca davranışları ile uğraşması gerekmekte idi. Ayrıca Mekke müşrikleri ile defalarca savaşmak zorunda kalmıştı. “Peygamberimizin amacı şahsi menfaat değil, şirki ve zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti ortaya çıkarmaktı. Peygamberimiz en sade bir hayat yaşadıktan sonra, borçlu olarak vefat etmiştir. Mekke’yi fethedince de genel af ilan etmiştir.” (İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat nurları, s. 386) “Bazılarının bizi inandırma çabası içinde olacağı gibi, Hazreti Muhammed bir tebliğci iken birdenbire elde kılıç, her rastladığını dinine kabule zorlayan bir mutaassıp durumuna gelmemiştir. Avrupalı yazarlar tarafından Hazreti Muhammed, hicretten itibaren yepyeni bir karaktere bürünmüş gösterilir. Peygamberin, bazı arkadaşlarını dini anlatmaları için görevlendirdiği ve bunlardan bazılarının bir hayli başarısız olmaları, zorlamaya başvurmadıklarının işaretidir.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 58) “Mekkî sureler iman esasları, ahlak ve insanların şahsiyet sahibi yapmayı hedefleyen ayetlerden oluşur. Medenî sureler ise, yukarıdaki hususlarla beraber, aile ve toplum içindeki durum ve görevlerden bahseder.” (Prof İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 62) “Kur’an’ın tedricen 23 senede nazil olmasının ve ‘hüküm içeren (Kamu hukukunu ilgilendiren) ayetlerin’ Mekke de değil de Medine’de nazil olmasının arkasında yatan neden, hükümlerin altyapısını oluşturmak; tepeden inme hükümler getirmemek mantığıdır. Önce, toplum inanç bakımından sağlam temeller üzerine bina edilmiş, ardından da ahkam ayetleri gelmeye başlamıştır.” (Doç Dr Hüseyin Çelik, Kur’an Ahkamının Değişmesi, s. 169) “İslam inanç sisteminde Mekke ‘lâ’ makamıdır. Medine ‘lâ’yı ‘İlla’ ile tamamlar.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medenî, s. 232) “Müslümanların Medine’de savaşçı bir tutum içine girmeleri, tanrı anlayışlarında merhametli sıfatına, sertlik sıfatı eklenmiştir.” (Goldziher, Le Dogm et Le Loi de L’ıslam, s. 22) iddiasında bulunulur. Halbuki Kur’an, her zaman Allah’tan adalet sahibi bir varlık olarak bahseder. Mekke döneminde de Medine döneminde de Kur’an bize, Allah’ın iyiliksever, doğru, sabırlı insanları sevdiğini, zalim, kibirli, kafir insanları sevmediğini bildirir. Kur’an doğru yoldan ayrıldığı için helak edilen kavimlerin kıssalarını Mekkî (Mekke’de inen) surelerde sık sık anlatılması da bu iddiayı yalanlar. Saldırganlara karşı Medine’de farz kılınan cihadın, daha önceleri Mekke’de açık şekilde verilmiş olan ültimatomun ifasında başka bir şey olmadığı ortadadır. (Yunus, 102; Hud, 121; İsra, 58) Kur’an haksız yere bir cana kıymanın tüm insanların canına kıymakla eş kabul eder. (Maide, 32);Hz Muhammed’de cana kıymayı, Allah’a ortak koşmadan sonra en büyük günah olarak ilan etmiştir. (Buhari, Eyman, 16; Nesai, Tahrim, 3) Medine dönemi farz kılınan cihad, dünyevi amaçlar için değil, haksızlığa karşılık vermek (Hac, 39-40; Bakara, 190-191),; hıyanet ve anlaşmayı bozanlara ceza (Enfal, 55-58; Tevbe, 1-2, 4-5,7-8,10-14); güvenliği korumak (Maide 33-34); fitne ve fesada engel olmak (Bakara, 193; Enfal, 73) vb. için farz kılınmıştır. Cihad yerine getirilirken belli ölçüler ortaya konmuştur: Sivillere dokunulmaz, ateşle yakmak yasaktır, yağma, talan yasaktır, yıkım, tahrip yasaktır, organ kesmek yasaktır, esirin öldürülmesi yasaktır, anlaşmanın bozulması yasaktır, vb. (Ayet ve hadisler için; Prof A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 155-156) Bu konuda, ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ adlı yazımıza bakılabilir. Burada nesh (Hükmün değişmesi) kavramını da iyi anlamak gerekir. Allah bir taraftan önceki kuralları nesh ederken yeni kurallarda da tedricilik –aşamalı – metodunu kullanır. Mesela içki toplumdan aşama aşama yasaklanmıştır. Neshe yaratıcının ihtiyacı yoktur, biz insanların ihtiyacı vardır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 153) ‘Nesh’ konusu ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ başlıklı yazımızda ele alınmıştır. Hz Muhammed Medine’ye gelir gelmez Yahudilerle kapsamlı bir anlaşma yapmıştır. Anlaşmada herkes eşit tutulmuş ve dış düşmanlara karşı tek yumruk olmak zorunlu kılınmıştır. (Madde 1-2) Daha önce Yahudiler kendi aralarında bölük pörçük ve birbirlerine düşman iken (Hamidullah, Le prophete, I/178) bu anlaşma ile kendi aralarında da eşitlik sağlanmıştır. (Madde, 26-33) Kendilerini İslam’a girmeye de mecbur bırakmadığını göz önüne alırsak (Madde 25) bu anlaşmanın temel şartı, her tarafın düşmanca herhangi bir yola başvurmamaları, düşmanlara yardımcı olmamak olduğu görülür. (Madde, 16,37,37/B, 43,44) Fakat Yahudiler bir süre sonra anlaşma şartlarına aykırı işler yapmaya başlarlar. Mesela Nadiroğulları, Kureyşlilere Müslümanlar ait gizli haberler ulaştırır ve onları Hz peygamber ile savaşmaya teşvik eder. Müslümanların zayıf yerlerini onlara bildirir. (İbni Hacer, Fethü’l-Bari, VII/332) Bununla yetinmeyerek birkaç kere de peygamberimizi öldürmeye teşebbüs ederler. (Ebu Davud, İmare, 22,23; İbni Hacer, F. Bari, VII/332; Taberi, Tarih, III/37; İbni Esir, ÜSdül Gabe, III/57) Sonunda peygamberimiz onlara aniden hücum etmek yerine haber göndermiş, anlaşma şartlarını çiğnediklerini, bu yüzden 10 gün içinde Medine’yi terk etmeleri gerektiğini bildirmiş aksi halde savaşmayı kabul ettikleri anlamına geleceğini söyler. Buna karşılık onlar, ‘işine geleni yap’ diye cevap verirler. (Taberi, Tarih, III/38; İ. Hacer, VII/233; Belazuri, F. Büldan, s. 24; Mevdudi, cihad, s. 359) Hz Muhammed onları kuşatmak zorunda kalır. Kuşatma uzayınca zayıf kalırlar ve sonunda, kanlarının dökülmemesi, develerinin taşıyabileceği kadar mal götürerek Şam’a göç etmelerine izin verilmesini isterler. Bu izin de kendilerine verilir. (Taberi, Tarih, III/38; İ. Hacer, F. Bari, VII/232) Hz Peygamber istese onların hepsini öldürtebilirdi. Fakat onlar gittikleri yerde de rahat durmadılar. Bütün Arapları Müslümanlara karşı kışkırttılar. İki sene sonra 24.000 savaşçı ile Medine’ye saldırmaya kalkıştılar. Görüldüğü gibi peygamberimiz son derece merhametli davranmış ve ileride kendisine zarar verir diye yılanın başını ezmemiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 157) Beni Kaynuka Yahudileri de bir Müslüman hanımın tesettürüne saldırmışlar, kadının vücudunun görülmesine neden olmuşlar, utanç ve öfkeden attığı çığlıkları duyan bir Müslüman işi yapan Yahudi’yi öldürünce diğer Yahudiler de o Müslüman’ı şehit etmişlerdir. Bunun sonucu olarak Yahudiler 15 gün kuşatılır. Kuşatma sırasında onlara Müslüman olmaları teklif edilse de red cevabı verirler. (Buhari, sahih, 58/6) Sonunda teslim olurlar. Medine’yi terk etmelerine izin verilir. Görüldüğü gibi burada da peygamberimiz onlara merhametli davranmıştır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 157) Beni Kureyza ise, Hendek savaşı sırasında, anlaşmaya aykırı olarak müşrik ordusuyla beraber fiilen savaşa katılırlar. (İbni Esir, el-Kamil, I/13; İbni Hacer, F. Bari, VII/280) “Bir Yahudi Kabilesi olan Beni Kurayza’nın şehri içeriden vurmaya kesin bir alaka gösterilmiş olması, Hendek savaşı sırasında müşriklerin lideri olan Ebu Süfyan’ın tek zafer umudu.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 234) olmuştu. Peygamberimiz onlara elçiler gönderir, onlara öğüt verir. Fakar Kureyzaoğullar,‘Bizimle sizin aranızda anlaşma yoktur.’ diye ilan ederler ve sonunda Müslümanlar iki ateş arasında kalırlar. Öyle ki Hz. peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir barış yapmak karşılığında vermeye hazırlanmak zorunda kalır. (İbni Esir, el-Kamil, II/68; İbni Hacer, F. Bari, VII/281) Ama tüm bu davranışlarından sonra onlara iyilik ile davranmak intihar sayılırdı. Müslümanlar Hendek savaşı bitip kuşatmadan kurtulur kurtulmaz Kureyzaoğullarını kuşatma altına alırlar. Yirmi günlük kuşatma sonunda yenileceklerini anlayınca bir elçi göndererek Sad b. Muaz’ın vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylerler. (Buhari, Cihad, 168, Menakibu’l-Ensar, 12; Müslim, cihad, 29,64; Tirmizi, Siyer, 28; Darimi, siyer, 65) Sad b. Muaz kararını verir: Erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, mallar paylaştırılacak. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 158) Kureyzaoğulları en zor şartlarda anlaşmayı bozmuş düşman tarafına geçmişlerdi. Sürgün şıkkı da mantıklı bir tercih olmazdı çünkü Nadiroğlullarının yaptıkları ortada idi. Bu cezayı peygamberimiz teklif etmemiş, kendilerinin teklif ettiği bir hakem tarafından önerilmişti. Ceza zaten kendi kutsal kitaplarına uygun (Tesniye, 20/10-16) verilmişti. Sadece silah taşıyanlar öldürülmüş, kadın çocuklara dokunulmamıştır. (Mevdudi, Cihad, s. 367) Oryantalistler tüm bunları bilmemezlikten gelmektedirler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 159) Bu konuda, ‘Alman ve ingiliz oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazıya da bakılabilir.
Oryantalistler HZ Muhammed’in ekonomik üstünlük hırsına kapıldığını da iddia ederler. Hâlbuki Hz Peygamber dünya hayatına hiç önem vermemiştir. (Nevevi, Riyazussalihin, s. 236-280) Peygamberimiz Yahudileri malları için öldürseydi, Beni Kaynuka ve Nadir Yahudilerini neden öldürmemiştir? Yahudilere kin duysa idi, Kureyza’dan sonra Hayber Yahudilerini de aynı şekilde cezalandırması gerekmez miydi? Hâlbuki onlara verdiği ceza önceki üç kabileye verdiğinden çok daha az idi. (Ebu Davud, İmare, 23,24; Mevdudi, Cihad, 371-372) Hayber kuşatması esnasında Resulullah’ın yanına gelip Müslümanlığını ilan eden ve bir Yahudi’nin koyunlarını güden hizmetçiye resulullah, efendisine ihanet etmemesini ve hayvan sürüsünü alıp ona götürmesini ve sonra tekrar ordugâha dönmesini emretmişti. (İbni Hişam, Sire, II/344) Savaştığı topluma bu kadar adaletli ve merhametli yaklaşan peygamberimiz Yahudilere asla önyargılı değildi. Peygamberimiz vefat ettiğinde ülkesi sınırları epey genişlemiş, Yemen’den Suriye sınırına dek ulaşmış ve kendisi de bu ülkenin lideri konumunda iken bile kendi savaş zırhı bir Yahudi’de rehin idi. Hayberlilerin bir çeşmesinin başında öldürülen bir Müslüman’ın katili tespit edilemeyince diyetini de bizzat kendisi ödemiştir. (Buhari, cihad, 89; Tirmizi, Buyu, 7; Nesai, buyu, 58; Ahmed, Müsned, I/236; İbni Hişam, Sire, II/354) Hâlbuki öldürenin Yahudi olduğu kesin idi. İsteseydi onlara şu veya bu gerekçeyle diyet ödemeye mecbur ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 161) Oryantalistlerin diğer bir ithamı da peygamberimizin anlaşmalarına bağlılık göstermemeye başladığı iddiasıdır. Kur’an’da defalarca verilen sözün tutulmasının önemi açıkça ifade edilir, yapılan anlaşmalara bağlı kalınması istenir. (Ali İmran, 76; Maide, 1; Enam, 152; Nahl, 91; İsra, 34; Rad, 20 vd.) Peygamberimizde sözden dönmeyi münafıklık alameti saymıştır. (Buhari, cizye, 22;Müslim, cihad, 8; Ebu Davud, cihad, 150) Peygamberimiz bir borcunu ödemek için alacaklıyla sözleştiği yere üç gün boyunca gidip beklemiştir. (Ebu Davud, edep, 90; İbni Sad, Tabakat, VIII/59) Oryantalistler Hz Muhammed’in Mekke’li müşriklerle yaptığı anlaşmalarına sadık kalmadıklarını iddia ederler. Hâlbuki Hudeybiye anlaşmasını bozan bizzat müşriklerdir. Müşrikler Benî Bekir kabilesine askeri ve diğer yardımlarda bulunmuşlar onlarda Huzaalılardan yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Katliama katılanlar arasında İkrime, Safvan, Süheyl gibi Mekke’li müşrikler de vardı. Mekke’li müşrikler efendimizin diyet ödemelerini veya Beni Bekir anlaşmasını terketmeleri isterse de müşrikler her iki teklifi de reddederler. Kısaca katliama yaptıkları destek ve anlaşma çabalarını da kabul etmeyerek Hudeybiye anlaşmasını bozan taraf bizzat müşrikler olmuştur. Oysa şartlarını bizzat kendileri tercih edip yazdırmışlardı. (Buhari, sulh, 6; Müslim, cihad, 90; Ebu Davud, cihad, 156) Hatta anlaşma mürekkebi kurumadan müşrikler safından Ebu Basir Müslüman olarak gelmişti ve Hz peygamber anlaşma gereği onu saflarına kabul etmeyerek geri iade etmişti. (İbni Hişam, Sîre, III/337) Müslüman olarak gizlice bile gelenleri efendimiz Medine’ye kabul etmemiştir. Bütün bunlara rağmen anlaşmayı bozan yine müşrikler olmuştur. Ayrıca, ‘Tevbe 5. ayet’ adlı yazımıza da bakılabilir. Ayet anlaşmaya uyan müşrikler ile anlaşmanın sonuna kadar bağlı kalınmasını istemekte, anlaşmayı bozanlara ise 4 ay mühlet vermektedir. Asıl ihanet edenler, yaptıklarına rağmen, kendilerine dört ay boyunca tam bir hürriyet içinde yeryüzünde dolaşma izni verilen müşriklerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 163)
Diğer bir iddia da peygamberimizin cinsel arzularına aşırı düşkünlük göstermeye başladığı iddiasıdır. Hz Peygamberin -hâşâ- şehvetine düşkün olduğu, bunun için zaman zaman ayet uydurduğu iddia edilir oryantalistlerce. Hz Aişe’nın kelimeleri ile “İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş” (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20) biri olan Hz Hatice’yi ölümünden sonra bile Allah Resulü devamlı hayırla anarken (İbn-i Hanbel, VI, 118) ve efendimizin dul olmayan tek eşi Hz Aişe’ye “Ben, Hatice’yi kıskandığım kadar hiçbir kimseyi kıskanmamışımdır. Bir daha Hatîce hakkında kötü söz söylemeyeceğim.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Nikâh, 108; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 73, 78) dedirtecek kadar dedirtecek kadar Hz Hatice’yi sevip saygı ile anıp ona vefa gösteren (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 165) peygamberimiz, hayatının gençlik bölümünü 25 sene müddetle, kendisinden yaşlı ve dul olan bir tek kadınla dürüst bir şekilde sürdürmüştür. Güya buna da ‘Hz Hatice’nin toplumdaki ağır yeri ve malıyla Hz peygamber üzerinde hakimiyet kurmuş, bu da onu evde söz sahibi yapmıştır’ iddiası ise gerçeklerle asla uyuşmaz! Hz Ebu Bekir’de bütün malını Allah yolunda harcamıştır. Ama bu durum, Ebu Bekir’in kızı Hz Aişe’den sonra Hz Muhammed’in başka kadınla evlenmesine engel olmamıştır. Hz Aişe’de Hz Hatice annemizin aksine genç, bakire ve güzeldi. Peygamberimiz günde günde beş vakit namaz kıldırır, Kur’an öğretir, zekatları dağıtır, anlaşmazlıkları çözer, yabancı heyetleri kabul eder, kral valilerle mektuplaşır, seferlere çıkıp komutanlık yapar, kanun koyardı. Bunların haricinde geceyi de ibadetle geçirir, gündüz oruç tutardı. Gece namazlarında bazen ayakları şişecek kadar ayakta durur- kıyam- bazen de öldü sanılacak kadar secdeye kapanırdı. (Buhari, teheccüt, 6; Bayhaki, el-envaul-Muhammediyye, s.522) Ayrıca ateist ve oryantalistler Ahzab suresi 50. ayeti ve Zeynep binti Cahş ile evliliklerini de gündeme getirirler. Bu konu ve benzeri diğer iddialar ‘Hz Muhammed neden çok kadınlar evlenmiştir?’ adlı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır! Kadınlarla tokalaşmayan peygamberimiz, şehvet düşkünü olsa kadınlara neden örtünmeyi mecbur kılsın? Ayet inip Müslümanların evli bulundukları kadın sayısının dört ile sınırlayınca, peygamberimiz o tarihten sonra başka bir hanımla evlenmemiştir. Kur’an’ı kendi yazsa böyle bir kanun koymaya asla tevessül etmezdi. Kendisine hiç erkek evlat bırakmayan hanımlarını bırakıp onlar yerine genç bakire hanımlar alabilirdi peygamberimiz. İşin ilginç yönü hiçbir müşrik Peygamberimizi bu noktadan yadırgamamışlardır! Efendimiz küçüklüğünden beri tanıdığı ve akrabası olan Hz Zeyneb’i Zeyd’le kendi eli ile neden evlendirsin? Peygamberimiz Hz Zeynep’le evlenip başını ağrıtacağına, -Haşa- nefsine düşkün biri olsa ve Allah adına kitap uyduran biri olsa, eski kölesinin hanımıyla gizli gizli buluşamaz mıydı? Ne de olsa buna ‘tahrif edilen, bozulan’ Tevrat’tan da örnekler vardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 169-176)
Oryantalistler Hz Peygamberin ‘Medine’de Yahudilerle temasa geçmesiyle, onun Hz İbrahim tarihine, nesebi bağlarına aşina olmasını sağlamıştır’ demektedirler. Caetani ve Nöldeke’nin de kabul ettiği sure sıralamasına göre Mekkî olan yani Mekke’de inen 18 surenin değişik ayetlerinde Hz İbrahim’den, yine tamamı Mekkî olan 5 surede Hz İsmail’den bahsedilmektedir. Hac suresi 78. ayette Hz İbrahim gerek peygamberin gerekse Arapların babası olarak geçer. Dolayısı ile Hz İsmail de onların dedesi olmuş olur. Bakara, Ali İmran surelerinde de Hz İbrahimden bahsedilir. Günde beş vakit okunan salavatda da, Hz İbrahim anılır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 178) Hazreti Peygamberin, Hz İbrahim’in Kabe’yi inşa edişini uydurduğu iddia edilir. Halbuki tüm Araplar, nesiller boyu buna inanmakta idiler. Ayrıca Müşrikler meleklerin heykellerini yaptığı gibi İbrahim ve İsmail’in de heykellerini yapmışlardı. İddiaların aksine “Hz İsmail’in babası olması açısından Hazreti İbrahim’in Arapların babası olması da kesinlik” (Blachere, Le Coran, s. 46) kazanmıştır. Üstelik böyle bir hikâyeyi Peygamberimiz uydurmuş olsaydı gerek müşrikler gerekse Yahudiler susmazlardı. Peygamberimiz Kâbe’yi inşa konusunu uyduracak olsaydı, Arap asıllı Hud veya Salih peygamberlere bunu isnad etmesi de ırkçı olan o toplumun şartlarına daha uygun düşmez mi idi? Öyle ya, amaç Mekke müşriklerinin gönlünü almak olsaydı Arapçılık damarlarını okşamak daha uygun olmaz mıydı? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s.180) Oryantalistler peygamberimizin Yahudilerden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirdiğini de iddia ederler ki bu konu ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımızda cevaplanmıştır. ‘Bir putperestlik kültürü olan hacer-i esvedi ibka ettiği’ iddiasına cevap ise, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı sayfamızda cevaplanmıştır.
Ateist ve oryantalistlerin peygamberimiz hakkındaki genel iddiaları II
Birincisi: Oryantalistlere göre Mekkî surelerin kısa olmalarının nedeni Peygamber Mekke’de tecrübesizken kitabını yazmaya çalışırken tereddüt ve kararsızlık göstermesidir. Medine’de ise Kendine güveni artmıştır. İkincisi: Müsteşriklerin hepsi, başlangıçta diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını zamanla şartların gerçekleşmesinden sonra tevhid içerikli ve genele yönelik ayetlerin ortaya çıktığını iddia ederler. Bu nedenle de Mekkî sureler de Allah’ın bir olduğu, Tevhid ve şirke karşı çıkmak yoktur, derler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 203) İddiaların tam aksine İslam daveti başlangıcından itibaren Tevhid eksenlidir. Tüm oryantalistlerce de kabul edilen ve ilk inen ayetlerden olan Alak Suresi şu şekilde başlar: “Yaratan Rabb’inin adıyla Oku, Rabbin en büyük Kerem sahibidir.” Blachere ve Nöldeke’ye görede iniş sırasında ikinci sürede yer alan Müddessir suresinin 3. ayetinde, “sadece Rabbini büyük olarak tanı.” ifadesi yer alır. Aynı surenin 5. ayetinde terk edilmesi istenen şey, ‘ricz’ yani ‘puta tapma’ da vardır. Blachere’e göre 3, Nöldeke’ye göre 4. sırada olan Kureyş suresinde ise açıkça ‘Kabe’nin rabbine ibadet’ etmeleri Müslümanlardan istenir. İlk sıralarda inen Tarık suresinde, Leyl Suresinde, Fatiha Suresinde hep ‘Tevhid’ anlatılır: “Sadece sana kulluk eder sadece senden yardım dileriz.” Mekke’de inen Müzzemmil suresinde de “O, doğunun da batının da rabbidir, ondan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnız onun himayesine sığın.” denir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 204) Nöldeke’ye göre 3. sırada olan Lehep suresinde, Ebu Lehep ve karısının cehennemlik olduğunu belirtilir. Acaba Ebu Leheb ve karısı durup dururken mi Hz Peygamber eziyeti etmişlerdir? On birinci surede Müşrikler ‘Muhammed’in Rabbi kendisini terk etti.’ dedikleri belirtilir. Bu ayet arada bir mücadele olduğunu göstermez mi? Ateist ve oryantalistler önce minareyi çalıp sonra kılıfını uydurmaya çalışıp, peşin hükümlü olarak ortaya attıkları fikirlere kendilerine göre deliller aramaya çalışmaktadırlar. Surelerin sıralanışında bile kendi aralarında bir ittifak söz konusu değildir, çünkü kendi hedef ve ulaşmak istedikleri yere göre keyfi olarak ayet ve sureleri sıralamaktadırlar. ‘Allah, elçisine zamana, zemine ve şartlara göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, peygamberde bunlara harfiyen uymuş ve uygulamıştır.’ Üçüncüsü: İlk döneminde inen ayetlerin karşı tarafın hissiyatına hitap eden, onları bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden ibaret olduğunu söyleyen oryantalistler, bu sözleriyle Kur’an’ın bulunduğu ortamdan etkilendiği iddiasında bulunmaktadırlar. Mekkî surelerden Allah’ın varlığı ve birliği’nden, gücünden bahsedilir, yarattıkları üzerinde düşünmeye davet edilir, Müşriklerle Putlar ve bozuk inançları üzerine tartışılır. İlk muhataplarının çoğu Peygamberimizin azılı düşmanları idiler, etkileme olsaydı onlardan etkilenme olurdu, halbuki Mekkî sureler bu iddianın ‘zıttını’ ortaya koymaktadır. Mekkî surelerde Kıyametten bahsedildiği gibi Medenî surelerde de kıyametten bahsedilir, müşrikleri bekleyen kötü akibetten örnekler verilir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 205-206) Dördüncüsü: Mekke’de inen ilk sureleri kahinlerin sözlerine benzediği iddia edilir. Hâlbuki bütün kahinler ‘bedevi idi ve çocuklarından itibaren bu işle uğraşırdı.’ Hz Peygamber hiçbir zaman gaipten haber verme iddiasında bulunmamıştır! Hatta gaybı bilmediğini ‘ısrarla’ belirtmiştir. (Enam, 50; Araf, 188; Yunus, 20; Hud, 31; Neml, 65) Peygamberimiz kahinleri özenmek değil, aksine onları şiddetle eleştirmiştir. (Müslim, Kasame, 36-38; Ebu Davud, Diyat, 19; Tirmizi, Diyat, 15) Kahinlik çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Peygamberimiz 40 yaşından sonra peygamberliğe başlamıştır. Beşinci: ‘İlk Mekkî surelerde birçok maddi varlıklara yeminler vardır. Medenî sürelerde ise bu ortadan kalkmıştır. Bunun sebebi Mekke’nin sosyal ortamı maddi şeylerden, Medine’nin sosyal ortamı ise daha kültürel şeylerden etkilenirdi’ iddiasıdır. Öncelikle Mekke halkı daha ince ve ileri bir seviyeye sahip idi. Mekke diğer bütün Arap kabilelerinin Merkezi idi, Mekke’de hitap sanatı, kültür ve şiir yaygın idi. Mekke’deki maddi şeylere yeminler, o üzerinde yemin yapılan şeylerdeki ilahi sanata dikkat çeker, arkasındaki Allah’ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye insanları sevk-davet ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 208) Medine döneminde ise artık vahdaniyet fikri yayılmış, Kur’an’ın da içeriği buna göre, doğal olarak değişmiştir. Altıncısı: Kur’an’ın kaynağının İnciller olduğu iddia edilir. Fransız Doktor Maurice Bucaille, ‘Kur’an’da her defasında Hz İsa için ‘Meryem’in oğlu’ ifadesinin kullanıldığını belirtir ve bu konuda İncil’den ayrılır.’ der. İncil’e göre ise, İsa’ya ‘Baba’ üzerinden soy kütüğe izafi edilir ve Tanrı babanın oğlu olarak kabul edilir. En temelde burada birbirlerinden ayrılırlar. Bu konuda daha detaylı bilgi için ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza bakılabilir. Ayrıca oryantalistler, ‘ilk başlarda Mekke’deki ayetlerde’ Ey iman edenler’ ibaresi varken daha sonra yerine ‘Ey insanlar’ sözü kullanılmaya başlandı, bu da Muhammet hedefini zamanla büyüttü’ yorumunu yaparlar. Hâlbuki ‘Ey iman edenler’ ifadesi Medenî surelerde de geçer. Mekkî sureler de cihanşumul, evrensel davet örnekler vardır. Mesela Tekvir suresinde, “Kur’an âlemler için bir öğüttür, âlemlerin rabbi Allah’tır.” (Tekvir, 27-29) ayeti buna örnek verilebilir. Bu konu detaylı olarak ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızın, ‘Kur’an sadece Araplara mı indirilmiştir?’ adlı başlığın altında ele alınmıştır. Yedincisi: ‘Mekkî surelerin üslubu şiddet ve sertlik tehdit doludur, Medenî surelerde ise bu durum değişecek, yumuşaklık, merhametlilik özellikleri kazanacaktır. Bu da Medine ortamını bir yansımasıdır.’ iddiası ileri sürülür. Hâlbuki bazı Medenî sureler de de aynı özellikleri vardır; münafıklar ve Yahudiler azarlanmaktadır. Aslında Kur’an baştan sona mağfiret ve tehdit; kabul ve red gibi unsurlarla doludur. İlk ayetlerde de (Fussilet, 33; Şura, 36, 43; Hicr, 87; Zümer, 53 vd.) ayrıca yer yer yumuşaklık, müsamaha, hoşgörü örnekleri vardır. Mekkî ve Medenî surelerin üslup farklılıkları bir gerçektir. Mekke’de hitap edilen kesim Peygamberimizin davetini reddeden putperestlerdir. Müslümanlara işkence ve zulüm yapmışlardır. Medine’deki insanlar ise Peygamberimizi bağrına basan, kılıç ve kalemleri ile müdafaa eden bir topluluktur. Hitap her toplumun, her olayın, her ortamın yapısına uygun olmalıdır. Sekizincisi: Hz Muhammed ‘ilk Mekke’de, alışma dönemini geçirmiştir; surelerde tereddüt, tedirginlik ve ümitsizlik vardır’ iddiasıdır. Herhangi bir ilk inen ayetleri iyi okuduğumuzda, onda zerre kadar bir endişe, tereddüt, tedirginlik asla göremeyiz! Hepsi de ele aldıkları konuları, kendisinden son derece emin, hatta üst üste te’kid ve yeminler ederek, basa basa dile getirilirmiştir. Dokuzuncusu: ‘Mekke’deki sureler kısadır, çünkü halkı kabadır. Medine’deki sureler uzundur, çünkü halkı kültürlüdür. Bu nedenle Medine’de ayetler uzunlaşmıştır.’ İddiasıdır. Bir kere Mekkî surelerin hepsi kısa olmadığı (Enam, Araf, Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim vd.) gibi. Medenî surelerin hepsi de uzun (Nasr, Zilzal, Beyyine, Rahman vd. ) değildir. Ayrıca iddia edilenin aksine Kureyş’in ortamı, Araplara göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagat/sanatta ileriydi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 210-215) Onuncusu: Hz Muhammed’in ‘Mekke’de Yahudi ve Hıristiyanlara dokunmadığı, Medine’de dinini ancak ayrı bir din olarak ilan ettiği’ iddiasıdır. Mekkî birçok surede de ehli kitaba karşı cephe alındığını görebiliriz. Mesela Nahl, 63: “Allah’a andolsun, senden önceki çeşitli topluluklara da mutlaka elçiler göndermiştik; fakat şeytan onlara yaptıklarını allayıp pulladı. ‘Bugün de şeytan öylelerinin velîsidir. Onlar için dehşetli bir azap’ vardır.” Bu konuda özetle şunu söyleyebiliriz, Kur’an, ihlaslı alimlerle, kendilerini Yahudi ve Hıristiyan kabul eden ama nefislerine uyan kimseler arasında açık bir ayrım yapar. (Draz, Initiation au Coran, s.141) Bu konuda ‘Hıristiyanlar cennete girebilecek mi?’ başlıklı yazımıza bakılabilir. On birincisi: ‘Mekke surelerde teşri’ ve ahkâm bulunmamaktadır. Medine’de ise ibadet ve muamelat detayları ile bulunmaktadır.’ Kur’an ile yeni bir toplum; eski toplumdan farklı, siyasetiyle, iktisadı ve kuralları ile ortaya çıkarılmıştır. Uluslararası Hukuk, savaş, barış, askeri konularda yeni düzenlemeler getirmiştir. Bir Devlet olmadan önce söz konusu düzenlemelerin (sosyal kuralların) yapılması mümkün değildir. Bu nedenle Medenî surelerin içeriği şer’i meselelerin düzenlenmesiyle dolu bulunmaktadır. Çünkü bu dönemde yeni bir sistem kurulmakta, o ortama göre de ayeti gönderilmektedir. ‘İman ve ahlak diğer hukuki ve toplumsal yasalardan önce gelir, onların temelini teşkil eder.’ Bu Temeller iyice oturmadan diğer hukuki konulara girilmesi, hem zamansız, hem de etkisiz olur. Ayrıca Mekkî surelerde de ibadet ve muamelat ile ilgili sureler ve ayetler bulunmaktadır. Yine Kur’an Medine’de Yahudilerden etkilemiş olsaydı Kuran’ın içeriğinde bulunan bu gerçekleri daha önce, söz konusu Yahudiler dile getirir, Peygamberliği de kimseye kaptırmazlardı. On ikincisi: Mukattaa harfleri konusu. ‘Bu harflerin kullanılışı Medine’de ortadan kaybolmuştur. Çünkü peygamber rahat bir ortamda, teklif etmeye başlamıştır ayetlerini.’ İddiası. Yirmi yedi Mekkî, iki tane Medenî surede mukattaa harfleri bulunur. Bunlar Araplara bir meydan okumadır. Nöldeke bu harflerin Kur’an’a sonradan eklendiğini ileri sürer ama daha sonra bu görüşünden vazgeçer. Zaten Blachere, Loth ve Power gibi oryantalistler de bu iddiasından dolayı kendisini eleştirmişlerdir. Nöldeke daha sonra bu harflerin ‘levhi mahfuz’u hatırlattığı görüşünü ileri sürer. Ayrıca bu harfler ‘ilk inen surelerden daha çok, daha sonra inen surelerin başında’ yer alır. Rodinson oryantalist iddialarda çıtayı yükseltir ve hiç bir oryantalistin iddia etmediği bir görüşte ileri sürer: ‘İlk zamanlarda Muhammed kekeme idi!’ On üçüncüsü: ‘Kur’an Allah tarafından gönderilseydi peygamberin özel hayatı ile ilgili meseleler onda bulunmaz, Allah’tan gelseydi özel meselelerle ilgilenmezdi’ iddiası. Peygamberimiz Müslümanların rehberi ve önderidir. ‘Peygambere her hitap, diğer bütün İslam ümmetine de bir hitaptır!’ Peygamberimizin hanımlarına bir şey emredildiğinde, aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olur. Hazreti peygamberin ailevi meseleler ile ilgili ayetlerin amacı aynı zamanda ümmeti içinde yasalar ortaya koymaktır! Mesela ifk olayı ile ilgili inen ayet, müfterilere uygulanacak cezayı da ortaya koyar. Sahiplerinden izinsiz başkalarının evine girilmemesi ile ilgili kuralda yine sadece Peygamberimize özel değil tüm Müslümanları genel olarak ilgilendiren kurallardır.’ Bu konuda detaylı bilgi için, ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımızdaki ‘Kur’an’da Hz. Muhammed’e özel ayet var mıdır?’ şeklindeki soruya verilen cevaba bakılabilir! Peygamberimiz daima kendisini bir kul olarak insanlara kabul ettirmiş, şahsını yüceltici şeylerin kendisine yapılmasını istememiştir. (Kehf, 110; Ebu Davud, edeb, 165; İbni Kesir, şemail, s.77; Buhari, Betül halk, 61; Ahmet, müsnet, II/ 231) On dördüncüsü: Carra de Vaux, ‘Kur’an, bir bedevilik görüntüsü yansıtan, kapalı ve zayıf bir metindir. Kur’an çölde çürümüş ve rengi solmuş bir müsveddeyi andırır.’ der. Araplar Kur’an’ı gerek şekil gerekse içerik bakımından güzelce anlamışlardır. Kur’an sadece Araplara inmemiştir. Yalan söylemek, içki, hırsızlık, zina sadece Araplara özel kötü alışkanlıklar değildir. Adalet, iyilik, ahlak, temizlik vb. sadece Araplara lazım değildir. Kur’an, Tevhid, siyaset, toplum ve iktisadi emir ve yasaklarla, her alanda insanları doğruya, adalete, Hakka davet eder. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 218-225) Bu konuda ayrıca İslamî emirler ve hümanizm‘, ‘İslam fıkhı’, ‘Oryantalistler ve Hz. Muhammed’ başlıklı yazılarımıza bakılabilir.
Ateist ve oryantalistlerin ‘Kur’an’ın kaynağı’ ile ilgili iddiaları
Oryantalistler Kur’an’ın kaynağı konusunda da ‘birlik sağlayamamışlardır.’ Kimisi Mekke’de rahiplerden, Haniflerden, şairlerden öğrenildiğini; Kimisi Medine’de Yahudilerden, Hıristiyanlardan alındığını; Kimisi ise içten gelen samimi duyguların sonucu ortaya çıktığını, kimisi hastalık eseri ortaya çıktığını iddia ederler. Yani kısaca birbiriyle çelişkili, tutarsız olan önyargılı iddialarını bilimsel görüntüsü altımda okuyuculara sunarlar.
Dış kaynaklar
Mekke dönemindeki kaynaklar
Ernest Renan Muhammed’i zamanındaki dini hareketi geride bırakmış değil, aksine onun peşine gitmiş birisi olarak tanıtır (Revue de Veux Mondes, Aralık 1851, s. 1089) Halbuki Mekke müşrikleri tek tanrı inancını tamamen ortadan kaldırmış ve sayısız küçük ilahlara tapıyorlardı. Allah’ın kızları olduğuna inandıkları melekler inancı kendilerinde vardı ve putlara tapıyorlardı. Ehli kitap ise tek tanrı inancını, tapılan ilahlarla bir arada uzlaştırmayı becermişlerdi. Toplumsal ve ahlaki durumları acınacak halde idi, kızlar diri diri gömülüyor, yetimler hakir görülüyor, ibadet diye yaptıkları da hatalar ve hurafelerle karmakarışık bir durumda idi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 231)
Bilgileri Mekke’de oturan Yahudi ve Hıristiyanlardan aldığı iddiası
Müsteşrik/oryantalistler, İslam öncesi Mekke’deki dini durum üzerine detaylı bir biçimde durmuşlardır. Bunların gayesi kendilerince Kur’an’ın kaynaklarını bulmaktır. Ama “aralarında bu teorilerinde de büyük görüş ayrılıkları vardır.” Biri İslam’ın kaynağını Hıristiyanlık olarak gösterirken diğerini Yahudilik olarak göstermiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 232) Müşriklerin iddialarındaki samimiyetsizlik, her seferinde başka bir kişiyi ileri sürmelerinden görülmektedir. Müsteşrikler tıpkı Mekkeli müşrikler gibi birbiri ile tutarsız çeşitli iddialarda bulunurlar. İncil’in cahil kimselerce meyhanede duyulmuş olduğuna iddia bile ederler. (Huart, Une nouvelle Source du Coran, s 131) Halbuki Peygamberimizin ne ahlakı, ne meşguliyeti, onun bu çevrelerde olmasını mümkün kılmaktadır. Ayrıca bu kişilerin kendi dinlerini tam bilememeleri kadar yabancı oldukları Arap dilinin de kendileri için bir engel olması gerçeği ortadadır. Ayrıca Kur’an’ın bu ithamlara cevapları doğru olmasaydı, kafirler susmaz, onu çürütmeye çalışırlardı. Bu durum ve cevapları ve onlara cevaplar da hem Kur’an’da hem de İslami kaynaklarda yer alırdı. Ama samimi olmayan ithamlarını müşrikler ortaya atmışlar, cevaplarını alınca da susmuşlardır. Peygamberimiz, ilk dönemlerde hiç kimseyi ne korkutacak, ne de ümitlendirecek hiç bir maddi güce sahip değildi. Yahudi ve Hıristiyanlar, peygamberimize bu dini bilgileri öğretseler, daha sonra kendi dinlerinin yanlış olduğunu ortaya atan Muhammed’i etrafa rezil etmezler miydi? Eğer böyle bir itham gerçek olsaydı, Habeş Kralı Necaşi’yi kışkırtmak için giden Kureyş elçileri bu ithamı tekrar ederlerdi veya Rum kralı Herakl kendilerine soru sorduğunda İslam düşmanı Ebu Süfyan ve beraberindekiler bu ithamı dile getirirlerdi. Çünkü bu onlar için altın birer fırsattı. Eğer bu ithamlarda bulunanlar, iddialarında samimi olsalardı, daha sonra neden Hazreti Muhammed’e iman etmişler ve onunla beraber kendi dindaşların karşı savaşmışlardır? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 234-236)
Rahip Bahira’dan alındığı iddiası
Burada sormak gerekir; Bir Hıristiyan papazına ait olduğu iddia edilen Kur’an, nasıl olur da Hıristiyanlık dininden vazgeçilmesini isteyebilir? Bu nasıl çelişkili bir iddiadır? Şu da çok önemlidir; “İslam tarihçileri olmasaydı söz konusu rahibin tarihte izine asla rastlanamazdı!” Peygamberimiz 9 (Muhammed Hamidullah İslam Peygamberi 1/54) veya 12 yaşında iken, amcası ile yaptığı ticari sefer sırasında Bahira ile karşılaşmış, aralarında bazı konuşmalar geçmiş ve sonunda Bahira onun gelecekte önemli bir şahsiyet olacağını anlamıştır. Tarih kitaplarında geçen bundan ibarettir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 237) Peygamberimiz Bahira bir kere görüşmüştür. ‘O daha çocuk yaşta ve çok kısa süreliğine!’ Kur’an’ın, kainatı kuşatan ve içindeki bunca bilgi, kültür, kıssa, ahkam, öğüt, emir ve yasakları kendisiyle bir kere görüşülen ve o bir tek görüşmeden kısa süre sonra öldüğü bilinen bir kişiden alınması mümkün müdür? Peygamberimize arkadaşlık eden Kureyş’li tüccarlar aralarında bir bilgi alışverişi olsa bunu nasıl görmezler? Okuma yazma bilmeyen (Bu konuda ‘Ümmi peygamber’ adlı yazımız bakılabilir) bir insan, bu kadar bilgiyi bu kadar kısa sürede nasıl alsın? Daha sonra peygamberliği döneminde hiçbir Kureryş’li de Peygamberimize böyle bir itham yöneltememiş ama 14 asır sonra hayal ve kurgu ile beraber bu itham ortaya atılmıştır! Carlyle, ‘Çocuk yaştaki birisinin yabancı bir dille konuşan bir rahipten önemli bir şey öğrendiği’ iddiasını ‘mantıksız’ bulur. Edmond Power, Suriyeli rahibe atfedilen rolün, hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını söyler. Hz Muhammed’in, kendi dininin en önemli noktalarını yanlış sayan yeni bir dini öğrenmiştir Bahira’dan? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 239) Bahira ile peygamber karşılaştıklarında yalnız değillerdi, ayrıca iddia kendi içinde de çelişkilidir: Öyle bir zat düşünün ki, bir şahısta peygamberlik alametleri görsün sonrada bu peygamber şahsiyete karşı öğretmen kesilsin! Bahira İslam’ın kaynağı olsa idi buna kendisi daha uygun olmaz mıydı? Bu bilgi ile ortaya daha önce çıkmaz mı idi? Rahip Bahira’nın mensup olduğu dinin içeriği Kur’an’ın içeriği ile çelişir. Kur’an Hıristiyanların birçok hatalarını düzeltmiş, birçok sapıklık ve yanlışlarını açıkça dile getirmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 240-241)
Yaptığı seyahatlerde ehli kitaptan -Yahudi veya Hıristiyanlardan- aldığı iddiası
Peygamberimiz ticari faaliyetler için bazı seyahatlerde bulunmuştur ve bunlar İslami kaynaklarda yer alır. Gizlenecek, saklanacak bir şey olmadığı, oryantalistlerin bu kaynaklara muhtaç olmalarından anlaşılmalıdır. Peygamberimiz Hıristiyanlarla temasta bulunmuş mudur? Böyle bir temas olsa peygamberimiz bundan memnun kalır mıydı? G. Sale, ‘Ruhban sınıfının arzularının ve sürekli çekişmelerinin daha 3. asırdan itibaren Hıristiyan dünyasını bozulmuş bir hale getirdiğini.’ söyler. Her türlü kötülük, kindarlık, gerçek Hıristiyanlığı bu dünyadan söküp atmış, birçok hurafeler ve fesat ortaya çıkmış ve iyice kökleşmiştir. Doğu Kilisesi parçalanmıştır. Ruhban sınıf arasında da ahlak ve inanç bozukluğu dolaylı olarak bütün halka da sirayet etmiştir. (Sale, Observations sur le Mahometisme, s. 68-71) demektedir. Carlyle da bu önemli noktaya dikkat çekmektedir; ‘ İslamiyet bütün kavgacı ve boş iş, fikirleri öylesine bir tırpanlamıştır ki, bunda son derece haklıydı. O, doğrudan doğruya bir hakikattir. Arap putperestliği, Suriye tarikatları, özetle, gerçekte olmayan bütün her şey, bu İslam ateşi karşısında yanmaya, kuru odun yığınları gibi tutuşmaya mahkûmdurlar.’ (Peygamber Kahraman Muhammed, s. 33) demektedir. Ancient Critianity adlı eserinde Taylor, ‘İğrenç hurafeler ve utanç verici putperestlik, küstah kilise kuralları ve öyle bozuk ve çocuksu ibadet şekilleri. Bunlar Muhammed’in karşılaştığı şeylerdi.’ derken, Moheim de, “Yedinci asırda gerçek din, manası olmayan bir takım hurafeler yağını altında kalmıştı” demektedir. Huart ise, ‘Suriye’de Hıristiyan dininin tatbikatını görmüş olmasının Muhammed’in düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir icra etmiş olduğu görüşünün, ne kadar cazip olursa olsun, bu konudaki tarihi kaynakların kesin olmaması sebebiyle terk edilmeye mahkum olduğunu’ ifade eder. (Une nouvelle Source du Coran, s.129) “O, yöneldiği her yerde ıslah edilmesi ve doğru yola iletilmesi gereken birçok sapıklıklarla karşılaşmıştır. O halde, o eserinin asıllarını teşkil edecek ahlaki ve dini bir modeli hiçbir yerde görmemiştir. Üstelik o zamana kadar karşılaşmış olduğu fikirlerin tesirinde kalmak şöyle dursun, O, bunları yıkmak için karşılarına dikilmiştir.” (Draz, Initiation au Coran, s. 123) Müsteşrikler şunu gözden kaçırıyorlar ki, bu yolculuklarda Hazreti Muhammed hiçbir zaman yalnız başına değildi. Peygamberimizin çevresinde olan hiç mi bir kimse, Yahudi ve Hıristiyan fikirlerini öğrendiğini hatırlayamadı? “Oryantalistler tek bir iddia üzerinde fikir birliğine de sahip değillerdir.” İddialarına da kuvvetli bir delil getirememektedirler. “Tıpkı Mekke’li müşrikler gibi onları da, ta baştan itibaren, Peygamberi yalanlamakta kesin kararlı idiler.” Necran Hıristiyanları Peygamberimizin Hıristiyanlardan bir şeyler öğrenen bir tüccar olduğunu bilselerdi, onu yalanlayıp, onunla mübahele etmekten neden kaçınsınlar ve neden cizye vermeyi kabul etsinler ki? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 246-247)
Haniflerden alındığı iddiası
Hanifler, Allah’ın birliğine inanan, sayıları bir elin parmağı kadar az olan bir gruptur. Bunların fikirleri dağınık ve kapalı idi, nasıl ibadet edileceğini bile bilmezlerdi ve dini olmaktan çok ahlakî bir özelliğe sahip idiler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 249) Haniflerden Müslüman olmayanlarda vardı! Şayet Kur’an onlardan alınsaydı ona karşı çıkmazlar, en azından kendilerinden biri çıkıp şöyle derdi: “Muhammed bilgilerini bizden öğrenmiştir, sonra onu bir din haline getirmiştir!” Özellikle önderlerinden Ümeyye bin ebi Salt susmazdı! Niçin Haniflerden birisi peygamberlik iddiasında bulunmamıştır, öyle ya, bir talebeleri bile çıkıp peygamber olduğunu iddia edebiliyorsa, neden bizzat kendileri böyle bir işe girişmemiştir? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 251) Hanifler kendilerini Hz İbrahim’e nisbet ederler, Hz. İbrahim’in dinine bağlı sayarlar. “Hz Peygamber Hz İbrahim’den yaklaşık 2500 sene sonra dünyaya gelmiştir. Bu kadar uzun zaman içerisinde Hazreti İbrahim’in dininin aslını koruyarak varlığını devam ettirmiş olduğunu söylemek imkânsızdır. Mekke’de Hz İbrahim’in dinine mensup olduğunu ifade edilen 4 kişiden bahsedilmektedir. Onların zamanına kadar Hz İbrahim’in dinine ait metinlerin bulunmadığı bilinmektedir. Müşriklerde Hazreti İbrahim’in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı. Haniflik daha çok, tevhid inancını ifade eder. Tevhid inancı çerçevesinde inandıklarını söyleyen insanların İbrahim’e nispeti, daha sonra gelenek içerisinde ortaya çıkmıştır. Hanif kelimesini Mekkeli müşrikler, kendi inançlarından sapan insanlar için kullanırken, İslam, onların şirkten sapmış olmalarını olumlu manada ele alarak, doğru bir tutum içerisinde olduklarını ifade etmiştir. Hanif Arapçada, mevcut olan gelenek din anlayışından sapmayı ifade eder. Haniflik kavramını müstakil bir dini gelenek anlamında anlamamalıyız.” (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 45-46)
Varaka b. Nevfel’den alındığı iddiası
Lübnanlı bir Hıristiyan olan Yusuf el- Haddad, Hz Muhammed’in Hıristiyan olan Varaka’dan bilgiler aldığını iddia eder. Irving de, Hz Muhammed’in, Varaka’nın Talmut’tan tercüme yaptıklarından alarak Kur’an’a yerleştirdiğini iddia eder ama bir delil gösteremez! Sadece, ‘ama böyle olabilir’, der. Kellet de ‘Varaka’nın bazı Hıristiyan rivayetlerini Muhammed’e anlatması mümkündür’ iddiasında bulunur. O da, ‘Muhtemelen’ Varaka’dan almıştır, der. Müslüman tarihçiler Peygamberimizin hayatı ile ilgili hiçbir şeyi kaydetmekten, yazmaktan çekilmemiştir. Varaka’nın Peygamberimizin hayatında, “ona Cebrail geldiğini ve onun bir peygamber olduğunu, sabretmesi gerektiğini” bildirmesi dışında bir etkisi olmamıştır. Mesudi ayrıca Varaka’nın Müslüman olarak öldüğünü bildirir. (Mesudi, Mürucüz- Zeheb, II/52; benzer rivayet İbni Hişam, I/318) “Hz Muhammed’in elinde hiçbir güç ve hakimiyet yokken Varaka’nın söyledikleri, onun samimi olduğunu gösterir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 254)
Ümeyye bin ebi Salt’tan alındığı iddiası
Fransız oryantalist Huart, Kur’an’ın en önemli kaynağı olarak Salt’ın şiirlerini gösterir. Müslümanların daha sonra Salt’ın şiirleri imha ettiğini iddia eder. (Journal Asiatique, X, vol, IV, 1940, s.125) Power de benzer iddiada bulunur. Salt içkiden ve putlardan uzak duran, kendisine Muhammed hakkında sorulduğunda ‘kuşkusuz o hak üzeredir.’ cevabını veren, Müslüman olmak için Şam’dan gelmiş iken, Bedir Savaşı’nda dayısının iki oğlunun öldüğünü öğrenince geri dönüp Taif’e yerleşen bir kişidir. Şiirleri ancak Müslümanlar sayesinde günümüze kadar gelebilmiş ve bu sayede iddia sahiplerinin de eline ulaşabilmiştir! “Müslümanlar hiçbir zaman bir eseri, Kur’an’ın, İslam’ın aleyhine olacak diye yok etme yoluna gitmemişlerdir!” Bunun en güzel örneği Kur’an’a aykırı olan veya İslam’la savaşmak amacıyla söylenen sözlerin, İslam kitaplarında yer almasıdır! Zamanla İslam’a mesafeli duran Salt, şüpheli bir şeyle karşılaşsaydı sessiz durmaz, bunu ifade ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 255) Salt’ın şiirleri hikmet ve ölçüler ile doludur ama şiir tenkitçileri bu şiirlerin kendisine ait olmadığını, aksine İslami dönemden sonra yazılıp, ona isnat edildiğini söylerler. (Cevat Ali, el-Mutavvel, VI/489) Oryantalistler İslam Tarihi kitaplarının sağlıklı bir tarihi kaynak olmadığını ileri sürerler, Siyerin doğruluğundan kuşku duyarlar ama bu kitaplarda yer alan Salt’ın şiirlerine kesin gibi yaklaşıp (Taha Hüseyin fil edebil cahili, I/1549) sonrada bu kaynaklardan hareketle işine geldiklerini doğru kabul edip İslam’a saldırılar! Oryantalistlerin bu iddiasının aksine Salt, Mekkî Surelere ait son ayetin inişinden sonra sekiz sene daha yaşamış ve şiir yazmaya devam etmiştir! Yani oryantalist iddianın aksine etkilenen Salt’tır! Peygamber hiç kimseden bir şey öğrenmediğini açıkça ilan etmişti, Salt herhangi bir etkilenme olsaydı, özellikle akrabalarının ölümünden sonra bunu herkese yayardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 257) Ayrıca kendi dönemlerinde bile, şiirleri bizzat duyan, okuyan insanlar böyle bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir! Bu iddianın aksine edebiyata esas teşkil eden daha çok Kur’an-ı Kerim olmuştur! Huart’ında işaret ettiği gibi ‘Salt, şiirlerinde cehennemden bahsederken kitabı Mukaddes’ten, Cennetten bahsederken Kur’an’dan etkilenmiş, tarihten bahsederken zaman zaman halk efsaneleri ve mitolojiye müracaat etmiştir.’ (Draz, Initiation au Coran, s. 127)
Ubeydullah Bin Cahş
Eşi sayesinde Müslüman olmuş, Habeşistan’a göç edince orada, Hıristiyan olmuş ve içki içmeye başlamış ve orada ölmüştür. İslamiyet’in ilk dönemlerindeki imtihanlara sabredemeyip, ilk fırsatta misafir olduğu ülkenin dinine girmiştir. Tutarlı bir psikolojiye sahip olmadığı ortadadır. Eğer herhangi bir şekilde fikirlerini Hz. Muhammed’in almış olsaydı başlangıçta ona iman etmezdi veya Hıristiyan olduktan sonra bunu ilan ederdi. Hanımını bile İslam’dan döndürememiştir. Cahş’ın bütün kardeşleri de Müslümanlığı kabul etmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 259)
Zeyd b. Amr bin Nüfeyl
Claire Tisdall, The Original Sources of the Coran adlı eserinde Nüfeyl’in, peygamberin hayatı ve ahlak ve üzerinde büyük tesir icra ettiğini iddia eder. Bu zat Hz İbrahim’in dinine aramak üzere seyahat ile çıkar fakat aradığını bulamaz ve Hicaz’da döner fakat burada bir bedevi tarafından öldürülür. Nüfeyl’in Kur’an ile paralellik arz eden bazı hakikat ve faziletleri ifade etmiştir fakat bunlar son derece sınırlı ve bir milletin idaresine hiçbir şekilde yeterli gelmeyecek sayıdadır. Ayrıca bu insanlar Hazreti İbrahim’in dinini aramak için yola çıktıkları halde ‘hiçbir şey bulamadan geri dönmüş ve hiçbir şey bilmediklerini kendi itirafları ile sabit olan’ kişilerdir. Oğlu Said Bin Zeyd, amcaoğlu Ömer Bin Hattab ve amca kızı da Müslüman olmuştur. Oğlu, Hz Muhammed’in kendi babasından dinini öğrendiğini hissetse idi, hiç bir zaman Müslüman olmazdı. Hele hele İslam’ın çok erken dönemlerinde Hz. Ömer zaten İslam düşmanı idi, amcasından bir şeye aldığını zerre kadar hissetmeseydi asla İslam’a girmezdi, aksine bunu açıklardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 260, 262)
Ebu Kays Sırma bin ebi Enes
Bu zat Müslüman olmuştur. Haniflerden olan bu zatın Peygamberimizi etkilediğine dair Mekkeli müşriklerden hiç bir iddia ileri sürülmemiştir. Ama 1400 sene sonra günümüz oryantalistleri İslam’ın bu açığını (!) bulabilmişlerdir! Peygamberimiz döneminde yalancı peygamberler de ortaya çıkmışlardır. İkisi tövbe ederek Müslüman olmuş, diğer ikisi ise kafir olarak ölmüşlerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s.263)
Şairlerden alındığı iddiası
Oryantalist Tisdall başka konularda peygamberimize çamur atmak istese de bu konuda diğer oryantalistlerle aynı düşünmez ve ‘Günümüzde bile Kur’an’dan ayetlerin alınıp bunların dini ve felsefi içerikli kitaplara aktarmanın çok yaygın bir adet’ olduğunu ifade eder, ‘Muhammed’in, İmrü’l-Kays gibi meşhur şairlerden fikir çaldığını farz etmek güçtür.’ der. Lyull, İmrü’l-Kays’a izafe edilen şiirlerin üslup, ifade ve vezne dayanan sebepler dolayısıyla İmrü’l-Kays’ın olmadığına kanaat getirir. (William St. Clair Tisdall, The Original Sources of the Qur’an, s. 47-48) İsmail Fenni, İmrü’l-Kays’a atfedilen ve Kur’an’da da bazı ifadeleri yer alan beyitlerin hiçbirinin İmru’l-Kays’ın divanında yer almadığını söyler. (Ertuğrul, Hakikat Nurları, s.163) Hafız İsmail Efendi, Ruhu’l-Meani tefsirinde İmrü’l-Kays’a isnat edilen iki beyiti zikrettikten sonra, ‘bunun aslı yoktur, bu Müvelledin-İslam’ın ilk asrında yaşayan şairlerden sonraki şairler- şairlerindendir.’ der. Sahabe içinde de İmrü’-Kays veya bin ebi’l Salt’ın ve benzeri şairlerin şiirlerini bilen, duyan birçok kimse vardı. Aralarında bir benzeme olsaydı bundan şüphe duyan ve bunu açıklayan mutlaka olurdu. Ayrıca bu şairlerin sözlerinden biri olan, ‘insan ne kadar nankördür.’ sözü gibi, doğru sözü daha önce söylemeyen veya duymayan var mıdır? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 266-267) Goethe, Noten und Abhandlungen ( Haşiyeler ve araştırmalar) adlı eserinde, Hz Muhammed’e ayırdığı bölümde, ‘Şairle nebi arasındaki farkı açıklar.’ (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 271) ve dolaylı yönden bu ithama da cevap verir. “Kur’an çalışmaları profesörü Angelika Neuwirth, “Hiç kimse Kur’an’a meydan okumayı başaramadı. Evet, doğru. Hatta Kur’an’ın, kayda değer bir yazılı metnin bulunmadığı bir çevrede, Kur’an gibi zengin bir içerik ve mükemmel bir ifade tarzına sahip bir kitabın birdenbire ortaya çıkışını izah edemeyen batılı araştırmacıları, bu hususta şaşkınlık içinde bıraktığını da düşünüyorum.” demektedir. Yedinci asırda, ‘Arap lisanında ve şiirde ustalaşmak isteyenler seneler boyunca şairlerin gözetiminde çalışmak zorundaydı.’ Aralarından hiç biri çıkıp, Hz Muhammed’in kendisinin talebesi olduğunu öne sürmemiştir. Hz Muhammed’in mesajını yaymada başarılı olmuş olması, zamanın şairlerine ve dil uzmanlarına karşı galip geldiğini gösteriyor. Sahtekârlığın, 23 senelik nüzul suresi boyunca hiç ortaya çıkmadan devam ettiğini ileri sürmek mantıklı mıdır?” (Hamza Andreas Tzortzis, Hakikatin izinde, Din bilim Ateizm, s. 324, 337, 338) Meşhur şairlerden Lebid bin Rebia Müslüman olmuştu. İnsanlar buna şaşırır. Çünkü o, müşriklerin en seçkin şairlerinden biri idi. Ona, ‘şiir yazmayı neden bıraktığını’ sordular, şöyle cevap verdi: “Ne! Kur’an’ın vahyinden bile sonra mı?” (A. A. Islahı, the Quran, Fatiha ve Bakara suresinin tefsiri, I/26) Kur’an ve Arap dili profesörü Palmer, ‘Arapların en iyi yazarlarının, Kur’an seviyesinde hiçbir eser ortaya koymamaları şaşırtıcı bir şey değildir.’ der (E. H. Palmer, The Quran, s. 4) Oryantalist Profesör Martin Zammit, “İslam öncesi uzun Arap şiirlerinin mükemmel edebi sanatına rağmen Kur’an, Arap dilinin en üstün hali ve tezahürüdür.” demektedir. (M. R. Zammit, A Comparative Lexical Study Quranic Arabic, s. 37) “Hz Muhammed’e ilk başlarda şair diyen Mekke’li müşrikler bunda başarılı olamayınca ve iddialarının gerçek olmadığını anlayınca eleştirilerini Kur’an’ın, ‘eskilerin masalları’ olduğu şeklinde değiştirmişlerdi.” (M. M. Ali, The Quran and the Orientalists, s. 14)
Sabiilerden alındı iddiası
Tisdall, “sabiilerin İslam’a tesiri fazladır, namaz, oruç, fıtır bayramı bunlardan alınıştır.” der. Ayrıca onların ‘kıyamet günü inançları olduğunu ama garip bir takım hayali fikirlerin bunlara karıştığını’ da ifade eder. Sabiiler Mekke’de yaşayan putperest bir topluluktur. Bunların fikirleri Kur’an ve hadislerce reddedilmiştir. Fikirlerini müşriklerden ayırt etmek güçtür. Melek ve yıldızları ilahlaştırmışlar, kestikleri kurbanların büyük değil küçük kısmını tanrıya, gerisini küçük ilahlara sunmuşlardır. Dualarında şirk unsurları çoktu. Sünnet olmazlar, ibadetlerini de İslam’ın yasakladığı zamanlarda (Güneş doğar, batarken ve tam tepede iken) yaparlardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 269) Kızlarını putlara kurban ederlerdi. (G. Sale, Observations Hist. et Crit. sur le Mahometisme, s. 31; Draz, Initiation, au Coran, s. 63-66;İslam ansiklopedisi, Sabia maddesi) Allah her topluma peygamber göndererek İslam’ın aynısını onlara da tebliğ etmiş, bildirmiştir. Bozulan unsurlar dışında aslına uygun kalan kısımların daha sonra gelen ve bozulmamış hak din ile benzerlik göstermesi gayet doğaldır ki, bunu hiçbir Müslüman inkar etmez, aksine geçmiş tüm peygamberlere ve kitaplarını kabul etmek imanın esaslarındandır. Detay için, “İslam tüm dinlerin özüdür.” adlı yazımıza bakılabilir!
Hz Ömer’den alındığı iddiası
Dozy, Tarihi İslamiyet adlı eserinde vahiyler üzerinde Hz Ömer’in tesiri olduğunu iddia eder. Maxime Rodinson’da aynı şüpheyi dile getirir. Hz Ömer, kadınların örtünme, Hanımları ile Peygamberimizin aralarındaki hafif münakaşalar konusunda ve Hazreti İbrahim’in makamını namazgâh edinilmesi gibi konularda, söylediği sözler ile bu konularda inen ayetler arasında bir paralellik vardır. Hz Ömer, ‘Faruk’ lakabını alan, aklıselim sahibi, takvalı, ince anlayışlı bir insandır. İslam tarihinde de bu konular gizli kapaklı konular değildir ve ‘Muvafakat-ı Ömer’ adı ile kaynak kitaplarda bu konular geçmektedir (Ayetleri anlamaya yönelik yoğun çaba içerisine giren sahabilerin bazısı, basiret ve feraset özellikleri ile öne çıkmış, karşılaştıkları olaylar hakkında vardıkları kanaatler vahiy ile uyum içerisinde olmuştur. Peygamberimiz ashabı ile istişareler etmiş, kararlarını buna göre vermiştir. Bazen istişare yapılan konularda ayette indiği olurdu. Abdullah b. Ömer’in şu rivayeti de Hz. Ömer’in muvafakat hususunda sahâbe içerisindeki seçkin konumunu göstermektedir: “İnsanlar bir mesele ile karşılaştıkları zaman görüş beyan ederlerdi, aynı mesele hakkında Ömer de bir görüş beyan ederdi, ancak vahiy Ömer’in görüşüne uygun inerdi.” (Tirmizî, “Menâkıb”, 17) Fakat birçok hususta Hazreti Ömer’in görüş ve kanaatinin aksine ayetler de nazil olmuştur. Hz Ömer babasına yemin ederdi, bu yasaklanmış, o da vazgeçmiştir. Başka bir seferde Peygamberimiz, Hazreti Ömer’in görüşüne karşı olan kadının görüşünü desteklemiştir. Yine ‘sabah akşam rablerine dua edenleri kovma’ ayeti kerimesi, Hz Ömer tarafından belirtilen görüşe tamamen ters olarak nazil olmuş bir vahiydir. Peygamberimizden ayeti işitince Hz Ömer, efendimizin huzuruna geniş ve özür dilemiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 270, 272) Peygamberimiz gerektiği zamanlarda, Hz Ömer’e muhalefetten çekilmezdi. Hudeybiye Anlaşmasında Hazreti Ömer, ‘Sen Allah’ın elçisi değil misin? Niçin bu zilleti hakareti kabul ediyoruz?’ diye itiraz ettiği halde anlaşmayı imzalamış, Hz Ömer’de daha sonra hatasını ifade etmiştir. Hz Ömer, şiddet taraftarıydı, birçok kere İslam’a aykırı hareket eden düşmanların öldürülmesini Peygamberimizden istemiş, fakat her defasında Peygamberimiz bu isteği reddetmiş, insanlara doğruyu göstermiş ve irşada devam etmiştir. Bir seferinde Peygamberimizin yanında Hazreti Ömer ve Hazreti Ebubekir, bir konuda tartışırken, sesini yükseltmiş, bunun üzerine ayet gelmiş ve ‘sesinizi peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin’ ayeti inmiş. Hz Ömer’de daha sonra, peygamber efendimiz konuştuğunda öylesine açık sesle konuşurdu ki, ona gizli bir şey söylediği sarılırdı. (Buhari, tefsiri sure, 49, 1) Kur’an, sayılı konularda Hz Ömer’in görüşü ile paralellik gösterirken sayısız noktalarda onun inanç, ahlak ve yaşayışını düzeltmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 426) Hz Ömer her zaman peygambere iman etmiş, Peygamberimiz ve dini için bütün dünyaya meydan okumuş biridir. Hz Peygamberimizde İslam yolunda, dünyalık teklifleri elinin tersiyle itmiştir, mesela, kadın-makam ve para teklifine cevap olarak, ‘ Onlar güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar yine tebliğ görevimden vazgeçmem.’ diyerek mübarek gözlerinden yaş gelerek, hemen kalkıp gitmiş, teklifi reddetmiştir. (İbni Hişam, I/266; Taberi, Tarih, II/ 220)
Halk fikirlerinden alındığı iddiası
H. Gibb, ‘Hz Muhammed doğup büyüdüğü muhitte dolaşan düşünce ve inançlar arasında yeni bir yol açmıştır.’ derken; M. Watt,’ Kur’an, kendisinden önce aydın Mekke’lilerce bilinen Araplara özel bir şekle bürünmüş Yahudi ve Hıristiyan fikirlerden yararlanmıştır. Kur’an’da yer alan temel fikirlerden hiçbir yoktur ki, Muhammed ve aydın çağdaşlarının aklında bulunmuş olmasın.’ der. ( Watt,el-vahyul İslami fil-asrıl-hadis, s. 83-84) Kur’an getirdiği düzen ile bütün Araplar için yeni bir sistem olduğunu açıkça vurgular. (Ali İmran, 44; Hud, 49; Yusuf, 3, 104; Kasas, 4-6) Müşrikler, sabiiler, Mecusiler, Yahudiler, Hristiyanlar her biri gerçeği kendilerine göre savunuyorlardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s s. 278) O, bütün bu inanç sistemlerini anlatmaya kalkmış olsaydı, Kur’an-ı Kerim ne korkunç bir kargaşaya şahit olurdu. (Draz, s. 130) Hz Muhammed’in kimisi temelden batıl-geçersiz, kimisi değiştirilmiş olan bu dini inançların malzemelerinden Kur’an’ı meydana getirdiğini iddia etmek ki, okuma yazma bile bilmeyen bu insan için bunu iddia etmek, çok gülünç bir iddiadır. Ümmi, okuma yazma bilmeyen, bilgisiz, vahşi, ahlaki zafiyetler içindeki bu insanların, inanç, fikir ve uygulamaları ile Hazreti Muhammed’e öğretmenlik-örneklik yaptığını iddia etmek mantıksızlıktır. Ayrıca Peygamberimiz yeni bir din getirmiş olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiştir, aksine İslam dininin, Hazreti İbrahim’in dini olduğunu ve önceki tüm peygamberlere nazil olan kitapları tasdik ettiğini Kur’an’daki bir ayet ve hadis ile açıkça ifade etmiştir. Hiçbir toplumun bütün örf ve uygulama uygulamaları tamamıyla kötü olamaz. Hz İsmail ve İbrahim asırlar boyu buralarda yaşamış, görüşleri bu topraklarda hayat bulmuştur. Bu hak dinden kalan izler, kalıntılar mutlaka halk arasında yaşaya gelecektir. İşte Kur’an, bu kalıntıları şirk ve cahiliyet enkazı altından çıkararak yeniden hayat bulmalarını sağlamış, değiştirenleri asli haline döndürmüş, geri kalan tüm inanç ve uygulamaları da yasaklamıştır. Cahiliye döneminde, kız çocukları diri diri gömülür, içki içilir ve kumar oynanır, zenginlere öncelik tanınır, ırkçılık- kabilecilik yapılır, faiz alınıp verilir, uğursuzluk inancı, kâhinlik gaipten haberi alma, şirk, fal okları, sihir ile insanlar meşgul olurdu. Melekleri Allah’ın kızları kabul edilirdi. Kur’an bu benzeri birçok kuralı değil kaynak kabul etmek ve bünyesine almak, tamamen ortadan kaldırmıştır! Kur’an yetim hakları, fakirlerin gözetilmesi, namaz, zekât gibi kurallar getirmiş; insanlık dışı esasları kaldırmış, yeni bir sistem getirmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 279, 280, 286) “İslam, Kur’an öncesi hayat tarzına aykırı yeni kurallar getirmiştir. Namaz, zekât, faiz, tefecilik gibi. İslam hukuku cahiliye toplumundan ayrı bir toplumun doğmasına neden olmuştur.” (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet oryantalist Schacht’a reddiye, s 37, 44) Zaten William Muir’in “Arap inancının temeli Putperestlikti.” (The life of Mahomet, s. 83) tespiti bu iddiayı temelden çürütmektedir. Dolayısı ile putperestliği yıkan İslam nasıl Mekke’nin hayat tarzını benimsemiş olsun? “İslam’ın putperest Arabistan’da farklı bir yeni hareket olduğu ve bu iki topluluğun ideallerinin birbirlerine nasıl da taban tabana zıt olduğu unutulmamalıdır. Muhammed, yaşadığı dönemdeki toplumu, dini öğretilerini almaya hazır duruma bulmadı. Onlar, Allah’ın elçisi unvanı ile gelen birinin tebliğini kabule asla hazır değillerdi. Hz Muhammed’in öğretilerindeki temel prensipler, Arapların o zamana kadar çok değer verdiklerine karşı tam bir protesto mahiyetindeydi. O zamana kadar kötü gösterilen değerler fazilet olarak öğretiliyordu. Hz Peygamberin çağrısının en zor kısmı, ibadetin yalnızca Allah’a has kılınmasıdır. Bu Araplar tarafından bilinmiyordu. Bu da ayetleri anlamaya pek müsait olmadıkları anlamına geliyordu. İçki, kadın, müzik adı altında ahlaka aykırı ortamlar cahiliye dönemi Araplarının vazgeçilmezleri idi. Hz Peygamber ise bunların her birine ait emirlerin icrasında son derece müsamahasız ve tavizsiz idi.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 68-70) Putperestliğin ortadan kaldırılması konusunda oryantalistlerin de itiraflarının içinde yer aldığı daha fazla bilgi için, ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza müracaat edilebilir.
Medine dönemindeki kaynaklar
Peygamberimizin, ehli kitabın birçok yanlışlarını açıkça ilan ettiği, yanlışlarını düzelttiği insanlardan bir şeyler öğrendiği iddiası mantıklı değildir. Ehli kitaptan birçok bilgin Müslüman olmuş, müşrikler de çok geçmeden İslam’a canla başla teslim olmuşlardır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 402) Hz Muhammed hicret ile birlikte eski putperest çevresinden ayrılarak yeni bir muhite, topluma girmiştir. Bu muhitte Yahudilerin ağırlığı bulunmakta idiler. Hareketleri göz önünden bir insanın bu yeni ortamda, başkalarından bazı bilgileri alıp ta onu Allah’a İsnat etmesi imkansız denecek derecede zordur. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 287) Kısaca, bu yeni Ortamın Hz Muhammed’in bilgilerini derinleştirip köklü bir karşılaştırmaya müsait bir zemin mi sağlamıştır, yoksa böyle bir imkanı büsbütün yitirmiş midir?! Mekke döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili hemen hemen bütün kıssalar tamamlanmıştı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 288, dipnot, 255: Kıssaların anlatıldığı Mekkî sure ve ayetler verilir!) Dolayısıyla bu yeni muhitte Hz Muhammed’in alacağı bir şey yoktur, onlarla ilgili düşünce sistemi daha önceden net bir biçimde ortaya çıkmıştı. Ehli kitap, vahiyden yüz çevirmiş, şeytan yoluna uymuş kimseler olarak Kur’an’da tarif edilir. Yahudiler, faiz, rüşvet ve yalanı mübah saydıkları için eleştirilir. Kur’an-ı Kerim’in böylesine şiddetle tenkit ettiği bir topluluğun ona model ve bilgi kaynağı olacağını düşünmek önyargı ifadesinden başka bir şey değildir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 289)
Medine civarındaki Yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı iddiası
Yahudiler
Medine’de Kaynuka, Nadir, kureyza Yahudileri vardı. Hayber ise Medine’ye 184 kilometre uzakta idi. Yahudiler kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri olduğunu ileri sürüyorlardı. (Maide, 18) Allah’ın taraf tuttuğu anlamına gelen bu anlayışın İslam’a kaynaklık etmesi mümkün müdür! İslam’ın kapıları ise sadece Yahudilere değil, iman ve salih amelle liyakat kazanan herkese açıktır. (Bakara, 62) Onlar Peygamberimize suikast düzenlemişler, peygamberimizin zor durumda bırakacak sorular sormuşlar, ortamlar oluşturmuşlardır. Her zaman İslam’a ve Müslümanlara mesafeli, hatta düşmanca davranmışlardır. Yahudi alimlerinin önderlerinden olan Abdullah bin Selam daha sonra Müslüman olmuştur. Yahudi bu alimin Müslüman olması bile tek başına Tevrat’ın Kur’an’ın kaynağı olmadığının göstergesidir. Ayrıca, Tevrat’la ilgili tüm hususlar Mekke’de nazil olmuştur. Medine’de ise çok az Hıristiyanlık dinine ait bilgiler indirilmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 291-292)
Hıristiyanlar
Medine’de Ebu Amir adında bir papaz vardı, Hz Muhammed Medine’ye hicret edince şehri terk etmiş, Mekke’ye yerleşmiştir. Kâfirleri de peygamberimiz aleyhine kışkırtılmış, Rum kralına kadar giderek yardım istemiş, Uhud Savaşı’na da katılmış ve daha sonra Şam’a sığınmış ve orada ölmüştür. Bu adamın veya fikirlerinin İslam’a kaynaklık etmesi mümkün müdür? Daha da ilginci öz oğlu Peygamberimize tabi olarak Müslüman olmuştur. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 294) Necran Hıristiyanları, 60 kişilik heyetle Medine’ye gelmişler, peygamberimizle münakaşalar yapmışlar, mübahele-lanetleşme teklifini göze alamayıp geri adım atmışlar, Peygamberimize cizye vermeyi kabul etmişlerdir. Heyet ülkesine döner dönmez başkanları ve papazları geri dönüp her ikisini de Müslüman olmuşlardır. (İbni Sad, Tabakatül- Kübra, 1/85; Hamidullah, Le Prophete de L’Islam, I/576) Hz Peygamberin huzuruna gelip, onunla kıyasıya tartışan, ileri sürdükleri görüşleri inen Kur’an ayetleri ile çürütülen, peygamberin üstünlüğünü ve İslam’ın hakimiyeti cizye vererek kabul eden daha sonra başkanları ve lider papazları Müslüman olan bir heyet ve temsilcileri, hiçbir suretle Kur’an’ın bilgi kaynağı olabilir mi? İsa’yı Hz Allah’ın oğlu kabul eden bir inanç, Tevhid dini olan İslam’la uzlaşabilir mi ? Kur’an meseleleri öyle hassas bir terazi ile bakar ki, Hazreti İsa’nın mucizevi doğumlu inkar etmez ama tanrının oğlu olduğu iddiasını da kabul etmez! Hz Muhammed Kur’an’ın yazarı olsaydı, Hz İsa’nın tanrılığını inkar ederken mucizevi doğumunu da inkar edebilir, bu problemli gözüken durumdan rahatlıkla kurtulabilirdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 295-297) Fakat böyle yapmaması bir yana Yahudiler tarafından Hazreti Meryem’e yöneltilen iftiraları da reddetmiştir. (Nisa, 155-160) Peygamberimiz Kur’an’da eski peygamberlerin mucizelerinden bahseder. Bu Müşrikler ve Yahudilerinde kendisinden mucize beklentilerine yol açar. Fakat her seferinde Peygamber Efendimiz kendisinin sadece elçi olan bir insan olduğunu (Ankebut, 50; Rad, 7; İsra, 59) belirterek onlara cevap verir. Hâlbuki önceki peygamberlerin mucizeleri inkar edebilirdi. Bu tutumu bile onun samimi ve haklılığını göstermez mi? Kur’an Hz İsa’nın çarmıha gerildiğini kabul etmez, günahların kefareti iddiasını reddeder. ‘Asli günah’ kavramının hiçbir zaman İslam’da yeri yoktur! İncil’in iddiasına göre İsa çarmıha gerilmiştir. Baş kâhinlerde, ‘başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor, tanrı onu istiyorsa şimdi kurtarsın, çünkü o ben Allah’ım oğluyum dedi.’ şeklindeki açıklamalarına karşılık, eğer Hz İsa, insanlığın günahını affettirmek amacıyla haç üzerinde ölmek için gelmiş olsaydı, onların bu olayları karşısında cevabı, ‘Allah’ın kendisini kurtulamayacağını, aksi halde aleme, dünyaya gelmesinin bir anlamının olmayacağını’ söylemesi gerekirdi. Halbuki onun cevabı şudur, ‘Eli eli, Lama Sabaktani?’ Yani, ‘Allah’ım Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ (Kitabı Mukaddes, Matta, bab, 27- 45, 46) İncillerin doğruluğunun derecesi, Peygamberimizin hadislerinin seviyesine bile ulaşamaz. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 298-299)
Kitab-ı Mukaddes’ten alındığı iddiası
Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit’i (İncil) kapsayan, Hristiyan inanışının temelini oluşturan ve Hristiyanlarca kutsal sayılan kitaptır. Tevrat’tın tesniye bölümünde Hz Musa’nın ölümünden bahsedilen yerler mevcuttur, aynı zamanda O’nun zamanı da mevcut olmayan birçok adetlerden kitapta bahsedilir. Bu da daha sonra yazıldığını gösterir. (Annemarie Schimmel, Dinler tarihine giriş, s. 101-101)1546’da toplanan ‘Merano’ Ruhani Meclisi, kutsal kitabın Allah’ın kelamı olduğunda şüphe edilmesini yasaklamıştır! Tevrat’ın asıl dili olan İbranice dilinde bir nüshası yoktur. Meşhur üç nüshası vardır. Bunlar da birbirleriyle çelişkili ve tutarsızdır. İncil, ‘Müjde’ anlamına gelir. İlk nüshaları ortadan kaybolmuştur. Kur’an’a, aralarında birçok farklılıklar ve içerikleri çelişkiler dolu olan İncillerin kaynaklık teşkil etmesi mümkün olamaz. İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini kaldırmıştır diyenler, Kur’an için bunu neden kabul etmezler. Kitabı Mukaddes, Kur’an’ın kaynağı olsa idi, temel dini konularda birbirlerine muhalif görüşler ileri sürmemeleri gerekiyordu. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 303-304) Kur’an ve K. Mukaddes farklılıkları için ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza bakılabilir.
Kur’an ile kitabı Mukaddes arasındaki ilişki
Aslında Kur’an ile diğer ilahi kitaplar arasında özde tam bir paralellik vardır. Hz Muhammed’e eski peygamberlerin yoluna tabi olma emretmiştir. (En’am, 90) Kur’an, ilahi kitapların bozulma veya çelişkilerden kurtarılması amacıyla gönderilmiştir. İslam’ın en temel hedefi de budur! Bu konu ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Hazreti Musa dünyevi bir hâkimiyet, Hz. İsa ise daha çok ahlaki ilkeler ile ön plana çıkmıştır. Kur’an bu ikisini birleştirmiştir. (Prof. A. Hatip, İddialara cevaplar, s.304-306) Margoliouth, kutsal kitaplardaki çelişkileri kabul eder ve buna bir hipotez ( Colouring by the medium) ile cevap bulmaya çalışır: Hipotezinin özeti, vahiy gelen peygamberler kendi özel aklı ve üslubu ile vahiyleri belli bir şekle sokar. Bu şu demektir, kitabı Mukaddes’te yanlış, çelişki vardır ama bu yanlışlıklar ilahi değil söz konusu aracılardan/peygamberlerden kaynaklanmaktadır! Peygamberlerinin fuhuş yaptığını kabul eden, putperestliği savunan bir kitaptaki bu çelişkileri bu şekilde savunmaktan başka çaresi kalmayan oryantalistlere Peygamberimizin cevabını tekrar hatırlatalım! ‘ Siz Allah’tan daha mı iyi biliyorsunuz?’ (Bakara, 140) Kur’an, Allah’ın ilahi kitabıdır. Tevrat ve İncil ise tahrife uğramıştır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 308) Bir kere Kur’an ile Kitabı Mukaddes arasında, kıssaları anlatma metodunda, üsluplarında açık bir şekilde farklılık görülmektedir. Kur’an ibret, öğüt, düşünme, peygamberliği tasdik ve peygamberi teselli amacıyla kıssalara yer verir, detayları üzerinde durmaz. “Tevrat belli bir kavmin, İncil’de bir ferdin tarihi ile ilgili birer tarih kitabı görünümündedir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 309) Kur’an’ın amacı tahrif edilen kitapları özüne döndürmek, karışık ve bozukluklardan kurtarmaktır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 311) Kitabı Mukaddes’te Allah’ın şanına ve tevhid inancına yakışmayan ifadeler bulunur: Pişman olması, uyuması, güreşte yenilmesi gibi. Tekvin 3/8 -10: Allah – haşa – cennette gezerken, Adem ve Havva ağaçların arasına gizlenir. Adem’e, ‘sen neredesin.’ diye seslenir: Saklananı göremeyen bir tanrı! Yakup güreşte tanrıya yenince, tanrı gitmek istediğinde Yakup, ‘beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam.’ (Tekvin, 32/25-31; 35/9-10) der; Aciz bir tanrı! Yahudiler Mısır’dan çıkacakları vakit Tanrı Hz Musa’ya, onların komşularından gümüş ve altın süs eşyaları ile elbise istemelerini emretmiş, bu emir üzerine Yahudiler bunları isteyip almışlar ve böylece Mısırları soymuşlar! (Huruç, 11/2 ;12/35,36) Haşa, hırsızların başı bir tanrı! Tevrat’ta şöyle söylenir Tanrı, ‘babaların günahını oğullarında üçüncü ve dördüncü nesle kadar arayacak.’: Kindar bir tanrı! (Huruç, 20/5) Kitabı Mukaddes’te bazı peygamberler sarhoş veya zina eden olarak tasvir edilir. Başka bir peygamber, ordu komutanı olan Uryan’ın karısını beğenip, sarhoş edip onunla yattığı ifade edilir. (Tekvin, 19/33) Devamına, ‘İncil, Papa’ adlı yazımızdan ulaşılabilir! Hâlbuki Peygamberler bu gibi iftiralardan münezzehtirler. Kur’an onları en güzel özelliklerle tanıtır, salih, ahlaklı, örnek şahsiyetler olarak bizlere sunar. Dolayısıyla oryantalistlere şöyle seslenmek gerekir herhalde, ‘Tevrat, İncil ile Kur’an tabii ki farklı olacak! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 316) Yahudiler haddi, ahlak sınırlarını aşmışlar, Hıristiyanlar ise ruhbanlığı icat etmişlerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 322) Cahil bir toplumdan bir insanın çıkıp, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin ağızlarından işitip ezberlediği şeylerle, peygamberlik davasına ve bunları biraz değiştirerek yine onlara satmaya kalkıştığını kabul etmek aklın kabul edeceği bir şey değildir! Bazı ayetlerin, kitabı Mukaddes ile uygunluk arz edip etmemesi, İslam dini aleyhine bir delil teşkil etmez! Eğer uygun iseler, Kur’an’ın önceki İlahi kitapları tasdik ettiğini gösterir; değil ise bu kitabı Mukaddes’in tahrif edilmesinden ileri gelir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 322)
İç kaynaklar (Hz Muhammed’in şahsi ile ilgili kaynaklar)
Oryantalistlere göre Kur’an, Hazreti Muhammed’in sözüdür. Aralarındaki ihtilaf sadece, Kur’an’ı ortaya koyarken başka ‘hangi kaynaklardan yararlandığı’ konusundadır! Bu iddia, dolayısıyla Hz Muhammed’in kişisel veya toplumsal bir takım hedefleri amaçladığı ithamına dayanmaktadır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 323)
Şahsi emellerini gerçekleştirmek için sözlerini ilahi bir kaynağa dayandırdığı iddiası
Peygamberimiz savaş ganimetlerin beşte birini almaya hak sahibi idi ama bunları gazileri donatmak, elçileri karşılamak ağırlamak, köleleri hürriyetine kavuşturmak, Müslüman köleleri satın alıp özgür kılmak, masrafı karşılayıp hacca gidemeyeceklerin hac masraflarını karşılamak, kefaret vermesi gerektiği halde buna parası olmayanlar için, bunları harcardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 325) Bir hadisi Şerif’te Peygamberimiz, ‘Allah’ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir. Bu beşte bir de yine size iade edilmektedir.’ buyurmuştur. (Nesai, Fey, 6; İbni Hişam II/492) “Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe, 60) Bu konu ayrıca, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Peygamberimiz dünya hayatını önem vermezdi, gelir ve giderlerini harcadığı yerler ise zaten bellidir! Damadı Hz Ali, bir Yahudi’nin yanında sucu olarak çalışmış, kızı Fatıma hizmetçi istediğinde eli boş dönmüştür. (Buhari, Nefakât, 7) Ölüm döşeğinde iken Hz Aişe’nin yanında muhafaza edilen 8-9 altını, Hz Ali vasıtasıyla fakirlere dağıtılmıştır. (Ahmed, Müsned, VI/104) Dünya malı asla onun düşüncesinde olmamıştır. Detay için, ‘HZ Muhammed neden çok hanımla evlenmiştir’ adlı yazımıza bakılabilir.
Liderlik tutkusuyla vahiy uydurmaya sevk ettiği iddiası
Bu yeni bir iddia değildir. Firavun da Hazreti Musa’ya benzer ithamlarda bulunmuştur: “Yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz, sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor bu adam.” (Yunus, 78; Müminun, 24) Allah’ın hangi kulu, insanları, toplumu, milleti doğru yola çağırmaya gayret etmişse, ona derhal iktidar hırsıyla gözü dönmüştür damgası vurulmuştur. (A. Hatip, İddialara cevap, s 327) Peygamberimiz Hendek Savaşı’nda hendek kazmaya bil-fiil iştirak etmiştir. Çetin, zor, uzun Tebük seferinde ordusunun başında önde yürümüştür. Sultanlar gibi kendisine yol açılmasını sevmez (Şevkani, N. Evtar, V/48) ve yabancı milletlerin liderlerini aşırı derecede övdükleri gibi kendisini yüceltmemelerini söylerdi. (Ebu Davud, edeb, 152) Sahabelerin arkasında namaz bile kıldığı olmuş, bir burukluk hissetmemişti. (İ. Hişam, Sire, II/653) Bir kerecik olsun bir hizmetçisine Kötü davranmamıştır. (Ebu Davud, Edeb, 4) Bedevi bir Arap bir keresinde gömleğinden çekerek mübarek vücudunu incitmiş ve beraberinde getirdiği iki deve yükü kadar mal istemiştir. Bu kabalık karşısında bile onu cezalandırmamış ve bedevinin istediğini vermiştir. (Ahmed, Müsned, III/210) Hz İsa’yı yüceltmeleri gibi kendisini yüceltmemelerini istemiş, kendisinin sadece Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu belirtmiştir. (Kastalani, el-Mevahibul Ledünniyye, s. 189) Carlyle, ‘gelecek hırsı mı? Bütün dünyanın taçları bu insan için ne fark eder? O’nun işitmek istediği şey yeryüzünde değil yukarıdaki göklerin sesidir. Bütün dünya taçları, saltanatları, şanları, şerefleri kısa bir zaman sonra ne olacaktır? Hiç!’ (Carlyle, s. 23) Dostları kadar düşmanları da peygamber efendimizin, doğruluğuna şahitlik etmektedirler. Ebu Süfyan, Herakliyus’un, ‘O yalan söylemiş midir, aldatmış mıdır?’ sorularına ‘Hayır’’ cevabını vermek zorunda kalmıştır. (Buhari, Bed’ül vahiy, 6; Müslim, Cihat, 74)
Kâhin olduğu iddiası
Robinson, Mahome adlı eserinde, Kur’an’a ve Hazreti Muhammed’e atılan tüm iftiraları tek tek sıralar, ustaca zannettiği bir manevra ile o görüşleri benimsemediği izlenimini vermeye çalışır. Onun görüşü, ‘Kur’an’ın cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettikleri ile tamamı ile özdeş bir kitap olduğu’ şeklindedir. (Rodinson, s. 82) İşin ilginci, Rodinson bir paragraf sonra büyük bir çelişkiye düşerek,’ bir Kâhin değildir Muhammed’ ifadesini de kullanabilmektedir! Kâhin, ‘Gaipten haber getiren falcı’ demektir. Kâhinler puthanelerde otururlardı. Her birisinin kendisini özel bir putu vardı ve ona hizmet ederdi. Kehanet ücreti olarak ta büyük paralar alırlardı. Müslüman olduktan sonra birçoğu yaptıkları hileleri bizzat kendileri itiraf etmişlerdir. Müddessir, ‘bürünüp sarınan’, Müzzemmil ‘örtünüp bürünen’ anlamlarına gelir. Tor Andrae, ‘Pek çok kâhin, ilham almak istediklerinde, başlarını örterlerdi, Muhammed’de aynı şeyi yapmıştır’ der. (Tor, Mahonet, s. 28) Halbuki hiçbir kaynakta Hz Peygamberin vahiy geldiğinde özel bir kıyafete büründüğüne dair bir bilgi yoktur. ‘Peygamberin bir örtüye sarılması, bir vahiy almak için değil, vahiy esnasında duyduğu heybet, manevi ağırlıktan dolayı böyle bir şeye sarılma ihtiyacı duymasındandır. Yani bu önce olan bir şey değil, sonrasında üstünün örtülmesini istemesi söz konusudur; örtünme, sebep değil sonuçtur.’ (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 332) Müşriklerin önderlerinden Velid bin Muğire bile, ‘Hayır, vallahi o kahin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür.’ demiştir. (İbni Hişam, I/ 270) “Yusuf Ziya Yörükan, Vahyin gelişini Dr. Dozy,’nin isteri, Sprenger,’in tasavvuf, L. Caetani’nin kahinlerde olduğu gibi cin ve şeytan işi olduğu iddialarına cevap verir. Kitab-ı Mukaddes’te, ‘Rab, Musa’ya dedi ki: O’na rabbin meleği çalı içinde ateş aleviyle göründü.’ (Huruc, bab, 3) ve İncil’de birçok yerde İsa’nın cinlerle görüşmelerini örnek göstererek cevaplandırır. İlk zamanlarda cinlenme iddiasını Mekkeli müşriklerde dillendirmiş ama sonra hepsi bütün kalpleri ile İslam’ı kabul etmiş ve Hz Muhammed’i takip etmişlerdir.” (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 55) Bir insan, çok ileri emellerinin kalmadığı 40 yaşından sonra bütün dünyayı hatta bütün kabilesini, akrabalarını karşısına alıp da sonu görünmeyen bir maceraya atılmaz. Hz Peygamberin, hedefleri, Allah’ın emir ve iradesine dayandığı için, oryantalistler gibi aciz bir insanlara cüretkârane, atakça görünebilir, fakat davasında güç ve kuvvetini, kainatın yaratıcısından alan Hazreti Muhammed’e, ‘Güneşi sağ elime, ayıda sol elime verseniz, davamdan yine de vazgeçmem.’ sözünü (Sîretu İbn Hişam, I/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, I/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, I/474; Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile, II/63; Taberî, II2/218-220) dedirten imanın oryantalistler tarafından idrak edilip, takdir edilmesi elbette beklenemez. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 335)
Şair olduğu iddiası
Mekke’li müşriklerin ileri sürdüğü iddiaların tamamı çağımız oryantalistleri tarafından da aynen tekrar edilmiştir, değişen tek şey, gerekçelerdir! “Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benziyor.” (Bakara, 118) Hz Ömer anlatıyor, Müslüman olmadan önce Resulullah ile tartışma için bir gün evden çıktım. Hakka suresini okumaya başladı, içimden ‘bu bir şairdir’ diye düşündüm. Rasulüllah hemen, ‘muhakkak o Kur’an Allah’ın indirdiği bir sözdür. O bir şair sözü değildir.’ (Hakka, 40-41) ayetini okudu. O zaman ben, ‘bu bir kahindir’ diye düşündüm ki, Resulullah, ‘O bir kahin sözü de değildir, alemlerin rabbinden indirilmedir.’ (Hakka, 42-43) ayetini okudu. İşte o gün kalbim İslam’a karşı iyice yumuşamıştı. (İbni Kesir, tefsir, ilgili ayetler) Şairler çoğu zaman hayal aleminde dolaşırlar, duygusal davranırlar. Arap şairler genellikle, aşk, seks, içki, savaş, ırkçılık gibi konuları işlerlerdi. Ayrıca aşırı sözler, yalanlar, iftiralar, alay, övünme gibi şeylere çok meraklıydılar. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 339)
Hz Muhammed’in farkında olmaksızın kendi kendisini aldattığı ve gördüklerinin hayal olduğu iddiası
Kur’an O’nun bir takım ruhi tezahürlerinin eseri olamaz mı? O bir mecnun olabilir mi? Vahiy meleği halüsinasyon olabilir mi? Sözleri bilinçaltına itilmiş bir takım arzuların dışa yansıması olabilir mi? Aslında bu ithamlar yeni değildir. Müşrikler de Peygamberimize mecnun demişlerdir! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 341) Goldziher, ilahi vahyi inkar eder, Hz Muhammed’in anlattıklarının, “Yahudi veya Hıristiyan bilgilerinin karışımıdır, bunlar onun ruhumun derinliklerini inmiş ve kalbinin kendisine mal ettiği bir inanç halini almıştır, sonuçta vahye bir vasıta olduğuna samimi olarak inanır hale gelmiştir.” der. (Golziher, Le Dogme et la Loi de L’Islam, s. 3) Eğer Hz Muhammed Kur’an’ın kaynağı olsa idi bunu iftiharla kendisine nispet eder, kendisine kutsiyet isnat edebilirdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Halbuki O, Muhammed’ül-Emin idi; Hılfu’l-Fudul’a üye idi; Kabe hakemliği olayında Hacerü’l-Esved taşını yerine bizzat o koymuştu: Doğruluğu, güvenilirliği ile çevresinde isim yapmış ve akıl ve hikmeti olan bir zat olarak tanınmıştı. Son derece akıllı ve hikmete uygun görüşleri vardı. Utbe tarafından kendisine sunulan, mal ve hükümdarlık önerisini de, Fussilet suresinin baş tarafını okuyarak reddeden o değil miydi? Böyle bir zat Mecnun olabilir mi? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 348) Müşrikler O’nun bu yeni hal ve tutumuna bir türlü bir anlam veremiyorlardı. Bunun içinde çelişkilere düşerek, aynı anda birbirine zıt ithamlarda bulunuyorlardı. Bu da onların iddialarında samimi olmadıklarının delili idi ki delilik isnadı, Hz Nuh’a da, Musa’ya da yönetilmişti. (Müminun, 25; Şuara, 27)
Ruh hastası olduğu iddiası
Oryantalistler, vahyin inişi esnasında hazreti peygamberde görülen bir takım tezahürlere bakarak, onu sara veya benzeri sinirsel hastalıklara maruz bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz Muhammed’e gelen vahiy şekilleri çok değişiktir: Sadık rüyalar, kalbine ilham olması, Cebrail’in genç bir insan suretinde gelmesi, çıngırak sesi şeklinde, Cebrail’in gerçek şekli ile görülmesi, doğrudan doğruya arada bir perde olmak şartıyla Allah ile konuşarak gibi. ((A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 3414) Çok soğuk günlerde bile ter taneleri, mübarek alnında inci taneleri gibi parlardı. (Buhari, Betül Vahy, 2; Tirmizi , menakıb, 7) Zeyd bin Sabit’in dizi Hz Peygamberin dizinin altında bulunuyordu. Zeyd, vahiy gelince peygamberimizin dizinin ağırlığını öyle şiddetli hissettiği ki, neredeyse dizileri kırılacak gibi oldu. “Vallahi yanımdaki Rasulullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.” der. (Ebû Dâvûd, Cihad, 20; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/190,191; Buhari, Salat, 12; Tirmizi, tefsir, 4,19) Rivayetlerden anlaşıldığına göre vahiy ağır bir iştir. Normal bir insan, insanüstü bir mesaj almaktadır! Bu konulardaki rivayetlerin asılsız olması ihtimalden çok çok uzaktır. Bu rivayetlerin Hz Peygamberi övücü veya yüceltici bir tarafı bulunmadığı gibi, bu kadar çok rivayetin asılsız olduğunu kabul etmekte zordur. Eğer raviler oryantalistlerin iddia ettikleri gibi, peygamberimiz için bir övgü düşünseydiler, meleklerin semavi güzellikleri ile peygamberimize indiğini, nefes alıp verir gibi kolaylık da vahiy aldığını ve vahiy sırasında yüzünün parlak bir nurla parladığı vb. gibi iddialarda bulunabilirlerdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 345) Paris Üniversitesinden A. Baire de Boismont, Des Hallucinations adıyla yazdığı eserin 551. sayfasında şunları aktarır: “Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Rensulen, Muhammed hakkında şu tespiti yapar: “Kendi şahsi çıkarını terk ile tercih edip o kadar fedakârlıklarıyla bütün bir kavmin din konularında ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap meydana getirmiş olan zat, asla mecnun belli değildir. Bu fikirler ve putperestliği devirip yerine biricik ve ruhani bir Allah dinini ikame eden bu zat mecnun değildir.”
Sara hastası olduğu iddiası
“Beşerin/insanın beşer sıfatları altında Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmakta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz. Peygamber’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Allah’ın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku verdiğinden Hz. Peygamber’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimizin yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir: Hz. Aişe (r.a), “Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1) demiştir. Hz. Peygamber (sav)’de meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin (Hâkka, 41-43) bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun (Saffat, 36) demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, onun manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddianın batıllığını şu şekilde açıklayabiliriz: Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür. Peygamberimize vahiy esnasında arız olan hal saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır. Ayrıca vahiy, her zaman kendinden geçme, hırıltı gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu. Yine tıbben sâbittir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (sav) vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi? Üstelik bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.” (Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Vahiy Esnasında Hz. Peygamber, kastamonur.com) “Oysa mantık açısından değerlendirdiğimizde; bazen Hz. Peygamber’in verdiği hükümler Yüce Allah tarafından onaylanmayarak değişikliğe maruz kalmıştır. Nitekim Bedir’de Resulullah esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması taraftarıydı, ancak “Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye) den dolayı size büyük bir azap dokunurdu” (Enfal, 68) ayeti nazil olmuş ve bu hükmün doğru olmadığı beyan edilmiştir. Kur’an’ı Kerim’in değişik ayetlerinde de Resulullah’ı uyaran ayetleri bulunmaktadır. (Örneğin: et-Tevbe, 9/4, 113; et- Tahrîm, 66/1; Abese, 80/1. Bu konuda ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazımızı da tavsiye ederiz.) Eğer gerçekten oryantalistlerin iddia ettikleri gibi Kur’an’ın yazarı Hz. Muhammed (sav) olsaydı söz konusu ayetleri Kur’an’a almayabilirdi.” (Alper Ahmedov, Yüksek lisans tezi, Osmanlı sonrası Bulgaristan’da Kur’an çalışmaları, s. 121)
Bartold, Avrupalı oryantalistler arasında o zamana kadar yaygın olan “sara hastası” iddialarının doğru olmadığını, çünkü öyle hastaların hallerinin onda müşahede edilmediğini ve öğretilerinin sağlıklı olduğunu söylemiştir. (Vasilij Viladimiroviç Bartold, İslam, s. 17) Oryantalist Maxime Rodinson’da Hz. Muhammed’in saralı olduğu iddiasını tamamen reddeder. (R. Arnaldez, Peygamberin tasviri, s.76-78) Lord John Davenport de, “Sara nöbetine uğradığına dair tekrarlanan söylentiler, Yunanlıların bir uydurmasıdır.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s. 12; Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 223, 242) der. M. G. Watt, “Epilepsi iddiası sağduyudan yoksundur, sadece cehalet ve ön yargıya dayalıdır. (Watt, Muhammed Mekke’de, s, 95) derken, İslam düşmanı Leone Caetani “Muhammed’in saralı olmadığı sabittir. (Caetani, İslam tarihi, s. 255) itirafında bulunur. Emily Dermenghem, “Babinski, bu iddianın yanlış olduğunu ortaya koymuştur.” (Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s.16); Emily Dermenghem, “saralı halini iddia etmek gülünçtür.” (Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s. 291) derler. “Birçok oryantalistte bu görüşü reddeder. Başpiskopos Tor Andrae, ünlü tarihçi Caesar Farah, Marksist oryantalist Maxime Rodinson, Hıristiyan İslam tarihçisi Montogomery Watt gibi.” (Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, Oxford University Press. s. 19) “O zaman doktor var mıydı, evet vardı. Medine’de Haris İbni Kelde adıyla Cundi Shapur üniversitesinden mezun olan bir doktor çalışıyordu. Hz Muhammed’i de hemen her gün görüyordu. John Devenport, “Muhammed’in Sara nöbetlerine tutulduğuna dair olan söylentiler, Yahudilerin alçakça uydurmalarıdır.” (Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 48, 73) Alfrede Guillaume bu iddiayı şiddetle reddeder! Bunu yaparken, Hz Peygamberin sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhi dengelilik, siyasi ufuk genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Dini tecrübenin psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü söyler. (Guillaume, Islam, s. 25) R. V. C. Bodley: “Kur’an’ın her kelimesi vahiyler nazil olduktan sonra tamamıyla, berrak zihin ve düşünce ile dikte ettirilmiş, yazılmıştır. Bir saralının sara nöbetinden zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak katiyen çıkmadığını her tıp mensubu teyit edecektir. Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya bir kanun koyucu yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi yapmamıştır. Bilhassa o zamanlarda böyle bir hal, ona sahip olanı, yarı çılgın veya düpedüz çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikat aklı başında ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, o da Hz Muhammed idi.” (Bodley, the Messenger, The Life of muhammed, s.64) der. Orhan Hançerlioğlu’nun, ‘Ruhbilim sözlüğü’nde: “Sara, yere düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi ile beliren bir sinir hastalığıdır. Zihinde bir zedelenme ya da ur sonucudur. Büyük nöbet bir buçuk dakika kadar süren kasılma ile olur, sonra hasta yere düşer, bilincini yitirir, vücudundaki tüm kaslar kasılır, yüzü morarır, dilini ısırır, kol ve bacaklar ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi bunu izler. İdrarını kaçırır. Saralı kişilik, çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan bir ruh yapısına sahiptir.” (Hançerlioğlu, s. 323) diye sara hastalığını tarif eder. “Hz Muhammed’de düşme, çırpınma, ağız köpürmesi görülmemiştir. Tarih, soyundan sarılı birini de kaydedilmemiş. Dilini ısırması, kol bacaklarında kasılmalar-gevşemeler, çığlık atmak, yere düşmek ve benzeri hiçbir sara hastalığı özelliği onda görülmemiştir. İnsanlar tarafından sevilmemek, ürkeklik, çekingenlik gibi bir özellik de asla onun için ileri sürülemez. Sarsılmaz bir azim ve kararlılık onda vardı. Engin bir cesarete sahipti. Ticaret yapmış, aile kurmuş, devlet yönetmiş, kumandanlık, imamlık yapmıştır. Tüm bu kimlikleri ile hep hayatın içinde bulunmuş, hep önder ve rehber olmuştur. Vahiy hali geçer geçmez, vahyin inişine sebep olan probleme cevap verir, Arap edebiyatının görebildiği en üstün bir edebi ifade ile vahiy halka duyururdu. Eğer vahyin tezahürleri, sara hastalığının göstergelerinden olsaydı, bizzat sahabelerin tepkisi hemen kendisine koşmak, onu kurtarmak şeklinde olacaktı, fakat hiçbir zaman bu böyle olmamıştır. Eğer böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta iken, bir değneğe dayanırken, otururken veya bir hayvan üzerinde iken ansızın gelen vahiy onu yere düşürüldü ama asla böyle bir şey olmamıştır. Sara hastası olsaydı, Hira mağarası mağarasında tek başına nasıl gecelerce kalabiliyordu? Öyle ya orası taş ve kayalıktı. Tarihi onu, peygamberlikten öncede anormal yaşayış, garip davranışlar gösteren bir olarak kaydetmemiştir. Mekkeli müşriklerde kendisini sara hastası olmakla nitelendirmemişlerdir, bunu ancak onu hiç görmeyen, yüzlerce yıl sonra Bizans Hıristiyanları fark edebilmiştir.(!) Sözlerinden ilim, şefkat, muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık örneği olan Hz Muhammed’i bir saralı karakter olarak ileri sürmek, bir hezeyandır! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 349-351)
Histeri ve Nevrasteniye yakalandığı iddiası
Rudi Pret’in “Kaleme aldığı siyer kitabı birçok açıdan hayal kırıklığına uğratıcıdır. Eserinde ilmi inceleme şartları gözetlenmemiştir.” (Paret, Dirasetu’l-İslamiyye ve’l-Arabiyye fil-camiatul-Almaniyye, s. 22) dediği Sprenger ‘Muhammed histerik bir adamdı’ demektedir. Bu konuda Nevrasteni ve histerinin ne olduğunu Ruhbilim sözlüğünden öğrenelim: “Nevrasteni, bedensel ve ruhsal güçsüzlük hastalığıdır. Unutkanlıkla başlar, baş ağrısı gözükür, sıkıntı, keyifsizlik, durgunluk ve hastalık hastalığı eğilimleri belirtilerindendir.” (Hançerlioğlu, s. 258) Histeri ise, “histeri nöbetleri ile kendini gösterir, hasta birden bire çığlık atarak veya ağlayarak kendini yerlere atar. Bedende çırpınmalar baş gösterir. Hasta nöbetten ağlama veya gülme kriziyle açılır. Kıpırdadıkça bağırır, bulantı ve kusmalar gözükür. Hasta birçok korku hisseder, görme bozukluğu yaşar. Histerikler gösterişçi ve yalana eğilimlidirler.” (Hançerlioğlu, s. 260) Histeri şiddetliyse genellikle delilik ile sonuçlanır. Bazen histeri ve sara birlikte olabilir. (New Medical Dictionary, Hysteria) “Bu belirtilerin hiçbirinin Hz Muhammed’in hayatı ile uzaktan yakından alakası yoktur. O, son derece dengeli bir hayat yaşamış idi. Hayatı boyunca sağlığı tam olarak yerindeydi, karşılaştığı türlü türlü sıkıntılara rağmen, herhangi bir hastalık çektiğini göremiyoruz; hafızası da dillere destan idi, görme bozukluğundan şikâyeti yoktu. Onun hayatında tek bir fobi, korku gösterilemez! Sürekli olarak kendisine musallat olan ve hayatını normal düzeni içerisinde yaşamasına ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan, tek bir fikir gösterilemez. Bu sinirsel hastalıklara maruz kalsaydı, doğal tepkisi bir çare arama şeklinde olurdu. Yirmi üç senede Resulullah sayısız eziyetlere, komplolara ve değişik inanç sahiplerinin savaş ve mücadelelerine hedef olmuştur: Hahamlar, papazlar, keşişler, komutanlar, servet sahibi tüccarlar, kabile reisleri ve hükümdarlar önce kendisine savaş açmış sonrada ona iman etmişlerdir. Dostları, ashabı her ve durumda kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan insanlardı, onlar kör müydüler, onun hasta olduğunu fark etmediler mi?” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 355, 357) Jules Barthélemy-Saint Hilaire tarafından yazılan ‘Muhammed ve Kur’an’ adlı kitabın 99-101. Sayfalarında bu konuda şöyle denmektedir: “Muhammed’in bu garip hali, sırf fizyolojik ve hastalık sebepleri ile açıklanmak edilmek istendi. Güya çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Muhammed’in histerik olduğuna inanan Sprenger onu Sudenberg ile kıyaslar. Fakat Sudenberg ancak hiçbir şey tesis etmemiş garip bir insan idi. Onda dine benzeyen bir şey yoktur. ‘Ben Muhammed’in histeri veya sara olmadığını itiraf ederim.’ Şüphesiz O’nda başka bir şey vardı, o ne yalancı, ne de bilinç bozukluğu olan biri değildir.”
Hallucination iddiası
Gerçekte bulunmayanı algılama hastalığıdır. Algı hastalığı üçe ayrılır: Var olanın yanlış algılaması (illusion). Paranoyaklık, alkol çıldırmaları görülen ve seslerin küfür gibi algılandığı, nesnelerin yılan gibi görüldüğü hastalık ise hallucinose hastalığıdır. Hallucinationda ise ortada bir şey yoktur. Aslı olmayan şeyleri görme, duyma, hissetme hastalığıdır. Özellikle alkol çıldırılarında baş gösterir. Afyon veya esrar kullanımında hasta bazı sesler duyar. Uzun süreli esrar kullanımında koku kaybı da gözükür. Özellikle alkol ve kokainmanlarda dokunma hallucinationlara rastlanır. Deride yanma, acı hissedilir. (Hançerlioğlu, s. 322-323) İddiaya cevaplar: “Birincisi: Bir hastalığın teşhisi muayene edilmesine bağlıdır. Tahlil yapılır incelemeler, kontroller ve takipler sonunda teşhis konur. Kulaktan dolma bilgilerle, hastalık teşhisi konmaya kalkışmak gerçekçi olmaz. Hele 14 asır önceki birçok bilgi tahrif edilip, bozularak bir teşhiste bulunma gayretine girilmesi, bilimin ve tıbbın kurallarına aykırıdır. İkincisi: Birbiriyle sürekli savaşan Arapları, önce birbirine kardeş yapıp, putperestliği ve çirkin adetleri ortadan kaldıran, birçok savaşlara kumandanlık eden, din ve dünya işleri ile ilgili kurallar koyan, barbarlığı medeniyete dönüştüren, insanlara kıyamet gününe kadar bir yol gösteren birisi hasta ve vehimli bir adam olamaz. Üçüncüsü: ‘Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirseydik, o dağı paramparça olmuş görürdün.’ (Haşr, 21-22); ‘Biz senin üzerine ağır olan sözü, Kur’an’ı indireceğiz.’ (Müzemmil, 5) ayetlerinin işaret ettiği gibi; vahiy almak zor bir görevdir! Dördüncüsü: Vefat hastalığından başka bir hastalık geçilmediği, tarih kitaplarında olan, alkol-uyuşturucu kullanmak şöyle dursun, Hz Muhammed’in bunları yasakladığını herkese bilir. İslam düşmanı Renan bile itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip olmamıştır.” (E. Renan, Mahomet et les origines de L’Islamisme, s. 1080) Beşinci: Hallucination, gerçekten bulunmayana görme hastalığıdır. Peygamberimiz Cebrail’de dahil birçok meleği görmüştür. Bütün peygamberlerde aynı gerçeği dile getirmiştir. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberleri içinde söz konusu olmuyor da, neden dost ve düşmanın ittifakıyla son derece zeki (Fetanet), dürüst (Emin) ve sağlıklı olan Hz Muhammed için söz konusu ediliyor? Bunu dini taassuptan başka bir şey ile izah etmek mümkün müdür? Altıncısı: Hz Peygamber kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine gördüğünün vehim olabileceğini düşündü, araştırdı, zamanla kesin kanaate vardı. Yedincisi: Peygamberimizin istediği halde vahiy gelmediği durumlar pek çoktur. Peygamberimizin kendi içtihadıyla fetva verip, daha sonra, söylediğinden farklı bir çözümle vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hazreti Muhammed bu görevine farkında olmaksızın da olsa bir katkıda bulunmamıştır! Kur’an hazreti peygamber herhangi bir konu üzerinde yoğunlaştığı sırada inmiyor, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde, Hz Peygamberin karşısına çıkan değişik problemleri ele almak, çözüme kavuşturmak amacıyla iniyordu. Sekizincisi: Vahiy tek bir biçimde inmemiştir. Bu da birçok hastalık iddiasını boşa çıkarır. Dokuzuncusu: Zeyd bin Sabit’in vahiy esnasında dizilerinin ağırlığını hissetmesi, deve üzerinde iken inen vahyin, devenin çökmesine sebep olması, sahabenin vahiy esnasında arı vızıltısına benzeyen ses duyması, tüm bunlar vehim, hayal değildir. Aksine bir realite olarak, başka insanlar tarafından da hissedilen gerçeklerdir. Onuncusu: Kur’an’da birçok gaybî haber, bilimsel tespitler vardır. Bunları hallucination ile izah etmek mümkün değildir. On birincisi: Hallucination; yaratan, tek ilah inancı, hayatın bir amacı olduğu fikri, insanın mesuliyeti prensiplerini içeren bir dini açıklamaya yeterli olabilir mi? On ikincisi: Acaba bütün Arap Yarımadası’nda hallucinationa bir tek Hazreti Muhammed mi yakalandı ki, bu Araplara çok yeni ve orijinal olarak geldi de, ona inanıp iman ettiler? Bu hastalığa tutulan başka hiç kimse, böyle bir sistem kuramadı. Bunu yalnızca Muhammed mi başardı? On üçüncü: Müşriklerin iddiaları birbirini yalanlayan, çürüten, çok farklı iddialardan oluşur. Hz Muhammed’e yönelttikleri ithamlarda kararsızlıklar: Ona, ‘sihirbaz, şair, mecnun’ dediler, ne bir ithamda karar kılabildiler, ne dediklerinden birisini ispat edebildiler. Sonunda tüm bu ithamlardan dönüp, Müslüman oldular. Böylece kendi kendilerini de yalanlamış oldular!” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 359-364)
Bilinçaltındaki arzularının dışa yansıdığı iddiası
Oryantalistler vahiy kaynağı olarak gizli arzulardan ve şuur altındaki isteklerden söz ediyorlar. Onlara göre Kur’an, gizli arzularını tatmin ve ruhen büyük sıkıntı çektiği bu ağırlıkları hafifletmek üzere kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz Muhammed’den kaynaklanmıştır. Hâlbuki vahiy çoğu zaman, Hazreti peygamberin arzularına açık ve hiçbir taviz ve hafifletme göstermeden, güçlü bir biçimde karşı koymuştur: Amcası Ebu Talib’i seviyordu, onun Müslüman olarak can vermesini çok temenni ediyordu. Öyle olduğu halde, neden amcasının kelime-i şahadet getirdiğini belirten bir vahiy vehmetmedi? Aksine vahiy, Allah’tan bağışlama bile dilemesine izin vermemişti. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 365) Zeynep Binti Cahş ile evliliği konusunda ayet “Sen insanlardan korkuyorsun. Oysa Allah kendisinden korkulmaya daha lâyıktır.” (Ahzap, 37) şeklinde iner. Hz Ayşe, ‘Eğer Hz Peygamber vahiyden bir şey gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi.’ demiştir. (Buhari, Tevhid, 22 ; Müslim, İman, 288) Hz Hamza şehit edilmişti Uhud Savaşı’nda. Ciğerleri dişlenmiş, burnu, kulakları kesilmişti. Ebu Süfyan, cansız yerde yatan Hazreti Hamza’nın vücuduna mızrağı ile vurmuş, ‘Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin cezasın.’ demişti. Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz Peygamber, ‘Allah Kureyş’e karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan 30 adamı aynı şekilde ‘müsle’ yapacağına.’ yemin etmişti. Müslümanlarda ant içmişti. Ama nasıl vahiy indi? ‘Ceza verilecekse yapılanın misliyle ceza verilmesini, bununla birlikte sabır ettikleri takdirde bunun kendileri için daha hayırlı olacağını belirten bir ayet (Nahl, 126- 127) iner. Hz Peygamber de sabrı tercih ederek, savaşta öldürülenlerin organların kesilmesini yasaklar. (İbni Hişam, II/96) Bu çirkin işi gerçekleştiren Hint ve Ebu Süfyan daha sonra ele geçirilmiş ama bunların öldürülmesi gibi bir olay vuku bulmamıştır. Vahşi de Müslüman olmuş ve peygamberimiz Müslümanlığını kabul etmişti, sadece fazla gözüne görünmemesini istemiştir. (İbni Hişam, II/72) Görüldüğü gibi aradan geçen onca yıla rağmen Hazreti Hamza’nın hatırası ve ölüm acısı Peygamberimizin ruhumda bütün tazeliği ile duruyordu, ama ne intikam almasına, ne de almamasına ilişkin herhangi bir vahiy gelmiyor. Bu mu bilinçaltındaki arzuların tefsiri? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 367) Peygamberimiz, Allah’ın annesi için bağışlanma dilemesine müsaade etmediğini belirtmiştir. Peygamberimiz, en azından konuşmayıp, gizlenmesinde bir sakınca olmayan bu gibi özel işlerini bile doğru olarak ifade eder, herkese açıklardı. Bu bile onun peygamberliğinin doğruluğuna delil teşkil etmez mi? (Şevkani, Neylül-Evtar, 4/109) Vahiy, Hz Muhammed’in gizli arzularını bir yansıması olsaydı, annesinin ahiret hayatında güllük gülistanlık akıbetini canlandıran bir tablo ortaya koyamaz mıydı? “Sırf Rabbimiz Allah’tır, dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarın” çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri almalarına ilişkin bir vahiy neden inmedi? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 368) Oğlu İbrahim vefat ettiği gün neden, bütün kâinatın da bu üzüntüye ortak olduğuna dair bir ayet inmedi? Oysa O gün güneşte tutulmuştu, herkeste İbrahim öldüğü için bu olayın olduğuna inanmıştı. Ama Peygamberimizin cevabı ne oldu? ” Güneşin ve ayın, hiç kimsenin ne doğumu ve de ölümünden dolayı tutulmayacağını.” (Buhari, Küsuf,1; Müslim, Küsuf, 6; Ebu Davud, istiska, 3; Nesai, Küsuf, 6; İbni Mace; ikame 152) ilan etmek olmuştur. Bununla da bitmiyor, aksine birçok ayet (Nur, 6-9; Mücadele 1; Enfal 67; Tevbe, 80; Hakka, 44; İsra, 74) Peygamber’in yaptığı bazı davranışların yanlış olduğunu ifade etmiştir. Rodinson bile onun huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların takdirini kazanmış olduğunu itiraf etmekte ve onu ruhi ve sinirsel hastalıklarla itham edenlerin görüşünü reddetmektedir. (Mahomet, s. 49-53)
Eksik bir mistik makamın ürünü olduğu iddiası
Maxime Rodinson’a göre Hz Muhammed zahidine birtakım eğitimlere sahiptir. Her türlü zevkleri reddeden ve uzun uzun namaz ve ibadetler yolunu tutan bu hayat sebebiyle, duyulan sesler eşliğinde kendisine keşif görünmeye başlar. Muhammed bir mistiğin oluşmasına tam elverişli bir mizaca sahipti. -Başka oryantalistler de onu, tam aksine şehvetperest olarak ilan ederler!- Mistikler, Teopatik hal durumuna geçince tanrı ile kendisini bir hisseder. Robinson, Muhammed’in bu hale hiç geçmediğini söyler. “O, Tanrı’dan daima ayrı görecektir kendini” der. (Rodinson, Mahomet, s. 105-107) Kendisi Marksist olup hiçbir ruhi ve manevi güce inanmayan Rodinson’un, tamamen manevi, ruhi ve ilahi hakikatler üzerine bina edilebilecek böyle bir tespite nasıl vardığını insan merak etmiyor değil? Hz Muhammed ile aynı şartlara sahip yüz binlerce insan hayat sahnesine ayak basmış ve ömür müddetini tamamladıktan sonra bu dünyadan çekilmiştir. Acaba neden onlardan biri Kur’an gibi bir eser ortaya okuyamamış, İslam gibi bir sistem tesis edememiştir. Ayrıca Rodinson’un iddiasının aksine, İslam mutasavvıfları Hz Muhammed’i örnek almışlardı, ruhbanlık ise İslamiyet’te reddedilmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 375-376)
Hira Mağarasında Gördüklerinin bazı olaylar karşısında duyduğu şiddetli üzüntü, korku sonucu meydana geldiği iddiası
Oryantalist Bouquet, Hz Muhammed’in Hira Mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da iki erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddeti üzüntüye bağlar. (Comparative Religion, s. 266) Ledit ise, bunu oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağ başında içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna dayandırır. ( J. Charles Ledit, Mahomet, s. 110) Rodinson ise, Hz Muhammed’in zenginlerden intikam almak istediğini iddia eder. (Rodinson, s. 78, 109) Hz Hatice vefat ettikten sonra Hz. Ayşe’ye, ‘Allah’ın kendisine Hazreti Hatice’den daha hayırlı bir eş vermediğine yemin ederek ve hiçbir hanımın kendisiyle yarışamayacağı faziletlerini’ sayarak, Hz Hatice’nin büyüklüğünü, yıllar sonra bile unutmadığını göstermiştir. (Buhari, nikah, 108; Müslim, fedail sahabe, 74; Tirmizi, Birr, 70; İbni Mace, nikah, 56; Ahmet, Müsned, VI/115) Peygamberimiz güçlenip, düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık kompleksi taşıyan küçük ruhlu insanlar gibi, zenginlerin mallarını ellerinden almamıştır. O, zengin ile fakiri eşit tutmuştur, yeter ki Mümin olsunlar. Irving, “Ne gibi bir şerefin arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliği ile kavmi arasında sosyal mevkii zaten yüksekti. Üstelik ünlü Kureyş kabilelerinin en asil koluna mensuptu. Mekke’de Kabe hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu.” (W. Irving, Mahomet and His Successors, s. 195) der. Peygamberimiz kız ve erkek çocuk ayrımı yapmamıştır. Peygamberimizin erkek çocuğu vefat edince, Mekkeli müşrikler kendisiyle alay etmişlerdir ama bu Hz Muhammed’in yeni bir din getirmesinden sonra olmuştur, yoksa daha önce Mekkeli müşrikler kendisine saygı gösteriliyordu. Yani Peygamber olmadan önce alay ile muhatap olmamış, peygamberliğinden sonra, bu yeni getirdiği din sebebi ile eleştirilmiş , bu arada çocuklarının vefatından dolayı alaya alınmıştır. Uzletten, cinlerden korkan birisi, neden her sene peş peşe, hem de gecelerce, bu yalnızlığı tercih etsin? 23 sene boyunca kendisine vahiy gelmeye devam edişini nasıl açıklayabiliriz? Bu zaman zarfında, büyük çoğunlukta arkadaşların arasında ve gündüzün ortasında vahiy olayı gerçekleşir. Ortada ne ifritlerin korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri söz konusuydu. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 379-380)
Kur’an muhtevasının, içeriğinin kaynağına delaleti
İhmal edilmemesi, gereken bir konu da Kuran’ın içeriğine bakarak kaynağına işaret ve deliller bulmaktır. Söz söyleyenin aynasıdır, kişinin söz ve yazılarında onun tabiatı açıkça görünür. Kur’an okuyucusunun ilk anda fark edeceği, açık bir ilahi heybet, azamet ve sayfalarda konuşan, emreden, yasaklayan, teşvik eden, teselli de bulunan ve yol gösteren yüce bir zat’ın bulunduğudur. Ayrıca onda geçmiş, gelecekle ilgili gaybî haberler bulunur. Bir takım bilimsel gerçekler Kur’an’da yer alır. Kuran’da ilahi bir otorite ve azametin açıkça göze çarpar. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 383) Okuma yazması olmayan bir çobanın, yıllarca bir profesör gibi konuşup, onun ilgi alanına giren konularda ahkâm kesmesi, buna karşılık açık vermemesi mümkün müdür? Bir insanın – haşa- 23 sene gibi uzun bir zaman, hatta aradan geçen 1400 küsur sene boyunca Allah adına konuşması, buna milyarlarca insanı inandırması mümkün müdür? Allah’ın sanatını ne kadar mükemmel, güzel, üstünse Allah’ın kelamı da, insanların kelamından o derece daha üstün, harikadır. Çünkü kelam, kuvvet ve üstünlüğünü mütekellimden-konuşanından alır. Kur’an’ın satırları arasında uluhiyetin ceberrut, kibriya ve azametini güneş gibi parıldadığını görürüz. (Örnekler, s. 384 386: Hud, 44; Fussilat, 11;Yasin, 82; Bakara ,34; Kaf, 6-11; Meryem, 68-72; Taha, 13-16; Müminun, 64-67; İsra, 71-75;Enam, 94; Nahl, 45-50 vd.) Ayetlerde açıkça, ilahi soluk hissedilir. Yalancı sahtekarların düşmanları karşısında, gönüllerini teselli edecek birisine ihtiyaç olduğunu itiraf etmeleri mümkün değildir, zira bu bir zaaftır. Kur’an bununla doludur! İsra, 71-75; Furkan, 32 gibi. Hz Muhammed çok önceden tedbirini alıp Kur’an’a bir ayet yerleştirerek, dilediğini yapmada serbest bırakıldığını ileri sürebilirdi. Kur’an ne diyor? ‘Sakın şüphe edenlerden olma.’ ( Bakara, 147) Hz Muhammed kendisine inen vahiyden şüphelenmekten, kendi kendisini sakındırmayı düşünmesi mümkün müdür? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 387-388) Sahtekâr bir insanın en son başvuracağı, bir itiraftır! İnsanın yazdıkları da beşeri bir karakter vardır. Peygamberimize zulüm yapıldı, öldürmeyi planladılar, büyük yalnızlıklar, yoksulluklar çekti, sefalet içinde yaşadı, üst üste savaşlara katıldı, amcası şehit edildi… Acaba Ebu Talib’in hesapsız olarak cennete girdiğini bildiren bir vahiy uydurarak herkese ilan etmekten onu alıkoyan neydi? Peygamberin kişisel arzu ve duyguları başka Kur’an ise başkadır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 390) Hz Hatice’nin dünyadan Göçtüğü yıl, üzüntü yılı ilan edilir Hz Peygamber onun vefatından sonra sürekli olarak onu hayırla anmıştır. Hz Ayşe onun anılmasından kıskançlık bile duyardı. Kur’an’da bu sevginin akisleri nerede? Halbuki Hz Meryem Kur’an’da birçok yerde anılıyor, firavunun karısından bile söz ediliyor! Hz Hamza’da çok trajik bir şekilde öldürülmüştür. Hz İbrahim; oğlu vefat etmiş, cenazede yürümekte zorlanmış, gözlerinden yaşlar akmıştır, fakat Kur’an-ı kerime bakın, bağrı yanık bir babanın içini dökebilecek bir tek kelime olsun, konuya dair bir şey göremezsiniz! Onun sevinçlerinin de izlerine rastlayamazsınız, ne zafer karşısında beşeri coşku, ne de yenilgi karşısında insan üzüntüden asla eser görülmez Kur’an’da. Bedir Savaşı kazanılmıştır, Ali İmran suresi 123. ve 127. ayetlerde zaferin sevincinden hiç bir şey görülmez. Ayetler Allah’ın Müslümanlara olan nimetini ve onlar güçsüzken yardım ettiğini atlatmaktan başka bir şey söylemez, ‘savaşta onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü.’ denir. Uhud Savaşı’nda bozgunun sorumluluğundan sıyrılmak için herhangi bir tartışma veya çekişme görülmez Kur’an’da. Okçulara, ‘netice ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları’ emredildiği halde, sonucunda acı bir bozguna meydan veren yerlerini terk etme olayı gerçekleşmiştir. Kur’an bu olayı bakın nasıl ele alır: ‘ Şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış.’ Eğer bu Kur’an Hz Muhammed’den olsaydı, bu durumu fırsat bilir, muhaliflerine çok acımasız bir biçimde yüklenir ve istişareyi zorbalığa dönüştürebilir. Fakat Kur’an, alemlerin Rabbinden geldiği için, ona daha fazla istişare emrediliyor. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 394 ) ‘Gaybın anahtarı Allah’ın katındadır.’ (En’am, 59) Kur’an’da geçmiş peygamberlerle ilgili birçok gaybi ( görülmeyen alem; geçmiş-gelecekle ilgili) haberler, kıssalar bulunmaktadır. Nuh peygambere ait haberler için şöyle buyrulur: ‘Daha önce ne sen bunu biliyordun ve ne de kavmin.’ (Hud, 49) Musa peygamber ile ilgili de: ‘Hayır sen Ey Muhammed! Mukaddes vadinin batı tarafında değildin, o hadiseyi görenlerden de değildin.’ (Kasas, 44) Hz Meryem kıssası için, ‘Sen onların yanında değildin.’ (Ali İmran, 44) … Medine’ye hicretten sonra Yahudi ve Hıristiyanlarla karşı karşıya geldi. Onlar soru sorarak ve aldıkları cevaplar karşısında İslamiyet’e girdiler veya Necran Hıristiyanları gibileri de cizye verdiler. Kur’an-ı kerim, Hazreti Adem’den Saadet Asrına- peygamberimiz zamanına- kadar birçok haber vermiş, gelmiş geçmiş peygamberlerin durumlarını haber etmiştir. İncil ve Tevrat’la ittifak ettikleri noktalarda onları tasdik, onay; ihtilaf ettikleri konularda düzeltme yapmış ve gerçeği ortaya koymuştur. Kur’an hakimlik rolünü üstlenmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 397) Kur’an geçmişe ait haberleri görürcesine, canlı bir şekilde tasvir eder; maksat, amaç, gaye okuyana bildirilir! Kur’an melekler, cinler, cennet, cehennem gibi konularda da haber verir, peygamberin bunu görmesine imkân yoktur. Normal bilgi edinme vasıtaları aracılığı ile öğrenemediğimiz bu konularda, ancak vahiy sayesinde aydınlanabiliyoruz. Kur’an münafıkların gizli amaçlarla kurduğu, Mescidi Dırar’ın gerçek yüzü hakkında peygamberimize bilgi vermiştir. (Tevbe 107-108) Kur’an gelecekle ilgilide haberler vermiştir. Haber verilen durumlar da aynen gerçekleşmiştir. Mesela, Bizanslılar ile İranlılar arasındaki savaş (Rum, 3-5) gibi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 399) Oryantalist Safary yaptığı Kur’an tercümesinde, “Rum ve İran imparatorluklarının durumunu iyi bilen herhangi bir insan, dikkat ettiği takdirde böyle bir sonucu tahmin edebilirdi.” ( M. savary, Le Coran, s. 365) demektedir.nEğer hal böyle iken, neden Resulullah bunu bildi de, Hazreti Ebu Bekir ile yüz deve üzerine bahsine giren kavmi bilemedi? Savaşın dokuz seneyi geçmeyecek bir süre içerisinde meydana geleceğini, henüz yeni savaştan yenik çıkmış bir tarafın zaferi ile sonuçlanacağını haber vermesi ve bunun gerçekleşmesi bir mucizedir. Bu haber gerçek olarak ortaya çıkmasaydı, İslam’ın geleceği üzerinde en büyük tahribatı oluştururdu. Ebu Leheb’in ve eşinin cehennemlik olacağı Kuran’da bildirilmiştir (Tebbet, 1-5) ve onlar imansız olarak ölmüşlerdir. Maide, 67. Ayet “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Şeklinde indiğinde Peygamberimiz nöbetçilere, ‘ Gidin, Allah beni koruyacak.’ der -Teslimiyet ve imandaki derinliğe bakın! – ve Allah o’nu birçok düşmanından, etrafında koruma olmadığı halde korur da! (Beydavi, tefsir, nüzül sebebi, s. 401) Ehli Kitap’ın birçok yanlışını Hz Peygamber düzeltmiştir, ‘yanlışlarını düzelttiği insanlardan bilgi öğrenmesi makul, akli değildir.’ Ehli kitaptan birçok âlim Müslüman olmuş, müşriklerde çok geçmeden İslam’a canla başla teslim olmuşlardır. Müslümanların daha Mekke’de iken müşriklere galip gelecekleri, İslam dininin diğer bütün dinlere galip geleceği bildirilmiştir, hepsi aynen gerçekleşmiştir! Kur’an’da birçok bilimsel ayetler de vardır. Tarih, coğrafya, biyoloji, tıp, fizyoloji, kimya, fizik, astronomi… Doktor Maurice Bucaille, La Bible, le Coran et la science isimli kitabı bu konudaki örneklerle doludur. Üç ilahi-Semavi kitabı incelenmiş, içerikleri modern bilimin verileriyle karşılaştırılmış ve ‘Kur’an’ın modern dönemde ilmi bakımdan tenkit edilebilecek bir taraf ihtiva etmediğine, içermediğine kesin olarak kabule mecbur kaldım.’ sözünü yazar söylemiştir. (Bucaille, s. 13) Bu konularda ‘Kur’an ve bilim’ ve ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
Sonuç
Oryantalistlerce ileri sürülen iddialar birtakım dini, siyasi, ideolojik ve sosyal kaygıların ürünüdür. Hazreti Muhammed halk arasında doğruluk ve güvenilirlik ile ün salmış, engin tevazu sahibi, yakın akrabaları, sahabeleri kendisine içtenlikle bağlı olan, her şeyini dini uğruna feda eden, Allah’tan emir aldığını anlar anlamaz her türlü tehlikeyi hatta ölümü göze alan, hak bildiğini haykıran, sade ama Yüce âlemler ile bağlantılı olan, kararlı tavizsiz bir şahsiyettir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 422) İlk vahiy karşısındaki telaşı, tepkisi, onun peygamber olma, bir kitap ortaya koymak konusunda önceden bir düşüncesinin bulunmadığını gösterir. İnen ayetleri hızlı hızlı tekrar ederek ezberlemeye çalışması, onun yapaylıktan tamamen uzak olduğunu, samimiyetini gösterir. En çok ihtiyaç duyduğu anlarda uzun süre vahiy gelmemesi, pek çok kez vahyin kendi arzusuna aykırı olarak inmesi, bazen kendisini ayetlerin tenkit etmesi ve bunun gerek kendi hayatı boyunca, gerekse ondan sonra yüzyıllarca dillerde tekrar ettirmesi de onun samimiyetinin delili, açık bir göstergesidir. Tarihte, kendisine ait çok kıymetli bir eseri başkasına mal eden kimse yoktur. Peygamberimizin Kur’an’a olan saygı ve bağlılığı, onu ezberleme ve korumaya gösterdiği titizliğe ve bunu kendi sözlerine; hadislerine göstermemesi; Kur’an’ın başka bir kaynaktan geldiğini gösterir. Hz. Muhammed’in, Allah’a isnat ve iftirada bulunması imkânsızdır. O, Allah’a son derece bağlı, ondan son derece korkan, emirlerine karşı gelmekten sonsuz derecede çekilen, onu razı etmek için ibadete son derece düşkün, ona sonsuz bir güven ve tevekkül ile bağlı olan birisidir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 423) Hazreti Muhammed’in muhaliflerinin kararsız ve tutarsızlıkları, çelişkileri, zamanla pek çoğunun iddialarından vazgeçerek Müslüman olmalarına neden olmuştur. Bu onun peygamberliğinin delilidir. Mekke ve Medine dönemi farklı olduğu iddiası ortaya atılmış, Mekke’de Yahudi ve Hıristiyanlardan, Medine’de Yahudilerden, ticari yolculuklardan, şairlerden ve halk fikirlerinden, cahiliye inanç ve adetlerinden, sabiilerden, Hazreti Ömer’den; iç kaynaklar olarak, kendi şahsi düşüncelerinden, Arapları hurafelerden arındırma rolünü ifa etme gayesinden, şahsi veya toplumsal amaçlarından, dünya malına düşkünlüğünden, liderlik hırsı, cinsel arzuları, toplumu ıslah etme arzusu, zahidâne bir yaşantı yaşayıp zaruri ihtiyaçlarını dışındaki başka şeyleri muhtaçlara dağıtmasından, mecnun olduğu veya sara hastası, histeri, nevrasteni olduğundan… Tüm bunların sonucu, Kur’an’ın Muhammed tarafından yazıldığı iddiaları ortaya atıldı. Hâlbuki Kur’anı Kerim, gerek içerik, gerekse üslup bakımından, insani ölçü ve değerlerden uzaktır. Zaman üstü, ölçü ve değerleri yansıtır. Kur’an, ilahi ilmin projektörüyle geçmiş ve geleceğe nüfus ettiğini gösteren mutlak bir güvenle söz söyler. Kur’an geçmiş ve gelecek gaybi bilgileri ve bilimsel ayetleri ihtiva eder. Kur’an inananlarının da düşmanlarının da cazibe merkezi haline gelmiş ilahi bir kitaptır. İnsanın his, beden ve akıl dengesini sonsuz denecek derecede bir hassasiyetle koruyarak hükümlerini ortaya koymuş, emirlerini sunmuş ve hükümlerini ortaya koymuş ve uygulanmıştır. Yirmi üç sene gibi uzun bir zaman zarfında, çok değişik vesilelerle, zaman ve ortam bakımından birbirinden çok uzak şekilde indiği halde ayetler, yan yana konulduğu zaman, akıcılığından, insicamından, hiçbir şey yitirmemiştir. Aynı anda hem komutan, hem hâkim, hem hem din adamı, hem yönetici, hem aile reisi olan bir şahsın, bütün bu vesilelerle 23 sene gibi uzun bir zaman da çok değişik halet-i ruhiyelerde sarf ettiği sözlerinin, bir kitap bütünlüğü içinde bir araya getirildiğinde meydana gelecek karışıklığı göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an’ın beşer sözü olamayacağı gerçeği bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 429-430)
Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kuran ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar
Gelen bir soru ve cevabımız ekle ayrıca: mecaz
Selamün aleyküm hocam, bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: ‘(Güneş) Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır.’ Burada sanki dünya dönmüyor da güneş doğup batıyormuş gibi bir anlam çıkıyor, nasıl anlamalıyız bu hadisi?
Cevaben: A. selam Muhammed kardeşim. “Kur’an’da çelişki yoktur” ve Kur’an’da bilime aykırı olduğu iddia edilen ayetler” adlı yazılarımızda güneş-dünya ve yörüngeler hakkında bilgi verilmiştir. Peki, secde kavramını nasıl anlamalıyız? “Evrendeki her şey Müslim yani İlahi emirlere teslim olmuştur. Ondan aldıkları görevi yerine getirirler.” (İslam’da bilim ve Medenîyet, s. 19) Nahl suresi 79. ayette (Ayrıca Mülk, 19) de yüce yaradan ‘kuşu havada tutanın kendisi ‘ olduğunu bize bildirir. Aslında bu o kuşun uçması için gerekli tüm özelliklere işaret edip (havanın kaldırma kuvveti, sürtünme kuvveti, tüylerinin yapısı, ön gagasının yapısı vd.) dikkatleri o muhteşem düzene dikkat çekip, onu ayarlayana, eserden müessire; eseri yapana ulaşmamızı ister.
“Secde etmek, tesbih etmek”* gibi kavramlar iteat etmek, verilen görevi yapmak (İbnu Manzfır, III/204- 206) anlamlarına** gelir. Yani güneş, kendine verilen emri yerine getirir, ısı ve ışık yayar. Tâki, kıyamet gününe, her şeyin ters yüz olacağı, “güneşinde batıdan doğacağı” (Sünen-i İbni Mace, IX/4362) güne dek. Söz konusu hadisin devamında efendimiz: “Güneş, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yasin, 38) ayetini okur. (Tirmizi, Fiten, 22) Bu ise bilimsel bir mucizeye işaret eder yani, ancak yakın gelecekte bulunan, “güneşin de bir yörüngesinin olduğu” gerçeğine! Tabii, ateistler hadisin devamını yazmazlar! Yasin, 39. ayette Ay’ın da yörüngesi olduğu ifade edilir ki, bu da ayrı bir bilimsel mucizedir. Yasin. 40. ayette ise gece gündüz dengesine işaret edilir ve her birinin yörüngesi olduğu ifade edilir! * “Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 44);”Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmiştir. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Hadîd, 1); “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (Ra’d, 15); “Allah’ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri sağa ve sola dönmekte, Allah’a secde edip yere kapanmaktadır.” (Nahl, 48) Dikkat edilirse ayetler, sünnetullah olan tabiat kurallarına işaret ederek, secde terimi ile kurallara ve kurallardan da kuralı koyana dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Zaten birçok araştırmacı da bu ayetlerin yönlendirmesi ile astronomi çalışmalarına yönelmiştir. “Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini” (Ankebut, 19-20); “Gerçekten de yerlerin ve göklerin yaradılışında, gün ve gecenin uzayıp kısalmasında akıl sahipleri için muhakkak birçok işaretler vardır.” (Ali İmran, 190); “O yedi göğü kat kat yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözü(nü) çevir (de bir bak) hiçbir çatlaklık görüyor musun?” (Mülk, 3) vb. ayetler aslında, yaratılandan yaratana ulaşmamız için bizleri motive eder, yönlendirir. ** Secde Arapça sözlüklerde, ‘boyun eğmek’ anlamına gelir. Kur’an’da bu anlamda 80 yerde secde kelimesi ve türevleri geçer. (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “scd” md.) Ünlü sözlük sahibi Râgıb el-İsfahânî, Kur’an’daki secdeyi isteğe bağlı ve zorunlu secde olarak ikiye ayırır; ilki (sücûd bi’htiyâr) insana mahsus olup karşılığında mükâfat vardır. İkincisi (sücûdü teshîr) insan dahil olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların ‘Allah’ın koyduğu kanunlara boyun eğmesidir.’ (İsfahânî, el-Müfredât, “scd” md.) “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun?” (Hacc, 18) ayetini buna örnek verebiliriz. “Yaratılanların tesbihleri, Allah’a olan teslimiyetleridir.” (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü’t-Tefâsîr, III/319 vd.)
Soru: Bilindiği üzere iki vahiy katibi dinden dönmüş biri İbn-i Hatal diğeri ise Hz.Osman’ın süt kardeşi Abdullah Bin Sad.Ateistler İbn-i Hadal’ın öldürülüp Abdullah Bin Sad’ın bağışlanmasını peygamberimizin torpil yaptığı şeklinde yorumluyorlar.Bu şüphemi giderecek bir yorumunuzu var mı acaba?
CEVABEN
Halit kardeşim, Peygamberimizin 42 vahiy katibi var idi. Bunlardan biri olan Sa’d’ı, vahiy katipliği şımartır. Bir gün Medine çarşısına çıkıp: “Ben de peygamber oldum. Bana da vahiy geliyor!” demeye başladı. Bunu haber alan Resulüllah kendisini çağırttır. Çağrıya uymaz ve Mekke’ye kaçar. Resûlullah Mekke fethedilince, onun öldürülmesini emreder fakat süt kardeşi Hz. Osman onu himayesi altına alır ve efendimizden bu emanı tanımasını rica eder, Resûlullah da bu himayeyi tanır.” (Ebu Dâvud Hudud 1, (4358); Nesâî, Tahrimu’d-Dem 15, 7, 107) Bu olaydan sonra çok utanan Sa’d, devamlı efendimizden kaçar. Efendimiz haber gönderir, “Onun biatını almadım mı? Kendisine eman vermedim mi? Allah geçmiş günahlarını siler.” (Vâkıdî, Megâzî, II/856, 857) Abdullah b. Sa’d, yeniden Müslüman olduktan sonra, İslâmiyet amelleri ile Müslümanlığını güzelleştirmiş; ölünceye kadar, kendisinde kötü bir tutum ve davranış görülmemiş (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, V/60) Sadece hayır ve fazilet, iyi hallilik ve dindarlık görülmüş (İbn Hazm, Cevâmiu’s-a’re, s. 232) Mısır’ın fethine katılmış ve daha sonra Mısır’ı geri almak için gelen Bizans ordusunu da hezimete uğratmış ve: “Ey Allah’ım! Benim en son amelimi sabah namazı yap!” diyerek dua etmiştir ki duası kabul olunur ve sabaha namazında sola selam verirken ruhunu teslim etmiştir. (İbn Abdilberr, İstî’âb, III/920; İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, III/260; İbn Seyyid, Uyûn, II/175,176) İbn Hatal’ın ise Sa’d ile kıyaslanamayacak kadar çok suç işlemiştir. Sa’d, nefsine uyup, bir an için kibirlenip, haddi aşan sözler söyleyip, sonra utanarak kaçmıştır. İbni Hatal ise, peygamberimiz kendisini zekat ve sadaka tahsildarlığı vazifesine tayin ettiği zaman (İbn İshak, İbn Hişam, IV/52, Vâkıdî, II/829, Belâzurî, Ensâb, I/359, Taberî, III/119) Yanına verilen Müslüman bir hizmetçi sadece kendisi uyurken, kendisi de yorgunluktan uyuyup yemeğini yapmadığı için atılıp onu döve döve öldürmüştür. (İbn İshak, İbn Hişam, IV/52, Taberî, III/119) irtidat ederek topladığı zekat ve sadaka mallarını da yanına alıp Mekke´ye kaçmıştır. Mekkeli müşrikler, İbn Hatal´a: “Seni bizim yanımıza geri çeviren nedir?” diye sordukları zaman, İbn Hatal: “Sizin dininizden daha iyisini bulamadım!” diye cevap vermiştir. (Vâkıdî, II/859, Belâzurî, I/360) Müşrik olarak kalmakta devam etmiş İslam aleyhine içkili şarkılı ortamlarda şiirler söylemiş ve (Vâkıdî, Megâzî, II/860) Mekke’nin fethedileceği gün tepeden tırmağa kadar silahlanarak savaş için yola çıkmış ama Müslüman mücahitleri görünce içine korku düşmüş, titremeye başlamış, Kabe´ye kadar gidip atından inerek silahlarını çıkarmış, Kabe´nin örtüleri arasına girmiştir. Orada bu halde iken yakalanıp öldürülmüştür. (İbn Hişam, SîreIV/53, Taberî, Târih, III/120; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/424)
Efendimiz af etse torpil, cezasını verse (Haşa) câni/katil ilan edilmiş, iftira, önyargı dolu suçlamalara her zaman muhatap olmuştur. Dolayısı ile ateistleri memnun etmek mümkün değildir! Cevabı verseniz de onlar farklı açılardan aynı olaya bakıp eksik-hata aramaya devam ederler. Tabii ki gerçeği arayanlar bu cevaplar karşısında hakka teslim olurlar, bu da kişinin samimiyeti ile Allah’ın hidayet etmesine bağlıdır. (‘Allah kalpleri mühürler mi?’ başlıklı yazımız bu konuyu açıklamaktadır.)
*
İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru
Konuyu tamamlayan ‘ Oryantalistlerin Kuran ve peygamber iddialarına cevaplar ve Batı’da Hz Muhammed imajı’ adlı yazıyı tavsiye ederiz.
Önsöz
Batıda Hz Muhammed daha çok Hıristiyanlık ve Yahudilik kaynaklarından faydalanarak kendi toplumunun sorunlarına yerel çözümler üreten bir milli lider olarak tanımlanmıştır. Bazıları, ‘sapık, putperest, Deccal, Hıristiyanlığın baş düşmanı, şiddet yanlısı, şeytanın dostu, kötülüğün kaynağı’ gibi tanımlamalarla kamuoyunu, ona ve onun şahsından Müslümanlara karşı yönlendirmeye çalışmıştır. Diğer grup, Hz Muhammed’in tarihi kişiliğinin var olup olmadığını tartışmaya açmışlardır.
Giriş
Doğu toplumu halkını inceleyen ve değer yargıları üreten batı kaynaklı faaliyetlere istişrak – oryantalizm- yürütenlere de müsteşrik denir. Oryantalizmi ortaya çıkaran etmenlerden bazıları:
Düşmanı anlamak/tanımak, Müslümanlara karşı birliklerini korumak için geliştirilen karalama kampanyaları, misyonerlik faaliyetleri, sömürgecilik. (s. 1) 13 ve 14. yüzyıllarda üniversitelerde Arapça dil kursları açılmış, haçlı seferlerinden sonra da 17. yüzyılda doğuya yapılan seyahatnamelerin sayısı iki yüzü geçmiştir. 1539’da amacı yakın doğuyu Hıristiyan yapmak olan Guillaume Postel adına Paris’te açılan kolej ile akademik anlamda İslam batıda araştırılmaya başlanır. (s. 2) 19. yüzyılda ise oryantalist dernek ve dergiler faaliyetlere başlar. (s. 3)
Fransa: 12. yüzyılda eğitim programlarında Arapçaya yer verilmeye başlanır. 14. yüzyılda ise üniversite seviyesinde Arapça eğitimine başlanır. 20. yy.’da da oryantalist çalışmaları devam etmektedir. Mısır’ın Napolyon tarafından başlayan İslam ülkelerine hakim olma politikası, Müslümanları tanıma, bu amaçla başta Arapça öğreniminin zorunluluğu ortaya çıkmıştır. (s. 4)
Hollanda:
Leiden üniversitesi 1593’ten itibaren Arapça farsça ve Türkçe öğretime programını uygulamaya başlar. 1701 tarihinden itibaren Utrecht üniversitesinde profesör olan Adrianus Relandus, De Religione Mohammedica adlı eseri ile Hz Muhammed hakkında o zamana dek Batı Avrupa’da yayılmış olan efsane ve hurafelerin eleştirini yapar. Sömürgecilik faaliyetlerine paralel olarak 19. yüzyılda oryantalizm çalışmaları Hollanda’da gelişme kaydeder. (s. 4)
İngiltere:
İslam kültürü ile tanışmaları 12. yüzyıla dayanır. 1632 yılında Cambridge ve 1636 yılında Oxford üniversitesinde Arapça kürsüleri açılır. 19. yüzyıl İngiliz oryantalizminin doruğa ulaştığı yıldır.1917 yılında Londra üniversitesine bağlı School of Oriental Studies açılır. (s. 8)
İtalya:
İslam tıp eserlerinin Latinceye çevrildiği 13. yüzyıllarda oryantalizm çalışmaları İtalya’da başlar. 1727’de Matteo Ripa isimli din adamı tarafından kurulan ve masrafları misyoner bir teşkilatça karşılanan Istituto Universitario Orientale adlı okul çalışmalarına hala devam etmektedir. (s. 9)
İspanya: 10. yüzyıldan itibaren Arapçadan Latinceye tercüme faaliyetleri başlar.13. yüzyıldan itibaren Müslümanlarla kendi kaynaklarını tanıyarak mücadele etmek amacıyla başta Kur’an olamk üzere tercüme faaliyetleri yapılır. Avrupa’da genelde oryantalistler sömürge eksenli çalışmalar yaparken İspanyol şarkiyatçılar çalışmalarını daha çok kendi milli geçmişlerinin bir parçasını teşkil eden Endülüs tarih ve medeniyetini araştırma üzerine yoğunlaşmışlardır. (s. 14)
ABD: Oryantalist ilk örgüt 1847 yılında kurulur. Bunun dışında Belçika, İsviçre, İsveç, Danimarka, Avusturya, Almanya devletlerinin oryantalist çalışmaları da özetle kitapta okuyucuya sunulur. (s. 3-14)
Batıda oryantalist çalışmalar 19. yüzyılda yoğunluk kazanmış, 20 yüzyılda bu çalışmalara devam edilmiştir. Önceleri siyasi sebeplerle başlatılan bu çalışmalar batı ülkelerinin sömürgeciliğe kayması ile daha da yoğunlaşmıştır. Oryantalistler konuları daha çok, yaşadıkları dönemin fikri, siyasi, iktisadi gelişmeler çerçevesinde olayları değerlendirdikleri görülmektedir. (s. 15)
Kur’an’ın kaynağı konusunda Abraham Geiger (İbrahim Sarıçam, Seyfettin Erşahin, Mehmet Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvurus. 200), C. Torrey Yahudi etkisinden bahsederken, Karl Ahrens Hıristiyanlığın etkisinden bahseder. Johann Fück ise her ikisini reddedip birbirlerine zıt kanıt, yöntemleri ve sonuçları için onları eleştirir ve Kur’an’daki kıssalar dâhil hiç bir fikrin Yahudi veya Hıristiyanlıktan alındığının söylenemeyeceğini, bu fikirlerin yanlışlığını ileri sürerken Kur’an’ın kaynağı olarak bu kere yerel Arap monoteizmini gösterir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 25) Hartmut Bobzin ise Yahudi, Hıristiyan hatta eski Arap inancı etkilerini kabul etmekle birlikte, tüm bu etkilerin toplamı olarak anlaşılamayacak kadar yeni bir bünyeye dikkat çekerken (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 217) Hubert Grimme ise Hz Muhammed’i dini bir önder değil sosyalist bir reformcu olarak görme eğilimindedir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 22) Aloys Sprenger vahyin kaynağının William Muir tarafından da dillendirilen ‘Sara nöbetleri’ olduğu iddiası (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 20) yerine yeni bir açılımda bulunur ve ‘Hysteria muscularis’ adlı sinir hastalığı nedeni ile Hz Muhammed’in vahiy aldığını zannettiğini ileri sürer. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 21) Bunlar dışında genel olarak tüm oryantalistler (Abraham Gaiger, Gustav Weil, Theodor Nöldeke, Margoliouth,Ignaz Goldziher, Rudi Paret vd.) Hz Muhammed’in hem Yahudilik ve hem Hıristiyanlıktan etkilendiği görüşünü ileri sürerler. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 15-29) Buna karşın “Peygamberin Hıristiyanlık öğretilerinden ne bildiği açık değildir.” (D. Thomas-B. Roggema, Christian Muslim relations, s. 2 ) görüşünü savunan oryantalistler olduğu gibi, R. Bell gibi “Hz Muhammed üzerinde doğrudan bir Hıristiyan etkisi yoktur.” (Bell, The Origin of Islam, s. 50) görüşünde ısrar edenler de vardır. Neal Robinson, ‘Christ in Islam and Christianity’ adlı eserinde, herhangi bir Hıristiyan kültürü etkisinden bahsetmezken H. B. C. Bradford, Hıristiyanlardan alıntı iddiasının ‘zorluğundan’ bahseder. (Bradford, Qur’anic Jesus, s. 111) J. Fück, The Originality of the Arabian Prophet adlı makalesinde, Hıristiyan kültürü etkisine dair, Sprenger, Torrey, Ahrens, Andrea gibi yazarların iddialarına güçlü itirazlar yöneltir ve Hz Peygamberin şahsi karizmasına vurgu yapar.” (Fück, The Originality, s. 89, 93, 95, 97) iken Muir’de ” Muhammed’in herhangi bir İncil’i okuduğu fikrine katılmıyorum.” der. (Muir, The life of Mohammad, s. 310) Abbe de Saint-Pierre ise Hz Muhammed’in dininde Hıristiyanlıktan iz bulmaz, bunun yerine İslam’ı paganizm ve Yahudiliğin bir sentezi olarak görür. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 80) Revizyonist oryantalistlere (Patricia Crone, Michael Cook ) göre ise İslam, Sasaniler tarafından Filistin’den sürülen Yahudilerin Hicaz bölgesine gelişinden sonra ortaya çıkan Haceriler ( Hagerine) adlı mesihi bir mezhebin içinden çıkmıştır. (M. Özdemir, siyer yazıcılığı üzerine, Milel ve Nihal, IV/3, s. 147) “Nicetas, Kur’anın eski ve yeni ahit’in zıttını içerdiğini, bu yüzden vahiy değil, şeytani ilhamın bir ürünü olduğunu söyler.” Hâlbuki başka oryantalistler de, Kur’an’ın İncil-Tevrat’tan aşırılma olduğu yani zıttı değil, benzer içeriğe sahip olduğun ileri sürer. Zaten misyonerlere de bu benzer iddialı yerlerden hareketle Müslümanlara, İncil-Kur’an aynıdır, mesajı vererek ilk neşteri, kancayı atmaya çalışırlar. Benzer mi, zıt mı, kısmen farklı ise hangi mezhepten, kitaptan veya kişiden aşırılma? Çünkü tüm iddialar birbirinin zıttıdır! (Prof. Dr. Fuat Aydın, Batı İslam Algısının Arkeolojisi, s. 38) “Paul Alvarus için Muhammed, mesih karşıtı ama deccal değil; Eulogius için ise, deccal; Vincent de Beavais için ise; deccal gibi bir sahtekâr biridir. ” (Fuat Aydın, s. 42 ) ” Alfonsi, Muhammed’in mucize göstermediğini ileri sürerken, Tuscanlı Tommaso, Matthew Paris ve Vincent de Beavais’e göre Muhammed, mucizeler göstermiş ama bu mucizeler şeytan tarafından gerçekleştirilmiştir. ” (Fuat Aydın, s. 46) Annemarie Schimmel adlı oryantalistte, ‘Ve Muhammed O’nun elçisidir’ adlı eserinin 39. sayfasında, Hıristiyan ve Yahudi farklı kaynaklardan alıntılar yapıldığına dair oryantalist iddiaların ‘farklı ve kısmen çelişkili’ olduğuna dikkat çeker! “Voltaire, Pascal, Dante ve Thomas Aquinas gibi yazarların ortak paydası, nesilden nesile aktararak İslam ve peygamberi negatif olarak değerlendirmektir. Katolikler Protestanlara kötülemek için aslında ilk protestanın Hz. peygamber olduğunu ileri sürmüşlerdir. Protestanlarda Türkler ile asıl Katoliklerin iş birliği yaptığını söylemişlerdir.” (Hıdır, s. 92) “A. Mingana ve G. Lüling’in iddiasına göre Kur’an, esasen İslam öncesi teslis inancına karşı çıkan Hıristiyanlarca yazılmıştır. (Hıdır, s. 275) W. Goldsack, Samuel Lee gibi birçok yazar da Kur’an’ın Hıristiyanlıktan alıntılandığını ileri sürerler. (Hıdır, s. 279) D. S. Margoliouth ise bu iddiaları, “Muhammed hiç bir İncil’i elde etmemiş ve okumamıştır.” diyerek reddeder. (Hıdır, s. 283) C. Torrey, Mekke’de etkin bir Yahudi nüfusu olduğunu ve bunların Muhammed’i etkilediğini ileri sürer. Yahudi olan F. Rosenthal ise bu iddiayı kabul etmez ve “eldeki mevcut kaynaklar Torrey’i desteklemez.” der. (Hıdır, s. 266) Aynı şekilde G. D. Newby, A History of the Jews of Arabia adlı eserinde, oryantalistlerin Yahudi köken iddiasını tenkit eder. (Hıdır, s. 267) Damascus, ‘De Haeresbius’ da, Kur’an-ı Kerim’in peygamber tarafından kaleme alındığını ve yazma sırasında Bahire isimli kişin kendisine yardım ettiğini ileri sürmüştür. (Taceddin Ural, Papa bir puttur, s. 120) Oryantalistler bir taraftan Rahip Bahira olayının uydurma olduğunu ileri sürerken diğer yönden de bu olaydan hareketle, Hz Peygamber üzerinde Hıristiyan kültürü iddiasını gündeme getirirler. (Hıdır, s. 296) Aynı misyoner yazar bir kitabında ‘Kur’an ile kutsal kitaplar arasında çok fark var’ der ve sıralarken, başka kitabında ise ‘Tevrat’tan alıntılar aynen Kur’an’da var’ diyebilmektedir: Kur’an’ı Tevrat ve İncil ile karşılaştırdığınız zaman onun aynı kaynaktan olmadığını görmemek çok zordur. Kur’an kendinden önceki kaynaklardan büyük farklılık gösterir. (John Gilchrist, Evet, Kitabı Mukaddes Tanrı Sözü’dür, s. 16) Yazar daha sonra kitabının 21. Sayfasında ‘Kur’an ile Kutsal Kitaplar arasındaki esas farklılıklar’ diyerek maddeler sıralar. Diğer eserinde ise Gilchrist, “Hem Kutsal Kitap hem de Kur’an, yazıldıkları günden bugüne kadar hiç değişikliklere uğramadan gelmemişler.” (John Gilchrist, Kur’an ile Kutsal Kitap, s. 44) dedikten sonra aynı eserinin 53. Sayfasında “Yahudilerin masal ve mitoloji kitaplarındaki olayların Kur’an’da yer almaları, Kur’an’ın Tanrı sözü olma iddiasına karşı çok güçlü birer delildir.” demektedir. “Yahudi oryantalistlere göre Yahudilik, İslam’ın birinci kaynağıdır.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 231) Theodore Bibliander, Kur’an’ın kaynağı olarak Hıristiyanlığı gösterir. (Machumetis, I/3) Leone Caetani, İslamiyet’in dolaylı olarak Hıristiyanların bir ürünü olduğunu iddia eder. (Studi di Storia Orientale, s. 47) Tor Andrae, Muhammed’in Hıristiyan rahiplerden etkilendiğini ileri sürer. (Mohammed, s. 8) David Samuel Margoliouth, İncil’in Hz Muhammed için gayet faydalı bir kaynak olduğunu ileri sürer. (Mohammedanism, s. 50) Herbelot de Mollainvile, L. Marraccio, A. Geiger, W. Muir, J. Wellhausen, W. St. C. Tisdall, T. Nöldeke, H. Grimme… gibi oryantalistler ise, İslamiyet’in temelinin Yahudiliğe dayandığını iddia ederler. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 31-72) Aloys Springer, Muhammed’in Arap dinini inşa ettiğini, birçok Arap şiirinden alıntılar yaptığını (The Life of Muhammad, s. 35) iddia eder ama Arapların Peygamberimize neden bu kadar itiraz ettiğini, muhalif olduğunu açıklayamaz. Aynı yazar Muhammed’in sapık Hıristiyanlardan etkilenmiş olabileceğini iddia eder. (The life of Muhammad, s. 175) Julius Wellhausen ise “İslamiyet’in Hıristiyan kültürünün etkisinde kalan Arap putperestliğinden ortaya çıktığını” iddia eder. (Reste Arabischen Heidentums, s. 240) Sir William Muir, “Muhammed’in Hıristiyanlığın gerçek kurallarını bilmeye olanak tanıyacak kaynaklara ulaştığı şüphelidir” der. (The Life of Muhammad, s. 325) Josef Horovitz ise, “Muhammed’in eski ve yeni Ahit’in tercümelerine bir şekilde ulaştığı” iddiasında bulunur. (Horovitz, Koranische Untersuchungen, s. 20) Theodor Nöldeke, herkesin Hıristiyan olduğunda ittifak ettiği Varaka bin Nevfel’in, Yahudi olduğunu iddia eder. (Hatte Muhammed christliche Lehrer, s. 705) Aynı yazar, Rahip Bahira’nın Muhammed’i etkilendiğini iddia eder. Hâlbuki birçok oryantalist, Rahip Bahira olayının uydurma olduğunu, sonradan Müslümanların Muhammedi büyük göstermek, peygamberliğine delil olarak kullanmak üzere uydurulduğunu ileri sürerler. Ama uydurma dedikleri bu olayı, işlerine gelince gerçek gibi kabul edip yine İslam’a saldırmak için kullanmaktan geri kalmazlar. Charles Cutler Torrey, “Bazı araştırmacılar Kur’an’ın bir kısım pasajların da Yahudiliğin etkisini görürken: diğer bir kısım araştırmacılar ise aynı pasajlarda Hıristiyanlığın izlerini bulabilmektedir. Hâlbuki dikkatli incelendiğinde aynı konuların, Yahudi ve Hıristiyanlıktan ayrı olarak Batı Asya pagan dini kayıtlarında yer aldığı görülecektir.” diyerek, aynı ayete oryantalistlerin subjektif yaklaşımları sonucu farklı sonuçlara ulaşıldığını açıkça itiraf etmektedir. Kendisi de eleştirdiği konuma gelmekte, aynı ayetten üç farklı sonuç elde edilebilmektedir. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 73) İbni Warrak ise, “İslamiyet Zerdüştlükten doğrudan etkilenmiştir. İran, Hint kültürünü kaynak olarak almıştır.” iddiasında bulunur. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 95) Kısaca oryantalistler öyle ya da böyle Kur’an’ın kaynağını başka yerlerde aramışlardır. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 96) Hıristiyanlar hiçbir dönemde Hazreti İsa’nın ilahlığından vazgeçmemişlerdir. Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanların birçok inancına inancının yanlış olduğunu dile getirir. Eğer Kur’an onların verilerine dayansaydı elbette onların içeriğine muhalefet etmezdi. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 105, 107) Oryantalistler yüzyıllarca Kur’an’ın kaynağı konusunu araştırmalarına rağmen bir türlü tatmin edici bir sonuca ve kendi aralarında ittifak ettikleri bir görüşe ulaşamamışlardır. Birçok oryantalistin Kur’an konusundaki hipotezlerinde, her biri ayrı bir iddia ortaya attığından elde ettikleri veriler gelişimsel bir birikim oluşturulamamaktadır. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kur’an’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 97, 169)
Görüldüğü gibi oryantalistler içlerindeki kin ve nefreti hiçbir ilmi delil ve objektiflik kriteri olmadan ve birbirlerine zıt bir şeklide kusmuşlar ama aynı zamanda da çelişkili ithamları ile birbirlerini de yalanlamışlardır! Tek başına Yahudilik, tek başına Hıristiyanlık, Hem Yahudilik hem Hıristiyanlık, hem paganizm ve Yahudiliğin bir sentezi, sadece Arap monoteizmi veya sosyal reformcu veya sara-histeri nöbeti gibi birbiri ile zıt ve tutarsız birçok iddia Kur’an’ın kaynağı olarak ileri sürülmüştür. Tüm bu karmaşık ve birbiri ile zıt iddiaların ortaya çıkışının ana sebebi, Kur’an’ın vahiy ürünü bir kitap kabul edilmemesi ön kabulü ile Hz Muhammed’in hayatına yaklaşılmasıdır. Önce Hüküm/karar (İsa tanrıdır dolayısı ile teslisi reddeden Muhammed sahte peygamberdir) verilip sonra delil aranınca ortaya yukarıdaki gibi birbirine zıt çelişkili, tutarsız iddialar yığını ortaya çıkmaktadır!
Modern oryantalizme kadar batıda Hz Muhammed tasavvuru
Literatüre ( Basılı eserlere ) dair
Bu yazılar çoğrafi olarak 3 bölümde ele alınabilir. Müslümanların hakimiyeti altında yaşayan ( Zımmi) Hıristiyanların yazdıkları eserler, Bizans sınırları içinde yaşayanların yazdıkları ve İspanya ve batı Avrupa’da yazılan eserler.
Zımmilere ait eserler: En önemlileri Yuhanna ed-Dımeşki ve Abdülmesih el-Kindi tarafından yazılan eserlerdir.
Yuhanna ed-Dımeşki (ö. 754): Yazdıkları ile gelecekteki tüm oryantalistlere temel teşkil edecek ithamlarda bulunmuştur. Yazdığı iddia edilen iki, eser ile Batı literatüründe Hz Muhammed’le alakalı kimi görüşlerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Kur’an’da Tanrı’nın devesi adlı bir süre olduğunu ileri sürecek kadar tartışmalı iddialar ortaya atmıştır. (s. 32) Dımeşki’nin iddiaları arasında İslam’ın ‘İsmaililere ait sapkınlık’ ve ‘Deccal’in öncüsü’ olduğu gibi iddialarda bulunmaktadır. Allah’ın Muhammed’e kitap verdiğine kim şahit olmuştur diye soran Dımeşki, Hz Muhammed’in bir Arian rahibinin eğitiminden geçtiğini de ileri sürer. (s. 56) 8. yüzyıldan beri var olan nefret ve düşmanlık odaklı yaklaşım tarzının (s. 69) kökenini Dımeşki oluşturur. 1156’da ölen Peter el Venerable gibi birçok oryantalist Dımeşki’den aldığı görüşleri aynen eserlerine aktarırlar. (s. 71) Dımeşki ve Hıristiyan el-Kindi tarafında ortaya atılan olumsuz Muhammed tasavvuru Bizans ve batı Hıristiyanlığına ait eserlerde bir takım kurgusal-hayali öğelerle daha da olumsuz hale getirilmiştir. (s. 98) Hz Muhammed’i tasvir ederken kullanılan aşağılayıcı üslup ortaçağda Dımeşki’nin temsil ettiği geleneksel üslubun devamıdır. (s. 293, 447) Abdülmesih b. Isham el-Kindi’de Dımeşki’nin ( ö. 912) yolundan gider. Nasturi patriği Timothy, Hz Muhammed’in peygamberliğini açıkça dillendirmese de onun peygamberlerin yolunda yürüdüğünü ifade eder. Yakubi patriği İbnül ibri Hz Muhammed’i Allah tarafında görevlendirilmiş bir elçi olduğunu ifade eder. (s. 34)
Bizans metinleri:
Bizans topraklarından bakıldığında İslam yahut Hz Muhammed, Hıristiyanlığın en azılı rakibi olarak görüldüğünden metinlere daha saldırgan ve aşağılayıcı bir üslup hakim olmuştur. (s. 35) Batı Hıristiyanlığı-Avrupa’ya ait literatür: Bilgi kaynakları başlangıçta Endülüs’te yaşayan Mustağrib (Zımmi Hıristiyanlar) ve Bizans metinleridir. Bu eserlerden amaç Endülüs Emevilerinin dinini olabilecek en kötü görünüm içinde sunmaktır. 12. ve 13. yüzyıllarda yazılan eserler 3 başlıkta ele alınabilir: Kronikler (tarih sırasına göre yazılmasıyla oluşan siyer), efsaneler ve risaleler. Efsanelerin en büyük özelliği Müslümanları putperest, Hz Muhammed’i de onların taptığı putlardan biri olarak göstermektir. Haçlı savaşları sırasında özellikle Hz Muhammed put veya pagan bir tanrı olarak tasvir edilmiş ve bu konuda birçok eser yazılmıştır. (s. 38) Kronikler: Tahrif edilen bilgilerin efsanelerle birleştirilmesi ile oluşturulurlar. Hz Muhammed’in Hz Hatice ile evlenerek kral olduğu, 618 yılında Hz Muhammed’in Suriye ve Filistin’i fethetmesi gibi içinde tarih yanılgısı barındıran birçok iddialardan oluşur. (s. 39) Bu dönemlerde yazılan birçok eserde Hz Muhammed suçluların ve soyguncuların arkasına takıldığı bir kişilik olarak tasvir edilmiş, Hz Muhammed’in mucizeleri ile Deccalınkiler arasında benzerlikler kurulmuştur. Kimisi Hz Muhammed’i 4. yüzyılda Libya’da yaşayan şehvet ve siyasetin esiri olmuş bir sapkın olarak nitelendirilirken kimi de Hz. Muhammed’in İslamiyet’i savaşla yaydığını ileri sürer. Bir diğer eserde ise Hz Muhammed matematik, astronomi, musiki ve hitabet alanlarında kendini yetiştirip Bahira tarafından yeryüzüne fitne çıkaracağı haber verilen biri olarak tasvir edilir. (s. 40) 13. yüzyılda Arapça öğreten misyoner okulları açılır. (s. 41) 12. ve 13. yüzyıllarda Müslümanlara ait birçok bilimsel eser batı dillerine çevrilir. Bunlar arasında dini metinlerde bulunur ki bunu en çok Cluny rahibi Peter El Venerable’nin teşviki ile gerçekleşir. Amaç Haçlı seferleri işle Hıristiyanlaştırılamayacağı ortaya çıkmaya başlayan Müslümanları misyonerlik faaliyetlerinde kullanılmak üzere İslam kaynaklarında bulunacak hataları arama gayretidir. Sonunda misyonerlerin kullanabileceği yedi eserden oluşan Toledo Külliyatı/ kolleksiyonu ortaya çıkar. Bunlarda ikisi olan Summa totius haeresis saracenorum (Arapların bütün sapkınlıkları) ve Liber contra sectam sive heresim Saracenorum ( Sarasenlerin reddi) adlı eserleri Peter El Venerable yazar. Eserlerinin birinin başlığı ‘Muhammed’in kötü ve değersiz sapık doktrinine reddiye’ ve Hz Muhammed hakkında verilen bilgilerin amacının ‘onun ve fikirlerinin ne kadar nefret edilmeye değer olduğunu göstermek’ olarak açıklar.
Bunlar İslam’a yapılan reddiyeler önemli kaynaklarıdır. Hz Muhammed’i nasıl anladıkları ve anlattıkları bu metinlerden rahatlıkla tespit edilebilir. (s. 42) Dante, 14. yüzyılda yazdığı İlahi komedya adlı eserde Hz Muhammed’i cehennemim en alt tabakasına yerleştirmiş ve sapkınlar arasında onu göstermiştir. (s. 73) Luther’de aynı çizgide yazılar yazar. John Lydgate, Hz Muhammed’i sapkın bir Hıristiyan ilan ederken, Christropher Marlowe yazdığı piyeste Hz Muhammed ile Timur’u birbirine düşman ilan eder. Mary Magdelene 15. yüzyılda yazılan bir piyestir ve burada da Hz Muhammed Sezar ve Firavun’un taptığı bir ilah olarak gösterilir. (s. 43)
17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan reform hareketleri, rasyonalizm ile doğuya yapılan yolculuklar ve yazılan hatıralar ile yeni bir döneme girilir. (s. 44) Ama Hz Muhammed’e nefret ve düşmanlıkla bakış varlığını aynen korur. (s. 46) Batı tarihinde Hz Muhammed’i savunan ilk eser 1705’te C. Harnby tarafında bulunan Henyr Stubbe ( ö. 1676) tarafında yazılan An account of the rise and progress of Mahometanism adlı eserdir. Basılmamış olsa da bu eser Hz Muhammed etrafında oluşturulan efsaneleri alaycı bir üslupla reddeder. Çok eşlilik, cennet zevkleri, savaş ve şiddet, düzenbazlık reddettiği konuların başında gelir. Basılan ilk eser ise Henri comte de Boulainvilliers (1722) tarafında yazılan Vie de Mohamed adlı eserdir. Hz İsa karşısında Hz Muhammed’i takdir eden yazar ayrıca Hz Muhamed’i büyük bir şahsiyet, kanun koyucu büyük bir idareci olarak nitelendirir. (s. 47) George Sale (ö. 1736) Kur’an’ı tercüme eder. Giriş bölümünde eleştirdiği kadar Hz Muhammed’i de övdüğü yerlerde bulunmaktadır ki bu nedenle yarı Müslüman olmakla itham edilir. Hâlbuki yazdığı başka eserlerde asıl amacını ortaya koyar: Müslümanlar ileride Hıristiyanlığa gireceklerdir. (s. 49) Şunları yazar Reflections on Mohammedism and the conduct of Mohammed adlı eserinde: Çalışmanın başlangıcı okuyucuya, benim Hıristiyanlığa karşı İslam’ı savunacağım intibaını verebilir. Fakat ben açıkça ifade edeyim ki, benim planım bunun tam tersidir. (Sale, Reflections on Mohammedism, s. 2) Godfrey Higgins, An Apology for the life adlı eserinde Hz Muhammed’e yöneltilen itham ve eleştirilere cevap verir. Thomas Carlyle (1881) ise gerek konferanslarında gerekse yazdığı Heroes adlı eseri ile Hz Muhammed’in Hz Hatice ile evliliği, İslam ve kılıç, cennet, şehvet gibi iddialara cevaplar verir. Bu çalışmalardan sonra Hz Muhammed için kullanılan ‘impostor’ (sahte peygamber) nitelemesi eskisi kadar kolay kullanılamamaya başlanmıştır. (s. 51)
Voltaire,’nin La Fanatizme ou Mahomet adlı eserinde Hz Muhammed, ortaçağ geleneğine uygun en aşağılayıcı kelimelerle tasvir edilmiştir. Frederick’e yazdığı mektupta ise, ‘Muhammed’i oyunda gerçekte işlemediği bir suçu işlemiş gibi gösterdiğim için tenkit edilebilirim.’ diyerek çarpıtmasını açıkça itiraf etmiştir. (s. 52) 17. yüzyılın ikinci yarısında İran’da sefir olarak görev yapan Thomas Herbert yazdığı Travels begun anno adlı eserinde, Hz Muhammed’in Yahudi kökenli olduğuna ve ailesinde Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında eğitildiğini, sahte peygamber olduğunu iddia eder. (s. 53) İsviçreli hukukçu James Bruce yazdığı yazdığı Travels in The Holy Land and Egypt adlı eserinde Hz Muhammed için kibirli solucan sıfatını kullanır. (s. 54)
Aydınlanmaya kadar Hz Muhammed tasavvuru
Zımmilere ait metinler: Yahya ed-Dımeşki, Hz Muhammed için, ‘Deccalin habercisi, hilekâr’ gibi sıfatlar yakıştırırken Kindî ise yalancı peygamber olduğunu ispat etmeye çalışır. Kindî’ye göre İsa ile peygamberlik müessesesi son bulmuştur. (s. 57) Ona göre Hz Muhammed önce lider olmak istemiş, olamayınca peygamberlik kurumunu bir araç olarak kullanmıştır. (s. 58) Kindî, Hz Muhammed’in kılıç kullanması ile diğer peygamberlerin kılıç kullanmasını da birbirinden ayırır. Kindî’ye göre daha önceki peygamberler, bir topluluğa semadan gelen ilahi cezalandırma emrini yerine getirmek için kılıç kullanmışlardır. (Apology of Al Kindî, s. 64) Kindî’ye göre Hz Muhammed ne geçmiş ne gelecekten haber vermiştir. Verdiği bilgiler ise kocakarı hikâyelerinden ibarettir. (Apology of Al Kindi, s. 54) Kur’an’ın yazılması konusunda ed-Dımeşkî bir Arian rahibinin Hz Muhammed’e kılavuzluk ettiğini ileri sürerken Kindi, Sergius adlı Nasturi bir rahibin Muhammed’i eğittiğini ileri sürer. İleriki zamanlarda başka isimler de telaffuz edilir. Aslında bu oryantalistlerin tarihi gerçeklerden hareket etmek yerine, kendi keyif ve ihtiyaçlarına göre, kendilerince sapkın olan bir hareketin lideri ile Hz Muhammed’i bir şekilde irtibatlandırma arzusu içinde hareket etmektedirler. (s. 61)
Bizans metinleri: Akla ilk gelen isim Teophanes (ö. 818)’dir. Klasik sapkın rahip iddialarını tekrar eder ve Kur’an’da cennetin içki içilen bir yer olduğunu söyler. Yahudilerin deve eti yediği için Muhammed’den uzaklaştıklarını ileri sürer. Hz Muhammed’in Hz Ebu Bekir’i yerine halef tayin ettiğini de iddia eder. (s. 63-64) Nicetas ise Bakara suresi 268. ayetten (Ey insanlar! yeryüzünde helal ve güzel rızıklardan yiyin, yalnız şeytanın yolundan gitmeyin, zira o sizin için apaçık bir düşmandır.) ayetinden ‘Muhammed’in şeytanı nasıl rab olarak çağırdığını görmez misiniz?’ sonucunu çıkarabilmektedir. 1450’li yıllarda anonim olarak yazılan bir eserde ise Arianist bir rahibin yazdığı esere Kur’an adını verdiğini, bu kitapta Allah’ın oğlunun bulunmadığı, İsa’nın sadece büyük bir peygamber olduğu ve birçok saçmalıklar yazılıdır. Rahip daha sonra kitabı öğrencisi Muhammed’e teslim eder ve safdil halkta ona inanır. (G.E.V. Grünebaum, Classical Islam-A History, s. 46)
Musta’rib (Zımmi Hıristiyanlar) metinleri: La Cronica Arabigo-Bizantina adlı eserde Hz Muhammed hakkında şu kısa bilgilere rastlarız: “Kavminin en asil sülalesine mensuptu.” ( R. G. Hoyland, Seeing Islam as Others Saw it, Darwin press, s. 617) Kurtuba’da 8. yüzyılda cami önlerinde Hz Muhammed’e hakaret eden ‘Kurtuba fedaileri’ hareketi adlı bir grup ortaya çıkar. Önderlerinden papaz Eulogius, Istoria de Mahomet adlı kitaptan etkilenerek bazı kitaplar yazar. Bu kitaba göre Hz Muhammed’in dul bir kadın tarafından büyütüldüğü sonra bu kadınla evlendiği, tefecilik yaparken Hıristiyanlarla tanıştığı, ayinlere katılıp ezberledikleri ile cahil Araplar içinde en akıllısı haline geldiği, İncil’deki şahsiyet, kuşlar adına şiirler uydurduğu, ölümünden sonra üçüncü gün göğe yükseleceğini ama bunun gerçekleşmemesi üzerine sahipsiz kalan cesedini köpeklerin parçaladığını yazar. İslam ona göre ‘şeytani sahte peygamberin şeytani mesajı’dır. Fedai hareketinin diğer lideri Alvaro’ya göre ise, Hz Muhammed kadın düşkünü ve deccal, Müslümanlar ise zinekardır. (K. B. Wolf, The Earliest Latine Lives of Muhammed, s. 89-101 ve Muhammed as Antichrist in Ninth Century Cordoba, s. 10)
Batı Avrupa Hıristiyanlarının metinleri: Hz Muhammed’i nefret ve düşmanlık duygularıyla kurgulanmış bir portre olarak takdim eden yaklaşım 16. yüzyıla dek devam etmiştir. Hz Muhammed’le alay etme ve bu suretle muhatapları eğlendirme hem de onun hakkında sürekli tekrar edilen, hokkabaz, sihirbaz ve sahte peygamber ithamlarına güvercin ve boğa kıssaları da eklenir. Güya Hz Muhammed bir güvercini kulağındaki gizli bezelyeyi omuzuna konarak yiyecek şekilde eğitir, böylece vahiy getirdi şeklinde etrafına sunar. Bu kıssa aynen Shakespear’ın eserlerine de girmiştir. Ayrıca bir de bir boğayı eğiten Muhammed onu çağırınca hemen gelir ve önünde boğa diz çöker. Bunlardan başka, Hz Hatice’nin evlilik öncesi Corazania adlı ülkede kraliçe olduğu, sapkın mezhebini yaymak için İspanya ve Afrika ya gittiği, Yahudi sevgilisi tarafından öldürüldüğü gibi kurgusal unsurlarda Hz Muhammed’in biyografisine dahil edilir.
El-Venerable, Kindi’nin iddialarını aynen tekrar eder ve Muhammed’in asıl bilgi kaynağının şeytan olduğunu söyler ve şöyle der: ” Ey okuyucu! Hangi sapıklık tanrının kilisesine bu kadar zarar verdi? Hangi şey, kitlesel kayıp sonucu melun insanların sayısını bu derece artırdı?” ( J. Kritzeck, Peter el Venerable and Islam, s. 142) Bu şeklinde sıraladığı sorular yazarın içinde biriken hiddet ve nefretin tercümanı olmakta ve ne tür bir şuur altı birikiminden hareketle İslam ve Hz Muhammed eleştirisi yaptığını göstermektedir. (s. 71) San Pedro ise Hz. Muhammed’in şeytanın yönlendirmesi ile sahte bir rahip tarafından eğitildiğini, Hz Muhammed’in eşkiyalık ve zinadan başka bir şey emretmediğini, İslam’ın öğretileri içinde güzel gibi gözüken şeyler varsa da aslında bunların her birinin içine zehir yerleştirilmiştir. (N. Daniel, Islam and The West, s. 163) demektedir. Pedro’nun en çok karşı çıktığı da, kadınlarla ilgili düzenlemelerde boşanmaya izin verilmiş olmasıdır. (s. 72)
15. yüzyılın ortalarında Segovialı John savaş yerine diyalog ile Hıristiyanlığın yayılması ve bunun için de Kur’an’ın da çevirisinin yapılması fikrini savunur. (s. 74) Nicolas de Cusa ise Cribratio Alcorani adlı eserinde Kur’an’ı tümden reddetmek yerine, pek çok ayeti bağlamından kopararak teslisi destekleyecek şekilde yorumlamayı ve bu şekilde Hıristiyanlığın gerçek kurtuluş dini olduğuna Hz Muhammed’e tasdik ettirmeye gayret eder.Ona göre teslis Muhammed’in onayladığı bir görüştür. Nicolas’a göre Hz Muhammed İsa ölmedi derken bedenen değil ruhen ölmediğini kastetmiştir. Zaten Kur’an’a göre Allah yolunda ölenlerin gerçekte diri olduğu ifade edilmektedir. (Nicolas de Cusa, Cribratio Alcorani, s. 1033) Yazara göre Kur’an’daki cennete olan güzellik, yiyecek ve içeceklerin İncil ve Tevrat’ta da olması nedeni ile mazur görülebileceğini ifade eder. (Nicolas, s. 1045) Nicolas’a göre Hz Muhammed’in görevi Arapları İncil’e yaklaştırmak iken o yeni bir şeriat iddiasında bulunmuş ve ‘İncil’in parlak ışığından sapmıştır. Zaten Muhammed Venüs’e tapan putperest biriydi.’ (Nicolas, s. 1056) demektedir. Hz Muhammed fakirlere zulmetmiştir ve Kur’an’da yazdıkları da Sergius, Bahira ve Yahudi ortaklarından duyduklarından ibarettir. (Nicolas, s. 1065) Halbuki aynı yazar 1033 sayfada Kur’an’ı delil kabul edip İsa’yı haklı çıkarmaya çalışmakta idi. 1056 ve 1065. sayfalarda ise kaynağının putperest (!) ve uydurma bir kitap olduğunu ileri sürer. Martin Luther büyük ölçüde Ricoldo’dan etkilenmiştir. (Ricoldo de Monte Croce, Hz Muhammed’i fakir, hasta, safdil bir insan olarak görür. İslam ona göre şiddet ve öldürme dinidir: N. Daniel, Islam and The West, s. 54, 61) Luther, Refutation of the Quran adlı eserinde Hz Muhammed’i şeytanın oğlu ve sapkın bir hareketin kurucusu olarak görür. Bu sapkınlığın en önemli göstergesi, İsa’nın ilahlığını inkar etmesidir. Kur’an hayvani ve barbacadır. Müslümanlar Yecüc, Papa Mecüc’tür. (S. A. Francisco, Luther, s. 7-12)
Aydınlanmadan modern şarkiyatçılığa kadar Hz Muhammed tasavvuru: On beşinci yüzyılla birlikte akıl ön plana çıkmış, dine karşı çıkılmış ve deizm öne çıkmıştır.
Genel yaklaşımı muhafaza edenler
İngiliz ilahiyatçı Humphrey Prideaux, The True Nature of Imposture adlı eserinde İslam’ı işledikleri günahlar yüzünden Allah’ın Hıristiyanlara bir cezası olarak görür ve kendilerine gelmeleri için gönderilen bir kırbaç olduğunu söyler ve İslam’ı sahte peygamberin sahte dini olarak görür. Hz Muhammed’in peygamber olmadan önce yaşamını yağma, soygun ve kan dökerek geçirdiğini iddia eder. Hz Muhammed’i ihtiras ve şehvetin yönlendirdiğini ve Hudeybiye esnasında yapılan Rıdvan biadı ile Muhammed’in kral olarak seçildiğini de ileri sürer. Abbee de Vertot Hz Muhammed’in İslam’ı kılıçla yaydığını ileri sürer. Yazara göre Hz. Muhammed Asya’da ortaya çıkan en tehlikeli hokkabazdı. Vahiyleri sara nöbetinden başka bir şey değildir. Şaki/isyancı iken fatih olmuştur. (s. 79) Abbe de Saint-Pierre ise Hz Muhammed’in misyonunun başlangıcındaki hokkabazlık iddialarını reddeder ve ‘öyle olsa eşini, yakınlarını ve komşularını vizyonlarının doğruluğuna inandıramazdı’ der. Peki sonra ne olmuştu? Abbe’ye göre rüyalar gördü, vahiy sandı bu da onu yalan söylemeye götürdü. İslam’ın yükselmesinde iki etken vardır; İklim ve hayal gücü. Abbe, Hz Muhammed’in dininde Hıristiyanlıktan iz bulmaz, bunun yerine İslam’ı paganizm ve Yahudiliğin bir sentezi olarak görür. (A. Gunny, Perception of Islam in European Writings, s. 59) Hasta ve cahil Muhammed! Descartes’in büyük aklıyla yapamadığını bulaşıcı hastalığı ile kolayca yapabilmektedir. Sonra gelen milyonlarca insan da onun bu durumunu fark edememiş hala ona kanmaya devam etmektedirler. Hem de Avrupa’nın o soğuk iklimi Virgil, Dante ve Milton’un cehennemdeki azap sahnelerini son derece canlı şekilde tasvir etmelerine engel olmadığını da, Abbe unutmuş gözükmektedir. (s. 80)
Geleneksel yaklaşımı kısmen eleştirip kısmen doğru görenler
G. Sale, Hz Muhammed’in hedefini putperestliği yok etmek, bozulan Yahudi ve Hıristiyanlığı aslî haline döndürmek ve bir Allah’a tapınmak olarak ifade etmiş ve Prideux’un İslam peygamberinin putperest bir kavme yeni bir putperestliği kabul ettirdiği şeklindeki tezi reddeder. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 81) Çok kadınla evlenmesinin o günkü Arap yarımadasında sıkça uygulanan bir gelenek olduğu için gayri-ahlak kabul edilemeyeceğini belirtir. Kadim İbranilerin de çok kadınla evlendiğinin altını çizer. (Sale, The Coran and Preliminary Discourse, s. 31) Sale, Hıristiyanlığın ilahi din olduğu için kılıçla değil kendi doğruları ile yayılırken İslam’ın yayılmasında Medine döneminde kılıçla rolü olduğunu iddia eder. Hz Muhammed için, ‘En azından hoş görülebilir ahlaki davranışların adamı idi, genellikle tasvir edildiği gibi bir kötülük canavarı değildi’ der. Ama son haddede Hz Muhammed için impostor, sahte peygamber nitelenesini de kullanır. (Sale, The Coran and Preliminary Discourse, s. 32, 50) Bayle, güvercin ve öküz kıssalarının uydurma olduğunun kabul edilmesi gerektiğine işaret eder. Bayle, İncil ile uyumlu bulduğu İslam’ın ahlaki öğretilerini hararetle savunur. Remarque açık bir biçimde, Hz Muhammed’in ahlakı gevşetmek bir yana tahammülü daha zor hale getirdiğini söyler. Örnek olarak, sünnet, bazı et ve içkiden uzak durmak, oruç, abdest, namazı sıralar. Bayle, İslam’ın ahlakla ilgili prensiplerini sıralayıp, ‘İslam’ın fazilet ve hikmet adına çok önemli prensipler ihtiva ettiğini’ ifade eder. (A. Gunny, Images of Islam in Eighteenth Century Writings, s. 75) Ama son tahlide o da impostor nitelemesini kullanır. (s. 83) 1735 tarihli ‘Reflections on Mohammedanism and the Conduct of Mohammed’ adlı anonim çalışmada, İslam dininin şiddetle yayıldığının söylenmesini cehalet örneği olarak açıklanır. Hz Muhammed tek seçenek kaldığında kılıç kullanmıştır. Hatta kendini savunurken bile intikam duygusu ile hareket etmemiştir. O, Büyük İskender’le kıyaslandığında bir melek gibi gözükür. Kendi zamanının kilise babalarından herhalde daha dürüst idi. Onun koyduğu kanunlar, bedeni zevkleri tatmin amaçlı değildi. Evlilik sıkı bir şekilde düzenlenmiş, zina yasaklanmıştır. Keza kumar oynamak ve içki içmek de yasaklar arasında idi. Namaz, oruç, hac gibi ibadetler de az meşakkatli değildir. (s. 84) Henri Comte de Boulainvilliers, İslam peygamberini büyük bir şahsiyet, büyük bir kanun koyucu olarak nitelendirir ve Hz Muhammed hakkında batılı tasavvurların sağlıklı olmadığına dikkat çeker. Ayrıca Hz. Muhammed’in samimiyetsizlikle itham edilmesini yadırgar. (Boulainvilliers, Live de Mahomet, s. 165-169) İslam dinini cahil bir rahibin tavsiyesine veya mizacı, daha sonra kendisini peygamber ilan edebilmek için gizlediği eksiklikler ve kusurlarla dolu bir sahtekarın şekillendirdiğini iddia etmek doğru olmaz, der. (Henri Comte de Boulainvilliers, Live de Mahomet, s. 215-225) Voltaire, ‘Mahomet ou le Fanatisme’ adlı piyesinde Hz Muhammed’i inançlarını şiddet yoluyla yayan biri olarak sunar. Piyeste hastalık derecesinde kadın düşkünü olarak tasvir edilen Hz Muhammed Palmira’ya göz diker ve onu haremine katmaya karar verir. Fakat Palmira buna karşı çıkar ve intihar eder. Muhammed’de intihara yeltenir ancak Ali tarafında önlenir. Oyunda Mekke’li müşrikler daha insancıl, Hz Muhammed ikiyüzlü ve dengesiz biri olarak gösterilir. Daha sonra Voltaire’nin Hz Muhammed’le alakalı görüşleri kısmen değişmiştir. Mesela ‘Alcoran…’ adlı eserde Hz Muhammed’in hanımları arasında uyumlu bir aile ortamı sağlamış olmasını takdir eder. Ayrıca bir tüccarın vaiz, kanun koyucuya dönüşmesine; Avrupa, Asya Afrika’yı etki altına almasına hayranlık duyar. Allah’ın birliği, ruhban sınıfının olmamasını önemser. İslam’ın sadece kılıçla değil, Hindu, Türkler ve zenciler arasında ikna yoluyla yayıldığını anlatır. (A. Gunny, Images of Islam in Eighteenth Century Writings, s. 150) Ama Avrupa’da daha çok ilk yazdığı piyes yaygın olmuş ve olmaya devam etmektedir. (s. 88)
Geleneksel yaklaşıma karşı çıkanlar
Henry Stubbe, Hz Muhammed’i olağanüstü bir şahsiyet olarak nitelendirir. Hıristiyan yazarların onun hakkında sayısız iftiralarda bulunduğunu söyler. “Onun soyunun düşük olduğundan, annesinin Yahudi olduğundan, Sergius veya Nastura adlı rahiplerin veya Abdullah adlı bir Yahudi’nin üstatlık ettiğinde bahsedilmiştir. Bunların hepsi komik iddialardır. Zira hem anne hem baba tarafında asil bir sülaleye mensuptur. İslam’da Nasturilikten bir ize rastlanmaz.” der ve Kur’an’daki İsa hakkındaki olumlu, ifadelerin, Yahudi üstat iddiasını çürüttüğünü belirtir. (H. Stubbe, An Account of the Rise and Progless of mahometanism With The Life of Mahomet, s. 141) Böyle bir yardımcısı olsa idi bu gizli kalmazdı, der. ( H. Stubbe, An Account of the Rise and Progless of mahometanism With The Life of Mahomet, s. 146) Boğa ve güvercin kıssalarını saçma olarak nitelendiririr ve hiç bir Arap kaynakta geçmediğinin altını çizer. H. Stubbe, An Account of the Rise and Progless of mahometanism With The Life of Mahomet, s. 149) Goethe, Mahomets Gesang adlı şiirinde Hz Muhammed’i över. Ünlü divanında: “Kur’an için, onun kitapların kitabı olduğuna, Müslümanlık gereği inanıyorum” der. (Goethe, Der Westöstliche Diwan, s. 285) Goethe zamanına kadar batı dünyasında, ‘Müslüman erkekler cennete gider, kadınlarına cennette yer yoktur’ şeklinde propaganda yapılmıştır. (s. 94) Thomas Carlyle, On Heroes Hero-Worship and The Heroic in History adlı eserinde Hz Muhammed için, “kahramanın en büyük özelliği samimiyetidir, bu da onun görüşünün doğruluğunun bir sonucudur. Peygamberler arasında kahraman olarak ele alınmaya müsait en uygun örnek Hz Muhammed’dir.” der. Carlyle, Hz Muhammed’e yöneltilen hokkabaz, samimiyetsiz, şehvetperest gibi ithamları kesin dille reddeder, bu gibi yalanları utanç verici olarak bulur. İslam dininin, sefil bir düzenbazlık olarak kabul edilemeyeceğinin kuvvetlice vurgular. (Thomas Carlyle, Kahramanlar, s. 65-66) Hz Muhammed hakkındaki şehvetperestlik iddialarına şiddetle karşı çıkan yazar, Hz Hatice ile sükunet dolu bir hayat yaşadığını söyler. Kendisine atfedilen bütün düşkünlükler 50 yaşından sonrasına aittir. Yani dünya nimetlerinden faydalanmak için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini beklemiş sonrada artık tadını çıkaramayacağı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkar edercesine sefil bir şarlatan olmuş! Carlyl işte bu iddiaları kesin olarak kabul edemeyeceğini ifade eder ve ardından Hz Muhammed’i zevk düşkünü olarak görmenin büyük hata olacağı ikazını yapar. Çünkü O’nun son derece sade ve mütevazi bir hayatı vardır. Çoğu kere yiyeceği arpa ekmeği ve sudan ibarettir, aylarca ocağında ateş yanmadığı olurdu, elbisesini kendi yamardı. (Thomas Carlyle, kahramanlar, s. 77-78) O dönemdeki vahşi Araplar yırtıcı bir coşkunlukla birbirleri ile savaşan vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönetemezdi. Onlar, karşılarında apaçık duran, hiç bir sır perdesi ile örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bulunan bu adama peygamber diyorlardı. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir. İslam’ın kılıç yoluyla yayıldığı iddialarını ciddiye almaz. Saksonların Hıristiyan yapılması vaaz yoluyla olmamıştır, der. (Thomas Carlyle, kahramanlar, s. 99-100)
Değerlendirme
Dımeşki ve Kindi ile atılan olumsuz ve düşmanca tasavvurun iki temel iddiası vardır: sapkınlık ve sahte peygamber. Mucize gösteremediği, gelecekten haber veremediği için sihirbazlıkla, sahte mucizelerle ve bedeni hazlara hitap ederek ve cennet tasvirleri ile insanları etraflarına toplayabilmiştir. (s. 98) Hıristiyanlıkta teslis önemi merkezi bir öneme sahiptir. İncillerde açıkça belirtilmese de Grek felsefesi ve yeni Eflatunculuktan etkilenerek 325 yılında gerçekleştirilen İznik konsili ile teslis resmi öğreti haline getirilir. 381’de İstanbul’da toplanan ikinci konsil ile teslisin üç unsuru da aynı cevherden ve üçününde uluhiyet bakımından aynı seviyede olduğu ilan edilir. Arius 318 yılında İskenderiye papazı iken Allah’ın yaratılmadığını ve doğmadığını, oğulun babadan çıkmadığını ve teslisin üç unsurunun ayrı cevherden olduğunu söylemiş ve sonunda afaroz edilmiştir. (s. 99) İstanbul patriği Makedonius, Ruhu’l-kudüs’ün ilah olmadığını ilan eder ve oda afaroz edilir. 5. asırda Nestorius Hz İsa’nın iki tabiatlı bir varlık olduğunu söyleyince aynı kaderi paylaşır. Monofizitler de zamanla sapkın ilan edilirler. 4. Yüzyılda Gazzeli rahip Epiphanius, Panarion adlı risalesinde 80, Dımeşki ise 101 sapkın hareketten bahseder. (D. J. Sahas, Jonh of Damascus on Islam, s. 56) Sapkın ilan edilenler bir taraftan afaroz edilirken ayrıca kılıç veya ateşle yakılma, sürgün gibi cezalara da çarptırılıyorlardı. Zamanla aşağılama amaçlı bir dilde geliştirilmiştir. Mesela Dımeşki De Haeresibus’da Nestorius’u hem deccal hem şeytanın oğlu olarak niteler. İmparator III. Leo ve oğlu V. Konstamtin için ve İmparator Constantius içinde deccalin öncüsü nitelemesi kullanılmıştır. I. yüzyılın şahsiyetlerinden Simos tarihe sihirbaz Simon, Nicolas ise şehvetperest olarak geçmiştir. (J. V. Tolan, Saracens, s. 12 ; F. G. Munoz, Liber nycholay, s. 5) Talmud’da Hz İsa büyücü ve cehennemde ebedi azaba çarptırılmış biri olarak zikredilir. ( J. V. Tolan, Saracens, s. 16) Sonuç itibari ile 7. yüzyıla gelindiğinde Hıristiyanlık ve Yahudilikte zengin bir sapkınlık literatürüne sahip idiler. Başkalarına yöneltilen karalama ve aşağılama amaçlı ifadeler ve ithamlar, basit bir adaptasyonla ve de üslubu biraz daha sertleştirilmek suretiyle bu sefer Hz Muhammed’e ve İslam’a yöneltilmiştir. (s. 101)
Hıristiyanlık İslam’a karşı iki yol tercih etmiştir. Birincisi siyasi ve askeri mücadeledir. Bu amaçla 3 büyük proje uygulamaya kondu. Endülüs ve Kuzey Afrika’dan Müslüman hakimiyetini sonlandırılması, haçlı seferleri ve şark politikası (Müslüman Türklerin önce Avrupa sonra Anadolu’dan atılması) Avrupa’da şu an önemli oranda Müslüman nüfusunun tasfiye edildiği bilinen bir gerçektir! İkinci yol kalemle mücadeledir. Öncelikle Hıristiyanlık hak din, Hz Muhammed şeytani figür ön kabulü ile hareket edilince tarihi bilgiler tahrif edilmiş, kurgusal masallar anlatılmış, efsaneler uydurulmuş son olarak ta hakaret ve aşağılayıcı bir dil kullanılmıştır. Tarihi bilgilere seçmeci bir yaklaşım takip edilmiş, ulaştıkları bütün kaynaklara, Hz Muhammed’i sahte peygamber olarak göstermek için kullanılmış, karşılaşılan güzel unsurlar ya Hıristiyanlık kökenli ya zehire bal katılmış diye tanımlanmıştır. Hıristiyanlık hakikatin tek ölçüsü olduğuna göre İncil’i değiştirilmiş ve teslisi reddeden Hz Muhammed’de bu hakikatin düşmanı ve dolayısı ile şeytani olmak zorundaydı. (s. 102-103) Özellikle 12. yüzyıldan sonra içi nefret ve düşmanlık dolu bol miktarda kurgusal malzeme ortaya çıkmıştır. (J. M. Buaben, Images of the Prophet Muhammed in the West, s. 6) Aydınlanma döneminde bu bakış açısı korunmuş, Hz Muhammed’e seküler bir mantıkla bir devlet başkanına, bir fatihe indirgenmiş, bu sonuçta kişisel kabiliyet, ihtiyaç veya içinde yetiştiği ortamla irtibatlandırılmıştır. (s. 104)
Siyer kaynaklarına yaklaşımlar
Tarihi tenkit yöntemi
Olayın geçtiği zamana gidip müellifin zihnindeki amacı ortaya çıkarma gayretidir. Elçinin kastettiği anlam yakalanmaya çalışılır. Bundan sonra eleştiri/tenkit başlar. (s. 107) Grimme, Caetani, Sell, Margoliouth, Noldeke, Lammens, Blachere, Watt, Rodinson, Paret, Bobzin, Nagel, Schimmel… gibi bir çok oryantalist çalışmalarında tarihi tenkit metodunu kullanmışlar fakat ulaştıkları sonuçta birbirleri ile farklı görüşlere ulaşmışlardır. (s. 111) Yani şarkiyatçılar aynı yöntemi kullanmış fakat aynı sonuca ulaşmamışlardır. (s. 112)
Geleneksel yaklaşım
Gustav Weil Kur’an’ada tahrifler yapıldığı iddiasındadır. ( Weil, Mohammed der Prophet, s. XVI) Sprenger ise cem esnasında bazı müdahaleler yapılma ihtimalinin olduğunu, bununla ilgili bir veri olmaması nedeni ile de sonuç itibari ‘ Kur’an’ın sıhhatinden şüphe etmek için bir sebep yoktur.’ (A. Sprenger, The Life of Mohammed From Original Sources, s. 63 ) sonucuna varmaktadır. Nöldeke ise Kur’an’ı Muhammed’in yazdığı tarihi bir metin olarak görür. (T. Nöldeke, Tarihul Kur’an, s. 16) Nöldeke Hz Muhammed’in vahiylerin yazılmasına önem verdiğini belirtir ve Hz Muhammed’den sonra tahrifat yapıldığı iddialarına karşı çıkar. (T. Nöldeke, Tarihul Kur’an, s. 210; T. Nöldeke, Kur’an Tarihi, s. 98) T. Nöldeke Ebu Bekir ve Ömer’in akıl ve basireti göz önüne alındığında Hz Muhammed hakkındaki deccal suçlamalarının geçersiz olduğunu savunur. ( T. Nöldeke, Tarihul Kur’an, s. 5) Muir, Kur’an’ın bir bölümünün kayıp veya değiştirildiği görüşünü reddeder, Kur’an ayetlerinin Hz Muhammed zamanında hem ezber hem yazılı olarak korunduğunu belirtir ve en son Hz Osman zamanında hazırlanan nüshanında günümüze kadar sağlam bir şekilde geldiğini açıklar.(W. Muir, The life of Muhammad, s. 14-26) Edward Sell, The Recensions of the Quran adlı çalışmasından gulat şianın iddia ettiği Kur’an ayetlerinin çıkarıldığı iddiaları için, tarihi kanıtların Şii iddialarını desteklemediğini beliritir. (E. Sell, The life of Muhammad, s. 116) Muir ise şii hadis kaynaklarında daha az sahih bilgi bulunduğunu ifade eder. ( Muir, The life of Mohammad, s. 39) Sprenger, ‘Şia’nın rivayetlerinin sunnilerinkinden daha az itimada şayan’ olduğunu ifade eder. (A. Sprenger, The life of Mohammad from original sourceas, s.69) Nöldeke, Şii kaynakların sunni kaynaklara göre tarihi kıymeti yok denecek kadar azdır, der. (Nöldeke, Tarihul Kur’an, s. 348) Watt, ‘Bugün elimizde olan Kur’an’ın 650-656 arasında zikri geçen komisyonca oluşturulan resmi metnin aynısı olduğu kesindir.’ görüşündedir. (M. Watt, Kur’an’a giriş, s. 55-60, 65) Watt, Kasanova’yı Kur’an hakkındaki görüşleri nedeni ile de eleştirip, onu Kur’an’ı yanlış anlayan biri olarak nitelendirmiştir. ( M. Watt, s. 69) Hadisleri bir uydurma sürecinin ürünü kabul eden Lammens, Becker tarafında eleştirilmiş ve ‘Her ne zaman İslami kaynaklar kendi görüşünü destekleyici bilgi sunsa, Lammens’in şüpheciliği ortada gözükmemektedir.’ diyerek ( C. H. Becker, Matters of fundamental importance for research into the life of Muhammad, s. 331) onun bu yaklaşımının onu tarafsız bir tarihçiden ziyade bir polemikçiye dönüştürdüğünü belirtir. ( Becker, s. 334) Caetani, büyük ihtimal Muir’in tesirinde kalmıştır. Buhari ve Müslim için, hicri 2. asırdaki Müslümanların Muhammed’in ne söylemiş olmasını istediklerini gösterir, hakikaten ne söylediğini göstermez, (Caetani, İslam tarihi, I/91) der. (s. 147) Nöldeke, “isnad önemli değil önemli olan metin tenkididir” der. (s. 148)
Revizyonist yaklaşım
Goldziher hadisler, Schacht ise hadis ve siyer malzemeleri hakkında batıda epey güvensizlik ortaya çıkarmışlardır. Revizyonistler, ise Kur’an’ın da güvenilmez olduğunu, iki yüzyıl sonra kitap haline gelen anonim bir metin olduğunu iddia ederler. (s. 153) Wansbrough, Quranic Studies adlı kitabında bu görüşleri dile getirir. Öğrencileri Patricia Crone ve Michael Cook beraber yazdıkları Hagarism adlı kitapta Müslüman kaynakları tamamen güvenilmez kabul edip Hıristiyan kaynaklara tamamen teslim olunması gerektiğini dile getirirler. Çalışmalarını, ‘Bu kitap inançsızlar tarafından inançsızlar için yazılmış bir eserdir’ şeklinde tarif ederler. (Crone-Cook, s. 3) M. Cook, Müslümanlara ait arkeolojik kalıntı ve gayri Müslim (Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani) eserlere güvenilmesi gerektiğini iddia eder. Kur’an onlara göre dini değil edebi bir metindir. (s. 157) Wansbrough’un öğrencisi M. Fred Donner, Burton ve Magidan, Wansbrough’ı eleştirirler. (İ. Albayrak, Oryantalist söyleme genel bakış, Marife dergisi, sayı,3, s. 174) Revizyonistlere göre İslam tarihi: İslam, Sasaniler tarafından Filistin’den sürülen Yahudilerin Hicaz bölgesine gelişinden sonra ortaya çıkan Haceriler (Hagerine) adlı mesihi bir mezhebin içinden çıkmıştır. Hz Muhammed’de bu hareketin başına geçmiş, hareket içinde yer alanlar ‘Hacer’in Soyundan Gelenler’ anlamına gelen muhacirler olarak adlandırılmışlardır. Hicret Yahudi ve Arapların beraber Kudüs’e yaptıkları sefer olup, Kudüs’ün fethi sırasında Hz Muhammed hayatta idi. Mekke başlangıçta kutsal şehir kabul edilmiyordu, Abdülmelik zamanında kutsal kabul edilmiş, Kur’an’da aynı dönemde kitap haline getirilmiş, Muhacirler olarak adlandırılan bu hareket zamanla Müslümanlar olarak anılmaya başlanmıştır. (M. Özdemir, siyer yazıcılığı üzerine, Milel ve Nihal, 4/3, s. 147)
Empatik yaklaşım
Tarihi tenkit metodunu siyer malzemelerine uygularlar. Hz Muhammed Müslümanlar tarafından nasıl anlaşıldı, bunu ön plana çıkarırlar. A. Schimmel’in Muhammed adlı eseri buna en güzel örnektir. O’na göre Hz Muhammed babasını örnek alan çocuk gibi örnek alınan, kardeşliği öğütleyen politik bir liderdir. (A. Schimmel, Muhammed, s. 8)
Değerlendirme
Oryantalistler Kur’an’ı Muhammed’in sözleri olarak görürler. Özellikle Caetani ve Sprenger gibi oryantalistler tek sahabeye (İbn-i abbas) ait tüm rivayetleri sahih gibi kabul edip hatalı ve genellemeci bir yaklaşım tarzı ile hareket ederler. Halbuki İbn-i Abbas’ın ağzından değişik konularda aslında onun söylemediği bir çok rivayet nakledilmiştir. (s. 161) Bir toplumun kendi tarihi hakkındaki tüm verileri, güvenilmez ilan etmek, aslında o toplumu tümden yalancılıkla itham etmektir. Bir toplumun tümünün tarihlerini sahte malzeme üzerine inşa etmek üzere seferber olduklarını düşünmek ancak ‘ideolojik’ bir ajandaya malzeme temin etme gayreti ile açıklanabilir. Kur’an iki asır sonra oluşturulan anonim bir metin olsa, başta Dımeşki, Kindi, Timothy, Teophanes olmak üzere bu durumu kullanmazlar mıydı? (s. 165) Fuat Sezgin, N. Abbott, H. Motzki, A. Görke, G. Schoeler’in titiz çalışmaları, İslami rivayetlerin azımsanamayacak bir bölümünün iddia edildiğinin aksine hicri birinci asır içinde yazıya geçirildiklerini ortaya koymuş bulunmaktadır. (s. 166)
Hz Muhammed’in yetiştiği ortama ve vahiy öncesi hayatına yaklaşımlar
Weil, Ukaz panayırında okunan şiirler yerine, Hz Muhammed’in şairane kafiyeli düzyazılar yazdığını iddia eder. (Weil, Mohammed Der Probhet, s. 17) A. Sprenger Arapları tatmin edecek dini, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ortaya çıktığı gövdenin yeni bir dalı olarak nitelendirir. Milli olmayan Yahudilik, teslisi olmayan Hıristiyanlık. İslam haniflikten ortaya çıkmıştır der. (Sprenger, Das leben und die lehre des Mohammed, I/45 ) Yazar kısmen hakikatin kenarına yaklaşmış ise de gerçeği teğet geçtiği muhakkaktır, bu konu ile alakalı ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ adlı yazımıza bakılabilir. Margoliouth, Hz Muhammed’in Mekke’li Arapların zenginlik ve siyasi gücünün koruması için yeni bir din ortaya koyduğunu iddia eder. (Margoliouth, Mohammad, s. 40-43) O zaman neden tüm çevresi ve akrabaları dahil, Arapların yıllarca Hz Muhammed’e karşı çıktığı sorusu tabii ki cevapsız kalmaktadır! Rudi Paret ise klasik Hıristiyan ve Yahudi kaynaklı din fikrini yineler ve hicret’i kaçmak değil, Mekke’nin soy birliğinden ‘kopmak ve çıkmak’ şeklinde tercüme edilmesi gerektiğini söyler. (s. 178) A. Schmimmel, Arapların birbirleri ile kan davası içinde olduklarını, göçebe yaşadıklarını, Mekke’nin ticari değil dini bir merkez olduğunu, ahirete inanılmadığını ve dişi ilahlara tapıldığını söyler. (s. 179)
Hz Muhammed’in vahiy öncesi hayatına yaklaşım
Gustav Weil, Hz Muhammed’in Mekke’liler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak tanındığını söyler. (Weil, Muhammed der prophet, s. 40) Hz Muhammed’in seyahatlerinden, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarını bizzat kendi okumaksızın bu dinlerle tanışır. Weil daha sonra ‘ Fikrine kapıldı, hissine kapıldı, canlı fantezilerini uzun süre tutamadı, melek görmek zorunda kaldı’ türü sanki bizzat şahit olmuş gibi kullandığı ifadelerle süslediği görüşlerini, ‘Muhammed’in vizyonunun büyük kısmını epilepsi nöbetleriyle bağlantılıdır. Ben Muhammed’in hastalığını gizlemek için Cebrail fenomenini ileri sürdüğünü söyleyen Theophanes gibi düşünmüyorum. Bilakis tam tersine bu hastalık yoluyla/vesilesiyle vahye inanmaya zorlandığı/yönlendirildiği görüşündeyim.’ (Weil, Muhammed der prophet, s. 45 ) der. Görüldüğü gibi attıkları iftiradan bile ortak bir sonuca ulaşamıyor oryantalistler! Sprenger, Hz Muhammed’in biraz itibarlı ama en seçkin ailelerden birine mensup olmadığını söyler. Annesinin hastalıklı bir genç dul olduğunu, bu durumun Hz Muhammed’de hayaller görmesine sebep olduğunu, annesini çok sinirli ve heyecanlı olduğunu, bu durumun oğlunu da etkilediğini belirtir ve ‘Biz bunda, Muhammed’in fiziki ve psikolojik yapısıyla ilgili düzensizliğin açıklamasını buluyoruz.’ diyerek kendi ürettiği teorilerinin üzerinden peygamberimizin iç alemi ile ilgili iddialarda bulunmaktadır. Sprenger ayrıca Hılful fudul’da önemli bir yeri olmadığını iddia ettiği Muhammed’in çobanlık yapmasını da, onu hakir görülen bir iş yapmakla itham eder ve daha sonra Muhammed’in bu çobanlığı Musa ve Davud ile kıyaslayıp kullandığını ileri sürer. Bizzat Sprenger Hz Hatice’nin ölümünden sonra üç yıl daha Hz Muhammed’in evlenmediğini de yazdığı halde, Hz Hatice ile evli iken başkası ile evlenmemesini, ‘Hatice’ye düşkünlüğüne değil, kendisine maddi bağımlılığına yormak gerekir’ diye söyler. (A. Sprenger, Das leben und die lehre des Mohammed, I/138-154) O halde, Hz Hatice’nin vefatından sonra 3 yıl neden bekledi sorusu da ortada cevapsız kalmaktadır ve hem de, ‘Ben yaşlandım, evlen.’ teklifi bizzat Hatice annemiz tarafından Hz Muhammed’e gelmiş iken! Detay ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir? adlı yazımızdadır! Sperenger, ‘617 yılına kadar ekonomik durumu gayet iyi olan Hz Muhammed’in boykot döneminde ticari faaliyetlerinin duraklamasıyla, hanımının da servetinin yıkıldığını’ belirtir. Tabii burada zenginliğini kaybetmemek için dul bir hanımla 25 sene evli kalıp başkası ile evlenmediğini iddia eden yazardan, neden ve hangi amaçla Hz Muhammed’in servetini feda ettiğinin, yıllarını sefalet ve eziyet içinde geçirmeyi göze aldığının mantıki bir açıklamasını beklemiyoruz! Yazar, epilepsi iddiası yerine ‘Histeria Muscularis’ hastalığı iddiasında bulunur. Yaşlılığında şehvete düşkünlüğünü de bu hastalığa bağlar yazar. (Sprenger, I/207) Nöldeke, Hz Muhammed’in iki kere Suriye’ye sehayat ettiğini ama gerçekte orada bulunup bulunmadığının şüpheli olduğunu belirtir. (T. Nöldeke, Das leben Muhammeds, S.13) Suriye’de bulunsa, K. Mukaddes bilgilerini topladı, bulunmasa siyer kitaplarında anlatılanlar uydurma! Kısaca Hz Muhammed ne yaparsa yapsın, siyer kitapları ne yazarsa yazsın, sonuç değişmemektedir! Yazar, Kabe hakemliği olayını ve el-emin sıfatı lakabını şüpheli bulur. (Nöldeke, s. 16) İslam’ı sosyalist bir hareket olarak niteleyen Grimme ise ‘emin’ sıfatının varlığını ve Kabe hakemliği olayındaki rolünü kabul eder ama bunu zeki ve taklitçi olduğunu gösterdiğini ileri sürer. (H. Grimme, Mohammed, I/9) Margoliouth ise epilepsi iddiasını yalanlar. (D. S. Margoliouth, Muhammed, s. 46) Kur’an’da Kitabı mukaddesten alıntılar olduğunu iddia eder ve Hz Muhammed için Arabistan şartlarının bir fırsat oluşturduğunu ve onun kendisini peygamber ilan ettiğini iddia eder. (Margoliouth, s.79 ) Bu nasıl bir fırsatsa zenginlik ve statüsünü kaybedip, açlık, hakaret, işkence ve zulüm dolu 20 küsur sene geçirmesine neden olmuştur!
Kısaca ve her zaman olduğu gibi bir oryantalistin görüşünü diğeri çürütürken bu defa bu oryantalist başka bir itham ortaya atmaktadır! Çünkü her oryantalistin ön kabulü aynıdır, Hıristiyanlık doğru din, o halde onu reddeden din ve elçisi yalancıdır! Ama O’na atılan ithamlarda birleşilemediği gibi birbirlerini de yalanlamaktadırlar yazdıkları ile!
Değerlendirme
Sprenger’in Hz Muhammed’in annesinin zayıf, hastalıklı, sinirli ve heyecanlı olduğunu nitelemesi temel kaynaklarda böyle bir bulduğundan değil, güya peygamberin kendi kanaatince var olduğunu ileri sürdüğü hastalığını genetik bir temele dayandırma çabasından ibarettir ve bir çarpıtmadır. Çobanlığı aşağılayıcı bir meslek olarak nitelendiren yazar, Abdullah b. Mesud ve Hz Ömer’inde çobanlık yaptığını göz ardı etmektedir. O yaşlardaki bir çocuğun o günkü ortamda yapabileceği en baştaki işlerdendir çobanlık ve efendimiz daha sonra bu anılarını zevkle hatırlar ve arkadaşlarına anlatırdı. O’nun ticari faaliyetler gibi hayvan bakımında da amcasına yardım etmesi gayet doğaldır aksi olsa tembel olarak oturup avare gezip dolaşmış olacaktı. (s. 194) Hz Muhammed, Hz Hatice vefat ettikten uzun yıllar sonra bile onun faziletinden bahsetmiş, onun için kurban kesip fakirlere dağıtmıştır ki, Hatice annemize ‘maddi bağımlılıktan’ bahseden Sprenger’in tavrı en azından, efendimizin vefa ve sadakatine haksızlıktır! Başta Nöldeke olmak üzere birçok oryantalist Hz Muhammed’i vahiy öncesi dönemde putperest gösterme eğilimindedir. Hz Muhammed böyle bir tutum içinde olsa idi ona karşı çıkanlar, ‘Daha sen düne kadar putlara tapıyordun, şimdi mi kötü oldular?’ şeklinde itiraz ederlerdi ve bu da kaynaklara yansırdı! (s. 195) Rahip Bahira’dan İslam’ın esaslarını aldığına dair iddialar ise geçersizdir. Bir kaç saat zarfından 9 veya 12 yaşındaki bir çocuğun Kur’an’ın ana esaslarını öğrenmesi imkansızdır. Bahira’nın çocuğa bir şeyler okuduğuna veya öğrettiğine dair bir kayıt yoktur, olsaydı, peygamberliğini ilan edince kervanın diğer mensupları bunu ortaya koyardı ve en önemlisi de İslam’ın tevhit inancı ile rahiplerin teslis inancı arasında tamamen bir zıtlık vardır! (s. 196)
Hz Muhammed’in mesajının kaynakları ve orijinalliği meselesine yaklaşımlar
Yahudilik ve Hıristiyanlığın etkisine dair iddialar
Abraham Geiger, Kur’an’ın kaynaklarından birinin de Yahudilik olduğunu iddia eder. (A. Geiger, Was hat Muhammad aus der judentum aufgenommen?, s. 43) G. Weil, Yahudilik ve Hıristiyanlık etkisinden bahseder. Varaka ve Bahira iddialarını tekrarlar. ‘Yahudi ve Hıristiyanların Muhammed’i yanlış bilgilendirdiğini ‘ söyler. C. F. Gerock ise Bahira veya Sergius iddialarının bir sonuca götürmeyeceğini söyler ve Kur’an’daki bilgileri halk hikayelerine bağlar. (s. 203) David samuel Margoliouth, Varaka b. Nevfel’in İncil’i Arapça’ya çevirdiğinin bilindiğini söyler ve ayrıca dinle ilgili düşüncelerinin çoğunu Müseylime olduğunu iddia eder. (D. S. Margoliouth, Is Islam a Christian Heresy?, s. 6-15) Ignaz Goldziher ise Peygamberin öğretisi, Yahudi ve Hıristiyan dahil bir takım unsurların eklektik bir kompozisyonunun olduğunu iddia eder. “Kendi içinde en derinden hissettiklerini samimi olarak ve dış etkenlerden de destek alarak ilahi vahiy olarak değerlendirmiş, kendisini de içtenlikle bu vahyin bir aracı olarak görmüştür.” (I. Goldziher, Muhammed und der Islam, s.3) görüşünü ileri sürer. Goldziher, Hz Muhammed’in Medine döneminde, aslında kendisinin hocaları (!) olan Hıristiyan ruhbanları ve Yahudilerin ahbarlarını (haberlerini) hedef aldığını ileri sürer. (Goldziher,s. 10) Tabii onların neden bu durumu ifşa edip karşı hücuma geçmediği sorusunu yazar gündeme getirmez! Rudi Paret ise, Margoliouth adlı oryantaliste cevap verircesine, Hz Muhammed’in Hz İsa ve faaliyetleri hakkında pek az bilgi sahibi (Halbuki Varaka İncil’i tercüme etmiş ve Muhammed’e öğretmişti!) olduğunu, Mekke’de ikamet eden az sayıdaki Hıristiyan’ın çoğunun köle olan bireysel kişiler olduğunu, onlarında inançları konusunda elle tutulur bir şekilde konuşacak kadar eğitimli bulunmadıklarını söyler. Paret, Mekke’de az ve cahil Hristiyan’ın oturduğunu söylerken, Medine’de ise en yakın Yahudilerin yaklaşık 300 kilometre uzakta bulunduğunu belirtir. Paret, ilk başlarda az bilgi sahibi olduğu bu dinler hakkındaki bilgileri sonradan ve zaman içinde öğrenmiştir, der. İddialarını ‘ Büyük bir ihtimalle, Şüphesiz, Muhtemelen, kabul edebiliriz ki, muhtemelen yolu bir şekilde oraya düşmüş Hıristiyan köleler, olmalıdır, ihtimal dışı görmüyoruz, kabul etmek gerekir…’ gibi bilimsel (!) kavramlarla süsleyen Paret, Arapların vahiy almamasına üzülen Hz Muhammed’in Araplarında kendi dillerinde bir kutsal kitaplarının olması gerektiğini düşünür ve Kur’an’ın bu şekilde ortaya çıktığını iddia eder. tabii Arap inancına zıt (Put şirktit, Allah bir tanedir, kızları olmaz, İçki yasak, ırkçılık yasak, zina yasak vb. ve yapılması istenen bir çok ibadet…!) bir din ile gelmesinin iddiasını ne kadar çürüttüğünü Paret düşünemez! Ayrıca Paret, kutsal kitaplardaki peygamber kıssalarını Hz. Muhammed’in ne zaman öğrendiğine dair sorunun cevabını Paret verirken, ‘Kesin olmayıp sadece tahmindir.’ demektedir. ( R. Paret, Muhammed und der Koran, s. 18-85) Hartmut Bobzin ise Yahudi, Hıristiyan hatta eski Arap inancı etkilerini kabul etmekle birlikte, tüm bu etkilerin toplamı olarak anlaşılamayacak kadar yeni bir bünye oluşturduğu hususuna da dikkat çeker. (Hartmut Bobzin, Muhammed, s. 52 )
Arap monoteizmi ve Hz Muhammed’in şahsiyetinin önemi savı
Aloys Sprenger, Varaka’nın Hz Muhammed ilk ortaya çıktığında hanif olduğunu söyler. Varaka Hz Muhammed’e ilk başlarda iman eder. Ama peygamberin ve haniflerin hilekarlıkları onu hanifliği bırakmaya ve Hz Muhammed’i bir üçkağıtçı (!) olarak görmeye sevkeder. Ardından Hıristiyanlığa geçer ve Hıristiyan olarak ölür. (Aloys Sprenger, Das leben und die lehre des Mohammed, I/92 ) Kus b. Saide’nin Necran’da ‘muhtemelen’ bir piskopos olduğunu ve Mekke’de Allah’ın birliğini anlatan ilk kişi ‘olmalıdır’ iddiasında bulunur. (A. Sprenger, I/45 )
Johann Fück, İslam’ı Araplara özel bir din olarak görür ve sonra ‘Torrey, Muhammed’in bir sinagog (Yahudi ibadet evi) talebesi olduğundan ne kadar eminse, Ahrens de Hıristiyan etkilerin belirleyiciliğinden o kadar emindir’ diyerek her iki yazar hakkında değerlendirmelerde bulunur. (s. 220) Torrey varlığı ispatlanamayan Yahudi cemaatinin etkisinden, Yahudi danışmanlardan bahseder ve daha sonra Muhammed’in onlardan bağımsız hareket ettiğinden, kendi menfaatini sağladığı müddetçe gerçek niyetini gizli tuttuğundan bahseder. Tüm bu anlatılanların peygamberin dürüstlüğü ve samimiyeti ile çeliştiğini, diğer alanlardaki çıkarımlarında tamamen tutarsız olduğunu belirtir. (J. Fück, Die originalitat des arabischen propheten, s. 143) Ayrıca Torrey’in, Yahudi hocalarının peygamberi kiliseye kaptırmamak için ona sadece Hıristiyanlardan İsa’yı öğrenmesine engel olacak kadar İsa hakkında bilgi verdiklerine dair iddiayı geçersiz, reddedilmeyi bile gerektirmeyen, zorlama, çelişkili ve başarısız bulur. Ahrens’in Hıristiyanlara bağımlı İslam öğretisi iddiası için ise, Kendinden önceki oryantalistlerin eserlerini kullanan Ahrens’in hesabının tutmadığını belirterek eleştirilerde bulunur. (J. Fück, s. 144) Fück, İslam’ın ön aşaması olarak eski Arap monoteizmini görür. “Hıristiyan olan Ebrehe’nin sonunun anlatıldığı Fil Suresinin hiçte Hıristiyanlara karşı bir sempati göstermediğini ifade eder ki kaldı ki onlardan etkilenmiş olsun. Kendine özgü düşüncesine ne Yahudilik ne Hıristiyanlıktan alınmamıştır.” der. (s. 223-224) Hz Muhammed’in şahsiyetinin, Ebu Bekir ve Ömer gibi kişileri etkilemekle kendisini ortaya koymuştur diyen Fück, Sünnet hakkında ise, ‘Her defasında İslam’ın gerçek özünü yabancı tesirler kaplamaya yüz tuttuğunda, sünnet bu yabancılaşmaya karşı yapılan savaşın parolası olmuştur.’ der. (J. Fück, s. 152) Montgomery Watt, Kur’an’daki yabancı kelimeler ve özel isimlerin, Peygamberimiz ortaya çıkmadan önce Mekke’de bilindiğini söyler. (s. 231) Watt, İslam’ın Yahudi ve Hıristiyanlarla bağlantısını kıssalarla kurmaya çalışır. ( Watt, Muhammen at Mecca, s. 161)
“İslam’ın putperest Arabistan’da farklı bir yeni hareket olduğu ve bu iki topluluğun ideallerinin birbirlerine nasıl da taban tabana zıt olduğu unutulmamalıdır. Muhammed, yaşadığı dönemdeki toplumu, dini öğretilerini almaya hazır duruma bulmadı. Onlar, Allah’ın elçisi unvanı ile gelen birinin tebliğini kabule asla hazır değillerdi. Hz Muhammed’in öğretilerindeki temel prensipler, Arapların o zamana kadar çok değer verdiklerine karşı tam bir protesto mahiyetindeydi. O zamana kadar kötü gösterilen değerler fazilet olarak öğretiliyordu. Hz Peygamberin çağrısının en zor kısmı, ibadetin yalnızca Allah’a has kılınmasıdır. Bu Araplar tarafından bilinmiyordu. Bu da ayetleri anlamaya pek müsait olmadıkları anlamına geliyordu. İçki, kadın, müzik adı altında ahlaka aykırı ortamlar cahiliye dönemi Araplarının vazgeçilmezleri idi. Hz Peygamber ise bunların her birine ait emirlerin icrasında son derece müsamahasız ve tavizsiz idi.” ( Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 68-70)
Ignaz Goldziher: Muhammed’in getirdiği şeyler, atalarının sünnetine tamamen zıt idi. (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 173) Maxim’e Rodinson: Yeni dinin ortaya koyduğu ahlak anlayışının, var olan Arap ahlakında, kökten bir kopuşu temsil ettiği doğrudur. (Meriç, s. 174) Sıkça söylenen “Muhammed, Arapların değer yargılarına din kisvesi giydirdi, gibi söylemlerin hatalı olduğu”, ortaya çıkacaktır. (s. 175) T.W. Arnold: “Dine yeni giren Müslümanlara, o zamana kadar hakir görülen diğer hükümleri, fazilet diye öğretiliyordu. Resulullah bu ahlakı bizzat kendisi de uyguluyordu.” (s. 180) 23 yıl boyunca -haşa- yalan söyleyen siyasi figürün, güç eline geçtiğinde affedici ve merhametli olmasını beklemeyiz. Hz. Muhammed’den S.A.V sonra gelen toplum, affediciliği kuşanmıştır. (s. 184) Cahiliye Dönemindeki Arap toplumunda kabile bağlarının çokluğu önemliydi. (s. 185) Muhammed atalarına olan abartılı bağlılıklarını bilmesine rağmen hiçbir siyasi menfaat olmaksızın atalarını tenkit etmiştir. Yalan söyleyen bir toplum önderi olsaydı siyasi açıdan kendisine tamamıyla zararlı olan bu durumu anlamlandırmak imkansız olurdu. (s. 186) T. W. Arnold: Muhammed’in öğretisi, Arapların o zamana kadar çok değer verdiklerine karşı tam bir protesto mahiyetindeydi. (s. 192) Emile Dermenghem: Şu da bir gerçektir. Hz Muhammed’in kendi döneminde yaşayan insanları kendisine çekip ikna etmek için taviz vermeyi aklına bile getirmemiştir.” (s. 219) Montgomery Watt; “Çöl şartlarında ayakta kalmanın esası, kabile dayanışmasıydı.” (s. 269) ve Muhammed bunu ortadan kaldırmıştır.
Sosyal reformculuk bağlamında Hz Muhammed’in kabiliyetinin etkisi tezi
Hubert Grimme’nin tezi, İslam’ın bir din olmaktan ziyade sosyal bozuklukları düzenlemeyi amaçlayan sosyal bir hareket olarak kabul eder. Grimme, İslam’ın Hanifliğe dayandığı fikrini reddeder ve İslam’ın böyle bir şeyin üzerine dayandırmanın mümkün olmadığını belirtir. (s. 233) Grimme, barışçı yolla Hz Muhammed’in bir eşitlik meydana getirdiğini söyler. (s. 234) Yazar İslam’ı Mekke’nin sosyal ilişkilerinin ve monoteist ( Tek tanrıcı ) cereyanların bir sonucu olarak görür. ( Grimme, Mohammed I, Das Leben, s. 17)
Değerlendirme
Kur’an, Tevrat, İncil’in aslî şekilleri ve kaynağı aynıdır yani bunlar yüce Allah tarafından gönderilmiştir. Dolayısı ile her ne kadar bozulmuş olsalar da Kur’an’la önceki vahiyler arasında belli bir örtüşmenin bulunması normal bir durumdur. (s. 239) Hz Muhammed’in daha önceki peygamberlerin çizgisini izlediği bizzat Kur’an’da ifade edilmektedir. (Ahkaf, 9; Hac, 78; Yunus, 47; Enam, 90; Nahl, 123 Bakara, 41, Ali imran,3; , 50; Nisa, 47; Maide, 46, 48; Fatır, 31; Ahkaf, 30) Hz Muhammed, İslam mesajını insanlığa tekrar hatırlatan son peygamberdir. Kur’an ehli kitap olanlara tevhid ve ilahi iradeye aykırı olan, ters düşen inanç ve davranışları kendilerine bildirmiştir. (s. 240) Bu konuda sitemizdeki, ‘ İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakılabilir.
Kur’an’daki üç yüzden fazla ayette geçen, ‘De, Söyle!’ hitapları, onun kaynağının Hz Peygamber olmadığının açık birer delilidir. Sahabe kapalı bir toplumda yaşamıyorlardı. Ticari seyahatler topluma yerleşmişti. Çevre kültürleri tanıyan zeki ve ufku açık insanların sayısı az değildi. Peygamber tarafından bilinen diğer dinlere ait unsurların, sahabi tarafından bilinmemesi imkansızdı. Milli ve milletlerarası panayırlara katılmakta idiler. Hz Peygamberin etrafındakilerin, şuradan buradan alınmış (!) olduğunu bildikleri, gördükleri, tanıdıkları şeylerin Allah tarafından gönderildiğini kabul etmeleri düşünmek akıl ve mantık ile açıklanamaz. ‘Peygamberin faaliyetleri çağdaşlarının ‘gözlemi altından idi. (H. Stubbe, An Account of the Rise and Progless of mahometanism, s. 146) ve şayet böyle bir yardım olsaydı, bunun kimseye gizli kalamayacağı ortadadır. (s. 241) ki bu insanlar canlarını mallarını bu yolda feda etmişlerdir!
Dolayısı ile Gustav Weil’in Müslümanların Kur’an’daki kıssaları İncil ve Tevrat’tan derledikleri iddiaları veya Aloys Sprenger’in Hz Muhammed’in Necaşi’nin hatırına Hıristiyanları toptan cennnete soktuğu, Meryem suresini Necaşi için yazarak Cefar ile gönderdiği, Yahudi ve Hıristiyan kılavuzların O’na yardım ettiği şeklindeki taraflı, önyargılı yorumlardan ve tarihi malzemeleri çarpıtmasından başka bir şey olmamaktadır. Sprenger’in iddiası olan, ‘Necaşi ve Bahira’nın peygambere bir şey öğrettiğine’ dair kaynaklarda bir bilgi mevcut değildir. Üstelik İslam Hıristiyanlık doktrininin temeli olan teslisi baştan sona reddetmektedir. Ayrıca Yahudi Essenilerden bazı şeylerin İslam’a geçtiğini ileri sürmektedir ki yeniden dirilmeye inanmayan bu mezhep, İslam’ın doğduğu sırada tarihi karanlıkların içindedir (Y. Kutluay, İslam ve Yahudi mezhepleri, s. 247) Yazarın bu iddiası tamamen kurgudan (Hayal gücünün ürünü ) ibarettir. (s. 242) Margolouht’un Hz Peygamberin kaynağının Müseylime olduğu iddiası esasında temelden yoksundur. Müseylime’nin Hz Muhammed ile irtibatı geç bir döneme (Hicretten 10 sene sonra) rastlar ve etkilenme tersine olmuş, yalancı peygamber, efendimizi ve Kur’an’ı taklit etmeye çalışmıştır. (İbni Hişam, Sire, I/311) Bütün bu iddialar, Kur’an’ın kaynağının ilahi değil de, farklı insanî kaynaklarda arama çabalarının ürünüdür. (s. 243) Aslında dogmatik bir anlayış içerisinde doğup büyüyen oryantalistler, kendi dinlerinden sonra çıkmış bir dinin peygamberini kabul etmek istememektedirler. (s. 244)
Hz Muhammed’in askeri faaliyetlerine yaklaşımlar
Seriyye; peygamber efendimizin bizzat katıldığı seferlere denir. Gazve ise kendisi iştirak etmeyip sahabilerden birisinin komutasında gerçekleşen seferlere denir. (s. 245)
Hz Muhammed niçin savaştı?
“Bazılarının bizi inandırma çabası içinde olacağı gibi, Hazreti Muhammed bir tebliğci iken birdenbire elde kılıç, her rastladığını dinine kabule zorlayan bir mutaassıp durumuna gelmemiştir. Avrupalı yazarlar tarafından Hazreti Muhammed, hicretten itibaren yepyeni bir karaktere bürünmüş gösterilir. Peygamberin, bazı arkadaşlarını dini anlatmaları için görevlendirdiği ve bunlardan bazılarının bir hayli başarısız olmaları, zorlamaya başvurmadıklarının işaretidir.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 58)
Goldziher Mekke döneminde Hz Muhammed’in bir kıyamet hayalperesti iken, Medine döneminde bir savaşçı ve fatihe dönüştüğünü iddia eder. (I. Goldziher Muhammed und der Islam, s.22-23) Sprenger askeri faailyetler konusunda Goldziher’in siyasi hakimiyet fikrine katılmaz ve ganimet kavramına vurgu yapar. (A. Sprenger, Das leben und die lehre des Mohammed, III/I, 89) Her iki oryantalistte Mekke’de zayıf iken sabrı tavsiye eden Hz Muhammed’in, Medine’de güçlenince savaşa izin verdiği görüşünü savunurlar. Muir, Hz Muhammed ve Muhacirlerin intikam, Ensar’ın ise ganimet arzusunun belirleyici olduğu
(W. Muir, The life of Muhammad, s. 197 ) iddia eder. (s. 247) Siyasi amaç, ganimet, intikam… Amaç önceden belirlenince araçlar değişiklik gösterebiliyor! Margoliouth, Kureyş müşriklerinin Hz Muhammed’in kanını dökmede korkak davrandıklarını ama Hz Muhammed’in Kureyş’in kanını dökmekte ürkek davranmadığını (O’na düzenlenen suikast girişimleri veya Mekke’nin fethi esnasındaki efendimizin yaptıkları ortada iken) iddia ederken, Yahudilerle yapılan savaşları ise, Yahudi cemaati içinde Hz Muhammed’in kendisinden daha yüksek düzeyde bilgi sahibi kişilerin bulunduğunu fark etmesine bağlamaktadır. (D. S. Margoliouth, Muhammad, s.55, 233 vd. )
Örnek olaylar, uygulamalar
Nahle seriyyesi
Hicri II. yılda 8 kişilik muhacir birliğini Mekke tarafına yollar ve 2 gün sonra açması şartı ile bir mektup verir. 2 gün sonra istikamet ortaya çıkar, Batnı Nahle’ye gidilecektir. Orada 4 kişiye rastlanır, biri öldürülür, biri kaçar diğer ikisi esir edilir. Hücum haram ayda mı yoksa dışında mı yapılmıştır, tartışma konusudur. Nöldeke, Hz Muhammed’in Recep ayının kutsallığının heder edilmesini doğrudan emrettiği kanaatinde değildir. Bu nedenle de ganimetleri kabul etmemiştir. (T. Nöldeke, Das leben Muhammeds, s. 65)
Bedir Gazvesi
Hicretin II. yılında gerçekleşir. Kervan kurtarıldığı halde, Ebu Cehil’in baskısıyla savaş kararı verilir. Savaş 4-5 saat sürer,70 müşrik öldürürler. Hz Muhammed cesetlere zarar verdirmeden defnettirir. Esirlere iyi davranılmasını ister, yorgun ve yaralı esirler develere bindirilir, Müslüman savaşçılar yemeklerini onlarla paylaşır. Esirlerden ikisi daha önce Müslümanlara yaptıkları zulümlerden ötürü öldürülürler. (s. 256) Muir, Bedir savaşına katılanların bir taraftan ganimet ve macera düşkünlüğü ile hareket ettiklerini belirtirken başka yerde aynı mücahitlerin imanlarıyla İslam dışındaki bütün dünyevi bağları kopardıkları ve peygamberlerinin davasına olan ateşli bağlılıkları sayesinde iyice bilenmiş insanlar olduklarını tasvir eder. (W. Muir, The life of Muhammad, s. 213) Muir, Hz Muhammed’i ve Müslümanları, ‘kindar-içi nefret dolu-katı’ olmakla itham ederken, müşrikleri temel insani duygularla daha iç içe olarak gösterir. Ona göre her ne kadar Ebu Cehil savaşı istemiş olsa da, savaşın asıl sorumlusu Hz Muhammed ve Müslümanlardır. Tabii burada Hz Muhammed’in savaşı önlemek amacı ile müşriklere elçi olarak gönderilmesini yazar hiç yorumlamamakta, görmezden gelmektedir. (s. 258) Sell, savaşın tek sorumlusu olarak Hz Muhammed’i görür. (E. Sell, The life of Muhammad, s. 116) Oryantalist yazar, daha önce yapılan eziyetleri-cinayetleri, mallarının ellerinden alınmasını, mülklerinden sadece inançları yüzünden terk ettirilmek zorunda kalınmasını ve bütün bunların da bir savaş nedeni teşkil ettiğine hiç değinmemiştir. (s. 259) Weil ise Muhammed’in kervanı ele geçirmek istediklerini ama sonunda savaşa mecbur kaldıklarını belirtir. (G. Weil, Mohammed der prophet, s. 105) Watt savaşın nedeni olarak Ebu Cehil’deki bir defada ve kesin biçimde Hz Muhammed’den kurtulma arzusuna vurgu yapar. (M. G. Watt, Muhamad at Mecca, s. 11) Watt ayrıca Hz Muhammed’in her zaman peygamberlik görevini unutmadan hareket ettiğini belirtir ki bu tespit aynı zamanda Hz Muhammed’i Mekke’de peygamber, Medine’de politikacı olarak gören Muir ve Morgoliouth’a da cevap olmaktadır. Watt, peygamberimizi öldürmek için Medine’ye gelen Umeyr b. Vehb’in, O’nun davranışlarından etkilenerek Müslüman olmasını örnek vererek Hz Muhammed’in hedefinin her zaman müşriklerden intikam almak değil davasına kazandırmak olduğunu vurgular. (M. G. Watt, Muhamad at Mecca, s. 16) Hartmut Bobzin’de savaş için neden kalmadığı halde savaşta ısrar eden Ebu Cehil’e dikkat çeker. (Bobzin, Muhammed, s. 100)
Uhud savaşı
625 yılında Ebu Süfyan 3000 kişilik bir ordu toplar. Gençlerin ısrarı ile savaş Medine dışında yapılır. Müslümanlar 300 kişilik münafıkların savaş başlamadan Medine’ye dönmesi üzerine 700 kişi ile savaşa katılırlar. Nöldeke, Paret, Watt ve Grimme savaş nedeni olarak Mekke’li müşriklerin ‘öç alma, intikam duygularına’ dikkat çekerler. (s. 265, 266, 268, 269) Sell, suçlu olarak müşrikleri değil, Hz Muhammed ve Müslümanları görür. (E. Sell, The life of Muhammad, s. 142) Margoliouth, Sell ile aynı hatta daha sert yorumlarda bulunur. Ona göre Uhud savaşında barışsever olan müşrikleridir, savaş yanlısı olan ise Hz Muhammed’dir. (D. S. Margoliouth, Muhammad, s.292-303)
Kurayza oğulları olayı
(Bu konu, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir’ adlı yazımızda da ele alınmıştır )
Hicretten 5 yıl sonra 10.00 kişilik ordu ile müşrikler Medine’ye hücum ederler. Bu arada Hz. Muhammed ile anlaşmalı olan Kureyza Yahudilerini Müslümanlara arkadan saldırmaları konusunda ikna ederler. Daha önce de Nadiroğulları kuşatması sırasında Müslümanları arkadan vurmak istemişler son anda anlaşmayı kabul etmişlerdi. (Prof İbrahim Sarıçam, Hz Muhammed ve evrensel mesajı, s. 227) Hz Muhammed onlara 4 kişilik heyet gönderir, Yahudiler kulak asmaz, alay ve hakaret ederler. Bu Kurayza oğullarının ikinci anlaşmayı bozma teşebbüsleridir. Daha öncede Nadiroğulları kuşatması sırasında benzer tutum takınmışlar daha sonra Hz Muhammed’e barış teklifinde bulunmuşlar ve bu teklif kabul edilmişti. Hendek savaşı sonrası kuşatılırlar. Yahudiler eski müttefikleri Sa’d b. Muaz’ın vereceği karara razı olmak şartı ile teslim olurlar. Sa’d, kararını ( Tevrat’a göre ) verir; Yetişkin erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir edilecek, mallar ganimet olarak değerlendirilecektir. (İ. Sarıçam, S. Erşahin, M. Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 270-271) 400 ile 900 arası Yahudi öldürülür. (İ. Sarıçam, Hz Muhammed ve evrensel mesajı, s. 229) Esirlerden çoğu Hayber civarındaki Yahudiler tarafından fidyeleri ödenerek kurtarılır. (A. Sprenger, Das leben und die lehre des Mohammed, III/II, 226) Sell, Ebu Süfyan tarafından Kurayza oğullarının kandırıldıklarını ve bunun sonunda anlaşmayı bozduklarını söyler ama son haddede Hz Muhammed’i ‘dostluğuna güvenilmez’ ilan eder. ( E. Sell, The life of Muhammad, s. 160-174) Margoliouth, Hz Muhammed’in onları anlaşmayı bozmamaları konusunda uyardığını, onların bu uyarıya aldırmadıklarını, son derece stresli zamanlarda Medine sokaklarında dolaşarak Hz Muhammed’in başına gelen sıkıntıdan dolayı duydukları memnuniyeti gösterdiklerini, kaypak davrandıklarını ve sonuçta kendilerini helake sürükleyen bir yol tuttuklarının üzerinde durur. (D. S. Margoliouth, Muhammad, s. 328- 329) Yazar Yahudilerin Hz Muhammed’e zarar verme iradelerini açıkça ortaya koymuşlardır, der. (Margoliouth, Muhammad, s. 334) Paret, Yahudilerin verdikleri hiç bir sözü tutmadıklarını, Uhud savaşı sonrası Nadir, Hendek savaşı sonrası Kurayza oğullarının üzerine saldırılmasının tesadüfi olmadığını, Hendek savaşı sırasındaki davranışları ile kendi iplerini kendilerinin çektiklerini belirtir. (R. Paret, Muhammed und der Koran, s. 111-112) Watt, “Kurayza oğullarının müşriklere güvenebilseler, Hz Muhammed’e karşı hücum edeceklerdi” demektedir. Hakem Sa’d üzerinde Hz Muhammed’in baskısının olmadığının da altını çizer. (M. G. Watt, Muhammad at Medina, s. 213-215) Bobzin ise, Kureyza Yahudileri ile Evs kabilesi arasında ittifak olduğunu, Yahudilerin Evs’ten olan Sa’d’a kendilerinin kararı bıraktıklarını belirtir. ( H. Bobzin, Mohammed, s. 106 ) M. G. Watt ayrıca, İslami mücadelede maddi imkanların temel güdüleyici sebep olduğu tezini, aşırı materyalist bir iddia olarak niteler ve askeri mücadelelerin asıl sebebini dini nedenlerde aramanın daha doğru olacağına inanır. Zira orta doğuda din ve siyaset içiçe geçmiş durumdadır. (Watt, Muhammad at Medina, s. 220) Watt ayrıca Hz Muhammed’in iki yüzlülüğe asla tahammülü olmadığını, muhatabından kesin olarak tuttuğu tarafı belirlemesini istediğini belirtir. (Watt, Muhammad at Medina, s. 116) Bu konuda ‘ Kur’an ve peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar‘ adlı yazıya da müracaat edilebilir.
Konuyu bir de Prof. Adnan Demircan’ın yazdığı ”Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru” adlı kitaptan alıntı yaparak özetleyelim: “Kureyza kabilesinin ittifaka dahil olmaları Müslümanlar açısından kıyım ve katliama yol açabilecek büyük bir ihanetti. Kureyzaoğullarının anlaşması o sıralarda Müslüman olan ancak Müslüman olduğu taraflarca bilinmeyen Eşca kabilesinin liderlerinden Nuaym b. Mesud tarafından bozuldu Böylece, söz konusu anlaşma planlandığı şekilde hayata geçirilemedi. Müşrikler son ümitlerini de kaybettikten ve iklim koşulları ağırlaştığından kuşatmayı kaldırmaya karar verirler. ( s. 231) Hz Peygamber kuşatma kalktıktan sonra onlardan teslim olmalarını istedi, ancak Yahudiler teslim olmayı reddedince kuşatma altına alındılar. Direnmenin mümkün olmayacağını anladıklarında ise, peygamberin koşulsuz teslim olma önerisini kabul etmeyerek, iki taraf arasında hakemlik yapması için Sa’d bin Muaz’ı hz Muhammed’e teklif ederler. Muaz’da iki taraf arasında vereceği karara uyacaklarına dair söz aldıktan sonra, kararını açıklar ve buna göre, kendi tercihlerinin sonucuna göre kendilerine cezaları verilir.” (s. 232)
Değerlendirme
Bu konu ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ başlığı altında ele alınmıştır!
Hz Muhammed’in evliliklerine yaklaşımları
-Konu, efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir adlı yazımız ile ele alınmıştır-
Hz Muhammed daha çok şehvetperestlikle suçlanmış, özellikle Aişe ve Zeynep annelerimizle evlikleri eleştiri konusu yapılmıştır. George Sale, “Hz Muhammed zamanında poligami, yani birden çok kadınla evlilik gayri ahlaki sayılmıyor ve kötü görülmüyordu” tespitinde bulunur. (Sale, Tke Koran, s. 72) Hz Muhammed evliliği dört ile sınırlayan ayet indikten sonra da bir daha evlilik yapmamıştır. (s. 313) Beni Mustalik kabilesinin reislerinin kızı olan Cüveyriye ile peygamberimiz evlenince Müslümanlar, “Müstalikoğullarının kendi yakınları olduğunu” söyleyip Cüveyriye’ye mehir olarak esirleri serbest bırakırlar. (s. 316) M. G. Watt’da bu konuya eserinde ele alır ( Watt, Muhammad at Medina, s. 227)
Değerlendirme
Hz Davud, Yakup ve Süleyman peygamberler de çok evlilik yapmışlardır. (I. tarihler, 14/3; I. Krallar, 11/2-3;Tekvin, 29/16-30; I. Samuel, 25/39-44) Günümüzde eşcinsel evliliğe izin veren ve küçük yaşta flört hayatını olağan karşılayan batı dünyası yukarıda açıklanan efendimizin evliliklerine sehvetperest yakıştırmasını yapabilmektedirler. Batının bu bakış açısının temelini, S. Freud’un cinselliği insan davranışlarının temel faktörü kabul eden görüşleri oluşturmaktadır. ( s. 352)
Hz Muhammed’in kişiliğine yaklaşımlar
Klasik iftiralar ve hakaretlerin su gibi aktığı oryantalist eserlerde, onun sade yaşantısı da cümleler arasında yer bulabilmektedir. George Sale, “Hz Muhammed, tarih boyunca yanlış yorumlara maruz kalmıştı. Onun gerçek üstünlüğüne dair övgü inkar edilmemelidir.” demektedir. ( G. Sale, The Koran, s. 30) Kızı bir gün bir parça ekmekle peygamberimizin evine gelir ve Aişe annemize verir. Aişe annemiz üç günden beri yediği ilk yemeğin bu ekmek olduğuna dair yemin eder. O geldiğinde kimse toplumda ayağa kalkamazdı, zira o sık sık şunu söylerdi: Ben sizin gibi bir Allah’ın kuluyum, sizin gibi yiyorum, sizin gibi içiyorum, diğer tüm insanlar gibi oturuyorum. Genellikle üzerine bir bez serilmiş hasır üzerine uyurdu. (G. Weil, Mohammed der Prophet, s. 343, 345, 347) Ebu talip mahallesine 3 yıl kapatıldığında çok eziyet çekmiş, zulüm bitince hemen Taif’e gitmiş İslam’ı yaymaya çalışmış üçüncü gün şehirden kanlar içinde çıkarılmıştı. Davetini 13 yıl zorluklarla sürdürmüş sonra hicret etmek zorunda kalmıştı. (W. Muir, The life of Muhammed, s. 314) Nöldeke, Hz Muhammed hanımlarıyla kerpiç ve hurma dallarından yapılmış, damına el ile ulaşılabilen basit kulübelerde yaşadı. Bir öğün yemeği asla bir kaptan fazla olmazdı. Elbiseleri ve ev eşyaları son derece sade idi. (T. Nöldeke, Das leben Muhammeds, s. 184) Grimme, klasik oryantalist paradoksunu bir paragrafa sığdırır: “Hz Muhammed’in ‘tüm eylemlerini Allah ve din adına olduğunu söylemeye devam ettiğini, fakat tarihi gerçekliğin bu iddiayı bencil birinin lafı olarak Muhammed’in yüzüne çarptığını’ söyler ve sonra da Medine’deki sekiz yıl boyunca şahsi intikam duyguları ile hareket ettiğini belirttiği Muhammed’in, Mekke’yi fethedince birden bundan vazgeçip, düşmanlarını küçük görüp, gözünü tüm Arabistan’a dikmiş ve bu amacı, intikam almasına engel olmuş ve Mekke bu sayede zarara uğratılmamış.” (H. Grimme, Mohammed I, Das Leben, s.136) olduğunu iddia eder. Önce Medine dönemi tüm yaptıklarını kötüler, sonra Mekke fethindeki eylemlerinin bu iddiaları yalanladığını görünce tüm iddialarını bir cümlede yönünü saptırıp efendimize saldırmaya devam eder! Margoliouth, Hz Muhammed’i ‘Öğretilerinde yalan ve hainlik olan bir haydut toplum reisi’ olarak nitelendirir. (D. S. Margoliouth, Mohammed and the rise of Islam, s. 149) Bu yazara göre insanların Müslüman olmasının tek nedeni maddi çıkardır. Osman’a da kızı Rukiye’yi rüşvet vererek İslam’a kazandırmıştır. Tüm bunlara rağmen zekat gelirini kendi şahsi ihtiyaçları için harcamadığını itiraf eder, O’nun bütün yaratılanlara olan düşkünlüğüne değinir ve bir gün yakılmakta olan bir karınca yuvasını kurtarma çabasını örnek verir. Muhammed düşmanlarına karşı bile iyi kalplidir, çok nadir ağır cezalar vermiştir. İşkenceyi yasaklamıştır. (Margoliouth, s. 236, 458)
İşte oryantalizmin tüm paradoksunu gösteren bir örnek: Nöldeke’de de görülen ( ‘Muhammed’in karakteri çok şaşırtıcı idi. Pek çok önemli şahsiyette, görünürde birbiriyle çelişen karakter çizgileri onda olduğu kadar az bulunur’ Nöldeke, Das leben Muhammeds, s. 187) bu durum yani hayatı sadelik içerisinde ve ahlak abidesi olarak geçen birinin kendi dinlerine aykırı bir inancı yaydığı için ona olan düşmanlık ve önyargı ile yaptığı her şeyi kötü gösterme çabası ve ortaya çıkan, kendilerinin de içinden çıkamadıkları kaos! Hâlbuki ilk düğme yanlış iliklenmekte, gerisi de hep yanlış olmaktadır; ‘Teslis gerçek, tevhit yalan’ iddiası ile başlayan her hareket kendi içinde çelişen ve gerçeklere aykırı kurgulardan oluşan bir yalanlar zincirini doğurmakta, ne yalanlarını temellendirmede birleşebilmekte ne de gerçeğin üstünü örtmeye güçleri yetebilmektedir.
Fück, siyasi ve dini nedenlerle İslam ve Hz Muhammed’e hep nefret ve kaygı ile bakıldığını söyler. “1683’te viyana önünde durdurulan Osmanlı devleti, boğazlara kadar geriletilince, İslam ve onun kurucusu hakkında sakin bir değerlendirmeye hazır hale gelmişlerdir. Avrupalı bugün bile Muhammed kelimesi ile sahte peygamberi düşünebiliyor ve İslam’ı, ateş ve kılıç ile yayılan bir sapık öğreti olarak düşünebiliyorlar.” (J. Fück, Die originalitat des arabischen propheten, s. 154-155) M. Watt Hz Muhammed’i daha iyi bir imajla ortaya koymaya çalışmaktadır. Muhtemelen soğuk savaş dönemi komünizme karşı işbirliği siyasetinin de etkisi ile, Hz Muhammed kendi dönemi, yer ve zaman şartları ile değerlendirilmelidir.” demektedir. O zaman ona yöneltilen ithamların övgüye dönüşeceğini söyler. Hz Muhammed’in kişiliğine örnek olarak şunu verir. “Mekke’nin fethi için yola çıkan ordu ilerlerken yavruları ile bir köpek görmüş, rahatsız edilmemelerini emretmiş; arkasından bu emre uyulup uyulmadığını tespit için adam göndermiştir” Watt, Dünya ünlüleri arasında bugüne değin Hz Muhammed kadar dil uzatılan biri olmadığını, bunun sebebinin de asırlarca İslam’ın Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olarak algılanmasının yattığını belirtir. Watt, hz Muhammed’e yönelik ‘yalancı, şehvetperest, güvenilemez, hain’ ithamlarını reddeder. Watt ayrıca, “Hz Muhammed’in karakterinde hicretten sonra düşüşe geçtiğini düşündürecek sağlam bir zemin yoktur.” der. (M. Watt, Muhammed at Medina, s. 321-324, 332)
Değerlendirme
Hıristiyanlar aslında tarih boyunca Hz Muhammed’in kişiliği ile ilgili tutarlı bir tutum ortaya koyamamışlardır. Hıristiyanlar İsa örneğinden hareketle, yarı tanrı bir peygamber algısına sahiptirler. Hz Muhammed’in peygamber ve idareci olarak yaptığı faaliyetleri, dinin siyasallaştırılması gibi ahlaki bir eksiklik olarak görmektedirler. Bunun sonucu olarakta Mekke döneminde dini, Medine döneminde siyasi yönü ön plana çıkarılmaktadır. Dolayısı ile dini olandan yani samimiyetten sapma ve kırılma olarak değerlendirilmektedir. Medine dönemi. Halbuki bir kişinin peygamber olabilmesi için belli şartları taşıması gerekir. Mesela içine kapanık biri tebliğ yapamaz, zeki olmayan vahyi anlayıp insanlara iletemez, açıklayamaz, doğru olmayan vahye ihanet edebilir. Biz Müslümanlara göre O, hayatı boyunca mütevazi yaşamış, asla dünyevi hazlar peşinde koşmamış, bunu yemesi, giyinmesi ve günlük yaşantısındaki uygulamalarla göstermiştir. (s. 409)
Etkiler
Oryantalistlerden hemen tamamına yakınının kendilerinden öncekilere bir şekilde atıfta bulundukları görülmektedir. (s. 411) Ganalı Müslüman araştırmacı Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad in the West adlı eserinin I. bölümünde, Watt’ın ‘Niçin ortaçağ yazarları kimi rivayetleri değerli görürken, diğerlerini değerli görmezden gelirler?’ sorusu ile başlar ve oryantalistlerin İslam’ı ve onun tarihini ele alırken kullandıkları rivayetlerin hemen tamamında kendi işlerine yarayan, kendi tezlerini kuvvetlendirecek rivayetleri ele aldıklarına, diğer görüşlere ise yer vermediklerine dikkat çekmektedir. (Buaben, s. 4) Klasik görüşü Muir’de dile getirir: ‘Muhammed’in peygamberliği ve kendisine geldiğini iddia ettiği vahiyler uydurmadır.’ (Buaben, s. 42) Tilman Nagel, ‘Die Islamische Welt Bis 1500’ adlı eserinde, ‘Avrupa’da ortaçağdan 19. yüzyıla kadar peygamberin siyah renklerle karakterize edilmediği ya da peygamberliğinin alaylı bir şekilde tartışılmadığı an adeta yok gibidir.’ demektedir. 20. yüzyılda yazılan ‘Encyclopaedia of Islam’ adlı ansiklopedinin Muhammed maddesini yazan Danimarkalı Franz Buhl, klasik oryantalist iddiaları bir araya toplar ve epilepsiden eski dinlerin birleşiminin İslam’ı oluşturduğuna dair tüm görüşleri tekrarlar. (Buhl, s. 641-657)
Türkiye’ye etkileri
Seyyid Ahmed Han, Reşit Rıza, Muhammed Heykel, oryantalist etki altında kalmakla suçlanırlar. Ahmed Cevdet Paşa’nın ‘Kısası Enbiya’sı hurafelerden arındırılmış bir İslam tarihi çalışmasıdır. Filibeli Ahmet Hilmi, R. Dozy’e cevap niteliğinde İslamiyet tarihini yazar. (s. 421) Kimi Müslümanlar oryantalist iddiaları tamamı ile görmezden gelirken kimileri cevap vermek için çalışmalar yapmışlardır.
Bu kitabın 421-438. sayfalarda bu çalışmalar kısa olarak ele alınır. Henry Stubbe, (An account of the rise and progress of Mahometanism with the Life of Mohamet and a Vindication of Him Religion from the Calumnies of the Christians ) ‘Hıristiyanların iftiralarına karşı onun ve dininin savunulması’ adlı eserinde, Müslümanların savaşlarının haklılığı anlatılır, Hz Muhammed’in idarecilikte, üstün kabiliyeti övülür, bunların Hıristiyanların onun hakkında o güne dek iddia ettikleriyle uyuşmadığının altını çizer. İslam’ın kılıçla yayıldığı iddiasının büyük bir yalan olduğunu, onun savaşlarının yeni bir din getirmek değil, eskisini restore etmek amacıyla yaptığını ifade eder ve kimseyi Müslüman yapmak için zorlamadığını belirtir. Goethe, Doğu-Batı divanında, Hz Muhammed için ‘ Oberhaupt der Geschöpfe-Mohammed’ Muhammed-eşrefi mahlukat tabirini kullanır. Thomas Carlyle’ı da ünlü tarihinde Hz Muhammed’e atılan iftiraların doğru olmadığını, onun üstün ahlak ve karakter sahibi olduğunu belirtir. (s. 439-440)
Sonuç
Doğuda Dımeşki ve Kindi ile temelleri atılan olumsuz tasavvur, kurgusal öğelerle daha da olumsuz hale getirilmiştir. “Sapkın hareket, sahte peygamber, saralı, düşük soylu, despot, şehvetperest, hilekar, kan dökücü, deccal” gibi Hz Muhammed’i karalamaya ve onu aşağılamaya yönelik bir dil geliştirilmiş ve bu nitelemeler ortaya saçılmıştır. Bilgi yerine kurgu hakim olmuş, amaç Hz Muhammed’i sahte peygamber olarak göstermek olduğundan, ulaştıkları tüm kaynaklara bu açıdan bakmışlardır. Buna rağmen hayatında görülen veya gizlenemeyen iyi ve güzel örnekler ya Hıristiyan kaynaklı gösterilmiş ya da zehire katılmış bal olarak nitelendirilmiştir. (s. 448) İnciller dolayısı ile Hıristiyanlık hakikatin kendisi olduğu göre, İncilleri tahrif edilmiş veya teslisi reddeden Hz Muhammed, ‘Hakikat düşmanı’, dolayısı ile ‘şeytanî’ olmak zorunda idi. N. Daniel, haklı olarak Hıristiyanların ortaçağda Hz Muhammed söz konusu olduğunda, bu ön kabul istikametinde hakikat düşmanına zarar veren her şeyin hakikat olduğunu düşündükleri tespitini yapar. 12. yüzyılda itibaren içi nefret ve düşmanlık dolu bol miktarda kurgusal malzeme ortaya çıkmıştır. Aydınlanma döneminde ise Hz Muhammed seküler bakış açısı ile devlet başkanı veya fatihe indirgenmiş, peygamberlik misyonunun metafizik boyutu tamamen göz ardı edilmiştir. (s. 449) Stubbe, Higgins, Carlyle, Geothe, Hz Muhammed’de ilahi pırıltılar görmüşlerse de bu onların onu peygamber olarak kabul ettikleri anlamına gelmediklerini de belirtmek gerekir. (s. 450) 1843 yılından itibaren tarihi tenkit metodu ile İslam’a yaklaşılmış ama yine birden fazla tasavvur ortaya çıkmıştır. 20 yüzyılla klasik ve revizyonist yaklaşım olarak iki bakış açısı ortaya çıkmış ama sonuç değişmemiştir. Hz Muhammed’in peygamberliğinin kökeni bazen Yahudilik bazen Hıristiyanlık bazen cahiliye Arap dini, bazen onun kişisel kabiliyetlerinde aranmıştır. (s. 452) Sonuç olarak Hz Muhammed için nitelemeler hep aynı olmuştur: merhametsiz, hasta, barbar, sahtekâr. (s. 454)
Prof. Dr. İbrahim Sarıçam, Seyfettin Erşahin, Mehmet Özdemir, İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru
*
Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye
I
Merhum Mustafa Asım Köksal’ın İslam Tarihi isimli eseri’nin 7. cildi, Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi isimli kitabına reddiye olarak hazırlamıştır. Özetini sunuyoruz.
I
Merhum Mustafa Asım Köksal’ın İslam Tarihi isimli eseri’nin 7. cildi, Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi isimli kitabına reddiye olarak hazırlamıştır. Özetini sunuyoruz.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1924 yılında Türkçe’ye çevirdiği İtalyan oryantalist Caetani’nin olayları aslında uzaklaştıran, gerçekleri tahrif edip,hakaret eden, saldırı ve taassup kokan, araştırma ve incelemeden çok önyargı ile hazırlanmış eseri birbiri ile çelişen tezat ve yorumlarla doludur. Kitap yanlışlıklar ve tutarsız fikirler, iftiralarla doludur. Eser Müslümanlığı, Hıristiyanlara kötü göstermek, onların Müslümanlığa kaymasını önlemek maksadıyla yazılmıştır. Merhum Asım Köksal’ın reddiyesi (Şaban Öz, Mehmet Azimli gibi) bir takım Müslüman akademisyenlerce bazı yönlerden eleştirilse de Caetani’nin İslam Tarihi’nin gerçek yüzünü bizlere göstermesi, gün yüzüne çıkarması açısından önemli bir çalışma niteliğindedir.
Giriş
Bir çalışmanın, mükemmel olabilmesi için kaynaklarının sağlam; nakillerinin kaynakları ile paralel; inceleme ve araştırmalarının çelişki ve zıtlıklardan, her türlü olumsuz ve keyfi yaklaşımlardan, önyargı ve düşmanca yaklaşımlardan uzak olması gerekir. Eserin bu özelliklere sahip olmadığının delilleri aşağıda verilecektir.
Caetani’ye göre, efendimiz dünyayı ele geçirmek hırsıyla ortaya atılmış maceracı, Müslümanlık, bu iş için siyasi bir alet, Kur’an’da efendimizin Allah’a isnat etmek istediği kendi sözlerinden ibarettir: “Muhammed’in edebi yazıları yavaş yavaş vahiy eseri haline geldi. ( Cild II, s. 61,76,77 ), Araplar (sahabeyi kastediyor) için İslamiyet siyasi bir vasıtadır. (VII/ 156) ” Bu bakış açısı ile hazırlanmış olan eser, tüm olayları bu açıdan ele almış ve değerlendirmiştir.
Mütercim Hüseyin Cahid, 2 sayfalık önsözünde “Avrupa kökenli İslam Tarihleri arasında “en mükemmel ve mümkün olduğu kadar tarafsız ve dürüstçe yazılmış” bulunanı olduğu için, bu eseri tercüme ettiğini belirtir.
Bizzat kendi eserinden alıntılarla Caetani’nin eserinin mükemmel ve tarafsız olup olmadığına bakalım:
“İslamiyet bir step yangını gibi, Arabistan’da çıkan bu yangında, bütün dünyayı kuşatıp yok etme tehlikesini ortaya çıkardı. ( I/ 9) Bu yeni iman esasların yayılması, zalimane bir hilekârlık, yegâne imanı hakiki olan Hıristiyanlığın ortadan kaldırılmasına azmetmiş şeytan’ın bir işi gibi telakki edildi. ( I/12-13 ) Yeni dinin ateş ve kılıçla yayılmış ( I/ 17) Görevlerimizden biri, bu savaşçı dinin insanlığa verdiği tarif edilemez zararları, sonsuz hataları tarafsızca anlatmak olacaktır.(I/23-24) İslamiyet ilkel ve tamamlanmamış bir din olarak kaldı. Eksiklikler, çelişkiler ve karanlıklarla dolu idi. (VII/156-157)
Müslümanların fethettikleri (Fetih ile işgal arasındaki fark için “İslam barış dinidir” isimli çalışmamıza bakılabilir.) yerlere yangın mı yoksa medeniyet, ilim ve irfan mı götürdüklerine tarih sayfaları şahittir. Engizisyon mahkemeleri, Galileo’nin başına gelenler, cennetten dünyada arsa satanlar, “Böğüren boğa” içinde insan yakma olaylarının İslam değil Hıristiyanlıkta olduğunu yazar unutmuş herhalde. Yazar bir taraftan İslam’ı felaket, yangına benzetirken diğer taraftan ise ” Yeni din muhteşem bir medeniyet yarattı. (I/19) diyerek tezada düşmektedir.
“Bugün bile Asya, Afrika’da Hıristiyanlık fikirlerinin galip gelmesine engel oluyor. (I/ 19) Bu barbarlar, bir kaç sene sonra, sınırsız, sayısız sürülerle İstanbul surları karşısına geliyorlardı. (I/8) İsa dinindeki mehdi konusu bile, kafirlerin eline geçmişti. (I/10) 13 asırdır bizim medeniyetimizin gücü, bu büyük din ve medeniyet düşmanını geriye sürmeye güç yetiremedi. Bizde ne eksik var ki, düşmanlarımız başarılı oluyorlar? (I/10-11) Bu düşmanın başarısı, dünyanın, gayet istenen bir durum olan Hıristiyanlaştırılmasına karşı bir engel ve Hıristiyanlığın ilerlemesine karşı her zaman bir tehlike oluşturuyordu. (I/11-12) İslamiyet, bugün bile Hıristiyanlık mezhebinin ilerlemesine karşı büyük bir engeldir. (I/16)
Müslümanlar “barbar, sürü ve kafirler.” Bu oryantalist “İslam Tarihi” yazmış, hem de mütercim Hüseyin Cahit Yalçın’a göre “tarafsızca ve en mükemmel” bir şekilde!
Türkler için ise, “Türkiye’ye karşı Avrupa askeri savaş verdiyse de başarı günü henüz uzaktır.” (I/15) demekte ve “Osmanlı Türklerinin barbar cehaleti ve ezici zulmü altında, İslamiyet gücünün boğulup kalmasına kadar.” (I/26) diyerek Osmanlı Türklerini İslamiyet’e ihanetle itham etmektedir.Fransız oryantalist Gaston Care ise, Caetani’nin kitabını yazdığı yıllarda, 1913 senesinde Figaro gazetesinde şunları yazmaktadır,”İslam, bu yüksek din, Avrupa’ya dünyanın ilerlemesi için gerekli en esas kaynakları sağlamıştır. İslamiyet’in bu üstünlüğünü teslim ederek ona borçlu olduğumuz şükranı tanımıyorsak da gerçeğin bu merkezde olduğunda şüphe yoktur.”
Caetani yazdığı eser ile hadis ilmine, Muhaddislere saldırmakta, Kur’an’daki kıssaların İncil, Tevrat’tan alıntılarla oluşturulduğunu ileri sürmekte, namazın Kur’an kaynaklı değil sonradan kelamcılarca uydurulduğunu iddia etmekte, efendimiz (sav)’in Kureyş soyundan gelmediğini, hatta adının bile belli olmadığını iddia etmektedir.
Hadis ilmi
İsnad, bir hadisi efendimizden itibaren hadisi yazılı eserlere geçiren hadis alimine dek rivayet eden kişilerin (ravilerin) isim zincirine verilen isimdir. Caetani’ye göre isnad ilmi sonradan ortaya çıkmış bir ilimdir. (Caetani sadece uydurma hadisleri -ki zaten hadis uleması bunları tek tek tespit etmiştir- değil tüm hadisleri reddetmektedir!) Bu iddianın amacı hadisler üzerinde Müslümanların şüpheye düşmesini sağlamaktır.
Caetani’nin bizzat kendisinin “hakikate en yaklaşanı” diyerek (Caetani, İslam Tarihi, VII/135) onayladığı İ. İshak’ın yazıp rivayet ettiği veda hutbesinde efendimiz şöyle söylemektedir:” Size Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini bırakıyorum.”
Efendimiz yayılan ve yazılan bir kurum olmasa idi hadis ilmini Müslümanlara nasıl tavsiye edebilirdi? O zaman sahabenin hadise olan tutumuna bakalım: Hadislerin ilk zamanlar Kur’an ile karıştırılabileceği kaygısı ile yazılması yasaklanmış, bu tehlike zamanla ortadan kalkınca hadis yazımına izin verilmiştir.
Sahabe, Kur’an’ın açıklamadığı konularda efendimizden gördüklerine veya işittiklerine göre hareket ederlerdi. O dönemde bile bir tek hadisi araştırmak için Medine’den kalkıp Mekke’ye kadar giderlerdi.(İbn-i Mace, I/16) Ebu Eyyup el- Ensari, bir hadisi araştırmak için Medine’den Mısır’a gitmiş, Ukbe b. Amr Cuheni’den hadisi işittikten sonra, “Bunu, ben de biliyordum; fakat biraz yanlışım vardı.İşittiğimin zıttına bir rivayette bulunmak istemedim.” (Müsned, IV/159)demiştir. Hz. Ömer bir hadisi işitir ve daha önce işitmediği bu hadisi mutlaka ispat etmesini Ebu Musa el-Eşari’den ister. Nedenini soranlara “Bu hadisi inceleme ve tespit etmek istedim” diye cevap verir. (Edebul müfret Buhari, s. 274, Müslim, VI /177-180) Hz Ali’de, başkası ona bir hadis nakledince, önce yemin ettirir sonra onun rivayetini kabul ederdi.(Tevilü muhteliful hadis, s.49; Tezkiretu’l-Huffâz, I/9-10) Sahabe birbirine “Kur’an ve sünnete dayanmadan sorulara cevap vermemeyi” öğütlerdi. (Tezkiretul huffaz, I/62) Görüldüğü gibi din konusunda Müslümanların, hatır, gönüle bakmadan birbirilerini tenkitten geri durmamışlardır. Zaten Caetani’de bazı sahabelerin EbuHuriye’yi eleştirdiklerini kitabında aktarmaktadır.(Caetani, İslam Tarihi, I/124) Emevi döneminde de aynı hassasiyet devam eder. Halife Hişam b. Abdülmelik oğlu için bir hadis kitabı yazmasını Zühri’den ister. 400 hadislik kitap yazılır. Bir ay sonra “O yandı, yeniden yaz.” denince aynısını yazar. Aralarında hiç bir fark yoktur (Tezkiretul huffaz, I/95-97) Caetani hadislerin “Şifahen (Ağızdan, sözlü)” olarak rivayet edildiğini söyleyerek küçümserken aslında hem ezber hem yazılı olarak hadisler korunmuştur.
Peygamberimiz Abdullah b. Amr b. Asr’a hadisler için, “Yaz, ağzımdan hak sözden başkası, çıkmaz.” buyurmuştur. (Süneni Ebu Davud, I/77)Ebu Hureyre’de Abdullah b. Amr b. As’ın hadis yazdığını bildirmiştir. (Buhari, I/36) Bu yazılan deftere, sahife-i Sâdıka denirdi ve bu sahife aynen Ahmet b. Hanbel tarafından Müsnedine aktarılmıştır. Hureyre, Medine’li bir Müslüman’ın hadisleri ezberinde tutamamasından yakınınca efendimizin kendisine, “Sağ elinden faydalan (yaz).” dediğini aktarır. (Bağdâdî, Takyidü’l-İlm, s.74-79) Sahabe gerektiğinde hadisleri yazardı, Ebu Bekr, semure b. Cünbüd’ün hadisleri kaydettikleri defterleri vardı. (Müslim, I/45; Tezkiretul huffaz, I/5) Tirmizi’ye göre Sad b. Ubade’nin hadisleri kaydettiği sahifeleri vardı bu oğluna da geçmişti. Cami-i Beyanü’l-İlm adlı eserde ise EbuHureyre’nin hadisleri yazdığına dair bir olaydan bahsedilir. Ayrıca Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah ve Enes b. Malik’in de hadis sahifeleri mevcuttu. (Tirmizi, Kitabu’l-İlel, Tezkiretul huffaz, I/37) Caetani’de sahabelerden bazılarının hadisleri kaydettiğini de -yazdığını- zaten kabul eder (I/117, II/188) Hatta, Hemmam b. Münebbih’in Ebu Hureyre’nin rivayetlerinden oluşan (Tezkiretul huffaz, I/89) hadis nüshasını aynen Muhammed Hamidullah 1953 senesinde neşreder. Yani sahabe devrinde kaleme alınan hadis mecmuası günümüzde aynen neşredilebilmiştir. Sahabeden sonra gelen tabiin adlı dönemde hadis yazımı daha ciddi ve resmi olarak ele alınır, Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz devrinde hadis yazılımı resmi bir boyut kazanır. Ayrıca Hz Aişe gibi, 2200 küsur hadis rivayet eden sahabeler de bulunduğunu unutmamak gerekir. Onun hadis ilmine katkıları için: el-İsabe, V/140, VIII/140; Hanbel, Müsned,VI/110-135,5/55-165; İbn-i Sad, Tabakat, II/126, ayrıca Asım Köksal’ın VII/50-56. sayfalara bakılabilir.
Efendimizin uyarı hadisi “Kim yalan yere bana söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buhari, I/35 ) başta sahabe birçok Müslüman’ı hadis rivayetinde dikkatli olmaya çağırmıştır. Hadis ilmi ile uğraşan muhaddisler Caetani gibi oryantalistlerin tahmin ve takdir edemeyecekleri kadar büyük gayret, emek, göstermiş bu konuda hassas davranmışlardır. Caetani’nin iddia ettiği gibi efendimiz ölünce tüm Müslümanların zihninden ve not aldıkları sahifelerden efendimizin sözleri kaybolmamıştır. İbn-i Şirin hadis ilmi için, “Bu ilim, dindir.” (Müslim, I/11) derken, Abdullah b. Mübarek ise “İsnad, dindendir.” (Müslim, I/7- 12)diyerek adeta yüzyıllar öncesinden Caetani’ye nazire yapar.
Caetani’nin iddia ettiği gibi isnad ilminin sonradan uydurulduğu, ortaya çıktığına dair hiç bir ima ve işaret kitaplarda bulunmamaktadır. Aksine, el-İsabe adlı eserin giriş bölümünde Dr. Sprenger, “Dünya, hiç bir zaman Müslümanlar gibi bir millet görmemiştir ve görmeyecektir. Müslümanların icad ettikleri fenni rical (İnsanları araştırma, inceleme ilmi) sayesinde 500.000 zatın hayat hikayelerini incelemek mümkün olmuştur.” dediği gibi insanlık tarihinde görülmemiş bir çalışma yapılmış ve hadisleri rivayet eden (Ravi) insanların hepsinin ahlak, siyaset, sosyal hayatları tek tek inceleme altına alınmış ve “tabakat” denen ilim ortaya çıkarılmıştır. Zaten Caetani’nin iddia ettiği gibi isnad zincirleri sonradan hadis metinlerine eklense idi, ravisi bilinmeyen, şüpheli, zayıf bir hadise rastlamak mümkün olmazdı. Böyle olsa idi,mevkuf, mudal, mürsel, munkatı, mevzu hadis gibi zayıf hadis çeşitleri başta, ortada sağlam dışında hadis kalır mıydı? Hadis ilmine ömrünü adayıp hadisleri doğruluk derecesine göre ayıranlara bu hakaret değil midir? Ayrıca böyle bir şeyi hiç itiraz etmeden herkesin kabul edebileceği nasıl düşünülebilir? Caetani, İbn-i İshak’a değer atfetmekte, kitabında bol bol ondan alıntı yapmaktadır. Sonradan isnad hadislere eklendi ise, bir nüshası da halife Mansur’a takdim edilen İbn-i İshak’ın kitabındaki isnadsız bir habere, sonradan olanın nasıl isnad uydurmak ve koymak imkanı bulduğunu Caetani nasıl açıklayacak ve bunu delillendirebilecektir? Eğer İbni İshak’tan önce isnad hadislere eklenmiş ise Caetani’nin el üstünde tuttuğu İbn-i ishak’ın haberlerini kullanmayı Caetani’nin kendisi nasıl açıklayacaktır?
Zaten Caetani de eserinde isnad aleyhine kullanmaya çalıştığı rivayetlerin baş taraflarında isnadları bulunmaktadır. İşin başka bir ilginç noktası, Caetani, eserinde (I/81) İbn-i İshak’ı savunurken, “bildiği bir şeyi söylemiş, bununla yetinmiştir (isnadını; kimden aldığını açıklamamıştır)” diyerek işine gelince isnad zincirini aramadığını da itiraf etmiştir. Rahmetli Asım Köksal yerinde bir soru ile, “Bir olayı gözleri ile görmeyen insanların rivayetleri kabul edilmeyecekse, bu rivayetlerden şüphe olunacaksa, neden Caetani, bu şarta uymayı kendine mecbur addetmiyor? Caetani neden hiç görmediği Urve ve Zühri’nin haberlerine dört elle sarılmaktadır?” diye sormaktadır. Başka bir ilginç nokta da hadisin konusu olan isnad konusunda Caetani en eski hadis kitaplarına başvurmak yerine siyer ve megazî kitaplarına (Peygamberimizin hayatını ve savaşlarını anlatan eserlere) başvurmasıdır. Ne kadar mükemmel olursa olsun işin aslı, konu ile direk alakası olmayan eserlerden değil, konu ile direk alakalı asıl kaynaklardan öğrenilir. İlginçlik devam ediyor ve Caetani, İslam tarih kitapları içinde en başta İbn-i İshak ve İbn-i Hişam’ı (İbn-i Hişam, eserini daha çok İbn-i İshak’ı kaynak göstererek yazmıştır) kaynak alıp görüşlerini onlardan hareketle delillendirmeye çalışırken, konunun uzmanı olan Asım Köksal bu eserlerin hiçte “En başta yer almadığının” altını çizmektedir. “Caetani’nin birinci dereceden kaynak aldığı bu eserleri, başa geçirmeye çalışması için İyi niyet ve samimiyete dayanmamakta, ona sadece istismar maksadıyla, üstün kıymet vermektedir.” demektedir. Zaten Caetani bu iki eserden de aslında şüphe etmektedir. “İbn-i İshak’ın kaynağı olan Urve’den yarım asır sonra vefat etmiş olduğunu.” ( I/76) belirterek aslında hem‘en güvenilir bu kaynaktır ama aynı zamanda o da tam güvenilir değildir’ diyerek İslam’a ait güvenilir hiç bir kaynak bulunamayacağı mesajını vermek istemektedir. Hâlbuki Caetani bu değer verdiği (!) kaynaklar konusunda bile hile yapmaktadır. Kaynaklar arasındaki zaman yakınlığı ne kadar uzatılırsa yani birbirine uzak gösterilirse eser de o kadar az değer kazanacaktır, amacı budur. Hâlbuki iki tarafında vefat tarihi yerine birincinin ölüm ikincinin doğum tarihlerini almak gerçek ilmi araştırmacılara düşen metot tarzıdır. Urve, 22-94 arasında yaşamıştır. Yani İbnİ İshak, Urve’den yarım asır sonra dünyaya gelmemiştir, Urve vefat ettiğinde İbn-i İshak (85-151) hayatta ve 9 yaşında idi. İshak, Urve’nin arkadaşları ile tanışmış, öğrencilerinden de ders görmüştür. Görüldüğü gibi Caetani okuyucuları ilim namına iğfale, yanlış yola sürüklemeye çalışmaktadır. Caetani aslında İbn-i İshak tarihinde isnad kullanılmadığını ileri sürmekte, zaten en güvenilir eser olarak ta onu göstermeye çalıştığı için, ‘Bu en kıymetli eserde bile isnad zinciri yoksa hadislerde bu isnad zinciri nereden çıktı, demek sonradan hadislerin başına eklendi’ iddiasında bulunmaktadır. Kullandığı kaynağın hadis kitabı değil tarih kitabı olması, başka güvenilir kaynakları atlaması, iddialarındaki kaynaklarla oynaması, hadis ilmine-dolayısı ile isnad ilmine- verilen tarihi belgeleri es geçmesi zaten Caetani’yi yeteri kadar temelsiz iddialarda bulunmakla itham edebilmemize yetmezmiş gibi, aslında İbn-i İshak’ın tıpkı Buhari gibi isnad kullandığını da (Bu konudaki delillere Asım Köksal’ın eserinden (7/68-71, 80-85) ulaşılabilir) Caetani görmemezlikten (!) gelerek iyice kendini rezil edebilmektedir. Asım Köksal, İbn-i İshak’ın isnad kullanmadığına dair Caetani’nin verdiği iki örneği (Yahudilerle yapılan anlaşma ve Bedir savaşına katılanların listesi) delilleri ile (VII/74-77,79) çürütmektedir. Aslında İbn-i İshak’ta isnad olduğunu Caetani’de kabul etmiştir (I/ 77-78) ama onları da tevil, yorum ile basit, eksik göstermeye çalışmıştır. Ama zaten İbn-i İshak’ı hadis alimleri tedlis yapmakla yani kaynaklarını tam vermemekle eleştirmişlerdir. Dolayısı ile hadis ilmi açısından ortada bir sorun yokken (Çünkü var olan sorunlar, eksiklikler zaten muhaddislerce tespit edilmiş ve halledilmişken) hadis ilmine tarih gözü ile (!) bakınca sorun çıkarmaya çalışan klasik oryantalist zihniyetten başka ortada bir sorun kalmamaktadır.
Zaten Ortodoks Hıristiyan olan Corci Zeydan, “Müslümanların, isnadı, diğer nakli ilimlere de, uygulamaları itibariyle, İslam kitaplarında doğruluğun hakim ve galip bulunduğunu.” itiraf etmiştir. (Medeniyet-i İslamiye Tarihi)
Aslında Caetani gibi oryantalistleri bir yönden de anlamak mümkündür. Onların dinlerinin kaynağı İncillerdir. İnciller Kur’an gibi birer kutsal, ilahi kaynaklı metinler değil, belli yazarlarca “İsa’nın hayatının anlatıldığı” eserler olarak var olmuşlardır. Yani Hıristiyanlar için İsa tarihi eşittir, kutsal kitapları İncil’dir. O gözle İslam’a bakan veya bakmaya çalışan oryantalistler de ana kaynak Kur’an ve ikinci kaynak hadisleri atlayıp İncil ayarındaki ve ancak, belki biz Müslümanlarca Kur’an ve hadisten sonra üçüncü sırada kaynak olarak yer alan siyer/tarih kitaplarını ilk kaynak alıp İslam’ı değerlendirmeye çalışmaktadırlar.
Caetani, bir iddiasında Ebi Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm Ensari’nin oğlu Abdullah b. Ebu Bekr ile Hz Ebu Bekir’in oğlu, Abdullah b. Ebu Bekr’i karıştırmıştır (IX/134) Dolayısı ile doğum tarihlerinden itibaren karıştırdığı kişiler üzerinden ileri sürdüğü tüm iddialarda geçersiz olmaktadır. Yine Caetani Hişam b. Urve’nin Hz Aişe’den hadis rivayet edemeyeceğini (II/211. fıkranın I. dipnotu) rivayet edilen hadisin uydurma olduğunu ileri sürer. Caetani’ye göre Hişam’ın vefatı 146, Hz Aişe’nin vefatı ise 58 olduğuna göre birbirlerini görmeleri imkansızdır. Bu şekliyle iddia doğru gözükmektedir ama Caetani bir şeyi gizlemiştir. Hadisi rivayet eden Hişam hadisi “babasından” almış, babası Hz Aişe’den dinlemiştir ama Caetani babasını isnad zincirinden silince ortaya birbirini görmesi imkansız iki kişi kalmaktadır. Tirmizi’de Ebu Hureyre’den gelen hadisi, Buhari’de İbn-i Abbas’tan diye aktaran (X/108) birçok kişinin rivayet ettiği hadisi (Deliller için Asım köksal tarihi, VII/130-142) bir insana atfeden ve ona da uydurmadır diyen yine Caetani’dir. Mevzu hadisleri genelleştirip tüm hadisleri zan altına almaya çalıştığı, Müslümanları ikinci büyük kaynağından mahrum etmek isteyen Caetani, “Meşhur ve doğu ilimleri konusunda ihtisas sahibi” diye övdüğü Dozy’ye, hadislere fazla önem veriyor diye itiraz etmektedir. Konusunda ihtisas sahibi ise, ona itimat etmeli, güvenmeli Caetani, yok değilse neden onu böyle vasıflandırmıştır?
Caetani bir taraftan hadisler daha çok genç sahabelerce aktarılmış, Ebu Bekr, Ömer, Osman gibi daha yaşlı sahabelerce neden daha az aktarmış diye sorarken diğer taraftan da, “Hadisler, bizi II. Hicri asırdaki Müslümanların, Muhammed’in ne söylemiş olmasını istediklerini gösterirler. Muhammed’in ne söylediğini bildirmezler.” diyerek aslında hadislerin II. asır muhaddislerinin uydurduğunu ileri sürmektedir. Caetani’nin II. asırda uydurulduğunu iddia ettiği hadisler için, genç sahabeyi neden suçladığını anlamak zordur. Eğer genç sahabeler hadisleri uydurmuşsa, II. asır muhaddislerini eserinde devamlı suçlaması nedendir? Amaç sadece bağcıyı dövmek olunca Caetani’nin sopası bir genç sahabeye bir II. asır Muhaddislerine inip durmaktadır.
Caetani’nin en büyük hatalarından birisi Buhari başta tüm hadis kitaplarını siyer, yani efendimizin hayatını anlatan eserler gibi zannetmesidir. Aksine bir durum da söz konusudur, aynı zamanda Caetani, siyer kitaplarını (Başta İbn-i İshak) da hadis kitabı yerine koymaktadır.Bunda en büyük etkenin Caetani gibi oryantalistlerin İslam ile Hıristiyanlığı birbirine karıştırmaları neden olmaktadır.Bilindiği gibi Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil, Kur’an gibi ilahi vahiy değil, İsa’nın hayat hikayesinin çeşitli kişilerce anlatıldığı bir siyer (Peygamber hayatı ) kitabıdır. Dolayısı ile kendi dinlerine baktıkları gözle İslam’a bakınca, siyer kitapları oryantalistlerce İslam hakkınca birinci el kaynak kitap olmaları gerekmektedir ki, burada yanılmaktadırlar.İslam’ın ilk kaynağı; Kur’an, ikincisi;sahih hadis, sonra belki üçüncü sırada siyer kitapları yer alabilir.
Caetani’ye sormak gerekmektedir tabii;Hadisler II. asırda uydurulmuş olsa idi, hadis rivayetini genç sahabelere söyletip te 1300 sene sonra gelecek olan oryantalistlerin bile eline itiraz edebileceği bir koz vermek yerine, neden hulefai raşidinden, aşere-i mübeşşereden hadisleri rivayet ettirmemişlerdir. Hem de sonra uydurdukları (!) hadislerin sıhhat derecelendirmesi yapmak ve uydurulan isnad zincirindeki insanların hayatlarını tek tek araştırıp ciltler dolusu eserler yapma zorunda kalmışlarıdır? Onlar mı çok saftı, Caetani mi çok kurnaz?Olanı, olmasını istediğimiz şekilde değil, olduğu gibi, kabul etmemiz lazımdır.
Ayrıca yine sormak gerekiyor, genç sahabelere hadis rivayet etme hakkı tanımayanlar, 1300 sene sonra hem de Hıristiyan oldukları halde nasıl İslam tarihi yazma hakkını kendilerinde bulabiliyor? Tevbe 122. ayet gereği bir takım Müslümanlar savaşırken bazı Müslümanların ilim öğrenmek için geri kalması gerektiği emrini bizzat Kur’an emrediyor. Ashabı Suffa (Buhari, I/113) denen bu genç ve kendilerini ilim öğrenmeye adayan insanlar arasında Ebu Hureyre, Enes b. Malik, İbn-i Abbas gelir. Ebu Hureyre’nin “Muhacir kardeşlerimiz çarşıda alışverişle, Ensar kardeşlerimiz de, malları ve mülkleri için çalışmakla meşgul olurken, Ebu Hureyre, karnı tokluğuna Rasulullah aleyhisselama hizmet eder, ve onların hazır bulunmadıkları meclislerde hazır bulunur, onların belleyemediklerini bellerdi.” (Buhari, I/37-38) sözü aslında bize çok şeyi açıklar. Yine Ebu Hureyre’nin, “Ben rasulullah’tan iki kab ilim belledim. Onlardan birini açıkladım. Diğerine gelince, onu açıklasam şu boğazım kesilir.” (Buhari, I/38, Tabakat, II/118, IV/57) dediğini yani büyük ihtimal gelecekte olacak olaylar veya ilmi ledün denen manevi ilimlerden de nasibini almış biri olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca ‘neden daha yaşlı sahabeler hadis rivayet etmedi?’ diyen Caetani’ye,yaşlı sahabe diye adlarını saydıkları arasında yer alan Ebu Bekir’in evinin mescide bir mil uzakta olduğunu ve ticaretle uğraştığını, Ömer’in de ticaretle uğraşıp günaşırı Medine’ye gelebildiğini, Hz Osman’ın da hurma ticaretiyle uğraştığını hatırlatıp, mescidin yanında bulunan ve kendilerini ilme adamış bu kişilerin daima efendimizle içli dışlı olup O’ndan daha fazla hadis rivayet edebilmelerini gayet normal olduğunun altını çizelim. Hatta Hz. Ebu Hureyre’yi hadis konusunda eleştirenlerden olan Hz. Ömer’in oğlu, Ebu Hureyre’ye, “Sen, Resulullah’a en çok mulazemet edenimiz ve O’nun hadisini en çok belleyenimiz idin.” (İsabe, VII/204- 205) deektedir.
Caetani özellikle Hureyre ve Abbas üzerinde durur ve onlar hakkında akıllarda soru bırakacak iddialarda bulunur. Dolayısı ile onlar sorunlu olunca rivayetleri de sorunlu olacaktır. (Bu arada II. asırda, Ebu Hureyre’nin haberi olmadan kendilerini ravi gösterip hakkında hadis senedi oluşturan (!) Muhaddisler yüzünden Caetani, neden Ebu Hureyre ve İ. Abbas’ı suçlayıp, hadislerini eleştirmektedir, anlamak zordur…!) Asım Köksal kitabında Ebu Hureyre ve İ. Abbas’ın üstünlükleri ve fedakârlıkları ile ilgili uzun örnekleri delilleri ile verir. Burada sadece iki örnek ile Caetani’nin çarpıtmalarını örnekleyip geçeceğiz. İbn-i Abbas, peygamberimizin eşi, Meymune annemizin yeğenidir; Meymune annemiz, İbn-i Abbas’ın teyzesidir. Ayrıca yine İbn-i Abbas, peygamberimizin de amcasının oğludur. Abbas akıl baliğ olmadan önce, küçük bir çocuk iken, bir gece efendimizde misafir kalır ve onlarda geceler.Gece yatakta efendimiz ve eşi yastığın uzunluğuna başını koyar, küçük Abbas ise enine. Yani ‘L’ şeklinde yatarlar. Sonra gece efendimiz -Kendisine farz, ümmetinin ise kılmakta serbest bırakıldığı namazı kılmak için- kalkar, Abbas’ta uyanır ve onunla kalkar, efendimiz başını, kulağını okşar (Bunlarda çocuk olduğunun delilleridir) ve beraber namaz kılarlar. Abbas daha sonra bu çocukluk devri hatırasını anlatır. (Buhari, I/53-53) ve Caetani, bakın bunu nerelere kadar çeker. (İslam tarihi, V/199):Kendi kendine paye vermek için, Muhammed’le samimiyetini göstermek için, Muhammed ve zevcesi ile aynı yatakta yattıklarını anlatır.” Caetani, yastığı; yatak, Abbas’ı çocuk değil;delikanlı, Meryem ve efendimizi ise akrabası olmayan biri gibi aktarmıştır! Sonrada Abbas’ı uydurmalarla suçlamaktadır. Bu uydurmalarına (!) örneklerden biri idi Caetani’nin verdiklerinden. Ebu Hureyre’ye yaptığı eleştirilerden de bir örnek verelim (I/37-375): Caetani’nin aktarımına göre “Dört büyük mezhep imamlarından biri olan Ebu Hanife” Ebu Hureyre hakkında ileri geri konuşmuştur. Hâlbuki verdiği kaynağa baktığımızda Ebu Hureyre’yi eleştirenin Ebu Hanife değil, “Horasanlı Hanefi mezhebinden bir gencin” olduğu görülür. Bu gençte, “Ebu Hureyer’nin hadisi makbul değildir.” diye eleştiri yapınca bir yılan ortaya çıkar ve sadece onu kovalar, sözünden vazgeçince kurtulur. Evet, kaynakta anlatılan da, kaynağa bakmayacak okuyucuları yönlendirmek isteyen Caetani’nin bilimselliği, objektifliği de bu! Kaynağı okuyan Caetani’nin vardığı sonuca mı yoksa tam zıttına mı ulaşır, yorum okuyucunun.
Caetani’nin bilimsel (!) bakış açısına birkaç örnek verelim. Nisa 15. ayette geçen, “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara sizden dört şahit isteyin. Eğer şahitlik yaparlarsa, ölünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu verinceye kadar evlerde tutun.” ayetini bakın nasıl anlamıştır? Ayeti okuyan herkes, bunun bir ev hapsi cezası olduğunu hemen anlar ama bakın Caetani bu ayeti nasıl açıklıyor: “Kur’an iki yerde zina cezasında bahseder. Birincisi kadını canlı canlı bir yere kapayarak açlıktan öldürmek.” (VI/348) Devam edelim, Caetani Hayber savaşı sırasında efendimizin dua ettiğini ve “Allah’tan hücum edeceği memleketteki bütün malları, kendine bahşetmesi için yalvarmıştır.” der. Hatta devam eder ve “Müslümanların büyük kısmının kafirlerin mallarını elde etmek için bu yeni dine girdiğini” iddia eder. (V/82-83) Peki efendimizin duası ne idi? Allah’ın büyüklüğü anıldıktan sonra “Ey her şeyin sahibi Allah’ım! Senden bu yerin, hayrını ve iyiliğini, bu yerin halkının, hayrını ve iyiliğini, bu yörede bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.” (İbn-i Hişam, III/343) efendimizin savaşacakları yerin halkını iyiliği dâhil, Allah’tan istediği kabul eder. Sadece “Hayr’dır!” Hayr, yani güzellik, iyilik! Hz. Aişe müminlerin annesidir, Asım Köksal ise O’nun sade yaşamında örnekleri eserinde kaynakları ile (s. 53-54 ) verir. Ahzap suresi 28-29. ayetler inip, “Ey Peygamber, hanımlarına söyle; “eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, geliniz size mihrinizi vereyim ve sizi iyilikle bırakayım. Eğer siz Allah’ı, Rasülü’nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, muhakkak Allah sizden iyilik yapanlara büyük mükafat hazırladı.” ayeti inince, efendimiz Aişe’ye, ‘anne babanla istişare et, kararını öyle ver’ deyince, Aişe annemiz “Ben Allah ve resulünü tercih ediyorum.” diyen birisidir. (İbn- Sad, Tabakat, VIII/47; Müsned, VI/185) Hz Aişe, Hayber fethi olunca sade yaşamında belki çok az da olsa bir değişiklik olur düşüncesi ile “Hayber fethedildiğinde (Bu söz bile fetihten sonra sözün söylendiğinin delilidir) artık, hurmaya doyarız.” diye insani bir temennisinde bulunur. Dikkat lütfen, ‘altın, mal, atlas, ipeğe doyarız’ değil, zaten Arap çöllerinde bolca bulunan ‘Hurma’ya, azıcıkta olsa doymak ümidini dile getiriyor Aişe annemiz. Caetani bakın bu sözü nasıl yorumlar: “Anlaşılıyor ki, Hayber’i zapt etmeyi, açlıktan kurtulmak için arzu ediyorlardı.” (V/65) Caetani’ye göre Müslümanlar, çapulcu, savaş ganimeti peşinde koşan maceraperest soyguncular. Hâlbuki savaşları çıkaran gayri-Müslimlerolmuşlardır. Ya saldırmış, ya anlaşmaları bozmuşlardır! Müslümanlarda kendilerini savunmuşlardır. Aişe annemiz ve efendimizin aile hayatı, dünya nimetlerine önem vermemeleri ile alakalı sitemizde, ” Peygamberimiz neden çok hanımla evlenmiştir?” adlı yazıya ve konu ile alakalı olduğu için, “İslam barış dinidir.” başlıklı yazıya bakmanızı öneririz.
İddia ile alakalı son sözü İngiliz oryantalist John Devenport’un efendimiz ve Kur’an hakkında yazdığı ederden alıntı ile bitirelim: “Hazreti Muhammed saltanat peşinde koşmadı. İnsanları adalete çağırdı. Merhameti, alçakgönüllü olmayı öğretti. Putperestlikten kurtardığı Kabe’nin yanına bir saray inşa ettirmedi.” (John Devenport, Hz Muhammed ve Kur’an, s. 136)
Kur’an’daki kıssalar, Tevrat ve İncil’den alıntılanmış olabilir mi?
– Bu konu geniş olarak ‘Kur’an’ın kaynağı nedir? ‘ adlı yazıda ele alınmıştır! –
“Musevilik ve Hıristiyanlık; tevhid, nübüvvet, vahiy, ahiret inancı ve varlık anlayışı gibi temel konularda İslam’dan apayrı bir anlayışa sahiptir.” (Prof. Ramazan Altıntaş, Gençler inançtan soruyor, s.123); Hıristiyanlık öğretisinin aksine “İslamiyet’te karısını boşayan zina etmiş olmaz, başka bir dul kadın almakla da zina etmiş olmadığı gibi, kocasından boşanan ve başka birisiyle evlenen kadın dahi zina etmiş sayılmaz. İslamiyet, çalışın fakir kalmayın diyor.” (Operatör Doktor Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 30)
Kur’an’daki kıssaların (Peygamberlerin gerçek hayat hikayelerinin) “İyi hazmedilmemiş haham ve İbrani hikayeleri.” olduğunu iddia eder Caetani. Halbuki, aralarındaki büyük farklar hatta bazı hata ve tahriflerin Kur’an tarafından 14 asır önce düzletilmiş olması bu iddiayı yalanlamaktadır. Başta Tanrı ve peygamber inancı olmak üzeri kıssaları da kapsayan birçok fark bulunmaktadır.Kur’an ile Kitabı Mukaddes arasında. Tevrat, akılsız bir hayvanın (yılanın) Adem Havva’yı kandırdığını, Yılanın bu nedenle yerde sürünmekle cezalandırıldığından, Havva annemizin hatasının cezası olarak tüm kadınların hamilelik sıkıntısı başta dünyada cezalandırıldığından (Tekvin, 3/1-19) bahseder. Kur’an’da bunlardan bahsedilmediği gibi ” Hiç kimsenin başkasının günahını yüklenemeyeceğinden de bahseder.” (Bakara, 142, Necm, 38, Enam, 165, Fatır, 18) Ayrıca Adem oğullarının mahlukatın üstünü olduğu, dünya nimetlerinin onlar için hazırlandığı anlatılır. (İsra, 70, Nahl, 10-18, Zuhruf, 12-14, Casiye, 12-13) Tevrat İbrahim’in tek oğlunun olduğundan ve kurban edilmek istenenin o olduğundan, adının da İshak olduğunda bahseder. (Tekvin, 22/19) Kur’an ise İsmail adını verir ve İbrahim peygamberle ilgili anlatılan içerik farklıdır. (Saffat, 99-113) Yine Tekvin 18/18’de, İbrahim’e gelen misafirlerin kebap yediklerinden bahsedilir. Kur’an ise yemediklerinden ve İbrahim’in bu durumdan hoşlanmadığından (Hud, 70-71) bahseder. Yine Tekvin’e (32/2-29) göre tanrı yeryüzüne insan şeklinde iner ve Yakup ile güreşir ve yenilir. Lut peygamber iki kızı ile içki içer ve kızlarını hamile bırakır. (Tekvin, 19/30-37) Halbuki aynı kitapta Lut için, “Salih bir zat, Sodom’lulardan helak olmadan kaçası istenen biri.” olarak bahsedilir. (Tekvin 19/15) İffet ve ahlaklı olduğu için helaktan kurtulmamış mı idi bu zat? İçki içmek vs. tezat değil mi? Bu topluma örnek olacak peygamber değil midir? Yoksa batı toplumundaki ahlaki zafiyetin temelinde bu ve aşağıda sayacaklarımız mı yatmaktadır?
Tabii peygamberlere atılan tüm bu iftiralar Kur’an’da geçmez! Aksine tüm peygamberleri örnek, ahlak timsali, abid kimseler olarak tasvir edilir.Tevrat’a göre Musa peygamber bebek iken “saz bir sepete konularak” nehire bırakılır. (Huruç – Çıkış – 2/1-10) Kur’an ise bir sandık ile denize atıldığından bahseder. Kitabı Mukaddes âlimlerinden Prof. Yahuda, yaptığı araştırmalarda Musa’nın içine konulduğu şeyin sepet olamayacağını, belki, mukaddes emanetlerin içine konduğu bir tabut-sandukanın olabileceğini ifade eder. Musa peygamber aralarında değil iken Hz Harun’un altından bir buzağı yaparak halkı ona taptırdığı ifade edilir (Huruç, 32/24) HalbukiKur’an Harun’un ” Buna tapmayın.” dediğini aktarır. (Taha , 90)Huruç, 7/1-2’ye göre rab, Musa’yı “Seni firavun’a ilah tayin ettim.” diye göndermiştir. (Asım Köksal, bu tercümenin K. Mukaddes’in 1878 tarihli basımında yer aldığını belirtir. 1949 tarihli baskısında ise “Seni firavun’a Allah gibi yaptım.” diye çevrildiğinden bahseder. Müslümanlarla muhataplığı ilerlettikçe anlamlar da ayarlamalar (!) olmaktadır anlaşılan) Kur’an ise (Araf, 104-105, Taha, 45) “Firavun, ben alemlerin rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim.” dediği aktarılır.Muluki Salis, bab 11, ayet, 1-13’e göre ise Süleyman peygamber zamanla putlara taptığı için ilahi gazaba uğramıştır. Kur’an ise O’nun için, “O ne güzel bir kuldur.” (Sad,30), ” O, asla küfre sapmadı.” (Bakara, 102) demektedir. Bilindiği gibi İncil’e göre İsa “Allah’ın oğludur.” (Matta, 16/13-17, 3/17) Ayrıca O çarmıha gerilmiş ve hatta çarmıhta, “Beni niçin terkettin!” (Matta21/28-50) dediği ifade edilir. Düşünsenize babanın oğlu olduğunu iddia eden biri bir de çarmıha geriliyor ve sonra isyan ediyor. Çevredekiler, “Bu bile isyanda, iyiki inanmamışız.” demezler mi idi?!Kur’an ise tüm bu iddiaları yalanlar. O (as) peygamberdi ve çarmıha da gerilmemiş idi. (Meryem, 88-93, Ali İmran, 35-37, Meryem 16-29, Maide, 75, Meryem, 30-33, Nisa, 155) Daha fazla örnekle konuyu şişirmeden benzer içeriğe sahip sitemizdeki, ” İncil, papa” başlıklı yazıyı tavsiye edip konuyu bitirelim.
“Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği düşüncelere baktığımızda o dönemde hâkim olan inançlardan bir eser görmemekteyiz. O, putperestliğe, teslis (üçleme) anlayışıyla, ruhbanlıkla, İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak görmeleriyle ve İsa’nın tanrı olması ile ciddi bir şekilde ihtilâfa düşmüş ve onları kabul etmemiştir. Peygamber’in onlardan etkilenmiş olsaydı, Hz. Peygamber’in sözlerinde de mevcut inançların (teslîs, enkarnasyon, vaftiz, aslî suç vb.) izlerinin bulunması gerekecekti.” (Pr. Aydın Topaloğlu, Ateizm ve eleştirisi, s. 164) Peygamberimiz kendisinden önceki peygamberlerin mesajlarını tekrarlamış, putperestliği, ahlâksızlığı, şirki ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Bu mantığa yani ilahi dinin tevhid – Tek Allah- inancına aykırı olduğu için İslam peygamberi, Hıristiyan teslis inancı ile, ırkçı bir tanrı inancını savunduğu içinde Yahudi inancına karşı çıkmıştır. Mevcut sosyal yapının peygamberleri ortaya çıkarması ve onları etkilemesi bir tarafa, peygamberler o toplumu yeniden yapılandırmak ve değiştirmek için gelmişlerdir.
Abdest, namaz sonradan mı uydurulmuştur?
Mekke’de abdest, namaz emredilmemiş mi idi? Bunlar sonradan mı çıkarılmıştır? Bir kere tüm farzları Kur’an ile belirlenmiş olan (Maide, 6, Nisa, 42) ve her gün Müslümanlarca yapılan ibadetlerin sayı ve şeklinin sonradan uydurulduğunu iddia etmek ne kadar mantıklı olur? Ebu Hureyre aktardı diye abdest hadislerini reddeden Caetani, başka birçok ravinin de bu konuda hadis riayet ettiğini görmezlikten gelir. Caetani’nin önem verdiği İbn-i İshak, Cebrail’den abdest, namazı öğrenen efendimizin bunları ilk Hz Hatice annemize öğrettiğini bilmezden gelir. Bu konu hakkında detaylar İbn-i Hişam’ın I/261-269 ve 281-282. sayfalarında bulunabilir. Yine Hişam’ın (I/366) anlattığına göre “Ömer İslam oluncaya kadar, Kabe’nin yanında serbest namaz kılmaya kadir olamamıştı.” Müslümanlar. Yine Buhari, I/131-132, İbn-i Sad, Tabakat, II/211, Taberi, II/212’de Mekke’de namaz ile rivayetler aktarılır. Ayrıca Caetani abdest ve gusül’ün ilk kez Nisa 43. ayetle farz kılındığını aktarır. Hâlbuki bu ayet, su bulunmadığı zamanlarda gusül ve abdest yerine teyemmüm ile namaz kılınabileceğine rushat vermiştir. Yani abdest ve gusül “önceden zaten biliniyordu.” Su olmayıp, abdest- gusül lüzum olunca ne yapılacağını ayet bizlere bildirir. Caetani’ni görüşlerine delil diye getirdiği birçok şeyin araştırınca zıttına delalet ettiğini zaten çok kez gördük. Ayrıca en az 17 Mekkî (Mekke’den inen) ayet ile namazdan bahsedildiğini Asım Köksal, ayet numaraları ile eserinde verir. (VII/353-354) Mekki surelerde namaz kılmanın kesin emredilmediğini iddia eden Caetani’ye sadece, direk “Namaz kılın!” şeklinde emir içerikli üç Mekkî ayet numarası verip konuyu noktalayalım: Enam, 72, İbrahim, 31, Rum, 31. Ayrıca Caetani, Buhari’de namazın farz olduğu ve cuma namazının kılınmasını emreden hadis bulamadığını ileri sürer. Asım Köksal (VII/363-366) Buhari dahil, çeşitli kaynaklardan derlediği hadisleri kitabında sıralar.Konuyu İslam düşmanı Renan’ın sözü ile bitirelim:” Candan müteessir olmaksızın ve hatta -diyebilirim ki – Müslüman bulunmadığıma üzülmeksizin, bir mescide girdiğim vaki olmamıştır.” (Renan, İslamiyet ve ilim, s.19)
İslam evrensel değil midir?
Guillimain, Fransa tarihi (s. 8, 81) isimli kitabında, “İslam dininin kurucusu Muhammed, mensuplarına bütün dünyayı egemenlikleri altına almalarını emretmiştir.” demektedir. Evrensel olmayan mesaj için tüm dünyaya savaş!?
Yukarıda verdiğimiz ve Caetani’nin İslam’ı, Hıristiyanlığın yayılmasına engel bir din olarak gördüğünü gösteren cümlelerinden sonra İslam’ın evrensel bir din olmadığını ispat etmeye çalışmasını anlayışla karşılayabiliriz. Dünya’nın Hıristiyanlaştırabilmek için İslam dinini Araplara hatta sadece Arabistan’a gönderilmiş bir din olarak göstermeye çalışmaktan daha doğal ne olabilir ki?
Öncelikle İslam’ın Peygamberimizle başlamadığını hatırlatalım. (Sitemizdeki “İslam tüm dinlerin özüdür.” başlıklı yazımıza bakılabilir. Kur’an’a göre Musa’da ( Araf, 104, Yunus, 90), Nuh’ta ( Yunus, 72), İbrahim ve Yakup’ta ( Bakara, 120-132), Yusuf’ta ( Yusuf, 38-40, 101), İa’da ( Ali İmran, 51-52) İslam ise tümünü kapsayan ( Şura, 12, Ali İmran, 84, Bakara, 137) bir dindir.
İslam sonradan yapılan ilaveleri, değişiklikleri kaldırmış ve asli şekline döndürmüş (Tevrat- İncil’deki Tanrı ve peygamber kavramları ile Kur’an’daki Allah ve peygamber kavramlarının içeriği buna en güzel örneklerdir ) ayrıca kendine özel belli kuralları da getirmiştir. Yahudiler, Uzeyr, tanrının oğlu dediler. Hıristiyanlar ise İsa tanrının oğludur dediler. Sonra her iki din mensupları din adamlarını, rahipleri tanrı ilan edindiler (Uydurduklarını ve yorumlarını, tanrıdan gelmiş vahiy gibi- din gibi kabul ettiler.)
Caetani’ye göre Kur’an’da İslam’ın evrensel bir din olduğuna dair ufak bir ima bile bulunmamaktadır. Hadisleri zaten uydurma kabul eden Caetani, hadis âlimlerince tedlis yaptığı için; kaynaksız delilsiz rivayetler aktardığı için eleştirilen İbn-i İshak dışındaki diğer tarih kitaplarındaki rivayetleri de kabul etmemektedir. Bozacının şahidi şıracı mantığı ile kendine delil olarak ta başka bir oryantalist olan Grim’i örnek gösterir. Öncelikle İslam’ın evrenselliği ile alakalı çalışmamızı “Kur’an’da çelişki yoktur.” adlı yazımızda bulunabileceğini hatırlattıktan sonra Asım Köksal merhumun cevaplarına geçebiliriz. Saf suresi 9. ayette “O Allah ki, Rasulü’nü hidayet ve hak dinle, o dini, her dinden üstün kılmak için göndermiştir, müşrikler istemese de.” buyurulmaktadır. Ayette geçen “Hak din” ifadesinden kastedilen, İslam’dır (Ali İmran, 19: Allah katında din İslam’dır.) Diğer dinler ile kastedilen başta Yahudilik ve Hıristiyanlık tüm ilahi ve ilahi olmayan dinlerdir. Üstünlük tüm dünyayı, hatta “alemleri” kapsamaktadır.
Kur’an;Yusuf, 104. ayetle: “Kur’an bütün alemlere nasihattir.”; Sad, 87. ayetle:” O Kur’an bütün alemlere bir hatırlatmadır.”; Kalem, 52. ayetle:” O Kur’an bütün alemler için bir öğütten başka bir şey değildir.”; Tekvir, 27. ayetle:” O Kur’an ancak bütün alemlere bir öğüttür.” diyerek zaten mesajının evrenselliğini açıkça ifade etmiştir.Ayrıca Mekkî bir sure olan Enbiya suresi 107. ayette “Biz seni bütün alemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” buyurulur. Yine Mekkî bir sure olan Sebe suresinin 28. ayetinde de “Biz, seni bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.” buyurulmaktadır. Caetani, İbn-i İshak’tan rivayet yok dese de İbn-i Hişam, İbn-i İshak’a dayanarak çevredeki devletlere gönderilen davet mektupları ile ilgili rivayeti kitabında paylaşır. Hişam, İbni- İshak tarikiyle, Yezid b. Ebi Habib Mısri’ye dayandırır rivayetini. Yani isnad zinciri de bulunmaktadır rivayetinin. Ayrıca Taberi’de Vakidi’ye dayanarak davet mektuplarının varlığını aktarır. (İbn-i Hişam, 4/224-225, Taberi, 3/84-91) Ayrıca İbn-i Sad, Tabakatında (I/20-38) aynı konuyu anlatır.
Caetani, inkar etmek istediği bir şeyi İbn-i Hişam’da İbn-i İshak’tan yapılan rivayetler arasında bulamazsa, bunu İbn-i İshak’ın sükutu ve kendi davasının da en büyük delili sayar. Bulursa onu, görmezden gelir veya sonradan Muhaddislerin uydurması olarak kabul eder. Ayrıca bu konu ‘ Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar ‘ adlı yazıda ele alınmıştır.
Peygamberimizin Muhammed ismi ve soyu üzerine
Oryantalist Caetani, peygamberimizin asıl ismini unutturmak istediğini, Muhammed adının sonradan kendisine bir lakap olarak takıldığını ileri sürer. Hâlbuki Kur’an’da 4 yerde Muhammed ismi açıkça geçer. (Ali İmran, 144; Ahzab,40; Fetih, 29; Muhammed,2) Bu ayetleri duyan hiç kimse,‘Bu Muhammed de kim?’ diye sormamış, itiraz etmemiştir. Ayrıca çeşitli hadis kitapları ve siyer kitaplarında da peygamberimizin ismi açıkça geçer. Mekke’li müşriklerin efendimize hitap şeklinin “Muhammed” olması da bu iddiayı çürütmektedir. Caetani’nin de, “özel bir kıymete sahiptir.” dediği (Caetani, İslam tarihi, V/288-289)Urve b. Zubeyr’in Halife Abdülmelik’e yazdığı mektupta da efendimizin adı açıkça ‘Muhammed’ olarak geçer. Ayrıca Caetani’nin de kitabına aldığı, kaynak olarak kabul ettiği kitaplarda da efendimizin adı hep ‘Muhammed’ olarak geçer. Hudeybiye anlaşmasında da Muhammed ismi kullanılmıştır. Anlaşmada ‘Muhammed resulullah ile Süheyl b. Amr arasında anlaştıkları maddelerdir’ şeklinde peygamberimiz yazdırmak isteyince, Süheyl b. Amr’ın “Ben senin resul olduğunu kabul etmiyorum.” itirazı üzerine adının”Muhammed b. Abdullah” yazıldığını, İslam tarihi yazan Caetani görmemiş demek ki! Efendimizin mührünün de Muhammed resulullah olduğu birçok kaynakta sabittir.
Oryantalistler bir taraftan Muhammed yaşamadı derken yaşadığının ispatları karşısında bu defa O’nu Yahudi soyundan ilan ederler. Çünkü amaçları doğruya ulaşmak değil, O’nu Hristiyanların nazarında, ne şekilde olursa olsun, kötü göstermektir!
Peygamberimizin babasının adı, Abdullah ismi üzerine
Caetani, ‘Abdullah ismini O (Efendimiz) icad etmiştir’ iddiasındadır. Hâlbuki Müslüman olmayanlar içinde bile Abdullah isminde birçok insan vardır. Caetani’nin kitabı da bu isimlerle doludur! (VI/62, III/62-65, I/386, III/181-182) Ayrıca III/387-394. sayfalarda da Bedir savaşında ölenlerin listesi verilir ve 9 kişinin baba veya dede adı yine Abdullah’tır. Aynı yerin devamında (394- 399) ise esir alınan müşriklerin adları sıralanır, bir tanesinin kendi adı, diğer dördünün babasının adı Abdullah’tır. Bu isimleri herhalde Müslümanlar onlara koymamıştır! Efendimiz 40 yaşına dek Mekke’lilerle beraber kalmıştır.O’nun çocukluğu, hayatı, günü gününe gözler önündedir.Bu insanlar arasında aynı zamanda peygamberimize en şiddetli karşı çıkanlar da vardır. Bırakalım 1300 sene sonra ortaya çıkan Caetani gibi birçokoryantalisti, efendimize itiraz edilebilecek bir şey bulsalardı o dönemin müşrikleri bu fırsatı asla kaçırmazlardı.
Caetani, önce efendimizin adını diline dolar, sonra babasının adı, sonra da dedesinin adı (Abdülmuttalib) üzerinde spekülasyon yapmak ister. Aynı iddiayı tekrarlar ve Adülmuttalib isminin Arap isimleri arasında olmadığını ileri sürer. Yine kendi eserinden (III/356-396) Bedir savaşında ölenlerin arasında 8 kişinin kendi, oğlu veya dedesinin adının muttalip olduğunu yazar unutmuş veya atlamış görülmektedir… Ashab arasında da Muttalib isminde olanların listesini İbn-i Hacer(el-İsabe, VII/104) verir.
Peygamberimizin soyu, şeceresi şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalip b Haşim b. Abdimenaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka’b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b Ma’d b. Adnan. (İbn-i Hişam I/1-4; Tabakat, I/27-28, III/2; Buhari, IV/238; Maarifi İbni Kuteybe, 51; Taberi, II/191; Mesudî, Murûc ez-Zeheb, II/164; İbn-i Esir, el-Kamil, II/2-21; İbn-i Kesir, el-Bidaye, II/252-255; Siyer-i Halebi, I/3-18) “Muhammed’in ataları memleketlerinin başta gelen kişileri arasında idi.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s.4) “Abdullah’ın oğlu en asil ırkın koynunda yetişmiştir.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s.10) La Cronica Arabigo-Bizantina adlı eserde de Hz Muhammed hakkında şu kısa bilgilere rastlarız: “Kavminin en asil sülalesine mensuptu.” (R. G. Hoyland, Seeing Islam as Others Saw it, Darwin press, s. 617)Henry Stubbe, Hz Muhammed’i olağanüstü bir şahsiyet olarak nitelendirir. Hıristiyan yazarların onun hakkında sayısız iftiralarda bulunduğunu söyler. “Onun soyunun düşük olduğundan, annesinin Yahudi olduğundan, Sergius veya Nastura adlı rahiplerin veya Abdullah adlı bir Yahudi’nin üstatlık ettiğinde bahsedilmiştir. Bunların hepsi komik iddialardır. Zira hem anne hem baba tarafında asil bir sülaleye mensuptur. İslam’da Nasturilikten bir ize rastlanmaz.” der. (H. Stubbe, An Account of the Rise and Progless of mahometanism With The Life of Mahomet, s. 141) “Hz Muhammed’in babası, şehrin kurucusu olan Kusayy’ın torununun torununun torunu olan Abdullah’tır.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 189)
Ortaya herhangi bir konuda iddia atmak kolaydır, zor olan onu ispatlamaktır ve bu da ilim ehline uyan metotlarca yapılmalıdır. İspat edilemeyen iddia ise iftira olmaktan ileri gidemez. Caetani hiç bir zaman tam bir sonuca varmamış, eksik bulmaya çalışmış, yüzeysel ve bilim dışı zıt ve çelişkili fikirler ileri sürerek ve kaynakları tahrif ederek okuyucuyu yönlendirmeye çalışmıştır.
“Tenkit ile hakareti ayıramayanlar, kendilerini, müşkülattan ve mesuliyetten (Zor durumda kalmaktan ve sorumluluktan) kurtaramazlar.” (M. Asım Köksal, İslam Tarihi, II/49)
Gibbon, Hz Muhammed’in asil bir soya dayandığını savunur. (E. Gibbon, The Decline and Fall of The Roman Empire, 50. bölüm) ‘Şayet biz atalarımızla ilgilenmediğimiz halde iki üç kuşak hakkında bilgi sahibi isek, soy bilgisine düşkün olan Arapların atalarından altı,sekiz hatta on kuşağı hakkında bilgi sahibi olmaları gerçekçi olmaz mı?’ (Watt, Hz Muhammed Mekke’de, s. 5) J. Fück, Hz Muhammed’in ‘itibarı bir ailenin çocuğu’ olduğunu söyler.(Die Originalitat des Arabischen Propheten, s. 160) “Muhammed bin Abdullah, başarısını savaştan ziyade iş dünyasındaki duruşuna borçlu olan Arabistan’ın en saygıdeğer kabilesi Kureyş’ten gelmiştir.” (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, s. 11)
Caetani’nin ‘Müslümanlıkta önemi olan Allah değil, Muhammed olmuştur.’ iddiası ise asla doğru değildir. Hz Muhammed hiçbir zaman Allah’lık rolüne kalkmamış, aksine tanrı değil peygamber olarak bile abartıların önünü kesmiş ve “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü’ deyin!” (Buhari, Enbiyâ, 48; Darimi, Rikak, 68) buyurmuştur. Aslında Caetani’nin tüm çabası Kuran’ı incil’e, Muhammed’i İsa’ya, Müslümanlığı da Hıristiyanlığa benzetme gayesinden başka bir şey değildir. Hâlbuki İslam gelmeden önce nesep/soy ile ilgili yazılı olarak kayıt altına alınırdı. Hz Ebu Bekir ensab (Soy bilgisi) konusunda uzman idi. (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 56, 101, 102)
Hz peygamberin vefatından on yıl geçmeden, İran ve Mısır’ın tamamı Müslümanların eline geçmiştir. Fetihlerin başlangıç noktası bildiren, uygulayan Hz Muhammed Mustafa’dır.(Prof. Cağfer Karadaş, Kafama takılanlar 2, s. 99-101) Tarihleri boyunca hiçbir devlet kuramamış ve bir araya gelememiş bu toplumu kim uyandırmış ve güdüleyip eğitmiştir? Tüm bu fetihleri başlatan kimdir? Caetani’ye göre hiç kimse!
Catetani’ye sormak gerekir, Yuhanna ed-Dımeşki dahil, 1400 senedir oryantalistler ‘olmayan biri ile mi’ mücadele etmişler ve 1400 sene sonra bile etmeye devam etmektedirler. O kadar akademisyen, misyoner, araştırma ve kitap, olmayan birini alt etmek için mi idi?! Devam edelim:
Yazarı bilinen ve peygamberimizden bahseden ilk eser, VI. yüzyıl Bizans felsefecisi, İskenderiyeli Stephen’e aittir. Horoscope adlı eserinde, 620 yılında Arap tüccardan işittiği alıntıyı nakleder: “Yesrib’te (Mekke’nin eski adı) İsmailoğullarından Kureyş kabilesine bağlı, Nisan 620 yılında adı Muhammed olan ve peygamber olduğunu iddia eden bir adam ortaya çıkmıştır.” (Robert Hoyland, Seeing Islam as others saw it, s. 304; Yunanlı Jacobi, Yahudilerle ilgili yazdığı bir eserinde, Hz Peygambere de bir bölüm ayırmıştır: Prof. Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 257) E. Renan’ın, S. Rushdie’nin ağzından nakledilen sözleri ilginçtir: “Muhammed’in hayatına dair neredeyse her şeyi biliyoruz. Onun nerde yaşadığını, ekonomik durumunun ne olduğunu ve kime âşık olduğunu biliyoruz. Yine biz, Onun dönemindeki siyasi ve ekonomik durumu da biliyoruz.” (İbni Warraq, Studies on Muhammad and the Rise of Islam, s. 16); Renan ayrıca, “Muhammed, İsa ve Musa’nın aksine tarihi kayıtlarla iyi ortaya konmuş bir kişiliktir.” (Wim Raven, NRC Handelsblad, 23.12.2005) demektedir. Sprenger, “Başlangıçta peygamberin adının Muhammed olmadığını ileri sürer. E. Renan, J. Fück ve T. Nöldeke ise bu görüşe karşı çıkar. (G. S. Reynolds, Remembering Muhammad, Numen, 58, 188-206; J. Fück, The Role of Traditionalism in Islam, s. 16); Bertrant Russell, “Hz. peygamberin hayatına dair kayıtların son derecede acık olduğunu belirtmiştir.” (W. Khan, Muhammad, s. 8); Angelika Neuwirth, Hz Muhammed’in mitolojik, hayali biri olduğunu ileri süren Kalisch’i eleştirir ve “İkna edici herhangi bir kaynak sunulmadan ortaya atılan, bilimsellikten uzak bir provakasyon.” nitelemesinde bulunur. (Prof. Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 235) Seeing Islam adlı eseri başta, İslam’ın ilk dönemlerine dair önemli çalışmalar yürüten Robert Hoyland da, tarihi kayıtlarda Muhammed’in isminin varlığına dair belgeler olduğunu belirtir ve benzeri tüm iddiaları reddeder. (Hoyland, New Documentary, BSOAS, 69, 2006, s. 395-416)
Robert G. Hoyland’ın İslam’dan bahseden ilk kaynakları konu edindiği “Seeing Islam as Others Saw It” adlı eserinden devam edelim: Temmuz 634 tarihinde yazılan Doctrina Jacobi (Jacob’ın Öğretileri) adlı eserde Araplar arasında peygamber olduğunu iddia eden bir kişinin olduğuna değinilir. (s. 55-61) Papaz Thomas, 640 yılında yayınlanan eserinde Hz. Muhammed’den söz eder. (s. 118-120) Bagratuni Piskoposu Sebeos ise 660 yılında yazdığı eserinde bir tüccar olan Hz. Muhammed’den söz eder. (s. 124-132) John bar Penkaye ise 680’lerde yazdığı eserinde Arapların lideri olan Hz. Muhammed’den söz eder. (s. 194-200)
7. yüzyılda yazılan ‘Yakup’un Öğretisi’ adlı risale, “İsmaililerin (Hıristiyanların Müslüman Arapları kendilerince aşağılamak için kullandıkları sıfat) Peygamberinden ilk olarak bahseden “risale” olma iddiasına sahiptir. Risalenin yazarı yaşlı bir Yahudi bilgine “Bana Sarazenler (Avrupalıların Araplara verdiği isim) arasında ortaya çıkan peygamber hakkında ne söyleyebilirsin?” diye sorar. Aldığı cevap Yahudi bakış açısını yansıtsa da, efendimizden bahseden en eski risalelerden olması açısından belge tarihi bir öneme sahiptir.
Süryanilerin İslam’ın erken dönemlerinde İslam’dan söz ettiği pasajları ele alan Michael Philip Penn’in ‘When Christians First Met Muslims’ adlı kitabından devam edelim: 636-37 yılında, gördüğü önemli olayları İncil’inin ilk sayfalarına not alan bir yazarın Hz. Muhammed’den söz ettiği görülmektedir. (s. 22) Ayrıca 640 yılında yazıldığı düşünülen bir başka eserdeyse yazar, Bizanslılarla Hz. Muhammed’in önderliğindeki grubun savaştığından oldukça kısa bir şekilde bahsedilir.(s. 25) Son kısmının 660-680 yıllarında (muhtemelen eserin asıl yazarından farklı bir yazar tarafından) ve geri kalan kısımlarının daha önceki yıllarda yazıldığı düşünülen, 590 yıllarıyla 660 yılları arasındaki olaylardan bahseden bir anonim eserde de Hz. Muhammed’den bahsedildiği görülmektedir. (s. 47)
H. A. R. Gibb, Mohammedanism (s. 27) adlı eserinde şöyle der: “Muhammed’in tarihi ile ilgili kesin bir gerçek vardır. O da hareket sebebinin kesin olarak dini oluşudur.” Demektedir.
635 yılında Thomas the Presbyter tarafından yazılan yazıtlarda Arap savaşçılar için, “Muhammed’in Arapları” yazmakta(A. Palmer (with contributions from S. P. Brock and R. G. Hoyland), The Seventh Century In The West-Syrian Chronicles Including Two Seventh-Century Syriac Apocalyptic Texts, 1993, op. cit., p. 19, note 119; Also see R. G. Hoyland, Seeing Islam As Others Saw It: A Survey And Evaluation Of Christian, Jewish And Zoroastrian Writings On Early Islam, 1997, op. cit., p. 120, note 14); 665 yılında Hristiyanlar tarafından yazılan Maronit günlüklerinde “Muaviye Muhammed’in yerine geçmek istemedi.” diye yazılmakta (R. G. Hoyland, Seeing Islam As Others Saw It: A Survey And Evaluation Of Christian, Jewish And Zoroastrian Writings On Early Islam, 1997, op. cit., p. 136. Also see, A. Palmer (with contributions from S. P. Brock and R. G. Hoyland), The Seventh Century In The West-Syrian Chronicles Including Two Seventh-Century Syriac Apocalyptic Texts, 1993, op. cit., p. 32; M. P. Penn, When Christians First Met Muslims – A Sourcebook Of The Earliest Syriac Writings On Islam, 2015, op. cit., p. 58); 670-680 arasında yazılan Short Chronicle adlı kitapta da Müslümanların liderinin adı olarak “Liderleri Muhammed idi” diye açıkça bahsedilmekte (Al-Ka’bi, N. (2016). A Short Chronicle on the End of the Sasanian Empire and Early Islam. 590-660 AD. Gorgias Press); Ermeni bir keşiş olan Sebeos tarafından 660’lı yıllarda yazılan ve “The History of Sebeos” adlı eserde de “İsmail oğullarından ismi Mahmet olan ve bir tüccar olan… Mahmet onlar için yasa koydu: leş yememek, şarap içmemek, yalan konuşmamak ve zina etmemek.” diye devam eden peygamberimizin özellikleri açıkça sıralanmakta (Boras, L.B., ” A prophet has appeared Coming with the Saracens”. The non-Islamic testimonies on the prophet and the Islamic conquest of Egypt in the 7th-8th centuries. 2017); John bar adlı manastır rahibi tarafından yazılan “Book of the Salient Points” adlı kitapta Emevilerin liderinin adının Muhammed olduğu belirtilmekte ve “başlangıçta eğitmenleri olan Muḥammad’ diye bahsedilmekte(S. P. Brock, “North Mesopotamia In The Late Seventh Century Book XV Of John Bar Penkāyē’s Riš Millē”, Jerusalem Studies In Arabic And Islam, 1987, op. cit., p. 61); Jacob of Edessa tarafından 700’lerin sonunda yazılan günlüklerinde “Arapların ilk kralı Muhammed 7 yıl hüküm sürdü ve Ebubekir 2 yıl 7 ay hüküm sürdü” (A. Palmer (with contributions from S. P. Brock and R. G. Hoyland), The Seventh Century In The West-Syrian Chronicles Including Two Seventh-Century Syriac Apocalyptic Texts, 1993, op. cit., p. 37 and p. 38) bilgilerine yer verilmektedir. Diğer bir kaynakta ise, “Muhammed ticari işler için Filistin ve Suriye’ye gitmiştir.” (Al-Ka’bi, N. (2016). A Short Chronicle on the End of the Sasanian Empire and Early Islam. 590-660 AD. Gorgias Press)denmektedir. Mısır’lı kesiş Nikiou’lu John tarafından 700 yılında yazılan günlükte ortodoksluğu terk edenlerdenşikayet ederken Tanrının düşmanları olarak ‘Müslümanların dinini’nden bahsedilmekte ve liderleri için “O Muḥammed’dir.” diye yazmaktadır.(R. G. Hoyland, Seeing Islam As Others Saw It: A Survey And Evaluation Of Christian, Jewish And Zoroastrian Writings On Early Islam, 1997, op. cit., p. 156); Hz Muhammed’in yaşamadığını ileri sürenlerin iddiaları için, oryantalistlerin günümüzdeki en kapsamlı çalışması olan “Corpus Coranicum” projesinde çalışan Angelika Neuwirth, “Tarih çalışılmadan, kaynak sunulmadan ileri sürülen provakasyon” olarak nitelemektedir. Michael Marx, “Der Spiegel” dergisinde verdiği röportajda, “14. yüzyılda Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki polemiklerde bu iddianın gündeme gelmediğini, aksine Süryani ve Arami kaynaklarda yaşadığına dair birçok kanıt olduğunu” ifade etmektedir. (https://www.islamic-awareness.org/history/islam/inscriptions/copper.html; www.bilimveyaratilisagaci.com/2020/03/hz-muhammed-yasadi-mi-tarih-kaynaklarinda-hz-muhammed adlı sayfadan alıntılanmıştır.)
II
Merhum Asım Köksal İslam Tarihi adlı çalışmasının muhtelif ciltlerinde (10-17.ciltler) yine Caetani’ye cevap vermektedir. Aşağıda özet halinde bu cevapları sıralıyoruz.
10-11. ciltler
Caetani, defalarca “İbn-i İshak I. derece delildir, en emin kaynaktır, O’nun sükutu bile bir delildir.” (Caetani,İslam tarihi I/76, 4/417) derken İbn-i İshak’ın -Ayrıca İbn-i Hişam’ında – Sire’sinde yer almayan bir olayı kitaplarına almış gibi onları kaynak olarak aktarır. (Caetani, IV/101) Verdiği diğer kaynaklarda ise ittifak yoktur ama bu Caetani için sorun değildir, işine gelen bir kaynaktaki olayı başlıca İslam tarihi kaynaklarını da alt alta sıralayıp hepsinde varmış gibi gösterip aktarabilmekte, İbn-i İshak’ında üstadı Zühri’nin “Hiçbir zaman böyle bir olay olmamıştır.” şeklindeki (Halebi, İnsanul uyum, III/187) açıklamasını ise görmemektedir.
Reci’ seferi hakkında “Kesin değilse de, herhalde, büyük ihtimal” gibi kelimelerle (IV/110) diye başladığı iddiasında, olanı değil olmasını istediği gibi olayları değerlendiren Caetani, müşriklerin bir tertibi sonucu oluşan bu olayı, hadis uyduran muhaddisler “peygamberin hatalarını müşriklere atmıştır.” şeklinde değerlendirmede bulunmaktadır. İbn-i İshak’ta olayın anlatılış tarzı Caetani’yi yalanlarken, gerçekleri çarpıtmak ve efendimizi kötülemeye çalışmak çabası içinde olduğunu bu olayda da göstermektedir. Caetani aynı bakış açısını Bi’ri Maune felaketinde de göstermiş, müşriklerin işlediği tüyler ürpertici cinayette yine masum Müslümanları suçlu göstermeye çalışmıştır. Caetani yine Nadir Oğulları Yahudilerinin mallarından bir kısmını sadece Muhacirlere dağıtıp, ganimetlerin 5/1’inin de efendimiz tarafından alınmasını diline dolamaktadır. Halbuki tüm bu işler öncelikle Ensar’a danışılarak ve gönüllerini aldıktan sonra yapmıştır (İ. Seyyid, Uyunul eser, II/50, Balazuri, F.Buldan, I/21, Diyari Bekri, Hamis, I/521) Ayrıca Caetani’nin de “Tek emin kaynak ” dediği Kur’an bu konuda hükmünü belirlemiş ve efendimizde bu hükümlere göre ganimetleri taksim etmiştir. Haşr, 8. ayet : “(Bundan başka bu mallar) Hicret eden fakirleredir (16) ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve O’nun Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır.” ve Enfal 1. ayet : “Bundan başka bu mallar) Hicret eden fakirleredir (16) ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve O’nun Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır.” Gereği yapılan taksimlerin İslami açıdan hiç bir sorun teşkil etmeyeceği ortadadır. Efendimiz ise kendine ayrılan 5/1’lik bölümü daima ümmeti yolunda harcamış (Belazüri, F.Büldan I/20) Caetani’nin ” Ganimetin büyük kısmını Muhammed’in kendine ayırdığı kesindir.” (Caetani, IV/112) şeklindeki okuyucuda şüphe uyandıracak hiç bir olay ise efendimizin hayatında görülmemiştir. Çünkü efendimiz çoğu zaman akşam yemeği yemeden yatar, vefatına dek üç gün üstüste karnını doyurduğu ise hiç görülmemiş, bazen aylarca evinde sıcak yemek bulunmazdı. (İbn-i sa’d, Tabakat, I/400-402) Konu hakkındaki detaylara “Hz Muhammed neden çok hanımla evlenmiştir?” adlı yazımızdan ulaşalabilirsiniz. Caetani içki içmeyenlerle ilgili liste hakkında da yine okuyucuyu yönlendirmeye çalıştığı görülmektedir. (IV/117). İçki içmeyenlerin listesinde olanlardan bazıları için, mesela Hz Ömer için, “listede olmaları şüpheli” derken, olmayanlar içinde, mesela efendimiz için, “Garip yoksa içiyorlar mı idi” demek istemektedir. Asım Köksal listede olanların bazılarının daha sonradan içkiyi bıraktığını ispatlarken içki içmeyenlerin sadece listede olanlarla sınırlı olmadığını da ispat etmiştir. Halbuki Caetani’nin en büyük kaynak kabul ettiği siyer yazıcısı İbn-i İshak efendimizin “Bütün kötülüklerden uzak olduğunu” (I/183; İbn-i Sa’d, I/121) aktarırken Caetani’nin kaynakları keyfine göre yorumlama çabaları ilmi çalışma içinde değil, İslam’ı ve efendimizi karalama gayreti ile kitabını kaleme aldığını açıkça göstermektedir. Ay ve güneş tutulması esnasında kılınan namazlardan hareketle efendimizin ay ve güneş hareketleri hakkında bir şey bilmediğini (IV/142) iddia etmektedir. Halbuki efendimiz oğlu İbrahim vefat edince, aynı anda tutulan güneş için halk arasında “Oğlu vefat edince güneş tutuldu.” yorumlarını duyunca “Kesinlikle ay ve güneş kimse öldü diye tutulmaz, onlar Allah’ın ayetlerinden (delillerinden) iki ayettir.” (Buhari, Kitabul kusuf) buyurmuştur. İslam’a göre küsuf ve husuf namazları, tıpkı bayram namazı gibi birer ibadet zamanını bize gösterir o kadar. Yoksa Kur’an’da ay ve güneş hakkında günümüzde ancak bilinebilen birçok bilimsel ayet bulunmaktadır. Ay ve güneşin yörüngesi olduğu (Enbiya,33; yasin, 40), Ay ve güneşin belli bir ölçü ile hareket ettiği (Rahman, 5; Enam, 96; ayrıca: Zümer, 5; Fatır, 13; İbrahim, 33; Yunus, 5; Yasin, 39) Günümüzde artık güneşin saniyede 20 kilometre hızla Vega yıldızına doğru gittiğini (Abdulfayyaz tevfik, Yer ve gök, s. 9) bizler yeni bilebilirken bunu Kur’an 1400 sene önce Yasin 38. ayet ile bizlere bildirmektedir: “Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir yere doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah’ın takdiridir.” Kur’an’ın açıklayıcı ve uygulayıcısı efendimizin tüm bu hadis ve ayetlerden sonra ay ve güneş hakkında o dönemdeki insanlardan farklı bir şey bilmediğini iddia etmek ancak Caetani mantığına sahip olanlarca ileri sürülebilir.
Efendimiz, “Şüphesiz Güneş ve Ay Allah´ın (kudretini yansıtan) delillerden iki delildir. Herhangi bir kimsenin ölümü veya hayati için tutulmazlar. O halde (Güneş ve Ay´ın) tutulusunu gördüğünüz zaman namaz kılınız. İçinde bulunduğunuz durum aydınlanıncaya kadar dua ediniz.” (Buhari, 947; Müslim, 904) buyurmuştur. Dikkat edilirse güneş ve ay için Allah’ın kudret-yaratma delili olduklarına dikkat çekildikten sonra, bu yaratılan (Ay ve güneşin) hayatın devamındaki önemi ve bu iki vasıtayı bizlere hizmet için yaratan Allah’a atıfta bulunulup, O yüce yaratana secde etmemiz istenmektedir. Araca bakıp, ona takılmadan, o araçları (Dünya hayatının devamı için, güneş ve ay’ın önemini hatırlayalım!) bize hizmet ettiren, bu nimetleri bize özel kılan yaratıcıya secde edilmesi öğütlenmektedir. Önemle altı çizilmelidir ki, İslam inancında her şey Allah’a izafe edilir, O’na bağlanır: Denizde gemilerin gitmesini sağlayan Allah’tır: “Şüphesiz, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Bakara, 164) “Andolsun biz, Adem oğullarını yücelttik. Onları karada ve denizde (bineklerle ve araçlarla) taşıdık.” (İsra, 70) Çünkü suya kaldırma kuvvetini veren O’dur. Kuşun uçuşu O’na delildir: Göğün boşluğunda Allah’ın emrine boyun eğdirilerek uçuşan kuşlara bakmadılar mı? Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ayetler (deliller) vardır.” (Nahl, 79) Kuşun aerodinamik kanunlarıyla uçurtan O’dur. Deniz, Kuş, Ay, güneş vb. hepsi O’nu işaret ederler, O’nun varlığına delildir, dolayısı ile her yaratılana bakıp O’na secde etmemek, gözü önünde var olanlardan O’na ulaşamamak ancak manevi körlük ile açıklanabilir: ” Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.” (Bakara, 171; Bakara, 18) Bu konuda “Allah’ın varlığının delilleri” adlı yazımıza da müracaat edilebilir.
- cilt
Caetani Beni Mustalik gazvesi sonunda “Taksimde bir deve altı koyuna, çocuklu bir kadın altı deveye eşit kabul edilmiştir.” (IV/147) demektedir. Halbuki bir deve on davara eşit kabul edilirken (Vakidi, Magazi, I/410) çocuklu bir kadının altı deveye eşit sayılmasından da bahsetmez. Sadece esir kadın ve çocukların kurtulma bedelleri olarak altı deve takdir edilmiştir ki (Vakidi, I/421) bu oryantalist Caetani’nin çizmek istediği tablodan çok farklı bir durumu arz etmektedir. Ayrıca Caetani, Hz Cüveyriye ile efendimiz, yanlarında Aişe ve Ümmü Seleme var iken yolda meşin bir çadırda zifafa girmiş (IV/148) iddiasında bulunurken gerçekte efendimiz Medine’ye döndükten, kurtulmalık bedelini ödeyip kendisini babasına teslim ettikten sonra, babasından Hz Cüveyriye’yi istemiş, onayından sonra ancak evlenmiştir. (İbn-i Hişam, Sire, III/308 ) Zaten Caetani’nin iddia ettiği zifaf olayı hiç bir kaynakta (Vakidi, İbn-i Hişam, Taberi, İbni Esir, Hamis, Buhari) geçmemektedir.
13-14. ciltler
Caetani, efendimizin “Ben çok şiddetli-öfkeli bir adamım, bazen gözlerim hiddetten kararıyor.” diye dua ettiğini (IV/351) yazmaktadır. Halbuki bu duanın aslı: “Ey Allah’ım! Bende sonuçta bir insanım. İnsanların kızdığı gibi benimde bazen kızdığım, darıldığım olabilir.” (Vâkidî, II, 554-555; Ahmed b. Hanbel, X, 233; Köksal, XIII, 65) şeklindedir. Farkı ve yönlendirme ortadadır. Zaten efendimizin yumuşak huyluluğunu bizzat Caetani itiraf etmektedir: “Hiç bir zaman olay ve insanlar hakkındaki sağlam muhakemesini kaybetmemiş, ayrıca bütün siyasi işlerinde rehber olan orta yoldan ayrılmamıştır.” (VIII/142)
Caetani Yahudilerin hileci lideri Üseyr b. Razim’in öldürülmesi hakkında peygamberimizin toplantı yapıp birilerini görevlendirdiğini ileri sürer. (IV/367) Halbuki tarihi hiç bir kaynakta böyle bir şey geçmez. Ayrıca Caetani “Herhalde Müslümanlar sözlerine hıyanet etmişlerdir.” ( IV/368) derken tarihi kaynaklar aslında Yahudilerin hıyanet ettiğini aktarır. (Vakidi, II/567, İbn-i Sa’d, II/92, İbn-i Seyyid, Uyun, II/111, Halebi, İnsan, III/187)
Caetani, kendilerine iyilik yaparak açlıklarını gideren, hastalıklarını tedavi eden Müslümanların develerini çalıp, çobanları olan Yesar’ın el ve ayaklarını kesip, göz ve dillerine diken batırarak öldüren katiller hakkında “Muhammed, el ve ayaklarını kestirdi, gözlerini çıkarttı sonrada kazığa geçirilmelerini emretti.” (IV/370) demektedir. Katillerin el ve ayaklarının kısas gereği kesildiği doğrudur. Fakat gözlerinin çıkartıldığı veya oyulduğu yanlıştır. Ama göz ve diline çalı batırılarak öldürülen Yesar’a kısas olmak üzere gözlerine sıcak mil çekilmiştir. Kazığa geçirilme emri ise hiç bir kaynakta bulunmamaktadır. (Buhari, I/60, III/119) Caetani, efendimizin rüyasında Mekke’deki şenliklerde hazır bulunduğunu gördüğünü ifade eder. (IV/375) Halbuki peygamberimiz rüyasında Beytullah’ı tavaf ettiğini görmüştür. (İbn-i İshak, SireIII/336; Vakidi, II/572) tavaf gibi dini bir ibadete Caetani’nin şenlik demesi, onun iç dünyasına dair bize ipucu vermektedir. Ayrıca Caetani, efendimizin bir ağacın altında Müslümanlara nutuk yaparak en emin ve en iyi rehber olduğu izlemini vermeye çalıştığını (IV/379) iddia eder. Buna kaynak olarak Vakidi ve Taberi’yi gösterir. Taberi’de böyle bir şey den hiç bahsedilmezken, Vakidi’de ise efendimizin Müslümanlarla istişare etmesi, onların fikirlerini sormasından bahsedilir. Böyle bir konuşmadan efendimizin dinleyenlere kendisi hakkında iyi bir kanaat vermeye çalıştığını nereden çıkarıyor Caetani? İsa (as)’ın ölüyü dirilttiğine inanan bir Hıristiyan olan Caetani, suyu çekilmiş bir kuyuyu efendimizin mucize ile su ile doldurmasını şöyle değerlendirir: “O civarı çok iyi bilen Eslemi adlı sahabi kuyudaki suyun ağzını kapayan kumları temizlemiş, kuyu bu sayede su ile dolmuştur. Zaten o günlerde çok sık yağmur yağdığını biliyoruz.” Caetani, efendimizin mucizesini önce bir iddia saymakta, sonrada bir sahabenin becerikliliği ve yağmur mevsimi ile olayı açıklamaya çalışmaktadır. Bir kere o civarı bilen birçok Müslüman o kafilede vardır. Sayıları 1400-1700 arasıdır ve aralarında münafıklar da vardır. Müslümanlar susuzluktan kavrulmaktadırlar. Caetani’nin ileri sürdüğü yağmur mevsimi kuyunun su ile dolmasından önce değil sonra başlamıştır. Ayrıca bizzat Caetani de itiraf etmektedir ki bu yağmurlarda tam “Mevsiminde normal olmayan bir şekilde” (IV/385) Müslümanların olduğu yere yağmaya başlar. Yağmurun yağması konusuna bu şekilde açıklık getirdikten sonra kuyunun su ile dolması İslami kaynaklarda nasıl geçer ona bakacak olursak, Efendimiz abdest alır, dua eder ve bu suyu kuyuya döker. Kuyu su ile dolar. (Buhari, V/62; Hanbel, IV/290; Ebu N. İsbahani, Dalailül Nübüvveh, s. 349) Hele Caetani hiçbir kaynakta olmadığı halde, hiç sıkılmadan efendimizin bir kova içine tenasül azasını yıkayıp onu kuyuya döktüğünü nereden çıkarmaktadır, burada yorumu okuyucuya bırakmaktayız.
Caetani Kur’an’ın sadece Araplara indirildiğini iddia eder. Peygamberimizin tebliğ görevini açıkça ifade eden ayetler (Maide, 99; Nahl, 35; Nur, 54; Ankebut, 18; Şura, 48) dışında İslam’ın ilk insandan itibaren gelen dinin adı olduğunu vurgulayan birçok ayette mevcuttur (Nuh (Yunus, 72); İbrahim (Ali İmran,67); Yakup (Bakara, 128-133); Yusuf (Yusuf, 101); Musa (Araf,104, Yunus, 90); İsa (Ali İmran, 52) Müslüman’dırlar! Efendimizin tebliği ise hepsini içine alır. (Şura,12; Ali İmran, 84; Bakara 136) İslam zamanla bozulan diğer ilahi dinlerdeki, dinle alakası olmayan şeyleri kaldırmış, onları aslî şekline döndürmüştür. Kur’an’da ayrıca ehli kitaba hitap edip İslam’a çağıran birçok ayet vardır. (Tevbe, 30-33; Maide, 15-16, 19, 68) Kur’an; önce ehli kitaba daha önce yapılan tebliği ortaya koymuş, sonra günümüzdeki yollarının yanlış olduğu anlatılmış ve en sonunda İslam yolunda yürümeleri kendilerine hatırlatılmıştır. Efendimizin tüm alemlere gönderildiğini ifade eden bir çok ayette Kur’an’da bulunmaktadır: Yusuf, 104: ” ysaki sen buna karşı onlardan bir ücrette istemiyorsun. O, alemler için yalnızca bir ‘öğüt ve hatırlatmadır.”; Sad, 87: “O (Kur’an) , alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma) dir.”; Kalem, 52: “Oysa o (Kur’an) alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref) den başka bir şey değildir.”; Tekvir, 27: ” O (Kur’an) , alemler için yalnızca bir zikirdir.” Mekki surelerden olan yani daha İslam’ın ilk yıllarında inen Enbiya, 107. ayet:” Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” için Taberi (Tefsir, 17/106): Alemin, tüm inanan-inanmayan bütün insanları ifade eder.” demektedir. Yine Mekki bir sure olan Araf 158. ayet: De ki: “Ey insanlar, ben Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisiyim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur.” Mekki bir başka sure daha, Sebe, 28.ayet: “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjde verici ve uyarıcı-korkutucu olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.” Tüm bu ayetler ortada iken Caetani, Grim gibi oryantalistler efendimizin tüm insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ancak sonradan uydurulan hadislerle (!) ispatlanabileceğini iddia etmeleri ne kadar ilmi olabilir ve bu yaklaşımları onların İslam ve Kur’an hakkındaki bilgi seviye ve bakış açıları hakkında da bizlere önemli ipuçları vermektedir. Caetani’nin iddialarının aksine siyer kitaplarında da efendimizin başka ülkelere gönderdiği elçilerle ilgili bilgiler verilmektedir. (İbn-i hişam, IV/3, 8, 9, 238, 254, 255; Taberi, tarih, III/84-91) Ayrıca peygamberimizin Herakliüs’a gönderdiği mektubu, aradan 5-6 asır geçtikten sonra bile, Kayser’in torununun elinde gören ve ziyaret eden olmuştur, şeklindeki rivayet bizzat Caetani tarafından aktarılmaktadır. (I/16) Efendimizin Kisra’ya gönderdiği mektupta Lübnan dışişleri bakanlığında bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un babası tarafından I. Dünya savaşı sonunda Şam’da 150 altına satın alınmış olup 1962 Kasım’ının sonuna doğru Dr. Salahaddin El’Müneccid’e okutturulmak için başvurulmuştur. (El-Hayat gazetesi, 22.05.1963.5242 numaralı I/7 sayılı nüshasından naklen Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I/237) Daha fazla detay için, ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakılabilir.
Efendimizin Mekke’deki fakirlere gönderdiği yardımlarla ilgili, “Yakubi en eski kaynaklarda görülmeyen bir haber veriyor. Bundan dolayı bu haberi büyük bir ihtiyatla karşılamalıyız.” (V/144) demektedir. İşine geldiği zaman, Halebi gibi en sonraki kaynaklardan sayılabilecek bir kaynakta rastladığı herhangi bir haber hakkında, değil bir şüphe göstermek, “Halebi’de anlatılan bir olay, çok önem arz eder.” (I/404) deyip onun daha önceki kaynaklarda bulunup bulunmadığına bakmayı bile düşünmek istemeyen Caetani’nin, Halebi’den 7-8 asır önce yaşamış Yakubi gibi bir tarihçinin verdiği bir haberle karşılaşınca, onu peygamberimizin lehinde gördüğü için daha eski kaynaklarda görmediğini bahane ederek şüphe uyandırmaya çalışması, samimiyetsizliğini ve İslam’a düşmanlığını ortaya koymaktan başka bir şey ifade etmez.
- cilt
Caetani, Hudeybiye anlaşması çerçevesinde bir mektuptan hareketle “Hudeybiye anlaşmasından sonra tüm Huzaalar Müslüman olmuşlardır iddiası, İbn-i haldun’un açıklamaları ile yalanlanmaktadır.” (V/256) demektedir. Halbuki bahsi geçen mektupta Huzaalar’ın Müslüman olmalarından değil, Hicret eden Müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklarından bahseder. İbn-i Haldun’un naklettiği ise Caetani’nin iddiasını desteklememekte aksine yalanlamaktadır. (İbn-i Haldun, tarih, II/41) Hele bir de İbn-i Haldun bu olayı Hudeybiye anlaşması ile alakalı değil de daha sonra gerçekleşen Mekke’nin fethi bahsinde anlatmaktadır ki bu da Caetani için tam bir faciadır. Caetani, Taberi’den nakille, efendimizin Halid b. Velid’e “Size karşı çıkanlarla savaşın.” dediğini aktarır ve sonrada Halid b. Velid’in Beni Bekirlerle ve Ahabişlere saldırdığını ileri sürer. (V/292) Halbuki efendimiz Halid b. Velid’e “Sizinle çarpışacak kimselerden başkası ile çarpışmayın.” buyurmuştur. Ayrıca Beni Bekirlerle ve Ahabişler Müslüman ordusuna ok yağdırınca kendileri ile savaşa girilmiştir. Hudeybiye anlaşmasından sonra Mekke’li müşrikler gizlice Müslümanlara saldıranlara hem destek sağlamış hem yüzlerini gizleyerek Müslüman ordusu ile çarpışmışken ve Caetani bunu kitabında açıkça belirtirken (V/297) oryantalist yazar anlaşmayı Müslümanların bozduğunu ileri sürmekte, Muhammed’in ileri sürdüğü bahane gayet değersiz olmakta, Mekke’deki Kureyşlilerin suçlu olmadığını ileri sürmektedir. Yine Caetani, Enes b. Zuneym’in Huzai bir genç tarafından sopa ile vurulup öldürüldüğünü iddia eder. Halbuki Enes b. Zuneym idamla cezalandırılmış iken, Nevfel b. Muaviye’nin aracılığı ile af edilmiş (Vakidi, II/782) ama yine rahat durmayarak efendimizi küçümseyen, O’na hakaret eden konuşmalar yapmaya başlamış, buna dayanamayan gençte başına vurup sadece yaralamıştır.
- cilt
Caetani, Beni Zübyanların, Müslüman olduklarına dair bir hadise rastlanmadığına göre neden onlara zekat toplamak için memur gönderildiğini anlayamadığını ifade etmektedir. (VI/148) Halbuki Zekat toplamak için memur gönderilmesi o kabilenin Müslüman olduğunun en büyük delili değil midir? Caetani ayrıca Kureyşlilerin Hz İsmail soyundan olduklarını sonradan muhaddislerin uydurduğunu iddia eder. (Halbuki bu bizzat Kur’an’da bildirilmektedir. Bakara 127-129, 151; Hacc,78) Caetani, Beni Esed kabilesinin temsilcilerinin dahil hiç kimsenin Müslüman olmadığını iddia eder ve sonra da elçilerin kendilerini mi yoksa kabilelerini mi temsil ettiklerinin bilinmediğini ileri sürer. (VI/170) Halbuki gerek Ahmet b. Hanbel gerek İbn-i Esir onların Müslüman olduklarını aktarır. (Müsned, IV/76, Üsdül-gabe, II/31) Elçilerin ise tüm kabilelerini temsil ettikleri yine kaynaklarda geçmektedir. (Üsdül-gabe, III/95; Zadülmead, III/56; İbn-i Seyyid, uyunüleser, II/250) Caetani, efendimiz hayatta iken Beni Uzrelerden kimsenin Müslüman olmadığını ileri sürer. (VI/175) Halbuki İbn-i Esir (Üsdülgabe, I/349); İbn-i Hacer (el-İsabe, I/243, 260); İbn-i Sad (Tabakat, I/332); İbn-i Abdilberr (İstiab, II/564) adlı kaynaklar onlardan Müslüman olanların haberlerini aktarırlar. Hatta kendi kitabında Caetani de “Savaş esnasında sağ cenahta Kutbe b. katade adlı Beni Uzrelerden birinin komutanlık ettiğini.” (V/239) bizzat yazmaktadır. Görüldüğü gibi Caetani defalarca tarihi rivayetler arasında dilediğince dolaşmakta, istediğini alıp istemediğini görmemezlikten gelmekte, anlamamakta, anlamak ta istememektedir. Yine Caetani, Esma bint-i Numan’ın efendimize nazlanmak için yaptığı bazı davranışları “İhtiyar peygambere karşı sert mukavemet ve ona kötü duygular beslediği” (VI/179) şeklinde yorumlar. Halbuki Esma bizzat daha sonra bu yaptığı aşırıya kaçan nazlanma davranışların farkına varır ve pişman olduğuna dair bir çok nakillerde bulunur. (İbn-i Sad, VIII/146; Müsned, III/498; Buhari, VI/164; İsabe, IV/234) Hatta Caetani’nin iddiasının aksine o kadar pişman olmuştur ki efendimiz onunla zifaf yapmayıp babasının evine gönderince, Esma “Beni şakıyye (Yaramaz, bedbaht) diyerek çağırın.” demiştir. Tarihi gerçekler ortada iken Caetaninin böyle tarihi gerçeklere ters görüşleri neden ileri sürdüğünü zannımızca gayet net anlaşılmaktadır. Caetani yine ve birçok kez yaptığını yapar ve efendimizin Osman b. Ebi’l-As’a söylediği: “Ey Osman! Namazı itidal üzere kıldır. En zayıf olanları göz önünde bulundur, onların içinde yaşlı, küçük, zayıflar bulunabilir.” şeklindeki sözünü, (Müsned, I/165) “En zayıfların (yani pek isteye isteye namaz kılmayanların) halini de göz önünde bulundur.” şeklinde tercüme etmiştir. (VI/291) İslam muhaddislerini durmadan uydurmacılık ve yalancılıkla suçlayan Caetani, iddialarını bir kez bile ispatlayamazken kendisinin içine düştüğü bu durum acaba nasıl yorumlanabilir, karar yine okuyucunundur. Caetani, münafıklardan Abdullah b. Übeyy’in cenazesinde olan olayları çarpıtarak verir ve kızı Cemile ile tüm Evs ve Hazreç kadınlarının cenaze namazına katıldıklarını bildirir. Cenazede ise eski müşrik adetleri gereğince avaz avaz “Ya cebelah ya rüknak” diye haykırıldığını aktarır sonrada şu yorumu yapar: Müslüman ahalisi böyle gizli müşrikliklerle doludur.” (VI/ 319, 321) Halbuki Müslüman kadınlar Cemile’nin evine taziye ziyaretine gitmişler ve evde Cemile “Ya cebelah ya rüknak” diye bağırmıştır. Yani hiç bir Müslüman kadın cenazeye katılıp bağırmamıştır. Evde ve sadece kızı Cemile bağırmıştır. Zaten Allah’a oğul isnat eden Hıristiyan Caetani’den şirk dersi almakta gülünç kaçmaktadır.
- cilt
Caetani, “Develer ile mescide girdi, caminin avlusuna hayvanlarını bağladılar.” (VII/71) diye tercüme ettiği cümlenin aslı “mescidin yanına develerini bağladıktan sonra mescide girdiler.” şeklindedir. (İbn-i Sad, I/321) Caetani, İbni- Hacer’e dayanarak İbrahim’in cenaze namazının kılınmadığını aktarır. ( /93) Halbuki İbn-i Hacer İbrahim’in cenazesinin kılınıp kılınmadığı hakkındaki iki rivayeti de sıraladıktan sonra Nevevi’nin dört tekbirle namazının kılındığı görüşüne vardığını nakletmektedir. (İbn-i Hacer, İsabe, I/93) Yine Caetani, İbn-i Hacer’e dayanarak bir hadisin kesin doğru olduğunu (VII/8) ileri sürer ki, aslında İbn-i Hacer hadis hakkında İbni- Abdulberr’in “sahih değildir.” dediğini aktarmaktadır. (İsabe, I/94) Ayrıca Caetani’nin hayli önemsediği İbn-i İshak’ta bu hadisin ravilerinden Abdullah b. Ebi bekr’in hadisini kabul etmediği görülmektedir. Yine Caetani, İbn-i Hacer’e dayanarak, İbrahim’in ancak sekiz ay yaşadığını.” aktarır ki (VII/9) aslında İbn-i Hacer, İbrahim’in sekizinci yılda vefat ettiğini bildirir. (İsabe, I/95) Caetani bir taraftan İbn-i Hişam’ın İbn-i İshak’tan rivayet ettiği hadise bir çok eklemeler olduğunu iddia ederken (VII/12 ) aynı Caetani başka yerde “Büyük bir memnuniyetle görmekteyiz ki İbn-i Hişam, üstadı İbn-İshak tarafından toplanan malzemeye, yayınlanan görüşlere pek sadık kalacak şekilde bir eser bırakmıştır.” (I/76) demektedir. Caetani hala bir hadisin uydurma olup olmadığını, kuralları ölçüsünde, delilleri ortaya koyarak yapılması gerektiğini öğrenememiştir. Caetani, İbn-i Sad’ın rivayet ettiği bir hadise uydurma demektedir.(VII/46) Halbuki daha önce aynı Caetani, İbn-i Sad eserine bir hadisi almayınca “İbn-i Sad, hadisten haberdardı ama eserine almaya layık görmemiştir.” diyerek onun eserine aldığı hadislere itimat ettiğini ileri sürmekte idi. (VII/25) İsnadını zayıf saydığı hadisi uydurma kabul etmekte ve onu uyduranların hadiste geçen bir kabile (Gassaniler) olduğunu iddia etmektedir. Şimdi bu mantığı akıl süzgecinden geçirelim: Sened zayıf ve metin Gassanilerce uydurulmuşsa; Uydurulan hadisin senedini zayıf-mevzu saydıracak hataları neden yapsınlar. Uydurma hedefe ulaşmak içindir, yalan bir zemin üzerine maksatlarına uygun metin uydurulur. Metini sorunlu bir hadis uydurarak kendi elleri ile zeminlerini ayaklarının altından çekmeyi kim ister? (Çünkü Gassaniler uydurdukları (!) hadis ile kendilerini zor durumda bırakmışlardır!) Sonradan Müslüman olan bir topluluk kendi reklamlarını oluşturacak hadis uydurur, kendi geçmişlerini karalayacak rivayetler uydurmaz!
Caetani, yalancı nebi Esvedü’l-Ansi’yi öldüren Feyruzu’d-Deylemi’nin Müslüman olmadığını iddia eder ve bu konuda kaynak olmadığını ileri sürer. (VII/116) Halbuki Onun hicri 10. yılda Müslüman olduğuna dair bir çok kaynak bulunmaktadır: İbni- Sad, Hanbel, Daremi (İbn-i Sad, Tabakat, V/533, Müsned, IV/232, Daremi, Sünen, II/41); Taberi (Tarih, III/173); İbn-i Abdülber (İstiab, III/1265); İbn-i Esir (Üsdülgabe, IV/371); İbn-i Hacer (İsabe, III/210) ve daha bir çok kaynak (Asım Köksal, XVII/192)
Caetani, Necranlılara yazılan mektubun içeriği bilinmiyor derken (VII/97) aksine gerek Yakubi ve gerekse Beyhaki tarafından mektup tespit ve rivayet edilmiştir. (Yakubi, Tarih, II/81; Ebül-Fida, Sire, IV/101)
Yine Caetani, efendimizin ilk peygamberliğini ilan ettiği Mekke döneminde kendisine karşı yapılan saldırıları (İbn-i Sad,Tabakat, I/216) sanki veda haccı esnasında olmuş gibi aktarmaktadır. (VII/86) Muhaddislere yalan hadis uydurma ile itham eden Caetani’nin tüm eseri yalan, iftira ile dolup taşmaktadır.
Merhum Asım Köksal Caetani’nin özentisizliği (XII/89, XVI/ 412); yanlış okuma (XIII-XIV/8 XV/37, XVII/332); Kaynakları yanlış-keyfî değerlendirme-yorumlama (XIII-XIV/57, 83,90, XIII-XIV/101, XV/142, XVI/70, XVII/110,132,140); Olayları ve okuduğunu kavrayamama (XIII-XIV/71, XV/552, 562, XVI/80,101,112,272,329, 353, 399, 403, XVII/32, 85, XVII/120,165); İsimleri karıştırma (XIII-XIV/96,286); yanlış tercüme (XIII-XIV/236, XV/519, 523,544, XVI/291, 375, XVII/30, 41, 49,87,88, 90,91, XVII/120,124,144,149,160, 162,173,174,176, 178, 217); tezatlarına örnekler (XIII-XIV/56,83); arzu ve amacına uygun, tek kaynaklardan aldığı haberleri değiştirerek aktarması (XV/27-29, XVI/86,91,440); kaynakları tahrif (XV/48, 133,XVII/135,185, 317) şeklindeki eksikliklerine bir çok örnek vermektedir. Tüm bunlardan sonra İslam hadis alimlerini hadis uydurmak, tahrif etmek ve “Müslüman hadisçiler bazen çok saf bir şekilde boş boğazlık yaparlar.” (V/285) şeklinde suçlamalarda bulunmakta olan Caetani’nin önce kendisinin aynaya bir bakması lazım değil midir?
Caetani ve Sprenger gibi oryantalistler tek sahabeye (İbn-i Abbas) ait tüm rivayetleri sahih gibi kabul edip hatalı ve genellemeci bir yaklaşım tarzı ile hareket ederler. Halbuki İbn-i Abbas’ın ağzından değişik konularda aslında onun söylemediği bir çok rivayet nakledilmiştir. (İngiliz ve Alman oryantalistlerin Hz. Muhammed tasavvuru, s. 161)
Merhum Mustafa Asım Köksal’ın ruhu için; el-Fatiha!
*
Batıda Hz Muhammed İmajı
Konuyu tamamlayan, ‘Oryantalistlerin Kuran ve peygamber iddialarına cevaplar ve Alman ve İngiliz oryantalistlerin Hz Muhammed tasavvuru’ adlı yazıları da tavsiye ederiz.
Batıdaki Hz Muhammed imajı, aynı zamanda Kur’an ve İslam imajıdır. (s. 19, 22) Hz Peygamber imajının doğru anlaşılabilmesi için öncelikle yanlış olan imajın teşhis edilip ortaya konması gerekir. (s. 19)
Giriş
“Biz en fazla mesaimizi (Hz) Muhammed’in peygamber olmadığını ispat üzerine yoğunlaştırdık. Zira o peygamber değilse Kur’an’da vahiy olmayacaktı.” Norman Daniel
Önce Kur’an gelip o peygamberi bize tanıtmadı. Biz önce bir Hz peygambere iman ettik. O’na güvendiğimiz için Kur’an’ı Kur’an bildik. Resulullah Kur’an’ı bize açıklayıp hayata tatbik etti, bize gösterdi. (s. 22) Hz Peygambere ait ortaçağdaki imajla, günümüzdeki ‘modern ortaçağ’ imajı arasında alabildiğine benzerlik vardır ve bu imaj tarih boyunca tekrar edile gelmiştir. (s. 23, 28, 29, 32, 33, 36, 45, 49, 53, 57, 66, 70, 71, 72, 77, 87, 91, 112, 132, 143, 155, 175, 239, 246, 276, 295, 365) Bütün dünyaya pazarlanan İslam algısı ve imajının arkasında, uzun bir tarih durmaktadır. Hz Peygamberin hayatına dönük oryantalist ilginin dini, siyasi, sanatsal, edebi, sosyo-kültürel, ekonomik ve oryantalistik pek çok sebebi vardır. (s. 24) İslam karşıtlığı daha ziyade Hz Peygamber üzerinden yürütülmektedir. Şu soruları yüksek sesle sormanın zamanı gelmiştir: Resulullah hakkında konuşurken en azından nezaket sınırlarını zorlamamak gerekmez mi? Müslümanların Hz İsa’ya gösterdiği saygıyı, batının da Hz Muhammed’e gösterme zamanı gelmedi mi? (s. 28)
Batıda İslam ve Hz Peygamber algısı üzerine genel bakış
Daniel, Ortaçağ Avrupa’sı için İslam’ın kendini nasıl tanıttığının değil, İslam hakkında Hıristiyanların nasıl ikna edileceğinin önemli olduğuna işaret eder. Batı kendini, evrensel aklın ve medeniyetin tek temsilcisi olarak görmektedir. (s. 31) Batının bakış açısına göre İslam Doğu’da, şehvet ve şiddet ile kurulmuştu. İslam hakkındaki çalışmaların çoğu, haçlı dönemine ait sert polemiklerin üzerine inşa edilmiştir. (s. 33)
cinsel ilişkiyi serbest bırakmıştı ve Muhammed Müslümanların en büyük putu ve baş tanrısıydı.” H. Herkomer ise, Ortaçağ edebiyatında İslam tasvirleri adlı çalışmasında şöyle der: “Avrupalı kardinaller, Muhammed’in Katolik bir kardinal iken, Hıristiyanlıktan ayrılıp doğuda yeni bir mezhep kurduğunu iddia ediyorlardı.” (Muhammed Umerâ, Vatikan ve İslam 5, 22 Ekim 2007) Francis Bacon, ‘Cesaret’ adlı makalesinde şöyle bir yalan uydurur: “Muhammed, dağı yanına çağırınca geleceğini duyurur. Halk toplanır, Muhammed defalarca seslenir dağa ama dağ yerinden kımıldamayınca utanmadan şöyle der: Dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed dağa gider.” (Altınoluk, 2006, Nisan, Sayı: 242, s.14) Nitekim bu yalan günümüzde Avrupa’da o kadar yaygınlaşmıştır ki, olmayacak şeyler için, özellikle İngilizcede (ABD dahil) ve İspanyolcada da bir darbı mesel olarak kullanılır olmuştur.
Weber, I. Goldziher’i de etkilenmiş ve o da aynen Weber gibi, İslam’ı bir “çöl dini” olarak nitelemiştir. Önceden klasik oryantalistlerce işlenen tasvir ve imgeler yeniden güncelleştirilerek batılı zihinler, İslam ve Hz Muhammed aleyhine yönlendirilmektedir. (s. 38) Hıristiyanlık döneminde tanrı, İsa’ya indirgendi, İsa Kilise’de bedenleşti ve modern Avrupa, Tanrısı’nın bedeni olan kuruma karşı mücadele ederek var oldu. (s. 39) Bugün Doğu ve Orta doğu olarak isimlendirilen bölgeler, tarihte Hıristiyanlığa beşiklik etmiş topraklardır. (s. 41)
Metodolojik yaklaşımlar
Batı’da sîret kaynaklarına (Hz Muhammed’in hayatını anlatan eserlere) polemik eserler, bilimsel olmayan, objektiflikten uzak eserler gözü ile bakılır. Ama bu eselerde yer alan, mesela, Garanik Hadisesi gibi bilgileri, İslam ve Hz Muhammed’e karşı kullanmaktan çekinmezler. (s. 47) Oryantalistler İslam dışı kaynaklardaki bilgileri daha objektif ve güvenilir kabul ederler. ( s. 49) Watt, oryantalistlerin İslam’a saldırmadıklarını, İslam’ı anlamak için sadece tarihsel metotlara ve metin tenkidine başvurduklarını iddia eder. (s. 56) İslam hakkında kullanılan, “Muhammedilik/Muhammedanism ve İslam’ın kurucusu” ifadelerinden kasıt, Müslümanların peygambere tapan bir topluluk/putperestler olduğunu ifade etmektir. (s. 58) Batıdaki Hz Muhammed imajı, “nesilden nesile aktarılan” bir mirasa yaslanan imajdır. Amaç ise, Hz Muhammed’in vahiyle irtibatının olmadığını ispata çalışmaktır. (s. 59) İstisnai olarak ortaya çıkan bir takım objektif çalışmalarda bile hiç bir zaman, Hz Muhammed’in peygamberliği kabul edilmemiştir. (s. 60) Dozy, Caetani, Sprenger, Muir vb. oryantalistlerin eserlerinde, Hz Peygambere karşı peşin hüküm ve nefret söz konusudur. (s. 61)
Tarihte batılı yazarların Hz Peygambere bakıştaki değişim dönemleri
Günümüzde batı dünyasının bilinçaltında Müslümanlar ‘öteki’ olarak kodlanmıştır. (s. 71) Dımeşki’nin, İsmailî sapıklık başlığı altında İslam’a reddiye olarak yazdığı 15 sayfayı aşmayan risalesindeki iddialar, Normal Daniel’in (Islam and West, IX. bölüm) ifadesi ile, daha sonra batıda, ‘nesilden nesile aktarılmış ortak bir algılama’ halini almıştır. Arapların ardından Osmanlı ile yüzleşmeye başlamasından sonra Avrupa’nın ötekisi, Müslümanlar anlamında Türkler olmuştur. (s. 72) Martin Luther’in, ‘Türklere karşı Ordu vaazı’, Erasmus’un, ‘ barbarlara karşı Türklerle Savaş’ adlı eserleri mevcuttur. Batı, kendi medeniyetin merkezi alıp, diğer kültür ve medeniyetleri ona göre değerlendirir ve onları ‘öteki’ olarak tanımlar. (s. 73) Müslümanlar, Avrupalı bakış açısına göre “barbar, putperest, kafir” olarak algılanmıştır. Batılı, kendisindeki tüm olumsuzlukları kendi kurguladığı ‘ötekine’ yükleyerek deşarj olur, günahlarından arınır, rahatlar ve böylece düşmanı hep kendi dışında arar. (s. 74) 13. yüzyıl ortalarına doğru Avrupa’da peygamberimiz, “bir zenginin kölesi, bir kardinal veya zengin İranlı” olarak tanıtılmıştır. (s. 77)
Oryantalistler, Allah’tan başka ilah olmadığını söyleyen adamın kendisini ( Hz Muhammed) bizzat ilah ilan etmiştir. 12. ve 13. yüzyıllarda İslam’ın kendisini nasıl tanımladığı değil, İslam’a karşı Hıristiyanların olumsuz olarak nasıl ikna edilebileceği önemli görülmüştür. (s. 82) Hollanda’nın önemli oryantalistlerinden A. Relandus, 1705’te yazdığı Four Treatises Concerning the Doctrine (s. 12) adlı eserinde bu konu açıkça görülür: “Elbette herhangi bir din, çürütülmeye değmez olarak düşünülürse, bu İslam’dır. Biri, iğrenç ve esaslı bir doktrin tasarlayacak olsaydı, bu ancak Muhammed olurdu. Muhammedî inançta hemen hiç güzel bir şey yoktur ve her maddesi yozlaşma içindedir. İblis ile Muhammed arasında büyük bir anlaşma vardır.” Aydınlanma döneminde, olumluya doğru evrilen farklı yorumlar yapılsa da tarihteki imaj aynen devam etmiştir. (s. 87) Buradaki olumlu bakış, önceki dönemlere göredir. Protestanların İslam’a bakışı genelde olumsuzdur. Luther Türkleri, ‘Şeytana tapıcılar’ olarak tanımlar. ( s. 88) 1615 yılında W. Bedwell tarafından yayınlanan kitabın adı aynen şöyledir: Muhammed’in sahtekarlıkları: Yani kafir ve insan ayartan Muhammed’in çeşitli sahtekarlıkları, korkunç ve dinsizce davranışları. ( s. 90)
Boulainvilliers, İslam’ı Hıristiyanlığa daha tercih edilebilir bir din olarak görmekte, Hz. peygamberi de bir peygamber olarak takdir etmektedir. (G. Pfanmüller, Hanbuch der Islam , s. 117, 171) Aydınlanma dönemlerinde, batılı yazarlar İslam’da ruhban sınıfının olmaması, peygamberin oğul ilah olmaması gibi hususları olumlu olarak öne çıkarmışlardır. (s.95) Batıda ilk ansiklopedi olarak kabul edilen, Bibliotek Orientaile’de D’Herbelot adlı eserde şu yazar: “Muhammed; meşhur düzenbaz.” (s. 96) H. Stubbe’nin, 1671’de yazdığı peygamber öven eseri, An Account of the Rise adlı eseri ancak, 1911 yılında basılabilmiştir. (s. 98) Goethe, peygamberimizi öven şiirler yazmış, T. Carlyle ise Hz. Muhammedi peygamberlerin en doğrusu olarak nitelendirmiştir. (s.102) M. Hart, N. Tolstoy, Lamartine’de peygamberimizi öven yazılar yazmışlardır.
19. yüzyılda, çoğu oryantalist misyoner olan yazarların olumsuz peygamber imajı aynen devam eder. İlginç bir örnekte, Müslüman olduğunu açıklayan ve Hollanda’nın Endonezya sömürge valiliği de yapan S. Hurgronje’nin yazdığı Mekka isimli eseri de olan bu yazarın, “Düşmanını iyi tanırsan onu kolayca alt edersin.” sözüdür. P. Dröge, onu ‘casus’; P. S. van Koningsveld ise, ‘Hiç bir zaman Müslüman değil, ajan’ demektedir. ( s. 111) 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da, Arapça kürsüleri kurulmaya başlanır. Amaç sadece ilmi değil, daha çok ekonomik çıkar ve misyonerlik idi. Bu dönemde de Hz Peygamber hakkında birçok çarpıtma yazılar yayınlanır. (s. 112) Oryantalizmin sunduğu İslam, yaşayan bir gelenek değil, yıkılmakta olan bir medeniyet tarihinden bahseder. 19. yüzyılın ikinci yarısında İslam dünyasının yaklaşık yüzde seksenini işgal etmiş olan Avrupa, hükmettiği coğrafyanın insanları hakkında bilgi sahibi olmak zorundaydı. ( s. 113) Hollanda’lı A. Relandus, 1704’te Mahommedica adlı eser yazar.Yazar, eserini ‘İslam’la daha iyi mücadele etmek amacıyla yazdığını’ söylerken, kendisi İslam propagandası yapmakla suçlanmıştır. (s. 114 ) Weil’in, Muhammad adlı eseri, genel önyargılı ve negatif bakışa sahipken, bilimsel kisve altında okuyuculara sunulmuştur. ( s. 115) Günümüzde Hz Muhammed’in hayatı hakkında yazılan eserlere ve hadise, ‘kurgulanmış bilgi’ gözü ile bakan oryantalistler, bu bilgiler içinden iddialarına uygun olanları seçerek, peygamberimize saldırmayı da ihmal etmemişlerdir. Muir gibi papazlar, çeşitli İslam ülkelerine sömürge memuru olarak gönderilmiş, görev aldıkları, ‘İngiliz doğu hint şirketi’ gibi şirketler aynı zamanda misyonerlik faaliyetlerine mali destekte sağlamışlardır. (s. 116) Oryantalistlerin genel kabulü, Kur’an’ın, Hz Peygamberin yazdığı bir kitap olduğu şeklindedir. (s. 119) 20. yüzyılda bazı objektif eserler yazılmışsa da, Resulullah asla bir Hz Peygamber olarak kabul edilmemiş ve Kur’an’ın yine onun eseri olduğu iddia edilmiştir. ( s. 120) 20. yüzyılda İslam ve Müslümanlar hakkında sert ve radikal kampanyaların hız kesmelerinin esas nedeni, bilimsellikten ziyade, soğuk savaş ortamıdır. Ama doğu bloku yıkılınca İslam yeniden düşman ilan edilmiş, ortaçağ söylemi güncellenip yeni modern argümanlarla tekrarlana gelmiştir. ( s. 121) Avrupalılara göre Kur’an’da var olan birtakım doğrular, mutlak anlamda Kur’an’a ait değil, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan devşirmelerdir. ( s. 122)
Hıristiyanlıkta İsa’nın kendisi tanrının vahyidir. İslam’da ise vahiy, Hz peygamberin hayatı değil, Kur’an’ı Kerim’dir. (s. 128)
Oryantalistler İslam’ın yayılmasını iki nedene bağlamışlardır: Şiddet ve cinsellik. (s. 139) İlk Kur’an tercümesi, Fransız papaz Peter the Venerable’in önderliğinde, Robert von Ketton tarafından yapılan Kur’an tercümesidir. (s. 140) Bizans kiliselerinde üretilen eserlerden bazıları uzun süre batıdaki kiliselerde birer “el kitabı” olarak şöhret kazanmıştır. (s. 141)
Yazarı bilinen ve peygamberimizden bahseden ilk eser, VI. yüzyıl Bizans felsefecisi, İskenderiyeli Stephen’e aittir. Horoscope adlı eserinde, 620 yılında Arap tüccardan işittiği alıntıyı nakleder:” Yesrib’te (Mekke) İsmailoğullarından Kureyş kbilesine bağlı, Nisan 620 yılında adı Muhammed olan ve peygamber olduğunu iddia eden bir adam ortaya çıkmıştır.” ( Robert Hoyland, Seeing Islam as others saw it, s. 304)
Yuhanna ed-Dımeşki’nin Yunanca De Haeresibus adlı eserinin 15 sayfası, ‘İslamili sapıklık’ başlığı altında peygamberimize ayrılmıştır. Bu eser, İslam karşıtı polemiklerin en önemli kaynağı olmuştur. İki temel iddiası vardır: İslam, Hıristiyanlıktan kopmuş sapık bir harekettir ve Muhammed sahte bir peygamberdir. (s. 155) Ortaçağda Hıristiyan yazarların çoğu, onun iddialarını tekrarlamıştır. Aslında, 19. ve 20. yüzyıldaki oryantalistlerin görüşleri de, Dımeşki’nin görüşlerine dayanır. Dımeşki üzerine ciddi araştırma yapan tarihçi philip S. Khoury, Dımeşki’nin İslam ve peygamberimiz üzerine verdiği detayların pek çoğunun asılsız olduğunu ve İslam’a duyduğu düşmanlık ürünü olarak yazdığını belirtir. (Bekir Karlığa, İslam düşüncesinin batı düşüncesine etkileri, s. 70, Khoury’den alıntı) Peter the Venerable, Latinceye bazı eserleri tercüme eder. Bu eserler, çarpıtmaya yönelik, tarihi gerçeklerle uyuşmayan, fantaziye dayalı çeşitli görüşlerden oluşur. (Daniel Sahas, Islam, s. 86-70, 79-108) Peter, şöyle der, ” Muhammed bir peygamberse ben eşekten kötüyüm.” (Daniel Sahas, Islam, s. 42) Peter’in argümanları daha çok Yahya ed-Dımeşki’ye dayanır. (s. 177)
B. W. Robinson ve Miguel Asin Palacios, Dante’nin, İlahi komedya adlı eserinde ‘bedenen yaptığı’ ahiret yolculuğunu, Hz Peygamberin mirac mucizesinden taklit ederek yazdığını belirtirler. Çünkü eserini yazdığı dönemde, miraç mucizesinin anlatıldığı kitap (Book of Mahomet) latinceye tercüme edilmişti. (Johnson, Galen, Muhammed, s. 336-338) M. A. Palacios, Islam adlı eserinde, Müslümanları cehenneme sokmasına rağmen, İslam kelamından derin izler taşıdığını belirtir. (s. 189, 193)
Erasmus, Avrupa birliği fikrini felsefi-dini anlamda temellendiren önemli bir yazardır. (s. 199) Erasmus, Türklere-Müslümanlara karşı din eksenli savaşa dair teo-politik kitaplar kaleme almıştır. (s. 200) Hıristiyanlar arasındaki ihtilaf ve ahlaksızlıkları birer iç düşman olarak “içimizdeki Türkler” diye niteler. Görüşlerini yer yer radikal-fanatik bir Hıristiyan tavrıyla ifade eder. Bugün Avrupa var olan bazı olumsuz Türk-Müslüman imajında onun etkisi büyüktür. (s. 202)
Luther’in eser ve söylemleri, radikal evangelist Protestanların “İslam karşıtı-kültürel ırkçı” söylem ve eylemlerinde etkilidir. İslam karşıtı aşırı sağın, Luther başta olmak üzere tarihte alabildiğine dini/ideolojik temelleri mevcuttur. (s. 204) Luther‘in söylemlerinde Türk ve Osmanlı, Müslüman anlamındadır. Croce’nin Kur’an karşıtı kitabını tercüme etmiş ve amacının, ‘Muhammed’in inancının ne kadar bozuk olduğunu Almanlara öğretmek’ olduğunu ifade etmiştir. Kitabın önsözünde şöyle der: ‘Kur’an’ın ne kadar Tanrı belası, yalan ve uydurmalarla dolu bir kitap olduğunu Hıristiyanlara göstermek, Muhammed’i rahatsız etmek ve Müslümanlara zarar vermek, Türklere zarar vermek için’ kitabı yazdım. (s. 206) Voltaire, Muhammed’i yalancı olarak nitelendirir. İslam’ı kötülemek için yazdığı piyesten dolayı, Papa tarafından kutlanır. Ama aslında Voltaire: Hıristiyanlığın tanrısı acımasız ve nefret edilmeyi hak eden bir zorbadır. ( s.209)
Batı’da Hz Peygamber imajında öne çık(arıl)an başlıca tipolojiler
C. Forster’e ve J. C. Archer’e göre Hz Muhammed peygamber olmaktan ziyade, ‘ruhani/mistik’ bir liderdir. M. Rodinson ve R. A. Gabriel’e göre Hz Muhammed, “sosyalist, devrimci” bir liderdir. (s. 214, 217, 221) Rahip M. the Confessor Müslümanları, “insan kılıklı vahşi yaratıklar, tanrının lanetlediği Yahudiler” olarak nitelendirir. (s. 221) Kitabında Araplar’dan kastı da Müslümanlardır. ( s. 222) S. W. Muir, Hz Muhammed için, ‘O’nun kılıcı ve Kur’an, medeniyet ve özgürlüğün iki inatçı düşmanıdır.’ der. (Muir, The Life of Mahomet, I/522) Günümüz Evangelistlerinin liderlerinden Pat Robertson, Fox TV’deki konuşmasında Hz Muhammed için: “O bir soyguncu ve eşkiyadır. Bir canidir.” (10.09.2002); Jerry Falwell, CBS adlı kanalda,” Muhammed’in bir terörist olduğuna inanıyorum.” demiştir. (03.10.2002) Bizanslı Rahip Theophanes the Confessor, Spenger, Muir, Weil, Jeffery, Germanıviç’e göre, Hz Muhammed, “Saralı, psikopat, epilepsi” derlerken, M. Rodinson bu tür teorilere karşı çıkar ve: ” Bilim ilerledi ve bu ilerleyiş, Peygamberin sahtekar olduğunu ileri süren bu tür güdük açıklamalar hakkından geldi.” (Rodinson, Hz Muhammed, s. 87)der. J. von Hammer de, “İğrenç sara nöbeti masallarını” eleştirmiştir.(Hammer, Der Islam, s. 1-90)
Hz Peygamberin cesedinin domuzlar -diğer rivayete göre köpekler- tarafından yeniliği iddiasından, gizlice vaftiz edilip Hıristiyanlığı kabul ettiğine kadar tarihte pek çok iddia ileri sürülmüştür. (Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 238)
Hz. Peygamberin soyunun İsmail’e dayanmasından ötürü, İslamililer olarak yapılan nitelendirme aslında bir aşağılama kastı taşır. Pavlus, İslamiloğullarını, kölenin çocukları olarak nitelendirir. (Galatyalılar, 4:22-25) Kalvinizmin kurucusu John Kalvin’de Müslümanları, Hıristiyanlığın gayri meşru çocuğu olarak nitelemesi de aynı paralelde negatif bakışın izlerini taşır. ( s. 247) Bu iddiaların en eskisi, Dımeşki’ye aittir. (s. 248) Luther, Müslümanların İsa’ya küfrettiğini söyler. ( s. 253) Hz Peygamber hakkındaki nitelemelerde daima değişim olmuştur. ( s. 256)
Hz Peygamber imajındaki en temel iddia: Geçmiş din ve kültürlerin Hz Peygamber üzerindeki etkisi
M. J. de Goeje, Hz Peygamberin akıl hocaları olduğunu ileri sürer. (De Goeje, Quotations from the Bible in the Qoran and the Tradition, I/181) Batılı yazarlara göre tek ilahi vahiy Hıristiyanlığa aittir. Kur’an, Yahudi ve/veya Hıristiyanlıktan devşirmedir. (s. 263) Ignaz Goldziher’in akıl hocası Abraham Geiger’e göre Hz Muhammed, Yahudilikten etkilenmiş ve Talmud’dan alıntılar yapmıştır. (s. 265) C.C. Torrey, Mekke’de etkin bir Yahudi nüfusu olduğunu ve bunların Muhammed’i etkilediğini ileri sürer. Yahudi olan F. Rosenthal, bu iddiayı kabul etmez ve “eldeki mevcut kaynaklar Torrey’i desteklemez.” der. (s. 266)
1950 sonrası Hz Peygamber imajı
İslam hakkında ‘en objektif yazarlardan olan’ Slomp’un yazdıkları konuyu gayet iyi özetler:”Muhammed bir peygamberdir; ancak İsa ise peygamberin ötesinde özelliklere sahiptir. Dolayısı ile Hz Peygamberden üstündür.” (Slomp, Het debat over de christelijke erkening van Muhammed, s. 64) C. Bennet, R. H. Drummond, J. Macquerrie gibi yazarlar da Hz Muhammed’in peygamber olarak görülmesi gerektiğini ifade ederler. (s. 362) D. Marshall, ‘Muhammad in Contempovary Christian Theological Reflection,’ adlı makalesinde (Islam and Christian-Muslim Relations, 2013, 24/2, s. 161-167) şöyle der: “Şayet Hıristiyanlar Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul ederlerse kendi dinlerini inkar etmiş olurlar.” Hz Peygamber imajında tarih, post-modern versiyonları ile devam etmektedir. (s. 365) Batının İslam dünyasına bakışını esas belirleyen bilimsellikten ziyade, Batının ‘Ben’ merkezci medeniyet algısı ve ‘öteki’leştirici tavrıdır. Doğu blokunun yıkılmasından sonra batı, düşman olarak artık komünizmi değil İslam’ı görmeye başlar. Özetle oryantalizm, ortaçağdan itibaren İslam’a karşı olan negatif tutumunu güncelleyerek devam ettirmektedir. ( s. 366, 370) Papa 16. Benedict’in İslam’a hakaret eden konuşması aslında, Hz Peygamber karşıtlığının en yetkili ağızdan tekrarından başka bir şey değildir. Batı ve Papalık aslında kendini kurtarmak istemekte, ‘ötekeleştirebilecekleri bir öteki’ bularak bu ‘şeytana karşı’ alacakları tutum sayesinde, Avrupa’yı Hıristiyan bir zeminde tutabilmeyi amaçlamaktadırlar. Dortmund üniversitesinden Wolfram Richter’in ifadesiyle, İslam karşıtlığı Avrupa’da uyanan antisemitizm hastalığının yeni bir yüzüdür. Şu ifadeler ona aittir: “Yeni holochost’un kurbanları Müslümanlar olacaktır.” ( s. 381)
Spencer’in -ve aslında çoğu oryantalistin- İslam’a bakışını, K. Armstrong şöyle değerlendirir: “Meselelere bakışında temel bilgi hataları yapmakta, mevcut delilleri kasten değiştirmekte, okuyucuyu aldatmaktadır. (Armstrong, Balancingvthe Prophet) Amerikalı yazar Sherry Jones’un, The Jewel of Medina adlı romanı için Texas üniversitesinden İslam tarihi uzmanı Denise Spellberg şöyle der: “Benim kurgu dolu çalışmalarla sorunum yok. Ancak, tarihi belgeleri kasten çarpıtan çalışmalarla problemim var. Bu eser, Batıdaki insanların İslam hakkındaki cahillikleri üzerinden avantaj elde girişiminden başka bir şey değildir.” (s. 387) Yazar Jones’un Şiilerle olan bağlantısı da ilgi çekicidir. Hz Aişe hakkındaki negatif iddiaların arkasında Şiilerin olabilme ihtimali bulunmaktadır. (s. 388)
Craig Winn adlı amerikalı siyonist kitabında şöyle der:” Bizzat İslam’ın kendisi terörist bir dindir.” Irkçı politikacı G. Wilders ise, Kur’an’ı ‘faşist bir kitap’ olarak nitelendirir. (s. 371) Günümüzde, piyasadaki dijital oyunlar, arka planda İslam düşmanlığına zemin hazırlamaktadır. (s. 393) Bu konuda, “Haberlerin ağında İslam ve Yalan haberler” adlı yazılara da bakılabilir.
Yapılması gerekenler
Hıristiyanlar, İslam’ın son din olma iddiasını bir meydan okuma olarak algılamaktadırlar. Onlara göre, şayet peygamberin vahiy almadığını ispat ederlerse, Kur’an’ın yazarı olduğunu ispat edip, İslam’ın çökeceğine inanmaktadırlar. (s. 402) Batıda Hz Peygamber, Hıristiyan bakış açısına göre değerlendirilmektedir. Üç dinin peygamber anlayışlarında farklılıklar vardır. Dolayısıyla bir batılının, Müslümanın ruh dünyası ve bakış açısı ile Hz Muhammed’i nasıl algıladığını anlamaları çok zordur. (s. 403)
Oryantalistlere karşı “Ferdi plandaki çalışmaların yanında kurumsal temelde planlı, stratejik bazı çalışmalara ihtiyaç olduğu aşikârdır.” (s. 405) Müslümanlar Hz İsa’ya olan saygın bakış açısı uygun dille anlatılmalıdır. Bir oksidentalist araştırma merkezi kurulmalı, dini ve dili iyi bilen araştırmacı, akademisyen ve entelektüeller yetiştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, Batı dünyasında İslam, istenilen düzeyde tebliğ ve temsil edilmemektedir. (s. 406) İyi bir dil eğitimi çok önemlidir. Müslümanların protesto kültürünü de geliştirmeleri gerekmektedir. Soğukkanlı tepkiler konusunda toplum bilinçlenmelidir. İslam, politik bir dille değil, poetik-şiirsel-edebi bir dille anlatılmalıdır. (s. 407) Batıda Hz Peygamber hakkındaki negatif iddialar tespit edilmeli ve modern metodolojiler kullanılarak bunlara uygun cevaplar verilmelidir. Oryantalistlerin kendi aralarındaki reddiyelerden de istifade edilmelidir. (s. 408) Hz Peygamberin yönetici konumunda bulunurken, ‘ötekilere’ yönelik adaletli muameleleri, söz ve uygulamaları mukayeselerle anlatılmalıdır. (s. 410) İbni İshak’ın Siret’i daha çok Peygamberimizin savaşlarını öne çıkarır. İbni İshak belki bir tarihçi olarak görevini yapmıştır; bize düşen ise ömrünün sadece 53-54 gününü savaşlarda geçirmiş Resulüllah’ın hayatını büyük oranda savaşlarla anlatmaktan vazgeçmeli, insani, medeni detaylara odaklanılmalıdır. (s. 410) Peygamberimizin herhangi bir uygulaması ele alınırken, bu uygulamanın diğer devletler ve milletlerde nasıl uygulandığı tespit edilmelidir. Hz Peygamber’in insanlığa esasen ne tür-büyük katkılar ve insani değerler kattığı anlatılmalıdır. (s. 411) Hz Peygamberin döneminde uygulamalarına bakılarak, günümüze dönük evrensel ne tür mesajlar verdiğinin üzerinde durulmalıdır. Doğru peygamber imajı, yepyeni bir dünyanın kurulmasında da öncü rol oynayacaktır. (s. 412) Batıda peygamberimize yönelik söylemleri izleyip, uygun yollarla onlarla mücadele için stratejiler belirleyen bir merkez oluşturulmalıdır. İslam ülkelerinin bu tür temel meselelerdeki siyasi birliği ve ortak tutumu ancak sonuç alıcı olabilir. (s. 415) Reaksiyoner ve şiddet/hakarete yol açan gösteriler ve tutumların batıda, ‘İslam şiddet yanlısıdır’ yönünde aleyhte kullanıldığı unutulmamalıdır. (s. 417)
Prof. Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı
Yazarın aynı isimde çıkan kitabının özeti sitemizde yayınlanmıştır!
I
Peygamber değil, siyasi lider!
Danimarka’da yayınlanan karikatürler İslam dünyasını ayağa kaldırdı. İlk önce Danimarka’nın önde gelen gazetelerinde ilant-posten’de daha sonrada Avrupa Birliği ülkelerinde yayınlanan karikatürler Başta Hz.Muhammed olmak üzere İslam hakkında hareket içermekteydi. Aslında karikatürler geçmişte var olan batı’daki olumsuz İslam imajını yeniden karikatür olarak gündeme gelmesinden başka bir şey değildi. Batı’da İslamiyet hakkında tarih boyunca oluşan ve/veya oluşturulan önyargı, yanlış anlatım farklı bağlamalarda adeta yeniden farklı amaçlarla güncellenmektedir.
Batıda Müslüman imajının olumsuz şekillenmesinde batı’dan kendi kimliğini oluştururken Müslümanları “öteki” olarak görme eğitiminin önemli etkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Örneğin, Türkler Osmanlı döneminde olumsuz anlamda ”öteki” olarak başta Balkan ülkeleri olmak üzere Avrupa devletlerinin milli kimliklerinin oluşmasında etkili olmuştur. Batı’nın kendini tanımlamasında Müslümanların “öteki” olarak fonksiyon icra etmesi geçmişte olup biten bir anlayış olmayıp, günümüzde de yeni söylemelerle varlığını sürdürmektedir. Sovyetler Birliği’nin 1989 yılından itibaren dağılmasıyla birlikte Batı’da bazı çevrelerin “öteki” olarak kominizim yerine İslami yeti tanımlama çabalarının gösterebiliriz. Huntington’un medeniyetler çatışması tezi ve “İslam korkusu” algılamasını bu araçları değerlendirebiliriz.
Batının kültürel hafızasındaki olumsuz İslam imajının yeni nesillere aktarılmasında medya ile birlikte eğitiminin önemli payı vardır. Bu çevrede bir örnek olarak İngiltere’de Din Dersi kitaplarında İslam imajı konusundaki önyargılı ve yanlış sunumu kısaca açıklamaya çalışalım. Ders kitapları eğitiminde yaygın kullanımı dolayısıyla etkin bir yere sahiptir. İngiltere’de okullarda Din Dersinde farklı Dinleri kendi bağlamında anlamaya çalışan “dinler arasında din eğitimi “modelinin benimsendiğini hatırlatalım. İngiltere’deki din dersi kitapları analizine göre İslam dini hakkındaki yanlış anlatım üç konu üzerinde yoğunlaşmaktadır: 1. Hz. Muhammed, 2. İslam ve şiddet 3.İslam’da kadın.
Hz. Muhammed’in hayatı
İngiltere’de Din Dersi kitaplarında Hz. Muhammed’in hayatı anlatılırken ilk konunun ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi Yahudilik ve Hıristiyanlığı Hz. Muhammed üzerine tesiri, diğeri ise, özellikle Medine döneminde Hz. Muhammed’in peygamberliğinden daha çok liderliği üzerinden vurgu yapılmıştır.
Yahudilik ve Hıristiyanlığın Hz. Muhammed’e etkisiyle ilgili olarak, bazı şeyleri bu iki dinden alındığı açıkça bahsedilmekte, bazı kitaplarda ise, Hz. Peygamberin Hıristiyanlardan bazı dini öğretileri aldığı izlemini uyandıracak olaylar ön plana çıkarılmaktadır. Bu bağlamada, Hz. Muhammed’in rahip Bahira ile karşılaşması ve eşi Hz. Hatice’nin akrabası Varaka b. Nevfel ile görüşmesi ön plana çıkmaktadır.
Okul kitaplarında Hz. Peygamberin Medine dönemi hayatı anlatılırken tamamen veya önemli ölçüde onu “siyasi liderlik” askeri başarı “gibi yönlerinden bahsedilmesini de İslam dini ile ilgili yetersiz anlatımı bir başka boyutu olarak belirtebiliriz. Hz. İsa’nın hayatı anlatılırken, O’nun manevi yönünü yoğun bir şekilde vurgulayan Hıristiyan Din ve kültürün ağırlıklı olduğu bir ortamda, İslam dininin anlatımında Hz. Muhammed’in yalnızca-veya ekseriyetle-dünyevi yön ve barışlarının ön plana çıkarılması, öğrencilerin onu, manevi yönü ağır basan bir peygamber olarak değil, sıradan dünyevi barışlara ulaşmış bir lider gibi göstermeleri sonucunu doğurabilir. Okul kitaplarında tespit edilen husus, Hz. Muhammed’in Medine İslam Devleti’ni kurması, Müslüman toplumunu ön yargı etmesi ve olumsuz bir şekilde neticelenen Yahudi kabileleriyle itilaflar gibi olaylar üzerinde yoğunlaşmalıdır. Onun misyonu peygamber olmayan liderler tarafından da gerçekleştirebilecek faaliyetlerle sıralandırılmaktadır.Hz. Muhammed’in Allah’tan vahiy alan, Müslüman toplumun ahlaki standartlarını yükseltmeye çalışan ve olara Allah’ın buyurdukları doğrultusunda mükemmel bir insan olmalarını öğütleyen bir peygamber olduğunu ihmal edilmektedir.
İslam ve şiddet
İngiltere’de ders kitaplarının bazılarında İslam ile şiddet ve güç kullanımı arasında açıkça veya ima yoluyla ilişki kurulduğuna şahit olmaktadır. Son derece karışık politik olayları bile söylemeyle açıklama eğiliminin ağır bastığı gözlenmektedir. Okul kitaplarında başka hiçbir dünya dininin, İslamiyet’in sunumuyla olduğu gibi, medya imajını yansıtan bir üslup içerisinde güç kullanımı ve şiddetle irtibatlandırdığını söyleyemeyiz. bu tarzın İslam’la terörizm arasında ilişki kurmaya çalışan olumsuz medyatik İslam imajını ders kitaplarıyla öğrencilerin zihninde pekiştirmekten öte bir fonksiyon icra etmeyeceği açıktır. Şüphesiz ki, ders kitaplarındaki İslam ve güç kullanımı konusuyla ilgili bilgilerin tamamen yanlış bilgiler olduğunu söyleyemeyiz. Fakat İngiliz din eğitiminde öğretilen diğer dinlerin okul kitaplarındaki sunumunda bu konularda nerdeyse hiç yer verilmezken, dinler arasında hoşgörüyü ve din mensuplarının birbirlerini daha iyi anlamalarını hedefleyen bir din eğitimi anlayışında İslam ve şiddet konularına bazı okul kitaplarında özellikle ağırlık verilmesi son derece sorgulanabilir bir yaklaşımdır. Aşağıda, okul kitaplarından yapılan alıntılı konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
Kuran ve sünnette uymadığı gerekçesiyle üçüncü halife Osman’ın suikast sonucu öldürülerek iki dardan uzaklaştırılmasından itibaren, sonraki asırlarda İslam devrimcileri aynı gerekçe ve prensibi kullanılmışlardır. Mısır’da başkan Enver Sedat’a suikast düzenlenmesi ve İran şah’ının iktidardan uzaklaştırılmasını buna göre örnek verebiliriz.
Hunt tarafından yazılan ders kitabında, Kuran ve sünnette affetmenin öneminden bahsettikten sonra tarihsel sıralamaya uygun olarak üç örnek vermektedir. İlk örnek Hz. Muhammed’in amcası Hamza’nın vahşi tarafından öldürülmesi ve daha sonra Hz. Muhammed’in onu affetmesi ile ilgilidir. İkinci örnek olarak, Kudüs’ün Selahaddin Eyyubi ele geçirilmesi sonucunda Kudüs halkına ve askerlere iyi davranılması hiçbir zarar verilmeksizin onların şehri terk etmesine izin verilmesi zikir dilenmektedir. Üçüncü örnek ise Türkiye’deki bir olaydan seçilmiştir. Kitapta 1952’de on sekiz yaşında bir öğrenci olan Hüseyin Üzmez tarafından günlük bir gazete editörü Dr. Ahmet Yalman’a suikast yapılmasından ve Yalman’ın bu suikasttan ağır yaralı olarak kurtarılmasından bahsedilmektedir.Daha sonra kendisine suikast yapan bu gencin Yalaman tarafından affedilip, eğitimiyle ilgilendirilerek ona iş bulması İslam’daki bağışlamaya örnek olarak verilmektedir.Ayrıca Hunt,ders kitabının iki sayfasını üç öğrencinin kendi aralarında yaptıkları militan İslam tartışmalarına ayrılmaktadır.Bu tarzda, İslam ve şiddet konusunda, hadiseler anlatıldıktan sonra gelen aflatdan bahsedilmesinin ne derece konunun açıklamasında yararlı olacağında şüphelidir.
İslam ve kadın
Ders kitaplarının çoğunluğa açıkça ifade etmesinde batı kadınını model olarak kabul etmekte bu kritere göre İslamiyet’te kadının özgür, erkeklerle arasında farklı alanlarda oluşan ayrımcılığı azaltmış ve onlarla yarışabilen bir pozisyonda tanımlanmaktadır. İslam da kadın konusu ders kadının kanuni haklar, aile ve sosyal hayat özel ve kamu yaşamdaki yeri bakımlarından hiç de avantajlı olmadığı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bazen kadının bir konudaki durumu hakkında bir İslam ülkesinden verilen örnek genelleştirilmektedir. Bazı ders kitapları da, İslam dininin kadına bakışı ile gelenekler arasında ayrım yapmaksınız, geleneklerinde adeta din gibi takdim etme eğilimi taşımaktadır. Şüphesiz bir yaklaşımla İslam ve kadın konusunu ders kitaplarında sunumu Batı’da var olan geleneksel yanlış anlamaların devam etmesine ve yenilerinin oluşmasına katkı sağlanabilir.
Müslüman kadın, toplum ve aile içerisindeki dezavantajlı ve kendi hayatı hakkında kararlar veremeyen bir pozisyonda takdim edilmektedir. Genelde kitaplardaki resimlerde Müslüman kadın başörtülü, evinde ibadet eden ve çocuklarına bakan kişi olarak gösterilmektedir. Üstelik resimlerde Müslüman kadının tesettür şekli konusunda da tekbir tıp elbise şekli ortaya konulmaktadır. Bu ise, gözler hariç vücudun tamamını örten, siyah renk, nerdeyse aynı model bir elbise den ibarettir.
Ders kitaplarının tamamına yakını İslam’da çok kadınla evlilik ve günümüzde bu konunun uygulanmasının ne düzeyde olduğu üzerinde durulmaktadır. Ders kitapları çoğunlukla Kuran’ın çok evliliğe izin verdiğini ifade ettikten sonra bu konuyla ilgili ayetler alıntılar yapmakta ve günümüzde çok eşlilik uygulanmasına ne derece mümkün olabileceğini tartışmaktadır.
Sonuç olarak eğitimde yaygın olarak kullanılan ders kitaplarındaki İslam imajında bazı önyargı ve yanlış anlatımların varlığı bir gerçektir. İngiltere dışındaki diğer batı ülkelerinin durumu daha iyi değildir. Eğer İslamiyet medeniyetler çatışmasının referansı değil, medeniyetler arası uzaklaşmaya katkı sağlayan bir din olarak düşünülüyorsa batı İslam’ı daha çok anlamaya çalışmalıdır, Gallup tarafından 2005’te yapılan araştırmaya göre Müslümanlar unsur olarak ilk sırada batı’nın İslam dinini anlamasını istemektedir. İnsanlarda bir kültür, bir inanç ve din konusundaki ön yargılar doğuştan gelmektedir. Bunlar sonradan kültür ve eğitim yoluyla kazanılmaktadır. Buda bizlere farklı din ve kültür mensuplarının birbirine doğru anlamada çocuk ve gençlerin eğitiminin ne derece önemli olduğunu göstermektedir.
Prof. Dr. Recep KAYMAKCAN
Batı’da Hz Muhammed (sav)’in İmajı
Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili İslam’ın zuhuru yıllarından bu yana Müslüman alim ve araştırmacılar tarafından kaleme alınan çalışmalara, XII. yüzyıldan itibaren gayr-i Müslimlerin çalışmaları da eklenmiştir. XIX. yüzyıldan beri yoğun olarak şarkiyatçılar sayesinde bugün artık bu alanda geniş bir literatüre sahip bulunmalarının yanında, sosyal bilimlerde kullandıkları değişik metot ve yöntemlere paralel olarak, Hz. Peygamber’i çoğu zaman seküler bir mantıkla algılama eğilimi gösteren metodoloji ve bakış açılarını da geliştirmişlerdir.
Şarkiyatçıların Hz. Peygamber hakkındaki görüşleri, aslında onların genelde İslam, özelde Kur’ân ve sünnet ile ilgili görüş ve iddialarının nirengi noktasını oluşturur. Dolayısıyla onların Hz. Peygamber hakkındaki görüş ve düşüncelerini anlamak, İslam anlayışlarını kavramak son derece önemlidir. Yani onların Hz. Peygamber’i, ruhani bir lider mi, yoksa sosyal bir ıslahatçı ve reformcu mu veya gezip gördüğü yerlerde kendi toplumunda bulunmayan örf, âdet ve gelenekleri gözlemleyip kendine mal eden zeki bir gözlemci mi veyahut sosyolojik ve psikolojik saiklerle reflexive/tepkisel hareket eden ve kendi içerisinde evrim geçiren bir kimse olarak mı algıladıklarını bilmek önemlidir.
Şarkiyatçılar tarafından Hz. Peygamber’le ilgili yapılmış çalışmalar tetkik edildiğinde, bütün bu tavır, tanımlama ve bakış açılarının yanında, art niyetli bazı tanımlamaların öne çıktığı görülür. Zira onlardan pek çoğuna göre Kur’ân, Hz. Peygamber’in oluşturduğu/telif ettiği bir kitaptır ve dolayısıyla İslam da, Hz. Peygamber’in kurduğu bir din olmaktadır. Bu bakış açısının, İslam’ın, vahiy esaslı bir din, Hz. Peygamber’in de vahyin kontrolündeki bir peygamber olduğunun inkarı anlamına geldiği açıktır.
XX. yüzyılın gelişim seyri, özellikle siyasi gelişmelerin de etkisiyle, İslam’ı Batı’da önemli bir fenomen haline getirmiştir. Buna paralel olarak Batı insanı, İslam diye isimlendirilen fenomenin kaynak ve kökenleri ile bunun müessisini literal/lafızcı bir metotla araştırmaya koyulmuştur.
D. S. Margoliouth’un Mohammed and the Rise of Islam adlı eserinin 1905’te yayımlanması, Hz. Peygamber ve O’nun (sav) risaleti üzerine şarkiyatçılarca kaleme alınan eserlerin önünü açmış ve bu tarihten sonra konuyla ilgili çalışmalar oldukça çoğalmıştır.
Çalışmalarında değişik yönleriyle Hz. Peygamber’i ele alan şarkiyatçıların, genel olarak iki tür yaklaşımla O’nu değerlendirdikleri görülür. Birinci grup Hz. Peygamber’i indirgemeci (reductionist) bir bakış açısıyla inceleme konusu yapmakta ve bunun neticesi olarak Rasûlullah’ı dinî kimliğinden soyutlayarak sosyal bir reformcu olarak göstermektedir. Bu anlayışın, Hz. Peygamber’in nübüvvetinin inkarı ve dolayısıyla vahiy irtibatının kesilmesi anlamına geldiği açıktır ve tabii olarak bu, Kur’ân’ın beşerîliği sonucunu doğurur. İkinci tür yaklaşım ise fenomenolojik bir bakış açısını yansıtır. Buna göre Hz. Peygamber’in dinî kimliği keşfedilerek, Müslümanların bakış açısıyla incelenir. İki tür yaklaşımda da araştırmacının ön kabulleri, onun objektifliğini etkilemekte ve bu etki, metoduna yansımaktadır.
Hz. Peygamber’in hayatını tetkike yönelik şarkiyatçılara ait pek çok çalışma bu açıdan değerlendirildiğinde onlar, İslam ve Kur’ân’ın orjinalliğinin olmadığını, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in telifi olduğunu rahatlıkla iddia edebilmektedir ki, bu anlayışın tipik örneğini The Origins of İslam in its Christian Environment adlı, İslam’ın kökenini Hıristiyanlıkta arayan R. Bell’in iddiaları teşkil eder. Zira çoğu kere şarkiyatçılar, Hz. Peygamber’in Kur’ân ve dolayısıyla İslam’ı nasıl oluşturduğu sorusuna cevap arayıp bu esnada ilgili görüş ve iddialarını ortaya atarlar. Buna göre Kur’ân ve İslam’ın oluşmasında Hz. Peygamber’in şahsi dehasının oynadığı role işaret edenlerin yanında, bu oluşumu siyasi ve psikolojik birçok sebebe indirgeyenler de bulunmaktadır. Bu durum tabii olarak, başlangıçta Hz. Peygamber’in dinî bir kimlikle değil, sosyal bir reformcu olarak toplumun karşısına çıktığı ve daha sonra edindiği tecrübelerle dinî kimliğini oluşturduğu iddiasına götürür.
Genellikle kültürel indirgemecilik (cultural reductionism) ifadesi ile açıklanmaya çalışılan bu bakış açısına göre Hz. Peygamber, dönemin Arap Yarımadası ve Mekke’sindeki sosyo-kültürel ortam çerçevesinde ele alınarak bazı sonuçlara ulaşılır.
Hz. Peygamber’in dinî kimliği ve Kur’ân ve İslam’ı oluşturması ile ilgili teori ve iddialardan nispeten farklı bir iddia, şarkiyatçı W. M. Watt tarafından geliştirilmiştir. Watt’ın geliştirdiği bu teorinin temel karakteristiği, Hz. Peygamber’in dinî kimliğini inkar etmemesi ve O’nun (sav) dinî samimiyetine inanmasıdır. Zira o Hz. Peygamber’i, dış dinî-kültürel faktörlerden etkilenerek dinî reaksiyon gösteren biri olarak değil; bilakis, sosyal bir ortama dinî reaksiyon gösteren biri olarak görür.
Ne var ki Watt’ın da bu konudaki görüşlerinin homojen olduğunu söylemek oldukça zordur. Zira o, Hz. Peygamber’in samimiyetini ve beşerî kaynaklardan elde ettiği bilgilerin kaynağını tespit etmeye çalışarak bu konuda üç ihtimal sıralar. Buna göre Hz. Peygamber, ya kendisine aktarılan beşerî kaynaklı bilgilerle vahiy yoluyla gelenleri birbirine karıştırmış ve neticede bunların tamamını vahiy olarak değerlendirmiş; ya bilgilerini telepatik karakter arz eden birtakım normal üstü yollarla elde etmiş olabilir veyahut da “nûhyî= vahyederiz” ifadesi, “ilham ederiz” manasında anlaşılmalıdır. Bu son ihtimale göre Hz. Peygamber’in ilahî mesajları doğrudan vahiy yoluyla değil de ilham yoluyla almış olduğunun belirtildiği açıktır ve bu, dış dinî-kültürel müdahaleyi hatıra getirir ki, esasen Watt’ın İslam vahiy anlayışına yönelik genel kabulüne de uygundur.
Dikkat edilirse Watt da bu konuda açık fikirlere sahip değildir ve onu diğerlerinden ayıran husus, Hz. Peygamber’in dinî fonksiyonunu tamamen diğer din ve kültürlerle irtibatlandırmayıp vahyî bir düzlemde de ele almasıdır. Ancak hiçbir surette Hz. Peygamber’in şahsı, düşünce yapısı ve dinî mesajlarındaki dış dinî-kültürel etkiyi göz ardı etmez.
İslam dünyasında şarkiyatçılara ve çalışmalarına karşı genel bir menfi tavır takınılmasına rağmen meselelere derinlemesine nüfuz edebilen ve de İslam ve Hz. Peygamber’e karşı saygı sınırlarını muhafaza etmesini bilen Watt ve üslubu, İslam dünyasındaki ilgili alim ve araştırmacılardan yankı bulmuştur. Ahmed Zeki Yemanî, Watt’ın Islam and Christianity Today adlı eserinin takdiminde Watt’ı İngiliz ve genel olarak İslam hakkında İngilizce eser kaleme alan yazarlar içerisinde farklı bir yere koyarak şöyle demektedir: “Profesör Watt, Batı mantalitesini, uzun süre Batı dünyasını etkisi altına alan Orta Çağ yazarlarının İslam düşmanlığı ve ön yargılarından kurtarmak için çok şey yapmıştır. Uzlaşmanın zor olduğu bazı meselelerde uzlaşmacı bir tavır takınmanın verdiği fenomenolojik zorluklara rağmen o, İslam karşısında dar kafalılıktan kurtulmuş ve açık görüşlülüğün zirvesine ulaşmayı başarmıştır.”
Gerçekten de Watt, Muhammad at Mecca adlı eserinin girişinde Müslüman okuyuculara hitaben, onların inançlarının reddini gerektirecek bir şey söylemediğini ve Müslümanlar ve İslam inanç esasları ile Batı’daki araştırmalar arasında uçurumun bulunmasına gerek olmadığını belirterek bazı Batılı araştırmacıların görüşlerinin İslam adına kabul edilemez olduğunu ifade eder. Bu araştırmacıların böyle yapmakla aslında, kendi koydukları araştırma prensiplerine inanmadıklarını ve onların vardıkları neticelerin tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini söyler. Ne var ki o, bu sözlerinin hemen devamında, İslamî inanç esaslarının (doctrine) da yeni bir şekillendirmeye (re-formulation) tabi tutulması gereğine işaret etmek suretiyle, İslam ve Müslümanlar hakkındaki objektif sayılabilecek tutumunun, belki de biraz politik mülahazalardan kaynaklandığının ipuçlarını verir.
Kur’ân’da, Kitab-ı Mukaddes peygamberlerinin zikredildiğini ancak buradan hareketle Kur’ân ve Hz. Peygamber’in Yahudi-Hıristiyan etkisinde kaldığının söylenemeyeceğini belirten Watt, bu peygamberlerin Kur’ân’da sunuluşunun tamamen farklı olduğunu ifade eder. Aynı şekilde o, Kur’ân’da Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi-Hıristiyan kültürüyle ilgili diğer meselelere ait pek çok atıfta bulunulduğunu, ancak bunlardan hareketle Kur’ân’da aslında Yahudiliğin takdim edildiğini söylemenin oldukça yanlış sonuçlara götüreceğini söyler. Ne var ki Watt, Kur’ân’da bulunan Yahudi-Hıristiyan kültürüne ait unsurların, daha ziyade kanonik/muteber olmayan veya apokrif kitaplarda bulunan bilgilerle örtüştüğünü söyler. Zira ona göre Hz. Peygamber, bu heretik bilgi ve kıssaları içerisinde bulunduğu toplumdan öğrenmiş ve herhangi bir kritiğe tabi tutmaksızın onları Kur’ân’a adapte etmiştir
Doç. Dr. Özcan Hıdır, Aynı konuyu ele alan iki akademisyenin makalelerini ( Kendilerinden alınan izinle ) burada aktarıyoruz.
*
Oryantalistler ve Kur’an hakkındaki şüpheleri
Oryantalizm, Haçlı Seferlerinin yenilgilerinin bir neticesidir. (s. 11) Oryantalizmin, emperyalizmin İslam dünyasındaki hedeflerini gerçekleştirmekte kullandığı araçların en belirgini olduğuna kesin olarak inanabiliriz. İslami araştırmaları, Haçlı Savaşları’ndaki hezimetlerin intikamını alma arzusundan ileri gelmektedir. (s. 12) Oryantalizm, emperyalizmin İslam dünyasına sızmakta kullandığı bir araçtır. (s. 13) Oryantalistler genelde kendilerini dinlerine hizmete adamış din adamları vasfını taşımaktadırlar. (s. 14) Oryantalistlerin çalışmaları iki temel eğilime sahiptir: İslam ülkelerinde batı emperyalizmine imkan sağlamak. Bunun için öncelikle İslami değerleri zayıflatmaya çalışırlar. Sonraki adım ise, Hıristiyan Batı değerlerini yüceltmek için uğraşmalarıdır. İkinci eğilim ise, oryantalizmi bilimsel ve insancıl amaçlar kılıfında sunmak.
İslam ülkelerinde emperyalizme imkan sağlamak: Bu eğilim iki şekilde karşımıza çıkar. İslami diğerleri zayıflatmak ve Hıristiyan Batı değerlerinin yüceltmek. (s. 15)
İslami değerleri zayıflatmak Oryantalistler bir planı gerçekleştirmek için Müslüman’ın İslam’a olan bağlılığını azaltacak ve onda şüphe uyandıracak yorumlar geliştirdiler. Aynı zamanda etnik ayrılıkları körüklemek için sosyal ilişkileri araştırdılar. Fransız oryantalist Renan, ‘İslam’daki tevhid inancı, Müslüman bireyi şaşkınlığa düşürdüğünü’ ileri sürer. Halbuki, tevhid akidesinin sahibi, hayatında Allah’tan başkasına boyun eğmez. (s. 16) Hartford kurumu’nun müdürü Dr. Keric; Hıristiyanlıktaki teslis inancı, insanı tanrıya yaklaştırır. Tevhid akidesi ise, insan ile Tanrı arasına mesafe koyar. (s. 19) diyerek oryantalist bağnazlığın nerelere varabileceğini gösterir. Ve tüm bu iddialar bilimsel, objektif ve insanîdir! Oryantalistlerin ikinci planı, batı değerlerini yüceltmek ve İslam ülkelerinde emperyalizmi yerleştirmeye çalışmaktır. (s. 21) Oryantalistler batıdaki sanayi ve sosyal gelişmeyi Hıristiyan ilke ve değerlere bağlanmaya çalışmışlardır. Bu insanlar Hıristiyanlığın hakim olduğu dönemlerde Avrupa’nın karanlık çağları yaşadığını, O dönemlerde İslam ümmetinin parlak bir hayat yaşadığını gözden kaçırırlar. (s. 22)
Haçlı ruhunun güçlendirilmesi Oryantalistlerin çalışmalarında baskın gelen ikinci eğilim, kin ve nefret dolu harçla ruhudur. Muhammed Esed, ‘yolların ayrılış noktasında İslam’ adlı kitabında; “Oryantalistlerin en ileri gelenleri bile, İslam konusunda inceleme ve yazılarında kendilerini bilimsel olmayan tarafçılığa kaptırmaktan kurtulamamışlardır.” (s. 23) demektedir. İslam daima yargıçların önünde duran bir sanıktır. Oryantalistlerin yargılama yöntemleri bize engizisyon mahkemelerini hatırlatmaktadır. Her meseleye daha önceden varılmış bir netice ve hüküm açısından bakmaktadırlar. Oryantalistler kanıtlarını daha baştan ulaşmayı tasarladıkları sonuca göre seçmektedirler. Meseleyi karşı tarafın yani Müslümanların görüş açısı ile değerlendirmeye önem vermezler. (Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslam, s. 49-50) Oryantalist Kimon; ‘Muhammedî din insanlar arasında yayılmış cüzzam hastalığıdır.’ (Tarihu’l-İmam Muhammed Abduh 3/409)
Oryantalistlerin İslami araştırmalardaki hataları:
Muhammed bir reformisttir. Kur’an’ı da çelişki ve tutarsızlıkların çok olduğu beşeri bir yapıttır. Muhammed, Yahudi ve Hıristiyan öğretilerinden alıntı yaparken iktibaslar da tahrif yapmıştır. Bu sebeple onun Mesih’in uluhiyetini inkar ettiğini görüyoruz. (s. 25) İslam toplumdan ve devletten ayrı tutulması gerekir. Oryantalistlerin araştırmaları bilimsel havaya bürünmüş bir şekilde saklanan emperyalist hedeflerdir. (s. 26)
Hıristiyan Batı düşüncelerinin İslam ülkelerinde yayılması Müslümanlardaki dini ruhu da zayıflatmış ve onların din dışı yönetim ve sistemlere alışmalarına neden olmuştur. (s. 28) “Haçlıların yaydığı kötülük, her şeyden önce kültürel bir kötülüktür. Avrupalıların zihinleri yanlış bilgilerle dolduruldu. İslam’ın şehvet ve sertlik dini olduğu gibi fikirler onların dimağlarında yer etti.” (Muhammed Esed, el İslam fi müfteraku’t-Turuk, s.58)
Oryantalistler, “Kur’an’ın Muhammed’in iç dünyasından kaynaklandığı, kendisine vahiy geldiğini sandığını iddia ederler. (s. 34) Acılar ve umutlar içersinde düşünmeye, kafa yormaya devam etti. Neticede kendisinin beklenen peygamber olduğuna inandı. (s. 35) Ad ve Semud kavminin kıssalarını öğrenmesi Ahkâf yurdundan geçmesinin bir ürünüdür.” gibi iddialarda bulunurlar. Oysa bu bölge, ticaret kervanlarının geçtiği bilinen yol üzerinde değildir. Üstelik tarih de peygamberin bu bölgeden geçtiğini bildirmiyor. Müşrikler, “vahyi Mekke’deki demirci bir Rum’dan aldığını” bile söylediler. Fakat bütün bunlara rağmen Hıristiyan Şamlılardan veya başka dinlere mensup kimselerden aldığını iddia etmemişlerdir. (s. 37) Eğer Kur’an’ı kendi yazsa peygamberin davasının ilk anında evren, yaşam ve toplum hakkındaki yöntem, düşünce ve anlayışlarını anlatmaya başlamasını gerekirdi. Ne var ki, vahyin başlangıcı tevhide çağrı ile başlamıştır. Bütün bunlar olurken vahiy kesintiye uğradığı da olmuştur. (s. 38) Kur’an, Musa’yı yetiştirenin Firavun’un eşi olduğuna işaret eder. Oysa Tevrat, Firavun’un kızı olduğu görüşünü ileri sürer (s. 39)
“De ki; Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim.” (Kehf, 110); “Deki; Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok iyilik yapmak isterdim.” (Araf, 188); “De ki; Ben gaybı da bilmem. Size ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.” (Enam, 50)
Hz. Peygamber bazı ayetleri unutmaktan endişesi eder. “Kur’an’ı okumakta acele etme ve Rabbim benim ilmimi artır de.” (Taha, 114); “Resulüm! Vahyi çarçabuk almak için dilini kımıldatma.” (Kıyame, 16-18) Kendisinden kaynaklanan bir vahye tabi olan kimse, kaybolmasından ya da unutulmasından endişe ederek, onu anımsamak için bu denli ısrarcı ve aşırı bir ihtiyaç hissetmezdi. Tarihi gerçekler sayesinde Hz Muhammed’in vahiyden bir şeyi kaçırma endişesi çektiğini biliyoruz. (s. 45)
Bazen vahiye çok ihtiyaç olduğu durumlarda bile vahiy kesiliyordu. Hz peygamberin çok istemesine, çok arzulamasına rağmen ona vahiy gelmiyordu. (s. 46) İfk olayında vahyin nasıl geciktiğini kim unutabilir ki? Neden o ruhban elbisesi giyip kafiyeli sözler söyleyip buhurlar tütsüleyip eşini iftiracıların iftirasından kurtarmak için bir vahiy uydurmadı? (s. 47) Vahiy, Rabbi dilediği zaman geliyordu. Yine Rabbi dilediği zaman vahiy kesiliyordu. (s. 48)
Mekkî ve Medeni ayetler hakkındaki şüphelere örnekler: Ayetlerin üslubu ile ilgili şüpheler: ‘Mekkî ayetlerin üslubunda şiddet, sertlik ve hareket ön plana çıkar’ iddiası vardır. (s. 52 ) Halbuki, Kur’an’ın Medenî sureler değil de sadece, Mekki bölümü inzâr ve vaîd özelliklerine sahip değildir. Bu konuda Mekki ve Medeni ayetler müşterektir. (s. 53) ve Mekkî surelerde de hoşgörü ve esnekliği görürüz. (s. 54)
Kur’an’da hakaret ve kötü sözlerin yer aldığı iddiası: Kur’an’ın bizzat kendisi hakaret etmeyi yasaklar. “Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; onlara da sonra bilmeyerek Allah’a söverler.” (Enam, 108) Kur’an’da şiddetli bir şekilde azarlama ve paylama vardır. (s. 56 )
Ayetlerin uzunluğu ve kısalığı konusu: Ayet ve surenin kısalığı Mekkî bölümün karakteristik özelliğidir. Oryantalistler, “Mekke toplumu ümmi idi. Kavramların açıklanmasında ayrıntıya inme güçleri yoktu. Oysa Medine’deki uygar ve kültürlü toplum bunu kaldırabilirdi” iddiası gündeme getirilir. Ayetin kısa oluşunun Mekkî bölüme özgü değildir. Mekkî surelerde de Enam, Araf ve benzeri uzun sureler vardır. (s. 59) Mekkî ayetlerde teşrî’ ve ahkamla ile ilgili konulara yer verilmemesi hakkında oraya oryantalistlerin görüşleri de taraflıdır. Mekkî bölüm teşrî’ konusunu ihmal etmemiş, ana hatları ile ele almış, genel olarak değinmiştir. En’am suresinde, Ehli kitabın teşrî’lerinin tartışma konusu yapıldığını görürüz. Bu ise Kur’an’ın teşrî’leri önceden bildiğine delalet eder. (s. 61) Ayrıca tedricilik ilkesi gereği Mekke’de teşrî’den bahsetmek vaktinden önce yapılan bir davranış olurdu.
Oryantalistler, “Mekkî bölüm akide delillerine yer vermemiştir” iddiasında bulunurlar. Halbuki, Mekki bölüm kanıtlara yer vermemezlik yapmamıştır. Hatta birçok suresinde bunları ele almıştır. (s. 62) Mu’minûn, Enbiya, Ankebût, Lâf, Câsiye sureleri bunlara örnektir.
Mekkî ayetlerin temel özellikleri: Şirk ve putperestlik inançları ve bunların temel nedenleri, yaratma fiilinin mükemmelliklerine, peygamberlik gibi konulara çokça yer verilmiştir. Diriliş, Genel ahlak, Sevgi, rahmet, bağışlama, İslam’a sabır ve samimiyet, dürüstlük vb. konular Mekkî ayetlerde işlenmiştir. (s. 65)
Medeni ayetlerin temel özellikleri: Ehli kitap ile tartışmak, onları İslam’a davet etmek, teşrî’ de ayrıntıları açıklamak. (s. 66) Mekke, ahlak ve inançsız düşüncelerle mücadele dönemidir. (s. 67) Medine’de mücadelede yeni bir döneme girilmiştir. Akide’nin temel ilke ve prensipleri yerine ayrıntılı meselelere yönelmiştir (s. 69) Ehli kitabın yaptığı tahrifleri düzeltmeye çabalarına girilmiş, câhiliyenin düşünsel ve toplumsal artıklarından arındırılmada ayrıntılara girilir. (s. 70)
Muhammed Bakır el-Hakim, Oryantalistler ve kuran hakkındaki şüpheleri
*
İslami düşüncede oryantalist etki
İslam medeniyetini yok sayıp, tarihi köklerinden kendilerine yeniden bir medeniyet kurma hayali, bağımsızlığını kazanan hemen hemen Tüm İslam ülkelerinde yaşatılan ve sonradan üretilmiş bir ideolojidir! (s. 9-17)
Yöntemi, yargılarıyla, doğulu ve batılı araştırma konuları ile reform adına Mısır’da uyulması istenen batılı düşünce, Avrupa’da 19. asrın düşüncesinden başka bir şey değildir. Avrupa’nın 19. asır düşüncesi, materyalist ve pozitivist düşüncedir. (s. 17) Bu düşüncenin sonucu Avrupalılar, sanayileri için birinci derecede gerekli olan hammadde uğruna, İslam alemini, Asya ve Afrika ülkelerini sömürerek soyup soğana çevirmişlerdir. Bu düşünce, maddi gücü ve teknolojik ilerlemeyi yüceltmeye, insanlık tarihini ekonomik olarak yorumlamaya yani, tarihi materyalizme dayandığı gibi insanlık idealizminin ve manevi, ahlaki, dini şeyleri göz ardı etmeye dayanmaktadır. (s. 18)
Haçlı hareketini rahatlatmak için oryantalizm, bilimsel araştırma, düşünceyi tanıma ve insanlığın geçmiş kültürünü koruma maskesi altında, çok boyutlu araştırmalara koyulmuştur. Avrupalılara göre İslam, şehvet dinidir ve hayvanca barbarlıktır. (s. 19) Oryantalistlerin İslam’a beslediği kin ve nefret kadar başka kültürlere düşmanlık beslemezler. En meşhur Avrupalı oryantalistler bile, İslam’la ilgili yazılarında bağnazlık ve tarafgirliğin kurbanı olmaktan kurtulamamışlardır. Birçokları için İslam, yargıcın karşısında duran bir sanık durumundadır. Oryantalistlerin tutumu bize, engizisyon mahkemelerinin tutumunu hatırlatmaktadır. (s. 20) Oryantalistler tüm araştırmalarında sonucu önceden kararlaştırmışlardır. Onlar prensip olarak varmak istedikleri sonuca ulaşmak için şahitlerini kendileri seçerler, şahitleri bile bile tevil ederler. (s. 21) Oryantalist Nicolson, “Muhammed, kendisi insan olduğundan etkilenerek İsa Mesih’in tanrılarını inkar etmiştir. Kendini tasavvur ederken İsa’nın derecesine yükselip onun gibi ilah olduğunu tasavvur edememiştir.” demektedir. (s. 22) Onlar İslam’ı, kendi anlayış ve düşünce değerlerine göre değerlendirir ve mahkum ederler. Onlara göre, Müslümanların egemenliği zaten kılıç ve kuvvet yoluyla olmuştur. Bu egemenlik ve üstünlüğü çok kısa süreli olmuştur. (s. 24) İslam’ın hukuk ve öğretileri üzerinde ısrar etmek, hayattan kopmak, medeniyetin imkânlarından yararlanamamaktır, görüşündedirler. (s. 25) “İslam’ın kendisini evrimselleştirmesi gerekir” derler. İslam’ın evrimselleşmesi için Müslümanlar, Hıristiyanlıktan yararlanmaları gerekir. Bunun için “devletler bazında ilişkileri düzenlemeye kalkışmamaları, zekat diye bazı oranlarda malları almayı düşünmemeleri gerekir” görüşündedirler. (s. 26) “Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız, dediler. De ki; doğruya yönelmiş olan ve müşriklerden olmayan İbrahim’in dinine uyarız.” (Bakara, 135) Oryantalizmin ana hedefi, bütün çabası Kur’an’ın insan sözü olduğunu kanıtlamak üzerinedir. (s. 31) Hem fertler arası ilişkileri düzenleyen hem de nefis tezkiyelerini sağlayan bir din olarak İslam, batılıların belirlediği din standardının dışına çıkmaktadır. Ne tuhaftır ki batılılar İslam hakkında verdikleri bu hükmü, mesela içinde sosyal ilişkileri belirleyen hükümler olan Yahudilik için uygulamazlar. (s. 57) İngiliz oryantalist Alfred Guilliame, el-Islam (s. 67) adlı kitabında şöyle söylemektedir: “İslam’ın getirdiği ve miladi 7. asrın şartlarına göre inen emirler, yasaklar ve mekruhlarla, sonra gelecek milyonların hayatını idare etmenin amaçlandığını kim kabul eder?” Mısır, el-Cumhuriyye gazetesinin, Eylül 1955 tarihli sayısından bir haber: Kahire ve Aynı Şems üniversitelerinde bazı öğrenciler, ‘Din afyondur.’ diye bağırmıştır. Kahire de, edebiyat Fakültesi’nde, ‘metafizik hurafedir’ içerikli kitap okutuluyordu. (s. 100) 18. asrın sonra ermesi ile aydınlanma çağı da sona erdi. 19. asır, pozitivizm çağı olarak ortaya çıkar. (s. 127)
Marks’a göre her şey, kendini yıkacak zıttını içerir. Kapitalist toplumlar yıkılacak ve zıttı olan komünist toplum dönüşecektir. (s. 138) Marksizme göre her şey kendini yıkacak zıttını içerdiğine göre, bu kural komünist toplum içinde geçerli midir? (s. 139) Marksizm, zıtlık prensibini toplum için uygulamayı tercih etmiştir. Derebeylik yıkılmıştır, feodal toplumdan sonra Kapitalizm doğmuştur. Yeni toplumda işçi sınıfından oluşan tek sınıflı sosyalist toplum olacaktır. (s. 141) Marksizm, Avrupa’da hayatın içerdiği istikrarsızlık ve huzursuzluğun baskısı altında ortaya çıkan bir olaydır. (s. 149) Marksizm’in kendisi de ‘inanmaya’ çağırmakta, ikna yolu ile değil, baskı ve şiddet kullanarak kutsallaştırmaya layık gördüğü şeyi, insanların da kutsallaştırması istemektedir. Kendisi, devleti tanrılaştırmak ve ona tapmaya çağırmaktadır. Bilim mihrabında secdeye çağırmaktadır. (s. 153) Politbüro’ya bir kutsallık ve itibar elbisesi giydirilmektedir. Marksizm, bir ibadete çağırır. Tanrısı da, devlettir. Kilisenin tanrısını inkar ederken, kendisi de, ne hissedilen ne de görülen devlet ve topluma tapmaya çağırmaktadır. (s. 154) Komünizmin, halkların özgürlük ve bağımsızlığını teşvik etmesi, bu halkların bölünüp parçalanmasına sonra da şu veya bu şekilde üzerine çullanmaya hazırlık içindir. (s. 155) Devletin kanunlarını ancak toplumdan bazı fertler uygulayacaktır. Bunlar da, Darwinizm yasasına göre, yönetici olmak için tabiatın seçtiği üstün kişilerdir! Yani, bir avuç tekelci, devleti ele geçirecektir. Bunlar bir avuç kapitalist tekelcinin karşıtı tekelcileridir. (s. 156) Kapitalizmin politbürosu, sermayederler; Komünizmin sermayedarı, politbüro’dur! Fark (!) bu kadar! Marksizm’e göre, sadece devletin yaşaması gerekir. (s. 158) Sınırsız özgürlük adına, kadını zevk ve üretim aracı yapılması Komünizmin işlediği konulardandır.(s. 185) Komünizmde üretimlerin niteliği değil, niceliği önemlidir. Nasıl üretildiği değil, ne kadar üretildiği önemlidir. Polis ve dikta yönetimi olduğu için, fertlerde birbirinden çekinir ve kimliklerini gizlemek zorunda kalırlar. (s. 189)
İslam prensiplerden oluşur. Bu bakımdan herhangi bir yer, nesil ve zamanla sınırlı değildir. (s. 202) Haçlı emperyalizmi, İslam ülkelerinde bağımsızlık çabalarına göz yummak için bölünmeyi daha da büyütecek bir takım şartlar oluşturmuştur. Mesela, 1938 yılında Montrö Anlaşması’nda Mısır hükümetinin laik batı hukukunu uygulaması şartı gibi. Hedef, toplum hayatında İslam’ın alınmaması ve öğretilerinin uygulanmamasıdır. Kurtuluş hareketleri, İslam’ı toplumsal hayattan soyutlama ve ayırma hareketlerine dönüşmüştü. 1936 tarihinde Mısırlı yazarlardan biri, “Artık İslam’dan ve Arapça’dan tümüyle kurtulmanın zamanı geldi”, 1938 yılında ise, “batılıların iyi kötü bütün kültür ve düşüncelerini, eski ve yeni dillerini harfiyen öğrenmenin tam zamanı olduğunu” söylemektedir. (s. 204)
Muhammed İkbal, “dini düşüncenin ıslahı” adlı kitabında, Müslüman’ın aktif maddi hayata girmesi ve hayatından tasavvuf anlayışının uzaklaştırılması gerektiğini vurgular. Emperyalizm, eğitim işlerini eline aldığı andan itibaren, Ezher mezunlarının eğitimin hiçbir kademesinde görev almalarına izin verilmemiştir. Ancak, kendisinin belirlediği eğitim sisteminden geçtikleri takdirde resmi görev alabilecekleri söylenmiştir. (s. 210)
Bütün İslam aleminde, misyonerlik ve oryantalizm emperyalizmin iki ayağıdır. (s. 214) Propaganda ettikleri şeyler ise: Kur’an, Muhammed’in yazdığı ve Yahudi ve Hıristiyan kültürü karışımı bir kitaptır, İslam sevgiye değil dünyaya çağırmaktadır, İslam felsefesi Arap harflerle yazılmış Yunan düşüncesinden başka bir şey değildir, Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanılması gerekir!
Mısır’da firavunculuk, Suriye’de ve Irak’ta Asurculuk, Kuzey Afrika’da Berberilik, Suriye ve Lübnan’da Fenikecilik, Türkiye’de Şamancılık’ın diriltilmesini teşvik etmişlerdir. Misyonerlik ve oryantalizm aynıdır. Aralarındaki fark şudur: Oryantalizm, araştırma süsüne bürünmüş ve araştırmalarının akademik bilimsel araştırmalar olduğunu söylemiştir. Misyonerlik ise, sadece halk arasında ve halk seviyesinde kalmış, onlara yönelik olmuştur. (s. 218) “Oryantalistler, Hindu Müslümanlara İslam öncesi geçmişleri için sistematik bir bakış açısı sağladılar.” (Philip G. Altbach, Gail P. Kelly, Sömürgecilik ve eğitim, s. 36)
Oryantalizm ve misyonerliğin kalıntılarından Müslümanlar kendilerini temizlenmeye çalışmalıdır. İslam’a gölge düşürecek her türlü propaganda faaliyetleri önlenmelidir. Oryantalistlerin İslam aleyhine yaptıkları konuşmaları cevaplandıracak birimlerinin oluşturulması gerekir. Bunun içinde, İslam ansiklopedisi çıkarılmalı, modern fıkıh terimler sözlüğü oluşturulmalı, oryantalizmin yazdıklarını izlemek ve değerlendirip gerekli eleştiriyle yapmak için bir dergi çıkarılmalıdır. (s. 222)
Misyonerliğin hedefi: Oryantalizm, ortama göre şekillenen bir çeşit misyonerliktir. Lawrance Brown, “Müslümanlar Arap bir imparatorluk içinde birleşecek olursa, dünya için lanet ve tehlike olabilirler. En büyük tehlike İslam nizamıdır.” der. Papaz Calhon Simon, “İslam Birliği, Arap halkların Avrupa’nın egemenliğinden kurtulmalarına yardımcı olmaktadır. Onun için misyonerlik bu hareketlerin önlenmesinde büyük bir etken olmuştur. Çünkü misyonerlik, Avrupalıları cazip bir aydınlık içinde göstermeye çalışmaktadır.” demektedir. Misyonerlik, aynı zamanda Müslümanların sömürülmekte olduğu ülkelerde, emperyalizmin çıkarları için tehlike oluşturmalarını da önlemeye çalışmaktadır. (s. 223) İslam’a giripte, sonra Hristiyan olan hiçbir millet yoktur. Oryantalist Alman Becker, “Hıristiyanların İslam’a düşmanlığı vardır.” demektedir. (s. 224) Misyonerler, eğitim yolu ile yabancı egemenliğine karşı çıkmayan doğulu kişilikler yetiştirmeye çalışmaktadır. (s. 225) Guillimain, Fransa tarihi (s. 8, 81) isimli kitabında, “İslam dininin kurucusu Muhammed, mensuplarına bütün dünyayı egemenlikleri altına almalarını emretmiştir. Halbuki Hıristiyanlar sevgi ve iyilikleri ile insanları kazanmışlardır.” demektedir.
Avrupalıları oryantalist çalışma yapmaya sevk eden sebeplerin başında dini sebepler gelmektedir. Zaman geçtikçe oryantalist çalışmaların alana genişlemiş ve Arapça ve İslam dışında başka dinler ve dilleri de kapsamıştır. (s. 229) Emperyalizm, İslam aleminde nüfusunu sürdürmek ve rahat bir şekilde yerleşmek için misyonerlik ve oryantalizmi araç olarak kullanır. Oryantalizmi hazırlayan başka sebepler, ticaret ve siyasettir. (s. 230) Oryantalizm çalışmaları genel olarak, Müslümanları yıldırmak, kendilerine olan güvenlerini sarsmak ve ruhi çöküntüyü sağlamak konusunda odaklanmıştır. Amaçları, Müslümanların bu şekilde, batının maddeci medeniyetlerine boyun eğmelerini sağlamaktır. (s. 131) 1787’de Fransızlar, 1823’de İngilizler, 1842’de Amerikalılar ve daha sonra İtalyan, Avusturya ve Rusya da oryantalist topluluklar kurulur. (s. 232) Oryantalistlere finansal sağlayan kuruluşların başında, Rockefeller Vakfı ve Ford Vakfı gelir. (s. 234) Oryantalistlere göre İslam, şeytanın işidir, Muhammed yalancı, Kurnaz ve İsa düşmanıdır. Müslümanlarda vahşi ve barbar yaratıklardır. Hıristiyanlık dünyasında, Haçlı Seferleri yerine başka bir yol bulunmuştur. 1312 yılında misyoner Raymont Lull, Yüksek Öğrenim bölümünde Arapça derslerine başlamıştır. Peter The Venerable, Kur’an’ı Latinceye tercüme ettirmiştir. (s. 237)
Cambridge Üniversitesinde Arapça kürsüsünü açan kişiler gayelerini, 9 Mayıs 1936 tarihli resmi yazıda şöyle açıklamaktadırlar: ‘Hedefimiz, Doğu ülkeleri ile yapılacak ticaret yolu ile devlete ve krallığa yararlı bir hizmet yapmak ve kilisenin sınırlarını genişletmektir.’ (A. J. Asbesry, The Cambridge Scholl of Arabic, s. 8)
Siyasi işgal ve emperyalizmi ondan daha kurnaz ve yıkıcı olan kültür emperyalizmi izledi. Oryantalist eğitim ve misyonerlik, Müslümanların yaşadıkları hayat hakkında şüpheler yayma görevinde işbölümü yaptı. (s. 239) “İslam’ın kaynağını, yani Yahudilik ve Hıristiyanlığın tarihi etkisini itiraf etmesi gerekir.” der Montgomery Watt. (İslam and the Intefration of society, s. 293) Oryantalistler ve özellikle Protestan olanlar, şu veya bu dinde reform düşüncesinden kendilerini bir türlü kurtulamamışlardır. (s. 262) Birçok İslam ülkesinde reform düşüncelerinin, Hıristiyan siyasi ve askeri nüfuzla beraber veya onun neticesinde ortaya çıktığı, acı bir gerçektir. (s. 265) Oryantalistlerin anlattıkları Muhammed, hayallerinde canlandırdıkları Muhammed’dir. (s. 273)
Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki
*
Çağdaş çalışmalar ve oryantalistlerin siyere yaklaşımı
Bu yazıdaki tüm oryantalist iddiaların cevapları, ‘Tüm dinlerin özü İslam’dır ve Kuran’ın kaynağı denir?’ adlı yazılarımızdadır!
Muhammed Hamidullah’ın siyer ilmine katkıları (Adem Apak)
Hamidullah’ın siyere getirdiği en büyük yenilik, hikayelerle dolu üsluptan siyeri kurtarıp, akli izahlarla açıklamaya çalışması olmuştur. (s. 11) Mutezile kelamcısı Ebü’l-Hüseyn el-Basri’den etkilenmiş ve siyeri tenkit, tercih ve tahlile dayalı bir sistem haline getirmiştir. (s. 12) Siyere getirdiği diğer bir yenilikte peygamberi mucizevi boyuttan ziyade, onun insani yönünü öne çıkarmasıdır. (s. 13) Muhammed Hamidullah, Hz Muhammed’in Müslümanlar için , ‘Güzel bir örnek’ (Ahzab, 21) olduğunu ifade eden ayetin bizlerin mucizeler üzerinde uzun uzun durmamıza engel olduğunu, (s. 15) ‘Hz Muhammed’in insan olarak emek ve gayretini öğrenmemiz, ona verilen insanüstü mucizeleri bilmemizden daha faydalıdır ve bizim için daha fazla öğreticidir.’ (İslam peygamberi, I/128) görüşündedir. (s. 16) Hamidullah’ın siyere getirdiği en büyük yenilik, peygamberi insan odaklı ve dini öğreti merkezli bir peygamber olarak takdim etmesidir. (s. 17) Abdülkadir el-Bağdadi, ‘Şer’i ilimler akla dayanır.’ der (Usulü’d-Din, s. 156)
Hz Peygamberin siretiyle ilgili mevzu haberlerin tarihi değeri (Doç. Dr. Şaban Öz)
Örneğin, Şia, halifenin günahsız olma şartını ileri sürmüştür. Ebu Talip’in Müslüman olmadan ölmüş olması, Hz. Ali’nin masumiyetini zedeler endişesi ile onun Müslüman olarak vefat ettiği haberini ortaya atmışlardır. Bu suni kaynaklara da sirayet etmiş bir uydurma haberdir. Ebu Talip’in Müslüman öldüğüne dair Ehli sünnet kaynakları: İbni İshak, Tarih, s. 222;İbni Hişam, II/418; Zehebi, Sire, s. 149. Büyük İslam âlimi İbni Hacer, Fethu’l-Bari adlı eserinde, “Ebu Talip’in Müslüman olarak öldüğüne dair haberlerin hiç biri doğru değildir.” demektedir. (İbni hacer, VII/135; Ayrıca Zehebi, Sire, 151; İbni Kesir, I/308) Mevzu haberler, ortaya atılmış oldukları dönemin sosyal, siyasi, dini, kültürel ve hatta iktisadi yapısının izlerini taşımalarından dolayısıyla büyük değere sahiptirler. (s. 26) Dûrî, ‘Tarihi olaylarda rüyaların ve falların önemine sürekli işaret, bu tip şeylere inanan bir topluma işaret eder. Yine mesela, sabahları 7 adet hurma yiyenin evine o gün şeytanın girmeyeceği inancı, hurma üretimi ve ziraatına önem verildiğine işaret eder.’ der. (Abdülaziz Dûrî, İlk dönem İslam tarihi, s. 54) Mevzu haberlere karşı alınana tedbirlerden biri de ilmi seyahatlerin (Rihletu’l-İlm) ortaya çıkmasıdır. (s. 30) Tabiundan Ebü’l-Aliyye, “Biz Basra’da Resûlullah’ın ashabından nakledilen rivayetler duyardık, ancak Medine’ye gidip onların ağzından dinlemedikçe ikna olmazdık.” der. (Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman Darimi, Sünen, I/114) Zamanla fakihler, felsefeciler ve tarihçilerde ilmi seyahatler yapmaya başlar. (s. 31) Abbasilerde uydurma haberlerde Şia’yı taklit etmişlerdir: “Bu Abbas, babam, amcam ve varisimdir.” gibi. (İbnu’l- Cevzi, I/340-345; Şevkani, 354) Uydurma haber konusunda en gayretli mezhep konumunda olan Şia mezhebidir. (s. 43) Şia’nın vesayet, ricat, takiyye gibi birçok inancı tarihi tecrübeleri sonucunda oluşmuş ve şekillenmiştir. (s. 45) Mevzu haberler tarihçilerimizi yanıltmış, yanlış yorum yapmalarına neden olmuşlarsa da, tenkit faaliyetlerinin başlamasına neden olan da yine bizatihi bu mevzu haberlerdir. (s. 47)
Yusuf Ziya Yörükan’ın İslam Dini Tarihi isimli eseriyle siyer metodolojisine katkıları (Doç. Dr. Mehmet Nadir Özdemir )
Medine’ye 150 ailenin hicret ettiğini, bunlardan 45 kişinin kardeş ilan edildiğini nakleder. (s. 59) İfk olayı nedeni ile Hz Aişe ile Ali arasında bir mücadelenin olmadığını vurgular. (s. 60) Rıdvan beyatı ile seçme hakkının devletler hukukuna İslam ile birlikte girdiğini söyler. (s. 61) Hudeybiye anlaşmasından hareketle, ‘Sünnetin icmadan (Alimlerin fikir birliğinden) üstün olduğunu çünkü ashabın muhalefetine rağmen peygamberin bu anlaşmayı yapmasının bunu ortaya koyduğunu’ söyler. (s. 62)
İslam tarihçiliğinde tarafsızlık problemi (Prof. Dr. Ahmet Önkal)
İnsanoğlu genellikle aşırılığa meyillidir. Değer verdiklerimizin kusurlarını görmez, tasvip etmediklerimizin haddinden fazla tenkit ederiz. (s. 75) Tarihi şahsiyetler de övgü ve yergilerden haddinden fazla nasiplerini almışlardır. Bunun dışında İslam tarihçileri de tarihi olayları kendi bakış açıları ile değerlendirmişlerdir. (s. 76) İbni Kesir, Harre olayı ile ilgili tüm rivayetlerin uydurma olduğunu belirtir. (Bidaye, VIII/231)
Hz Peygamber’i anlamada ve anlatmada kaynak ve araştırmaların yeri ve önemi (Ünal Kılıç)
“Medine’de şair Ebu Kays el-Eslet’in tesirinde kalarak uzak duran Evs kabilesinin bir kolu hariç, her kabileden birçok kişi bu dine giriyordu. (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 45)
Kabileler arasındaki münasebetlerde şiir çok güçlü bir role sahip idi. Öyle ki kabileler için iyi bir komutandan daha çok, iyi bir şairin faydalı olduğu değerlendirmesi yapılırdı. İyi bir şair kitleleri ikna edebilir ve onların tavırlarında etkili olabilirdi. Şiir, savaş meydanlarında bir kılıçtan daha fazla etki gücüne sahip idi. (s. 103) Aslında Kur’an neye ne kadar önem veriyorsa Müslümanların da ona o kadar önem vermeleri gerekmektedir. (s. 107) Allah resulünün hayatı tarihte hiç kimseye nasip olmayacak bir şekilde (M. Hamidullah, İslam peygamberi, I/8) bütün yönleri ile kayıt altına alınmış, hatta bir olay karşısında suskunluğuna varıncaya kadar tespit edilmiştir. (s. 120) Hz Muhammed kendisini toplum dışında tutmamış, onlarla birlikte yaşamıştır. O, bizden biri gibidir ve bizim için örnek olabilecek bir model insandır. O’nun mucizevi kişiliği ön plana çıkarıldığında O, ulaşılmaz bir hedef haline gelir. Oysa O, Allah’ın insanlara belirlediği bir modeldir. (s. 124)
Batı oryantalizminin Hz Peygambere bakışı (Prof. İbrahim Sarıçam, Prof. Seyfettin Erşahin)
Batının Hz. Muhammed’e bakışı, kendi kimlik anlayışı ile paraleldir. (s. 199) Avrupa’da İslam ile ilgilenenlerin önemli bir kısmı dini, siyasi veya ideolojik önyargı ile hareket etmişlerdir. Oryantalistler, İslam medeniyetine taraflı bakmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. (s. 200) Batı Hz. Muhammed’e dini, siyasi/askeri, kültürel ve ekonomik etkenlerle bakmışlardır. Batı, Hz Muhammed’e rakip bir din kurucusu olarak bakmıştır. Teslis’ e karşı çıkan bir din Hıristiyan ilahiyatına karşı yapılmış açık bir meydan okuma idi. Oysa batıya göre Hıristiyanlık tek hak din idi. (s. 201) İslam düşüncesi batı aydını üzerindeki etkisi 13.yüzyılda öyle bir noktaya ulaşmıştı ki kilise, Müslüman düşünürleri takip edenleri aforoz ile cezalandırdı. Mesela Averroism olarak bilinen ibni Rüşdcülük hareketi başpiskopos Tempier tarafından 1277’de yasaklandı. İbn Sina ve İbn Rüşd gibi Müslüman filozoflar gizli Hıristiyan oldukları iddia edilmekte idiler. (s. 203) Rakibi daha iyi tanımak adına Avrupa’da ilk adımı atan Peter the Venerable, Kur’an’ı 1143’de Latinceye çevirtmiştir. (s. 207) Raymond Lull’da Müslümanları Hırisityan yapma fikrinin ilk misyoneri idi ve Müslümanları kazanmanın tek yolunun dillerini ve dinlerini öğrenmekten geçtiğini düşünüyordu. Avrupa’da aydınlanma ile diğer dinlere daha makul ölçüde bakılmaya başlanır. Mesela İngiliz ilahiyatçı H. Prideaux’un, The Life of Mahomet or Where One Abundantly Discovers the Truth of The Imposture (Muhammed’in hayatı veya Bir kişinin mebzul şekilde keşfedeceği sahtekarlığın mahiyeti) bunlardan biridir. (s. 208) Henry Stubbe, An Account of the Rise and Progress of Mahometanism (1670) adlı eseri ile Avrupa’da ‘Muhammed yanlısı’ bir kitap yazar ama ancak 20. yüzyılda basılabilir. (s. 209) Bazı kayıtlarda da, Muhammed’in kendini içkiye verdiği, bir defasında Mekke’de büyük bir içki aleminden eve dönerken bilinçsizce bir dışkı çukuruna düştüğü; kısa süre sonra oraya gelen domuzların uyuyan Muhammed’i ısırdıkları anlatılır. Bu efsaneler o kadar yaygındı ki, İngiltere’ye kadar uzanmıştır. (s. 213)
Batı, genellikle kendini güvensiz hissettiği durumlarda Hz Muhammed’e saldırmış, yardıma ihtiyaç duyduğu durumlarda (Mesela Sovyet tehdidine karşı) ise dost ilan etmiştir. Avrupa’nın din düşmanı olduğu söylenemez. Buda, Zerdüşt, Konfüçyüs gibi din kurucularına olumlu yaklaşırlar. Söz konusu din, İslam olunca sorun başlamaktadır. (s. 218)
Jocabus de Voragine, Altın okumalar adlı eserinde, meşhur ‘güvercin masalını’ anlatır. Prideaux, İslam’ın kılıçla yayıldığını, Theophanes, Hz Muhammed’in sara hastası olduğunu iddia eder. Thomas Carlyle, İslam’ın kılıçla yayıldığı iddiasına karşı şunları söyler: “İslam’ın tebliği, şiddet yoluyla, kılıçla engel olunmak istenince, hüküm elbette kılıcın olacaktı.” (s. 221)
Roger Arnaldez, Hıristiyanlarca yazılan İslam hakkındaki kaynakların sonradan yazılmış olduğunu, bunların taraflı kaleme alındığını, o nedenle itibar edilmelerinin zor olduğunu belirtir. (s. 228, 256)
Batı oryantalizminin İslam peygamberine fenomenolojik bakışı (Prof. İbrahim Sarıçam)
Carlyle, “Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi” der. “Sade bir ev hayatı vardı, herkesin önünde hırkasını yamardı.” (Carlyle, Kahramanlar, s.64) Carlyle, Hz.Muhammed’in “Dünya nimetlerinden yararlanmak” için peygamberlik ilan ettiği görüşünü reddeder. (Carlyle, Kahramanlar, s.49) Goethe, Müslümanlık ile ahlakı özdeşleştirir ve “her kimin hayatında bir parça ahlak varsa, Müslüman olarak yaşıyor, demektir.” (Carlyle, Kahramanlar, s.51)
Hz Muhammed’in mesajının batı şairlerine etkisi: Goethe etkisi (Prof İbrahim Sarıçam )
Hz Muhammed’i ‘dalga’ ile sembolleştiren Goethe, O’nun şahsiyetine hayranlığını dile getirmiştir. O’nun ırmak ve dereleri de bünyesinde toplayarak okyanusa, yani Allah’a ulaşmasını ‘Doğu Batı divanı’ adlı eserinde anlatır. (s. 260) Divanına Hicret adlı şiiriyle başlar. (s. 265) 1820 yılında gelini ağır bir hastalığa tutulunca, “Artık söyleyecek bir şey kalmadı, yine İslam’a tutunmaya çalışıyorum.” diye bir dostuna yazar. Teslisi reddeden Goethe, “Hepimiz İslam’ı yaşıyoruz.” der. (s. 267)
Hz Muhammed’in mesajının kaynakları ve orjinalliği meselesine oryantalist yaklaşımlar (Prof İbrahim Sarıçam)
Dogmatik bir anlayış içerisinde doğup büyüyen oryantalistler kendi dinlerine alternatif görüşler ileri süren ve kendi dinlerinin yanlışlığını iddia eden bu yeni dini kabul etmek istememektedirler. (s. 289) Oryantalistler, Kur’an’ın insan çabası bir ürün olduğu kanaatindedirler, bu nedenle de Kur’an’ı yazdığını düşündükleri Muhammed’i etkileyen kaynakları (Yahudilik, Hıristiyanlık, Haniflik vs.) araştırırlar. (s. 273) M. Watt, Muhammed at Mecca adlı eserinde (s.26-29) İslam’ın Arabistan’daki monoteist akımlardan etkilendiğini iddia eder. (s. 282) T. Nöldeke, Das Leben Muhammeds (s. 18-22) adlı eserinde, Hz Muhammed’in peygamberlik arzusu içinde olduğunu iddia ederler. (s. 285) İslam dünyası oryantalist kaynaklı çalışmaları bilimsel süzgeçle inceleyip faydalanabilirler. (s. 347)
Derleyen, Prof Dr Adnan Demircan, Çağdaş çalışmalar ve oryantalistlerin siyere yaklaşımı
*
Batı İslam Algısının Arkeolojisi
Önsöz
Uzun zamandır rekabete dayalı düşmanca ilişkiler içinde olan toplumların birbirlerini daha iyi tanımaları, dünyanın daha yaşanılır bir hale gelmesine sebep olacaktır. Çünkü rekabete dayalı düşmanlık, gerçeği çarpıtmaya neden olur. Çarpıtılmış imajın bilinen en iyi örneği, batının Müslümanlar hakkında ürettiği imajdır. Bu İmaj 7. yüzyılda başlamış, günümüze kadar çok az değişikliğe uğrayarak varlığını devam ettirmiştir. (s. 12)
Doğu Hıristiyanlarının İslam algısı
İlk Müslüman Fatihler ile karşılaşan Bizanslılar, muhataplarını bir dinin temsilcileri olarak değil, daha çok, çölden gelen barbarlar olarak nitelendirmişlerdir. (s. 19 ) Muhammed, onlara göre bir peygamber değil, Arap krallarının ilki idi. Arapların çok kısa sürede birçok toprakları ele geçirmeleri, tanrının onları sevdiğinin bir işareti değil Hıristiyanların işledikleri günahlara karşılık, tanrı tarafından gönderilen bir ceza olarak görünmelerine neden olmuştur. (s. 21) Hıristiyan cemaat liderleri, birçok Hıristiyan’ın ihtida ederek Müslümanlığa geçmesi üzerine, hem buna bir açıklama getirmek, hem de engel olmak için yollar aramaya başlarlar. (s. 22 ) Böylece Yuhanna ed-Dımeşkı’den başlayarak, Müslümanlara saldırmaktan daha çok, Hıristiyanların din değiştirerek Müslüman olmamaları için, Hıristiyanları ikna etmeyi hedefleyen, reddiye eserler ortaya çıkar. Bu iddialara göre İslam, Hıristiyanlık kökenli sahte bir mezhep, deccalin bir tezahürü, şeytani bir hata olarak takdim edilir. Daha önce, Hıristiyanlara karşı Yahudilerin kullandığı yorumlar, şimdi Hıristiyan ve Yahudiler tarafından İslamiyet’e karşı kullanılmaktadır. Önceleri etnik ve dünyevi bir güç olarak görülen Müslümanlık, 8. yüzyılın başlarından itibaren, dinsel bir olgu olarak görülmeye başlanır. (s. 23)
Latin Batı Hıristiyanların İslam algısı
Ortaçağda, Müslümanlara Sarazen, yani ‘çöl halkı veya İsmailî veya Hacerî’ isimleri verilirdi. (Hz Hacer’in, cariye olması nedeni ile, küçümseme amacı ile Yahudi kaynaklı bu isim kullanılırdı) Bu iki isminde kullanımı, kökeni, Dımeşki’ye kadar gider.(s. 24 ) 11. yüzyıla kadar, kökeni Dımeşki’ye kadar dayanan, Sarazenler’in, Venüs anısına dikilen bir put olan Kabe’ye, Machomet’in altından yapılmış olan putuna, Allah ve ‘Habar’ adındaki iki puta taptıklarına dair görüşler, batıda oldukça yaygın bir inanış olarak inanıla gelmiştir. İlk başlarda askeri ve ırka dayalı bir düşman olarak görülen Müslümanlar, Endülüs Emevi Devleti’nin, 756 da kurulmasından sonra, kültürel bir meydan okumayla da karşılaşınca, Hıristiyanlarca, bir dini düşman olarak algılanmaya başlanırlar. (s. 27) Endülüs’te kurulan Emevi devletinin kültürü, zamanla Hıristiyanları da etkisi altına alır. Eulogius, Hıristiyanların Arap şiirine, teolojisine, felsefesine merak saldıklarından yakınır. Dokuzuncu yüzyıldan itibaren askeri düşman ve kendi günahlarının cezası olarak algılanan Araplar, artık dini bir düşman olarak görülmeye başlanır. Manastırlarda, Hıristiyanlığın üstün olduğuna dair İslam’a karşılık reddiye metinleri yazılmaya başlanır. Tıpkı Doğulu Hıristiyanlar gibi, batılı Hıristiyanlar da İslam’ı, putperest, sapkın, Mesih karşıtı olarak sunar. (s. 28) Eulogius, İslam hakkında yalanlar uydurur, Hıristiyanlar arasında, İslam’da iyi şeyler varmış İntibaına yol açar kaygısıyla, iki din arasındaki benzer konuları bile tahrif ederek yorumlar. (s. 29 )
Doğu ve batı Hıristiyanların İslam algısının içeriği
Doğu Hıristiyanların İslam algısının içeriği Bizans’ın da içinde yer aldığı Doğu Hıristiyanları arasındaki İslam tasvirinin kökeni, Dımeşki’ye dayanır. Onun çizmiş olduğu İslam tasviri, kendisinden sonrakiler için hareket noktası oluşturmuş, daha sonrakiler üzerine eklemeler yaparak zenginleştirilmiştir. (s. 33) Olumsuz İslam tasviri, Dımeşki ile başlamış, Kindi ile zirveye oturmuştur. (s. 34 ) Günümüz oryantalistleri, Kindi’nin ileri sürdüğü görüşler dışında, yeni eleştiri getirmezler, yalnızca, var olanı detaylandırırlar. (s. 34)
Doğu ve batı Hıristiyanlarına göre İslam
Müslümanlar putperesttir: Kabe’de bulunan ve Habar diye isimlendirilen taş, aslında Afrodit’in başıdır. Sarazenler, çölde Havbar isimli cansız bir taşla konuşurlar. Allahu ekber kelimesinin, aslında Allah ve Habar şeklinde iki kelimeden oluştuğunu ileri sürerek, kendilerince eleştiri konusu üretirler. Habar, sarazenlerin aya ve afrodite verdikleri isim olduğunu, söylerler: İslam’ın, Tevhid dini oluşunun en belirgin ifadesi olan ‘Allahu ekber’ lafzının bile, düşman Hıristiyan anlayış tarafından, nasıl putperest bir çağrıya dönüştürüldüğüne dikkat çekmek gerekir!
Muhammed (Mamed): Deccal’in öncüsü, sahte peygamber. (s. 35)
İslam: İslam, Hıristiyan bir sapkınlıktır: Hz Muhammed’in üstadının, Kimisi Aryüsçü bir keşiş, Kimisi ise Nesturi bir keşiş olduğunu ileri sürer. Onlara göre Muhammed, başkalarının yönlendirmesiyle hareket eden zayıf bir adamdır. (s. 36)
Kur’an’ı, Muhammed kaleme almıştır: Ed-Dımeşki, ilk bu iddiayı ileri sürmüş, sonraki Hıristiyan savunmacılar bu görüşü devam ettirmişlerdir. Kindi’ye göre, Sergius adlı Hıristiyan, Muhammed’e dostça davranır ve onun Nesturi dinine girmesine sebep olur. (s. 37) Kindi, Kur’an’ın şimdiki mevcut metinin, Muhammed’in vefatından sonra Ebubekir zamanında derlendiği, Osman tarafından bir metin haline getirildiğini iddia eder. Muhammed’in geleceğini söyleyen önceki peygamberlerin bir müjdesi yoktur: Dımeşki, bu konuda kitabı mukaddeste herhangi bir bilgi, önceden bildirilmiş bir müjde yoktur, der. (s. 38)
Muhammed, hiç bir mucize göstermemiştir: Muhammed, ölümünün 3. günü tanrı tarafından göklere kaldırılacağı şeklinde bir müjde vermiş, ama bu gerçekleşmemiştir (s. 39, 47)
Muhammed, cinselliğe düşkün biridir: İnsanların İslam’ı kabul etmelerinin sebeplerinden birisi de, onun şehvani zevkler hususunda insanlara sağladığı serbestlik olduğu ileri sürülür. Cennet, dünyevi zevkler ile doludur: Araplar cenneti elde etmek için savaşmışlardır. (s. 40) Kur’an, İlahi değil şeytani bir yasadır.
Hıristiyanlık, ikna yoluyla; İslam, Kılıç yoluyla yayılmıştır: Anajesus, İslam’ın imanla değil, kılıçla kurulmuş bir krallık olduğunu ileri sürer. Kindi’de, Muhammed’in yolunun, kılıçla insanlara vurup öldürmektir, diğer insanlar, dünyevi arzuların elde etmek için İslam’ı kabul etmişlerdir, görüşünü ileri sürer. (s. 41)
Batı Hıristiyan dünyasının İslam algısının muhtevası
Muhammed, Mesih karşıtının öncüsü, deccaldir: Paul Alvarus için Muhammed, mesih karşıtı ama deccal değil; Eulogius için ise, deccal; Vincent de Beavais için ise, deccal gibi bir sahtekardır. C. Wesley, Muhammed’in şeytandan vahiy aldığını iddia eder. William Muir’de (1861) bu görüşü savunur. (s. 42)
Muhammed, bir heretik (Doğru yoldan ayrılmış, sapkın), İslam ise bir sapkınlıktır: Eulogius, mesihin tanrısallığını kabul etmeyen İslam’ı, bir heretiklik olarak kabul eder. Hıristiyan entelektüellerine göre Muhammed, mesih karşıtı bir heretiklik (dinde sapkın), halk nazarında ise İslam, paganist (çok tanrılı yerel din) bir inanç olduğu, genel kanaat idi. (s. 43) Haçlı Seferleri ile birlikte Müslümanların putperest olduğu kanaati kuzeybatıda yaygın bir hale gelmiştir. Haçlı seferlerine katılan insanlara, yaptıkları savaşı meşru göstermek maksadıyla İslam’ı, Arap putperestliği bağlamında açıklamaya gayret ederler. (s. 44) M. Paris ve V. Gottfried içinde İslam, putperest ve pagan bir dindir.
Muhammed, mucize göstermediği için peygamber değildir: Yahudi iken Hıristiyan olan Petrus Alfonsi’ye gören Muhammed, Arapların kralı olmak istemiş ama. Korktuğu için kendisini peygamber gibi göstermiştir. (s. 45) Alfonsi, Muhammed’in mucize göstermediğini ileri sürerken, Tuscanlı Tommaso, Matthew Paris ve Vincent de Beavais’e göre Muhammed, mucizeler göstermiş ama bu mucizeler şeytan tarafından gerçekleştirilmiştir. “Aslında ‘bu tür’ mucizeler göstermek bir peygamberin değil, deccal’in özelliğidir.” görüşündedirler. (s. 46)
İslam Kılıç da yayılan bir dindir: İslam, güç kullanarak yayılan bir dindir. Hıristiyanlık, sevgi yolu ile yayılırken, İslam zorbalıktan hoşlanan Muhammed tarafından kılıçla yayılmıştır. Bu yüzden Hıristiyanlık sevgi, İslam kılıç dinidir. Gembolu Sigebert, Vincent de Beavais, Riccoldo ve C. Gauthier için İslam; kılıç dinidir. (s. 49) Bu görüş, 21. yüzyıla kadar savunulmuş bir ithamdır. Papa 16 Benedict, 12 Eylül 2006’da Bizans İmparatoru 2. Manuel Paleologos’un (1391-1425) bir İranlı müderrisle, Ankara civarında yaptığı bir tartışmadan zikrettiği, “Muhammed, vaat ettiği inancı kılıçla yayma emrinden başka hangi yeniliği getirmiştir, gösterin bana.” şeklindeki sözlerini nakletmiş, başlangıcı VII. yüzyıla kadar geri giden bu eleştirinin, günümüzde hala, İslam’ın kılıç ile yayıldığı anlayışının, canlı bir konu olduğunu göstermiştir. (s. 50)
Kur’an ilahi değil, başkalarının yardımı ile yazılan bir kitaptır: Kur’an Hıristiyanlar için, vahyin en mükemmel şekilde ve nihai olarak Hz İsa’da gerçekleşmesinden dolayı kabul edilmesi mümkün olmayan bir şeydi. Kur’an, Hıristiyan ve Yahudi sapkınların yardımıyla derlenmiş, meydana getirilmiştir, görüşü ileri sürülür. ‘Güvercin ve beyaz boğa’ kullanarak, Muhammed’in vahiy aldığını iddia etmiştir, görüşündedirler. Bazen o hayvanlar yerine, deve veya eşekte zikredilir. Bu anlayış, hala varlığını devam ettirmektedir. (s. 51) Muhammed şehvet düşkünüdür: Petrus Alfonsi ve Sigebert’e göre İslam, şehevi duygular dinidir. Benzer konular, aynısı denilebilecek şekilde, gerek doğu gerek batı Hıristiyan dünyasında tekrar edilmektedir. (s. 53)
Latin batı İslam algısının doğulu kaynakları
Bizans’lı bir rahip olan Theophanes tarafından 810 yılında kaleme alınan Chronicle adlı eserde, Hz Muhammed’i Yahudilerin eğittiği iddia edilir. (s. 57) Servet sahibi olmak için dul bir kadınla evlendiği, sara hastası olduğu ama Hatice’yi Peygamberim diyerek kandırdığı, daha sonra cennet vaadi ile savaşarak ülkesini genişlettiği iddia edilir. (The Chronicle of Theophanes, s. 35) Cluny Manastırı’nın başrahibi Saygın Peder, 1143 yıllarında İslam’a karşı bir reddiye yazar. Reddiye Kindi’nin risalesine dayanır. (s. 60)
Risaletü’l-Kindi ve Latin Batı İslam algısının oluşumundaki yeri
Batıda orta çağdan itibaren ‘Apology of al-Kindi’ olarak bilinen metin, Yakup el-Kindi tarafından yazılmıştır. (s. 66) Risalenin (Apology) 830 veya 912 yılında yazıldığı da iddia edilir (s. 67) Hayali Müslüman muhataplar oluşturma ve onlara soru sorarak ve cevabî karşılıklar vererek, Hıristiyanlığın üstünlüğünü ortaya koymaya çalışan bu metinler, İslam’a yönelik reddiye geleneğinde, yoğun bir şekilde kullanılmış bir tarzı oluşturur. Bunun bilinen en eski örneği, Yuhanna’nın, Disputation’idir. (s. 73) Kindi’nin risalesi de, Müslümanlara yönelik olmayıp, Müslüman olmalarını engel olmak maksadıyla, doğrudan Hıristiyan çevreye yönelik olarak kaleme alınmıştır. (s. 75)
Kindi’nin risalesinin içeriği
Kindi’nin risalesi, Haşim’in kendisini İslam’a davet etmek maksadıyla kaleme aldığı mektup ve Kindi’nin ona verdiği cevaplarından oluşur. Kindi, risalesi boyunca, Hazreti peygamberin adını bir kez bile anmaz. Sürekli olarak ona ‘sahibuke/senin arkadaşın’ şeklinde gönderme yapar. (s. 77) Kindi, Hazreti İbrahim’in putlara taptığını, sonradan tevhid dinine geçtiğini, Haşimi’nin kendisini Hz İbrahim’in dinine davet ederken, önceki dinine mi sonraki dinine mi davet ettiğini Haşimi’ye sorar, sonra da, İbrahim’in Hanif dininin tevhid özelliği taşımadığını, putperest olduğunu göstermeye çalışır. (s. 79) Kindi, daha sonra Hz Muhammed’in Mekke’de, Lat ve Uzza’ya taptığını, peygamberlik iddiası için Sergius tarafından teşvik edildiği, iddialarına kitabında yer verir. (s. 81) Peygamberimizin savaşta dişinin kırılmasını, kendisinin melekler tarafından korunmadığına delil olduğunu ileri sürer. (Kendi ilahının çarmıha gerilmesini normal kabul eden bu zihniyet, önce insan sonra peygamber olduğunu ilan eden ve asla melek olmadığı defalarca Kur’an’da belirtilen birinin bizlere örnek olacak cesaret ve örnek hayatını karalamaya çalışırken, içine düştüğü paradoksu fark edememektedir!) Peygamberimizin evliliklerini diline dolayan Kindî, bunlardan fırsat bulup, ibadetleri yerine getiremediğini ileri sürer. (s. 83) Peygamberimizin geçmişten ve gelecekten haber vermediğini, onun vefatından 200 yıldan fazla zaman geçtiği halde, vaat ettiği hiçbir şeyin gerçekleşmediğini ileri sürer. (s. 85) Muhammed, öldükten üç gün sonra peygamberin göğe yükseleceğini ileri sürdüğünü iddia eden (s. 86 ) Kindi, Müslümanlığın menfaat ve şehvet için yayıldığını söyler. Halbuki, daha İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönem incelendiğinde, bu iddia kendiliğinden çürümektedir: Mekke dönemi, zevk ve sefa dönemi olmayıp, acı ve ıstırap dönemi olarak, Müslümanlara hiçbir dünyevi getirinin olmadığı bir zaman dilimi olmuştur. Bunu, uzun zaman Medine dönemi de izlemiştir. (s. 87) Kindi’ye göre, Kur’an’ı, Sergius yazdırmış, Abdullah bin selam ve Kab Bin Ahbar ise, hazreti Ali’ye peygamberliğini ilan etmesini istemiştir. Kindi, Hz. Ali’nin yanında İncil’e dayanan bir kitap olduğunu da ileri sürmüştür. (s. 89) Kindi, Kur’an’daki yabancı kökenli kelimelerden hareketle, Kur’an’ın yabancı eller tarafından yazıldığı iddiasını ileri sürer ve ‘noksanlık senin arkadaşındadır’ diyerek, seviyesiz üslup ve kinayelerine devam eder. Kur’an’ı, ancak cahil barbarların mucize olarak kabul edebileceğini de söyler. (s. 91) Kindi, abdest ve boy abdesti konusunu da ele alır ve insanın dışını değil içini temizlemesinin esas olduğunu söyler. (s. 92) Tıpkı ateist İlhan Arseli gibi, İslam’ı kötü göstermeye çalışan Kindi’de, karalayamadığı konularda hedef saptırmakta, Hıristiyan ile ateist zihniyetin 1200 sene boyunca değişmeyen İslam’a bakışlarındaki çarpık zihniyeti gözler önüne sermektedir! Kindi, kız kardeşlerle evlenmenin veya çıplak olmanın, ‘boşanmış bir kadınla evlenmekten daha iyi’ olduğunu iddia eder. (s. 93-97) Peygamberin mezarı mübarek bir yer olsaydı, oraya giden şifa bulurdu iddiasında da bulunur. (s. 93) Haşimi’nin kendisini Allah yoluna davetini ele alır ve söz konusu yolun, Allah değil, şeytanın yolu olduğunu ileri sürer. (s. 94) Haşim’inin, İslam’ın emirlerindeki kolaylaştırma hakkındaki sözüne ise, İsa’dan yaptığı ve “Dar Kapı’nın cennete, geniş kapının ise insanları cehenneme götüreceğine” dair ifadesi ile cevap vermeye çalışır. (s. 95) Kur’an’ı reddeden Kindi, Fatiha suresindeki doğru yol ifadesinin Hıristiyanlığa işaret ettiğini ileri sürer. Kur’an’ın, Kutsal kitapları övdüğünü nakleder ve sonra Kur’an’ın, Kutsal Kitapların değiştirildiği iddiasını, ‘çirkin bir şey’ olarak ifade eder. (s. 96 ) ‘İsa Mesih’in ortaya koyduğu şeyler, onun uluhiyetine delalet eder’ derken (s. 97) İsa’nın mucizesi olarak suyu şaraba dönüştürmesini örnek gösterir. Bu gibi şeylerin, onun tanrının sevgili oğlu olduğuna ve kendisinde bulunan yaratıcı kelimesine işaret ettiğini ileri sürer. (s. 98) Kindi, kendi dönemindeki ruhbanlarında mucizeler gösterdiğini söyler.(s. 99)
Saygın Peter, Müslümanları Hıristiyanlaştırmanın en iyi yolunun, onların dinleri hakkında sağlıklı bir bilgi edinmeden geçtiğini düşünür. Kur’an’la birlikte, çevrilen bütün metinlerde gözetilen saldırgan bir üslup (s. 100) göze çarpmaktadır: Bu kitapla, “İslam’ın ne kadar melun bir heretiklik olduğunu gösterecek; İslam’a karşı kendilerini nasıl savunmaları ve ona nasıl saldırmaları gerektiğini öğretecektir.” (Tolan, Saracens, s. 159-160) Kindi’nin Risalesinin de içinde yer aldığı metinlerin Latinceye çevrilmesini sağlayan Saygın Peder, bir Müslüman’la dini bir tartışmada nasıl mücadele edileceğine dair el kitabı hazırladığını ifade eder. (s. 101) Kindi’nin risalesini, B. Vincent, Roman Marti Thomas Auquinas, San Pedro Pascual, Raymond Lully, Riccoldo, Luther, J. Herbst, Cusalı Nicholas gibi Hıristiyan yazarlar, 1000’li yıllardan 1900’lü yıllara dek, eserlerine ya risaleden alıntı yapar, ya da direk bu risaleyi tercüme ederler. Batı, İslam karşıtı metinlerden daima medet umduğunu göstermektedir. (s. 107) Kindi’nin risalesinin en son baskısı, 1887 tarihini (Georges Tartar, Dialogue Islamo-Chretien, s. 16) taşır. Bu da kaynaklık olması ve etkisini göstermesi açısından önemlidir. (s. 108) Kindi, teslisin doğruluğuna, Kur’an’da bulunan ve tanrıdan çoğul olarak söz eden ifadeleri delil olarak kullanır. (s. 108) Nicholas için, Kindi de olduğu gibi Kur’an değişebilir, istikrarsız ve yalan söyleyen bir kitaptır. (s. 109 )
Risaletü’l- Kindi ve Petrus Alfonsi
Spekülasyon sayılabilecek bir takım sebeplerden dolayı Hıristiyanlığa geçen (s. 116), eski dindaşları tarafından dünyevi maksatlarla din değiştirdiği şeklinde suçlanan (s. 117) Alfonsi, Kindi’nin düşüncelerinin Latin Batı dünyasına ulaştırılmasına sebep olan, ‘Dialogi Contra Ludaeous’ adlı oniki diyalogdan oluşan kitabının 5. diyalogunu, İslam’a ayırmıştır. (s. 119 )
Petrus Alfonsi ve İslam
Petrus, Yahudi iken Hıristiyan olur ve niçin İslam’ı seçmediğini açıklamak maksadıyla İslam’ı eleştirmeye başlar: Muhammed, yaşlı bir kadını aldatmış ve onunla evlenmiştir. Kral olmak istemiş, çekindiği için peygamber gibi kendini göstermiştir. Hiç mucize gösterememiş, Uhut’ta yaralanmıştır ki, bu da, onun bir peygamber olmadığının göstergesidir. Öldükten 3 gün sonra, dirileceği yolundaki sözünü gerçekleştirilememiştir. İslam’ı, şehvet düşkünü Araplara kabul ettirmek için, cennetten vaatlerde bulunmuştur. İbadetler, Venüs kültünden kalma, pagan ayinleridir. Kur’an, Hz peygamberin vefatından sonra yazılmıştır. Muhammed, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkındaki bilgilerini, bu iki dinin sapkınlarından öğrenmiştir: Bunlar, iki Yahudi sapkın olan Abdias ve Habalahabar ile Yakubi bir sapkındır. İslam, savaşla yayılmıştır. (s.121-122) Alfonsi’nin, Dialogue adlı eseri, en son 1960 yılında İspanyolca basılmıştır. (s. 123)
Alfonsi’nin kaynakları
Petrus’un İslam hakkındaki bilgisi, Doğu kökenli metinlere, yani İshak el-Kindi nin Risalesi’ne dayanır. Alfonsi, bazen tamamını kelimesi kelimesine, ancak çoğunlukla özet olarak, Kindi’nin risalesini eserine almıştır. (s. 223) Norman Daniel, ‘İslam and West’ adlı eserinde, Ortaçağda batıda İslam hakkında en çok başvurulan kaynakları söyle sıralar: Abdülmesih el- Kindi’nin Risalesi, Alfonsi’nin Dialogi’si ve Tripoli’den özet parçalar. (Daniel, s. 260) Kısaca Dımeşki’den başlayan, İslam’ı karalayan önyargılı metinler, birbirlerinden alıntı yapan yazarlar vasıtasıyla günümüze kadar, aynen, sadece biraz ayrıntılı olarak olmak şartıyla tekrar edilmiştir: İslam’a iftira atan Oryantalistlerin, yalan rivayet zinciri: Yuhanna ed-Dımeşki (ölümü, 753); Abdülmesih el-Kindi (ölümü, 850; Kitabının en son basım tarihi, 1887 ); Petrus Alfonsi ( Ölümü, 1140; En son baskı, 1960 ); Saygın Peter/Peter the Venerable (Ölümü: 1156); Riccordo; J. Wycliff vd. ve günümüz oryantalistleri!
Sonuç
Doğu Hıristiyanları, Müslümanlara önce ırksal, sonra dinsel bir gözle yaklaşırlar. Müslümanlığın kalıcı olması, Hıristiyanların Müslüman olmaya başlaması üzerine, İslam’a karşı reddiyeler yazılmaya başlarlar. Arap kökenli Hıristiyanlar, yazdıkları, önce Yunanca sonra Arapça metinler ile Hazreti Muhammed’i, İslam’ı, Kur’an’ı kötüleme yolunu benimserler. Bizans Hıristiyanları ise, bu kötülemeyi daha ileri boyutlara taşırlar. Özellikle İspanya’nın Fethedilmesinden sonra, Latin Batı Hıristiyanlarının birinci hedefi, Hıristiyanların Müslüman olmalarına engel olmaktır. Bu nedenle Avrupalı Hıristiyanlarda, Bizans kaynaklarından elde ettikleri bilgilere, hayal gücünün de eklenmesiyle, İslam hakkında oldukça itici, aşağılayıcı bir tasvire başvururlar. Dımeşki, Kindi, Alfonsi gibi Hıristiyan müelliflerinin eserleri, Bizans üzerinden, Avrupa Hıristiyanlarına geçer ve bu İslam tasavvuru günümüze kadar aynen devam eder. (s. 131-133)
Prof. Dr. Fuat Aydın, Batı İslam Algısının Arkeolojisi
*
Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam
Bu yazının, Michael Curtis tarafından yazılan ‘Şarkiyatçılık ve İslam’ adlı eserin, sitemizde bulunan özeti ile beraber okunmasını özellikle tavsiye ederiz!
Önsöz
Bütün büyük geleneksel inanç sistemleri arasında sadece İslam’ın, zayıflamak şöyle dursun giderek güçlü bir toplumsal ve siyasal hareketlendirici kuvvet haline geldiği, tuhaf ama son derece önemli bir olgudur. Diğer geleneksel inançlar, modernizm ve popülizmin çeşitli karışımları önünde geri çekilmek zorunda kaldılar. (s. 10)
Oryantalizm, İslam ve kapitalizm
İslam’ın akademik olarak algılanması ekonomik mücadeleler yapanlarca belirlendi. (s. 15 ) Benim amacım, oryantalizmin ayrı ve farklı olarak değerlendirilen görüşleri de bozduğunu göstermektir. Marksizm, oryantalist geleneği takip etmiştir. (s. 16) Oryantalizm, birkaç önermeye dayanır. Bunlar: Hıristiyanlığın ilerici ve dinamik, Müslümanlığın durağan olduğu inancı, İslam’ın durağanlaşmasını özel mülkiyetin olmamasına, köleliğin varlığına, despotik yöneticilerin bulunmasına bağlanması ve İslam’ın boyun eğme tutumunun, kaderciliği beslediği görüşüdür. Oryantalizme göre İslam inancı, siyasi despotizme karşı koymak için hiçbir güdü doğuramamıştır. (s. 17) -Not, İslam’ın daha başlangıç döneminde, Halifeliğin seçimle başa geldiğini düşünürsek, Avrupa’daki Entrika dolu, ikiyüzlü siyasete ve bunun sonucu oluşan ihtilaller ve idamlar ile biten göstermelik uygulamalara ihtiyacımız olmadığı ortadadır. Afganistan’a, Irak’a nasıl ‘demokrasi geldiğini’ yaşayarak görüyoruz. Avrupa’da hala krallık, monsrşi ile yönetilen devletler yok mu?- Oryantalist sosyoloji İslam’ı, despotik, kaderci ve hareketsiz bir din olarak lanse eder. Onlara göre, Hıristiyanlık demokratik bir sanayileşme yönünde gelişen ve olgunlaşan, akılcı, ilerlemeci bir toplumun tohumlarını içinde barındırır. İslamiyet; Atıl, durağan, uyuşuk, Hıristiyanlık ise, dinamik olarak karakterize edilir. (s. 19)
Montesquieu, despotizmin başlıca örneği olarak Türkiye’yi gösterir. Onun despotizm kavramı, gerçek Asya tipi toplumlar hakkında ilk elden deneyime sahip yazarlarca eleştirilmiştir. Asya’da özel mülkiyetin olmadığı görüşü destekleyen Boulanger ve Bernier gibi yazarlar, Asya’nın Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesi için, sözde gizli bir bahane hazırlarlar. Hegel’in görüşü, doğuda kişisel özgürlük ve insanın bireyselliği hakkında hiçbir kavramın olmadığıdır. Hegel’e göre İslam, çoktan bütün ayrıntılarıyla tarih sahnesinden çekilmiştir. (s. 21) Komünist Manifestoda Marx ve Engels, batı kapitalizminin Çin ve Hindistan’ın Durağan ekonomik sistemlerinin tasfiye edilmesine yol açan kaçınılmaz ve ilerlemeci bir güç olduğu görüşünü ileri sürerler. Özellikle İngiltere’nin, Çin ve Hindistan konusunda yürüttüğü sömürgeci siyaseti, Marx ve Engelsel’in görüşleri ile paralellik arz eder. Cezayir’in, Fransızlar tarafından işgal edilmesi gibi önemli bir konuda Engels, burjuva kapitalizminin ilerici güçleri tarafından barbar Arap toplumlarının işgal edilmesinin, tarihi önemi hakkında, kendine özgü fikirler ileri sürmüştür. Marx ve Engels’in Asya hakkındaki görüşlerinde kaynak olarak, Bernier ve İngiliz faydacılığı esas alınmıştır. 1853’de Engels’e yazdığı bir mektupta Marx, Bernier’in haklı olduğunu yazmaktadır. (s. 22) İngiliz ekonomi politiği “Doğu toplumları, ancak yabancı bir işgal tarafından değiştirilebileceği” görüşünü kabul eder. Thackeray, Avrupa teknolojisinin Muhammed’in hilalini söndürdüğünü düşünmektedir. (s. 23) Seyahat edebiyatının tek özelliği, Müslümanların köleci ve kötü olduklarını ispat etmektir. Gibb ve Bowen, “İslamic Society and West” adlı kitapta, İslamiyet’in şahsi teşebbüsün söndürülmesine neden olduğu, durağan ve gerileyen bir uygarlık olduğu iddia edilmektedir. (s. 24) Weber’in İslami bilgisi, Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkındaki bilgisine göre çok zayıftır. İslamiyet hakkındaki bilgisini, Becker, Wellhausen, Hurgronje gibi yazarlardan edilmiştir. Ona göre İslam toplumu, akılcı bir kapitalist ruh ortaya çıkarmamış ya da çıkmasına katkıda bulunmamıştır. (s. 26) İslamlaştırılmış toplumların kültürünü biçimlendirmede tüccarlar ve ticari değerler fazlasıyla bağlayıcıdır. (s. 28) Kapitalizmin çevresindeki toplumlar, kapitalist toplumlar ve çok uluslu şirketler tarafından sistemli bir şekilde geri bırakılmıştır. (s. 34) Oryantalizmin en temel özelliği, Avrupa toplumlarındaki ekonomik ilerleme ve İslam toplumlarındaki durağanlığın nedenini, kültürel farklılığa bağlamalarıdır. (s.46)
Ortadoğu’da siyaset ve toplum
Oryantalist iddia, Ortadoğu’nun demokrasi, rasyonel hukuk olmaksızın 20. yüzyıla girdiği şeklindedir. (s.56) Bernard Lewis, “Kötü hükümete karşı çıkma hakkı ile ilgili batılı doktrin, İslam düşüncesine yabancıdır. Bunun yerine, ilk dönemlerde büyük bir öneme sahip olan, kafir yöneticiye karşı çıkmak görevi gibi bir İslami doktrin vardı” demektedir. İslam’da din ve siyaset ayrılmaz bir biçimde iç içedir. Toplumda, fitne tehdidinden korunmak için uzlaşmacılık ön plana çıkar. Sapmanın ve fethedilmenin sürekli tehdidi, günahta itaat yoktur ilkesini gölgeler. (s. 61) Albert Hourani, Ortadoğu siyasetinde güç mücadelelerinin, geleneksel olarak soyluların siyaseti olduğunu ileri sürer. (A. Hourani, Ottoman reform ABD the politics if notables) – Bu görüşün zıttına başka bir oryantalist, Fransız asıllı Protestan Diplomat ve İngiltere’nin Osmanlı Büyükelçisi Pauk Rycaut, 17. yüzyılın sonlarında Osmanlıda eksiklik olarak, Avrupa ülkelerinin aksine yüksek mevkileri elinde bulunduran “asil kana” sahip bir soylular sınıfı da Osmanlılarda yoktu, demektedir. (Michael Curtis, Şarkiyatçılık ve İslam, s. 61) – Oryantalistlerin yazdıkları birçok makalenin arkasında yatan şey, batının dinamik ve ilerlemeci, doğunun ise durağan ve durgun bir kültür içinde kilitlenmiş olduğu iddiasıdır. Oryantalist gelenek sanıldığı gibi güçlü değildir ve aynı zamanda çözülmemiş analitik sorunlar barındırır. Onların makaleleri, ‘kötü yönetime karşı koyma doktrini’ İslam’da yoktur, inancına dayanır. İslam’da, günahta itaat yoktur ilkesi vardır. (s. 64) Devrimler, Demokratik yönetim altında, teknolojik gelişmeye neden olan Batı modernleşmesinin önemli birimleri olarak ele alınır. Marks, 1789 devrimine bir trajedi, 1848 devrimine de saçmalık olarak baktı. (s. 66) Bazı araştırmacılar ise, şiddete dayanan devrimsel değişme ile kapitalist gelişme arasında bir bağının olmadığını ileri sürer. (Sonuçta amaç, kapitalist sisteme ulaşmaktır!) (s. 67) Kitabın yazarı, “Batı Avrupa ve Ortadoğu’nun toplumsal oluşumları arasındaki karşıtlığının sebebi siyasal farklılıklar ile değil, üretim tarzları düzeyinde anlaşılabilir. Avrupa’da dönüşüm, feodalizmden rekabetçi kapitalizme olurken, Ortadoğu’da değişim, sömürgecilik yoluyla, dış etkenlere bağlı kapitalizm ile bütünleşerek oluşmuştur” şeklindedir. (s. 77) Marksizm, devrimlerin, değerlerle artan ümitlerle ya da siyasal yapı ile değil, sınıf mücadelesi ile açıklanabileceğini ileri sürmüştür. (s. 79)
İslam, Kapitalizm ve Weber’in tezleri
İslam, Weber‘in rasyonel ekonomik faaliyete ilişkin tezinin önemli bir konusudur. O din ile Kapitalizm arasında bir ilişki kurar. (s. 83) Weber, dini inançlar ve kapitalizm arasında bir bağ olduğuna İnanır. Weber, İslam hakkında yanlış sorular sormuştur, onun ana ilgisi, Avrupa dışında rasyonel kapitalizmin yokluğunu açıklamaktan ibarettir. (s. 84) Weber’in İslam analizi özellikle başarılı değildir. (s. 85) Protestan ahlakı gibi bazı inançların, modern kapitalizme neden olduğu iddia edilmektedir. Ferdinand Kolegar gibi bazı yazarlar, ‘Weber’in, ekonomik ve dini ahlak arasındaki, ‘karşılıklı takviye etme’yi göstermeye çalıştığını’ iddia ederler. (s. 88) İslam, Arapların ulusal bir savaşçı dinine dönüşmüştü. Toplumun dışarıya doğru olan ritüellere bağlılığı, içeriye doğru olan değişmeden daha önemli olmuştu. Weber, İslam hiçbir zaman gerçekten kurtuluş dini olmadı, görüşündedir (Max Weber, the sociology of religion, s. 263) Savaşçı grup, dinsel gayreti toprak fethetme macerasına dönüştürmüştü. İslami züht, temelde askeri kastın insafsızlığı ve basitliğiydi. Weber, Sufizmi, kitlelerin dindarlığı olarak ele alır. Sufi mistisizm, tevhid inancının bozulmasına neden olmuştu. (s. 91) -Weber, amaç olarak kapitalizmi hedeflemiştir, ona ulaşan her şey iyi, doğrudur. Tersi ise, zararlı, yanlıştır.- Weber, kapitalizmin ruhu ile uyuşmayan bir kültüre sahip olduğundan dolayı, İslam’ın kapitalist ilişkiler üretemediğini iddia eder. Weber, İslam hukukunu analiz etmeye başladığında, tezinin, kapitalist gelişme için gerekli olan şartların sınırına dayanarak yapılandığı görülür. (s. 92) Şeriat üstün bir yasa konumundaydı. Weber’e göre, İslam’da kapitalist gelişme için gerekli olan hukuk geleneği yoktu. (s. 93) Şehirlerin patrimonyal askerler için askeri kamplar olarak kullanılması ve patrimonyal müdahale, ticaret ve el sanatları endüstrisi alanında yatırımı engellemesinden dolayı, İslam’da burjuva bir hayat tarzı ve ahlakı gelişmemiştir. (s. 95) İslam, burjuva ticari faydacılığını, doğallıkla hor görür ve bunu sefil bir oburluk olarak ele alır. (Weber, Economy ard society, s. 1106) -İslam, ne Sosyalist ne de kapitalist bir dünya görüşünü sunar. O, çağlar üstü bir dünya görüşüne sahiptir. Faik Bulut gibi ateist yazarlar da, İslam’ın kapitalizm ile iç içe olduğunu iddia eder ve tıpkı oryantalistler gibi önyargılı, peşin hükümlü olduğu için ve tüm önyargılılar gibi aynı konuda birbirine zıt fikir ileri sürer ve gerek ateist gerek oryantalistler bu önyargılarından ötürü İslam’ın ruhunu asla kavrayamazlar-
Kitabın yazarı Bryan S. Turner, “Weber’in, ‘İslam’ın feodal ahlakının savaşçı bir tabakaya bağlı oluşunun sonucu olduğuna’ ilişkin iddiası yanlıştır, İslâm ‘şehre ait, ticaret ve eğitime dayalı idi’ görüşünü savunur. “İslam, bedevileri ve şehirli tüccarları tek bir toplum içinde birleştirmeyi başaran bir kültür oluşturmuştur. İslâm, şehrin, çöl üzerindeki zaferiydi. Weber’in, İslam Hukuku tanımlaması, geçerli ve doğru olmaktan uzaktır. Birçok bilim adamı, şeriatın ideal ve pratik arasında bir boşluk dolduran, ideal bir hukuk olduğunu kabul etmişlerdir” der. ‘Üstelik bir dizi bilim adamı, İslam hukukunun sabitliğinin ve faizi yasaklanmasının gerçekten hiç ticarete müdahale etmediği sonucuna vardığının’ altını çizer. (s. 97) İslamî reformistler, ‘Bir kavim kendini değiştirmedikçe, Allah da, onların durumunu değiştirmez.’ ayetini sürekli yineler. (s. 99) İslami reform, çoğunlukla bir özür dilemedir. Batı sömürgeciliği, dolayısıyla ortaya çıkan aşağılık duygusuna cevap vermeye yönelik bir çabadır. (s. 100)
Doğuyu açıklamak
Ticaret, din ve askeri çatışmalar, oryantalizmin ana sürükleyici gücünü oluşturur. Doğu hakkında bilgi edinme, Avrupa’nın, Orta Doğu ve Asya üzerindeki yayılma tarihinden ayırt edilemez. (s. 106) İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikle birlikte, İbrahimi inancın temel bir varyantı olarak ele alınabilir. İslam, Avrupa’da temel bir sömürgeci güce sahipti. (s.107) İslam, Hıristiyanlık içinde bir mezhep olarak kabul edilirdi. Weber, İslam’ı toplumsal olarak yayanların özgün doktrinini, toprak fethetme işine dönüştüren Arap savaşçıları olduğunu söyler. İslam, patrimonyal bir yapının ideolojisine dönüşmüştür, görüşündedir. (s. 109) Weber, İslam’da sermayenin dini mülkiyetlere (vakıf) yatırılması ile sık sık dondurulduğunu düşünür. (s. 112) Marx ve Engels’e göre, Hindistan, Çin, Ortadoğu ekonomik olarak yaşamak için üretimin teknik temelini sürekli olarak değiştirmeye zorlanan kapitalistlerin devrimci özelliklerini ön plana çıkarırlar. Onlara göre, toplumsal sınıfların ve sınıf mücadelelerinin yokluğunda, hiçbir Toplumsal değişme mekanizması da bulunmaz. (s. 113) – Oryantalistler, doğu halklarını despotlardan kurtarmak adına; Marx ise, devrime neden olacağı düşüncesi ile İslam ülkelerinde kapitalizmi savunurlar.- Weber ve Marx için Doğu, özel mülkiyetin, toplumsal sınıfların olmadığı eksiklikler listesidir. (s. 114) Avrupa kapitalizmi, dünya düzeyinde ekonomik bağımlılık sistemi yaratarak herhangi bir yerdeki bağımsız kapitalist gelişmeye engel olmuştur. Niçin kapitalizm sadece batıda ortaya çıkmıştır? (s. 116) “Sanayileşme, batıda, tesadüfen, bir araya gelen koşulların kazara ve neredeyse muhtemel olmayan ardışıklığın sonuçları olarak ortaya çıkmıştır” (E. Gellner, In Defence of Orientalism, Sociology, 14/296) Oryantalizmi, bireylerin sınıflandırıldığı tiplemeler yaratan bir söylem olarak ele alabiliriz: Enerjik batılı birey, şehvete düşkün doğulu bireye, rasyonel batılı, tahmin edilemez doğulu’ya, kibar beyaz, gaddar insana karşıdır. Edward Said, Oryantalizm’inde, Batılının Doğuyu, ‘duygusal, akıldışı, potansiyel olarak tehlikelidir’ şeklinde gördüğünü söyler. Said, “oryantalizmi, doğu kendilerini yeterince tanımaz, batının onları tanıması ve onlar hakkında konuşmasıdır.” diye tarif eder. (s. 119) İslam ve Hıristiyanlık, ortak İbrahimî dini soyun boyutları olarak ele alınabilir. Bu iki din aynı zamanda cihat ve haçlılık gibi ortak bir geleneğe sahip olan, karşılıklı sömürgeciliğin süreçlerini içerir. Bu düzlemde İslam; İspanya, Sicilya, Malta, Yugoslavya ve Balkanların batılı bir din, Hıristiyanlık; Suriye, Mısır ve kuzey Afrika’nın doğulu bir dini olarak gönderme yapabiliriz. (s. 121) Bu iki din, felsefe, bilim ve tıpta da ortak çerçeveler paylaşırlar. Bu örtüşen kültürel geleneklere rağmen oryantalizmin genel yönü, farklılıklar ve ayrılıklar konusuna önem vermektedir. Renan, İslam uygarlığının bilimsel ilerleme ile uyuşmadığını ileri sürmüştür. (s. 122) Bertrand Russell, Arap felsefesinin orjinal bir düşünce olarak önemsiz olduğunu söyler. O’Leary, ‘How Greek Science Passed to Arabs’ adlı çalışmasında Müslüman bilim adamlarını, Tıp, optik ve kimya gibi alanlarda önemli bulduğunu söyler. Yunan toplumunun batı düşüncesine temel katkısı, tartışma ve araştırmanın sistematikleşmesine imkân sağlayan muhakemenin mantıksal ve hitabet ile ilgili tarzıdır. (s. 123)
Helenizm ve demokratik araştırma arasındaki sorun, Yunan toplumunun köleliğe dayanmasıdır. Batı kültürünün dinamizmini Hıristiyan mirasta mı yoksa Helenizm de mi yatıyor sorusuna cevabı, Marx; Heraklitus’a, Weber ise Protestan zahitliğine bağlayarak cevap verirler. (s. 124) – Kapitalist ve ateist iki düşünce kendi emperyalist köklerine atıfta bulunurken, ne ilginçtir kendi ülkemizin aydınları (!) kendi kültürlerine düşmandırlar! – Tanrıcıl oryantalizm, Hıristiyan değerleri kabul ederken, agnostik oryantalizmde İslam’ı, Hıristiyanlıktan daha akılcı bir tek tanrıcılık biçimi olarak ele alarak, Yunan kültürünü batılı değerlerin genel kaynağı olduğunu ileri sürer. (s. 125) Hume, akılcılık konusunda, İslam ve Hıristiyanlık arasında, İslam lehine bir karşılaştırma yapar. Ama aynı Hume, tek tanrıcılığın sonradan geliştiğini de kabul eder. (s. 125) Nietzsche, Anti-Christ’teki ifadeleriyle (Nietzsche, s. 183): “Hıristiyanlık, bizi eski dünya kültürünün ürünlerinden mahrum etti. Sonraları, İslam kültürünün ürünlerinden de mahrum etmeye devam etti. Bizim duygularımıza ve zevkinize hitap eden, İspanya’nın harika Endülüs’ü ayaklar altına alındı, Neden?” diye sorar. (s. 127) Oryantalist geleneğe bir alternatifin ortaya çıkacağını görmek zordur. (s. 128)
Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam
*
Şarkiyatçılık ve İslam
Bu yazının, Bryan S. Turner tarafından yazılan ‘Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam’ adlı eserin sitemizde bulunan özeti ile beraber okunmasını özellikle tavsiye ederiz!
“Batıdan doğu despotizmine ilişkin oluşmuş bir önyargı mevcuttu. (Jack goody, Avrupa’da İslam damgası, s. 61) 19. yüzyılda bir din olarak İslam’ın, kaderci olduğu, ilerlemelere engel olduğu düşünülmüştür. Uzun vadede bunun bir önyargı olduğu görülmüştür. (s. 85) 1820’lerde Osmanlı donanmasında görev yapan İngiliz subayı Sir Adolphus Slade şöyle yazmaktadır: “Osmanlılar, özgürlüğün en değerli imtiyazlarını olabildiğince yaşamışlardır. Osmanlı insanı en düşük düzeyden paşa düzeyine çıkabilecek özgürlüğe sahiptir. (s. 126) İslam medeniyeti, Hollanda’lı Pim Fortuyn’un iddia ettiği gibi, ‘gerici bir medeniyet’ değildir.” (s. 128)
Yazar, oryantalist çalışmaların, emperyalizme ve sömürgecilere hizmet ettiğini kabul etmez. Eserin tamamı bu mantıkla yazılmış ve sonuçta batının yaptıkları her şey (sömürü ve işgal dahil ) haklı ve bir hikmete binaen yapılmış gibi gösterilirken, sonuç itibari ile Müslümanların yönetilmesi gereken fanatikler olduğu imajı oluşturulmaya çalışılmıştır.
Yazara cevap olarak sitemizdeki, ‘Avrupa’nın üzerine Doğan İslam güneşi, İslam Barış dinidir, Batı medeniyeti, islamofobi’ gibi yazılara bakılmasını tavsiye edebiliriz.
Michael Curtis, Şarkiyatçılık ve İslam
Batının Doğu hakkındaki gerçek fikirlerine geçmeden önce batılıların Doğu ülkeleri üzerinde yürüttükleri çalışmaların doğu üzerinde güce sahip olma arzusuna sahip emperyalist veya sömürgeci bir yaklaşımla sıkı sıkıya bağlı olmadığını belirtmek yerinde olacaktır. (s. 7) Doğu üzerinde yürütülen batılı çalışmaların bir tür sömürgeci güç olduğunu tartışmak mantıksızdır. (s. 11) Batı edebiyatı Zalim hükümdarların Timurlengin ve, İslam’ın anlatıldığı başta Türkiye olmak üzere, birçok Doğu ülkesini konu alan hayal ürünü masallar ve negatif simgeler ile doludur. (s. 19) Batı, sahip olduğu bilim ve felsefe yöntemleri ile araçlarını, doğudan almıştı ve bunu kabul de etti. (s. 20) Mısır milliyetçiliği ve İran’ın bağımsızlığı için yürütülen kampanyalara destek olan Edward G. Browne, Arap milliyetçiliğini destekleyen W. S. Blunt ve İ. Goldziher gibi İslam toplumunu bölen fikirleri yayarlar. Hatta Napolyon’un Mısır işgalini Curtis, ‘bir çeşit Kahire’yi modernleştirmek’ olarak açıklar. (s. 22) Papa 4. Leo, Müslümanlara karşı savaşan Hıristiyanlara cennet vaat ediyordu. Papa John da benzer şekilde, ‘inançsız kişilere karşı savaşanlara’ benzer vaatlerde bulunur. Papa 2. Urbanus Müslümanları Tanrıdan tamamen uzaklaşmış bir ırk olarak tanımlar. (s. 27) Haçlı Seferleri inançları için tehlike olarak gördükleri Müslüman düşmana karşı, ortak bir Hıristiyan vaadi olması temelinde haklı sebeplere dayandırıldı. Arapların servetini ya da topraklarını ele geçirmek için açgözlü bir istekle başlamamıştı bu seferler aksine, Haçlı Seferleri katılımcılar için maliyetli bir girişimdi. (s. 28) Türk kelimesi kimi zamanlar basit bir unvan ya da tanım olarak kullanılsa da, sıklıkla, akla şehvet ve zulmü getiren aşağılayıcı bir şekilde ve ayrıca Müslüman kelimesi ile de eş anlamlı olarak kullanılıyordu. (s. 30) Özellikle 17. ve 18. yüzyılda ve sonrasında bazı Avrupalıların, Osmanlılar gibi giyinmeleri, Türk kıyafeti denilen tarzın moda olmasına, Avrupa’da sanatsal tasvirlere ve kılık kıyafete adapte edilen sarığı takmalarına rağmen, Müslüman sultanlar halka Avrupalılar gibi giyinmeyi yasaklar. (s. 31) Papa II. Pius, inançsız Müslümanlara karşı haçlı seferi yapılması çağrıların da bulunur. Onun sayesinde Avrupa kelimesi Hıristiyanlık ile eş anlamlı kullanılır hale gelir. (s. 39) Şamlı Aziz John, yedinci yüzyılın sonlarında Hz. Muhammed için ‘sahte peygamber’ der. Kur’anı latinceye çeviren Cluny başrahibe Kutsal Peder, Muhammed’in cinsel açıdan nefsine düşkün biri ve katil olduğunu düşünmektedir. Thomas Aquinas ise, ‘Summa Contra Gentiles’ adlı eserinde, Muhammed’in vahiy almadığını, Müslümanların canavar, vahşi olduğunu, insanları şiddet ve silahla kendisine katılmaya zorladığını iddia eder. (s. 41)
Daha sonra 12. ve 14. yüzyılda, düzenbaz ve sapkın olarak düşünülen Muhammed ve özellikle İslam’ın teslis açısından Hıristiyanlığa aykırı olan görüşleri, kiliseye göre saçma ilan edilen Kur’an’daki cennet algısı ve Müslüman toplumun despotizm, kölelik, kadınların itibarsızlaştırıldığı iddiasına, Müslümanların şiddet ve zulme maruz kalan, pasif ve itaatkâr bir toplum olduğu görüşleri eklenir. DOLAYISI İLE ONLARI BU ZULÜMDEN KURTARACAK OLAN KUTSAL GÖREVLİ KURTARICILARDA BATILILARDIR! Avrupalılar ciddi ve tarafsız analizler yaparken, batılı eleştirmenler ve politik şahsiyetler, doğu ile ilgili sert ifadeler, yanlış anlamalarda bulunmaktadırlar. Bacon, Türkleri ahlaktan uzak, sanatsız, bilimsiz, bir arsayı ya da günün bir Saatini bile hesaplanamayan, yemekte kıt; pis, kısaca; insan toplumunun yüz karası olarak tasvir etmekte idi. Türkler için, ‘canavarlara karşı kibar olan gaddar insanlar’ tanımı da ona aittir. (s. 42) Montaigne, Haşhaşileri sadık Müslüman olarak tanımlarken, Dante, Muhammed’i cehennemin 8. katında resmetmek de idi. (s. 43) Petrarca, Hıristiyan batının, doğuya karşı insanlığın son kalesi olduğuna inanıyordu. Bruno, Türkleri Antik Roma tarihindeki vahşilerle, Godlar, Vandallar, Lombardlarla bir tutarak, kitapları yok eden kimseler olduğunu söylemektedir. Michel Baudier, Hazreti Muhammed’i, ruhun duyarlılıklarına karşı kör, dünya üstünde sahip olduğu bir randevu evi ile yetinmeyen, onu cennete kadar yükselten biri olarak tasvir eder. 1560’da Türklerin çoğunun çok eşli olmadığını yazan neredeyse tek kişi Guillaume Postel idi. Baudier, Muhammed’in ailevi kökeni belli değil, liderlik için Tanrı tarafından kutsal bir şekilde atanmış gibi yapıp, silah gücüyle dünyayı kendi hakimiyeti altına almak isteyen bir karakter olarak betimler. “Kötü ve dünyevi hedefler içindeki, hain ve zalim bir olan birinin türettiği ‘Muhammed dini’, insanlara maddi zevkler sunarken, aynı zamanda kılıç ve zorbalık ile onları kontrol altında tutuyordu” der. (s. 44) Blaise Pascal, “Muhammed dünyevi başarı yolunu izlerken, İsa’nın ise ölüm yoluyla ölümsüzlüğü seçtiğini” iddia eder. “Muhammed’in yaptığını herhangi bir insanda yapabilirdi. O, hangi maneviyata, hangi mutluluğa sahipti?” diye devam eder. 17 yüzyılda köle Hıristiyanların Müslümanlaştırılması ve İslam’ın bazı Hıristiyanları cezb etmesi üzerine, Avrupa Hıristiyanları Türkler ve İslam dinine karşı, Hristiyan Birliği oluşturması çağrısında bulunurlar. Osmanlı ve İslam hakkında çıkarılan yayınların sayısı zamanla arttı ve bunların çoğu eleştiri yayınları idi. Humphrey Prideaux, Muhammed’i cahil bir barbar, şehvet düşkünü ve kötü ruhlu bir sahtekar olarak tasvir ediyordu. Yazar, Muhammed’in kutsallığının saçmalığını gözler önüne serdiğini ileri sürmekte idi. Kitabı ‘Life of Mohamet’ defalarca Avrupa’da basılır. (s. 45) İngilizcede İslam’a karşı sempatik bir tavırla yaklaşan belki de ilk eser, 1674 baskılı, ‘An Account’ adlı eserdi ve yazarı Henry Stubble idi. Teslis muhalifi bu yazar Hz Muhammed’in şimdiye kadar gelmiş en zeki yönetici figür olduğunu iddia ediyordu. Pierre Bayle, Muhammed’in şehvete ve kılıca düşkün bir sahtekar ve kendisini yüceltmek için dini kullanan sahte bir öğretmen olduğunu düşünse de aynı zamanda diğer dinlere gösterdiği hoşgörü ve kadınlarının düzgün ahlaklı oluşu nedeniyle, İslam toplumları için sempati ile şekillenen bir tutuma da sahip idi. (s. 46) “Peygamber Muhammed’in fanatizmi” isimli oyunda Voltaire, kimsenin deve tüccarı Muhammed’in davranışlarını mazur göremeyeceğini yazar. Kur’an’ın her sayfasında sağduyuya hakaret edildiğini, mantıksız bir kitap olduğunu söyler. Muhammed’in, kitabına saygı duyulmasını istediği için kendi ülkesini ateşe verip kılıçtan geçirdiğini söyler. Diderot, bir makalesinde Muhammed’in şimdiye kadar gelmiş en büyük sağduyu düşmanı olduğunu yazar. Muhammed, kendi isteklerini cahil insanlara empoze etmiş ve Kur’an’ın bölümlerinin vahiy ile indiğine inanmayanların boğazını kesmiştir. Ayrıca, Muhammed’in insanları din değiştirip, güzel kadınlarla birlikte olma zevkine ulaşmaya ya da ölümü seçmeye zorladığını yazmaktadır. (s. 47) Lipton Edward Gibbon ise, Muhammed’in coşkulu bir tutkun mu yoksa bir sahtekar mı olduğu konusunda kararsızdır kalmıştır. (s. 48)
Kitap yazarları, İslam’ın despotizme inanılırlık kazandırdığını düşünmektedir. Aktardığı yazarların yorumlarının “Yüzyıllar önce yazılmış olmalarına rağmen, günümüzün modern dünyasında hala üzerinde düşünmesi gereken konular” (s. 49) olduğunun altını da çizen yazar, İslam’a bakış açısının yüzyıllar boyunca değişmediğini de böylece bizzat göstermiş olmaktadır.
G. Botero, “Osmanlı’da halk, tebaa değil emirleri kanun yerine geçen despot büyük Türk’ün kararlarına bağlı olan köleler” olduğunu ileri sürer. (s. 59) 1570’lerde tarikattan ayrılan bir Cizvit olan bu yazara göre, özel mülkiyet ve özgürlük hakkı doğuda yoktu ama bunun aksine, batıda özel mülkiyete sahip olma hakkı vardı. Protestan bir Tüccar olan Jean-Baptiste Tavernier, defalarca baskı yapan kitabında benzer görüşler ileri sürer.(s. 60) Doğu hakkında yazan yazarlardan belki de en etkilisi olan, Fransız asıllı Protestan Diplomat ve İngiltere’nin Osmanlı Büyükelçisi Pauk Rycaut, 17. yüzyılın sonlarında Osmanlının, vahşi, zalim, zorba bir rejim ile yönetildiğini tasvir ediyordu. Yazar bir diğer eksiklik olarak, Avrupa ülkelerinin aksine yüksek mevkileri elinde bulunduran “asil kana” sahip bir soylular sınıfı da Osmanlılarda yoktu, demektedir. Türk saltanatı bir çeşit kölelerin tutulduğu bir hapishane ve köleliğin çatısıydı. Bu yazar kendi içindeki kötücül mizacının zehiriyle, Osmanlı’nın infilak edeceğini söylemektedir. Kötücül mizacın özelliklerine birisi de, 16. ve 17. yüzyıllardaki kadınların saltanatı, kadının toplumdaki etkili bir yere sahip olmasıdır. ‘Okuyucular için Risale’sinin sonunda, “Muhammed’in yoz, kibirli ve habis dininden” ziyade Bir Hıristiyan olarak doğduğu için tiranlık, baskı ve zulüm ile dolu olan Türkiye’de değil de, mantığın ‘akıl almaz vaizin gurur ve şehvetle rekabet içinde olmadığı’, dünyanın en adil ve dürüst ülkesinde doğduğu için tanrıya teşekkürlerini sunar.(s. 61) İngiltere sınırları dışına hiç çıkmamış olan ve Osmanlı Devleti’nin askeri ve siyasî tarihiyle ilgili yazılmış ilk İngilizce kitabın yazarı olan Richard Knolles, ilk temel eserini Osmanlı tarihi hakkında, İngilizce olarak yazar (1603). Yazar Türkler için bir terim üretir, ‘dünyanın yeni baş belası’. Türklerin verdiği sözlere inanmanın tehlikelere dikkat çekmek için ‘Türklerin erdem ve insanlıktan nasip almadığını’ sözlerine ekler. Ona göre Türkler gaddar ve kalleştir. (s. 66) İlk profesyonel Seyyah yazarlardan biri olan Fynes Moryson, Osmanlı İmparatorluğunu gaddar, tüm halk doğuştan köle ve gerçek asaletin olmadığı topraklar şeklinde tasvir eder. 1610’da İstanbul’a seyahat eden George Sandys, Osmanlı İmparatorluğu ve İslam’ı, ‘asi ve saralı Bizans askerinin eseri’ şeklinde eleştiriyordu. Aynı yazar Hz Muhammed için bir sahtekar demekte, ilahi bir emir almadığını ileri sürmekte idi. Ona göre Hazreti Muhammed, acımasız, doğuştan tüm kötülüklere meyilli ve doyumsuz şekilde şehvet düşkünü idi. Kur’an, masallar, efsaneler ve hayaller ile doluydu. Sonuç olarak yazar şöyle der: Kötü ve dünyevi projelere sahip yaşayan bir insanın oluşturduğu İslam dini, gücünü tiranlık ve kılıçtan alıyor.Tüm erdem’in, tüm bilgelik ve bilimin, tüm özgürlük ve ahlakın kökünü kazıyordu. (s. 67) Sir William Eton, 1799 yılında yazmış olduğu kitapta, Osmanlı İmparatoru için, “tanrının sesi ve gücünü tek bir insanda birleşiyor” derken, başka bir yerde, “müftünün, dini ve ruhani konularda lider konumda olduğunu ve ayrıca subaylar, ulema ve bakanlardan oluşan büyük bir divanında sultan’ın gücünün sınırlayıcı” olduğunu yazarak kendi ile çelişmekte idi. Aynı yazar, Türkler ve Avrupalıları karşılaştırır. Ona göre modern Avrupa’nın büyük bölümü, yurtsever, yardımsever, soylu, sosyal çevreyi süsleyip çekici hale getiren, hassas zevkler yaratan, dişil toplumun etkilerine atfedilebilir bir yapıdadır. Türkler ise aksine, sevgi anlayışları, arkadaşlık ya da saygıdan öte, cinsellik üzerine kurulu barbarlardır. İskoç bakan William Robertson, Türkleri zalim, azılı barbar, despot olarak tanımlar. Osmanlı sultanının efendi, halkın ise köle olduğunu iddia eder. Fakat Eton gibi Robertson da, Kur’an’a itaat ve askeri güç gibi sultanı kısıtlayan şeylerin olduğunu ekler. (s. 69) Volney Kontu, orijinal ismi ile François de Chassaboeuf olan yazar, Kur’an için; inatçı, ateşli bir fanatizmin gücü olduğunu, Hz Muhammed’in insanları aydınlığa kavuşturmak değil, onlar üzerinde egemenlik kurmak isteyen, taraftar bulmak değil, kendi emri altında tebalar olsun isteyen biri olarak tasvir eder. Bir zamanlar Asya gelişmekte iken, İslam yüzünden, barbarlık ve manasızlık çukurunda çürümeye başlar, diye yazar. Yazarın bu görüşleri dünya çapında etkili olur. ABD Başkanı Thomas Jefferson, kitabının çevirisini yapar. Daha sonraki yazarlar, bu fikirlerden etkilenir. (s. 87) 1720, 1723 yılları arasında, 144 makale yazan iki yazar, Cato müstear adını kullanarak, daha sonra kitap haline getirdikleri görüşlerinde, ‘Türklerin dini acımasızlık ve şiddet kullanımı ile desteklenen bir düzenbazlık ve hile üzerine kurulmuştur, Muhammed Kur’an’ın tartışmaya açılmasını yasaklamıştır’ demektedirler. (s. 88) İngiltere’nin Osmanlı Büyükelçisi Edward Wortley Montagu’nun eşi Lady Mary Wortley Montagu (1717), İngilizlerin Türkiye hakkındaki bilgilerinin önyargılı olduğunu düşünmüş ve dini liderlerin, ‘Muhammed’in kurallarını kötülemek için saçma sapan binlerce hikaye’ uydurduğundan yakılmıştır. Başka yazarlar köle olarak halkı tanımlarken Lady Mary, sultanlarına karşı duydukları net ve sınırsız hayranlığı rağmen, eğer halk bir bakandan memnun değilse sultan’ın sarayı’nda korku dolu bir bekleyiş içinde oturduğunu yazmaktadır. (s. 90) Lady, Türkiye ile Fransa ve İspanya gibi Katolik ülkeler arasında karşılaştırma yapmış ve Türk halkının İngiliz halkından daha geniş özgürlüklere sahip olduğunu, Türk kanunlarının İngiliz kanunlarından daha iyi bir şekilde tasarlanmış ve uygulanmış olduğunu, Türkiye’deki kadınların durumunun pratikte daha iyi olduğunu ifade etmiştir. Kız kardeşi Lady Mar’a yazdığı bir mektupta şöyle demektedir: ‘Her şeyi hesaba kalktığımda, Türkiye’deki kadınların, bu ülkedeki en özgür bireyler olduğunu görüyorum.’ (Robert Hals, Selected letters of Lady Mary , s.329; Ccomplete letters of Lady Montagu, I/318-320)
Sir james Porter, 1760’lı yıllarda yazdığı yorumlarda, “devlet makamlarına karşı gösterilen özen ve doğruluk açısından, Türkiye ile rekabete girebilecek bir Hıristiyan gücü olması söz konusu değildir, Türkiye’de ticaret muhteşem bir titizlikle yürütülür.” Demektedir. Tabii aynı yazar Müslümanları şiddet taraftarı, hilekâr, olarakta nitelemektedir. (s. 91) Avukat ve gazeteci olan Linguet, Türkiye, İran ve Hindistan tiranlığı varlığı konusunda, dünyadaki tüm rejimler de suistimallerin yaşandığını ifade ederek, bu üç ülkedeki örneğin despotizm olarak tanımlanmaması gerektiğini söyler. Yazar, şark despotizmi kavramının özellikle Hindistan’daki İngiliz egemenliğini haklı göstermek için kullanılan bir kurgu olduğunu yazar. (s. 92) Osmanlı aleyhine yazıları ile tanınan Montesquieu’nun anlatımlarını kabul etmeyen Anquetil-Duprrron, “Türkiye’deki rejim basit bir keyfi iradeyi zorunlu kılan bir özelliğe sahip değildir, sultan devlet işlerini yürütüyor ve dilekçeleri açıkça kabul ediyordu. Sultan, İslam hukukunu devam ettirmek için yemin etmişti ve bu hukuka bağlı kalıyordu, doğu rejimlerinin, şeytanın somut hali olarak suçlanması oldukça haksızdır”, der. Yüzyıllar boyu batıyı etkileyen Bernier’in fikirlerine karşı çıkan yazar, “özel mülk ve ticari hakların varlığının yasalar ve anlaşmalarla belirlendiğini” söyler. “Sultanın sahip olduğu hakların, Avrupa’daki krallarınkinden ne az ne de fazla olduğunu” belirtir. 1786’da Fransız Büyükelçiliği görevini yürüten Choiseul Kontu Gouffier’e göre, “Osmanlı’da işler kralın tek efendi olduğu Fransa’dakinden farklıydı. Osmanlı’da sultan, hukuk adamlarını, âlimleri, yüksek mevki sahiplerini ve artık mevkilerinde olmayanları da ikna etmesi gerekmekteydi.” (s. 93, 146) David Hume’da, kendisine gelen pek çok iddianın aksine büyük Türk’ün yeni vergi koyma hakkına sahip olmamasının, Türkiye devletinin önemli bir ilkesi olduğunu belirtir. (s. 94) Doğu Hindistan şirketinin Bengal piyade bölüğünde 4 yıl geçiren ve “Hindistan tarihi” adlı bir kitabın yazarı olan Alexander Dow, “Muhammed’in dini sayesinde despotizm Hindistan’da muhteşem bir büyüme olanağına kavuşur, Muhammed’in inancı, özellikle despotizme kaynak oluşturmak üzere hesaplanmıştır.” Demekte ve “İslam dininin taraftarlarının ortak davranış özellikleri; itaat etme, keyfi yetkiye sahip bir rejimi kabullenme, takdiri ilahiyeye inanma, çok eşlilik, tembellik, şehvet düşkünlüğü, kadınlar ve aile üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olma ve duyarsızlıktı” diye sıralamaktadır. (s. 95) 1829’da Türkiye’de ve doğuda birçok yere seyahat eden İngiliz Deniz subayı Adolphus Slade ise, “Osmanlı sultanının sınırsız yetkilere sahip olmadığını, yetki ve gücünün çeşitli faktörler ile kontrol altında tutulduğunu” söylüyordu. Doğu hakkındaki en en ilginç yorumlardan birini de Hegel yapar. Ona göre tarih, doğudan batıya doğru ilerliyordu: Doğu Dünyası, Yunan Dünyası, Roma dünyası ve sonunda özgürlüğün şekilleneceği Alman Dünyası; tarih’in gelişim sürecini oluşturuyordu. Alman dünyasında herkesin Özgür olduğunu da iddia ediyordu. (s. 96) Şark despotizmi kavramı, doğu toplumlarının ve politikalarının içinde olduğu gerçekliği tarafsız bir şekilde analiz edip anlatılmaktan daha çok, batının bu toplumlar üzerindeki emperyalist ve sömürgeci hâkimiyetini veya batının politik hedeflerini desteklemek için kullanıldığı görüşü post modern görüşlerin genel özetidir. Şu bir gerçektir ki Doğu hakkında kaleme alınmış metinlerin bir kısmı, batılı devletlerin ve ticari şirketlerin temsilcileri ve memurları tarafından yazılmıştır. Bu yazarlardan bir kısmı da, kendi ülkelerindeki yani Avrupa’daki despot yöneticilere karşı, aşırı monarşik gücün kısıtlanması ve sınırlandırılması çağrısında bulunmak için, doğu despot imgesini kullanmışlardır. (s. 98) Shakespeare’e göre çok eşliliği ve kadınlara eşlerden ziyade köleymiş gibi davranmayı onaylayan Kur’an, şehvet düşkünlüğünü de onaylıyordu. (s. 100)
Şark despotizmi kavramının aksiyomatik olarak başlangıç noktası Montesquieu’dur. (s. 102) Montesquieu ‘sıcak ülkelerin tembel, soğuk ülkelerin ise çalışkan, üretken, özgür olduğunu’ iddia eder. ‘İslam dininin sıcak iklimler için uygun olduğunu’ ileri sürer çünkü ‘bu insanlar edilgenliğe elverişli ayrıca şarap yasağı, insanların terleyip suya ihtiyaç duyduğu Arabistan’ın sıcaklığına uygundu.’ (s. 102) ‘Çok eşlilik, kadınların evde hapsedilmesi için gereklidir. Müslümanların ahlak kurallarının getirdiği kısıtlamalardan tümüyle uzak olmayı düşlediğini ve her türlü suçu işleyebileceğini’ ileri sürer. Montesquieu’ya göre ‘doğudaki kadınlar köle, Monarşik rejimdeki kadınlar özgürlük içindedir.’ (s. 124) Montesquieu, sıcak ülkelerdeki kadınların, güzelliği erken yaşta kaybolur, İslam çok eşliliğe izin verdiği için, asya da kolayca kök salmıştır, tek eşliliğin olduğu Avrupa’da, bu nedenle yayılma göstermemiştir, görüşlerini ileri sürer. (s. 125) Montesquieu, köleliğin sıcak iklimlerin sonucu olduğunu ileri sürer. Soğuk iklimlerde yaşayan insanların sahip olduğu cesaret, özgürlüklerini korumalarına yardımcı olduğu söyler. Montesquieu’nun dinler hakkındaki ilgisi, kanunlar ve siyasal rejimler üzerindeki etkilerini incelemekte sınırlıdır. O, Hıristiyanlığı despotik olmayan politikalara denk tutmuştur. Hıristiyanlığın despotizme engel olduğunu ileri sürer. Hıristiyan ülkelerdeki iç ve dış politik eylemlerin İslam ülkelerinden daha merhametli olduğunu, Müslümanların daha zalim olduğunu iddia eder. Ona göre İslam, zalimdir ve tembelliğe teşvik eder. (s. 127) Günlük namaz ritueli, kader anlayışı ve tefekkür alışkanlığı insanları tembelleştirir, der. (Tefekkür değil tevekkül kavramlarını bile karıştırıyor batılı yazar!) İslam için, sürekli olarak eleştirel ve sıklıkla da iğneleyici olmaya devam eder. O, ‘İslam’ı tabular, uyuşukluk, tembellik gibi özelliklerle kişilik kazandırılmış bir din’ olarak görür. Hastalıkları ve vebayı Hıristiyanların yaptığı gibi kontrol altına tutamadıkları iddiası ile Türkleri kınar. (s. 128) Aslında bu görüşler Fransız rejiminin üstü kapalı bir eleştirisidir. (s. 129) Montesquieu’nun despotizmi kavramı, özü itibariyle doğuya özgüdür. Türkiye, ‘tüm ulusların en cahilidir. Şerefe, yaşama ve halkların sahip olduğu mülke çok az önem verilir’, diye onları eleştirir. Osmanlı İmparatorluğu’nu hoşgörüsüz ve ılımlı bir tutumdan uzak olarak, vahşi çözümlerle korunan hastalıklı bir yapı olarak tarif eder. (s. 144) Montesquieu, hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde olduğu gerçekliğin bazı yönlerini iyi bir şekilde kavrayamamıştır. Ortadoğu hakkında uzman olan birçok isim, onun bir şekilde, Ortadoğu hakkında hatalı veya eksik bilgi sahibi olduğunu kolaylıkla anlayabilir. Montesquieu, İslam dini veya şeriatın rolü ve Kur’an ile prensin hükmü arasındaki karşılıklı ilişki hakkında, ilk elden bilgiye sahip değildir. (s. 146)
Alexis de Tocqueville, “Muhammed Kur’an’a sadece dini ilkeleri değil politik ilkeler, kamu ve ceza kanunları ve bilimsel teorileri de eklemiştir, onun aksine İncil yalnızca Tanrı ile insan arasındaki genel ilişkiden bahseder ve hiçbir İnanç zorunluluğu da dayatmaz.”der ve “İslamiyet’in aydınlanma ve demokrasi çağında hakimiyetini koruyamayacağını, Hıristiyanlığın tüm çağlarda olduğu gibi, aydınlanma ve demokrasi çağında da hükmünü devam ettireceğini” ileri sürer. Ona göre Hıristiyanlık, modern ahlak kanunlarının en büyük kaynağıdır. Kur’an’ı, ‘üstesinden gelmemiz gereken, Müslüman nüfusunun sahip olduğu kanunların, fikirlerin ve geleneklerinin tümünün kaynağı’ olarak görmektedir. (s. 229) İslam, dini ve seküler yetkiyi kaynaştıran bir din haline gelmiştir. Ona göre İslam, fayda sağlamaktan ziyade hasar verici, yoğun bir güç ve yetki uygulamaktadır. İslam’ın temel amacı, Fetih ve yayılma için savaşmaktır. Kur’an’da şiddet içeren nefsi eğilimler vardır. (s. 230) “Dünya üzerinde Muhammed’in dini kadar dehşet verici sonuçları olan çok az din var olduğuna ikna oldum.” der. “İslam’ı, çökmekte olan bir inanç olarak görüyorum.” der. (s. 231) ‘Hıristiyanlık, medeniyetleri özgürlüğe ve demokrasiye taşıyabilmiş ve sosyal gelişim ve yüce vazifeler için gerekli bir koşul olmuştur’, diye de ekler. (s. 232) Tocqueville, İslam hakkındaki eleştirilerinde sınırsız değildir: ‘İslam toplumunu, bizi tanımadan önceki hallerinden daha sefil, daha düzensiz, daha cahil ve daha vahşi hale getirdik.’demiştir. Ona göre, “Fransa’nın Afrika’daki hâkimiyet hegemonyası, doğunun yaşam şartlarını iyileştirecek, daha az gelişmiş olan bu ilkellerin çağdaşlaşmasına yardımcı olacaktır.” (s. 233) Fransa’nın uluslararası itibarı ve gücünün korunması, yazar için hayati bir önem taşımaktadır. Ona göre Fransa, Akdeniz ve Kuzey Afrika’daki konumunu, İngiltere’nin egemenliğine karşı kurmak zorundadır. Herhangi bir savaşın, gerilemekte olan bir ülke için artık bir tehdit unsuru olmadığını ileri sürer. Ona göre savaş, toplumların ufkunu genişletir, alevlendirir, insanlara hareket zemini sağlar. (s. 234) Yazara göre ülkeyi güçten düşüren savaş değil, barışseverliktir. (s. 235) Yazar, Fransa’nın, Arapları akıllıca yönetmek ve kültürlerini veya Fas mimarisini tahrip etmemek için, İslami hayat tarzı hakkında araştırmalar yapmalıdır. (s. 236) Sömürgeleştirmenin başarılı olabilmesi için etkili bir yönetimin gerekli olduğunu ifade eder. Yazar, ‘çölün çocuklarının’ boyun eğmek zorunda olduğu merkezi Fransa hükümetinin ağırkanlılığı ve tek düzeliğinden rahatsız olmaktadır. Aynı yazar, rekabet halinde bir ülke olarak gördüğü İngiltere’nin, Sepoy İsyanını bastırması sırasında gösterdiği şiddetin de medenileştirme misyonu olduğuna inanmaktadır. (s. 247) Bu vahşeti şöyle yorumlar “bu vahşileri yönetmek için aldığınız ünvan, onlardan daha iyi olduğunuzu göstermektedir. Yapmanız gereken onları cezalandırmaktır; ‘onlar gibi davranmak’ değil.” Yazar yapılan bu katliamı ‘Hıristiyanlığın ve medeniyetin zaferi sayılan bir başarı’ olarak yorumlar. (s. 253) ‘Hindistan’daki İngiliz egemenliğinin başarısız olduğunu, yerli halkı barbarlığa terk ettiğini görmek çok üzücü’, yorumunu yapar. (s. 254) Başka bir yerde de, ‘Çin’in bir Avrupa ordusu tarafından işgal edilmesini, Avrupa’nın devingenliğinin Çin’in durağanlığının üstesinden gelmesi düşüncesinin bile, kendisini mutlu ettiğini’ yazar. (s. 255) Fransa’nın Cezayir’deki hakimiyeti için şöyle der, ‘şahsım için en önemli öncelik, Avrupa toplumunun idaresi ve teşkil edilmesidir. Bunun anlamı, Afrika’da her şeyi ile Fransızlara benzeyen bir toplumun oluşturulmasıdır. Bir ulusun, ‘ruhunun sömürgeleştirme sayesinde ayakta tutulabileceğini’ ileri sürer. (s. 257) “İngilizler, doğudakiler gibi barbar veya yarı barbar toplumlar üzerinde hegemonya kurmaya belki de en uygun toplumdur. Çünkü tüm Medeni toplumlar içerisinde kendi geleneklerine kesinlikle en sağlam şekilde bağlı olan toplum onlardır” der. (s. 308)
Max Weber, Muhammed’i, dini kuruluş için gerekli yolları gösteren, örnek alınası bir insan olan Buda gibi bir peygamber olarak değil, Zerdüşt gibi bir ahlak elçisi olarak görmüştür. Weber’e göre İslam, asla bir kurtuluş dini değildir. İslam’ın öğrettiği Tanrı merhametli fakat sınırsız yetkiye sahip bir efendi’dir. İslam’ın temel hükümlerini sıralar ve bunların aslen politik karakterde olduklarını belirtir. (s. 427) -Max Weber hakkında, ‘Oryantalizm Kapitalizm ve İslam’ adlı kitap özetine de bakılabilir. –
Yazar kitabın sonuç bölümünde amacını açıkça belirtilir: Zamanın, geçmişe ait anıları silebileceği uyarısında bulunduktan sonra, şark despotizmi ve İslam’a ve bunlar arasındaki ilişkiye dair görüşleri yeniden ele almak için kitabı yazdığını’ belirtir. Yani bir anlamda despotizm ile İslam’ın yeniden bir arada anılmasını amaçladığını açıkça ifade eder! Yazar, ‘yer verdiğimiz yazarların görüşleri ‘emperyalist kibrin göstergeleri ya da doğunun maruz kaldığı sömürgeci aşağılamanın tezahürleri değildir’ diyerek içerik ile tezat bir sonuca ulaşır. (s. 443) Yazar ‘İslam’ın ortaya çıkışından beri Avrupa için daimi bir tehdit oluşturmuş olmasının tarih gerçekliğine’ dikkat çeker. (s. 444) Avrupa ile İslam ülkeleri arasındaki, çoğunlukla İslami militanlığın bir sonucu olduğunu iddia ettiği binlerce yıllık düşmanlık ile savaş haline dikkat çeker ve şöyle devam eder: Batının son Yüzyıllar boyunca Doğuya karşı takındığı tutum ve davranışlar ile ilgili bir ‘suçluluk kompleksinin’, bir nebzeye kadar hala Batı kültürü içinde ‘kol geziyor’ olduğu şüphesiz olsa da, iki unsuru hatırlamak faydalı olacaktır: Öncelikle Doğu, ‘Batının Doğuya yönelttiği saldırganlığa’ karşı pasif kalmamıştır. Batılıların, Doğu toplumlarındaki ‘arzu edilen ilerici değişiklikler olarak gördükleri unsurları geliştirmek adına’ gerçekleştirdikleri faaliyetler ve girişimleri hatırlamak da aynı zamanda faydalı olacaktır. Yazar ayrıca, Batı toplumlarının öteki kültürlerle uğraşırken emperyalizm, ırkçılık veya avrosantrik (Avrupa ve Avrupalılara ve onların kültürüne odaklanan) bir tutum takınmadıklarını ileri sürer. (s. 445) Kendisinin de itiraf ettiği, son 200 yıllık saldırılara karşı eleştiri getiren Seyyid Kutub’un, ‘Haçlı Seferleri, fikri bir düşmanlıktı. Haçlı sefer ruhu bütün Avrupalıların kanında gezer’ değerlendirmesini de yazar eleştirmektedir. Yani yapılan zulümleri dile getirmeyi de ‘modern İslami tutuculuk ‘ olarak nitelendirir. Kısaca yazar, Müslümanların yaptıklarını, Avrupalıları ‘aşağılama’ olarak nitelendirirken, kendi yaptıkları katliamları, medenileştirme, modernleştirme olarak takdim etmektedir. Yazar, Müslümanların kutsal Kudüs’ü İstanbul’u yağmalandığını, talan ettiğini söylerken, Papa 3. Innocent’in İslam’dan mahşerin canavarı olarak bahsettiğini, Hıristiyan bölgelerde yaşayan Müslümanlar için yasal kısıtlamalar getirdiğini de rahatlıkla ifade edebilmektedir. (s. 446) Papa V. Nicolas, Osmanlı sultanından’ deccal ve mahşerin kızıl ejderi ‘olarak bahseder. Papa 10. Leo, ‘Türkü, ebedi bir düşman’ olarak gördüğünü dile getirir. (s. 477) Yazar, Avrupalıların kendisini savunmasını ve Müslümanlara karşı saldırılarının emperyalizm olarak suçlanmasını ‘ironi’ kabul eder. Bu yazar gibi bakış açısına sahip olanlar, Müslümanların kendini savunmasına ise militan (s. 448, 449) ve daha genel anlamda, terör diye tanımlamaktadırlar. Aynı yazar Avrupa’da yaşayan Müslümanların (entegrasyonu değil ) asimile olması gerektiğini savunur! (s. 449) Yazar emperyalizm veya misyonerlik amaçlı çalışmaları değil de, Batı Avrupalıların başka nedenlerle Doğuya ilgi ve meraklarını olduğunu savunur: Gezginlik, ticaret, bilim adamılığı gibi. Amaç, Doğu toplumlarına ışık tutmaktır! Bunun aksi durumlar ise nadirdir! Birçok batılı araştırmacı da, İslam dünyasının batıdaki Rönesans’ın temellerini attığını kabul ederken, yazar doğunun batıya verdiği şeylerin başında, ‘kahve’ ithali olduğunu yazar. (s. 450)
Edmund Burke ise, İngiltere gibi demokratik bir devletin, despotik bir devleti yönetirken olumsuz bir şekilde etkileyebilme ihtimali olabileceği konusunda endişelidir! (s. 452) Adam Smith, anti-emperyalist birisidir (!) ve sömürgelerin vergi mükellefi İngilizler’in sırtında ağır bir yük olduğunu belirtmiştir. Bir İmparatorluğun güç kazanması için, ne mali ne de askeri bir katkısı olmayan sömürgelerin ‘gösterişli donanımını’ eleştirmiştir. James Mill, sömürgeleştirmenin İngiltere için çok sorumluluk olduğunu, genel anlamda anavatanda daha az yatırım yapılmasına neden olduğunu, büyük masrafları anlamına geldiğini ileri sürer. Kitap yazarı, benzer görüşteki diğer yorumları da sıraladıktan sonra, ‘emperyalizmin Avrupalıların tüm önemli görüşlerinin doğasında otomatik olarak var olmadığı sonucuna varılabilir.’ (s. 453) sonucuna ulaşır. Bağdat’taki kütüphane ve çeviri enstitüsü kanalı ile, ortaçağ Hıristiyanlık aleminin benzer bir süre zarfında ürettiğinden çok daha fazla ve çeşitli bilimsel çalışma ve alim üretilmiştir. (s. 457) Arap bilim insanları yaptıkları çevirilerle, Yunan felsefesinin Hıristiyan bölgelere yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. (s. 458)
Michael Curtis, Şarkiyatçılık ve İslam
Kitap; kibir, üstünlük, efendi olma, yönetme, akıl verme yani klasik oryantalist bakış açısıyla yazılmıştır. Yapılan zulüm, sömürüler Avrupa’nın hakkıdır, zaten amaç sömürü değil, medeniyet götürmektir! Yazar, “Batı ülkelerinin Arap ve İslam ülkelerindeki sosyal ve politik tutumda değişim yaratılması için harcanan çabaya destek bulunmasının, demokrasiyi desteklemesinin ya da ‘insancıl amaçlar doğrultusunda müdahalede bulunmasını’ gerekli olup olmadığı hala bir sorundur” (s. 455) diye yazabilmektedir. Yazar ve kitabında fikirlerini ifade ettiği diğer eser sahipleri, sömürgeciliğin, emperyalizmin, Batı hegemonyasının bir modernizasyon aracı olduğu, ilerleme ve gelişim sağladığı görüşüne sahiptirler. Bu yazarlar, batılı ülkelerin, daha az gelişmiş toplumlara, Batı medeniyetini götürmek görev ve ideali olan bir medenileştirme misyonuna önayak olması gerektiği görüşünü ileri sürerler. (s. 456)
*
Modernleşme, Oryantalizm ve İslam
Batı, bilim devrimini yaptıktan sonra iki temel felsefe akımı ortaya çıkarmıştır. (s. 42) Rasyonalizm ve empirizm. Aydınlanma 18. yüzyılda bu iki geleneğin bir sentezidir! Bizim için batının tarihsel anlamı aydınlanma dönemi ile başlar. 1774-1820 yılları arası batılıları Ordunun donanımı anlamında askeri alanda taklit edilmiş, tazminatla beraber, 1826 yılından itibarende, zihniyet düzenlenmesine gidilmeye başlanmıştır. Batılılaşmak demek, Avrupalılaşmak demek, aydınlanmacı olmak demektir. Osmanlı ve cumhuriyet aydınlarının farkına varamadığı şudur: Avrupa’nın zihin tarihi, 18. Yüzyılla sınırlı olan bir aydınlanma düşüncesine indirgenemez. Avrupa’nın zihin tarihi ‘kendi karşıtını üreten süreçlerin’ tarihidir. (s. 43)
Aydınlanmanın rasyonalitesi kendi dışında kalan bütün öteki rasyonaliteleri olumsuzlar. Geleneksel zihin yapımızın rasyonalitesinin aydınlanma rasyonalitesi ile bağdaşması söz konusu değildir. 200 yıllık Avrupalılaşma serüveninin bizi getirip bıraktığı yer oryantalizmdir. Oryantalizm, yani kendimizi Avrupalının gözüyle görmek! Ne Hazin (s. 44)
Avrupa’nın zihin tarihinin ürettiği birey, ‘özel birey’dir. Bencil, kendi benliğini her şeyin üstünde tutan bir birey. Edgar Morin, ‘Avrupa’yı düşünmek’ adlı eserinde, ‘Özel birey’i Avrupa’nın entelektüel bağlamına şöyle yerleştiriyor: “İbrahim Peygamber’in Tanrısı’nın, evrenin Tanrısı olduğu ve Hıristiyanlık mesajının bütün insanlara yönetildiği doğrudur ama yüzyıllar boyunca İsa’nın merhametinden yalnızca onun ‘Sadık kullarının’ yararlandıkları da bir gerçektir! Eski Yunan demokrasisinin Yurttaş-insanın onuruna saygı gösterdiği doğrudur ama aynı demokrasinin köle ile barbarı dışladığı da bir gerçektir. Almanlarla Fransızların özgür insanlar olduklarını doğrudur ama, özgürlük kavramını ‘yalnız ve yalnız kendileri için’ geliştirmiş oldukları da aynı ölçüde doğrudur.” (s. 45)
Avrupa bireyi, her şeyi kendisi için isteyen, maddeye ancak ona sahip olmak ya da egemen olmak için yaklaşan bir bencilliğe sahiptir. “Insan herşeyin ölçüsüdür” sözcüğünün anlamı bir Avrupalı bireyin bilincinde,’ Ben her şeyin ölçütüyüm” demektir. Türkiye’de de gençlik bencilleşiyor sanırım. Avrupa bizi arasına almak için bencilleşme sürecini öne çıkmasını bekliyor. (s. 46) Edgar Morin, ‘Avrupa’yı Düşünmek’ adlı kitabında, ‘dialojik’ olarak bir kavramdan bahseder, yani ‘kendi karşıtını üretmek ve onunla çatışmasını sürdürerek verimli bir ilişkiye girebilmek.’ Morin, Avrupa kültürünün ayırt edici özelliğini anlayabilmek için bu kelimeyi kavramanın zorunlu olduğunu belirtiyor. (s. 47) Avrupa’nın özgürlüğü, yalnız Yunan, Roma, Yahudi-Hıristiyan miraslarının etkin bir biçimde birbirlerine tamamlamalarında değil, bunun yanı sıra aralarındaki sürekli çatışmada aranmalıdır. Avrupa kendi içindeki kadar kendi dışında da karşıtlarını üretmiştir. Dışındaki karşıt; Batı medeniyetinin temsil ettiği ne varsa, ona karşı da olan her şeyi temsil eden, ‘Doğu’dur. Ne ilginçtir ki, Batı kendi karşıtı olarak konumlandırdığı Doğu ile verimli ve bereketli bir dialojik ilişkiye girmek yerine, onu daima karşısına almayı tercih etmiş, Doğuya ‘dogmatik akıl’la yani peşin hüküm ve kapalı zihinle yaklaşmıştır. Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor: Avrupa’nın kendi medeniyet dairesinin dışında kalan bütün medeniyetleri bir düşman olarak karşısına alış tarzı, aslında engizisyonun Galileo’yu karşısına alış tarzından farklı değildir. Ne var ki Batı Galileo’ya karşı bakış tarzını değiştirirken, doğuya olan bakış tarzını hiç değiştirmemiştir. Avrupa düşüncesi, kendi medeniyet dairesi içinde kritik aklı, kendi medeniyet dairesi dışında ise dogmatik aklı kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. (s. 48) Avrupa’nın dialojiği şudur: Karşıtını üret ama onu karşına alma. (s. 49)
“Batı’yı ayakta tutan, ikili bir sistem var: Sermaye düzeni ve yargı sistemi. Batı’da Tanrı yok; hiç bir zaman da olmadı. O yüzden hep sahte tanrılar, sahte kutsallar icat ederek varlığını sürdürme savaşı veriyor Batı uygarlığı… Sahte kutsalların başında güç geliyor. Batı, tarihlerinin başlangıcından itibaren gücü, dolayısıyla güç üreten araçları kutsadılar. İyi de, Batı uygarlığının gücü, dolayısıyla güç üreten araçları kutlamasının nedeni ne peki? Çünkü Batı uygarlığının umutlara değil korkulara dayanıyor, varlığını hep ötekiler, düşmanlar, canavarlar icat ederek sürdürmüştür. Batı’da insan da yok; hiç bir zaman da olmadı. İnsan, önce tanrılaştırıldı; sonra aşağılandı.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 07 Ocak 2018)
“Meğer Nureddin Mahmut Zengi (1118-1174) CIA ajanıymış. Ben demiyorum bunu. Cumhuriyet Gazetesi’nin mümtaz şahsiyetlerinden Aydın Engin beyefendinin iddiası bu yönde. 100 yaşındaki edebiyat dergimiz Varlık, “İbn Taymiyya” diye İslam âliminden söz ediyor mesela. Zira “aydınımsı” dediğimiz adam İbn Teymiye’yi hayatı boyunca hiç “Türkçe yazılışından” okuyacak kadar tanımamıştır. Ancak bir oryantalistin yahut bir batılı araştırmacının metninde tesadüf etmiştir ismine. Özdemir İnce’nin Paulo Coelho’nun romanının çevirisinde yer verdiği “birden kulelerden şarkılar yükselmeye başladı” cümlesindeki kulenin minare, şarkının ezan olduğunu söylememize bilmem gerek var mı? Türk aydınımsısı diye halka, toprağa, tarihe, dine karşı cehalet geliştirmeyi neredeyse vazife edinmiş adama derler.” (İsmail Kılıçarslan, Yeni Şafak, 03 Şubat 2018)
Batılılar, 1945’ten bu yana her şeyi ‘dikte etme’yi yani sözün kısası, buyruk vermeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Aslında biz 1945’te demokrasiye batılıların dikte etmesiyle geçmedik mi? Ekonomik politikamızı IMF dikte etmemekte midir? (s. 50) Biz Avrupalı olmadık, kendimizi Avrupalı gözlüğüyle görmeye başladık. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmemesi için dikte edilen hususlar, birer gerekçe değil, bahanedir. Avrupa Birliği’nin temelinde ‘çifte standart’ uygulaması bulunmaktadır. (s. 51) William Hale, Türkiye’nin ekonomik ve politik gelişmesi adlı çalışmasında şu tespiti yapar: ‘Eğer planlandığı gibi giderse, 90’ların sonunda Türkiye Ortak Pazara tam üye olur, topluluğun tarım ihtiyacının önemli bir bölümü pekâlâ Türkiye’den karşılanabilir.’ Bunun anlamı açıktır: Türkiye ekonomik gelişimini, Avrupa’nın çıkarları doğrultusunda tarıma ağırlık vererek sürdürmelidir. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye bakışında iki belirleyici düzlemden söz edilebilir, birincisi ekonomik, ikincisi din. (s. 52) Avrupa parlamentosu Hıristiyan Demokrat grup başkanı Wilfried Martens, “Türkiye Avrupa Birliği için tam üyeliğe aday bir ülke değil; çünkü bizim önümüzde şu an bir Avrupa medeniyeti projesi duruyor.” (s. 53) demektedir. Gerekçe ‘medeniyet farkı!’ Huntington, ‘Medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi de din yoluyla farklılaşır ‘demiştir. ‘Globalleşen dünyada mücadelenin asıl kaynağı ideolojik veya ekonomik değil kültürel’dir, diyende aynı yazardır. (s. 54 ) İslam’a karşı koyuşun ‘bir medeniyet çatışması’ olarak meşrulaştırılmasının tarihi bir hayli eskidir. Huntington aslında yeni bir şey söylemiyor, oryantalist söylemeyi tekrarlıyor. Batı kendini her şeyi aşmış bir medeniyet olarak görürken, İslam’ı hala bir din, geri kalmış ilkellik olarak görür. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi içlerine almamasının aslında gerçek nedeni, Türkleri Avrupa medeniyetinin bir parçası olarak kabul etmemelidir. Jos Krassen, “İdeolojik tehdit ( Rusya ) var iken, Türklerin başka dinden veya başka medeniyetten olmalarına hiç önemsenmezdi. Sovyet tehdidi ne zamanki son buldu, Türklerin artık Avrupa savunmasında bir rolü kalmadı, işte o zaman Avrupa gerçek yüzünü Türklere gösterdi, böylece aldatmaca son buldu.” demektedir. Kendimize aldatmayalım ve bu aldatmaca artık bir son bulsun: Avrupa’nın yüzü, oryantalizmin ve Hıristiyanların gerçek yüzüdür. (s. 55)
Avrupa’nın bir kimlik inşa edebilmesi için ötekine ihtiyacı olduğu öteden beri biliniyor. Bu öteki Doğu olarak işaretlenir ama batıdan farklı, ondan aşağı, barbar, ilkel bir doğu imgesi kurgulanır. Ne zaman başlamıştır doğunun öteki olarak işaretlenmesi? David Marley, Kevin Robins gibi yazarlar, 1492 tarihini verir. Yani İspanya’daki Emevi İslam devletinin yıkılma tarihi! Bu tarihte, içlerindeki ötekiler kurumuş, dışarıdaki ötekiler yani Amerika kıtasındaki yerli halklar keşfedilmiştir. (s. 56) 1492 yılı, Avrupa kültürünün Hıristiyan bir kültür olarak tasavvur edilmesini mümkün kılan bir merkezileştirme işleminin başladığı tarihtir. Avrupalı öznenin kimliğinin inşasında, öteki diye işaretlemeler düpedüz Hıristiyan olmayanlardır. (s. 58) Oryantalizmin tarihi, işte tastamam bu noktada, ötekinin Hıristiyan olmayanla özdeşleştirilmesinin tarihi olur. Oryantalizm gücünü ‘yoktan bir şeyi var etmesinden değil, olan bir şeyi olmayana indirilmesinden’ alır. (s. 58) Marx, 19 yüzyılda İngiltere İmparatorluğu’nun Hindistan’daki mevcudiyetini meşrulaştırmıştır. (s. 61; Ayrıca, Bryan S. Turner, Oryantalizm Kapitalizm ve İslam, s. 22) Oryantalist Louis Massignon’a göre, Hıristiyanlıkta zaman, bir çizgi ve ilerleme, Müslümanlıkta ise bir geri dönüştür. Massignon’un bu düşünceleri, İslam’ın gelişme ve ilerlemeyi reddeden statik ve değişmez bir cemaati belirlediği ön yargısını meşrulaştırma gayesini güder. Bu oryantalizmin ta kendisidir; yani ‘İslam’da ilerleme yoktur’ düşüncesi. (s. 63)
“Bugün İslam âlemi, Avrupa’nın durumuna göre rota değiştirme kompleksi içindedir. Bizler, her konuda Avrupa’yı rakipsiz bir otorite olarak kabul etmemizden dolayı, tarihimizi bile Avrupalılardan alıp öğrenmeyi adet haline getirdik.” (. Ebu’l Hasen Ali En-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti, s. 10, 24) “Bir grup oryantaliste verilen görev ise, Avrupa tarafından işgal edilen halkların bilinçlerine, Avrupalı güçlere köle olmalarının kuvvetlice işlenmesidir.” (A.L. Tibawi; Enver Abdülmelik, Hamid Algar, Krizdeki oryantalizm, s. 12-13)
“Oryantalizmin etkisiyle, ‘Doğulular ve Müslümanlar, batı gözlükleri takarak’ kendilerine bakmak zorunda kalmışlardır. Batılaşanlar kendini ilerici olarak görmüşler, dinden uzaklaşmakta sınıf atlamak için gerekli görülmüştü.” (Aliye Çınar, Deizm ve ateizm üzerine, s. 11, 17)
“Entelektüel anlamda Batının dünyanın geri kalandan daha baskın olması mazeret olarak kabul edilemez. Bu denli büyük sömürgeci bir gücün fiziksel kısıtlamalarından kurtulmanın zorluklarını anlayabiliyorum (Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan üzerindeki baskısı yahut İsrail’in Gazze üzerindeki baskısı) ama zihinsel ve entelektüel köleliği anlayamıyorum. Avrupalılar ve Amerikalılar Müslümanların, Afrikalıların ve diğerlerinin zihinlerini köleleştirmek için sarf ettiği ve etmeye devam ettiği çaba bu insanların köle haline gelmelerini haklı çıkaramaz.” (Wael Hallaq, Cins Dergisi, 9 Ocak 2019)
Fransız Katolik enstitüsünden Prof.J.Danielov; “Aydınların zihnine, eserlerine Hıristiyan unsurlar sokun.” (Adnan Odabaş, Dikkat misyoner geliyor, s. 66 ) demektedir. Bu pratiğe aktarılmış ve “Batı prensiplerine göre yetişmiş aydınlar arasında dini inancın süratle çökmeye yüz tuttuğu hususunda şüphe yoktur. Hiçbir medeniyet maziye bağlılığını kaybettikten sonra varlığını korumaya muktedir olamaz.” (Muhammed Esed, Yolların ayrılış noktasında İslam, s. 73, 87)
Oryantalistlerin en büyük etkisi yetiştirdikleri öğrenciler ve yazdıklarını okuyan (akademisyen, gazeteci, siyaset adamı) çevrelerdeki insanların onların fikri yapılarından etkilenmelerinden kaynaklanmaktadır. (M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması, s. 57) Oryantalistler İslam’dan uzaklaşanları ‘aydın’ olarak nitelendirmektedir. (M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması, s. 104) “Oryantalistlerin özellikle aydın çevreler üzerindeki tesirleri vardır. (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 12) Müslümanlar geçinen yarı aydınlar, oryantalistlerin tesiri altında kalmışlardır. Bunun sonucu olarak, batı kültürünün tesiri altında kalan bu aydınlar, oryantalistlerin gözüyle İslam’ı ve Müslümanları değerlendirmeye başlamışlardır. Onlar zannetmişlerdir ki, oryantalistler, gerçek olandan başka söz söylemezler, onlar son derece hassas ilmi metotlara uygun hareket ederler.” (Sıbai, s. 97-98) Bunun sonucunda aydın kesim hem kendi kültürlerinden habersiz kalmışlar hem de gerçeğin tek ölçüsünün Batı’da olduğunu kabul etmişlerdir.
Hürriyet yazarı Tufan Turenç, 10.09.2014 tarihli twitter paylaşımında, “Bale izleme kültürüne erişmeyen insan ne atom rektörü yapabilir, ne de teknolojik gelişmeleri kavrayabilir.” demektedir.
Ahmet Hakan, İlber Oltaylı ile ‘Tarafsız Bölge’ adlı programda aralarında şu konuşma geçer:” Oltaylı, ‘Fatih, muhteşem bir dil bilgisi vardı ve büyük bir deha idi.’ Deyince Ahmet Hakan, ‘Yani Batıya açık biri. Bilime açık biri, tipik bir Müslüman örneği değil’ diye yorumda bulunur. Oltaylı, ‘Hayır efendim o zaman batı da böyle adam yoktu ki, ne batısı diyorsun. Asıl Müslüman örneği Fatih. Sizin bildiğiniz gibi değil. Zaten Müslüman dediğin böyle olur. Senin kafandaki Müslüman örneği başka tabii.’ diye cevap verir. (youtube.com/watch?v=H112S2vgeQg)
Kendi geçmişimizden kurtulmaya (!) çalışırken, gavurun geçmişine dayanmaya çalışan ülkemin ezik aydınına bir örnek: “Yalnız edebiyatımızla değil, bütün hayatımızın gelişmesi için her şeyden önce eskiden silkinmemiz gerekir, geçmişle bütün bağlarımızı kesmeliyiz; ne alaturka musiki, ne alaturka şiir. Kapamalıyız onları. Gençleri, kendilerine hür edebiyatı öğreterek kurtarabiliriz. Eski Yunan’ın, eski Roma’nın edebiyatı. Çocuklarımıza Yunancayı, Latinceyi öğretmeliyiz.” (Nurullah Ataç, Edebiyatçılarımız Konuşuyor, s. 40)
“Genç bir ozan hatırlıyorum. Beyoğlu’nun ‘malum’ pastanesinde, yumruğunu göğsüne vura vura; “Ben” demişti, “Türk olmak istemiyorum. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve batılı bir ortama aitim ben.” (Atilla İlhan, Hangi Batı, s. 24)
“Son iki asırdır, Müslümanları sarmış olan yerinden yurdundan edilmişlik ve yabancılaşma duygusu, modern dünyaya karşı hayal kırıklığı hissini sürüklemeye devam ediyor.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 228) “Beyaz efendilerine teslim olmuş sömürge aydını, kendini batı kültürünün bir parçası olarak görür. Bu kültür alanının dışına çıktığında kimliksiz, kişiliksiz, önemsiz bir varlık olduğunu düşünür.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 279)
Bu bir ‘sömürge entelektüeli’ tavrıdır! Edward Said, sömürge entellektüeli kavramını şöyle açıklar: Kendini Avrupa kültürü ile tanımlayarak, sömürgeci ülkeyi anavatan sayarak, her zaman Avrupai hakimiyetin kültürel perspektifi ile yazarlar. Aijaz Ahmet, onları şöyle tarif eder: Eserlerinde Batı kültürel geleneğinin dışında duran adam anlayışı yoktur. (Hilmi Yavuz, s. 66) Sömürgeci entelektüel kendini, kendi halkı karşısında yenik düşmeye yazgılı konumda göstermenin dışında, bir meşrulaştırma olanağına sahip değildir. (s. 67) Avrupa bizi hiçbir zaman batılılaşmış saymadı, sayacağı da yok. Arnold Toynbee, uygarlık sınavı adlı eserinde:” Hiçbir ülke, Türkiye gibi batılılaşmaya çalışmamıştır. Avrupa hiçbir zaman, Türkiye’nin batılılaşma çabalarını ciddiye almamıştır. Bu çabaları küçük görmüştür.” der ve şöyle devam eder, “Türkiye’yi küçük görmekte haklıyız. Çünkü bizi taklit edene niçin saygı duyalım. Ben ancak medeniyetime katkıda bulunabilecek olana saygı duyarım.” (s. 68) Daha ne kadar bu komples devam edecek ve ne zaman uyanacağız?
Ateist, toplumun manevi değerlerine düşman ama Müslüman olmayan gavura aşıktır her zaman. “İsrailli arkadaşımın önünde saygıyla eğiliyorum. Ama ben Ömer’in önünde eğilmem, Osman’ın önünde eğilmem.” Demektedir ateist sanatçımız İlyas Salman. (İlyas Salman, video: www.youtube.com/watch?v=RPaerMH3jvY)
“Oryantalistler, Batı hayranı olan elitlerden azımsanamayacak bir kitleyi peşlerine sürüklemişlerdir.” (Halil Çiçek, Müşkilu’l-Kur’an’ı Yeniden Değerlendirmek, s. 12) “Aydın kesim, gerek eski metinleri okuyup anlamadaki zorluğu göze alamamaları, gerekse bir an önce neticeye varmak arzularına sahip olmaları ve bir de dini çevrelerde bilinenlere aykırı, yeni şeyler ortaya atma hevesi yüzünden, oryantalistlerin eserlerini kaynak kabul etmişlerdir.” (Mustafa Sıbai, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 98)
“Kendi kültürüne yabancılaşan, oryantalist fikirlerden etkilenen birçok yerli aydın (!) kendi kültür ve dinine yabancılaşmış, kendilerini onlardan farklı-uzak ve batının yanında görmeye ve göstermeye çalışmışlardır.” (Mehmed Said Hatiboğlu, “İrtica Nerede?”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 2, Nisan-Haziran 2007, s. 9-23; Mehmet Doğan, “Batılılaşma: Mağlubiyet İdeolojisi”, Eski Yeni, Sayı:8, Kış 2008, s. 58)
“Mısırlılardan Avrupa’ya köle olma şuurunu taşıyan ve bu şuuru dibine kadar da ilan bir nesil yetiştirildi.” (Prof. Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 15)
“Batı karşısında toplumun her alanında ve her kesiminde birey birey içselleştirilmiş bir eziklik taşıyoruz.” (Ömer Baharoğlu, Oryantalizm İslam ve Türkler, s. 35)
“Oryantalistlerin takipçileri, batıyı kendilerine kıble ve hayatlarının rehberi yaptılar.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve Oryantalistler, s. 68)
“Georges Mahe adında yaşlı bir Fransız ile dost olduk. Bir gün bu zatla konuşurken “Avrupa’ya öğrenci göndermek” meselesi açıldı. O şöyle dedi: “Avrupa’ya öğrenci göndermek doğru değildir. Göndereceğiniz öğrenciler, orayı gördükten sonra içlerinden “memlekete dönmek” istemezler. Döndükleri vakit, “bilmedikleri yurtlarına” alışamazlar; memleketlerine yararlı hizmetler göremezler. Onun için bundan vazgeçmelisiniz. Avrupa’ya hiç öğrenci göndermeyiniz, demiyorum. Göndereceğiniz gençler, üniversitenizi bitirdikten, kazandıkları ihtisasa göre memleket hizmetinde değerli işler gördükten sonra “bilgilerini artırmak”, Batı memleketlerinin bilgideki, teknikteki ilerlemelerinden, “usullerinden yararlanmak” için Avrupa’ya gönderilir. Bunlar, “memleketlerini bildiklerinden”, “sevdiklerinden”, hizmetinde bulunduklarından döndükleri vakit “daha iyi hizmet etmeye” muvaffak olurlar” (Kazım Nami Duru, Hatıralar, s. 107)
Massignon, Nurettin Topçu’ya: “Yenilik diye, Avrupalı olacağız diye giriştiğiniz bu hareketlerin ne kadar yanlış ve yersiz olduğunu biliyor musunuz? Allah size cennet gibi bir vatan vermiş, şanlı bir tarihiniz, yüce bir dininiz, muhteşem bir kültürünüz, dünyada eşi benzeri olmayan bir mimariniz ve sanat eserleriniz var. Bütün bunları yok sayarak mı yoksa yok ederek mi büyük millet olacaksınız? Kendi kendinizi inkâr ve imha ederek mi Avrupalı olacaksınız? Bu çılgınlığı hiç bir millet yapmadı ve yapmaz.’ Hele siz hiç yapmamalısınız. Bu size yakışmaz. ‘Buna hakkınız da yok! Siz kendiniz olmalısınız. Bu çılgınlığınıza anlam veremiyorum.” (Emin ışık, Nurettin Topçu, s. 33)
Taha Hüseyin, Mısır’da üniversitelerden önce lisede Latince ve Yunanca dillerinin öğretilmesi gerektiğini savunur. “Batı ile eş olmamız, iyiliği ve kötülüğü ile acısı ve tatlısıyla, sevilen ve sevilmeyen yönleri ile kısaca, her şeyi ile uygarlıkta onlara ortak olmamız için Avrupalıların yolundan gidilmesi gerektiğini” ilan etmekte, “Dini siyasetten ayırıp, İslam toplumunda düşünce reformu” yapılması gerektiğini savunmaktadır. (Mustakbelu’s-Sakafe fi Mısr, II/289-292; Ziyaüddin Serdar, İslam medeniyetinin geleceği, s. 68) Ona göre, ‘Mısır’ın mantalitesi, Avrupalılara çok yakındır. Bu medeniyet Yunan medeniyetine yakın, şark mantalitesine ise uzaktır.’ Firavunlar devrinden beri gelen medeniyeti savunan bu yazar, Pers, Roma, Arap veya İslam’dan hiç etkilenmemiş bir kültürü savunmakta (I/9-11) ve “Mısır halkının Avrupalılar ile özde bir olduğunu” söyleyerek, “Avrupalılar içinde erimek gibi bir korkuya” gerek olmadığını, ‘zaten aynı olduklarını’ (I/63) ileri sürmektedir. (II/372)
“İslam ülkelerinde sömürgecilerin uzun müddet hüküm sürebilmesi için, Müslümanların dinlerinden uzaklaştırılmaları lazımdı. İngilizler, Mısır’da okullarda iktisadi ve toplumsal adaleti içeren bir devlet nizamı, öğretim ve eğitim için bir sistem, başlı başına bir hayat ve hayatı içine alan bir düzen olan İslam’ın emirlerinden hiç birisini öğrencilere okutmadılar. Mısırlılardan, Avrupa’ya köle olma şuurunu taşıyan ve bu şuura dibine kadar dalan bir nesil yetiştirdiler.” (Profesör Muhammed Kutup, İslam’ın etrafındaki şüpheler, s. 14-15)
Afrika dilleri, üniversite seviyesinde yıllarca tahsil edilemedi. Uganda Makerere Üniversitesinde öğretilen tek dil, bağımsızlıktan sonra bile İngilizceydi. (Philip G. Altbach, Gail P. Kelly, Sömürgecilik ve eğitim, s. 66) Afrika dillerine gösteren kayıtsızlık konusunda şaşırtıcı olan, bu kadar siyah aydın ve bilginin bu duruma meşru gözle bakmaya devam etmesidir. (s. 67) Sömürge döneminin gayesi, batılı ihtiyaçlara göre şekillendirilmiş insan gücü üretmekti. Diğer amaç da, bu pazarı batılı tüketim malları için genişletmekti. (s. 69, 179-184) Batı zevkleri, yaşam biçimleri reklam, gazete, filmler ve bireysel numuneler aracılığıyla yaygınlaştı. (s. 71) Batılılaştırılmış insan gücünün üreticileri olarak Afrika üniversiteleri, önemli bir rol oynamıştı. (s. 72) Kızılderili komisyon kurulu şöyle diyordu: “Kızılderilileri siyasetimizde güvenilir ve kullanışlı bir unsur haline getirmek için cesurca çalışmalı. Batı pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitmenin daha ucuz olduğunu öğrendi.” (s. 101) Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı gibi büyük vakıflar, Amerika’nın çıkarlarını kendileri gibi görecek yerel liderler yetiştirebilme umuduyla stratejik üçüncü dünya bölgelerindeki eğitim kurumlarına destek vermeye başladılar. (s. 179) Vakıf programlarının amacı, Amerika’nın milli güvenliğinden ve ekonomik çıkarlarından haberdar, kendi kültürlerine karşı ise yabancılaşmış yerel halk tabakalarının himayesinde ülkelerdeki şartları iyileştirmekti. (s. 180, 184) Sömürge altındaki toplumlar, kendi tarihlerinden mahrum bırakılmışlardır. (s. 133) Sömürülen, sömürgecinin dilini efendisinden daha nazik şekilde konuşmaya yönlendirildi. (s. 134)
“Vietnam Savaşı’nda ülke halkı sosyalizm ve milliyetçilik doğrultusunda eski efendilerini taklit etme ayrıcalığını kazanmak için savaştılar.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 45) “Bir insan Müslüman, Budist, Hindu ya da Eskimo şamanı olabilir. Hepsi için zorunlu tek şart vardır: ‘Geri kalmışlık’la ayıplanmak pahasına, ‘Medeni değerler’e uymak.” ( s. 46)
“Biz kendimizi sevmiyoruz. Dede’yi Wagner olmadığı için; Bâki’yi Goethe yapamadığımız için beğenmiyoruz. Dünyanın en iyi giymiş milleti olduğumuz halde, çırılçıplak yaşıyoruz. Biz ‘misyonlarımızın’ farkında değiliz. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, s.270)
“Bir toplum medeniyet bilincini yitirdiğinde, geriye bölünmüş zihinler ve fakirleşmiş gönüller kalır. Bir yanı ile Müslüman, bir yanıyla batılı fakat kendini ne İslam medeniyetine ne de batıya ait hisseden insanlar bu ikircikli ruh halinin ağır baskısı altında sürekli krizlere maruz kalırlar. Çareyi dışarıda, başka yerlerde arar hale gelirler. (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medeni, s. 174) “Batılılaşma hastalığına duçar olmuş Cumhuriyet aydınlarının Türkçü medeniyeti söylemi, İslam ve Osmanlı kimliklerinden arındırılmış bir toplum düzeni inşa etmeyi hedefliyordu.” (s. 40) İngiliz tarihçi, siyasetçi ve Şair Thomas Macaulay, ‘Hint eğitimi üzerine notlar’ isimli eserinde, ‘yapmamız gereken şey, hükmettiğiniz milyonlarla bizim aramızda tercüman görevini üstlenecek bir sınıf yetiştirmektir. Bu sınıfın kanı ve rengi Hintli fakat zevkleri, kanaatleri, ahlakı ve aklı İngiliz olacaktır.’ demektedir. (s. 113)
“Geçmişlerini batılılardan öğrenen topluluklar, kendi tarihlerinde kayda değer bir bilginin olmadığına inandırılmışlardır. Çünkü batı, dünya üzerindeki tek uygarlığın batı uygarlığı olduğunu zihinlere kazımıştır. Buradan doğulunun batılılara benzemesi gerektiği sonucu da kendiliğinde ortaya çıkmaktadır. Bir şeye benzemek ise kendi olmaktan vazgeçmekle mümkündür. Doğulu toplum içinde elit kabul edilen bir kesim zamanla oluşturulmuştur. Bu kesim topluma oryantalist düşüncenin biçtiği yolu tavsiye eder. Bu elitlerin görevi ‘cahil halkları eğitmek, uygarlaştırmaktır.’ Bilinçlenmenin yolu ise dini ve ahlaki değerleri inkârdan geçmektedir.” (İsmail Süphandağı, Batı ve İslam arasında Oryantalizm, s. 31, 33)
“Kendimizi Avrupalının gözü ile görmek” (Hilmi Yavuz, Batılılaşma değil, oryantalistleşme, Doğu batı dergisi, Nisan 1998, Sayı 2, s. 100) işte “Türk aydınının batılılaşma serüveni sonunda geldiği son nokta; oryantalistleşme.” (İsmail Süphandağı, Batı ve İslam arasında Oryantalizm, s. 158)
“Roman ve sinema ile” batılı olmayanı ötekileştiren oryantalizm, batıyı hâkim bir evrensel norm ve merkez olarak ilan etmektedir. (Fuat Keyman, Oryantalizm, Derleme, s. 10)
Kolombiya’da bir kızcağız bir tv progmına misafir olur ve İngilizce (Hello, Good afternoon) selam vererek içeri girer. Bayan spiker milliyetçi hisleri galeyana gelir ve kıza sert şekilde çıkışır: “Sen Kolombiyalısın, damarlarında Kolombiya kanı akıyor. Ve burası İspanyolca konuşulan bir program. İSPANYOL’ca konuşmazsan defolur gidersin!”
Twitter’da Sevinçli adlı bir kullanıcı 3 Temmuz 2017 tarihli paylaşımında, “Kızım Disney Channel izleyerek büyüdü. Amerikan kültürüne son derece hakim ve ben annesi olarak ölünceye kadar kızımla gurur duyacağım.” diye yazmakta idi.
Shrike adlı twitter kullanıcısı da Arda Güler Real Madrid’e transfer olunca Arda ve annesinin fotoğrafını paylaşıp altına şunları yazar: “Annesinin açık ve sarışın olması ülkemizin imajı açısından mükemmel.” Evet, tam da oryantalistlerin istediği ideal ‘doğulu, ezik ve kimliksiz’ tipoloji örneği. Halbuki Bosna’lılar full sarışın nerdeyse ama sadece Müslüman oldukları için Avrupa ortasında yaklaşık 4 sene (1992-1995) katliama uğramışlardı.
Bade İşçil, “Mahsun’dan ayrıldıktan sonra hayatında ne değişti?” sorusuna ” Artık lahmacun yemiyorum. Ben batılı bir kızdım ve özüme döndüm.” diye cevap verir. (Hürriyet, 11 Ekim 2007)
“Müslümanlar tarihinde ilk defa İslam dünyası, kendisi hakkındaki şeyleri batı imalatı imajlarından, haberlerden öğrenmektedir. Yönetici sınıf ise batı kontrolündedir.” (Edward Said, Haberlerin ağında İslam, s. 90)
Müslüman toplumları hem entelektüel hem de kültürel açılardan zayıflamış ve dejenere olmuşlardır. B. A. Zaki Badawi: “Batı’yı ideal olarak tanıtan iki tip sosyal grup olduğunu belirtmiştir: Batılılaşanlar ve laikler.” Mısır tarihi, İslami karakterlerini mümkün olduğunca yok ekmek amacından yola çıkarak yeniden yazıldı. Türkiye ve İran’da da buna benzer eğilimler iyi bilinmektedir. (s. 204 -205) Müslüman toplumların birçoğunda, sömürgeciliğin izleri kalmıştır. (s. 231) Batıcılık, Müslümanlar arasında tehlikeli bir alçaklık kompleksi hissi oluşturan bir dünya görüşünü temsil eder. ‘Gelin batıyı her yönüyle benimseyelim’ gibi sloganlar ürettiler. (s.261)
“Taklit ve aşağılık kompleksi ile bazı genç yazarlar eskiye karşı savaş açma konusunda cesaretlendirilmiştir. O günden beri, eskinin adı gericilik ve ilkellik olurken, yeninin adı da ilericilik ve uygarlık olmuştur. Müslüman şarkta reform, batı düşüncesini kötü bir şekilde taklit etmekten ibarettir.” (Muhammed el-Behiy, İslami düşüncede oryantalist etki, s. 32, 54, 205)
“Oryantalistlere bağlanıp onlara hizmetçi olan, kendisini batılı değerlere teslim edenler, kültürel, ruhi ve psikolojik şahsiyetini de çifte dönüştürür, zamanla da kendini tam bir yabancı gibi hisseder. Batılılaşmış Müslüman gençlik, oryantalistlerin güç sahibi olduklarına inanan ve kuvvetin sadece Allah’a ait olduğunu bilmeyen kimselerdir.” (Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve oryantalistler, s. 66)
“Türküleri güncel hale getirmek ya da batılılar sevsin diye modernleştirmek onu bir kafese koymak gibi” diyor. “Türklerin bazıları sınıfsal farklardan dolayı türkülere köylü zihniyeti olarak bakıyordu. Doğuyla ilgili karakterini reddeden insanlar vardı. Bana kalırsa nereden geldiğini bilmek ve unutmamak gerekiyor. Türkiye’de alaturka alafranga tartışmaları var. Neden birini seçmek lazım olsun ki! İkisi de yan yana olabilir.” (Amerikalı Bob Beer ile röportajdan, Yeni Şafak, 19 Ağustos 2018)
Sosyalist ve anti-emperyalist iddiası ile kendini lanse eden Ankara Üniversitesi Hukuk Mensupları Fikir Kulübü 20 Kasım 1953 yılında yıllık faaliyetlerini sıralamaktadır. Bir tanesi de radyoda “batı müzik saatlerinin artırılmasını” sağlamalarıdır. (Turhan Feyizoğlu, KFK, Fikir Kulüpleri Federasyonu, s. 82 ) Türk devrimci solunun önder kadınlarından olan Behice Boran, babasını ‘ilerici’ olarak anlatır. Nedeni ise ablasını “Fransız Rahibeler okuluna” göndermesidir. (Emel Koç, Behice, s. 20) Babası ablasını İslami okula gönderse idi aynı sıfatı hak eder mi idi, ayrı konu! Ülkemin sol aydınlarının memleketimi çağdaşlaştırma gayretlerine, kullandıkları metot ve bakış açılarına ilginç örnekler bunlar…
İngiliz Gezgin A. Slade, 1829’da Blonde gemisinde verilen bir baloya katılan Türklerin ‘Medeni tutumu’ hakkında şu gözlemlerde bulunur: “Ayrılmadan önce, birkaç saat içerisinde medeniyet yolunda üç büyük adım attılar. Kadınlarla dans ettiler, herkesin ortasında içki içtiler ve kumar oynadılar.” (Tuncer Baykara, Osmanlılarda medeniyet kavramı, s. 24)
“Ülkenin elitleri arasında sayıldım çünkü İngilizce konuşabiliyor ve batı kıyafetleri giyebiliyordum. Benim gibi insanları dinden uzaklaştıran en büyük faktör, vaizlerinin uyguladıkları ile vaaz ettikleri arasında büyük bir fark olması idi. Ayrıca, dinin arkasındaki felsefeyi açıklamak yerine, ritüellere aşırı vurgu yapılıyordu. Neslimin miras aldığı aşağılık kompleksi yavaş yavaş birinci sınıf bir sporcu olarak geliştikçe geçti. Her iki toplumun avantajlarını ve dezavantajlarını görmeye başladım. Üstün olduğumuz ve hâlâ da üstünlüğümüzün devam ettiği bir alan vardı ve bu da bizim aile hayatımızdı. Materyalist ve hedonistik kültürü oluşturduğumu hissettim. Böyle bir kültür, insanda psikolojik sorunlara neden olmaktadır, çünkü beden ve ruh arasında bir dengesizlik yaşanacaktır. ABD’de, nüfusun neredeyse yüzde 60’ı psikiyatristlere danışıyor. Vatandaşlarına en fazla refahı sağlayan İsveç ve İsviçre de en yüksek intihar oranlarına sahip. Kur’an’da ele alındığında, her zaman, “İnananlar ve iyi işler yapanlar” der. Bir Müslüman, biri Allah’a, diğeri de insana karşı ikili bir işleve sahiptir. Allah’a inanmanın en büyük etkisi, diğer insanlardan önünde eğilmememiz gerektiğini öğretmesidir. Başarıyı kendime atfetmek yerine, bunun Allah’ın iradesinden kaynaklandığını, dolayısıyla kibir yerine alçakgönüllülüğü öğrendim. Allah’ın isteğine teslim olursan, iç huzura sahip olursun. Kur’an, Müslümanları aşırılıkçı değil “orta yol” olarak adlandırıyor. Diğer dinlere, ibadet yerlerine ve peygamberlerine saygı duymamız söylenir.” (Pakistan Başbakanı Imran Khan ile röportajdan, Arabnews, 25 Mayıs 2019)
Sosyal medyada ‘Σελήνη’ adlı bir kullanıcı, “Türk olduğumu öğrenen Amerikan garson selamünaleyküm dedi, aleyküm selam demediğim için saygısız olduğumu iddia etti.” diye twit paylaşır. Ona destek olmak isteyen bir twit kullanıcısı da, “Bzi merhaba deriz deseydiniz keşke. Ben Amerika’ya ilk geldiğimde giydiğim kıyafetlere çok şaşırmışlardı. İran gibi düşünüyorlar bizi maalesef ve arap alfabesi kullandığımızdan eminler.” şeklinde cevap yazar. Kıyafetle batılı olmak veya zaten Arapça kökenli bir kelime olan ‘Merhaba’ ile Arapçılığa savaş açtığını zanneden modern insanlar türemiştir ne yazık ki.
Yine twitter’de Yusuf Demirkapu adlı bir kullanıcı, “Asurlara ait en eski kraliyet arşivi British Museum” diye paylaşımda bulununca Umut K. adından bir kullanıcı “Burda olsa üç günde yağma olurdu. Emin ellerde olduğuna inanıyorum” diye yorum yaparak sömürgeci hırsızlara güzellenemyaparken kendi kültürüne düşmanlığını ilan ederek tam bir Stockholm sendromu örneği olduğunu göstermişti. Yine “Taksim’deki Arapça tabelaların sökülmesini keyifle sigra yakıp izlediğini” yazan bir kullanıcıya Eray K. Adında biri, “İngilizce tamam da Arapça bize ters hacı” diye yorum yapmaktadır.
“Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkiye’de yaşanan Batılılaşma tecrübesini “kültürel inkâr” olarak tarif etmişti. Ülkemizin en parlak sosyal teorisyenlerinden Şerif Mardin ise, Tanzimat’la başlayan Cumhuriyet’le sürdürülen modernleşme projesini, “Türklerin İslâm kültüründen uzaklaştırılması” olarak tanımlamıştı.” (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 09 Ağustos 2019)
Bu aşağılık kompleksinden bir an önce kurtulup köklerimizin farkınan varmalı ve Fuat Köprülü’nün yaptığını yapmalıyız: “Fuat Köprülü, Osmanlı’nın her kurumu Bizans’lılardan aldığını iddia eden hem oryantalist hem de Osmanlı kültürünü reddeden, onu küçük gören seküler Türkçülerle mücadele etmiştir.” (Doğan Gülpınar, Ottoman, s. 94)
Din, kültür ortadan kaldırılmaya çalışılınca yerine sahte dinlerin ikame edilmesi kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır: “Bizim ilk aydınlanmacılarımız pozitivizmi, neredeyse yeni bir din olarak algıladılar. Şinasi’ye göre, Bilim, kul köle olunması gereken yeni bir değer, yeni bir kutsaldır. Tanzimat aydını olan Tevfik Fikret, “kul köleyiz bilime” der. (Emin Arık, Deizm ve ateizm çıkmazı, s. 295)
“Oryantalistler, birçok Müslüman’ın düşüncelerini etkilenmişler ve birçok oryantalistik görüş Müslümanlar tarafından kaleme alınan eserler de yerini almıştır.” (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 7)
Fanon Frantz şöyle batılı aydın tipini şöyle karakterize etmektedir: “Doğu’dan yerliler getirip onları eğittik. Zira Batı eliti, yerli elit üretmek istiyordu. Kısa bir süre sonra ful doktoralı olarak memleketlerine geri gönderildiler. Artık bu yürüyen yalanların kendi kardeşlerine söyleyebilecekleri hiçbir şeyleri yoktu.” (Fanon Frantz, Les Dammes de la Terre, s. 17)
“Aydın sınıf, batı medeniyetinin tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş ve aşırı derecede batı hayranlığına müptela olmuştur.” (Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s. 61)
Cem Yılmaz’ın ‘açık büfe’ komedi videosunda, “Biz Türkler açık büfede ”acayip’mişiz! Ama ‘bir İngiliz’de böyle bir şey görmezmişiz, bir zeytin, bir avakado alıp gidiyormuş” Sayın Yılmaz keşke İngilizlerin, dünyanın öbür ucundaki insanların yemeklerini önlerinden aldıklarını, yer altı ve yer üstü zenginliklerini de sömürdükleri, yaptıkları zulüm ve katliamları da komedisine ilave edebilseydi!
“2005 ile 2016 yılları arasında Afganistan’da özel kuvvetler personelinin yaptıklarına ilişkin soruşturmanın bulgularını detaylandıran Avustralyalı General Angus John Campbell, 23 ayrı olayda 25 Avustralyalı Özel Kuvvetler personelinin 39 ‘yasa dışı cinayet işlediğinin’ ortaya çıktığını söyledi.” (Euronews, 19/11/2020) Haberi “icmihraklar” adlı twitter kullanıcısı bakın nasıl yorumlar: “Ancak batılı bir devletin vereceği medeni bir tepki. Şark devletlerinde bunlar hiç olmaz.” 39 kişiyi öldürüyorlar, olay ‘basına sızınca’ sadece lafla, özür diliyorlar, bizim celladına aşık zihniyet sahiplerinin yorumuna bakınız. Oryantalistler; Başardınız!
Vulgarlaisizm, bu ülkenin en barbar ideolojisi. Çünkü kendisini hakikat görüyor, egemenlik kibriyle bakıyor ve modern olmanın havasıyla üstün sanıyor. Toplumuna, tarihine ve coğrafyasına yabancılaşan bir self-bilinci temsil ediyor. Bu topluma, kötü bir modernlik kopyacılığıyla bakıyor. O nedenle bilgili ama cahil, bilimsel sanıyor kendisini ama dogmatik. Her şeyi kopya ettiği kaba modernliği, vulgarlaisizmin (kaba laikçilik) üzerinden okuyor. Din karşıtı, toplum karşıtı ve tarih karşıtı bir zihin haline geliyor. (Ergün Yıldırım, Yeni Şafak, 6 Eylül 2020)
Anlam haritası tarumar edilen, algısı uyuşturulan genç, kendi kültüründen utanç duymaya, başka kültürlere özenmeye başlar. (Prof. Adnan Bülent Baloğlu, Son hurafe Deizm, s. 53)
Meşhur Fransız oryantalist Louis Massignon, ‘Müslümanların her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hale geldiler.’ (E. Said, Oryantalizm, s. 8) derken oryantalizmin de hedefine ulaştığını da ilan ediyordu.
Fidan Aslan Eroğlu 07.06.2019 tarihinde Twitter hesabından Norveç’e çitlere asılmış elma poşetlerinin fotoğrafını paylaşır: “Bu fotoğraf Norveç’ten. Bahçelerinden topladıkları elmaların fazlasını başkaları da yesin diye çitlere asmışlar. Dilerim güzel ülkem de bir gün bu refah ve medeniyet seviyesine ulaşır” ifadelerini kullanır. dogrulukpayi.com adlı site layı araştırır ve “Norveçlilerin ağaçtan toplanan elmaların fazlasını, başkalarının yemesi için bahçe duvarlarına astıkları iddiası yanlış.” olduğu sonucuna ulaşır. Peki gerçek nedir? “İngiltere merkezli “Development Initiatives” kuruluşu tarafından hazırlanan Küresel İnsani Yardım 2022 Raporu’na göre, Türkiye, 2021’de gayrisafi milli hasılasına oranla en çok insani yardım yapan ülke sıralamasında, zirvedeki yerini korudu.” (AA, 27.07.2022)
Julnal isimli eserinde Cemil Meriç şöyle der: Türkiye’yi yaşanmaz bulanlar Türkiye’ye yaşanmazlaştıranlardır. (s. 69) Aydınımızın zihin yapısını sinsi bir hastalık gibi kemiren oryantalizm illetinin, Türkiye’nin entelektüel gündeminin bir numaralı mesele olduğunu söyleyebiliriz. Edward Said oryantalizmin bir bilgi problemi olduğu kadar bir hakimiyet ve iktidar problemi olduğunu da belirtir. (s. 70) Oksidentalizm, doğunun gözlükleri ile batı toplumlarına bakmak anlamına geliyor. Cemil Meriç, oksidentalist için müstağrip karşılığını kullanmıştır. (s. 71) Christian Delacampagne, Autrui (öteki) adlı çalışmasında, İspanyolların ilk kez Amerika kıtasını ayak bastıklarında karşılarına çıkan yerli halkın bir ruhları olup olmadığı üzerinde çok düşündüklerinden söz eder. Ruhları olup olmadığı ya da insan olup olmadıklarından! İspanyolların ilk yanıtları olumsuz oldu, yani insan değildir onlar! ‘İşin garip yanı’ der yazar, yerlilerinde savaşta ölen İspanyolların cesetlerini çürüyüp çürümediğini, cesetlerinin su üzerinde kalıp kalmadığını gözlemledikleridir. Yerliler, beyaz yabancıların Tanrı olup olmadığını belirlemeye çalışmışlardır. İspanyol yerliyi insandan aşağı görürken, Amerikanlı yerliler İspanyolu insanlardan yukarı görüyordu. Ne İspanyol yerliyi, ne de yerli İspanyolu insan sayıyordu. ( s. 73 )
Oryantalizmin yetiştirdiği insanların zihin yapısı ülkemde özellikle 28 Şubat sürecinde zirve noktalara taşınmıştır. Konuyu uzatmamak için sadece bir örnek verelim: Gaziantep 5. Zırhlı Tugay Komutanlığı Harekat Eğitim Şubesi Eğitim Subay Yardımcısı Öğretmen Yüzbaşı İbrahim Keleş, eşi başörtülü olduğu gerekçesiyle ihraç edilir. Kendisine, gönderilen 7 Nisan 1999 tarihli “Gizli” ibareli yazıda; İbrahim Keleş’in eşi Gülsen Keleş’in başörtüsüne “Tesettür denilen bu acayip kıyafet” tanımlamasında bulunulur. (Yeni Akit, 23 Kasım 2010)
Sağlık Bakanlığı’nın türban nedeniyle güneşten mahrum kalan kadınlar için D vitamini dağıtımını öngören bir proje hazırlayan ve 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Paris’te bulunan ve Elele Derneği’nde düzenlenen belgesel Film gösterimine katılan İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker ile gazeteci Metin Toker’in kızı Gülsün Bilgehan, kendisiyle birlikte 3 Türk kadının daha anlatıldığı ’Laik ve Türk kadınlar’ adlı belgeselin ardından yapılan tartışmada, “13 yaşındaki çocuklara ‘ilkel kostüm’ giydiriliyor.” derken kastettiği tesettür kıyafetidir. (Türbanlı kadınlara D vitamini, Hürriyet, 23 Mart 2007)
28 Şubat dönemi. Din dersi kitabı hazırlamam görevi verilen öğretmen taslağı hazırlar. Talim terbiye kuruluna gönderir ama taslak geri iade edilir. ‘Cami toplumsal birliği sağlar, oruçta beraber yemek yenir’ metni ile beraber bir cami resmi vardır. Görevli, kalem ile cami resmindeki başörtülü bir iki kadın resmini yuvarlak içine alır, ok çıkarır ve her birine ayrı ayrı ‘ilkel kesit’ yazısını yazar!
Prof. Yalçın Küçük Ulusal Kanal’daki bir konuşmasında, “HDP’li vekillerin çocukları mini etekli, Hiç birinde türban yok. Hiç birisinin ‘kafasına ilkel şeyler’ koyamadınız.” demektedir. (https://www.youtube.com/watch?v=apeSp_7cQlc)
Türkiye’de, kendisini modernleşmiş, Avrupalılaşmış, batılılaşmış sayan bir kısım insanımız, geleneksel kimliğini ön plana çıkaran bir başka kısım insanımızı öteki saymakta, bu ötekileri de geri kafalı, ilkel, pislik olarak kabul etmektedir. Onlara ancak aşağılayıcı, horlayıcı bir söylemle atıfta bulunmaktadırlar. Kendi yerli halkını öteki olarak işaretlemektedirler. Madalyonun bir de öteki yüzü var: Kendilerini batılılaşmış olarak gören bu insanların, Batı karşısındaki tavrı. Bir batılı karşısında kendisini kızılderiliye dönüştürür bu insanlar. Onun için gerçek bir batılı, insandan daha üstündür. Onlar medenidir, ileridir. Biz onların eline su dökemeyiz. Batılılaşmanın bizi getirip bıraktığı yer burasıdır: Kendi yerli halkını, insandan daha aşağı, batılıyı ise insandan daha yukarı neredeyse bir tanrı gibi görmek. Modernin kendi halkına ve batıya bakışı hemen hemen hiç sorgulanmadı. Neden acaba? (s. 74)
“Halk cahil, halkı yönetenler de nihayetinde halkın içinden gelen kimseler. Ben bir yabancı gibiyim Türkiye’de. Türkiye’ye gelip akıl veren bilim adamlarından bir tek farkım İstanbul’da oturuyor olmamdır.” (Haber 7, 1.1.2018: Prof. Dr. Celal Şengör’ün kendisini YÖK üyeliğine uygun gören Üniversiteler Arası Kurul’un 219 üyesine birden gönderdiği mektuptan, yıl 2008)
Batıyı taklit özetimiz sonucu ne kendimiz olabildik ne batılı… Eşek demiş ki, “tilki kardeş ben sırtlan olmaya karar verdim, ne yapmalıyım?” Tilki cevap vermiş; “Kulakların, kuyruğun uzun, onları kes” Eşek kesmiş kuyruğu, kulakları. “Oldu mu” demiş “sırtlan olabildim mi?” Tilki sırıtarak; “bırak sırtlan olmayı artık eşek bile değilsin” demiş.
Der Spiegel, bir kapak yapar: Kapakta elinde Türk bayrağı tutan genç bir kız, arkada Kur’an kursuna giden Müslüman kızlar ve ellerinde uzakdoğu sporu yapanların kullanılan çeşitli aletler bulunan Türk gençleri bulunmaktadır. Derginin yaptığı tastamam şudur: Tehlikeli yabancı iddialarını yeniden gündeme getirmek ve üstü kapalı bir biçimde Türklere karşı olan tepkileri meşrulaştırmak. Amaç, Türk azınlığı her türlü eşitsizliğe ve zor şartlara boyun eğdirerek, teslim olmaya zorlamaktır. (s. 77) Dikkate değer olan neo-nazi dazlak çetelerinin, Türklere karşı giriştikleri kıyımları, Alman halkının dilini, dinini, kimliğini korumaya çalıştıkları bağlamında, bir çeşit meşru müdafaa gibi gösterilmeye çalışılması tehlikesidir. Justin Mccarthy, Death ABD Exile (Ölüm Sürgün) ve Müslims and Minorities (Müslümanlar ve azınlıklar) adlı eserlerinde, Birinci Dünya Savaşı’nda ölen Müslüman Türk ve Kürtler’in sayısına 2,5 milyon, 1821-1922 yılları arasında zorla göçe zorlanan Müslümanların sayısı 5 milyon, Bu yıllar arasında ölen Müslüman sayısını beş buçuk milyon olarak belirtir. (s. 78) Doktor Andrew Mango, ‘etnik temizliğin kurbanı Müslümanlar olunca, nedense kimse bu konuya eğilme geriye duymamaktadır.’ demektedir. (s. 79)
Knut Hamsun, 1899 yılında İstanbul’a bir seyahat gerçekleştirir ve bunu ‘İstanbul’da iki İskandinav Seyyah’ adıyla bir arkadaşı ile beraber kitaplaştırır. Kitabında Hamsun şunları yazar, “Türkler adam yemekten vazgeçeli beri, bir arada bulunmanın bir tehlikesi kalmamış artık. Vahşi Türkler ile anlaşmak mümkünmüş, diye düşünüyorum.” 20. yüzyılın başında Avrupalının zihnindeki Türk imajı işte budur: Türklerin sultanı, Hıristiyan etini yemekten vazgeçmiş midir acaba? Gerçekte ise insan eti yemek pratiği, 17 ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da görülmüştür, Avrupalının zannettiği gibi Osmanlı’da değil! (s. 84) Avrupalı Katolikler Fransa’da ve İrlanda’da; Protestanlar ise Hollanda’da, insan eti yediklerine dair belgeler vardır. (Herbert H. Roven, John De Witt, Grand Pensionary of Holland; Giles Deleuze, Spinoza, Philosophie Pratique, s. 22) Bu konuda kısa bilgi için, ‘Derin Tarih’ adlı derginin Mart 2019 sayısına ve Emrullah Kaleli’nin ‘Haçlı Seferlerinde Yamyamlık Hadiseleri’ (Turkish Studies – Historical Analysis Volume 14 Issue 2, 2019) makalesine bakılabilir.
E. J. W. Gibb, ‘Osmanlı şiiri tarihi’ isimli kitabında, Osmanlı şiirini ‘bıktırıcı tekrarlar ve basmakalıp tedailerden (Detay, ayrıntılardan ) öte bir şey olmadığını’ iddia eder. Bu bakış açısı Cumhuriyet döneminde Divan şiirine karşı öne çıkarılan resmi ideolojik söyleminde başat, baskın temalarından biri olmuştur. (s. 86) Türk entelijansının (aydınlar topluluğunun) zihni, oryantalist bir yapılaşmadan öte bir şey değildir. Prof. Walter G. Andrews, ‘şiirin sesi, toplumun şarkısı’ adlı kitabında, Gibb’in Divan edebiyatı ile ilgili iddialarına yanıt verir. Ona göre, ‘Osmanlı şiiri, gerçek hayatta hiç ilgili olmamak şöyle dursun, büyük ihtimal, kültürel hayatla ve onu üreten toplumla çok ilgili bir şiirdir.’ (s. 88-91) Walter, Gibb’in Osmanlı şiirini , ‘görünmez kılınmasını rasyonalize edecek bir biçimde ele aldığını belirtir.’ ve ‘bir düşman olarak Osmanlı’yı daima zorba bir savaşçı saymanın ve asla duyarlı bir şair olamayacağını düşünmenin belirli yararları vardır.’ diye devam eder. Dahası, evrensel edebi tarih, Osmanlı’nın, Avrupa ne ise onun tam tersi olduğunun düşünüldüğü bir dönemde ortaya çıkıp gelişmiştir’ diyerek, batının Osmanlı’ya ve edebiyatına bakışına da ayna tutar.’ (s. 90) Walter, ‘şiirin, Osmanlı’nın hayatının merkezinde oldukça önemli bir yeri olduğunu’ belirtir. ‘Toplumun bütün kesimleri, şairler ve şair adaylarıyla doludur’ söyler. ‘Aşk, maneviyat, iş gibi her konu, şiir ile ifade edilmiştir. Osmanlı’da padişahtan köylüye, din bilgininden, sarhoş ve serseriye varıncaya kadar hemen hemen herkes, şair olmak istemiştir’, diye devam eder. ( s. 91)
Prof. Victoria Holbrook, Unreadable Shores of Love adı çalışmasında, Osmanlı’dan kopan ulus devletler, kendilerini, Yüzyıllar boyunca bir parçası oldukları Osmanlı İmparatorluğu’nun karşılığıyla belirlemişlerdir ve tümünün (1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti de dahil olmak üzere) kendi tarihlerinde, Osmanlı kültürel geçmişini marjinal kılma konusunda gerekçeleri vardır, demektedir.
Türk entelijansiyası, laikliği yanlış anladı. Modernite projesinin devlet ile sınırlı tuttuğu laikliği, bireysel alana taşıdı. (s. 115) Aslında Voltaire de, Rousseau da ateist değildir. (Lucien Goldman, aydınlanma felsefesi) İlk Türk aydınları da asla ateist değildi. Hatta, Abdullah Cevdet bile. (Mehmet Akgün, Materyalizmin Türkiye’ye girişi ve ilk etkileri)
Max Weber’in İslam’a bakışı tek yanlıdır. Bu tek yanlılık, diğer birçok batılı tarihçi ve araştırmacı ile ortak paydasıdır. Ona göre, her şey; bir tarafta Batı, diğer tarafta Doğu olarak ikiye ayrılır. Rasyonel Hayat, rasyonel bilim, rasyonel müzik, disiplin, iş ve meslek ahlakı… Hepsi yalnızca batıdadır ve bu kavramlar diğerlerine yabancıdır. Oryantalizm, Bir hayali İslam tasarısıdır! 14. Yüzyıldan itibaren Batı kendisini İslam’ın tam karşısındaki zihinsel mekanda konumlandırmış, arayı olabildiğince açmış ve peşin hükümlü tavırla, var olabilecek en aşırı noktaya ulaşmıştır: Oryantalizm! (s. 124)
Oryantalizmin kurumsallaştırdığı zihinsel kopma, doğunun Batı ile değil fakat batının Doğu ile olan diyalogsuzluğunun asıl nedenidir. Gerçeklikteki İslam ile değil; hayali İslam ile ilişkilerini kurmaya çalışmıştır. Bu tipik bir donkişot’luktur. Oryantalizm, bir monologdur. 14. yüzyılın başlarında bilinen dünyanın büyük bölümündeki hüküm süren İslam hakimiyetinin Avrupa’ya etkisi, uzun süren bir travma yaratmak olmuştur. İki medeniyet arasındaki zihinsel kopma, işte bu travmanın ta kendisidir. Muhammed Şerefeddin, ‘İslam ve romantik oryantalizm’ adlı eserinde, ‘haçlı seferlerinden sonra Avrupa’da hayali İslam’ın yürürlüğe girdiğini, İslam’ın Avrupalı için terör, yıkım ve Barbarlık olarak algılandığını.’ söyler. (s. 125)
Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam
*
Oryantalizm, İslam ve Türkler
Kavramsal sorun
Bilimsel anlatımla oryantalizm, doğu ülkelerinin tarihlerini, dillerini, edebiyatların inceleyen bilim dalıdır. (Doğu bilim, Büyük larousse, VII/3277) Fakat aslında oryantalizmle doğu, batılı gözle yeniden tanımlanır. Batı karşıtı olarak gösterilen Doğu, rahat bir vicdanla sömürülebilmek için ötekileştirilir. (s. 14) İslam dünyasını önce çökertmek, sonra da onu kendi amaçlarına göre yeniden kurmak ve onu yönetebilmek için batılıların yürüttüğü tüm çalışmalara oryantalizm, denebilir. (Necdet Sevinç, Misyonerlik faaliyetleri, s. 11)
Oryantalizmin ortaya çıkışı
Oryantalizm incelendiğinde iki önemli özne gözden kaçmaz: Dinsel motif olarak, Hıristiyanlık; siyasal motif olarak, emperyalizm. (s. 15 ) Oryantalist bakış açısı, Victor Hugo, Dant veya Karl Max gibi, bir araya getirilemeyen insanların her türlü felsefi farklılıklarını ortadan kaldırır, çünkü doğu ile batı arasında ayırımın başlangıç noktasıdır oryantalizmdir. (s 16) “Avrupa kendi kimliğini oluştururken, bir ötekini ihtiyacı duyar. Öteki Doğu’dur ama o doğu, batıdan aşağı, barbar, ilkeldir. Merkez Batı’dır; eleştirilen, yorumlanan, aşağılanan doğudur.” (Hilmi Yavuz, Modernleşme, oryantalizm, İslam, s. 56) Oryantalizmin ortaya çıkışını en erken milattan önce 4. Yüzyıla kadar götürebiliriz. Doğuya dönüş seferlerinde büyük bir bilginler kitlesini yanında götüren Büyük İskender’in seferleri ile başlar bu tarih. (s. 19) 7. yüzyıldan itibaren İslamiyet’in hızla ilerlemesi, Hıristiyanların bu yeni dine hızlı bir şekilde geçmesinden sonra Hıristiyan din adamları, İslam’a araştırmaya büyük önem vermişlerdir. İlk araştıran Hıristiyan din bilginlerinden birisi de, John of Damascus yani Yuhanna ed-Dımrki’dir. (Hamdi Zakzuk, Oryantalizm, sayfa 9) Oryantalizm ilk kez 1979’da İngiltere’de kullanılmış, 1838 de Fransız akademisinin sözlüğüne girmiştir. Oryantalist ilk çalışma ise 1160 da İngiliz Kralı birinci Henry’nin Yahudi doktoru Peter Alfonso tarafından yazıldı. Bunu, ‘İslamiyet’le savaşmanın görev olduğuna inanan’ papaz Peter tarafında yazılan, Hz Muhammed ile ilgili eser takip eder. 1143 de bir İngiliz olan Kettonlu Robert, Kur’an’ı tercüme eder. (s. 18) R.W. Southern, Hıristiyan batıda, resmi biçimiyle oryantalizmin 1312’de Viyana’da toplanan konsülün şura kararları ile Avrupa’da Arapça kürsüsünün kurulması ile başladığını kabul eder. (Western Wievs Of İslam in the middle Ages) oryantalizmin başlangıç tarihini 11. yüzyılın başlarında dayandıranlar olduğu gibi, 12. yüzyılda başladığını iddia edenler de (Rudi Pparet gibi) vardır. Oryantalizm alanında otorite kabul edilen Necip el Akiki ise, oryantalizmin başlangıç tarihini 10. yüzyıla dayandırır. Fransız rahip Gerard de Oraliac, Endülüs’te aldığı eğitimden sonra Roma’da papalık makamına yükselir. Akiki bu dönemi oryantalizmin başlangıcı sayar. C. E. Bosworth, Orientalism and Orientalists adlı eserinde, ‘oryantalizm tarihinin ilk basamakları, Hıristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki dini ve ideolojik çarpışmanın tarihi olarak kabul edilir.’ der. (s. 21)
İngilizlerin 1857’de Hindistan’ı işgali ile Hindoloji, Çin’in 19 yüzyılda batının nüfuzuna geçmesi ile Sinoloji, Japonya’ya yönelinmesi ile de Japonoloji bilim dalları ortaya çıkar. Napolyon 1798’de Mısır’a girdiğinde yanında bulunan 165 kişilik araştırma grubu çalışmalarına başlar ve ortaya Ejiptoloji bilimi çıkar. ‘Oryantalizm zamanla, doğuluların egemen batıya boyun eğdirme programına dönüşür.‘ (s. 23) 1536’da College de France ile Doğu dillerinin okutulmasına batı okullarında resmen başlanır, böylece pratik dil öğrenimi, oryantalizm araştırma çalışmalarına yol açar. (Halil İnalcık, Hermenötik, oryantalizm, Türkoloji, s. 26) 1793’de Fransa’da, Osmanlıca, Arapça ve Farsça öğrenilmesi için Fransız milli Kütüphanesinde bir okul açılır, ‘amaç İslam inanç sistemine sızmak olduğu için, en basit veri ve bilgiler dahi fişlenip kayda geçirilir.’ 1822’de Paris’te, 1845’te İngiltere’de, 1842’de Amerika’da, 1814’te Moskova’da modern anlamda doğu araştırma cemiyetleri, kurumları, enstitüleri kurulmaya başlanır. Bu kurumları süreli yayınlar takip eder. Zamanla, 1908’de başlayıp 1938’de tamamlanan İslam ansiklopedisi yayınlanır. (s. 25)
Oryantalizm ve misyonerlik
19. yüzyılda yapılmaya başlanan uluslararası oryantalistler Kongresi ile oryantalistler arası bağ ve iletişim güçlenir. Özellikle 19 yüzyıldan sonra oryantalizm, emperyalizme malzeme sağlayan bir kurum haline gelir. Günümüzde oryantalistlerin çeşitli dillerde yayınlanan 300 civarında süreli yayını olduğu saptanmıştır. (s. 27)
Doğu ile özdeşleşen İslam ve Batı ile özdeşleşen Hıristiyanlık arasında süren savaş, hala insanlık tarihinin ayrılmaz bir öznesidir. Bu savaşta ‘Bizler ve ötekiler’ veya ‘ seçilmişler ve lanetliler’ ayrımı, İslam’la ilgili yorumlarda başlıca etkeni oluşturmuştur. (s. 28) William Muir, ‘uygarlığın, özgürlüğün ve hakikatin dünyanın şimdiye kadar karşılaştığı en çetin düşmanları, Muhammed’in kılıcı ve Kur’an’dır.’ (Said, s. 162) der. Oryantalistlerin İslam’a yönelik saldırgan tutum ve küfürleri günümüzde nasıl ise asırlar önce de öyle idi. Ronald destanlarında (The Song of Ronald) Müslümanlar, ‘Apollo, Muhammed ve Tervagan’ adlı 3 puta tapan şekilde anlatılırdı. (s. 29)
Dante, Peygamberimizi Cehennemi 28. katına atar. Voltaire peygamberimiz için “Yalancı, fitneci, Deccal” der. (s. 30) Norman Daniel, Hz Muhammed için, ‘Papa adayı bir kardinal idi, emellerine ulaşamayınca peygamberlik iddiasında bulundu,’ demektedir. August Bebel, İslam’ı, Hıristiyan, Yahudi ve Arap putperestlik karışımı bir din olarak tanımlar. (Bebel, Hz Muhammed ve Arap-İslam kültür dönemi, s. 110) Hac ibadetine ise cinsellik motifleri uyarlama terbiyesizliğinde bulunur. (İrfan Abdülhamid, Müsteşrikler ve hedefleri, s. 41) Batıda yeni yetişen nesil de aynı fikirlerin sapkınlıkları ile beslenmektedirler. Amerika da ders kitapları İslam hakkında: ‘Bu din Muhammed adında zengin bir işadamı tarafından başlatıldı, peygamber olduğunu iddia etti.’ gibi söylemler içerir. ( s. 31) (Halbuki başka oryantalistler “zengin olmak için İslam dininin Muhammed kurdu.” demektedirler!) Nelson veya F. S. Helper, Muhammed’in bir putperest olduğunu ileri sürerler. (Helper, Method of Mission Work Among Moslems, s.42) T. Carlyle, Lamartine, Bernard Shaw gibi arada ve istisna olarak Peygamberimizi öven cümleler söyleyen oryantalistler varsa da, bunlar çok azınlıkta kalmışlardır. Klasik ve çoğunluk oryantalist görüşe sahip olanlardan, oryantalist Louis Ligeti şöyle der, ‘İslam dini çoğunlukla silahla, zorla İslam dinine çevirmek metodunu uygulamıştır. Muhammed bu şekilde dinini yaymıştır. (Ligeti, Bilinmeyen iç Asya, s. 127) Chateaubriand ise, Müslümanların şöyle tasvir eder: Özgürlük hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ayrıca edepten, ahlaktan yoksunlar. Haçlılar daha ziyade yeryüzünde cehaleti (yani İslam’ı) zorbalığı, uygarlık düşmanı bir inancın mı yoksa modern insanda hikmet dolu bir antik çağ ruhunun uyanmasını sağlayan itikadın mı galip geleceğini öğrenmenin peşinde idiler. (Said, s. 184) Bu cümlede, ‘Bir uygarlığı yok etme’ siyasetinin ‘uygarlık götürme’ söylemiyle perdelendiğini açıkça görebilmekteyiz. Uygarlık götürme hastalığı 1000 yıldır oryantalist söylemin dilinden düşmediği için, yani Haçlı Seferlerinin başlangıcına neden olanı Papa II. Urban’ın fetvalarından günümüze kadar, hem oryantalizme hem de emperyalizme, tarih-aşırı bir kimlik kazandırmıştır. (s. 34) Frederich Schlegel, ‘Müslümanların, ölü boş bir tek tanrıcılığı, olumsuz bir birlikçi inanışı kabul ettiğini’ ileri sürer. Batı karşısında toplumun her alanında ve her kesiminde birey birey içselleştirilmiş bir eziklik taşıyoruz. (s. 35) Oryantalist mantığa göre bir batılının yurdunu diğerlerine savunması kahramanlık, bir doğulunun adı geçen özneleri, meziyetleri savunması ise, gericilik, taassup, uygarlık düşmanlığıdır. İngiliz işgaline karşı Sudan Müslümanlarının verdiği mücadeleyi, Julious Richter şöyle yorumlar, ‘Bu İslami taassup, kültüre karşı bir hınçtan ve dar ufuktan kaynaklanır. (Richter, History of the protestant missions in the near East, s. 47) Haçlı seferlerinin başarısızlığından ve ezikliğinden kurtulamayan batı, bu ezikliği oryantalist metin ve söylemlerde saldırgan bir tutumla ve hayali kurgulamalarla gidermeye çalışmıştır. Doğu dünyasını araştırmak üzere doğuya gelen ve daha sonra Müslüman olan Fransız Rene Guenon bu batılı bakış açısını eleştirir. (Guenon, Modern dünyanın bunalımı, s. 121) Özetle oryantalizm vasıtası ile İslam hakkında iftiralar ortaya atılmış, İslam saldırgan, yakıp yıkan, şeytani duygularla simgelenen bir din olarak sunulmuştur. Özellikle Osmanlı Devleti ve Türkler de bu değişmez tehlikenin bir parçası olarak kabul edilmiştir. (s. 38) Oryantalizmin ayrılmaz bir parçası da misyonerliktir. Hıristiyan Batı, İslam’ın ortaya çıkışını ve İspanya, Anadolu, Suriye, Mısır gibi önceden Hıristiyanlığın yaygın olduğu coğrafyalarda, geniş bir kesimin gönlünü fethetmesini hiçbir zaman hazmedememiştir. Buna karşı en kapsamlı tepki, Haçlı Seferleri ile gösterilmiştir. Fakat amaçlarına ulaşamayınca, Müslümanların karşısına, silah yerine misyonerlikle çıkmaya karar verilmiştir. Oryantalizm çatısı altında programlanan, kurumsallaşan, sonunda da emperyalist bir söyleme dönüşen misyonerliğin tarihi çok eskilere dayanır. İlk havariler, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu’ya dağılarak Hz İsa’nın dinini yaymak istemişlerdir. (s. 39) Altıncı yüzyılda İslam’ın ortaya çıkışı ile beraber Hıristiyanlık birçok bölgede gerilemeye başlar. 7. ve 8. yüzyıllarda Hıristiyan batı dünyası, askeri, siyasi, mali, kültürel alanlarda, İslam’a karşı kullanacağı tüm silahları hazırlanmaya başlar. Bunlardan birisi de misyonerliktir. (s. 40) Misyonerlik özellikle 13. yüzyıldan sonra gözle görülür bir faaliyete başlar, bunun ön hazırlığı olarakta Doğu dillerini öğrenme faaliyetine geçerler. Fransız Guillaume Postel, ‘Arapçayı güzelce öğrenen kimse, İncil kılıcıyla bütün Hıristiyanlık düşmanlarını yenip, onların kendi inanç ilkeleri ile karşılarına çıkıp mağlup edebilir. Bir tek dili bilmek suretiyle kişi bütün dünya ile ilişki kurabilir.’der. (M. Hamdi Zakzuk, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması, s. 19) 1312 yılında Viyana’da toplanan konsül ile Arapça öğrenimi kararı alınır. Raymond Lull, ‘Arapları dininden döndürmenin en iyi yolunun Arapça’yı öğrenmek olduğunu’ görüşünü bu konsülde kabul ettirir. Kendisi de Arapçayı öğrenir, doğu ülkelerine açılarak misyonerlik faaliyetinde bulunur ama başarılı olamaz ve sonunda hapse düşer. Müslüman bir bilginin araya girmesiyle affedilir, ülkesine dönünce Arapça öğreten misyoner bir okul açar. 1294 yılında Papa beşinci Silistin ile konuşur, ‘Eğer barışçıl çalışmalarla İslam ülkelerinde başarı sağlanamazsa, zor kullanarak Müslümanlar Hıristiyanlaştırılsın‘ teklifinde bulunur. Arapçayı öğrenen misyonerler tercüme faaliyetlerine yönelirler, ilk Kur’an tercümelerini yapanlar, Toledo kesişleridir. Roger Bacon, bir kitap yazarak Papaya sunar ve ‘Arapça eğitiminin, İslam’a sızma konusunda yardımcı olacağının’ özellikle belirtir. (s. 44) Aziz Dominik tarafından kurulan Dominiken Tarikatı, Tunus’ta misyonerlik faaliyetlerinde bulunur ama hiçbir başarı elde edemez. Aynı tarikat, engizisyon mahkemelerinin kurulmasını da öneren tarikattır. Yani bu tarikat birçok Müslüman’ın öldürülmesi yanında, Hıristiyanlık içinde de bir iç Hesaplaşmaya neden olarak dindaşlarının da öldürülmesine neden olmuştur. (s. 45) Theodor Nöldeke, 1887 yılında, bir oryantalist olarak “Tüm çalışmasının Doğu halklarına dair ‘olumsuz kanaatini’ teyit etmeye yönelik olduğunu” vurgular. (s. 221) John Takle, Osmanlı Devleti içindeki gizli misyonerlere şöyle seslenir: ‘Onların kitabını, yani Kur’an’ı, dinlerine karşı kullanmanız gerekiyor Zira o Kur’an İslam’da en keskin silahtır. Kur’an’ın yeni bir şey getirmediğini ve içeriğinde yeni hükümler gibi görünen şeylerin doğru olmadığını insanlara göstermeliyiz.’ (J. M. Zwener, İslam and Missions, s. 217) Aslında bu bakış açısı batı dünyasında çok uzun bir müddet İslamiyet’in yanlış bilinmesine, bu yüzden de İslam’a karşı kin duymasına neden olmuştur. Bu doğal olarak misyonerlik faaliyetlerinin bir sonucuydu. Bu sonuçta oryantalistlerin büyük payı vardır. İslam’ı kötü göstermek amacıyla bile olsa, Kur’an meali 12. asırda hazırlanır, ancak 16. Asırda İsviçre’de yayınlanabilir. Daha sonra Avrupa’da, birçok İslam’ı araştırmak için kurum açılır ama hiçbir zaman, İslam olduğu gibi batıda anlatılmaz. Profesör Edward Mead Earle’nin şu yorumu dikkat çekici bir tespittir: “İslam dünyasının, özellikle de Türklerin, Batı kamuoyunda yanlış tanınmasından misyonerler sorumludur. Amerika’da da, onlar bizlere, İslamiyet’i ve Müslümanları alay eder bir şekilde anlattılar.” (Earle, ‘Yakındoğu’da Amerikan misyoner grupları’ adlı makalesinden, s. 7) Misyonerlik, ‘ötekine’ -batılı olmayana- yönelik üstünlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Oryantalizm gibi misyonerlikte, sömürgeciliğin keşif koludur! Misyonerler, girdikleri yerlerde, gezgin, araştırmacı, turist, öğretmen gibi değişik yöntemlerle, amaçlarını gizlemeye çalışırlar ve elde ettikleri bilgilerle bir yandan Hıristiyanlığın yayılmasını amaçlarken öte yandan da, bağlı bulundukları ülkelerdeki siyasal kesimlere, elde ettikleri bilgileri iletiler. ( s. 50)
Misyonerliği ve oryantalizmi, dinsel ve siyasal emperyalizmin ta kendisi olarak göstermek ve doğu toplumlarına sızan truva atı olarak görmek yanlış olmaz. (s. 51) Burhan Özfatura, 1990 yılında gittiğini Zürih’te, Amerikalı bir mimarla karşılaşır. 1980 öncesinin çalkantılı dönemlerinde, Sivas’ta Barış gönüllüsü olduğunu söyleyen, çok iyi Türkçe konuşan mimar, Özfatura’ya şöyle açıklamalarda bulunur: Pek çok çocuk ve kadının ölümüne sebep olduk, vicdan azabı duyuyorum, açık söylüyorum casustuk! Sivas civarında görevlendirilmiştik, yabancı dil öğreten, iyiliksever kimseler olarak göründük, sizin kan gütme, mezhep davalarını çok iyi inceledik. Çevrenin haritasını çıkarttık. Unutulmuş kan davaları, alevi-sünni ayrılıklarını körükledik. Hâlbuki o düşmanlıklar çoktan unutulmuştu. Böylece huzuru bozduk, birçok insanın ölmesine sebep olduk. (Basından, 25.10.1990) Tanzimat dayatmaları gibi, günümüzde de Avrupa birliği dayatmaları, misyonerlik faaliyetleri ve yabancı okulların çalışmalarının önünü açmıştır. (s. 55) Kenya’nın ilk Başbakanı Kamau Kenyatta şunu söyler: ‘Hıristiyanlar Afrika’ya geldiğinde, bizim topraklarımız Hıristiyanların ise incirleri vardı. Hıristiyanlar bizlere gözlerimizi kapalı dua etmemizi istediler. Gözlerimizi açtığımızda bizim İncilimiz onların toprakları vardı.’ (Bayram Küçükoğlu, Türk dünyasında misyonerlik, s, 11; Mustafa Balbay, Avrupa’nın Terör sorunu, Cumhuriyet, 18.2.1999)
Oryantalizm temelinde Doğu Batı ayırımı
Rudyand Kipling, “Doğu doğudur, batı batıdır. Bunlar asla bir araya gelemeyecektir. Batılılar; akılcı, barışsever, hürriyet sever, mantıklı ve gerçek değerleri kazanmış insanlardır. Doğulular ise bunlardan hiçbir şeye sahip değildir.”derken, (Zakzuk, s. 115) Lord Cromer, ‘Modern Mısır’ adlı kitabında, ‘Avrupalının akıl yürütmesi sağlamdır, mantık dersi almamış olabilir ama doğuştan mantıklıdır, doğası gereği kuşkucudur, önce kanıt ister, eğitimli zekâsı, bir mekanizmanın parçası gibi işler. Öte yandan Doğulunun aklı, simetriden yoksundur. Akıl yürütmesi baştan savma ile doludur.’ der, (Said, s. 48) Batıya hâkim olan üç etkin faktör vardır: Yunan felsefe ve aklı, Hıristiyanlık inancı ve endüstri devrimi ile beraber ortaya çıkan emperyalist dünya görüşü. (s. 65) Norbert Elias, ‘Ne zaman Avrupa stilinde ve Avrupa tekniğinde bir adam aradımsa, insanın olumsuz yönlerini buldum karşımda.’ der. Batı şu an dünyayı egemenliği altına almış küresel ve kirli bir güçtür. Batı, değerler açığını ve çaresizliğini, güç gösterisi ile bastırmaya çalışır. (s. 67) Batının yükselişinde oryantalizmin payı küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Zira oryantalizm, batının üstünlüğünü vurgulamak, bu üstünlüğün yayılmasını sağlamak, ötekilere bunu inandırmak ve doğunun farklılıklarını ortaya dökmenin, doğunun zenginliklerini edinebilmenin ideolojisi olmuştur. ( s. 68) İstanbul’un 1453 yılında Türklerin eline geçmesinin ardından İstanbul’dan ayrılan bilim adamı, düşünür, filozoflar büyük oranda İtalya yönelmiştir. Sonra da burada Rönesans hareketinin başlamasının önayak olmuşlardır. (s. 70) 16. yüzyıldan itibaren batının dünyaya yayılması, hammadde kaynaklarını denetim altına alması, dünya egemenliğini kesin olarak ele geçirme sürecinin kesin bir hegemonyaya dönüşmesi 300 yüzyılda gerçekleşmiştir. (s. 71) Batılı insanın hayal dünyasında Doğu kavramının değişmez öğeleri; şehvet düşkünlüğü, zorbalık eğilimi, savsaklama alışkanlığı, gerilik ve inadına durağanlık olmuştur. (s. 77)
Oryantalist anlayışta kadın kimliği ve imgeleri
Voltaire, “Fransızlar, Ayasofya’nın en mukaddes yerinde dans ettiler. Yunanlılar, çok defa krallarını boğazlarken, Meryem anaya dua ederlerdi. Fransızlarda bir yandan Ayasofya’yı yağmalarken öte yandan kızları kucaklayıp okşuyordu” demektedir. (Voltaire, Türkler, Müslümanlar, Ötekiler, s. 21) Batılılar gözünde kadın denince düşsel yaratıklar akla geliyordu. Oryantalist söylem ve metinler incelendiğinde, onlardan tehlikeli bir cinsellik anlayışının sızdığı anlaşılacaktır. Bolidor Vercil, “İslam Kılıç zoru ile ve kadın anlayışındaki her şeyi mübah görmesi sebebiyle yayılmıştır.” derken, cehaletinden değil kininden konuşmakta idi. Louise Colet, “Doğu kadını bir makineden başka bir şey değildir. Erkekler arasında hiçbir ayrım yapmaz.” der. Edward W. Lane, Doğuya dönük tasvirlerinde, “doğulular aşırı bir cinsellik serbestisi ile ahlakı tehdit ediyor.” diyordu. (s. 85)
Doğu meselesi ve oryantalizm
Oryantalist mantık, doğunun insanını, yurttaş olarak görmek bir yana, insan olarak bile görmemiş, topraklarına göz dikmesi ile birlikte yönetimleri istenilecek bir sorun olarak görmüşlerdir. (s. 87) Doğulu hüküm altına alınmalıydı. (Said, s. 219 ) Batılılar Doğu üzerine ürettikleri tüm siyasal, dini, kültürel, askeri hedeflerde oryantalizme başvurmak zorunluluğundaydılar. (s. 89) Batı, sömürgecilik sayesinde maddi potansiyeli gücünü arttırmıştır. Asya, Afrika paylaşılmış, Avrupa için yeni ve menfaat bölgeleri ortaya çıkmıştır. Osmanlı, tam bu bölgelerin ortasında idi. Batı maddi menfaatini ve emperyalizmin gizlemek için, işin dini ve manevi boyutlarını ön plana çıkarmıştır: Mesela, Türklerin baskısından Hıristiyanları korumak gibi. (Bayram Kodaman, Şark Meselesi ve tarihi gelişimi, s. 60) Batılı zihninde hiç düşmeyen, Türklere karşı eziklik ve onlardan intikam alma güdüsü, güç batının eline geçince onu harekete geçirmiştir. Batı, tarihin intikamını alıyordu. (s. 91) Doğu sorunu tamamen, batının doğu üzerinde kurmaya çalıştığı üstünlük mücadelesinin, hegemonyanın bir parçasıdır. Mantığı, emperyalizme hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. (s. 94)
Oryantalizm ve emperyalizm ilişkisi
Batı, dünya iktidar merkezini ele geçirdikten sonra, kendi dışındaki tüm toplumlara karşı sistemli ve eyleme dönük bir sömürgeci mantık yürütür. (s. 96 ) 18. yüzyılın sonlarında, batı ötekine (doğuya) karşı uygarlaştırıcı bir misyon yüklenir. (Recep Boztemur, Marx, Doğu sorunu ve Oryantalizm, Doğu Batı, sayı 20, cilt 1, s. 135) Oryantalizmin teçhizatları ile kendini geliştiren Batı, oryantalizmi kullanarak Doğuyu sömürmeye çalışır. (s 100) Batılı insan, doğuya yönelişinde, öncelikle bir Avrupalı ya da Amerikalı olarak ön plana çıkar. Bireyliği, insanlığı arkadan gelir. Böyle bir durumda, Avrupalı ya da Amerikalı olmak, doğuda belirli çıkarları olan bir güce ait olduğunun farkında olmak anlamına gelmektedir. (Said, s. 21) Siyonizm’in önderliğini yapan Balfour Deklarasyonu’nun fikir babası, Arthur James Balfour, 1910 yılında, İngiliz avam kamarasında şöyle bir konuşma yapar: “Doğulu ulusların bizim yönetimimiz altında olması iyi midir? ‘İyidir’ derim ben! Onların, tüm dünya tarihi boyunca idaresine girdikleri diğer yönetimlerden çok daha iyi bir yönetim altında olduklarını; bunun yalnız onlar için değil kuşkusuz tüm uygar batı için bir kazanç olduğunu görürüz. Onlar için Mısır’da olsakta, sırf onlar için orada değiliz, gene de Avrupa için oradayız.” (Said, s. 42) Batılılara göre, Batı her zaman egemenliğin ve efendiliğin adıdır. Osmanlı Devleti’nin hasta adam olarak fişlendiği Berlin kongresinin başkanı, aynı zamanda İngiltere başbakanı Benjamin Disraeli, ‘Batıda, Doğu’yu denetim altına almak, doğu ile batı arasındaki ilişkiyi denetim altına almanın tek yolu olarak görülmüştür.’ der. (Baykan Sezer, Şarkiyatçılık üzerine, Türk kültürü araştırmaları, sayı 1-2, s. 168) Batı, Doğu ile arasına bir mesafe koymak, ayrım yapmak için oryantalizmin bilgi birikimi ve kendisine sunduğu teçhizata başvurmuştur. (s. 104) Doğu ile ilgili çalışmalar, öncelikle Batı için hazırlanmıştır. Batının Doğu ile çatışma içinde olması, bu bilgilerin düşmanca bir duygunun altında biçimlenmesine yol açmıştır. (Baykan Sezer, Şarkiyatçılık üzerine, Türk kültürü araştırmaları, sayı 1-2, s. 170) Doğuya ait bilgilere sahip olan araştırmacıların genel eğilimi, batıya ait bu bilgileri bir şekilde, batı üstünlüğüne ve emperyalizmine hizmet edecek şekilde saptırmak olmuştur. (s. 105) Ünlü araştırmacı Oliver Kontny’nin tespiti tam yerindedir: “Batı kendine bir totem kuruyor. ‘Ben batıyım; akıl bilim, demokrasiyim. Sen ise doğusun; Duygu, fanatizm, diktatörlük’ Batı için acilen bir zihniyet devrimine ihtiyaç vardır. Egemen düzeni mutlaklaştırıp, bu düzende yeri olmayanları hiçe sayan anlayış aşılmalıdır artık.” (Kontny, Oryantalizm ve ataerkillik üzerine, Doğu-batı, I/120) Frantz Fanon şöyle der: “Asırlardan beri Avrupa, kendisi dışında kalan insanların gelişmelerini durdurmakta, onları köleleştirmektedir.” (Fanon, Yeryüzünün lanetliler, s 24) Tarafsız bir bakış açısı ile değerlendirme yapıldığında, batı ve onun tamamlayıcısı oryantalizm ve oryantalizm ile içselleştirilmiş olan emperyalizmin, Doğu dünyası üzerinde yaptığı ağır tahribat rahatlıkla sezinlenecektir. (s. 106) Doğu, batının ağırlığı altında eziliyor. (Guenon, Modern dünyanın bunalımı, s. 123) Batılıların; Amerika, Asya ve Afrika’da yaptığı soykırım ve sömürgeler neredeyse meşru ve haklıymış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Montesquieu şöyle der: “Sıcak iklim ve açık alanlarda yaşayan Asyalıların ruhu kulluğa yatkın olduğundan despotizmle yönetilmek durumundaydılar. Soğuk iklimlerde, dağlık alanda yaşayan özgür ruhlu Avrupalılar ise, Krallık ve cumhuriyetle yönetilmelidir. (s. 107) Alphonse de Lamartine, ‘Doğu yolculuğu’nda, “Osmanlı İmparatorluğu yıkılırsa, her bir Avrupalı güç, kendine bırakılan toprak parçasını koruma altına alacaktır. Orada ‘uygarlaştırıcı’ bir yönetim kuracaktır ve daha güçlü bir milliyetin (sömürgeci avrupalı devletin demiyor!) bayrağı altında, bölgenin varlığı ve milliyet özellikleri güvencede olacaktır.” demektedir. (Said, s. 121) Oryantalizm, çıktığı günden bu yana Doğu hakkında onu dışlayan, aşağılayan ve sömürgeleşmesine yol açan bir iktidar söylemi yaratmıştır. (s. 111) Emperyalizm için oryantalizm, kesinlikle bir ihtiyaçtır. Bu nedenle Büyük İskender milattan önce 4. yüzyılda, Napolyon 1798 de Mısır’ı işgal ederken yanlarında, bilim adamları, araştırmacı getirmişlerdir. (s. 112) Emperyalizmle ilerlemeyi özdeşleştiren Leroy Bealien, ‘Sömürgeciliğin, sömürülen topluma hayat kazandıracağını, hatta onun doğuşunu sağlayacağını.” yazmaktan çekinmemiştir. Ona göre bir toplum, yüksek bir olgunluk ve güç düzeyine ulaştığında sömürgeciliğe girişir. Sömürdüğü topluma şekil verir, gelişimini gözetir ve doğuşunu sağladığı topluma hayat kazandırır. (Agnes Murphy, Fransız emperyalizmin ideolojisi, aktaran, Necdet Sevinç, Osmanlı’dan günümüze misyonerlik faaliyetleri, s. 22) Gabriel Charms daha açık konuşur: “Avrupalı güçler doğuda olmayınca, Akdeniz ticaretimiz bitti demektir, Asya’daki geleceğimiz bitti demektir. Güney limanları bizim için öldü demektir. Ulusal zenginliğimizin en önemli kaynaklarından biri kuruyup gitti demektir.” (Murphy, Fransız emperyalizmin ideolojisi, aktaran Sevinç, s. 22) İslam dünyasında Hıristiyanlık ve Musevilik günümüze kadar yaşamıştır. Osmanlı sınırları içindeki Ortodoks ve Ermeni kiliseleri ne Musevilere olduğu gibi, onlara belirli bir hukuki ve zihinsel özerklik tanındı ve millet statüsü verildi. Osmanlılar fethettikleri topraklarda halkları sistematik bir şekilde dinlerini değiştirmeye zorlamadılar. Batı Avrupa’da ise bunun tam tersi oldu. Pek çok Ortodoks’un dinsel kimliğini koruyabilmek amacıyla, Osmanlı egemenliğini Katoliklerinkine tercih ettikleri bir gerçektir. Ortodoks Patrikhanesi’nin merkezi o günden bu yana İstanbul boğazıdır. (Erik Cornell, Türkiye Avrupa’nın eşiğinde, s. 39) Peki Batı bu arada ne yapıyordu? Amerika’nın 1492’deki keşfi ile beraber ortaya çıkan siyasal sosyal ve dini dönüşüm, aslında buna açık bir delildir. (s. 115) Avrupalı için ‘öteki’ Hıristiyan olmayandır. Öteki, dışlanır ve asimile edilir. 1492 yılında İspanya’dan kovulan Müslümanlar ve Yahudiler dışlanmış, Amerikan kıtası ise tamamen Latinleştirilerek asimile edilmiştir. (Hilmi Yavuz, Modernleşme oryantalizm İslam, s. 56) Milattan önce 4. yüzyıl veya 1492 yılı, hiç fark etmez, Batı gözünde ‘öteki’ yani ‘Hıristiyan olmayan’, sömürülmeye layık bir şeyden başka bir şey değildir. (s. 116) Fransızlar, Cezayir’i; İngilizler Hindistan’ı işgal eder ve I. Dünya Savaşı ile beraber işgal doruk noktasına ulaşır. Oryantalizm, merkezi Avrupa olmak üzere, dünyanın her yerinde kolonicilik ve emperyalizmle hem eş anlamlı hem de eş amaçlıdır. (s. 118) Bunun bir örneğini de, Lamartine’den örnek verebiliriz: “Doğu ülkeleri üzerine araştırmalar yapıp, 1833 yılında, Fransız parlamentosuna projesini sunar: “Roma Dünyası yeniden kazanacaktır. Bu eski Roma imparatorluğu silah zoruyla, şan, şöhret hırsıyla değil, ışığının doğal üstünlüğü ile cömertliği ile ve insan sevgisi ile yeniden yaratacaktır. Modern Avrupa, eski Roma’dır. Özelliği çalışkanlıktır. Avrupa; Asya ve Afrika’yı kolonize etsin. Uygarlığıyla ve ilerici dini ile oralarda yayılsın ve siz baylar, bu ‘kutsal insanlık zaferinin’ başına geçin.” (Lamartin, Doğu sorununa ilişkin görüş ve yazılar, s. 31-32) Çağrı daima, 1000 yıl öncesinin Avrupa’sında, Haçlı savaşlarına gidecek kişileri toplamaya yarayan terim ve sloganlarla örülmüş bir çağrıdır: Gidilen yerlere uygarlık götürmek, ilerici kabul ettikleri dinlerini, doğuya zorla kabul ettirmek! Amerika’da, Irak’a ‘Demokrasi, uygarlık ve barış getirme’ palavraları kullanarak sızmıştı. (s. 120) Batılılar Doğuyu, öteki olarak ele almış, ruhsuz bir obje gibi incelemişlerdir. Böyle bir yaklaşım, sömürgeciliği de kolaylaştıran bir ortam yaratmıştır. (s. 122) “Batılılar, yabancı istilaya direndikleri zaman bunun adı, vatanseverliktir olur ve öve öve göklere çıkartılır. Aynı şeyi, Doğulular yapınca bu, ‘yabancı düşmanlığı’ ve ‘yobazlık’ olur. Hem her yerde, Hak, hukuk, Hürriyet, medeniyet adına kendi hakimiyetlerini kabul ettirip, başkalarının kendilerinden farklı düşünüp, farklı yaşamasına engel olmadılar mı?” (Rene Guenon, Modern dünyanın bunalımı, s. 132) Fanon, ‘Bu, insandan söz etmekten hiç bıkıp usanmayan; bu, ‘insanı düşünmekten başka bir meselesi olmadığını ilan etmekten vazgeçmeyen’ Avrupa’nın her bir başarısının, insanlığın çektiğini acılar pahasına gerçekleştiğini biliyoruz.” demektedir. (Frantz Fanon, Yeryüzünün lanetlileri, s. 251) Jean Paul Sartre, ‘Yeryüzünün lanetlileri’ adlı eserin önsözünde şunları söyler: “Eğer dayanabilirsen, kendimize bakalım. İnsanlığımızın çırılçıplak haliyle yüzleşelim. Gördüğümüz, bir yalanlar ideolojisinden, yağmaya mükemmel bir meşruiyet hazırlamaktan başka bir şey değildir. Tatlı sözler, duyarlılık iddiaları, saldırganlığımızın bir kılıfıydı.” (Sartre, s. 24) (s. 124)
Oryantalizm ve Türkoloji
Pazar ve sömürge arayışları, Almanya, Fransa başta olmak üzere Rusya’ya, oradan Hindistan’a yönlenmelerine sebep olur. Buradaki Türk nüfusu, batılı ülkeleri, Türkleri tanıyıp, siyasetlerini ona göre belirlemeyi gerekli hale getirir. Bunun üzerine batılı devletler, hemen oryantalizm mekteplerinden yetişmiş araştırmacıları buralara yönlendirirler. ( s. 135) Marc Galle, ‘Sözcüklerimiz, Türk kimliği ile ilgili olumsuz tanımlar içeren deyimler ile doludur.’ der. Fransızca ve İspanyolca’da ‘suçlu’ anlamına gelen, ‘Türk kafası’ (Cabeza de Turco, tete de Turc) Almanca’da ise ‘sahtekar’ anlamında (Türken) deyimi kullanılır. İngilizcede, Turk aynı zamanda, gaddar, vahşi insan anlamında kullanılır. ( Galle, Sevilmeyen ülke Türkiye, s. 11) Voltaire, ‘Bütün tarihçiler, uyduruk masalları tekrar edip durdular. Fatih İstanbul’u kan ve ateşe boğan Bir Barbarmış… Çoğu birer alfabetik yalan dergisi olan sözcüklerimizde, böyle gülünç masallara sık sık rastlanır.’ (Voltaire, Türkler Müslümanlar Ötekiler, s. 32) Oryantalizm siyasal emperyalizmdir. (s. 181)
Ömer Baharoğlu, Oryantalizm İslam ve Türkler
*
İslamofobi Endüstrisi
Yazıyı tamamlayacak, ‘Batı medeniyeti, İslam ve hümanizm, İslam barış dinidir, İncil, efendimiz neden çok hanımla evlendi, İslam’da kadın, Modernizm ve kadın’ adlı yazılarımızı tavsiye edebiliriz.
Dortmund üniversitesinden Wolfram Richter’in ifadesiyle, “İslam karşıtlığı Avrupa’da uyanan antisemitizm hastalığının yeni bir yüzüdür. Yeni holochost’un kurbanları Müslümanlar olacaktır.” (Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 381) Irkçı politikacı G. Wilders ise, Kur’an’ı ‘faşist bir kitap’ olarak nitelendirir. (Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 371)
“İslam, hem Hıristiyan hem de seküler batının ötekisi olarak algılanıyor. Bazıları dini bazıları da seküler-kültürel gerekçelerle İslamofobik bir düşmanlık içine giriyor.” (Doç. Dr. İbrahim Kalın, Derin Tarih, Ocak 2018, Sayı:70, s. 49)
“Yeni bir ırkçılık türü olarak islamofobi, din ve medeniyet alanlarına sirayet eden, temel hak ve hürriyetleri ihlal eden ama mevcut küresel siyasi hukuki düzen içinde cezası olmayan bir ayrımcılık türüdür.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 242) “Ne Avrupa merkezci tarih ve kültür anlayışının, ne de sömürgeci Avrupa devletlerinin, Asya’dan Latin Amerika’ya kadar Batı-dışı toplumları bir ‘öteki’ olarak eşit yahut muhatap kabul etmeleri söz konusu değildi. Aydınlanma düşünürlerinin mutlak hakikate sahip olduklarına dair sarsılmaz inancı, felsefi çoğulculuğun her türüyle çatışma halindeydi. Aydınlanmanın tek akıl, tek tarih, tek bilim, tek medeniyet modeli, modern dönemdeki mutlakıyetçi siyasi akımlarında temel beslenme kaynağıdır.” (İbrahim Kalın, Akıl ve Erdem, s. 233)
İslamofobi kavramını bırakın artık: “İslamofobi deyip durmamızın artık hiçbir anlamı yoktur. İslamofobi, zaten yakın dönemde icat edilmiş bir kavramdı ve hep “kötü Müslümanlar”ı işaret edip Batı’nın ellerini temiz tutmaya, suçlarını “psikolojiye bağlama”ya hizmet ediyordu. Bitti o dönem. Bizzat Batı’nın kendisi tarihsel köklerini kaşıyor, derin çatışmayı ve düşmanlık duygularını yeniden diriltiyor. Bunu anlayalım artık.” (Haşmet Babaoğlu, Sabah, 19 Mart 2019)
Mekke müşriklerinin ileri gelenleri İslam’a karşı takındıkları olumsuz tavrın benzerini bugün hayli fazlasıyla görmekteyiz. Zira o günde İslam, menfaatleri için ciddi anlamda bir tehdit idi bugün de. (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 84) Avrupa, Osmanlı’nın Avrupa’da Hıristiyanlara yapmadığı zulüm ve asimilasyonları Müslümanlara reva görmeyi vazife saymaktadır. (s. 86) Batı, Hıristiyanlığı benimsemediğinden dolayı İslam’a sonsuz bir kin beslemektedir. (s. 88) Batı’nın İslam’ı, kendi istediği şekilde insanlığa tanımlama çabasıdır. (s. 91)
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş: “Medya, İslam karşıtı eylemlerin lokomotif gücü. Emperyalist amaçlarla üretilen ırkçı içerikler medya vasıtasıyla yayılarak dünyadaki İslam karşıtı eylemlere zemin hazırlamaktadır.” (Habertürk, 10.04.2023)
“Özellikle batı medyasının yoğun kampanyası birçok sıradan insanın zihninde, İslam ve Müslüman terimlerinin terör, anarşi, savaş, kan, intikam ve şiddet çağrışımı yapmasını sağlamıştır.” (Prof Şinasi Gündüz, Dinsel şiddet, Sevgi söyleminden şiddet realitesine Hıristiyanlık, s. 10)
“Avrupa’da ırkçılığın yerini İslamofobi yer almıştır. Yeni ırkçılık kültüreldir.” (AB Bakanı Ömer Çelik, Haber Türk, 1.4.2017) “Müslümanlar üç yüz yılı aşkın süredir sürekli şiddete, işgallere, savaşlara ve katliamlara maruz kalmışlardır. Yeraltı ve yer üstü kaynakları sömürülmüştür. Bilinçli ve sistematik bir şekilde Müslümanların kutsallarına hakaret edilmekte, değerleri aşağılanmaktadır. İslâm toplumları somut işkencenin yanında soyut ve kültürel bir işkenceye de tabi tutulmaktadırlar. İslamofobi güçlenerek Batı’da bir endüstri hâline gelmektedir.” (Diyanet İşleri Başkanı Görmez, 18.05.2013) “Avrupada islamofobi değil, islam düşmanlığı var.” (Türkiye, 5.8.2014) “İslamofobi Üzerinden Otoriter Bir Avrupa İnşa Ediliyor. İslam düşmanlığı üzerinden yeni bir Avrupa dizayn ediliyor. Bu yeni Avrupa’nın daha özgürlükçü bir Avrupa olmayacağı açık. Aksine İslam düşmanlığı üzerinden daha otoriter ve daha sağcı bir Avrupa inşa ediliyor. Müslümanları ötekileştirmenin ve onlara ayrımcılık yapmanın hukuki, siyasi, toplumsal ya da iktisadi ciddi bir bedeli yok. Bu iddiamızın basit bir kanıtı var. Sadece bugün Avrupa’da Müslümanlarla ilgili yapılan herhangi bir tartışmanın ya da yasanın başka bir dini cemaati hedef aldığını düşünelim. İslamiyet kelimesini silelim ve yerine Hristiyanlık, Yahudilik, Budizm veya başka bir dini yazalım. Sonuç hepimizi şaşırtacaktır.” (Enes Bayraklı, SETA, 8 Aralık 2020) “İslamofobi’nin ırkçılıktır.” (SETA Avrupa İslamofobi Raporu 2017)
İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine isimli bir eser yazan Fransız düşünür Arthur de Gobineau, “Türklerin de içinde bulunduğu sarı ırk ile insan değil de insansı sayılan siyah ırk Medenileşmeye yönelik tabii bir isteksizliğe sahiptir.” (Gobineau, The Inequality of Human Races, s. 205) Batılı-beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğu fikri Batı’da filozof Voltaire, sosyal bilimci Montesquieu gibi aydınlar tarafından da devam ettirildi. İngiliz filozof John Lock “İnsan beyazdır. İnsanın özünü içeren şey beyazın özünü de içerir!” (Koray Şerbetçi, “İslamofobinin Tarihsel ve Kültürel Kökenleri”, İslamofobi ve Batı’da Yükselen Irkçılık, s. 11-13) diyerek beyaz ırka sahip olmayan insanları insan bile saymıyordu. Filozof Hegel “Siyahların doğuştan özgürlük dürtüsüne sahip olmadıklarına ve çocuksu mahlûklar olduklarını” düşünüyordu. (Selim ÖZARSLAN, Avrupa’da İslamofobi’nin Tarihi Kökleri ve Güncel Nedenleri, s. 67)
Bosna Hersek İslam Birliği Başkanı Husein Kavazovic: “genel yargının, Bosna Hersek ya da Saraybosna’da İslamofobi ile karşılaşılmayacağı yönünde olduğunu belirterek, “Görüyoruz ki durum böyle değil. İslamofobi bir tür ırkçılıktır. Bir arada (Bosna Hersek’teki gayrimüslimlerle) yaşıyor, birbirimize sık sık görüyor olsak da maalesef durum böyle.” (AA, 24.05.2022)
Sunuş
Bir endüstriye dönüşen İslamofobi bazen İslam karşıtlığı bazen İslam korkusu bazen de İslam kaygısı olarak karşımıza çıkar. İslam kaygısı: Bunun en önemli sebebi İslam’ı tanımamaktır. İslamofobinin sebepleri temelde İslam’dan bağımsızdır. (s. 7)
İslam karşıtlığı: Halk nezdinden çok siyasi alanda sistematik ve bilinçli yapılan ve daha çok üstünlük iddiası ile ortaya çıkan bir olgudur.
İslam korkusu: İslam karşıtlığının meşrutiyet kazanması için, medyanın etkin olarak kullanılması ile halk nezdinde korkuyu canlı tutmak ve İslam’ı hedefe oturtmaktır. Amaç kaygıyı körüklemek ve korkuya dönüştürmektir. Çarpık olarak üretilen İslam imajı İslam karşıtı eylemlere de zemin hazırlamaktadır. Bunda İslam’ı yanlış anlayıp yorumlayan kimi kişilerde İslam karşıtı söylemlere bol bol malzeme sunmaktadırlar. (s. 8)
Önemle altını çizmek gerekir ki son yıllarda İslam dünyasında meydana gelen şiddet olayları, bizatihi İslam’dan kaynaklanmamaktadır. Gerek çağımızdaki pozitivist eğitim anlayışı gerekse modern zamanlarda gelişen kimi ideolojilerden etkilenme hali; sömürge, istilalar, işgaller ve zorba yöneticilerin gölgesinde şekillenen ‘yaralı bilinç’ler, bu olayların başlıca nedenleri arasındadır. Tüm bu kaygıların bertarafı tanışmakla mümkündür. İslam’ın hak ve adalet anlayışı, üstün ahlakı, güzel bir dille anlatılmalıdır. Ayrıca kendi aramızda da adalet ve barışı sağlamak zorundayız. (s. 9)
Bilinçli İslam karşıtlığının medeniyetler çatışmasına döndürmek isteyenlerin yabancı düşmanlığı, asimilasyon politikalarına karşı her türlü aşırılıklardan uzak orta yolu tutmamız gerekmektedir. (s. 10)
Önsöz
İslamofobinin tarihi kökleri vardır. Canlanması ise İslam ülkelerinin işgal edilmesi üzerine Müslümanların batıya göç etmesi, 11 Eylül 2001, İran devrimi, Avrupa’daki terör olayları ile olmuştur. (s. 19)
11 Eylül sonrası Müslümanlar masum olduklarını ispat edene kadar suçlu hale gelmişlerdir. İslam’ın terörizmin sebebi olarak gösterilmesi, Amerika’nın müdahaleci dış politikası, otoriter rejimlere olan Batı desteği, Batının İslam ülkelerini işgalleri ve sömürmeleri ve İsrail’in katliamlarının incelenmesinden daha kolaydır. (s. 20) Avrupa ve Amerika’nın İsrail’den Irak-Suriye işgallerine dek dış politikalarının geri tepmesinin önemsiz gibi gösterilmesi, bu politikaların sonucu İslam dünyasındaki geniş halk kitleleri arasında meydana gelen Amerikan ve batı karşıtlığını önemli ölçüde arttırmasını gizleyememektedir. 2006’da yapılan USA Today-Gallup araştırmasına göre Amerikalıların yüzde 22’si Müslüman bir komşu istememekte, yüzde 31’i uçaklarında Müslüman erkek, yüzde 18’i kadın görse endişelenmektedir. Müslümanlara özel kimlik kartı taşıması tartışmaları da gündeme gelmiştir. (s. 21)
İslam dünyasındaki ana akım Müslüman çoğunluğun, aşırılıkçı bir azınlığın inanç ve eylemleriyle özdeşleştirilmesi, sonunda cami karşıtlığına kadar uzanmış, 2008 başkanlık ve 2010 kongre seçimlerinde cami karşıtlığı histerisi ile İslamofobinin artık ana akım haline geldiğini göstermiştir. (s. 22) 22 Haziran 2010’da New York Post’un başmakalesinde, “Camilerin olduğu yerde Müslümanlar vardır ve Müslümanların olduğu yerde problem vardır.” yazılmıştır. Bu kitap korku tacirleri tarafından işletilen multimilyon dolarlık bir endüstriyi ve finansörler şebekesini deşifre etmektedir. (s. 23)
Giriş
24 Ağustos 2010, Michael Enright, ‘selamun akeyküüüüm’ diyerek ticari taksiye biner ve şoför Şerif’i boğazından ve kol, yüz, parmaklarından bıçaklar. Yakalanınca polis memurlarına, ‘bu adam beni soymaya çalıştı’, diye bağırır. ‘Neyi yanlış yaptım?’ diye haykırır. (s. 29) Polislere ‘bir vatansever’ olduğunu söyler. (22 Eylül 2010, New York Daily News) Kaynaklar, Enright’ın günlüğünün Müslümanları, ‘Katiller, kendilerine yapılan yardıma karşı nankör, vicdanları olmayan pis caniler’ olarak gördüğünü belirtmektedir. (s. 30)
FBI tarafında hazırlanan bir raporda, 2002 yılında Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarının yüzde 1600 oranında arttığını göstermiştir. (s. 31) Daha sonra başkan da seçilen ve Hıristiyan olan Obama, ‘Ben bir Müslüman değilim ve hiçbir zamanda olmadım.’ Şeklindeki beyanatında Müslüman olmanın kötü bir şey olduğu kabulü örtülü olarak mevcuttu. (s. 32)
Emperyalizm altında inleyen ülkelerinden kaçmak zorunda olan insanlar, gittikleri ülkelerde düşmanca bir faşist uygulamalar zinciri ile karşılaşmaktadırlar.
Batı ülkelerinde göçmen kitlelere karşı duyulan korku açıkça ırkçılığa dönüşmektedir. ABD’deki İslamofobi’nin büyükbabası kabul edilen Daniel Pipes, 1990’da National Review için yazdığı bir makalede, ‘Müslümanlar asimilasyona karşı en dirençli görünenlerdir.’ yaznmaktadır. (s. 34) Entegre olmak yani özgün değerleri koruyarak bütünleşmek değil, Asimilasyon! Eriyip, yok olmaları istenmektedir Müslümanlardan! Amerikalı veya Avrupalı Müslümanlar sadece ‘Müslüman’ olarak görülürler, bunun sonucunda da Müslüman olmayan Avrupa ve Amerikalılardan aşağı olarak tarif edilirler. (s. 35)
Hitler, 1923’ten sonra başlayan ekonomik krizle beraber sorumlu tuttuğu Yahudilerin otobüs, restoran, bankalarda ayrı yerlerde oturmalarını ister. 1935 Nuremberg kanunları ile de Alman vatandaşı olma haklarını kaybederler. (s. 36) 2006’ta da Müslümanlara özel kimlik kartı taşıması tartışmaları gündeme gelmiştir. (s. 21) 2009 yılında Amerika’da işsizlik oranı yüzde 10.1’e çıkar. Ekonomik dengesizlikler aynen yıllar önce olduğu gibi milliyetçilik ve ‘öteki’ karşıtı duyguları artıran zemini oluşturarak sosyal gerilimlere yol açar. Toplumda endişe Müslümanlara yönlendirilir ve korkunun gücünü çok iyi bilen sağ kanat bu belirsiz zamanları kendi avantajlarına kullanır. (s. 37)
2010’da ABC Haber ve Washington Post, İslam hakkında Amerikalıların sadece yüzde 37’sinin İslam inancıyla ilgili olumlu bir görüşü olduğunu bildirdi. Time dergisine göre ise yüzde 25, Oval Ofis’teki Barack Obama’nın Müslüman olduğuna inanıyordu. (19 Ağustos 2010) ABD’de 11 Eylül’den sonra 9 senede 11 Müslümanın terör eylemi yaptığı saldırılarda toplam 33 kişi öldürülmüştü. Buna karşılık ülkede aynı zaman zarfında yaklaşık 150.000 cinayet işlenmişti. (s. 39)
Bağnaz blog yazarları, ırkçı politikacılar, kökten dinci liderler, Fox haber uzmanları ve dindar Siyonistler bir nefret endüstrisi kurmuşlardır. (s. 40) İslamofobi Amerikalı seçkin politikacılar, kitle iletişim araçları ve özel menfaatleri olan birkaç kişi tarafından yapılmaktadır. İnternetin gücünü kullanan bu kişilerin başında Pamela Geller, Robert Spencer ve patronu David Horowitz bulunmaktadır. (s. 41) Son iki kişinin arkasında çok daha şüpheli ve ideolojik figürler mevcuttur. İsrail açısından İslam tehdidi olarak gördükleri şeyi vurgulamak, Filistinliler aleyhine politikalarının daha az direnç gördüğü bir atmosfer oluşturmaktadır. Evanjelik Hıristiyanlar inançlarını Müslümanlara güç gösterisi yaparak temellendirmektedir. Dini önderler cemaatlerine rakip din olan İslam’ın korkusunu şırınga etmektedirler. (s. 42) Teavangelicals (İslam karşıtı meşhur Çay Partisi ve Evanjelik kelimelerinin birleşimi ile oluşturulan) ekip İslam hukukunun Amerika’yı ele geçirdiği, Filistin’de toprakların Yahudilere bırakılması gerektiği konusunda ısrar ederek 50 eyalette dernek kurmuşlardır. İslamofobi sağın –cumhuriyetçilerin- demirbaş politikasıdır. 2010 yılında yapılan bir kamuoyu anketinde cumhuriyetçilerin yüzde 52’sinin Obama’nın ABD’de zorla İslam Şeriatını dayatmak istediğine inandığını tespit etmiştir. İslam karşıtı hislerin oy kazandırdığı düşünüldüğü müddetçe bu korku tacirliği devam edecektir. (s. 44)
İslamofobi endüstrisi tek mantıklı olan şeyi ateşledi: Şiddeti. Norveç Oslo’da beyaz bir ulusalcı 77 kişiyi öldürür. (s. 45) 1.2.2017 yılında Alexandre Bissonnette 6 kişiyi öldürür, 8 kişiyi yaralar. 25.2.1994 yılında İbrahim Camii katliamı olur ve 29 Filistinli öldürülür, 125 Müslüman yaralanır.
İslamofobi en basit anlatımı ile İslam ve Müslümanlara duyulan korkudur. Bu korku daha sonra nefret, düşmanlık ve ayrımcılığa yol açmaktadır ki bu sıfatları üzerinde toplayan kişiler bunu biraz yönlendirme olmaksızın yapıyor değillerdir. Korku toplumu manipüle etmek için bir araç olarak kullanılmaktadır. (s. 46) Yabancı düşmanı grubun kişisel menfaat için planlı bir ortak çalışmayla korku üretmesi insanlığın bir kısmına bedel ödetmektedir. (s. 47)
İçimizdeki canavarlar: Amerika’daki korku tohumu ekmenin tarihçesi
11 Eylül’den sonra Amerikalılarda canavar hikâyelerine karşı doymak bilmez bir iştah gelişti. Harry Potter, Yüzüklerin efendisi gibi. (s. 56) 11 Eylül sonrasının kargaşasında Arap terörist tüm yaratıkların en tehlikelisi ve nefret edilmeye en çok hak edeni olarak görülüyordu. Kara şahin düştü, Syriana gibi filmler seyircilere ABD’nin yani iyi adamların, eninde sonunda kötü düşmana karşı eninde sonunda zafer kazanacağını hatırlatmaktadır. (s. 57) Makul olan korkular beslenip karanlığa çekilmemiz için kullanılabilir. Bazıları için işgalci bir düşmanın varlığının iddiası, ardı ardına seçim zaferleri ve politik kazançla sonuçlanır. Başka birileri için kılıç şakırtıları, finansal olarak kazançtır. (s. 58)
1800’lü yıllar Amerika’nın Katolikler tarafından ele geçirileceği hikâyelerle doludur. Amerika’da artan İrlandalı ve Alman göçmenlerden şüphe duyanlar, baskıcı Katolik değerlerin Protestan değerleri yerinden edeceğine inanmaya başlamışlardı. (s. 63) Avrupalı misyonerlerin bu yeni cemaatleri desteklediğine inanılıyordu. Bu konuda açıktan ilk görüş bildiren telgrafın mucidi Samuel F. B. Morse idi. Bu konuda bir kitap yazar ve ABD’nin saldırıya uğradığını ileri sürer. New Havenli presbiteryen papaz Lyman Beecher, Katolikliği sadece Hıristiyanlığa değil ABD ve dünya içinde bir tehdit olarak görür. (s. 65) 15 Eylül 1855 tarihli Texas State Times’ta yayınlanan bir makalede, ‘yürütmenin başındakilerin Katolikliğin bulaşıcı zehriyle lekelenmişliğine inanmak için çok geçerli sebeplerimiz var. Kilise ve devletin zinakarca birliğini savunuyorlar, Protestanlık üzerine en şiddetli nefretlerini kusuyorlar’ diye yazmaktadır. (s. 66) 6 ağustos 1855’te, Kentuckyi Louisville sokaklarında kanlı pazartesi gerçekleşir. 22 Alman ve İrlandalı dövülerek öldürülür. (s. 67) 1887’de APA adlı bir dernek kurulur. Amaçları Katolik göçünü kısıtlamak, kamu eğitim sisteminden Katolik öğretmenleri çıkartmak, Katoliklere kamu dairelerini yasaklamaktı. (s. 68) Katolikler ekmek ve şarabın İsa’nın gerçek et ve kanına dönüştüğüne inanırlar. Protestanlar bunu vampirlik ve kurt adamlıkla kıyaslarlar. (s. 69)
1954 yılında Sovyetler ilk yapay uydu olan Sputnik’i dünyanın yörüngesine oturtur. Bir plaj topu büyüklüğündeki bu titanyum küre ideolojik bir canavarın sembolü olur: Komünizm! McCarthy, komünizmin Amerikan politik sistemine sızdığını ileri sürer. (s. 72) Bu hainler dünyadaki en zengin ulusun tüm imkânlarından faydalanmaktadırlar. Kısa zamanda 10.000’den fazla Amerikalı işinden olur. (s. 73) Vietnam savaşı için Kennedy, ‘Pek az nesil, özgürlüğün en fazla tehlike altında olduğu bir zamanda onun büyük savunucusu olma rolüne mazhar olmuştur, bu bizim iyi talihimidir.’ (J. F. Kennedy, 1962 Kongre konuşması) demektedir.
Almanya’da Berlin duvarının yıkılması ile başka bir ideolojik tehdit boşluğu doldurmaya başlar. (s. 78) Radikal Müslümanlık özgürlük ve adalet değerlerini silip atmaya azimlidir! (s. 79) 1979 İran devriminden dokuz ay sonra İran Irak savaşı başlar. 8 yıl sürer. Sonra ırak düşman ilan edilir. Daha sonra el-Kaide. Sonra 11 Eylül olur. Saldırıdan sonra Logan uluslar arası havaalanında Atta’nın arabası bulunur, bagajında ‘Atta’nın cennet nikah kıyafeti’ bulunur: Lacivert bir takım, safir mavisi kravat ve parlak beyaz renkli gömlek. Çantanın dibinde ise altın renkli, deri ciltli bir Kur’an vardır. (s. 82) 11 Eylül’den sonra İslami öcü, Amerika’nın uzun canavar hikayeleri tarihinde en yeni bölümü temsil etmeye başlar. (s. 83) 1790’dan sonra İlluminati, 1850’ler Katolikler, 1900’lerde Komünizm ve şimdi Evanjelik Hıristiyan kaynaklı korku salgını ile kışkırtılan İslamofobi. (s. 84)
Korku endüstrisi İslam korkusunu topluma yayar, basın bu yolda kulla nılır ve sonunda silah sanayii kazançlı çıkar. Afganistan’dan Irak, Sudan’a birçok islam ülkesi işgal edilir, bombalanır. Bu konularda ‘Batı medeniyeti, İslam ülkeleri neden geri’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
ABD Başkanı Bush, ‘Irak’ta demokrasi doğuyor.’ (16.06.2004) Getirilen demokrasi sonunda önce Irak ambargosu (1990-2002) nedeni ile çoğu çocuk 1.5 milyon Irasklı sivil hayatını kaybeder. Amerika’nın Irak işgali sonucu ise yaklaşık 1.5 sivil hayatını kaybeder. Petrole el konur, ülkenin bankaları yağmalanır ve işkence ve tecavüzler sonucu ülkede eğitim ve sağlık iflas ettitilir. ABD başkan yardımcısı Dick Cheney, ‘Düşmanımızın ölülerini sayacak değiliz’ diye açıklamada bulunur. Ama 13 yıl sonra ortaya çıkar ki ‘Irak, yalan söylenerek işgal edilmiştir.’ ABD’nin Irak’ı işgaline kaynaklık eden İstihbarat raporları yalan çıkmıştır. (09.07.2016) Eski ABD Dışişleri bakanı Condeleezza Rice, ‘Irak’a demokrasi için gitmediklerini’ (12.05.2017) itiraf etmektedir.
Dalavere ağı: İnternette nefreti kışkırtmak
Pamela Geller, muhafazakâr bir Yahudi evinde yetişir. (s. 89) Obama için, her şeyden önce o bir Müslüman demektedir. Müslümanlara karşı nefretçe davrandığını reddeder ama Nike firması tenis ayakkabısında Arapça Allah yazdığı için özür dileyince firmayı boykota davet eder. Müslüman kadınlar için özel aylık yüzme programı hazırlayan bir merkezle alay eder ve bunu bir başkaldırı olarak nitelendirir. Kuruluş amacı, tüm insanlar arasında diyalog, uyum ve saygıyı teşvik etmek amacı olan Park 51 adlı cami projesine karşı çıkar ve bu onu ‘peygamberane, korkusuz bir öncü’ ilan eder. (s. 87-97) Pamela Geller, İslami ibadet “köpek, kadın veya eşeğin mevcudiyetinde etkisizleşir” diyerek Müslümanların karşısına bunlardan bir parça ile çıkmaları yönünde tavsiyelerde bulunur. (s. 163)
Hudson endüstrisi için yazan Yusuf M. İbrahim’e göre camiler, liderlerinin batı karşıtı bildiri dağıttığı veya İslamcı propaganda yaptığı gizli kumanda merkezleriydi. ‘Bırakın, teröristler konusunda Amerikan’ın başarısızlığa uğradığı yerde İsrail başarsın’ başlıklı makale yazmıştır. “İsrail için yapılacak ilk iş Gazze’deki askeri operasyonları genişletmek ve derinleştirmektir” diye yazan İbrahim için Geller, “radikallerin kökünü sökmek için Amerikalıların ihtiyacı olan tam bir Müslüman tipi” nitelemesinde bulunur. (s. 99) Barack Obama’nın Malcolm X’in bir Müslüman’dan olan yasak aşk çocuğu olduğu gibi söylentiler blog yazarları vasıtasıyla dünyaya yayılır. (s. 101) SIOA, insan hakları, ifade özgürlüğü ve dini özgürlüğü ilerletmek amaçlı kurulan ama güçlü bir Müslüman karşıtlığı yapan İsrail destekli ve sağ kanat siyasilerce oluşturulan bir gruptur. Örnek olarak SIOE alınmıştı. (s. 104) SIOE Anders Gravers’in fikriydi. Şubat 2010’da Geller ve Gravers buluşurlar. Yanlarında Jihad Watch’ın kurucusu Robert Spencer da bulunmaktadır.
Robert Spencer Katolik bir ailede büyümüş Türk kökenli birisidir. Özel bir Katolik okulunda din dersi öğretmenliği yapar. Papa’nın yanılmazlığını kabul ettiğini ilan eder. 11 Eylül sonrası, içeriği daha çok; cihad, şeriat, zımmi, kafir kelimeleri ile dolu ‘Peçesi çıkarılmış İslam’ gibi birçok kitap yazarak terörist saldırı korkusunu sermayeye çevirerek kariyer yapar. (s. 113) Dünyanın en hoşgörüsüz dini olarak İslam’ı ilan eden Spencer, tarafsız araştırmalar yaptığını ısrarla vurgular. İslam’ın kilise ve Hıristiyanlığa meydan okuduğunu belirten yazar, Kilise’nin rakibi olan ve hızla yayılan İslam hakkında insanları bilgilendirmek amacında olduğunu, İslam’ın sahte mesajını ifşa etmek görevinde olduğunu söyler. (s. 114) Ona göre İslam’ı olumlu gösteren her bir yorum ve olay ya anlamlandırma yanılması veya yanlış yönlendirmedir. CampusWatch’den Daniel Pipes onu, ‘Amerikanın en iyi İslam analisti’ ilan eder. Geller ise onu ‘Çıldırmış bir dünyada Spencer, bilginliğin ve aklın öncü sesidir’ diye tarif eder. (s. 116) Prof Carl Ernst de dâhil birçok ünlü İslam uzmanı Spencer’ın yazılarını reddederler. Tüm bunlara rağmen o bu sayede yıllık 140.000 dolardan fazla kazanç elde eder. (s. 117) Spencer, 11 Eylül camii için, “bunun farklı olacağını söylüyorlar ama Dünya Ticaret Merkezi’ni yıkan ve 3000 Amerikalıyı öldüren 19 teröristle aynı Kur’an’ı okuyor ve aynı İslam kanununu öğretiyor olacaklar” der. Meslektaşı Marisol Seibold ise, “hoşgörüyle problemi olan İslam’dır” demektedir. (s. 118) Spencer’e göre ‘gizli cihad’ ile teröristler, ‘Özgür insanların diyarı’ Amerika’yı silah, bomba ile değil topluma sıradan amerikalı olarak sızan doktorlar, avukatlar, bankacılar ve gazetecilerle yıkacaklardır. (s. 119)
Medyanın savunmasız bırakma gücü: Müslüman karşıtı çılgınlığı yayınlamak
Kendini ‘adil ve dengeli’ olarak tanımlayan Fox Haber, korku tüccarlığı yapmanın merkezi olmuştur. (s. 123) Bu kanalı izleyenlerde İslamofobi oranı daha fazla iken diğer kanalları izleyenlerde oran genel nüfus eğilimi ile aynı doğrultudadır. (s. 124) Juan Williams İslam’a saldıran açıklamalar yapan birisidir. “Müslümanlar korkulması gereken kişilerdir,” demiştir. Çeşitli açıklamalardan sonra çalıştığı yerden işine son verilince, iki milyon dolara Fox haber’e yüksek bir pozisyonla işe girer. (s. 127) Muhafazakâr korku fabrikası Fox haber kanalının sahibi Roger Ailes uzun süre cumhuriyetçi parti danışmanlığı ve stratejistliği yapmış ve Müslümanlara karşı kişisel bir paranoyası olan biridir. (s. 129)
Korkunun üretilmesi ve pazarlanması Fox haber’in tekelinde değildir. Oklahoma City’de saldırı olur. S. Emerson, J. Stewart, D. Pipes, V. Cannistraro gibi analistler ve Newsday, New York Post, Chicago Tribune, New York Times gibi birçok gazete hemen Müslümanları suçlar. Ama saldırgan Timothy McWeigh adlı bir ABD Ordusu gazisi idi, Müslüman değildi ve beyazdı. (s. 133) Timothy Mitchell’in dediği gibi, ‘Uzman görüşü toplumsal olayları şekillendirmeye yarar, toplumu bilgilendirmeye değil’ (Mitchell, Rule of experts Uzmanların kuralları, s. 118) Filistin’in İsrail’i tanıması ve İran’ı zapt etmekle ilgili açıklamaları ile tanınan Daniel Pipes ve Neal Livingstone, Ortadoğulu suçlulardan bahsetme meyilli idiler. Zira Araştırmaların finanse edilmesi için bu gibi bağlantılar gerekiyordu, aynı zamanda kendi mevcut konumları da tamamen terörizm danışmanlığı üzerine kurulu idi. (s. 135) McVeigh suçunu itiraf ettikten sonra bile Livingstone, McVeigh’in saldırıları gerçekleştirmek için Müslüman teröristlerle çalışmış olabileceğini bildirir. (s. 136)
TLC kanalı 2001’de All-American Muslim adlı bir program yayınlar ve seyirci rekoru kırar. David Caton, programın Müslümanları olumlu göstererek gerçek Müslümanları -yani kötü olanları- akladığını iddia eder. (s. 137) Galler ve Spencer reklam veren şirketlere tepki gösterilmesini ister ve 64 şirket reklamlarını geri çeker. Geller, İslam’ın üstünlüğünü savunmanın amansız bir propagandası olduğunu iddia eder. Küçük bir grup tüm ülkenin gündemini etkileyebilmişti. (s. 138)
Murdoch’ın medyası 1 yıl incelendi… Araştırmada çarpıcı sonuç! Avustralya’da bir medya araştırması Robert Murdoch’ın sahibi olduğu beş büyük gazeteyi bir yıl boyunca inceledi. Araştırmada, haberlerin büyük bölümünün İslam karşıtlığını kışkırttığı ortaya çıktı. Buna göre Murdoch’a ait beş gazete olan The Australian, The Daily Telegraph, The Herald Sun, The Courier Mail ve The Advertiser gazetelerinde, 2891 makalede “İslami terörizm” veya “Müslüman zulmü” deyimlerine yer verildi. Ayrıca bu gazetelerde bir yılda yaklaşık İslam’la alakalı bir yılda 3000 olumsuz habere yer verildi. Bu rakam ise her gün neredeyse Müslümanları terörizmle ve şiddetle ilişkilendiren sekiz habere denk düşüyor. Araştırmaya göre Murdoch medyasında bir günde yayımlanan 8 makale ve yılda 152 kapak ile Müslümanlar eleştiriliyor ve İslam olumsuz manada ele alınıyor. (Timeturk, 15.03.2018)
Haçlarımızı yüklenmiş geliyoruz: Hıristiyan sağın ahir zaman savaşı
Mail sahtekârlığı ve güvenlik suçlamalarıyla 1990’da tutuklanan Keller, cezaevinde 2 sene yatan İnternet Evanjelisti Bill Keller, Park 51 Kültür Merkezi (11 Eylül camii) projesini destekleyenler için, Bu insanların hepsi ölecek ve cehennemde yanacak, İslam barış dini değildir, hiçbir zaman da olmamıştır, der ve alaylı bir şekilde güler. (s. 141). Keller 11 Eylül olaylarını tanrıdan bir işaret olarak görür, bu olayların amacı ona göre Hırisityanları İslam’a karşı birleştirmektir. “Tüm dünyada Hırisityanlığın temsilcisi olan Amerika, İsrail’le beraber İslam’a karşı savaşmalıdır. Sonuçta bu terörizme karşı savaştan ‘Kutsal savaşa’ dönüşecektir.” diyerek Usame b. Ladin’in retoriğini yankılatır. (s. 144) Keller, İslam için, “Bir sahte din, katil ve pedofil tarafında kurgulanmış, serap gören, cehennemlik, cehennemin çukurlarından gelen 1400 senelik yalan” gibi tanımlamalar kullanır. Keller daha sonra Cumhuriyetçi aday Mitt Romney için, ‘Romney, yaklaşık 200 sene önce Joseph Smith isimli katil, çok eşli, pedofil tarafından kurulan Mormon kültünün utanmaz ve gururlu bir mensubudur.’ Yorumunu yapar. (s. 146) Mormonizm gerçekse Hıristiyan inancı tamamen yalandır. Mormonizm şeytan işidir ve takipçileri ebediyen cehennemliktirler. (World Net Daily, “Rommey’e verilen oy şeytana verilmiştir.” 10 Mayıs 2007, wnd.com/news/article.asp?ARTICLE_ID=55642) Düşman görülenler için aynı suçlamaların yapılması dikkat çekicidir. 2008 Mayıs ayına kadar 2.500.000 dolar toplayan Keller, yılda 30-35.000 dolar topladığını iddia etmekte ve kayıp ruhları Mesih’e götürmenin verdiği tatminin tüm çabalara değdiğini belirtmektedir. (s. 147)
Ekonomik problemler, politik, toplumsal gerginlik ve endişede olanlar, sıklıkla kurtuluşları için kendilerine emin olunacak bir söz verildiğinde büyük rahatlık duyarlar. Bu nedenle başkalarının da böylesine ayrıcalıklı bir lütfa mazhar olmuş olabileceği fikri onların tanrıyla özel ilişkisi fikrini altüst eder. Müslümanların sayılarının artması, okullarda, işyerlerinde ve devlet kurumlarında görünürlüklerinin artması, Müslüman karşıtı Hıristiyan sağ için İncil değerlerinin kalesi olan ABD’de nüfuzlarının da arttığı anlamına gelmektedir. Hıristiyan Sağ’ının içinde pek çok kişi Tanrı’nın İsrail devletiyle şartsız ve ebedi bir sözleşmesi olduğuna ve bunun sonucu olarak Hıristiyanların onun menfaatlerini koruması gerektiğine inanır. (s. 149)
Babası Türk, annesi İsveç’li olan, anne babası ayrı olan ve ve 17 yaşında Hıristiyan olan Ergun Caner, Evanjelist Liberty Üniversitesi ilahiyat fakültesi dekanı olur. Kendini Hıristiyan olan eski bir cihadist olarak tanıtır. Konferanslarında, “Sizlerden nefret ediyordum, biz size misyoner olarak geldik ve sizin de bizden nefret ettiğinizi düşünüyordum.” diye konuşmalar yapar. Onun bu tür dokunaklı hidayet öyküsü, kendi dinlerinin üstünlüğü ile ilgili güvence sağlamaktadır dinleyenlere. (s. 150) John Ankerberg Caner’i, ‘Dünyanın en önde gelen İslam bilginlerinden’ diye nitelendirir. (s. 153) Caner, “Müslümanların her Amerikan ailesini 2013 yılına kadar en az bir kere din değiştirmeye davet etme hedefleri vardır, Sudan’da İslam’a gelmeyen kabilelerin toptan katledilmesi söz konusudur” derken aslında yalanları sadece bunlarla sınırlı değildir. Katı bir antiamerikan cihadist olarak İstanbul’da doğduğunu söyler ama resmi mahkeme kayıtları onun İsveç’te doğduğunu, daha 3 yaşına basmadan 1969’da Ohio’ya göçtüğünü göstermektedir. Defalarca 14 yaşında Amerikaya gelene kadar burasıyla ilgili hiç ibr şey bilmediğini söylemiştir. “Irak’taki insanları özgürleştirdikleri için” salon dolusu askere teşekkür eden Caner, Amerikan özgürlüğünün değerlerini över ve İslam faşizmi altında pek çok sene yaşadığını açıklar. Kur’an’da bize, ‘Allah a’loosh ar turoos’ diyen bir ayet vardır diyen ve Arapça olmayan kelimelerin sonuna ayn veya in ekleri getirerek Arapçalaştırdığı ortaya çıkan Caner’in çocukluk yılları, hukuk sistemi acı bir velayet davasının detaylarını belirlemeye uğraşırken, belirsizlik içerisinde geçer. Caner kardeşler mahkeme sonunca Hıristiyan anne Monica’nın gözetiminde büyürler. “Annem, babamın çok sayıdaki eşlerinden biriydi” der Caner ama babası boşandıktan sonra başka bir kadınla evlenmiştir sadece. Caner’in cihadist iken son anda Mesih tarafından kurtarılma öyküsü 2010 yılına dek ona gerekli makam ve şöhreti sağlar. Haziran 2010 tarihinde, çelişkili tarih, isim ve yer adlarından dolayı dekanlıktan uzaklaştırılır. (s. 152- 157)
Liberty Üniversitesi, Caner’i Ruhban Okulu Dekanlığından Çıkardı Mütevelli heyetinin soruşturması “kendi içinde çelişkili” ifadeler gösterdi. Liberty Üniversitesi’nden Cuma günü yapılan açıklamada, dört mütevelli heyeti, Lynchburg, Virginia’daki okulun dekanı Ergun Caner’in “tarihler, isimler ve yerler” hakkında “kendi içinde çelişkili” açıklamalarda bulunduğunu tespit ettiklerini duyurdular. Bir İslam uzmanı olarak güvenilirliğini şişirmek için biyografisini tahrif ettiğini iddia edildi. (www.christianitytoday.com, 26 Haziran 2010)
Pat Robertson, ‘Tanrı’nın Amerika’yı sevdiğine inanıyorum. İnanıyorum ki Tanrı bu ülkenin nasıl tüm dünyada özgürlük meşalesi olduğunu hatırlamaktadır. Tanrı’nın Amerika’yı kurtarmak için Çay Partisi’ni gönderdiğine’ inanan Robertson, Çay partisinin göçmenlere ve siyahlara karşı negatif bir bakışa sahip olduğunu, derinlemesine partizan ve ezici çoğunluğunun beyaz Cumhuriyetçilerden oluştuğunu görmemezlikten gelmektedir. (s. 162)
Tony Perkins, Amerikanın iyiliğinin Yahudi ve Hırisityan geleneğinin üstünlüğüne bağlı olduğunu, bunun doğal sonucu olarak islam’ın dışlanması gerektiğini ileri sürer. Obama’nın Müslüman olduğunu ileri süren Tony Perkins, Ku Klux Kaln yöneticisi David Duke ile mali ilişkiye girerken aynı zamanda beyaz üstünlüğünü savunan CCC konseyine de katılır. Tüm bunlar İslamofobi ile ırkçılığın büyük ölçüde örtüştüğünü de göstermektedir. (s. 167) Ramon Grosfoguel, biyolojik ırkçılığın yerini kültürel ırkçılığa bıraktığını yazar. “Irklar üstün ve geri olan diye ikiye ayrılmış ve geri olanlar sadece etnik değil inanç-kültür olarak ta ‘gayri-medeni, barbarca’ olarak tarif edilmektedir” demektedir. (Grosfoguel, Colonial subjects/Koloniyal özneler, s. 25)
Cumhuriyetçi başkan adayı Gary Bauer, ‘Biz tüm insanların eşit yaratıldığına ve yaratıcı tarafından bağışlandığına inanıyoruz, bu arada belirteyim millet, kastettiğim Allah değil’ derken, AFA yöneticisi Bryan Fischer, ‘Tehdit radikal İslam değil, islam’ın kendisi’ demektedir. AFA lideri, Amerika’ya gelen beyazların, yerli halkın topraklarına el koymak için Hırisityan inancı tarafından kendilerine bahşedilmiş ahlaki bir yetkiden, bahsedebilmekte, ‘Hıristiyan olsalar ve asimile olsalardı durum daha kansız olurdu.’ diyebilmektedir. (s. 169) Obama’nın Hıristiyan olmadığını ileri süren Fischer, Müslümanların biyolojik olarak geri kalmışlığa evrildiğini ve bunun Müslüman şiddet yöneliminin sebebi olduğunu iddia eder. Fischer, İslam’ın, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki ahlaki geleneğe eşit bir alternatif olamayacağını da ileri sürer. (s. 173) “Tekbir getirerek bir oda dolusu askeri vurmak sizi iyi bir Müslüman ama aynı şeyi İsa adına yapmak sizi kötü bir Hıristiyan yapar” der. (s. 174)
Lübnan doğumlu bir Hristiyan ve Evanjeliklerin, sert İsrail yanlılarının ve Çay Partili Cumhuriyetçilerin gözüne girmeye çalışan ‘ACT for America’ grubunun kurucusu Brigitte Gabriel, “10 yaşında bir gece odasında bir roket patlayınca, radikal İslam’ın dünya hâkimiyeti için verdiği savaşı fark ettiğini” söyler. Ergun Caner gibi Brigitte Gabriel de yaşam öyküsünü, aşırı görüşlerini pazarlayabilmek için kullanmıştır. Hâlbuki komşuları onun yaşamının herkesinki nasılsa öyle olduğunu söylemektedirler. (s. 175) Bir başkas komşusu da onun için, “O hiçbir zaman kendini Arap olarak görmedi, hep Finikeli olduğu hayalini kuruyordu” demektedir. Gabriel, 1975’te, kafir Hıristiyanlara cihad edenin Hizbullah olduğunu vurgular. Halbuki Hizbullah 1982’de kurulmuştur. Gabriel, İslam ve şiddetin birbirinden ayrılamazlığını iddia eder. “Kur’an’a inanan, camiye giden, her cuma ve günde 5 kere ibadet eden Müslümanlar aslında radikal Müslümandır” der. Hani İslam’ın dünyaya katkılarından bahsedilir ya, cebir falan. Aslında onlar gayri Müslimlerdir. Ve bu icatlar Müslüman beyni olmayan beyinlerdendi. Ve işte İslam’ın tüm tarihi budur. (s. 177) 2009’da Gabriel’in senelik kazancı 180.000 dolardır. (s. 181)
Peki ‘gerçekte’ bombaları patlatan kimler idi? Basından birkaç haber: ABD’nin ‘yanlışlıkla’ katlettiği siviller. ABD’ya ait savaş uçakları, dün gece Suriye’nin Halep kentinde bir camiye hava saldırısı düzenledi. ABD, yaptığı katliamı kabul ederek, “El-Kaide zannettik” açıklamasını yaptı. ABD’nin bu açıklaması, son birkaç yıldır Ortadoğu’nun pek çok ülkesinde ‘yanlışlıkla’ yaptığı katliamları hatırlattı: 2007’de Afganistan’da 136 sivili katletti! Irak’ta sivil bina hedef alındı: 10 ölü. Gerani ve Gangabad Katliamları: 140 ölü! ABD bile bile hastane vurdu! Kunduz’da yine ‘yanlışlıkla’ katliam: 33 ölü. ABD Rakka’da da sivilleri bombaladı. ABD: “El-Kaide zannettik. Ve bugün… ABD uçakları Halep’te camide katliam yaptı. Liste uzqayıp gidiyor. (Yeni Şafak, 17.03.2017)
ABD başkanı Trump 26.05.2017 tarihinde ramazan mesajı yayınlar ve “ Amerikan halkı adına tüm Müslümanların huzurlu bir ramazan geçirmenizi diliyorum.” der. Ertesi gün ABD koalisyon güçleri Deyr ez-Zor vilayetine bağlı Mayaadin bölgesinde gerçekleştirdirdiği bombardımanda en az 35 sivili katleder. Saldırıda hayatını kaybedenler arasında kadın ve çocuklar da bulunmaktadır. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin (SOHR) yaptığı açıklamada 23 Nisan- 23 Mayıs arasında koalisyonun düzenlediği hava saldırılarında 225 sivilin hayatını kaybettiğini açıklar. Orta Doğu’daki sivil ölümlerini izleyen Londra merkezli topluluk Airwars, bu hafta başlarında yalnızca Irak ve Suriye’de 366 sivilin öldüğü tahmininde bulunur. (Sabah, 27.05.2017) “İslam savaş hukuku” ve “İslam barış dinidir.” adlı yazılarımızın önemi bu haberle birlikte bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
MİT üst düzey görevlisi Gündeş’in belirttiği gibi, “Basının itiraf edemediği bir gerçekte, bölgedeki bütün çatışmaların İngiltere ve Amerika’nın örtüşen gündemlerinin sonucunda ortaya çıkmasıdır.” (Osman Nuri Gündeş, İhtilallerin ve anarşinin yakın tarihi, s. 499) Evet, ‘Barış ve demokrasi’ sözünü ağızlarından düşürmeyen ülkeler en çok savaş açan, sivil katleten ve silah satan ülkeler olmaktadır!
Oklahoma’da bir grup, eyalette şeriat yasasının yasaklanması için çalışmalarda bulunur. Halbuki eyalette böyle bir yasa yoktur. New Gingrich ise “ABD hükümetinin fedaral mahkemelerde şeriat kanununun tanınmasını yasaklayan yasa çıkarması gerektiğini söyler” Böyle bir çalışma olmadığı halde! (s. 183) Gingrich’in kariyeri fırsatçılık örneğidir. Üç evlilik ve kanun dışı ilişkisi siyasi kariyerini sekteye uğratır. 2009’da Katolikliğe geçer. REAL organizasyonunu kurar, amacı Amerikan’ın Yahudi ve Hıristiyan mirasını korumaktır. Kilise ve devletin ayrılmasının hata olduğunu savunan David Barton’u över. Barton ise yaptığı birçok konuşmadaki alıntıların ve iddialarının gerçek dışı olduğunu zamanla itiraf etmek zorunda kalır. (s. 186)
Papaz Jim Garlow’da dünyada Hıristiyan yönetiminin yürürlüğe girmesi gerektiği görüşündedir. Şeytandan dünyayı ancak İsa Mesih’in yönetimi kurtaracaktır. Aynı papaz, “İslam hukuk sistemidir, yönetim şeklidir” demektedir 2001 Eylül’ündeki konuşmasında. (s. 190)
ABD savunma istihbarat müsteşar vekili Korgeneral William G. Jerry Boykin, “Biz Hıristiyanız, düşmanımız ise şeytandır. Biz tanrının ordusuyuz.” derken Mogadishulu Osman Atto için, ‘Ben, benim tanrımın gerçek olduğunu biliyorum, onunki ise puttu’ demiştir. (s. 191) daha sonra Boykın, krallık savaşçıları adlı bir grup kurar. (s. 193)
Politika ve peygamberliğe dair: İsrail yanlısı sağın ittifakı
İsrail konusu İslamofobi ile yakından bağlantılıdır. Dindar Siyonistler için Filistinliler sadece davetsiz yerleşimci ve Araplarda değil, hatta onlar sadece Müslüman da değillerdir. Onlar Yahudi değildirler! Onlarla ilgili tanrının emirleri gayet açıktır. Hıristiyan Siyonistler de aynı bakış açısını paylaşırlar. Mesih’in gelişinden önce ön aşama olarak Yahudiler kutsal topraklara dönmelidirler. (s. 205) İsrail başkanı Benjamin Netenyahu, ABD ile İsrail’in aynı düşmana karşı savaştığını söyler. 11 Eylülden sonra, yeni terörizm karşıtı ajanda İsrail’in zalimce politikalarla Filistinlileri itelemesine izin verir. 2001-2007 arasında İsrail senede, işgalin ilk 20 yılı süresince olandan daha fazla Filistinli öldürür. (s. 207)
David Yerushalmi, sağcı bir ulusalcıdır. “İslam medeniyeti, Yahudi ve Hıristiyan medeniyeti ile savaş halindedir” derken Bir makalesinde de ‘siyahları, insanların en canileri’ olarak tarif eder. (s. 208) David Gaubatz Müslümanları beyaz saraya sızmakla itham eder. Daha sonra oğlu Chris’in içeri sızdığı tespit edilir. Chris, 12.000’den fazla belgeyi çalmıştır. (s. 209)
EMET (Ortadoğu Gerçeği için Bağış) adlı lobi ‘Saplantı: Radikal İslam’ın Batı’ya Karşı Savaşı’ adlı film, 70’den fazla gazete ile 28.000.000 aileye ulaşır. Yapımcılar başta Haham Raphael Shore (Dünya Bülteni, 24.09.2008) olmak üzere İsraillilerdir. Ama zamanla yolsuzluk iddiaları ile grup çöküşe çeker. Filme bağış yaptığı iddia edilen Barry Seid, 2008’de şirkete yaklaşık 17.000.000 dolar vermiştir. Ancak böyle biri yoktur! Barre Seid diye biri vardır o da hiç yardım yapmamıştır! (s. 223)
İslam düşmanı çark nasıl işler, finansman nasıl karşılanır? Aubrey Chernick, az tanınan bir güvenlik yazılım şirketi sahibidir. Şirketini IBM, 2004 yılında 750.000.000 dolara satın alır. Önce bir vakıf kuran Chernic, daha sonra bu vakıf üzerinden Spencer, Geller, Horowitz, Gaffney, Pipes… gibi İslamofobik kuruluş ve şahısların her birine yüzbinlerce dolar dağıtır. (s. 225) Od Yosef Chai Yeshiva’nın başkanı Rabbi Yitzhak Shapira, Ocak 2010’da yerel bir camiyi kundaklamaya çalışırken yakalanır. Bu kişi aynı zamanda, ‘Bebekler dahil, Yahudi olmayanlar doğaları gereği merhametsizdirler’ diyen birisidir! (s. 226)
Washington ve ötesi: Bir hükümet politikası olarak İslamofobi
Zuhdi Jasser, ‘saplantı’ filminde ortak çalışan, Fox haber’in demirbaşı, Park 51’e şiddetle karşı çıkan, İsrail tutkunu bir Müslüman’dır. “ABD yasalarından farklı olan şeriat” ve ayrıca “Müslüman kardeşler” düşmanıdır. (s. 234-236) FBI’dan ödül alır, Cumhuriyet senatörü M. McConnell tarafından Uluslararası dini özgürlük komisyonuna atanır. (s. 255)
2001’de ABD başkanı Bush, ortadoğuda haçlı seferi başlattığını söyler. Refah ve özgürlüğü sevenleri tehdit eden küresel bir canavardan bahseder. Artık iyi olduğu tespit edilmediği müddetçe her Müslüman kötü sayılacaktı. (s. 236)
“ABD Başkanı George Bush, 11 Eylül’deki intihar saldırılarının ardından terörizme karşı ”Haçlı Seferi” başlattığını söyledi, ancak bunun zaman alacağını, bu yüzden de Amerikan vatandaşlarının sabırlı olmasını istedi.” (Hürriyet, 17.09.2001); “Bush: Bu bir haçlı seferi. Bush, başlatılan mücadelenin bir haçlı savaşı olduğunu söyledi. Haçlı seferi sözünden sonra çark ederek Müslümanların gönlünü almaya çalışan ABD Başkanı George W. Bush, ABD’de Müslümanlara yönelik saldırı ve tacizlere son verilmesi çağrısında bulundu.” (Milliyet, 18.09.2001) Ve yıl 2004: “Bush ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Seçim kampanyası başkanı Marc Racicot’un Florida’da yeni kampanya çalışanlarına gönderdiği bir mektupta, Bush, ”Terörizme karşı küresel bir haçlı seferine liderlik ediyor” diye övüldü. (Hürriyet, 19 Nisan 2004; Akşam, 20 Nisan 2004)
Peter King, baktığı her yerde Müslüman teröristleri görüyordu. İşin ironisi ise King, terör örgütü IRA ile sıkı bağlantılara sahipti ve bunu o da inkar etmiyordu. “Gerçek şu ki IRA ABD’ye hiçbir zaman saldırmamıştır” demektedir. (s. 242)
Craig Monteilh, sahtekârlık ve sahte çek yazmaktan mahkûm olmuş birisidir. Yeleğinin düğmesine kamera bağlanır ve Müslüman olmuş biri gibi CAIR Los Angeles şubesinin içine sızması istenir. “Müslümanlara cihada hazırlanmak, alışveriş merkezini bombalamaktan bahsedince” cami imamları onu FBI’a yani onu kendilerine gönderen resmi kuruma şikâyet eder. (s. 245) Daha sonra yazılan bir raporda terör saldırılarının üçte birinin, Müslümanlar tarafından önceden haber verilmesi ile önlendiği ortaya çıkar. (s. 246) Robert Mueller ve Michael Leiter gibi FBI ajanlarıda, Müslümanların desteklerini itiraf ederler. (s. 247)
19 Şubat 2012 tarihli bir haber: ABD’yi sarsan tuzak. Washington’da kongreye intihar saldırısına hazırlanırken yakalanan 29 yaşındaki el-Halife’yi, FBI muhbirlerinin yönlendirdiği ortaya çıktı. Adalet bakanlığı sözcüsü muhbirlerini savundu ve muhbirlerin zanlıya bozuk silah ve sahte intihar yeleği verdiğini söyledi. “FBI her aşamayı kontrol altına aldı.” diye konuştu.
Birçok şehirde FBI ajanları İslamı şiddet eğilimli bir din olarak tanıtan eğitimler alırlar. İslamofobik yazarların kitapları okutulur. Hz Muhammed karalanır. Sahte Müslüman Craig’in dediği gibi: “Her şey tuzağa düşürmekle alakalı. Bundan sonra Müslüman topluluklar FBI’a asla tekrar güvenmeyecektir.” (s. 253)
22.08.2012 tarihli diğer bir haber: New York polisi, 6 yıllık müslüman takibinde tek terör ipucuna rastlamamış. Atlantik’in öte yakası: Nefretin Avrupa’daki ölümcül etkileri
Anders Behring Breivik 2011’de Oslo’da terör saldırısı gerçekleştirir ve77 kişiyi öldürür, 242 kişi yaralanır. Katil kendini tapınak şövalyelerinin modern zaman lideri olarak görmektedir. Aryan gözükmek için estetik ameliyat geçirir. 1683 Viyana kuşatmasından 400 sene sonra 2083 yılı yayınladığı manifestosunda önemli bir yer tutuyordu. “Bana Müslümanların kâfirlere cihat ilan etmeden ‘Müslüman olmayanlarla barış içinde yaşadığı tek bir ülke’ gösterin.” demektedir manifestosunda. (s. 259-267) Pamela Geller, bu faciayı Müslümanlara atfeder. Hiçbir delile ihtiyaç duymadan bu barbarca suçun ancak bir Müslümanca işlenebileceğine inanmaktadır. Fox haber olayı müsülüman aşırılıkçıların işi ilan eder. J. Rubin, “Cihadistlere karşı savaş açmanın çok masraflı olduğunu düşünenlere karşı akılları başlara getiren bir ikaz.” Olarak yorum yapar. Murdoch’un sahibi olduğu Wall Street Journal’da benzer yorum yapar. New York Times, İslamcı teröristleri sorumlu tutmak için bolca sebep bulur. (s. 268) Fox haber yapımcısı Bill O’Reilly, “Breivik Hıristiyan değildir. İsa’ya inanan hiç kimse kitlesel cinayet işlemez, o kesinlikle bu inancın mensubu değildir” demektedir. (s. 271) Bryan Fishman, el-kaide’den gördüklerini öğrendiğini ileri sürer. (s. 272) Psikiyatri ekibi onun hakkında şu teşhisi koyar: Paranoyak şizofren. (s. 273) Breivik İslam düşmanı kurum, şahısların fikirlerinden etkilendiği kesindir. Manifestosu Evanjelist Hıristiyan, Siyonist ve islamofobi yazarlarından alıntılarla doludur. R. Spencer, Geller bu kişilerin başındadır. Spencer, 162 kere referans gösterilmiştir, Geller ise 12 kere. (s. 277) Saplantı filminden de etkilenen katil İsrail sevdalısıdır. Katilin 7 kere kendisinden alıntı yaptığı Güvenlik politikası merkezi kurucusu Frank Gaffney’ye, “yazılarının şiddetli sonuçlar için kullanılmasıyla ilgili ne düşündüğü” sorulduğunda, “Manifesto, şeriatı hâkim kılmayı uman Müslümanlar tarafından oluşturulmuş bir komplo da olabilirdi. Manifestonun etraflı bir araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu” söyler. “Bu işin arkasında Müslüman kardeşler olabilir miydi?” Sorusuna cevabı ise, ‘kesinlikle’ şeklindedir! (s. 281) İsviçre’de minareler 2009 yılında yasaklanır ki zaten 4 minare mevcut idi. (s. 281) Fransa’da ise Müslüman kadınlara peçe yasaklanır. Bunu Belçika takip eder. Norveç minareye karşı çıkar. Hollanda’da Geert Wilders, ‘Kur’an’ı faşist bir kitap’ olarak nitelendirir. Nefret suçu ile tazminata mahkum edilen Wilders’in tazminatını Daniel Pipes’in başında bulunduğu Orta Doğu forumu öder. (s. 287) Saplantı ve Fitne (30 kere) adlı İslam düşmanı filimler de Breivik’in manifestosunda geçmektedir. Katilim facebook arkadaşlarından 600’den fazlası da İngiliz ırkçı kurum EDL üyeleridir. (s. 293) İsviçre’de cami yapılacak yere domuz eti parçaları ve 120 litre kanı dökülür. Fransa, İngiltere’de camilere saldırılır. (s. 294)
“Geert Wilders: Saf kan bir Hollandalı değil! Annesi Endonezya kökenli bir Yahudi aileden geliyor… Dahası, saçları da sarı falan değil aslında, bildiğiniz siyah! Ama “milliyetçilik” oynadığı için, saçlarını cırtlak civciv sarısına boyatıyor! Zaten bilenler bilir… Hollanda’da Wilders’ın arkasında, sadece Yahudiler duruyor… Wilders’ı gerçekte, Yahudiler finanse ediyor, Yahudiler destekliyor! Yani Wilders’ın vahşi İslam düşmanlığının nedeni Yahudi faşizmi.” (Mehtap Yılmaz, Akit, 14 Mart 2017) Katolik bir ailede büyüse ve ‘Hristiyan demokratlar müttefikim’ dese de, 1963 doğumlu Wilders kendini agnostik olarak tanımlıyor. Wilders’ın İslam karşıtı düşüncelerinin gelişmesinde ise gençliğinde 2 yıl süresince İsrail’de kalmasının, bu sürede “anti-demokratik” olarak tanımladığı Arap ülkelerine yaptığı gezilerin etkili olduğu yorumu yapılıyor. Hollandalı aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri, 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan darbe girişiminin başarısız olmasına da üzüldüğünü söylemiş, “Askeri rejim, her halükarda Erdoğan’dan iyidir” demişti. (BBC Türkçe, Takvim, Milliyet, 14 Mart 2017)
Bir Fransız gazeteci olduğu söylenen Jean Paul Ney: “En iyi Müslüman ölü Müslümandır. AB uyarı amacıyla Erdoğan’ın sarayını bombalamalı ve bu pislikten kurtulmalı.” diyen bu adam, bir keresinde Fildişi sahillerinde yapılacak darbeden üç-dört gün önce haberdar olmuştur… 20 yıl yatması gerekirken nasıl olduysa 5 ayla kurtarmıştır. Defalarca hapse girip çıkmış ve Fransa’da Canal Plus ve Itele için programlar üretebilen bu adamın ilişkiler ağına bakmak gerekiyor. Onu mahkemelerde savunan avukat, Ermeni lobisinin çok iyi tanıdığı, bildiği, aynı zamanda da Fransa’daki Ermenistan Büyükelçiliğinin avukatı olan Sevag Torossian. Zenginlerin avukatı ama beş parasız bir serseri başıbozuğu savunuyor. Jean Paul Ney’in aleni olarak bilinen ve Fransızların cohabitation dedikleri biçimde birlikte yaşadığı bir kadın var. Adı Frédérique Romano-Scialom. Babası Dominique Romano bir Yahudi. Pek çok alanda çalışması var, çok zengin. Fransa-İsrail Vakfı’nın da kurucusu. Romano’nun İbranice “Savaşçı” anlamına gelen ve Ariel Şaron’un lakabı olan “Guibor” adlı da bir şirketi var. Jean Paul Ney yargılandığı ve defalarca hapse girdiği Fransa’dan kaçıp Çin’e yerleşti. (Fuat Uğur, türkiye, 25.05.2017) Kimin eli kimin cebinde? İslam düşmanının bir ucu Fransa’da ve Ermeni Diasporasında diğeri Çin ve İsrail’de!
Bu özet gözden geçirilirken (Haziran 2023) İsveç ve Danimarka vatandaşı olan Rasmus Paludan, Pegida hareketinin Hollanda’daki lideri Edwin Wagensveld, Norveç SIAN adlı ırkçı grubun yöneticisi Anna Braten, İsveç’te ateist ve PKK’lı Salvan Momika Kur’an yakmaya devam etmekte idiler! Ve daha birçok yapılan saldırılardan birkaç tanesi: Almanya’da 2012’den bu yana 78 camiye saldırı oldu. (Hürriyet, 21 Ağu 2014); Fransa’da cami önüne domuz leşi bırakıldı. (Ensonhaber, 23 Eylül 2014); Avrupa’da ırkçılar camileri hedef alıyor. (NTV, 26 Aralık 2014); Almanya’da camiye ırkçı saldırı. (Sözcü, 15 Nisan 2022); Avrupa’da camiler Müslüman karşıtı saldırılara hedef oluyor. (AA, 21 Ağustos 2014); Viyana’da Türk Camii kapısına domuz organları bıraktılar. (Sözcü, 26 Aralık 2014); Bosna Hersek’teki bir cami avlusuna domuz leşi bırakıldı. (AA, 21 Ağustos 2020); Cami önüne domuz leşi. (Milliyet, 23 Eylül 2014); Almanya’da cami kapısına domuz kafası asıldı. (AA, 17 Mayıs 2020); Almanya’da cami kapısına domuz başı asıldı. (İndyturk, 5 Aralık 2021); Almanya’nın Dortmund kentinde cami kapısına gamalı haç çizildi. (AA, 9 Şubat 2022); Cami kapısına gamalı haç çizdiler. (Cumhuriyet, 2 Ocak 2014); Caminin kapısına gamalı haç çizdiler. (Hürriyet, 20 Kasım 2017)
Müslüman karşıtı nefret suçu işleyen esas kişiler çeteler değil, çok çeşitli ana akım medya ve politik yorumların yansıması olarak Müslümanları suistimal etmek, onlara saldırmak hakkın olduğuna inanan basit bireyler tarafından yapılmaktadır. (Vikram Dodd, Guardian, 27.1.2010)
Sonuç
İslamofobi endüstrisi İslam karşıtı nefrete sebep olmaktadır. Ürettikleri ön yargıların sonuçları küçük olmayacaktır. Onlar marjinal gruplar değildir. Daha ziyade politik ve kâr hatırına insanları farklı azınlık gruplarına bölmek amacında olanlara karşı direnmek ve karşı durmaya acil ihtiyaç vardır. Zamanın ilerlemesi ile ön yargılar daha da derinleşecek ve yerleşecektir. (s. 301)
Müslüman kadına saldırdı! 2 kişiyi öldürdü. ABD’de Jeremy Christian adlı beyaz ırkçı bir kişi, biri başörtülü diğeri siyahi iki kadına trende hakaret ederek saldırdı. İki kadına bağıran Christian, “Müslümanlardan nefret ettiğini” ve “Müslümanların cani olduğunu” söylerken orada bulunan bazı vatandaşlar tarafından sakinleştirilmeye çalışıldı. Kendisine engel olmak isteyen üç kişiyi bıçakladı, olayda iki kişi öldü. (Mepanews, 28 Mayıs 2017)
Fransa’da İslam düşmanlığı tırmanıyor! Türk derneğine çirkin saldırı. Paris’teki Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi adlı derneğin duvarına “İslam=Mort (ölüm)” yazılarak spreyle saldırı gerçekleştirildi. (Sabah, 9.11.2020)
Almanya’da İslam düşmanlığı tırmanıyor. ALMAN hükümetinin, Sol Parti’nin soru önergesine verdiği cevapta, Temmuzdan 17 Eylül’e kadar toplam 188 İslam düşmanlığı suçunun kayıtlara geçtiği ifade edildi. Saldırılar nedeniyle sadece soruşturmaların bulunduğu ancak hiç kimsenin gözaltına alınmadığı belirtildi. (Sabah, 9.10.2020)
ABD’de İslam düşmanı gruplara 106 milyon dolara yakın fon sağlandı ABD’de 2017-2019 döneminde Müslüman karşıtı gruplara 106 milyon dolara yakın kaynak aktarıldığı ortaya çıktı. (TRT Haber, 12.01.2022)
Fransa’da kurumsallaşan Müslüman karşıtlığı endişe veriyor. (TRT Haber, 09.11.2022)
ABD’de bir üniversitede Kur’an-ı Kerim sayfalarını yaktılar. ABD’de bir üniversitede Kur’an-ı Kerim sayfalarını yaktılarArizona Eyalet Üniversitesinde İslam düşmanları, Kur’an-ı Kerim sayfalarını yırtıp yaktı. (11.12.2021)
Fransa’da saldırı girişimi! Aracını camiden çıkanların üzerine sürdü. (TGRT Haber, 29.06.2017)
Londra’da bir araç camiden çıkan yayaların arasına girdi: Ölü ve yaralılar var. (Posta, 19 Haziran 2017)
Kanada’da Müslüman anne-kıza İslamofobik saldırı Kanada’nın Hamilton kentinde, Müslüman anne ile kızı, bir kişinin İslamofobik saldırısına maruz kaldı. (AA; 14.07.2021)
Fransız dergisi Causeur’den İslam düşmanlığı: Bizi koronavirüs değil, İslam tehdit ediyor. Hayat tarzımızı öldüren, medeniyetimizi mezara koyan çok daha ciddi bir tehlike ile karşı karşıyayız. Koronavirüsle mücadele için gösterdiğimiz çabanın sadece yüzde 20’sini ülkedeki diğer enfeksiyonu (Müslüman nüfusu kast ediyor) gidermek için harcasaydık, Fransa çok daha güzel bir yer olacaktı. (Haber 7, 26 Mart 2020)
Rusya-Ukrayna savaşında ırkçı söylemler! ‘Mavi gözlü ve sarı saçlı insanlar ölüyor’ ABD merkezli CBS NEWS muhabiri Charlie D’Agata canlı yayında “Burası on yıllardır kaosla yaşayan Irak veya Afganistan değil. Burası böyle şeyleri görmeyi hiç ummadığınız medeni Avrupalılara has bir kent.” ifadelerini kullanması izleyenleri şaşırttı. ITV News muhabiri Lucy Watson da bir tren istasyonundan yaptığı yayında “Ukraynalıların başlarına düşünülemez bir şey geldi. Burası gelişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesi değil, burası Avrupa.” ifadelerini kullandı. BBC’ye konuşan Ukrayna’nın eski başsavcı yardımcısı David Sakvarelidze ise canlı yayında “Benim için bu yaşananlar çok duygusal, çünkü mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüğünü görüyorum” dedi. Fransız kanalı BFM TV’de konuşan başka bir yorumcu, “Putin’in desteklediği Suriye rejiminin bombalarından kaçan Suriyelilerden bahsetmiyoruz, Avrupalıların bizimkine benzeyen arabalarla kendilerini kurtarmak için ayrılmalarından bahsediyoruz” dedi. Fransız Gazeteci Ulysse Gosset’i ise yaptığı bir yayın sırasında “21. yüzyıldayız, bir Avrupa şehrindeyiz ve sanki Irak’ta ya da Afganistan’daymışız gibi seyir füzesi ateşi var, hayal edebiliyor musunuz!” ifadelerini kullandı. (Hürriyet, 28 Şubat 2022)
‘Ukrayna duyarlılığı’ altında ikiyüzlü ırkçılık! Boşnaklar da mavi gözlüydü. ABD ve Avrupa TV’lerinden ekrana yansıyan ‘Ukrayna duyarlılığı’ ikiyüzlü ırkçı yaklaşımı ortaya koydu: Sarışın mavi gözlü insanlar saldırıya uğradı. Bizim gibi arabalara biniyorlar. Burası Afganistan, Irak değil!” ‘Mavi göz duyarlılığı’ akıllara Avrupa’nın göbeğinde soykırıma uğrayan Boşnakları getirdi. Bosnalı Sırp çeteler, Yugoslavya’nın dağılması sürecinde Müslüman Boşnaklara karşı sistematik soykırım uyguladı. 1992-95 arasında ‘sarışın, mavi gözlü’ 300 binden fazla Boşnak katledildi. Batı da soykırımı izlemekle yetindi. (Star, 1 Mart 2022)
Prens William’ın Ukrayna açıklaması tepki çekti. Avrupa’da değil de Afrika ve Asya’da savaş ve kan dökülmesine daha çok alışkın olduklarını söyledi. William, Ukrayna’ya da seslenerek, “Hepimiz arkanızdayız” dedi. (Sabah, 11.3.2022)
Paralı askerler Ukrayna’da. “Sivillerin vurulması, kadın ve çocukların öldürülmesi savaş suçu. Bunlar durmalı.” (Ukrayna savaşı hakkında konuşan bir Avrupalı, Ülke TV haberden bir kesit) I. ve II. dünya savaşlarını sizler çıkarmadınız mı? Asya ve Afrika’daki iç savaşların, işgallerin nedeni siz batılı sömürgeciler değil mi idiniz? Fransa, ABD, İsrail, Çin, Rusya, İngiltere dahil Avrupa ülkeleri Libya, Çeçenya, Afganistan, Irak ve işgal ettikleri birçok ülkede sivil Müslüman halkı, çocuk, kadınları öldürürken bu sözler neden hiç edilmedi!
Polonyalı politikacı Tarczyński: “2 milyon Ukraynalı mülteci aldık 1 tane bile Müslüman almayacağız. Gurur duyuyorum.” (Yeni Şafak, 11/04/2022)
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesince düzenlenen 4. Uluslararası Şeyh Şaban-ı Veli Sempozyumu’nun açılış programında yaptığı konuşmada, “İslamofobi” kelimesiyle ilgili önemli bir çağrı yaptı: “Son günlerde ‘İslamofobia’ diyoruz. Lütfen bu tabiri kullanmayın. Bu emperyal bir dilin parçasıdır. Fobi, kendiliğinden olan bir korku demek. Kişinin yenemediği, doğal olan bir korkudur. Ama bugünkü dünyada var olan, adına emperyal dilin İslamofobia koyduğu şey, üretilmiş bir İslam düşmanlığı, üretilmiş bir İslam karşıtlığıdır.” (Yeni Akit, 05.05.2017)
Batı ülkelerindeki islam ve müslümanlık karşıtı bazı gruplar ile terör örgütleri, onlarca yıldır çeşitli eylemler yaparak camilere, ibadethanelere ve müslüman derneklerine saldırı düzenliyor. “2016 yılından Ocak 2017’ye kadar toplam 2800’den fazla islamofobik saldırı” gerçekleştirildi. İşte Batıda yükselen İslamofobik saldırı bilançosu: ABD: Donald Trump’ın başkan seçildiği Kasım seçimlerinden sonra ise ırkçılık yükselişe geçti. ABD’de bugüne kadar 450’den fazla islamofobik saldırı yapıldı. Bu saldırılar özellikle kasım seçimlerinden sonra daha da arttı. ALMANYA: Almanya’da bugüne kadar 260 islam karşıtı eylem düzenlendi. 664 sığınmacı müslüman mültecinin saldırıya uğradığı ülkede 60’dan fazla camiye saldırı düzenlendi. AVUSTURYA: 90’dan fazla saldırı. BELÇİKA: Nüfusun yüzde 60’ı müslümanları tehdit olarak görüyor. Müslümanların yüzde 71’i kendilerinin terörist olarak görüldüğünü düşünüyor. Halbuki terör örgütlerine kucak açan ve teröristlere sahip çıkan ülkelerin başında Belçika yer alıyor. Ülkede 20’den fazla islamofobik saldırı gerçekleşti. FRANSA: Müslüman karşıtı gösterilerin en yoğun olduğu ülkelerden birisi. Özellikle müslümanlar ile diğer dine mensup kişilerin karşı karşıya getirilmeye çalışıldığı ülkede 360’tan fazla saldırı oldu. HOLLANDA: İslamofobik çevreler ülkede en çok camileri hedef alıyor. Öyle ki Hollanda’da yaşayan Türk vatandaşları ve diğer müslüman ülkelerin vatandaşları, ibadet için gittikleri camilerin, ibadet esnasında kapılarının kapalı tutulması konusunda şu günlerde çalışma yapmaya başladılar. Hollanda’da bugüne kadar 100’den fazla saldırı gerçekleşti. Bu saldırılardan 20’den fazlasında ise camiler hedef alındı. İNGİLTERE: Başkent Londra başta olmak üzere ülke genelinde bugüne kadar 1000’den fazla saldırı düzenlendi. Genel olarak bu saldırıların çoğu müslümanları hedef alsa da asıl hedefin yüzde 60’lık oranla müslüman kadınlara yönelik olduğu belirtiliyor. İSVEÇ: 30’dan fazla saldırı. KANADA: İslam karşıtı saldırıların en az rastlandığı Kanada’da bugüne kadar 20’den fazla saldırı yapıldı. Bu saldırıların en büyüğü ise geçen günlerde bir camiye yapıldı ve saldırıda 6 kişi hayatını kaybetti. NORVEÇ: Norveç’te radikal sağcı Norveç Savunma Ligi ile Norveç’in İslamileşmesini Durdurma Hareketi taraftarlarınca onlarda kez İslamofobik saldırı gerçekleştirildi. YUNANİSTAN: Müslüman mültecilere sözlü ve fiziki saldırılar yapıldı. ‘İslam Avrupa Dışına’ gibi söylemler de ise son günlerde artış yaşanıyor. (Sabah, 1.2.2017)
.
Nathan Lean, İslamofobi Endüstrisi
*
Hazreti Muhammed (sav)’den Özür Diliyorum
John Davenport’un, 1967 yılında Ankara Üniversitesi yayınları arasında çıkan ‘Hazreti Muhammed ve Kur’an-ı Kerim’ adlı eseri, 2007 yılında Moralite Yayınları tarafından ‘Hz Muhammed’ten Özür Diliyorum’ adı altında, daha ‘güzel ve güncel’ bir çeviri ile yeniden basılmıştır. 1967 yılı baskısında 3 yerdeki çeviri hatası, 2007 yılında kitabın genel içeriği ile de uygun şekilde düzeltilerek çevrilmiştir. Burada 1967 baskısı esas alınarak kitap özetlenmiş, çeviri hataları 2007 çevirisi esas alınarak düzeltilmiştir.
Hz Muhammed, dini bir müceddid (Yenileyici) ve bir şâri’ (Kural koyucu) olarak düşünümeli ve buna göre değerlendirilmelidir. Hz Muhammed hiç şüphesiz bütün cihanda ortaya çıkan en nadir ve en yüce dehalardan biridir. O en büyük insan olarak kabul edilir.
Hz Muhammed’in ortaya çıkmasından önce ve sonra Arapların durumu dikkate alınırsa oluşturduğu şevk ve heyecanı düşünürsek, bu kadar büyük ve harikulade bir insana karşı hayranlığımızı gizlemek en büyük zulüm olur. (Yazar Lord John Davenport mukaddimesinden, Hazreti Muhammed ve Kur’an’ı kerim)
Yazarın önsözü
Önümüzdeki sayfalar Hz Muhammed’in hayat hikâyesini yalancı iddia ve taassup saldırılarından ayıklamak için ve insanlığa en büyük iyilikleri işleyenlerin biri olduğu haklı davasını sağlamak için yapılmış değersiz fakat samimi bir teşebbüstür.
Hz Muhammed hiç şüphesiz bütün dünyada ortaya çıkan en ender ve en yüksek dahilerden biridir. Hz Muhammed’in çıkışından önce Araplar ne halde iken ondan sonra durumlarının ne kadar değiştiğini göz önüne alır ve İslam inancının yüz milyonlarca insan kalbinde uyandırdığı şevk ve heyecanı düşünürsek ona karşı hayranlığımızı saklamanın en büyük zulüm olduğunu duymamaya imkân yoktur.
Hz Muhammed’in hayatı
Fatihler arasında, hayatının tarihi, Hz Muhammed’in tarihi gibi, en ince ayrıntılarına kadar en doğru ve en vesikalı şekilde kayıt altına alınan başka bir kimse gösterilemez. Gerçi Hz Muhammed’in tarihini, Asyalı yazarların mübalağalarından ‘ayırdığımız zaman’ geriye kalan olaylar sadece gerçektir. (s. 1)
Bros, seheyatlamesinde der ki: “Hıristiyan büyüklerinin bozuklukları halkı kendilerinden uzaklaştırmıştı. Bunların yalanları, uydurmaları, ahlaksız hareketleri Arabistan’daki Hıristiyan Kiliselerini pek acınacak bir duruma sokmuştu. (s. 2) Rahipler arasında yaygın olan mucize ticareti, ahlaksızlıklardaki çoğalmalar bütün halkın eğitimini bozacak bir hal almıştı. (s.2)
Tek Allah’a ibadet etmek yerini en kötü bir putperestlik almıştı. Eski putperestliğin ilahlar grubu yerine azizler ve meleklerden olan bir kalabalıktan kurulu yeni bir Olimp ortaya konmuştu. Öyle bir takım Hıristiyan mezhepleri türemişti ki Allah’a ait değer ve sıfatlar Yusuf Neccar’ın karısına verecek kadar utanılır hareketlerde bulunmuşlardır. Meryemliler denilen mezhep sahipleri kutsal ruh yerine Meryem Betul’u koyan yeni bir üçlemeye inanırlardı. İsa tek tanrıya ibadete çağırdığı halde tapınmaya layık görülen şeyler oyma ve boyalı resimler olmuştu. Arabistan halkı ise çağdaş dinsiz ve putperestler ile aynı ayarda bulunuyordu. (s. 3)
İslam’ın peygamberi 10 Kasın 571’de doğmuştur. Hz İsa’nın doğum tarihi üzerinde derin şüpheler vardır. Muhammed’in ataları memleketlerinin başta gelen kişileri arasında idi. (s. 4) Abdullah’ın oğlu en asil ırkın koynunda yetişmiştir. (s. 10 İki yaşında babasını, altı yaşında annesini kaybetmiştir. Dedesi Abdülmuttalip ve 2 sene sonra o vefat edince amcası Ebu Talib’in yanında büyür. (s.5-7)
Hacer-i Esved’i yerine koymakla yayıcı olacağı dinin temelini atmış olur. (s.8) 3 yıl Hz Hatice yanında ticaretle uğraşır.
Hz Muhammed’in tahsili yok idi. (s.10)
Memleketinde çok evlenmeye izin veren gelenekten faydalanmayı düşünmemiştir. (s.11)
Sara nöbetine uğradığına dair tekrarlanan söylentiler, Yunanlıların bir uydurmasıdır. (s.12)
O’na ilk iman edenler eşi Hatice, azadlısı Zeyd, Amca oğlu Ali ve sözü geçer ve zengin bir zat olan Ebu Bekir idi. Kendisine ilk iman edenlerin özel hayatını pek yakından bilen en sevgili arkadaşları ile ailesinin olması onun samimiliğinin delilidir. Yoksa onlar, aldatıcıların davaları ile evlerindeki hareketler arasındaki zıtlığı anlayıp açıklamaktan geri kalmazlardır. (s.13)
Muhammed Allah’ın birliğine davetle yetinmeyerek putperestliği de yok edeceğini söylemiştir. Hayatı işkence ve hakaretler içinde geçmiştir. (s. 13) Ebu Talip ölünce malları ve mirası düşmanlarına geçmiş, böylece onlar her zamankinden çok kuvvetlenmişlerdi. Birkaç gün sonra vefalı eşi Hatice kolları arasında son nefesini vermişti. (s. 17) Amansız ve insafsız düşmanı Ebu Süfyan (ki Mekke fethinde Müslüman olunca af ve bağışa erişir, (s. 30) ve özgür bırakılır.) Mekke başkanı olmuştu. (s. 21) Taif’te bir ay kalmış ama sonuçta üç millik bir yol boyunca taşlanarak kovalanmıştır. (s. 19) Hz Aişe, ‘O Hatice yaşlı değil miydi?’ dediğinde, Hz. Muhammed, ‘Hayır, ondan daha nazik ve daha asil bir eş yoktur. Düşmanlarım karşısında bana teselli veren, yardım eden o idi’ demiştir. (s. 18)
Peygamberlik davasını sağlamlamak için herhangi bir hileye ya da mucize adı verilecek bir şeye başvurmamıştır. (s. 14) Hicret peygamberliğin 3. Senesinde gerçekleşir. Eski adı Yesrip olan bu şehir, artık Medine adını alır. (s. 22)
Hz Hatice 63 yaşında iken vefat ettiği halde başka kadınlarla evlenmeyen, hele erkek evlat bırakmadığı halde bunu düşünmeyen biri için şu soruyu ortaya koymaya hak kazanırız: Çok kadınla evlenmenin yaygın olduğu bir ortamda, kendinden 15 yaş büyük bir kadınla 25 sene evli kalan bir adama şehvet düşkünü denebilir mi? (s. 20)
Hicretten sonra Hz Muhammed elinde yüksek nüfuz ve kudret bulunduğu halde yaşayışındaki sadeliği zerre kadar değiştirmemiş, kendi söküklerini dikmiş, günlük besinini birkaç hurma ve az bir arpa ile karşılamıştır. (s. 23)
İslam’da oruç tutmayanlar bir yoksulu yedirirler. Halbuki Hıristiyan İmparator Şarlmayn zamanında, hatta 17. Yüzyılda orucunu bozanların cezası kılıçla kelle uçurulmak yoluyla idam idi. İnsanlık ve medeniyetin hangi tarafta olduğunu sormakta haklı değil miyiz? (s.25)
Hz Muhammed evlatlığı olan Zeyd’in boşandığı karısını nikâhlayınca, peygambere gayet haince iftirada bulunulur. Bu iftiraya karşı onu savunmak ve yalanlamak için biraz duralım: İslam’dan önce bir kadına ‘anam ol’ denince artık o kadınla evlenilemezdi. Nasıl ki bir çocuğa ‘oğlum ol’ denince o artık evlatlığın olur ve gerçek bir evladın tüm haklarını kazanırdı. Kur’an bu iki geleneği kaldırdı. ‘anam’ dese de evlilik bağı bozulmuyor ya da evlatlığı tarafından boşanan bir kadınla evleniliyordu. Hz Muhammed yukarıda bildirilen göreneğe göre Zeynep’le evlendiği zaman Araplarca saldırıya uğrayacağını, suçlu sayılacağını bildiği halde ödev ve görev yüzünden bütün bu karşı koymaları dinlemeyerek Zeynep’le evlenmiştir. Aişe iftiraya uğramıştır, temizliği ortaya çıkınca iftiracılar cezalandırılmıştır. (s. 26)
Hz Muhammed’in şahsında, ahlak yüksekliği ile cesareti ve yiğitliğin birleşmesi kazandığı başarılara yardım etmiştir. Savaşlarda kadın, çocuk, yaşlılara dokunmayı, direnmeyen halkın evlerine saldırmayı yasaklıyordu. (s. 29) Kureyş, Muhammed’in düşmanlarına yardım edince Hudeybiye anlaşmasını bozmuş olduğundan bir ordu hazırlanır ve Mekke fethedilir. (s.30)
Benden ne bekliyorsunuz? Diye sorar Muhammed. Hepsi, “Bağışlamanı ve cömertliğini” derler. Hz Muhammed’de hepsine, “Haydi gidiniz! Cenabı Hak cümlenizi affına ve merhametine eriştirsin.” der. Havazin kabilesi silahlanır ve Müslümanlarla savaş için Huneyn ovasına dek gelirler. Savaşta yenilirler. 6.000 tutsak, 24.000 at, 4.000 küheylan ve birçok gümüş ele geçer. Havazin delegeleri gelerek, savaşa katılan ailelerin yoksulluğa uğramaması için peygambere başvururlar. Peygamber savaşçıları toplar: “Ben bu yalvarmayı kabul ediyorum. Siz de kabul ederseniz kalbimi sevinçle doldurursunuz.” der. Bütün tutsaklar serbest bırakılır.
Necran kabilesi hariç Yemen Müslümanlığı kabul eder. Bu başarı, yaydığı dinin bütün peygamberlerce yayılan dine uygun olması, en saf ahlaki öğretileri içine almasına bağlıdır. Ayrıca Hz Muhammed mahkemesiz kısası yasaklayarak Arapların hırslarını etkili bir kayıt altına bağlamış idi. Arapların İslam’ı kabul etmeleri genel ve samimi bir hareket idi. Arapların din bilinçleri artık uyanmış, Allah’ın davasını yükseltmek ve Allah’ın birlik ve ebedi ve ezeli oluşunu tanıtmak uğrunda ölmek, her Müslüman’ın bircik samimi hedefi olmuştu. Güç kazanmak, düşmandan ganimet elde etmek, şan kazanmak, hatta ahrette cenneti kazanmak ancak bu hedefi kuvvetlendiriyordu. (s. 31)
Hz Muhammed Müslümanlığı bildirmiş, fakat onu zorla kabul ettirmek için bir davranışta bulunmamış ve bu yolda her zaman Kur’an’ın emirlerini yapmıştır. Bir olay ona yapılan sahtecilik yüklemelerini gidermeye yeter: Muhammed’in biricik oğlu İbrahim vefat eder. Tam o dakikada güneş tutulur. Halk bunu gökyüzünün bir hüzün ve keder işareti sayar. Hz Muhammed halkı toplar ve şu sözleri söyler: ‘Müslümanlar, güneşle yıldızlar Allah’ın kudretinin işleridir. İnsanlardan birinin yaşaması veya ölmesi dolayısı ile bunlardan hiç biri tutulmaya uğramazlar.’ (s. 33)
Hz Muhammed ölümünden üç gün öncesine dek imamlık görevini yerine getirmiş, en son dermansız bir halde olduğunda imamlık görevini eski ve sevgili dostu Ebu Bekir’e (ki Peygamber vefat edip, İslam ortadan kalkacak mı diye halk telaşlanınca, ‘Muhammed ancak bir peygamberdir, O ölecek veya öldürülecek olursa geri mi döneceksiniz’ ayetini okuyarak (s. 36) halkı teskin etmişti.) vermişti. Son namazından sonra tevazu ile şöyle demişti peygamber: “Arkadaşlar, eğer haksız yere birini zarara uğrattı isem hesabını istesin. Bir hata yapmış isem hatamı söylesin. Bir kimseden malını aldı isem ödemeye hazırım.” Birisi 3 dirhem alacağı olduğunu hatırlatmış ve para hemen ödenmiştir. Peygamber, ‘Bu dünyada utanmak, ahrette utanmaktan daha kolaydır’ demiştir. (s. 34) 63 yaşında miladi 8 Haziran 632 yılında vefat eder. Cesedi düşmanlarının akılsızlara yaraşacak bir şekilde ileri sürdüğü gibi direkler arasında havaya asılmamış, yere gömülmüştür. (s. 35)
Hz Muhammed’in vefatından 12 yıl sonra 36.000 şehir, kasaba ve kale alınmış, 1400 cami yapılmış, Afrika’dan İspanya’ya kadar büyük bir toprak fethedilmiştir. (s. 36)
Muhammed, pek merhametli ve çok ince ve iyiliksever bir kalbin sahibi olduğu ve bütün toplumsal ve ev görevlerini yaptığı halde hiçbir zaman Allah’ın peygamberi adının yüksekliğini bozacak bir harekette bulunmamıştır. Peygamber sadelikle evinin bütün işlerini görmekten geri durmaz, bütün Arabistan kendisine baş eğdiği zaman bile, elbisesinin söküklerini kendi dikmekten, ayakkabısını kendi onarmaktan çekinmez, koyunları sağar, evini süpürür, ateşini yakardı. Carlyle’ın bu ‘kahraman peygamber’ hakkındaki düşünceleri o kadar güzeldir ki onları buraya almadan geçemeyeceğiz: ‘Çölün derin kalpli evladı, parlak kara gözleri ile; açık derin ruhu ile hırstan başka düşüncelerle dolu idi. Muhammed, sessiz ve çok ulu bir ruh idi. O ancak samimi olacak insanlardan biri idi. Bu adamın sözleri doğrudan doğruya tabiatın sesidir. İnsanlar bu sesi dinlerler ve dinlemelidirler, başka bir şeye kulak asmamalıdırlar. Çünkü başka her şey hiçtir.’ (s. 37) Muhammed’in dehası, Zerdüşt dinini darmadağın etmiş, Hindistan’ı aşarak Brahma dinine de üstün gelmiş, Buda dinini bile yenmiş, İsa dininin Doğuda bütün egemenliğini devirmiş, Afrika’dan ispanya’ya ve en son İstanbul’u ele geçirmişti. (s. 38)
Kur’an-ı Kerim
Yüce peygamberin vayh aldığı bütün sözleri, katipler tarafından hemen yazılırdı. (s. 39) Ayetler vahiy kâtiplerince yazıldıktan sonra bunlar sahabeler arasında yayımlanır, pek çoğu da ezberlerdi. Kur’an’ın yazıldığı sayfalar, bir sandık içinde saklanırdı. Geothe’nin dediği gibi, Kur’an ilk anda okuyanı sevindirmez ise de sonra onu güzelliği ile çeker, daha sonra okuyanı güzelliği ile kavrar. (s. 40)
Kur’an’ın üstünlüğünü anlamamıza yarayan diğer şey, peygamber zamanında söz sanatı ve dil düzgünlüğü pek ileri seviyede idi. O zaman şiir ve hitabet son derece saygı kazanmıştı. Kur’an bu ortamda kendini kabul ettirmiştir. İslam yazarlarında biri diyor ki: “Herhangi bir yazıya alınan bir Kur’an ayeti onun içinde bir yakut parçası gibi durur. Kur’an vahyedildiğinden beri sanatsal içeriği ile bütün bilginleri şaşırtmıştır.” Kur’an ile Hz Muhammed kavmine başvurmuş, onunla peygamberliğini sağlamış, onunla bütün sanatkar ve güzel yazı yazan yazı sahiplerinin hepsini susturmuştur. (Enbiya, 5. Ayet: “Onlar: ‘Hayır; bunlar karışık rüyalardır’, ‘Hayır; onu uydurmuştur’, ‘Hayır; o şairdir’, ‘Haydi önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize getirsin’ dediler.”) Muallakat (Zamanının en büyük ödüllü şairlerinden) olan Lebid, Bakara suresinin birkaç ayetini dinleyince, bunların ancak Allah’ın vahyi ile söylenebileceğine inanış ve Müslüman olmuştu. Hz Muhammed’in Kur’an’ı bir Hıristiyan rahibin ve bir İranlı Yahudi’nin yardımı ile yazdığı yolunda söylenen iddialar, kendi kendini yalanlamaktadır. Arap dilinin, sanat şaheseri, biri Suriye’li öteki İranlı iki yabancıya nasıl mal edilebilir? (s. 41)
Kur’an’ın okunması sırasında Arapların duydukları ilham, onun sihirli üslubu, onun yüksek şiiri, onun nazmının tatlılığı dolayısıyladır. (s. 42)
Gibbon derki: “Kur’an sadece ilahiyatın değil sivil ve ceza hükümlerinin de esas kanunu sayılmakta, insanların bütün hareketlerini ve hallerini düzenleyen kanunlar, Allah’ın değişmez ve bozulmaz emirleri ile sağlanmış bulunmaktadır.” Başka bir deyimle Kur’an Müslümanların dini toplumsal, medeni, ticari, askeri, kazaî (İdare, yönetim ve davalar) cinayet ve zcezalar konularında genel bir kitaptır. Kur’an genel hukuktan bireysel hukuka, ahlaktan dünya cezalarına ahret hayatının cezalarına kadar her şeyin düzenleyicisidir. Kur’an siyasi bir sistemdir. (s. 44) Kur’an Müslümanların medeni (sivil) kanunlarını da içinde toplar. Din kanunları hicretten yani İslam inançları hayli köklendikten sonra bildirilmiştir. Müslüman ile Hıristiyanlar arasındaki ayrılıkları anlamak için şuna dikkat etmek gerekir, Hıristiyanlığın kendine inananlar üzerindeki nüfuzu dogmalara dayanarak din ve ahlak birbirinden ayrıldığı halde, Müslümanlıkta dogmalar değil, dinin pratik yanı, ahlak, toplum, hukuk ve siyaset düşünceleri üzerine etki yapmakta ve böylece Müslüman’ın dimağında vatanseverlik, hukuk, görenek ve gelenek ve anayasa bir kelimede toplanmaktadır; bu kelime, ‘Müslümanlık’tır. (s. 49) Kur’an öğretileri, bütün hukuki işlere ve hayata ait ödevlere geniş surette yayılmıştır. (s. 51)
Renan, “İsa dininde bir rahipler dizisi yoktu” der. Müslümanlıkta papazlık yoktur. Hz Muhammed’in getirdiği inançlar şüpheden, iki yüzlülükten temizlenmişti. Kur’an birlik inancının en şerefli anıtıdır. Putlara, insanlara, gezegenlere ve durağan yıldızlara tapmayı yasaklayan hz Muhammed, ortağı olmayan, her şeyi bilen öncesi ve sonu olmayan bir varlığı tanıyor ve yüceltiyordu. (s. 45)
Tabiatı yaradan, varlığını bütün eserlerine, kanununu insan kalbine koymuştur. Her yüzyılda gelen peygamberlerin görevi, Allah bilgisini uyandırmak ve Allah’ın kanununa uyulmasını sağlamaktı. Hz Musa ve İsa kendilerinden sonra gelecek daha büyük bir peygamberi haber vermişlerdi. Newton, Gibbon ve Yorsun üçlemenin uydurma olduğunu anlamışlardır. Kalmet, eski nüshalarda böyle ayet duymadığını söylemiştir. İsa, Allah’ın birliğini öğretmiş fakat Saint Paul ile Eflatun inançlarını da taşıyan Yohanna, Eflatunun üçlemesini kabul ederek İsa dininin birlik insancını ve sadeliğini bozmuştur. (s.46)
Hz Muhammed yeryüzünde Allah’ın dinini kurmak üzere gönderilmiş idi. Kur’an’ın en büyük iddiası Allah’ın, yani yaratıcının birliğidir ve Hz Muhammed bunu anlatmak için gönderilmiştir. Bu inanç bozulmaya başladığı zaman onu tekrar diriltip yaşatmak üzere peygamberler gönderilmiştir ki, Hz Muhammed’in çıkışına dek bunların en üstünü Hz Musa ve İsa idi. Hz Muhammed hiçbir zaman yeni bir dinin kurucusu olduğunu söylememiştir. Buna karşılık Hz İbrahim’in dinini diriltip yaşattığını ve bunun kendisine vahyolunduğunu bildirir. Kur’an’ın biricik amacı Yahudi ve Hıristiyanların bozup değiştirdiği kutsal levhaları düzeltmektir. (s. 47, 92) Hz İsa’da Musa’nın dinini diriltmeyi amaçlamıştır. (s. 93) Kur’an meleklerin de peygamberlerin de tapılmaya değer olmadıklarını anlatır. (s. 46) Müslümanlığın övüneceği birçok özellikleri arasında hele ikisi pek açıktır. Birincisi Allah’tan söz ederken insan zayıflıklarından ve hırslarından uzak ve ayrı tuttuğu yüce kişiyi en övücü, en korkulu sözleri bildirmesi; ikincisi de Kur’an’ın ahlak ve eğitime aykırı her düşünceden, hikaye ve sözden tamamıyla arınmış bulunmasıdır. Halbuki Kitabı mukaddes bu gibi kusurlarla baştan başa doludur. Kur’an öteki kitaplar adına kesinlikle o kadar bu kusurlardan temizlenmiştir ki utanma sahibi bir insan hiç kızarmadan onu baştan sonuna kadar okuyabilir. (s. 49)
Kur’an’ın tanımladığı Allah sadece evreni yaratıp kenara çekilmemiş, her zaman hazır olan ve işlere bakan ve her zaman işleyen bir güce sahiptir. Müslümanlık insanları azizlere, resimlere tapmaktan, manastırlarda yalnız yaşayıp nefsi kırmaktan alıkoyar. Böyle bir dinin putperestlik, Zerdüştlük ve sabiliği yok etmesine şaşmamak gerekir. Müslümanlık hiçbir zaman engizisyon mahkemesi kurmamış, Müslümanlık kendini sunmuş ama hiç kimseyi dinini değiştirmeye zorlamamıştır. (s. 50) İslam yalnızca Müslümanlığı kabul edenlere değil, yenilmiş uluslara da adaleti yaymıştır. (s. 51) İslam, doğuda yaygın olan çok kadınlar evliliği sınırlamış, zina ve sapıklığı şiddetle yasaklamıştır. (s. 51)
İslam fatihleri çok toleranslı davranmışlardır. Bir hakikat olarak şunu söyleyebiliriz ki eğer batı beyleri, Araplarla Türklerin yerinde, yani doğuda hüküm sürseler, Müslümanların Hıristiyanlara gösterdikleri toleransı, Müslümanlara kesin surette göstermezlerdi. Çünkü batı beyleri kendi dinlerine bağlı oldukları halde başka mezhep tutanlara bile zulüm edici işkenceleri yapmaktan çekinmemişlerdir. Catfield diyor ki: ‘Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar Hıristiyanlara karşı, batılı ulusların Müslümanlara güttükleri hareketin aynısını gütmüş olsalar, doğuda Hıristiyanlıktan eser kalmazdı.’ Jourio diyor ki: “Müslümanların Hıristiyanlara karşı hareketi ile papalığın gerçek inanmışlara karşı cevaz verdiği işkenceler hiçbir surette karşılaştırılamaz. Vodova’lara karşı yapılan savaşta, ya da Saint Bartelmy katliamlarında o kadar kan döküldü ki, yalnız bu kanlar Müslümanların döktükleri Hıristiyan kanından pek çok fazladır. Müslümanlığın zulüm eden bir din olduğu üzerine beslenen taassuplu düşüncelerde insanları kurtarmak gerekir. Bunların düşüncelerine göre Müslümanlık ya ölüm ya da Hıristiyanlığı bırakmakla korkutarak yayılmıştır. Bunun aslı ve esası yoktur. Papalığın yamyamlık ve yabaniliğe varan zulüm ve işkencesine bakılarak Müslümanların hareketi en yumuşak ve en alçak gönüllü hareket idi.” (s. 53)
Milton derki: “Kostantin’in zamanından çok önce Hıristiyanların hepsi de dinlerindeki temizliği ve saflığı çoktan kaybetmişlerdi.” (s. 54) Zerdüşt dininden daha saf, Musa’nın koyduğu kurallardan daha hürriyet sever olan Muhammed dini, 7. Yüzyılda İncil’in temizliğini lekeleyen ve kirleten sırlar ve hurafelerden toplanmış inançlardan çok, akıl ile anlaşılabilir bir halde idi. (s. 55) Muhammed dininin elindeki en büyük belge, başka dinlerdeki noksanlıkları miras olarak almamış, hurafelerden uzak kalmış, Allah’lık yüce kavramı yerine bayağı bir put koymakla kirletmemişlerdir. Kur’an ayetlerinin kılıçla yayıldığını sanmak korkunç bir hatadır. Çünkü taassuptan kurtulmuş olanların hepsi de kabul ederler ki ilahlara insan kanı dökmek yerine, ibadet ve sadakayı koyan İslam dini, insanlara iyiliksever ruhu aşılamış, topluma dönük erdemli davranışları kuvvetlendirmiş ve böylece medeniyet üzerine önemli bir etki yaparak doğu alemi için bir nimet olmuş, kanlı silahlara gerek duymamıştır. İlerideki yüzyıllarda insan cinsinin düşünceleri ve inançları üzerinde barışçı bir etki yapmak üzere Haktan gönderilen en kuvvetli vasıtayı, en inatçı taassup ve en cahil saldırılarla karşılamak kadar yanlış ve hem de gülünç bir hareket olamaz. (s. 55)
Peygamberin birçok hadisi ilme saygıyı emreder. Felsefe ve fen bilimlerinin koruyucusu Asya’da Abbasiler ve Endülüste Emeviler devrindeki Müslümanlardır. Araplar ve Müslümanlar arasında Fen ve sanayi altı yüz yıllık bir yükselme dönemi geçirirken bizim aramızda en kaba barbarlık hüküm sürmekte idi. (s. 56)
Mosheim: ‘Endülüs Müslümanlarının Avrupa felsefesinin üstadı oldukları bir gerçektir.’ Modern Avrupa ilk şairlik ve romantik hareketini Araplara borçludur. Araplar kendilerine özgü bir dil ve edebiyat meydana getirmişler, kendilerinden önceki kavimlere bakarak şaşılacak kadar hızlı bir düşünce ilerlemesine uğramışlardır. (s. 57)
Hz Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yakma yalanı sonradan uydurulmuş bir iftiradır. Çünkü Batlamyus’ların Kütüphanesi, Julius Sezar’ın bir seferi sırasında yakılmıştır. Müslümanlar fen, tarih, şiir, felsefe ve başka konulara ait eserleri saklayarak bunlardan faydalandıkları meydandadır ki değil ki yakmak. Hz Ömer’in kütüphaneyi yaktığını söyleyen Ebulfereç dahi bu uydurma olaydan altı yüz sonra yaşamıştır. Halbuki daha önce yaşayan Hıristiyan ve mısırlı tarihçiler böyle bir şeyden bahsetmezler. Gibbon’olay zamanında yaşayan hırisityan ve Yahudilerin bu konuda Ömer’den bahsetmemelerinin altını çizer. İskenderiye Kütüphanesi üzerine uzman olan Saint Croix, bu iftiranın bir hurafe olduğunu çünkü İskenderiye kütüphanesi dahil bir çok kütüphanenin dördüncü yüzyıldan sonra yaşamadığını ifade eder. (s. 59) Bu iddianın aksine, Araplarca yazılan tarih, tıp, ziraat ve başka ilimlewre ait eserleri, Kur’an nüshalarıdır diye yakan kardinal Ekzimen veya Çin İmparatorunun eserlerini yok edenler nasıl oluyor da böyle bir hareketi suç olarak ileri sürebiliyorlar?
Sözümüze geri dönelim: Avrupa bugün bile Müslümanlara borçludur: Yunan filozoflarına ait eserlerin saklayıcısı olmak, ilmin en önemli kollarını, fen, matematik, tıp ve benzeri ilimleri geliştirmek bakımından Avrupa Müslümanlara borçludur. (s. 60)
Endülüs’te İslam devletinin yıkılmasından kim acı duymuştur? Düşmanlarının tarihçileri bile sekiz yüz yıllık hükümeti sırasında bir tek zulmünü bile kaydetmedikleri o yüksek ruhlu ve cömert ulusun çalışma ürünleri olan felsefe, edebiyat ve matematik eserlerini yakmalarında hangi yüz kızarmamıştır? (s. 61) Clark, haçlı seferlerinden söz ederken diyor ki: ‘Hiçbir ordu haçlı orduları kadar günah ve aşırılığa dalmamıştır. Haçlı orduları taassubunun korkunç saldırılarını işlemiş, bunlar dua ve ibadet yerine insan kanı dökmekle günahlarından kurtulmak istemişlerdir.’ Selahattin, ikinci haçlı seferi zamanında Kudüs’ü geri aldı, teslim esnasında hiçbir can telef olmadı. Aynı zamanlarda Hıristiyan kahramanı I. Richard, büyüklük ve şatafatını tebasında zulümle topladığı korkunç paralara borçlu idi. O, cimri, şehvet düşkünü bir lut kavmi izinden gidendi. Gazneli Mahmut ise ilim ve irfanı korumuş, başkentini dahi sahiplerinin toplantı yeri yapmıştı. (s. 64) 12. yüzyılda Vitri şehrini alan Fransa’nın 7. Lui’si şehrin tamamını yaktırmış, birçok insan alevler ortasında kül olmuş idi. Elimizde Müslüman padişahlara çağdaş olan Hıristiyan krallarının işkencelerine dair bol bol belgeler vardır ama iyilikseverlikleri üzerine bir şey var mıdır? (s. 65)
Müslümanların, Hindistan halkından çaldıkları iddia ediliyorsa da bu iddia ispat edilemiyor. Kendilerine batılıların barbar sıfatını verdiği Müslüman prensler kamu-toplum yararına, bugünün ordularını besleyecek ve donatacak kadar para harcamışlardır. (s. 68) Aynı zamanlarda İngiltere’de tek bir kanal yoktu. Şehir güvenliği diye bir şey söz konusu değildi. Mister Holwell, Cnlerestiuy Historiceleventd adlı eserinde Müslüman hakimiyetindeki o zamanki Hindistan’da yolcuların mal ve canlarının korunduğunu, yolcular birinci konağı geçtiler mi koruyucular, onları ikinci konağın koruyucularına teslim ettiğini, yolcuları teslim ettiklerine dair bir senet alıp bu seneti kendi konaklarının komutanlarına götürdüklerini ve deftere kaydolan bu senetin daha sonra merkeze gönderildiğini yazar. (s. 69) Yazar aynı yüzyıllarda Avrupa krallarının uyguladığı, katliam ve yakma başta zulümleri sene sene kitabında sıralar. (s. 70-75 vd. 74. Sayfadaki ilginç örneklerden biri: Makinos, ‘Tarihi medeniyet’ adlı eserinde der ki: Portekizdeki engizisyon, öğrendiği bazı hareketleri yapan bir atın şeytanın etkisinde kaldığını ileri sürerek idamına hüküm vermişti.) Hindistan valisi Hestingens şöyle diyordu: “İngiltere’nin saldırgan ruhu, öte yandan İngiliz vatandaşlarının kayıtsız hatta teşvik gören ahlaksızlığı, ulusal ünümüze, silahlarımızın ve kuvvetimizin verdiği zarardan daha korkunç zarar vermiştir.” Tarihçi Mill diyor ki:’ Ode ülkesi daha önce yüksek bir refah düzeyinde idi. Fakat memurların çokluğu, aylıların yüksekliği, emekli, asker ve sivillerin masrafları dayanılmaz bir hale geldi.’ Zamanla İngiltere bütün ülkede düşman kabul edilir hale gelir. Mister Hestingens, olayı özetler: Biz diyoruz ki, ‘Siz bu orduyu istemiyorsunuz fakat onun masraflarını ödemeye mecbursunuz.’ (s. 77) Lord Dalhussi, 1836 yılında imzalanan anlaşmaların hükümlerini bozarak Ode’yi İngiliz ülkesine katar. Halbuki Mister Key’in dediği gibi, bu ülke başındaki hükümdar ülkemizin dostu idi, halkı ordumuza dahil edilmişti… Lord Kornawellis şüphesiz adaletli bir adam idi. Lord Tingmaus dinine düşkündü. Lord Velesley büyüktü. Fakat Ode hükümdarına yaptıkları işlemde zerre kadar adalet, beceri, büyüklük veya din düşkünlüğü yok idi. (s. 79)
Lord Melvill adıyla anılan Mister Dondas, 1782 yılında avam kamarasında verdiği söylevde diyor ki: “Dekan nizamı bize arazilerini verdi. Karşılığında ona yıllık vergi verilecekti, verilmedi, bunun üzerine İngilizleri, sözlerine güvenilmez, şeref ve değer gibi kavramlara bağlanmaz, adalete önem vermez bir ulus olarak yayar. Artık Hindistan arazisinde bir tek İngiliz bulundukça hiçbir Hindli kendini güvenlikte hissetmiyordu.” (s. 80)
Türk sadrazamının İngiltere elçisi Sir Robert Ensley’e verdiği resmi yazı, İngiliz milletvekili Mister Grey tarafından 1792 yılı 29 Şubatında avam kamarasında okunur:
Kendilerine yardım etmekte olduğumuz söylendiği halde sonradan kendilerine hainlik ettiğimiz Türk müttefiklerimiz, hareket yolumuzu iğrenme ve hakaret ile karşıladıklarını gösteriyorlar. Sadrazamın resmi cevabî yazısı: … İyi huylar çoktan Avrupa’dan kovulmuştur. İngiltere insanları alıp sattığından ona hiç güvenmemek gerekir. Sizin dostluğunuza, yardımınıza istekli değiliz. (Rusya ile arabuluculuk önerisinde bulunmaktadır İngiltere) Bakanınız sadece, paraya taptığını haber aldığımız ulusunuzu eğlendirmek için bir iş çevirmektedir. Sizin ayırt edici özelliğiniz cimriliğinizdir. Siz tanrısınız alır ve satarsınız. Taptığınız paradır. Bakanlarınız ve ulusunuzun gözünde her şey ticarettir. Türkler hile ve oyun bilmezler. Şeytanlık ve hilecilik Hıristiyanlık ahlakıdır. Sizin gibi herkesi yoldan çıkaracak bir ulusun nesine güvenilebilir? Hâlbuki Türk, hiçbir söz vermesine, şerefine karşı koymuş mudur? Asla! Buna karşılık hiçbir Hıristiyan devleti faydanın ve hırsın gerektirdiği zamandan başka hiçbir sözünü tutmuş, hiçbir taahhüdünü yapmış mıdır? Hayır! Eğer siz, denildiği gibi dünyanın en alçak Hıristiyan ulusu değilseniz, en atak ve en sahteci ulusu olduğunuz gerçektir. Sizin aranızda yaptığınız barışlar rüşvete dayanır. Osmanlı vezirleri Avrupalıların sözlerini çok dinlemişler fakat her zaman hainlik görmüşler, satılmışlar ya da aldatılmışlardır. Sizin amacınız bütün insanlığı birbirine düşürmek sonra faydalanmaktır. Sizin dininiz para kazanmaktır. Taptığınız put cimriliktir. (s. 80-82)
Mösyö A. Obisinyi tarafında 1855 yılında yazılan ‘bugünkü Türkiye’ adlı eserden: Alışverişte Türk para indirmez. Yahudi ve Hıristiyanlar bambaşkadır. Bir kural olarak Ermeni’nin istediği paranın yarısını, ruma üçte birini, Yahudi’ye dörtte birini veriniz fakat Müslüman’la alış veriş ettiniz mi, istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz. Türk verdiği söze asla karşı gelmediğinden başkalarının da sözüne inanır. Müezzin ezan okudu mu dükkân sahibi mağazasını açık bırakarak ve genel güvenliğe dayanarak komşu camiye gider. İstanbul gibi büyük bir başkentte bütün yıl ancak üç dört hırsızlığın olduğu bile duyulmaz. Bir İngiliz gezginci Daily News gazetesine son günlerde şu sözleri yazmıştır: Bir araba kiralamıştık. Geceleyin Türke araba yanında bir adamın bırakılmasını ve eşyaları korumasını hatırlattım. cevap olarak, ‘Ne gerek var efendim, eşyalarınız burada haftalarca dursa kimse ona el sürmez’ dedi. Ertesi gün her şey yerli yerinde idi. Düşünsenize bütün gece buradan Türk askerleri geçiyor. Bunu Londra’nın büyük minberinden Hıristiyanlara söyleseniz, sizin rüya gördüğünüzü sanırlar. Bir defa bir tüccarın kesesi patlar, içindeki paralar dağılır. Kimi denize düşer. Halk denize de atlamak dahil parayı toplar, bir hamalda keseyi sırtlar evine götürür. Evde para sayılır tastamamdır. Türkler için dinini değiştirtme için işkenceli hareketlerde bulunmak gibi suçlamalar gerçeğe aykırıdır. Türkiye’de hiçbir zaman din yüzünden sıkıştırmalar olmamış, belki Türkiye, Hıristiyan taassubunun kurbanlarına sığınak olmuştur. Halbuki bugüne kadar Atina’da Miladi İsa yortusunda, Yahudiler sokakta gezmeye cesaret edemezlerdi. Türkiye’de camiler, kilise ve başka tapınaklara saldırmaz. İzmir ve İstanbul’da Katolikler, Paris ve Liyon’dakinden daha serbesttir… Buna karşılık Türkiye’de ‘Hıristiyan köpeklerin’ her gün işkenceye uğradıklarından ya da her gün kadınların çuvallara konularak konaklardan denize atıldıklarına inanmayan kaç kişi vardır? İyilikseverlik din ve inanç ayırımı gözetilmeden herkese yapılan bir şeydir. Özetle kelimenin gerçek anlamı ile bugüne kadar barbar dediğimiz ve böylece saydığımız Türkler kadar insanlığı seven bir ulus görmedim. (s. 83-88)
Suçlamalara reddiye ( yalanlara karşılık verilmesi )
Hz Muhammed’e karşı olanların suçlamaları 4 temel başlıkta toplanabilir. Muhammed kendi eseri olan bir dini, Allah’ın vahyi iddiası ile yaymıştır. Muhammed dinini kılıçla yaydı. Muhammed maddi ve haz dolu bir cenneti gösterdi. Muhammed çok kadınla evliliğe izin verdi. (s. 89)
Müslümanlık bir Allah dinidir.
Hz Muhammed’in her türlü hırstan arınmış olduğunu hayatının bütün şartları ispat etmektedir. Dininin kökleştiğini gördüğü halde, kendini büyütmek için bundan faydalanmamıştır. Peygamber hiçbir zaman insanüstü olduğunu iddia etmemiş, ‘bende sizin gibi bir insanım’ demiştir. (s. 89)
Hz Musa bir başkan, kılavuz, kanun koyucu olmasa Beni İsrail soyunu Mısır’dan çıkaramazdı. Hiç kimse İsrail soyunu birleştiren Hz Musa’yı hırs ile suçlamayı düşünmemiştir. Arabistan’da da durum böyle idi. Birbirleri ile savaşan kabileler vardı. Bunları birleştirmek, bir topluluk haline getirmek gibi bir teşebbüs hırs ile açıklanmakta uzaktır. (s. 90) Allah’ın bir olduğunu öğretmek, Allah’ın peygamberinin yapacağı bir iş olduğu ortadadır. Hz Muhammed Allah’ın bir olduğu inancını o kadar sağlam bir şekilde topluma yerleştirmiş, putperestliği o kadar kesin şekilde ortadan kaldırmıştır ki putperestlik bir daha ortaya çıkamamıştır. Hâlbuki putperestli Hıristiyan kavimleri arasında yeniden ortaya çıkmış putları olmayanlar dinsiz sayılacak kadar da ileri gidilmiştir. Bizans imparatoriçesi İrin, 787’de İznik konferansını toplattırarak putlara ve heykellere tapmayı yeniden uyandırmıştır. (s. 91)
Hz İsa kendinden bahsederken üzüm, yol ve kapı kelimelerini kullanıyor. Bütün Hıristiyan teolojicileri uğraştıkları soruları çözmek için mecaz ve istiareye güveniyorken, Müslümanları niçin bu haktan yoksun etmek istiyorlar? (s. 92)
Hz Muhammed ancak samimi bir bilinç ile bu kadar dayanıklı ve girişken hareket edebilmiş ve zerre kadar sarsılmadan, Hatice’ye sırrını açtığı günden Aişe’nin kollarında öldüğü güne kadar çalışabilmiştir. Hz Muhammed, peygamberliğine en kesin şekilde ikna olmuş idi. Bu kanısı temelsiz değildi. Her türlü alay ve aşağılamalar ile karşılaşan İslam peygamberi yolundan kıl kadar ayrılmadı. Korkutmalar, işkenceler onu Allah birliği inancını her yana yaymaktan, zamanında yaygın olan ahlaktan çok daha yüksek bir ahlakı öğretmekten alıkoymadı. Hz Muhammed padişahlık arkasında koşmadı. İnsanları adalete çağırdı, merhameti sevdirmeye çalıştı. Kıyamet günü hesaba çekileceklerini söyledi. Bu görevi tamamladığında da başkaları gibi tahtını kurmadı, Kâbe’nin yanında bir saray yaptırmadı; sade evine geri döndü. (s. 94)
Müslümanlık kılıçla yayılmamıştır
Hıristiyanlar putperest Kenan’lıların, putperest oldukları için Beni İsrail tarafından yok edildiklerine inanırlar. Hz Muhammed’in savaşları da yok etme savaşı değildi. İnsanları bir olan Allah’a ibadet öğretmek amacında idi. Muhammed İslam’a saldıranları bastırmış ama günahsız kadın, kız ve çocukları korumuş idi. İspanyollar Peru ve Meksika’da hiç merhamet göstermemişlerdir. Aynı İspanyollar 12 milyon Hintliyi yok ederken hareketlerinin Kitabı Mukaddese uygun olduğuna inanıyorlardı. Las Csasa diyor ki: Sen Dominik ve Jamaika adalarında köpeklerce parçalanmak üzere diri diri çocukların atıldığını gördüm. (s. 95)
Bugün ellerinde gezen Kitabı Mukaddes’te şu emirler vardır: Musa dedi, Rab emrediyor, her adamı ve kardeşini, her adamı ve arkadaşını, her adamı ve komşusunu öldürünüz. (K. Huruç), Yeşu, İarailin rabbi tarafında verilen emre göre bütün memleketleri kırdı, her canlıyı yok etti. (Yeşu, 10,42) Samoil Şaule dedi ki. Git, hiç birini koruma, erkek, kadın, çocuk, emzikli yavru, inek, keçi, deve, eşek hepsini kes. (S. Evvel, 15,3) Bütün beldelerin halkından nefes alan hiç birini koruma. (K. Tesniye) İşlediği zulümlerden dolayı kendisine haklı olarak II. Neron adı verilen Konstantin, 324’de toplanan İznik konsiline başkanlık etmiş, ilk defa bu konferansta İsa Allah’ın oğlu kabul edilmişti. (s. 99)
Yuvafter piskoposu Saint Hiller, 4. Yüzyılda şöyle söyler: Bu ne acınacak bir hal ve ne korkulu bir durumdur ki insanların düşünceleri sayısınca mezhepler, istekleri sayısınca inançlar, hata ve kusurları sayısınca yoldan çıkışlar var. (Gibbon, Roma’nın izmıhlal ve sukutu adlı eserinden) Haçlı savaşları sonunda 200 yıl içerisinde milyonlarca insan öldürülmüş, Luther mezhebi taraftarları yok edilmiş, 8. Henri ile kızı Mari tarafında katliamlar emredilmiş, Saint Bartelmi katliamı olmuş, engizisyon katliamları gerçekleşmiş, piskoposlar birbirlerini zehirlemiş, öldürtmüş, her biri Neron’ları ve Kalıgula’ları geride bırakan onikiden çok davacı papalar her türlü cinayet ve kötülüğü yapmış, yenidünya ahalisinden 12 milyon insan yok edilmişti. Yalnız Paris’te 10.000’den fazla insan öldürülmüş, Papa 13. Gregoire, bu geceyi yapanları afettikten sonra bu olayın kutsanmasını istemiştir. 1627’de Papa Urban, yayınladığı emir ile papadan izin almadan vergi kesenleri, Türkler veya kiliseden ayrılanlarla anlaşma yapanları, roma mahkemesinin hükümlerine karşı koyanları tamamıyla lanetliyordu. Acaba Hz. Muhammed, ya da onun dinine bağlı bir kimse hiçbir zaman kendisine bu kadar yetki vermiş midir? (s. 98)
Mith Piskoposu, ‘Doğu ile öteki memleketlerin özellikleri’ adlı eserinde Hz Muhammed tarafında Sina rahipleri ile bütün Hıristiyanlara verilen berat’ın maddelerini tek tek sayar: Rahipler korunacak, can ve malları sakınılacak, onlardan vergi alınmayacak, Hıristiyanların valileri değiştirilmeyecek, kiliselerden çıkarılmayacak, Müslüman’la evlenen Hıristiyan kadının kiliseye gitmesi engellenmeyecek, Hıristiyanları Müslümanlar savunacak, anlaşmaya saldıranlar Allah’ın emrine saldırmış olacaktır. (s. 99-101)
Kur’an’ın anlattığı cennet
Suçlama, cennetin baştan aşağı maddi lezzetlerle dolu olmasıdır. Vücudumuzun düşündüğümüzün üstünde bir şekil alacağına ve duygularımızın olağanüstü bir neşe ve çalışma kazanacağına inandıktan sonra bunda anlaşılmayacak bir şey kalmaz. Madem kıyamet gününde bize bedenimiz ve duygularımız geri verilecektir, o halde duygularımızın orada da erişeceği şeylerden zevk almayacağını kim söyleyebilir, bu gibi zevklerden tat almak nasıl günah sayılabilir, bir suç ya da kötüleme sanılabilir? Beden kadar ruha da zevkler bağışlanmıştır. En büyüğü Allah’ı gözle görmektir. Bu en yüce zevk cennetin öteki zevklerini unutturacaktır. Cennetteki bahçeler, köşkler ve nimetler vb. şeylerle yetinenler, cennet halkının en aşağı düzeyindedirler. Ünlü Heyd, cennet nimetlerinin mecaz yolu ile anlatıldığını bunun kitabı mukaddeste de benzer şekilde bulunduğunu belirtir. (s. 102) Ünlü Herbleu’nun ‘Bibliotica Orientalis’de Müslümanlarca en büyük zevkin Allah’ın gözle görülmesi olduğunu bildirdikten sonra, ‘Müslümanlara karşı duranlarca söylendiği üzere onların ahirette duyguları sevindirecek zevklerden başka zevk tanımadıkları doğru değildir.’ der. Bu anlatmalardan, İslam dininin şehvet dolu olduğuna dair söylenen sözlerin insaflıca olmadığı anlaşılır. Hz Muhammed tarafından öğütlenen cennetin onun karakterini gösterdiğini söyleyenler yanılıyor. Belki pek zulmedici saldırılarda bulunuyorlar. Çünkü Hz Muhammed bunun tam tersine yoksul, çalışkan, en aşağı insanların işleme amacı saydıkları şeylere önem vermez bir insandı. (s. 103)
Çok kadınla evlenme sorunu
Oripidis ve Eflatun çok kadınla evlenmeyi savunmuştur. (s. 103) Montesquieu, sıcak ülkelerde kadınların sekiz dokuz on yaşlarında evlenme çağına vardıklarını, yirmi yaşında adeta ihtiyarladıklarını, akıllarının güzelliği ile birlikte yetişip büyümediğini, bu yüzden bu memleketlerde çok kadınla evliliğin pek tabii olduğunu belirtir. Ilıman ülkelerde kadınlar daha ileri yaşta olgunlaştıkları ve evlendikleri için kocaları ile beraber yaşlanıyorlar ve evlendikleri zaman akılca ve bilgice hayli ilerlemiş bulunuyorlar. Sıcak ülkelerde güzellik ve çekicilik hayatın başlangıcında görülür, ondan sonra söner. Çok kadınlar evlilik kitabı mukaddeste de onaylanır ve kutsal sayılır: Tekvin, 30; K. Huruç, 21, Tesniye, 17, Samoili evvel, sani…vd. Saint Chrisostum, Agustin, Papa Gregor, Bertar Dö Oşinus, John Milton da bu görüşü savunur. Hz Muhammed eski din kanunlarına uygun olan bir şeyi düzenlemiştir. (s. 104-107) Doğuda kadınların mahkum olduğunu sananlar yanlış bir sanıya sapıyorlar. Etkinson eserinde, doğudaki hele İslam’daki kadınların taşıdıkları hakları ve faydaları anlatır. Ünlü gezgin Nayboher de, ‘Ben Arabistada bir ayrılık görmedim. Bu memleketin kadınları, Avrupadakiler gibi serbest ve mutlu. Araplar dört kadınla evlilik hakkında pek az faydalanıyorlar. Çünkü eşler arasında eşitlik ve adaletle yükümlüdür din kanunlarınca. Bu zorluktan dolayı Araplar bunda çok az faydalanır.’ demektedir. (s. 105)
Batıda modaya bağlı olan kadın, çok kadınla evlenmeyi cezasız ve onur tanıyan ülkelerden çok, alınıp satılmaktadır. (s. 108) Yazar kitabının son kısmında, Kur’an’dan aldığı ayetlerle, Kur’an’ın yüksek ahlaka verdiği öneme dair ayetleri sıralar. (s. 109-120)
John Davenport (1597-1670)
*
Haberlerin ağında İslam
“İnkârcıların önderleri güç, mevki ve sermaye sahipleridir. (İzzet Derveze, Kur’an cevap veriyor, s. 56; Enam, 123; Ahzab, 37; Sebe, 31) Kur’an sürekli, yoksulları doyurmaya, fakir ve güçsüzlere iyilik yapmaya, yetimlere yardım, acıma ve haklarını korumaya, malın zekatını verilmesine, infaka, ilişkilerde iyilik ve bağışla davranmaya, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmaya davet etmektedir. (s. 66; Araf, 33, 157, 199; İsra, 26-38; Fussılat, 33; Necm, 29; Vakıa, 41; Müddessir, 38-45; Kıyamet 20; Fecr, 17-20; Beled, 11-18; Leyl, 5-21; Duha, 9-11; Adiyat, 6-11; Hümeze, 1-9; Maun, 1-7) Zenginler, Kur’an’ın çağrısını kendi servetleri için tehlike görerek engelleyip yok etmek için ayaklanırlar.” (s. 70)
“Özellikle batı medyasının yoğun kampanyası birçok sıradan insanın zihninde, İslam ve Müslüman terimlerinin terör, anarşi, savaş, kan, intikam ve şiddet çağrışımı yapmasını sağlamıştır.” (Prof Şinasi Gündüz, Dinsel şiddet, Sevgi söyleminden şiddet realitesine Hıristiyanlık, s. 10)
Önsöz
Edward Said, 1967 yılına kadar tam anlamıyla Amerikalaşmış bir batılı aydın idi. 1967 Arap İsrail savaşındaki hezimet Said’i sarsar ve başka bir Said oluşmaya başlar. O bir “Filistin burjuvazisidir.” Filistin kökenli bir Hıristiyan ve Amerikan vatandaşı olan Edward Said, Kolombiya üniversitesinde İngiliz dili ve edebiyatında öğretim üyesidir. O batı düşünce ve duygularının tüm dokularını kavramakta uzmanlaşmış bir kişidir. Aynı zamanda büyük bir hezimeti iliklerinde hisseden doğulu bir Hıristiyan’dır. İslami önyargı ile damgalanma kompleksi taşımayan biridir Said. O gazetelerin kafaları deforme ettiğini, kitle iletişim araçlarına hükmedenlerin su içtiği pınarların, suyu batıdan sağlandığını, haberlerin batıdan alınıp, batılı gibi duyup düşünüp öyle aktarıldığını ortaya koyar. Batı aynı zamanda içimizdedir, zihnimizi işgal etmiş durumdadır. (s. 6-8)
Giriş
Said’in Oryantalizm adlı kitabı, Napolyon’un Mısır’ı işgalinden başlar ve sömürgecilik dönemi, İngiliz ve Fransız hegemonyasının yerini Amerikan hâkimiyetine bırakmasından bahsederek devam eder. Oryantalizmin adlı eserinin temel konusu bilgi birikimi ile güç arasındaki ilişkidir. (s. 9) Said’in iddiası Amerikan basınının İslamiyet’i bir yandan aktarırken bir taraftan da örttüğüdür. (s. 11, Çeviren Alev Alatlı’nın dipnotu)
İran devriminden sonra ABD büyükelçiliği baskını olayını ele alan ABD basını olayı aktarırken, olayın İslamiyet’le alakalı olması, gazete muhabirlerine yanlış yapma imtiyazı tanımakla kalmayıp, ırkçı bir nefret ve derin bir düşmanlığı da sergilemesine olanak tanımaktadır. İslamiyetle ilgili haberlerde tam bir etnosentrisizm (Kendi kültürünün bütün kültürlerden üstün olduğu inancı) vardır. (s. 12) İslamiyet batı için daima özel bir tehdit temsilcisi olmuştur. (s.13, 89) J. B. Kelly, ‘Arabistan, körfez ve Batı’ adlı kitabında, günümüz politikacılarına en uygun kılavuz olarak, 15. Ve 16. Yüzyıl Portekiz sömürgeciliğini önermektedir. Sömürgecilik sükûnet getirdi’ demektedir. Kelly bağımsızlıklarını kazanan Asya ve Afrika ülkelerini, despotizm ve barbarlığa dönüş olarak nitelendirmekte, çözüm olarakta yeniden işgali önermektedir. Batıyı ‘Bizim hakkımız’ olanı almaya davet etmesinin altında yatan, İslam kültürüne karşı duyduğu derin nefrettir. (s. 15) Batı için Yemen, Türkiye, Mısır’da ne olduğu önemli değildir, önemli olan batı petrol rezervlerini elinde tutan şeydir. Gerisi önemli olmadığı gibi üzerinde düşünmeye de gerek yoktur. (s. 16) İslam sağcılara göre barbarlığın temsilcisidir; solculara göre ortaçağ dinciliğinin sembolüdür; ortacılara göre de zevksiz bir eksantrikliktir. Üzerinde birleşilen ortak nokta, hakkında fazla bir şey bilinmemesine rağmen, İslamiyet’in tasvip edilecek bir tarafının olmadığıdır. Bu kitap İslamiyet savunması değildir. Yapmak istediğim İslamiyet’in batıda hangi amaçlara hizmet edecek şekilde kullanıldığını anlatmaktır. (s. 17) Oryantalistler direkt olarak sömürge dairelerine bağlıdırlar. (s. 18) İslamiyet uzmanı olupta hükümete danışmanlık yapmayan veya şirket, basın hesabına çalışmayan hemen hiç kimse yoktur. (s. 9)
Ortada bir İslamiyet imajı yaratılır ve sonuç olarak soğuk harbi diriltmekten tutun ırkçılığın uyandırılmasına (Catıda islamofobi bu tür haberlerle uyandırıldı), muhtemel bir işgal için hazırlıklar (Irak, Suriye işgallerinde bunu tam anlamı ile gördük!) Müslümanlara ve Araplara durmaksızın iftira etmek gibi, bir takım manevralara girişilebilir. (Noam Chomsty ve Edward S. Herman, İnsan haklarının politik ekonomisi, 1979) Neyin müsaade edilebilir, neyin edilemez olduğuna ABD karar verir. West Point basın toplantısında, dinleyicilerden biri, ‘Amerikan hükümetinin işkencelerden bahsetmesi ikiyüzlülüğün dik alasıdır çünkü Pehlevi döneminde İranlıların lime lime edilmesine Amerika seyirci kalmıştır.’ dediğinde, Tahran elçiliğinde görevli diplomat Bruce Laingen, iki kez üst üste, soruyu duymadığını söyleyip konuyu hemen değiştirerek İran’ın zalimliğine getirmiştir. (s. 28)
Fransız avukat Christian Bourguet, Başkan Carter’a: “444 gün ABD büyükelçiliğinde hapis tutulan 52 Amerikalının hiç biri suçlu olmasa bile, İran’da pek çok şey yapmış olan bir ülkenin diplomatları olarak suçludurlar. Hareketin onlara karşı olmadığı anlaşılmalıdır.” demiştir. Aslında Amerikalıları sevmeyen, onları tutsak alan herhangi bir ulus, tehlikeli, hasta, mantıktan ve insanlıktan uzak ve terbiyesizdir! (s. 30) ABD istediğini yapmak hakkına sahiptir ve İranlılar gerekli gereksiz şikâyet edemezler ya da tepki gösteremezler. (s. 31)
İslamiyeti aktarma, Haberlere göre İslamiyet
İslamiyet, Batı
1980 yılında Con Ed adlı şirket Amerikan halkının dikkatini petrole alternatif enerji kaynaklarına çekmek amacı ile bir reklam hazırlar. Reklamda entarili Araplar yanında, Humeyni, Arafat, Hafız Esat gibi şahsiyetlerin de hareketsiz görüntüleri yer alır. Burada verilmek istenen mesaj, Amerikan petrol kaynaklarının bu tür adamların kontrolünde olduğudur. (s. 37) Bu reklamın iki yönü vardır: İslamiyet’in imajı ve bu imajın Amerika’daki kullanışı. Oryantalist düşüncenin temelinde, hayali fakat kesin çizgilerle ayrılmış iki coğrafya yatar. (s. 38) İslamiyet’in kaderi çok özel bir düşmanlık ve korku ile izlenmek olmuştur. Bunun temel nedeni batının İslamiyet’i Hıristiyanlığa ciddi bir rakip olarak görmesi ve Hıristiyanlığı tehdit ettiği düşüncesidir. Ortaçağın hemen tümünde ve Rönesans’ın ilk döneminde İslamiyet’in eski Hıristiyanlar tarafından kurulduğuna, şeytani bir din olduğuna inanılırdı. Muhammed şeytanın ajanı olan bir şehvet düşkünü idi. İslam, batıya hiçbir zaman tümüyle boyun eğmeyen tek medeniyet olarak görülüyordu. (s. 39) 18 Ağustos 1980’de V.S. Naipaul, Newsweek International’da yeni kitabını tanıtırken, ‘İslamiyet’in entelektüel özü olmadığından yıkılmaya mahkûmdur’ demektedir. Yazara göre medeni, akılcı ve batılı bir noktadan bakıldığında, kişinin tasvip etmediği her şeyi bünyesinde toplayan, her nasılsa, İslamiyet’tir. Öyle görülüyor ki İslamiyet muhabirlerin, ‘uzmanların’ elinde kaldığı müddetçe, Müslüman dünyasının çeşitli olguları tek bir etiket altında toplanacak, kötü niyetli ve düşüncesiz bir varlığa indirgenecektir. (s. 42) Hiçbir kitlesel yıkım veya cinnet; batı, Çinhindi, Hıristiyanlık veya batı kültürüyle özdeşleştirilmeyecektir. Bu tür özdeşleştirmeler İslamiyet için saklı tutulmaktadır. İslamiyet’le karşı karşıya getirilen her zaman Hıristiyanlık değil ‘Batı’ olmuştur. Niçin? İslam dünyası hala din, ilkellik ve geri kalmışlık çamuruna saplanmış olarak görülmektedir. Oysa batı moderndir! (s. 44)
Diğer bütün dinlerden farklı olarak İslamiyet cami ile devlet veya din ile günlük hayat arasında bir ayırım yapmayan, topyekûn bir dindir. (Edward Said, H.A. İslam, s. 45) New York Times Beyrut muhabiri John Kifner; “İslamiyet günlük hayatı düzenleyen kuralları ile topyekûn bir sistemdir.” (14. 09.1980) demektedir.
Amerika ile Avrupa’nın İslam bilinci birbirinden farklıdır. Yakın zaman kadar örneğin İngiltere ve Fransa büyük Müslüman imparatorluklarına sahip idiler. Amerika’nın bunlara kıyasla hiçbir deneyimi yoktur. (s.47)
İslamiyet’in çoğu Amerikalının bilincinde yer almaya başlaması, gazetecilik açısından habere değer petrol, İran, Afganistan veya terör olaylarıyla bağlantılı olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. 16 Nisan 1979’da, Time dergisi ana konusu İslamiyet idi ve kapakta, Gerome’nin bir yağlı tablosu vardı, Minareden ezan okuyan sakallı bir müezzin. Derginin başlığı: ‘Militan Uyanış.’ İdi. (s. 51)
Filistinlilere Yakın doğu’da ağırlığı olabilecek siyasal bir güç olarak değil, bir yerlere yeniden yerleştirilebilir göçmenler olarak bakılmaktadır. (s.56)
Ben Avrupa ve Amerika tarihinde İslamiyet’in ‘hiddet, önyargı ve siyasal çıkarların oluşturduğu bir çerçeve dışında’ genel olarak incelendiğini ve üzerinde düşünüldüğü döneme rastlamadım. (s. 58) Oryantalizm ideolojiktir ve kirletilmiştir. (s. 60) Napolyon’un Mısır’ı işgali ile oryantalizm Fransa’da doruk noktasına ulaşır. Edward William Lane ve William Jones gibi bilim adamları tarafından başlatılan doğuyu öğrenme girişimlerine sağlam bir yatırım yapmasaydı, İngiltere’nin Mısır’ı bu kadar uzun ve kuramsal bir ağırlıkla işgal altında tutabileceğine ihtimal vermiyorum. (s. 61) Müslümanların ve Arapların, esas itibari ile ya petrol müteahhitleri ya da geleceğin teröristleri olarak haber kapsamına alındığını ifade edersem pek az abartmış olurum. (s.62) Garip olan, Batıda, İslam ortaçağ mantığı üzerine açıklama yapanların pek azının İran’ın birkaç mil batısında, Begin’in İsrail’inde, hareketlerini dini otoriterlere ve pek ilkel olduğu düşünülen bir dini doktrine göre ayarlamaya istekli bir rejimin olduğuna değinmiş olmasıdır. Amerika’da milyonlarca taraftarı olan televizyon dinleri ve 1980 ABD başkan adaylarından üç tanesinden ikisinin Hıristiyan tövbekârı olduğu, Papa II. Paul gibi liberal olmayan dini kişilileri de hatırlayan pek azdır. (s.66-68) 28 Haziran 1970 tarihli New York Times gazetesinde George Ball, ‘Orta doğudaki Amerikan çıkarlarının çok önemli olmaları nedeniyle, Başkan’ın Amerikalıları muhtemel bir orta doğu işgali olgusuna karşı “eğitmesi” gerektiğini’ söylüyordu. (s. 67)
Yorum Çevreleri
Hiç kimse Amerikan uluslararası şirketlerinin kartel olmasında bahsetmiyordu. Bu etiket OPEC üyelerine tahsis edilmişti. (s. 70) Liberalizm, sömürgeciliğin ince yüzüdür. (s. 75) Flora Lewis, 28-31 Aralık 1979’da New York Times gazetesinde bir dizi yayınlar. Amaç İslamiyet’in bize karşı olduğu mesajı idi. B. Lewis’e göre İslamiyet’in anormallikleri: Arap dilinin gariplikleri, acayip inançlar, müminler üzerinde totaliter bir hâkimiyet Kur’an, din vb. İslamiyet’in tek açıklaması, bize karşı olması ve bizi tehdit etmesi idi. İslamiyet’i hemen her Müslümanla bir tutabilirdiniz, buna en uygun aday da Humeyni idi. Bu eşleştirmeden sonra, söylediklerinizin aslı olup olmadığını araştırmadan, İslamiyet’i hoşunuza gitmeyen her şeyle bağdaşlaştırabilirdiniz. Örneğin, Humeyni’nin ‘İslam Devleti’ adlı kitabını, Manor Books yayınevi ‘Ayetullah Humeyni’nin Mein Kampf’ı’ ismiyle duyurabilirdi. Artık Hitler gibi Humeyni’de dünyanın düzen ve barışını tehdit eden nefret dolu bir insandır. (s. 76)
Sonunda dünya yine doğu ve batı diye ikiye ayrıldı. Batının bu tutumu şu sonuçları doğurdu: Spesifik bir İslam resmi ortaya çıktı. İslam’ın mesajı belli bir çerçeve içine sıkıştırıldı, bizi İslam ile kapıştıran düşmanca bir siyasal durum ortaya çıktı ve son olarak ortaya çıkan bu imajın İslam dünyası üzerindeki etkileri. Basının İslamiyet’i, sadece tarih içinde yer alan, niyetler ve yorumlardan ibarettir. Ben kendim ne dindarım ne de Müslüman kökenli. (s. 77) Buna rağmen inançlar üzerinde tartışma ancak yorumlar üzerinden olabileceğine inanıyorum. (s.78)
“İnsanlar yaşamlarının kalitesini başkalarından aldıkları anlamlarla belirler. Miras kalan ve kullanılan bu anlam ve yorumlar, insanların var olma bilinçlerini etkiler. Her insan yorum yapar ancak yorum terminolojisi kendisine ait değildir. Onları bulan ve hatta testten geçiren kendisi değildir.” (C. Wright Mills, Kültür Verileri, s. 405- 406)
Çoğu Amerikalı ve Avrupalı için, onlara İslamiyet’i sunan kültürel mekanizma, büyük çapta, radyo televizyon, gazete ve dergilerden oluşur. Eğer İslamiyet bize karşı ise bizim de ona bir tepki geliştirmemiz gerektiğinden kuşku duyulmayacaktır. Asıl istenen de budur. (s. 80) Basın kar amacı güden şirketlerdir, aynı zamanda bilinçaltı bir ideolojinin harekete geçtiği ve etkili kıldığı bir siyasal çerçeve içinde böyle hareket etmek durumundadır. (s. 81)
Kanaatler kendiliğinden ortaya çıkmıyorlar, insanın istemi, tarihi, sosyal koşulları, kurumları ve mesleğinin geleneklerinin sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Nesnellik, çok göreceli bir terimdir. Gayelerden çok niyetleri ifade eder. Sırf bizim gazetelerimizin gerçekçi, diğer gazetelerin propagandacı ve ideolojik olduğunu düşünmemeliyiz. Haber ajansları neyi, nasıl sunacağını bilinçli bir şekilde karar verirler. (s. 82) Her normal insan gibi bir muhabirde, içinde doğup büyüdüğü bir takım değer yargılarını, kendi toplumunun alışkanlıkları, oldukları gibi kabullenir. Yabancı kültürleri ve toplumları tarif ederken kendi eğitiminden, ulusal kimliğinden ve dininden sıyrılmayacaktır. Her Amerikan muhabiri kendi ülkesinin çıkarları olduğunu ve ülkesinin bir süper güç olduğunu bilmekle yükümlüdür. (s. 83) Kendi şirketinin Amerikan gücünün bir parçası olduğunun farkındadır ve bu güç yabancı ülkeler tarafından tehdit edildiğinde, basın özerkliği, sadakat, yurt severlik ve milli kimlik ifadelerinde saklı bir şeylere boyun eğer. Asıl hayret edilecek olan şeyin ise özerk basının dış politika saptamakta rolü olmadığını düşünmeleridir. (s. 84) ‘Kısaca olaylar -Tepkiler- kültürün sonucudur.’ (s. 85) Komünist propagandaların, baskılarla yönlendirildiğine inanırlar. Ancak kendi ülkeleri söz konusu olduğunda, Amerikalıların çoğu basın tarafında çizilen sınırlardan ve uygulanan baskılardan (Ülke çıkarlarında, basının devletle ilişkisine dek) habersizdirler. (s. 87) Bir avuç şirket basın tekeli oluşturmuş ve dünyaya sahip oldukları ajanslarla haberleri bildirir ve dünyayı yönlendirirler. Tüm bunların sonucu Amerikalılar İslam dünyasını, düşmanlaştırılmış biçimleri ile tanımak durumu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. (s. 88)
Müslümanlarda haber almak için, haberler kendi bölgeleri hakkında bile olsa, az sayıdaki haber ajansına güvenmek zorundadırlar. Dolayısı ile haber kaynağı olmanın dışında, haber tüketicisi olmak durumundadırlar. Tarihte ilk defa İslam dünyası kendisi hakkındaki şeyleri batı imalatı imajlarından, haberlerinden öğrenmektedir. Öğrenci ve bilim adamlarının hala Avrupa eğitim kurumlarında eğitim almaları, İngilizcenin dünya diline dönüşmesi, yönetici sınıfın batı kontrolünde olduğunu göz önüne alırsak, kendi toplumlarına hizmet vermeyen basının İslamiyet’e ne yaptığını net bir şekilde görme imkânımız olur. (s. 90) İslamiyet ve Müslüman kelimelerini hangi ve kimin İslamiyet’inden bahsettiğimizi belirterek kullanmak durumundayız. (s. 92) İslam kültürünün en belirleyici unsurlarından birisinin zengin ve çok yaratıcı ‘yorum enerjisi’ olduğunun unutulmaması çok önemlidir. (s. 99) Sözlü yorum sanatını, İslamiyet kadar geliştirmiş ve teşvik etmiş, pek az medeniyet olması ilginçtir. İslamiyet’in sözlü ve yazılı deneyimlerinin başka yerlere kıyasla daha zengin ve hemen hemen rakipsiz olduğunu hatırlamamız gerekir. Suudilerin daha paralı olmaları kesinlikle önemli değildi; Çünkü Batıda geçerli olan sistem, sermayeden çok, batının kültürel gücüydü. (s. 105) Aynı zaman içinde, İsrail hahamlarının kadınlar ve Yahudi olmayanlar hakkında aldıkları tavırlardan kimse bahsetmezken, basın, İslamiyet’in ceza ve hukuk sistemiyle kadınlara ilişkin tavrının orta çağ niteliklerini fark edebilmekte idiler. (s. 108) Kimse İsrail’den yayılan her haberin askeri sansürden geçtiğinden yakınmıyordu. Filistin’de Arap gazetelerine, okullarına ve üniversitelerine İsrail’in uyguladığı yasaklara karşı çıkan kaç adet öfkeli ses duyulmuştu? (s. 109) Kötü niyetimizi sorgulayabilsek gerçek İslam ile kafamızdaki İslam arasındaki farkı ayırt edebiliriz. (s. 110)
İran hikâyesi
Kutsal savaş
7 Kasım 1979’da S. Louis Post Dispatch gazetesi bir çalışma grubunun zabıtlarını yayınlar: Bir uzman: ‘İran’ı bir İslam yönetim biçimine terk etmek ABD’nin son yıllarda karşılaştığı en büyük aksiliktir.’ Yani İslamiyet ABD çıkarlarına doğası gereği aykırıdır. 20 Kasım’da ise Wall Streer Journal gazetesi başmakalesinde, medeniyetin kaybolma nedenini, ‘Bu idealleri başından beri yayan batılı güçlerin zayıflamasına’ yormakta idi. Yani batılı olmamak demek hiçbir medeni ideali olmamak demekti. ABC’nin muhabiri Frank Reynolds, Hz Muhammed’in ‘kendi kendisini peygamber ilan ettiğini’ (Hangi peygamber ilan etmemişti ki?) söylüyordu. (s. 114) Müslümanları aynı potada eritebilirdiniz. WASP (Beyaz Anglo Sakson Protestan Amerikalılar) ABD’nin en asil halkı kabul edilir. (s. 116) 10 Kasım tarihli Boston GLOBE gazetesi kızgın bir Springfield grubunun ‘Arap defol’ diye slogan attıklarını yazar. Hâlbuki protesto edilen İran halkı Arap değil, Fars ırkından idiler. Halka sunulan İslam tarihi konuları ya anlamsız olacak kadar karmaşık ya da ürkütücü olacak kadar hatalıydı. (s. 118) 11 Aralık tarihli Times Gazetesi eğer Müslümanlar İslamiyet tarafından yönetiliyor ise, o zaman İslamiyet’i sorgulamak gerekir diye yazar. Times Amerikan çıkarlarına aykırı veya dostane olmak üzere, iki yeni grup ile İslamiyet’i ayırır. (s. 121) 28-31 Aralık 1979 tarihleri arasında Flora Lewis Times’de dört makale yazılır. Yazara göre Arap şiiri çok süslü ve ağdalı olduğu için Arap dili ve Müslüman zihniyetinde adım adım düşünme yeteneğinin sahip olmadığını söylenir. Sırf Farsça bilmediği için İran dilinin üstü kapalı ve müphem tabiatı gibi genelmelerin ayıp örten lüksüne sığınan (s. 128) ve ırkçı hatta budalaca hükümler ileri süren bu tür yazarları okuduktan sonra İslamiyet hakkında tutarlı bilgi sahibi olmalarını kimseden bekleyemeyiz. (s. 122) Joseph Kraft, Washington Post, 11 Kasım tarihli, güç gösterme zamanı adlı makalesinde “şahın düşmesi Amerika Ulusal çıkarları açısından bir felakettir. Çünkü şah düzenli biçimde petrol sağlamakla kalmıyor, bölgeyi denetim altında tutmak suretiyle bizi güçlü gösteriyordu” demektedir. (s. 128) Kraft, devrim ve onunla bağlantılı olan her şeyin -Ayetullah, İslamiyet ve İran halkı- okuyucularının sapık olduğuna inanmasını istediği gibi kendi görüşünü de tek hakiki gerçek olarak takdim ediyordu. Kraft’ın gerçeği, güçtü! Amerika’nın dünyayı kendi istekleri doğrultusunda şekillendirebileceği gücü. Ona göre başka insanların kendi hükümet biçimlerini değiştirmeye hakkı yoktu. (s. 129) Amerikan basınında tek parça ve kemikleşmiş bir İslamiyet kavramı yer etmiştir. Basın, Amerikan gücünün genişletilmesine ve İranlılar için aynı anlama gelen İran devriminin inkârına odaklanmıştı. Basının amacı İran’a bir çeşit savaş ilan etmek gibi görünüyordu. Garip olan, kimsenin Birleşik Devletler’in İran politikasını yaklaşık yüzyıllık kapitülasyonlar ışığında değerlendirmemiş olmasaydı. Ayrıcalıklar (1964 de Humeyni, ‘eğer Şah bir Amerikan köpeğini ezerse, hesap vermek zorundadır; ama bir Amerikalı ahçı Şahı ezerse kimse ondan bir şey talep edemez’ diyordu) hiç gündeme gelmiyordu. Bu bilgiler, İranlıların Birleşik Devletler’den neden böylesine yoğun bir biçimde nefret ettiklerini anlamakta yardımcı olabilirdi. İran’ın Amerika’ya çok kötü bir şekilde ihanet ettiğini haykıran yorumcuların sakinleşmesini de sağlayabilirdi. (s. 131)
Batı yaşam biçiminin illaki düşmanlık ve çatışma yaratacak bir şey olup olmadığı konusunda düşünmeliyiz. (s. 135) Afgan halkının Sovyetler birliği tarafından işgal edilmek istediklerine inanmak için ne kadar sebep varsa, İranlıların Amerikan desteğindeki şahtan hoşnut olduklarına inanmak için de o kadar sebep vardır. (s. 136) Öyle zannediyorum ki, Doğu ve İslamiyet haberlerinde görünen kalite eşitsizliği, batı Avrupa’ya ilişkin haberlerde bu kadar kolayca hoş görülemez. (s.137)
Herman Nickel’in 12 Mart 1979 tarihli Fortune dergisindeki makalesinden: ‘Çin’in kaybolmasına kim neden oldu?’ Hâlbuki tartışmalar, başka milletlerin bize ait olmamalarından dolayı, ‘kaybedilmelerinin’ de imkansız olduğu bilincinden yola çıkarak gerçekleştirilmelidir. (s. 139) Vietnam trajedisinden öğrenmiş olunması gereken bir ders varsa, o da ülkelerin nasıl gelişmeleri gerektiğini buyuracak ehliyete sahip olmadığımızdır. (s. 140) Amerikalıların çoğu Amerikalı avukat ve politikacı Patrick Henry’yi, ‘Bana ya istiklal ya ölüm verin’ dediği için fanatik kabul etmez. Ama Ray Moseley, 25 Kasım tarihli Chicago Tribune yazdığı makalede, ‘Ölümün bir şeref olduğunu düşünen insanlar, tanım itibariyle fanatiktirler. Şehadet iştiyakı İran’ın Şii Müslümanları arasında sivrilmiştir.’ yazabilmektedir. Aslında bu saldırganlıktaki aşırılık ve kullanılan ağdalı kelimeler sadece cehaleti değil, zor saklanan ideolojik düşmanlığa da işaret etmektedir. (s.141-142) Basın İran’ın bağımsızlığının ihlal edildiği, 1953 Ağustos’unda, CIA’in İngiliz, İran petrol şirketi ile işbirliği yaparak İran Cumhurbaşkanı Muhammed Musaddık’ı devirdiğini ve bunun İran’a savaş ilanı olduğunu kabul etmez ve araştırma gereği hissetmez. (s. 143) Tüm bunlardan sonra İranlıların ABD ve Pehlevi’nin İran’ı harekete geçirmek için gösterdiği bunca iyi niyetli gayreti (İran’ı çağdaşlaştırma gayretleri) takdir etmemiş olmaları dile getirilince, bu durumda biz beraat ediyor, İran’lılar da suçlu oluyordu. Bölgedeki Amerikan şirketlerinin büyük kârlar elde etmesinden pek az bahsedilirken, Şah Pehlevi’nin yaptığı işkenceler için ise 16 Aralık tarihli Washington Post, ‘Bunun İran’ın geleneğinin bir parçası olduğu da iddia edilebilir.’ diyebiliyordu. (s. 144) Pek az kişi Sovyetlere karşı Afgan direnişini, İsrail’e karşı Filistin direnişi ile eş tutacaktır. (s. 149) Kutsal adam (s. 144) ve Kum patriği (s.154) ilan edilen Humeyni yanında, İslamiyet’e karşı düşmanlık ve anlayışsızlık, muhafazakâr basın kılavuzluğunda devam edilmektedir. (s.157)
Bilgi ve güç
Batılı oryantalistlere özgü cehalet ve kibire (s.164) örnek: Bir İngiliz bilim adamı (Bernard Lewis) 1979 yazında, “Ortadoğu araştırmalarının durumu”nda çıkan, ‘Amerikan bilim adamı’ adlı makalesinden: ‘Avrupalı olmayan medeniyetler bugün bile, ‘entelektüel merak’ sahibi olmanın nedenini anlamakta çok güçlük çekerler. İlk Avrupalı Mısırolog ve arkeologlar Orta Doğu’da kazıya başlayınca halk onları casus ya da ajan olarak nitelendirmişlerdi.’ diye yazmaktadır. (s. 162) Hâlbuki Avrupa’nın yabancı kültürlere ilgi her zaman işgal, sömürme, ticaret sebeplerle olmuştur! (s. 163) ABD’nin bölgesel araştırmalar geliştirmesinin temel nedeni siyasal olmuştur. (Leonard Binder, Orta Doğu hikâyesi, s. 1) İş alemi ve hükümet arasındaki ilişkilerin günden güne gürbüzleştiği bir ortamda, bir kültüre ilişkin bilgilerin gerçek amacı ne olabilir? (s. 177) Bugün İslamiyet’e ilişkin hemen hiçbir çalışma bağımsız ve çağdaş baskılarından korunmuş değildir. (s. 167) İslamiyet uzmanı akademisyenler hep bir ağızdan İslamiyet’in Batı’yı tehdit ettiğini haykırırlar. (s. 168)
Üniversitelerde seminerler yapılır. Mesela Ford vakfının desteği ile yapılan iki seminerden birinin adı: ‘Müslüman devletlerde azınlıkların durumu’ idi. Filistin Arap azınlığı hakkında konuşmak üzere seminere çağrılan kişinin bir İsrailli profesör olduğunun altını çizelim. Seminere, İslam düşmanı çok sayıda etnik ve dini azınlık temsilcileri davet edilir. (s.168-171) Tebliğ konularının seçimi, İslamiyet’i bir düşman fenomen olarak düşündürmek üzerine kurgulanmıştı. Bugün hala gerek Yahudi veya gerek Asyalılar için kullanıldığında ortalığı ayağa kaldıracak bir takım hükümler, İslamiyet için verilebilmektedir. (s.172) Bilim adamı İslamiyet üzerine çalışıyorsa, İslamiyet bir muhatap olmaktan çıkar bir meta olur. (s. 173) Afganistan’daki Müslümanlar iyidir, çünkü ABD çıkarlarına uygun kabul edilmektedirler. (s. 174) (Günümüzde ise – 2016 – aynı insanlar Taliban adı altında düşman ilan edilmişlerdir.) Değişen hemen hiçbir şey yoktur. İster üniversite, ister hükümet, ister iş dünyası; Tüm bunlar birleşerek ABD’nin İslamiyet hakkındaki düşüncelerini tayin ederler. İslamiyet hakkındaki açıklamalar esas itibariyle, İslam dünyasındaki ulusal çıkarlara gerekçe bulmak üzere düzenlenmiştir. (s.175-176) Profesörler, İngiliz ve Fransız koloni bakanlarına ve özel sektöre de zaman zaman danışmanlık yapmışlardır. (s. 177) Richard Nolte tarafından yapılan bir araştırmaya (Amerikan üniversitelerinde orta doğu büroları, Haziran, 1979, s. 20, 40, 46) göre, eğitim bakanlığı bölge araştırmalarını ‘Hükümet, iş alemi ve eğitim konularında istihdam etmek üzere, süratle ve çok sayıda uzman yetiştirmek için’ desteklemektedir. (s.178) İslamiyet hakkında konuşacak kişi bazı fikirleri kanun seviyesinde kabul etmelidir. Örneğin ‘İslamiyet orta çağdan kalma ve tehlikelidir, İslam düşman bir kültürdür.’ İslam hakkında konuşmak isteyen önce bu fikri göz önünde bulundurmalıdır. (s.181, 189)
Bilgi ve yorum
Hiçbir metin orijinal olacak kadar yeni değildir ve olamaz. Batının batı olmayan bölgelere ilişkin bilgileri sömürgecilik çerçevesi içindedir. Referansları ise yine başka Avrupalı bilim adamlarındır. Bilgiler sadece egemenlik ve çatışmadan değil, aynı zamanda kültürden kaynaklanan bir antipatiden de oluşur. (s. 186) Çıkarların olmadığı yerde yorum, anlama ve dolayısı ile bilgilenme asla yoktur. (s. 188)
İdrak iktidarın mı yoksa eleştirinin, toplumun ve belli bir ahlak anlayışının mı hizmetine verilecektir? Batının İslam bilgileri tarihi, işgal ve egemenlik düşüncelerine sıkı sıkıya bağlıysa, bu bağların tümüyle koparılma zamanı gelmiştir. Zira bunu yapmazsak uzayan bir gerginlik hatta savaşla karşı karşıya gelmekle kalmayıp, tepki, bağnazlık ve çaresizlik tarafından tahsis edilen rolü oynamaya tamamen hazır İslamiyet doğuşuna şahit olacağız. (s. 195)
Lanetli kurt adam filmi, ‘vampirler başkaldırdı’ denirken vampirler, ‘lailahe illellah’ diye bağırıyorlar.
Conan; çizgi roman da bile, bilinçaltına mesaj: Cadıların işaretinin hilal olduğunu haykıran kötü cadı…!
Aslan Kral 2 adlı çizgi filmden; İyi yürekli aslan kralın kötü yürekli kardeşi, sırtlanlarla anlaşma yapıp kardeşine komplo kurarken, “savaşa hazır olun” komutunu verirken sahnede gözüken hilal.
“Günümüzde, piyasadaki dijital oyunlar, arka planda İslam düşmanlığına zemin hazırlamaktadır.” (Özcan Hıdır, Batı’da Hz Muhammed imajı, s. 393)
Gitar hero oyunu
Yedinci oğul adlı film
“Güneşin Gözyaşları” adlı filminden iki kare:
ABD askeri “bunu nasıl yaparlar?” diye sorunca, iki kerede kadın aynı cümleyi tekrar eder: “Bunlar böyledir işte” diye cevap verir.
Bunlar dediği Müslümanlar, böyle dediği: Müslümanların din adamlarını öldürüp, kadınlara tecavüz edip işkence ile çocuklar dahil öldürmesi, masum köylüleri katletmesi! Tabii söylemeye gerek yok, ABD askerleri masum köylüleri korumak için Bruce Willis önderliğinde canlarını hiçe sayarlar…
Gecenin dişleri adlı filmde, vampirlerin broşu
Edward Said, Haberlerin ağında İslam
*
Hz Muhammed ve Kur’an bağlamında oryantalistlere cevap
Kelami Münakaşalara Giriş
Oryantalistler Kur’an’ın ilahi kaynaklı olmadığını Hıristiyanlıktan esinlenerek yazıldığını, Hz. Muhammed’in okuma yazma bildiğini veya bilmediğini, onun sara hastası olduğunu, Kur’an’da gramer hatalı bulunduğunu iddia ederler. (s. 6)
Oryantalistlerin Hz. Muhammed’e, Kur’an’a ve İslam’a yaklaşımları
İlk dönem oryantalistleri cahildir, hayalcidir. Kur’an’ın, Rahip Bahira ‘dan alınan bilgilerle yazıldığını iddia ederler. İkinci dönemdeki oryantalistler ise İslam’a eleştirel yaklaşmış onu gözden düşürmeye çalışmışlardır. Üçüncü dönemde ise İslam’ı öğrenerek içinden yıkma gayretine girişmişler, yumuşak bir üslup kullanarak iftira ve hakarete devam etmişlerdir. Oryantalistler her dönemde Kur’an’ın ilahi kaynaklı olmadığı, Muhammed’in eseri olduğu iddiası ileri sürülmüşlerdir. (s. 10)
.Hz. Muhammed’i gözden düşürme girişimleri
Hz. Muhammed’in sara (epilepsi) hastası olduğu iddiası
Alexandre du Pont, ‘La Chanson de Muhammed’ adlı eserinde bu iddiayı ileri sürmüş, onda görünen birçok mucizenin az veya çok büyülü bilgiler sayesinde ortaya çıktığını iddia etmiştir. (s. 12) Renan’da benzer şekilde peygamberin bir sinir hastası olduğunu iddia etmiştir. (Roger Arnaldez, Fransız kültüründe Muhammed peygamberin tasviri, s.62) Boquet’de, Goldziher gibi vahyin ruhi bir hastalık olduğunu ileri sürer. Dozy ise sara hastalığı iddiasını reddeder ama Hz.Muhammed’in hastalığının, histeri krizi olduğunu ileri sürer. (s. 14)
Ferid Kam, ‘Hz.Musa’da Tur dağında baygınlık geçirmişti oda mı saralıydı?’ diye haklı olarak sorar. (F. Kam, Dini, Felsefi Sohbetler, s.55) Aslında ortada bir hastalık vardır ama bu Hz. Muhammed’de değil oryantalistlerde bulunmaktadır ve bu hastalığın adı da İslam düşmanlığıdır. N. Smart olaya objektif yaklaşır ve bu ithamların duygusallıktan kaynaklandığını ileri sürer. (Ekrem Sarıkçıoğlu, Batı dinler tarihinde İslam, s.221) Maxime Rodinson ise Hz.Muhammed’in saralı olduğu iddiasını tamamen reddeder. (R. Arnaldez, Peygamberin tasviri , s.76-78)
Hz. Muhammed’in psikolojik rahatsızlığı bulunduğu iddiası
Bu iddiaya göre Muhammed arzularına yenilmemiş fakat insanların bozukluğunu düzeltmek için peygamber olduğunu iddia etmiştir. Goldziher, Dermenghem de aynı iddiayı tekrarlarlar. (s. 18)
Hiçbir kaynak Hz.muhammed’in ömrü boyunca ruh ve akıl sağlığı yönünden bir sorunla karşılaştığını bize aktarmaz. Yoksa birçok problemi çözen, sorunları halleden, günümüzde hala etkileyiciliğini sürdüren Kur’an’ın böyle iddia edildiği gibi bir kaynaktan çıkmasına imkân yoktur. Unutmamalıdır ki psikolojik rahatsızlık ile liderlik bir arada bulunmaz.(s. 20)
Hz. Muhammed, ileride kendisine verilecek peygamberliği önceden ve uzaktan görmek için hiçbir çaba göstermemiş, soruşturma yapmamış, peygamberliğin ne olduğunu öğrenmeye hiç ilgi duymamıştır. Peygamberlikten birden söz etmesi, onu peygamberliğini insanlığa duyurmakla görevlendirildiğinin de göstergesi olmaz mı? Oryantalistler tıpkı cahiliye dönemindeki müşrikler gibi şaşkınlığa düşmüş, Kur’an’ı ondan mı bundan mı aldığına, Muhammed’in şair mi kahin mi olduğuna karar verememişler, kendi kafalarındaki karışıklığı ve tutarsızlığı Hz. Muhammed’in davranışlarına yüklemeyi çalışmışlardır. (s.22)
Müsteşriklerle (oryantalistlerle) eski müşrikler benzer iddialarda bulunmakta, müşrikler Hz Muhammed’e bir cinin göründüğünü iddia etmekte, müsteşrikler ise cin yerine hayalleri koyarak Kur’an’ın kaynağı hakkında şüphe uyandırmaya çalışmaktadırlar.(s. 24) Müsteşriklerin iddiaları aslında müşriklerin iddialarının bayatlamış tekrarından başka bir şey olmamaktadır. Aslında hayal gören, vehmeden, kafası karışık olan eski müşrikler ve yeni müsteşriklerdir. (s. 27) Aslında tüm bu iddialara baktığımızda ortaya atılan ithamın gerçek dışılığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Delilik, cinlenme ne zamandır hikmetin kaynağı, bozukluk ne zamandır iyiliğin anası olmuştur. (Hasan el-Atr Ziyaüddin, Nübüvvetü Muhammed’in fil Kur’an, s. 216) Hz. Muhammed’in hayatına baktığımızda olaylar karşısında kafasının karıştığına, hayallerine yenik düştüğünde asla rastlamamaktadır. (s. 29) Putlara tapma köleliğinden kurtulamamış Hıristiyanlık borazanları, kendileri gibi puta tapan bir topluluk aramakta, bulamayınca da kural tanımadan Kur’an’a saldırmaktadırlar. (s. 32)
Riyakar/Sahte peygamber olduğu iddiası
Bu iddiada bulunulması için bir kişinin yalan ve ahlaki değerlerden uzak yaşaması, çok tamahkâr olması, hayatı kötülükler içinde geçmesi, günahlara dalmış olması ve iyilikten uzak yaşaması gerekmektedir. Halbuki O, el-Emin sıfatlıdır! (s. 33) “O, gösterişten uzaktır, elinde olduğu halde mal mülk edinmemiş, ipek giymemiş, basit bir evde yaşamıştır.” (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s. 454) Oryantalist F. Babinger de peygamberimizin mal ve servete değer vermeyen bir zahid olduğunu itiraf etmiştir. (Ekrem Sarıkçıoğlu, Batı dinler tarihinde İslam, s. 220) Muhammed böyle birisi olsaydı kendisine eğilmelerini hatta secdeye kapanmalarını emrederdi. Halbuki O, ”Benim için ayağa kalkmayın, beni övmede aşırı gitmeyin, benim için ‘Allah’ın kulu ve resulu deyin’ buyurmuşlardır. O, kapıcı ve koruyucu tutmamış, kendi görüşünü insanlara dayatmamış, ‘Ben kurutulmuş et yiyen bir Kureyş kadınının oğluyum’ buyurmuş, Utbe bin Rabia’nın para, başkanlık, kadın tekliflerini reddederek, çileli bir hayatı göze almıştır. (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s. 455) Detay, ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ adlı yazımızdadır!
Tüm yaşantısı boyunca gösterişten uzak yaşayan, en yakın arkadaşlarının bile böyle bir şeye şahit olmadığı Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da süren etkisi hiç riyakarlığın ürünü olabilir mi? İngiliz yazar Thomas Carlyle, ‘kahramanlar’ adlı kitabında şunları söylemektedir: “Bu yüzyılın en büyük ayıbı İslam dinini yalan * ve Hz. Muhammed’in aldatıcı ve yalanı yaldızlayıcı bir kişi olduğunu sananların sözlerini dinlemektir. Bu gibi akılsızca ve utanmazca sözlere savaş açmamızın zamanı gelmiştir.” (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s.458)
David Samuel Margoliouth ve Hz. Muhammed ile eşi Hz. Hatice’nin her gece yatağa girmeden önce ‘Uzza’ adındaki puta taparlardı iddiası
Amerikalı tarihçi Washington Irwing, ‘Muhammed’in hayatı’ adlı eserinde şunları yazar: O, sağlam görüşlü ve namuslu biri miydi? Evet, O güvenilir biriydi. Ama İslam’a çağırmaya başlayınca düşmanlığı üzerine çekti; Çünkü putlara karşı çıkması Kureyş’in Kabe üzerinden sağladığı kazanca son veriyordu. Peygamber İslam’ı yaydığından ötürü çok zorluklarla karşılaştı, birçok kurban verdi, büyük bir başarı elde edemeden on üç yıl geçirdi, saldırılara hedef oldu, vatanını terk etmeye mecbur kaldı. O, servet veya maddi menfaat uğruna fikir yaymaktan uzaktı; çünkü mana için maddiyatı feda etmişti. (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s. 456)
İmam-ı Ahmed’in Müsned’inde Hz. Muhammed’in Uzza’ya taptığı değil, ondan menettiği açıkça görülmektedir. Hadisin ravisinin ‘puta tapılır ve yatağa girilirdi.’ açıklaması, Muhammed ve Hatice’yle değil, o devrin puta tapan halkıyla ilgilidir, böyle olmasaydı, Muhammed ve Hatice ikilisini anlatmak için tesniye (iki kişi ) sigası kullanılırdı. (Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed ve Hayatı, s.53) Unutmamalıdır ki Kureyş müşrikleri her iftirayı atmış ama onu şirkle ve cahiliye inancı üzerinde bulmakla asla itham edememişlerdir. (s. 61)
Oryantalistlerin bir iddiası da şudur: Muhammed’in dinindeki gelişme, bu dinin, cinsi zevklere düşkünlüğü teşvik etmesinden dolayıdır. İslam düşmanı Voltaire bile bu ithama karşı çıkar: Tevrat ve İncil’in, Davud ve Süleyman’ın hayatına dair anlattığı şeyler okunduğu vakit şu sonuca varılır: “Şehvet, zevk düşkünü olan, Yahudi diniydi, Muhammed’in dini ise ağırbaşlı idi.” (Roger Arnaldez, Fransız Kültüründe Muhammed Peygamberin Tasviri, s. 69)
Protestan’ların kurucu lideri Luther, Theodor Bibliander tarafından Latinceye tercüme edilen Kur’an’a bir önsöz yazarak ”Kur’an’larının ne kadar tanrı belası, ne kadar bozuk, ne kadar umutsuz, yalanlar ve uydurma efsanelerle dolu bir kitap olduğunu Hıristiyanlara göstermek suretiyle Muhammed’e ve Türklere bundan daha çok can sıkacak ve daha fazla zarar verecek bir şey olmaması beni buna sevk etti” notuyla, Basel kent konsiline tercümeyi sunmuş ve 1543’te de bu çevirinin basılması sağlanmıştır. (Hakan Olgun, Luther ve Reformu, s.191)
Kur’an’da Çelişki bulunduğu ve kutsal kitaptan etkilendiği iddiası
Bizans imparatoru II. Mihail Paleologos İslam’ın kılıç zoruyla yayıldığını ileri sürer.
İslam savunma amacı dışında bir savaşı dışında bir savaşı asla savunmaz. (Mümtehine, 8-9) Bu konuda detay, ‘savaşta uyulması gereken kurallar ‘ adlı dosyamızda bulunabilir.
Jomier, Kur’an’ın Hıristiyanları Müslüman saydığı iddiasında bulunur. (O. P. The Bible and the Quran, s.27) Kur’an tüm peygamberlerin hak din olan İslam’ın, iman ibadet ve ahlak ilkelerini tebliğ ettiğini bildirir. Kur’an, Hz. İbrahim’i Yahudi veya Hıristiyan saymaz yoksa Hz. Muhammed onları neden İslam’a davet etsin veya günümüzde Yahudiler ve Hıristiyanlar İslam’ı niçin reddediyorlar? (s. 84) Bu iddia her açıdan çelişkilerle doludur, bu konuda ‘İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı dosyamıza bakılabilir.
Luther Kur’an’ın Hıristiyanlıktan etkilendiğini ileri sürer. Müslümanları zinakar olarak niteler. Bu konudaki cevaplar için, ‘Caetani’ye cevaplar’ ve ‘İslam’da kadın hakları’ ve ‘kadın ve modernizm’ adlı dosyalarımaıza bakılabilir. Pierre Venerable ise Luther’den farklı bir üslupla İslam’a saldırır: İslam’ın Allah tarafından gönderildiğini kabul etmese de, Muhammed’in Yahudilik ve Hıristiyanlıktan bağımsız bir din getirdiğine inanır ve Muhammed’in iyi niyetli olduğunu söyler. (s. 97) Lamartine, Hz Muhammed’in sadeliğinden, alçakgönüllülüğünden, fakirliği seçmesinden söz eder. Allah’tan ilham alan bir dahi olduğunu söyler. Peygamberin askeri zaferlerinin sebebini Muhammed’in ‘Zafer Allah’ındır’ sözü ile özetleyen Lamartine, O’nun ‘ihtiras ile savaşan bir fatih olmadığını, politikasının Allah’a göre olduğunu’ vurgular ve başarısının bu yüzden olduğunu söyler. (Roger Arnaldez, Fransız Kültüründe Muhammed Peygamberin Tasviri, s.70 )
Renan, “Muhammed’e ait bazı işler vardır ki, onları bizim ahlaki düşüncelerimizle değerlendirmek haksızlık olur.” der. Dünyayı işgal edip sömüren, şeytanca politik bahanelerle insanlığın kanını akıtan, katliamlar ve emperyalizmin ana merkezinde yaşayan ve bunları evrim gibi, ‘güçlü olan yaşar’ mantığı ile açıklayan bir görüşe sahip bu insan, savaşı bir kurallar zincirine bağlamış İslam’ın cihad hukukunu diline dolayabileceğini zannetmektedir. ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ adlı yazımıza müracaatı hatırlatıp özetimize devam edelim. Renan, ithamlarına devam eder ve efendimizin ‘Vecd sahibi olmuş birinin karakterine pek sığmayan bir düşünce ve politika ortaya koyduğunu ileri sürer.’ (Roger Arnaldez, Fransız Kültüründe Muhammed Peygamberin Tasviri, s. 73) Sanki dünyadaki kötülükleri ve zulmü ortadan kaldırma için çalışmasa ve akılcı değil de vecd- duygu, coşku odaklı bir din getirse, ‘Ne kadar akıl dışı ve gerçeklere aykırı’ diye eleştirmeyeceklermiş gibi! İşin ilginci daha sonra Renan, ‘İslamiyet derin bir inkılaptır, Muhammed’in durumu ilham ve vecd ile açıklanmaya elverişlidir.’ diyerek daha önceki görüşü ile çelişkiye düşer. (s. 107) Efendimizi eleştirenler kendi aralarında bir görüş birliğine sahip olamadıkları gibi tek kişinin yazdığı eserde bile bir bütünlük ve tutarlılık gözlenememektedir!
J. Schoeps, Hz Muhammed’in teşkilatta olağanüstü zekâlı olduğunu söyler ve O’nun Hıristiyanlıktan etkilendiğini ileri sürer. Hâlbuki esinlenme bir taklittir ve taklitte yenilik yoktur. Schoeps aslında, Hz Muhammed’in başarılarının vahiy kaynaklı değil, olağanüstü zeka ve kabiliyetine bağlamak istemektedir. Yazar ayrıca tanrı, ahiret, hesap günü inancı gibi konularında Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alınma olduğunu ileri sürer. (Ekrem Sarıkçıoğlu, Batı Dinler Tarihinde İslam, s. 223 )Yahudilerin Tanrı’yı millileştirdiği, Hz. Üzeyr’i Tanrı’nın oğlu kabul ettiği ortadayken İslam’ın tevhit inancının Yahudilikten alındığı nasıl iddia edilebilir, İslam’a göre Hz. İsa bir kul iken nasıl Hıristiyanlıktan tanrı inancının alındığı ileri sürülebilir? ‘İslam ilk insandan itibaren gelen dinin adıdır.’ ve Kur’an’ın yeniliği eski kitaplardaki sapıklıkları düzeltmek, yıkılanları restore etmek şeklinde özetlenebilir. Yahudilikte ahiret inancının olmaması da yazarın iddiasındaki vahameti daha iyi ortaya çıkarmaktadır. (s. 110)
Schoeps Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği için Tevrat ve İncil’i kulaktan duyma bildiğini ileri sürer. (Ekrem Sarıkçıoğlu, Batı Dinler Ttarihinde İslam, s. 222) Renan’da Muhammed’in ümmi olduğunu söyler. (Roger Arnaldez, Fransız kültüründe Muhammed peygamberin tasviri, s.74) Oryantalistlerin yazdığı İslam Ansiklopedisinde de efendimizin ‘Tevrat ve İncil’i okuyarak bilgi elde etmediği’ açıkça ifade edilir. (Muhammed maddesi, VIII/454) Bu konuyu ‘Ümmi peygamber’ başlıklı yazımızda ayrıca ele aldık.
Okuma yazma bilmeyen Muhammed’in Kur’an’ı not almadan ve notlarını biriktirip düzenlemeden ortaya çıkarması iddiası ne kadar mantıklıdır? Sosyal ve kültürel çevresine 40 yıl ters düşmeyen bir insanın, 40 yıl sonra ters düşmesi için vahiy dışında mantiki bir sebep bulunabilir mi? (s.116) Değişim, Tevrat ve İncil ehlinden kaynaklansaydı, 40 yıl Muhammed’i beklemeden Yahudi ve Hıristiyanlarca gerçekleştirildi. (s.117)
Oryantalistler Hz. Muhammed’in Kur’an’ı Hıristiyanlıktan aldığını iddia ederken kaynak olarak farklı isimler ileri sürerler: Rahip Bahira, Varaka bin Nevfel veya Rum bir Demirci. (s.121)
Rahip Bahira: Hz Muhammed Şam’a yolculuk yaptığı yolculuk sırasında dokuz veya on iki yaşında idi. Tevhid konusunda Nasturi ekolünden olan dolayısı ile İsa’yı tanrı kabul eden bu kişiden alınma (!) bilgiler, okuma bilmeyen ve teslisi şirk kabul eden bir dine nasıl kaynaklık teşkil edebilir? Bu iddiaya o dönemdeki İslam düşmanı Kureyş müşrikleri neden sarılmamışlardır? (Hasan el-Atr Ziyaüddin, Nübüvvetü Muhammed’in fil Kur’an, s.206) Kur’an’da eski ve yeni ahit (Tevrat ve İncil) ile taban tabana zıt görüşler bulunmaktadır. Ayrıca Kur’an 23 yılda indirilmiştir. Normal kitap yazarları gibi yoğun çalışma, derleme, düzenleme sonucu topluca insanlığa sunulmamıştır. Yine Bahira bu kadar bilgiye sahipse niçin kendi ortaya çıkıp şöhret ve büyük bir değer elde etmemiştir? (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s. 452)
Şam’a yaptığı iki kısa yolculuk: Ticaret için yola çıkan bir kervana liderlik eden bir kişi kısa süren ve kervandakilerin de şahitliği ile hiç bir Hıristiyan ile görüşmemiş ( Görüşse idi ardından Habeşistan’a kadar kovalayan Mekke’li müşrikler bunu dile getirirlerdi) ticaret yapıp dönmüş iken ne zaman bu kadar bilgiyi elde edebilmiştir? Bu bilgi elde edilse, onun etkisi 25 yaşında yani gençlikten kaynaklanan yiğitlik ateşi sönmeden, 40 yaş beklenmeden ortaya çıkmaz mı idi? (Hasan el-Atr Ziyaüddin, Nübüvvetü Muhammed’in fil Kur’an, s.206)
Varaka b. Nevfel: Kaynaklar ilk vahiyden sonraki bir karşılaşmadan söz ederler ki bu karşılaşmadan kısa bir süre sonra Varaka vefat eder. Varaka’dan sonra 23 sene devam eden bu ilimlerin kaynağını Hz Muhammed nereden bulmuştur? (Hasan el-Atr Ziyaüddin, Nübüvvetü Muhammed’in fil Kur’an, s.208)
Rum asıllı köle: Adının Cebr veya Yaîş olduğu iddia edilen, Mekke’de demircilik yapan bu köle, neden daha sonra ortaya çıkıp kaynağın kendi olduğunu ileri sürmemiş veya efendimize düşman olanlar aynı kaynağı- çünkü köleleri idi – kullanarak, şair ve edebiyatçıların da yardımı ile Kur’an’a alternatif bir kitap üretememişlerdir? Onunla temas kurup daha İslam başlamadan işi bitirilemez mi idiler? O dönemde ilim elit bir kesime ait bir hazine idi. Köle bir demircide dini bilgi ne kadar olabilir?! (Hasan el-Atr Ziyaüddin, Nübüvvetü Muhammed’in fil Kur’an, s. 210) Veya kendini ele vermesin diye neden Hz Muhammed onu yanına almamış, yardımcısı ilan etmemiş, ona iltifat ve hediyeler ile kendine bağlamamıştır? (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s.453) Müslümanların Mekke’de 13 yıl işkence görürken ki ortamları bu iddiaları ispata çok daha müsait iken neden bu durum ortaya çıkmamıştır?
Emile Dermenghem, Hz Muhammed’in Ukaz panayırında Necran’lı bir rahipten bilgileri aldığını iddia etse de, bu panayır herkese açıktır ve söylenenleri herkes işitmiştir. Dinleyenler benzerini neden ortaya koyamamışlardır veya rahip neden kendini ortaya çıkarmamıştır? ( s. 140)
Gerek Kilgour ve gerekse Di Khuye İncil’in efendimiz döneminde tercümesinin bulunmadığını bildirirler. (Muhammed Mustafa el-Azami, Dirasat fil Hadisi’n-nebevi, I/46) Efendimizle 40 yıl beraber yaşayanlar veya efendimizin tebliğ ettiği dine inananlar hep onunla beraber yaşamış kimseleredir. Hep iç içe ve yan yanadırlar. Yukarıdaki iddialardan biri gerçek olsa, Ankebut suresi 48. ayet inince karşı çıkarla idi: “Sen Kur’an’dan önce ne bir kitap okuyor ne de yazıyordun.” , “Ümmi peygambere uyan kişiler…” (Araf, 157) Efendimiz aralarında yetiştiği için nereye girip çıktığı çok iyi bilinmekte idi. O’na el-emin diyorlar, O’na güveniyorlardı. Tâ ki peygamberliği ilan edene kadar! O’na deli, şair, dediler ama asla, ‘okuma biliyor, Kur’an’ı derledi’ iddiasında bulunmadı, bulunamadılar. (s. 144) Kur’an kesin bir dille benzeri iddiaları yalanlarken neden kimse ortaya çıkıp iddiasını ispat edememiştir de 1000 yıl sonra bazı Hıristiyan – Yahudiler olayın farkına (!) varmışlardır!
Hz. Muhammed hangisinden yararlanmıştır, efendimiz okuma yazma bilir mi idi, bilmez mi idi… İddialar tutarsız, çelişkili iken ortaya çıkan eser de gerek tesiri ve gerek içeriği ile tüm iddiaları tümden geçersiz kılmaktadır. Aslında durum gayet açıktır, oryantalistlerin Hz Muhammed’e ilim öğrettiğini itiraf ettikleri ancak içte ve dışta bulamadıkları kaynak, bizzat Allah’tır. (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s. 135) Konuyu oryantalist iki yazarla noktalayalım: Gustave Le Bon, Arap Medeniyeti adlı eserinde, kişiler yaptıkları işlerle karşılaştırılacak olursa, Muhammed, tarihin tanıdığı en büyük kişi olarak ortaya çıkar.” (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s.453) derken, Michael H. Hart, ‘En Etkin 100’ adlı eserinde “Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Hz. Muhammed’i koymam bazı okurları şaşırtabilir, bazılarını da kuşkuya düşürebilir, ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dini hem de laik düzeyde üstün başarılı olan tek insandı.” demektedir. Devamı ‘efendimizin evliliklerini ele aldığımız yazının’ sonundadır. Bu konuda ayrıca ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazımıza da bakılabilir.
Hz Muhammed’in peygamberliğini ispat eden iki delil: Bunlardan birincisi Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi hayatı, ikincisi toplumda gerçekleştirdiği olumlu değişimlerdir. (s.159) Peygamberimiz ümmi bir toplumda doğup, hiç şiir söylememiş, edebiyatla uğraşmamış, kabile başkanlığı yapmamış, hatta kahinlikle hiç ilgilenmemiş, geçmiş milletlerin dinlerini araştırmamıştır. Eğer böyle bir şey olsaydı düşmanları bunu yayardı. O, yaşadığı toplumda güvenilirliği, eğlence ve putlara tapmaktan uzak olması ile öne çıkmıştır. Ancak kırk yaşından sonra peygamber iddiasıyla ortaya çıkmış, geçmiş ve gelecekle ilgili bilinmeyen haberleri bildirmiş, toplumda olmayan inanç, ahlak kuralları koymuş, hem ruh hem de bedene yararlı ibadetler ve dünya düzeni iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Peygamberlikten sonra Hz. Muhammed dağınık ve birbirine düşman olan Arap topluluklarını bir millet haline getirmiş, puta tapıcılığı sona erdirmiş, tek Allah inancını yerleştirmiştir. O, zalim ve ahlaksız olan cahiliye halkını adil bir toplum haline getirmiştir. (Afif A. Tabbare, Ruhu’d-dini İslam, s.449-450)
Kur’an’ı Hıristiyanlık anlayışına göre yorumlama girişimi
Oryantalistler Kur’an ayetlerini, tanrı İsa ve teslis inancına uygun olarak yorumlamaya çalışmışlardır. Bunların başında Katolik rahip G. Basetti-Sani gelir. O, Kur’an’ı İncil’e, İslam’ı Hıristiyanlığa indirgeyerek hükümsüz kılmaya çalışmış, bir taktik olarak bu yolu izlemiştir. Halbuki Kur’an’a göre teslis şirktir, Müslümanlar ise Hz. İsa’yı ve İncil’i kabul ettikleri halde İncil’in daha sonra tahrip olduğuna inanırlar. Katolik rahip G. Basetti-Sani, Hz. Muhammed’in kendine gelen vahyin gerçek manasını anlayamadığını bu yüzden Hıristiyanlığı reddettiğini ileri sürer. Bu iddia aslında, ilahi kitapları değiştirme ve dini bozma alışkanlıklarını belgelemektedir. (Salih Akdemir rahip G.Basetti-Sani…, A.Ü.İ.F.D., XXVII, S.183-198) Bu konuya cevap olarak ‘İncil, kilise’ başlıklı yazımıza bakılabilir.
Kur’an’a karşı olumsuz tavır ortaya koyan oryantalistlerin görüş birliği yapamaması bile onların haksızlığını ortaya çıkarmaktadır: Hz. Muhammed yaşamış mıdır, yoksa bir hayali şahsiyet midir; O, okuma yazma biliyor muydu yoksa bilmiyor muydu?; Kur’an sara nöbetiyle mi yoksa Hıristiyanlardan mı esinlenilerek ortaya çıkmıştır …? (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s.170, 221)
Papalık, Hz. Muhammed, Kur’an ve İslam
Papa 16. Benedikt 12 eylül 2006 tarihinde Almanya’dan yaptığı konuşmada ‘İslamiyet’in şiddet içerdiğini kılıçla yayıldığını , İslam’da tanrının akıl ile bağ kurulamayacak kadar soyut anlatıldığını ‘ ifade eder.
Aldığı tepkiler üzerine XIV. yüzyıl Bizans imparatoru II. Mihail Paleologos’tan alıntı yaptığını söyleyen papa ikinci kez bir gaf yapmış olur. Çünkü alıntıya katılmıyorsa onu referans almamalı, alınca eleştirmesi gerekirdi. Aslında papanın bu sözü, bu tutumu klasik haçlı zihniyetini yansıtmaktadır. (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s. 178) Papalık gerçekleri bilmiyorsa cahildir, biliyor da gizliyorsa haindir. (Salih Kapusuz, Basından, 16.09.2006) Kilise ve ruhban sınıfı iktidar imkanı bulursa, insanlığa ne büyük acılar yaşatacaklarının işaretini taşımaktadır bu cümleler. Yoksa ABD, İngiltere emperyalizm tarihi, engizisyon mahkemeleri, haçlı seferleri, Katolik kilisesinin Protestanlara uyguladığı işkenceler göz önüne alındığında ‘ Sizin dininiz size, benim dinim bana’ diyerek Papa’nın yaptıklarına cevap vermeyi yersiz görürüz. (Selahattin Çakırgil, Vakit, 16.09.2006)
Teslis inancını akıl ile buluşturma gayretleri sırasında yaşadıkları karışık, tutarsız, çelişki dolu açıklamalar; üç şahıslı bir tanrı inancını panteizm açıklama gayretleri, aslında Alexander Bain’in deyimiyle ‘ilmin kaçtığı çelişkileri güzel karşılayarak alkışlamak’ tan başka bir şey değildir. Papa İslam’ın soyut Allah anlayışını akla uygun bulmuyor. Öyleyse baba dediği tanrı ile oğul dediği İsa arasındaki bağlantı mecazi -sembolik değil de gerçek- maddi mi olmaktadır? Bu durumda somut olan bir babadan somut olan bir oğul çıktığını mı söylemek istemektedir. Üç nüfuslu bu tanrı ailesi ne kadar mantıklıdır, aklidir? Baba ve oğul kavramları mecaz -sembolik olarak kullanılıyor ise bu defada İslam’ın soyut tanrı inancına benzeyen bu inancın akla aykırı olması söz konusu olmaktadır. (s. 184) Teslis inancı akla uygun idi ise, neden Luther, teslisi ‘akılcılığın etkisiyle reddettikleri ‘için Müslümanlara itiraz etmektedir? Kuruluşundan beri Hıristiyanlık neden akıl ile kavgalıdır? Rönesans, reform kime karşı yapılmıştır? Kilise neden engizisyon mahkemeleri ile Bruno, J. D’arc, L. Vanini … gibi nice fikir adamlarını diri diri yakmış, Kepler’e zulmetmiş, Galilei’yi ‘dünya dönüyor’ dediği için hapse atmıştır? (A.Weber, Felsefe tarihi, s.181-192) Ayrıca günahları bağışlama yetkisi ve bu bağışlamayı vergiye bağlamak ne kadar aklidir? Haçlı Seferleri, Dinden Aforoz etme uygulamaları zorlama değil midir? (M. Emin Parlaktürk, Vakit,16.09.2006) Amerika’nın keşfi sırasında İspanyol işgalcilerin yaptığı katliamlar, 1492’de Amerika’ya ayak bastıktan 22 yıl sonra, 8 milyonluk Kızılderili nüfusunu 8 bine indirenler, milyonlarca Meksikalıyı katleden, Avustralya’da 750 bin Aborjinin soyunu kurutan, 40 bin Hindu çıkrık ustasının ellerini kesen, pirinç ekmesinler diye Bengal bölgesindeki 50 bin çiftçinin parmaklarını doğrayan İngiltere; 1.5 milyon Cezayirliyi katleden Fransa; dünya savaşlarına neden olan Almanya; Irak, Afganistan’ı işgal eden ABD; Filistinlilere soykırım yapan İsrail; Bosna’da yapılan katliam ve tecavüzleri gerçekleştirenler… Müslüman mı idiler? (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s.193)
İslam’ın inanç sistemi akıl ve ilimden kopuk değildir. Augustinus ‘akıl tanrıyı tanıyabilir’ derken ve tanrı ile alemi birbirinden özenle ayırırken, aslında daha papadan daha çok Müslümanlara yakın durmaktadır. Kimi din tarihçilerine göre insana tapıcılık, ruhlara tapıcılığın ilerlemiş bir şeklidir.(A. Hamdi Akseki, İslam Dini, s. 18)
Avrupalı aydınlar ve İslam
Oryantalistler misyonerlik, İslam’ı çarpıtma ve Müslümanları İslam’dan uzaklaştırma için sinsi faaliyetlerde bulunmaktadırlar. (s. 197) Andre Sruyer, yazdığı kitap ile Arap medeniyeti olmadığına, yaptıklarının hatta dinlerini bile başka milletlerden almış olduklarını iddia eder. Kitaba (İslam dünyası ve Müslüman psikolojisi) önsöz yazan Lui Bertran’da İslam’ı, ‘Arap beyninin salgıları’ olarak ifade eder. Yazar kaynak olarak tıpkı kendi gibi İslam düşmanı oryantalistlerin eserlerine atıfta bulunur. Bunlardan biri olan Dozy, ’20 yılda İngiltere’nin önlem almasına rağmen Hindistan’da İslam’a girenlerin sayısının yirmi milyona ulaşmasından’ şikayette bulunur. Benzer görüşlere yanıtı, sitemizdeki Avrupa’lı bir yazarın eserini özeti olan, ” Avrupa’nın üzerine doğan İslam güneşi” adlı özet yazımız ve ” İslam felsefesi” üzerine yazılardan oluşan cevaplar ile verdiğimizi hatırlatıp, Gerald Messadie’den bir alıntı ile konuyu noktalayalım:’ Mezopotamya’nın Yunan’ı etkilediği son derece açıktır. Yunan mucizesi Mezopotamya’ya borçludur.’ (Şeytanın Genel Tarihi, s. 176)
Avrupa mantığı putperest ve pragmatisttir. Tanrısına bile bu gözle bakar. Dini inançlar biyolojik duygularına hitap ederse doğrudur. Kiliselerde müzik ibadet yerine geçer, cinayet dahil her günah, günah çıkarmayla affedilebilir, karnavalları cinsel duygularını doyurma güdüsüne dayalıdır. Ağızlarında düşürmedikleri sevgi ise cinsler arası şehvetten başka bir şey değildir. Yardım kampanyaları bile kadınların verdiği çıplak pozlarla gerçekleştirilir. Böyle bir dine mensup oryantalistlerin, ‘doğmamış, doğrulmamış eşi dengi olmayan, gücü her şeye yeten, şarabı alkolü ahlaksız ilişkileri yasaklayan bir tanrıyı, sarhoş ve daracık beyinlerine sığdırabilirler mi? (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s. 207-208) Hıristiyan Avrupa yazarları eskiden Hz. Muhammed’e hakaret içeren tiyatro eserleri yazarlarken günümüzde karikatürlerle aynı çizgiyi sürdürmektedirler. Danimarka halk okullarındaki 5. sınıf öğrencilerine din dersinde okutulması planlanan yardımcı kitabın İslam’la ilgili bölümü, terörizm başlığı altında anlatılmaktadır. Kitapta ‘her ne kadar her Müslüman terörist değil ise de, her terörist Müslüman’dır.’ ifadesi yer almaktadır. Kitabın yazarları papaz olan Chiristian Meidahl ve eşi Henny Nörgaard’dır. (Milliyet, 21.11.2006) Avrupalılar hep böyledir! Güçleri yeterse istedikleri yerleri bombalar, işlerine gelen teröristlere silah yardımı yaparlar. Ama Müslüman haksızlığa karşı çıkınca hemen terörist sayılmaktadır. Bunlara cevap olarak ‘İslam barış dinidir’ ve ‘İslam savaş hukuku’ adlı yazılarımıza bakılabilir. 2003 yılında Hz. Muhammed’i aşağılayan karikatürleri yayınlayan Danimarka gazetesi Jyllands-Posten aynı yıl ‘İsa’nın Dirilişi’ adlı İsa karikatürlerini ‘çok saldırgan oldukları’ gerekçesiyle yayınlamaz: Karikatürist Christoffer Zieler’in gönderdiği Hz İsa’nın dirilişini anlatan karikatür, gazete editörlerince sakıncalı bulunmuş. Zieler’in çizimi, “Okuyucularımız bunun komik olmadığını düşünür. Ayrıca bu karikatürü yayınlarsak hem inançlı insanları rencide eder hem de gereksiz bir tartışma ortamı oluştururuz. Tansiyonun artmasından endişe ediyoruz.” denilerek reddedilmiş. (Basından, 05 Şubat 2006) Konuyu bir Alman ev hanımının, Almanya’da görevli Türk diyanet görevlisine söylediği cümle ile bitirelim: ‘Ben Türklerin şeytana tapan bir millet olduklarını zannediyordum.’ (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s.219)
Sonuç
Oryantalistlerin amacı ya misyonerlik ya emperyalizmdir. Oryantalistler kin ve taassuptan kurtulamamışlardır. Eserleri önyargılıdır, amaçların İslam’ı yıkmak için bahane bulmaktır. Tarihi olayları değiştirerek açıkça yalan söylemekten çekinmezler, sahtekâr ve hayalcidirler. Hz. Muhammed’e olan kin ve düşmanlıklarında sınır yoktur. Nezaketten yoksundurlar, kendilerine verilen cevaplara hiç bakmadan aynı lafları yüzlerce yıldır tekrar etmekten usanmazlar. Toleransı hep karşı taraftan beklerler! Sığ düşüncelidirler ve dogma propagandacılarıdırlar. Kilisenin derin etkisindedirler. Şımarıktırlar, kendilerini sürekli efendi, Müslümanları daima köle, mahkûm olarak görürler. Kendi aralarında bile çelişkilerden kurtulamaz, görüş birliği sağlayamaz, birbirlerini yalanlarlar. Hâlbuki birinin iddiası doğru olsaydı hepsinin onda görüş birliği yapmaları gerekirdi. (Arif Yıldırım, Kelami Münakaşalara Giriş II, s. 221-226)
.
* Oryantalist yazarın bu sözü de, Müslüman ülkede yaşayan aşağıdaki karikatürü yapana da cevap olsun
*
Oryantalizm, Postmodernizm ve Globalizm
Oryantalizm, Postmodernizm ve Din
Dünya ekonomisi ve kültürel globalleşmenin etkisiyle kültürel farklılık sorunu çağdaş siyasette daha hızlı ve kısa sürede meydana geldi. 1970’li yıllarda akademisyenler bu kültürler arası problemin özgül bir özelliğine; Batı toplumların doğu toplumlarını emperyalist yayılma dönemi boyunca nasıl anladıkları ve yorumladıkları sorununa ilgi duydular. Oryantalizm hakkındaki tartışma, sömürgelerin çözülmesine ve tarihin yazılmasına, bilhassa Hindistan tarihinin yazılmasına yönelik yeni bir bakış açısını öne çıkardı. Bu araştırmalar akademisyenler arasında sömürgelikten kurtulma mücadelesinde, yeni bir kendine güven ve ırkçılığın ortaya çıkmasının ilk göstergeleri oldu. Bu, zamanla ‘kültürel söylem araştırmaları’ adını aldı.
Edward Said’in yayınladığı Oryantalism (1978) adlı eserinden biraz bahsedecek olursak; şimdilerde bu kitap güncelliğini kaybetmiş olsa da, gündeme taşıdığı problemlerden birçoğu zihinleri işgal etmeye devam ediyor. Ayrıca güç ve bilginin nasıl kaçırılmaz olarak birleştirildiğini ve güç ilişkilerinin söylemler yoluyla nasıl bir dizi tahlili niteliği taşıyan obje meydana getirdiğini ve bu objenin düşünüyü büyük ölçüde beklenmedik ve farkına varılmadık bir biçimde nasıl etkilediğini göstermek suretiyle, liberalizmin köklü bir eleştirisini sundu. Söylemler, değerler ve bilgi kalıplarının, düşünürlerin araştırdıkları “gerçekleri” aslında nasıl oluşturduklarını göstermede önemli yer tutmaktadır. (s. 20)
“Öteki kültürler” problemi Herodot’tan bu yana antropolojinin temel sorunlarındandır. Ötekilik, yabancı kültürlerin Tanrı’nın planı içinde nasıl yer bulacağı sorusu hakkında derin teolojik problemleri ortaya çıkarmıştır. Marksizm’in halen bir hareket unsuru olduğu ve bir gelenek oluşturmaya devam ettiği yıllarda Said’in Oryantalism’i ortaya çıktı. Oryantalizmin ilk dönem eleştirileri ile sömürgeciliğin çözülme süreci aynı döneme gelmiştir. Bu dönemde Marksizm’in kapitalizme kuram ve siyaset bakımından bir alternatif olduğu düşünülmüştür. Said’in eserine yapılan eleştirilerden biri politika sorunu iken diğeri metinde yoğunlaşma ve metinciliktir. Burada dilin ve anlamın sosyal boyutunu inkar etmiştir. Bir diğer sorun ise faşizm ve yapısal çözümcülüktür. Said’in entelektüel temelleri Foucault’tan gelmekte ve o da yapısal çözümcülüğü faşizmin temellerinden ayrı tutmanın zor olduğu Heidegger’den geçiyor. Bilginin İslamileştirilmesi konusundaki sorunlardan bir tanesi de bu iddiaların modernist mi yoksa anti-modernist mi olup olmadığı hakkında karar vermektir. Bu durum da Batı teknolojisi olmadan Batı değerlerinin empoze edilemeyeceği problemine kadar gider.
Globalleşme, dünya ekonomik sistemlerinin ortaya çıkışının bir uzantısıdır. Turizm, dünya sporları, dünya haberleri, AIDS, insan hakları ve diğerlerinin gündeme taşıdığı bir globalizm duygusu oluşmuştur. Globalleşme önemli bir fikirdir; ancak daima global olma iddiasında olan dünya dinlerini anlamaya çalışmak ve kültürlerdeki “dünya” kavramının nasıl anlaşılması gerektiği bilincinde olmak zorundayız. Postmodernite; ticari prosedürlerin günlük hayatımıza girmesi ve kitle tüketim kültürlerinin kültürel sistemler üzerindeki etkisinin artmasıyla bulanık hale getirmesidir. Globalleşen postmodern bir toplumda dinsel inancı sorun haline getiren husus, günlük hayatın, politik liderler, entelektüeller yada dini liderler tarafından kolaylıkla etkilenemeyen bir ticari malların değişimine ilişkin global bir sistemin parçası haline gelmesidir. Çünkü dinsel inanca asıl tehdit günlük hayatın ticarileştirilmesi ve dolayısıyla insanlar gerçekçi gerçeklerle benimsemiyor ya da reddetmiyorlar. Günlük ihtiyaç ve sorunlara cevap verip vermediğine göre benimseyip reddediyorlar.
Postmodernizmin siyasi ve entelektüel gelişmeleri oryantalizme meydan okumaktadır. Sovyet komünizmin çöküşü, İslam’ın global konumunu çok önemli, ancak sorunlu hale getirmektedir. (s. 31) Postmodernizm de hem kapitalizm hem de komünizmin enstrümantal rasyonalizmine karşı çıktığı için İslam ve postmodernizm arasında bir ittifak kurulabilir. Diğer bir yönden bakacak olursak, İslam kendisi, evrensel rasyonalizm, disiplin ve asketizm fikirlerine kökten adanmış bir dini ortodoksi ve birliğin “Büyük Anlatı’sı” olarak görülebilir.
Madonna yalnızca güzel bir yüz değildi; o aynı zamanda erkekliği ve gerçekliği tehdit eden bir postmodernizm işaretiydi. Batman ve bunun gibi karakterler ve bunlardan etkilenmeler, postmodern kültüre duyulan sempatinin göstergesidir. Bu imgeler malum yöntemlerle postmodern kültürü gösterme ve yayma çabasındadır. Bunun için ilk olarak postmodernizm ve postmodernite arasında ayrım yapmak gerekir. Sekülarizasyonun kesinlikle bir post-tarih dönemini gündeme getirdiği farz edilebilir. Çünkü ortada herkesin bildiği, kabul ettiği tarih yoktur. Büyük anlatılar, TV, MTV, videolar ve walkmanlar ile yer altından erozyona uğratılmış ve global dışlanma ciddi ihtimaldir. Her ne kadar büyük söylemlerin, postmodern eleştirilerde evrensel söylemler olarak yer alması geleneksel görecilik formu olarak görünebilirse de, postmodernizm, literatürdeki parodi, alaycılık, taklitçilik ve diğer yansımacı araçların daha geniş bakış açısından ele alınması halinde daha iyi anlaşılabilir. Postmodernizmin ilk başta sanat alanında olmak üzere sosyal, kültürel ve ekonomik risklerini de değerlendirmeye katmalıyız. Postmodernite bir açıdan gelişmiş tüketici kültürünün bir özelliği, yirminci yüzyılın sonlarında şehirlerin yeniden organizasyonu, yeni teknoloji ve enformasyon şekillerinin sosyal hayata etkileri, global turizmin sonuçları ve sosyal çevrenin gittikçe daha riskli hale gelen yapısı olarak görülebilir. Turizm, kültürel farklılıklar, çok kültürlülük ve ideolojik devletin bağımsızlığının erozyonu, büyün globalleştirme süreci içindeki bütün sosyal grupları, kendi inanç sistemlerinin görecililiğinin farkına varmaya götürdü. Bu noktada postmodernizm ile postmodernite birbiriyle buluştu. Asıl konu, günlük hayat düzeyinde inanç görecililiğinin, ticari mallar, seyahat, turizm ve global TV’nin etkisiyle genel toplumun inanç temellerini nasıl sarstığıdır. Egemen bir ideolojinin nasıl işlev gördüğünü anlamak için, kişinin ideolojik inançlar ve perspektiflerin, inançların günlük tüketim, üretim ve dağıtımını nasıl sağladığını incelemesi gereklidir. Çünkü günlük yaşam dünyasında, global malların sınırsız üretimi yoluyla yayılan kültürlerin, taklide dönüştüğü ve orijinalliğini yitirdiğine dair derin bir kavrayış mevcuttur. Postmodenizm muhtemelen, yalnızca kadın ve tarih hakkında kendi büyük anlatılarını öne süren tek boyutlu bir eleştiridir, modern din, kültür ve toplumun karmaşıklığına farklılaştırılmış bir feminist cevap değildir.
Oryantalizm ve İslam’da Sivil Toplum Sorunu
Toplumlar arasındaki sömürücü-sömürge ilişkileri antropoloji ve sosyolojinin kuramsal gelişimi için büyük önem taşımaktadır. Batı’nın İslam imajı ve “oryantal toplumları” analizinde, emperyalist politikaların rolü belirleyici idi. (N. Daniel, Islam and West, s. 44)
Oryantalist söylem, teoloji, edebiyat, felsefe ve sosyoloji aracılığıyla ifade edilen önemli ve sürekli bir analiz çerçevesidir ki, bu çerçeve yalnızca emperyalist ilişkilerin ifade edildiği bir alan değil, aynı zamanda gerçek bir siyasi güç alanı olmuştur. Oryantalizmin görevi, Doğu’nun sonsuz karmaşıklığını, belli tipler, karakterler ve kurumlar haline dönüştürmekti. (s. 45) Hesap veren sistem olarak oryantalizm, Batı’nın gelişmesini sağlayan özelliklerini ve Doğu’nun sosyal durgunluğunu açıklamaya koyulmuştu. Hristiyanlık kökeni itibariyle bir Sami ve İbrahimi kökenli din olduğu için “oryantal din” olarak görülebilir ve İslam da, Sicilya ve Doğu Avrupa kültürünün vazgeçilmez bir boyutu olması nedeniyle occidental (batılı) olarak kabul edilebilir. İslam’ın tanımlanması problemi daima oryantalizm söylemi için belli bir aciliyet arzetmiştir. Bu nedenledir ki Hristiyan çevrelerinde İslam’ı, Hristiyan kültürü üzerindeki bir parazit ya da Hristiyan inancının bir yan mezhebi olarak kategorize etmek gerekli görülmüştür. (s. 46)
Sivil Toplum Kavramı
Yönetim sorununun bir, birkaç ya da çok sorunlarından birisi devletle kişiler arasındaki ilikşkilerdir. Despotizmin sivil toplumun bulunmadığı ya da gelişmediği bir toplumda ortaya çıkacağını söyleyebiliriz. “Sivil toplum”u, devletle kişiler arasında yer alan ve aynı anda hem kişiyi otoriteyle ilişkilendire, hem de kişiyi mutlak siyasi kontrolden koruyan; üretken bir kurumlar ağı – kilise, aile, klüp, lonca, dernek ve cemaatler- olarak tanımlayabiliriz. Monarşi ve despotizm arasındaki farklar: Monarşi sosyal sınıflandırmada eşitsizlik üzerine bina edilmişken, despotizmde toplum kitlelerinin yönetenin keyfi isteklerine tabi oldukları bir kölelikte eşitlik egemendi. Monarşide, yönetici geleneklere ve yasalara uyar, buna karşın bir despot yalnızca kendi eğilimlerine göre hükmeder. Despotizmde, kişiyle devlet arasında ilişki sağlayan aracı sosyal kurumlar yoktur. Sömürge yönetiminde seçim iki despotizm türü arasındaydı; yerli ya da emperyalist. Yerli despotizm daima keyfi ve etkisizken, “daha” medeni insanların, onların ülkelerine hakim olan aydınlanmış despotizmi, sosyal reform ve politik ilerlemenin özendirilmesinde daha sağlam, düzenli ve etkili idi. Oryantal toplumun politik sorunu, devletin izole edilmiş birey üzerindeki gücünü dengeleme işlevi görecek bir sivil toplumun yokluğuydu. Her ne kadar oryantal despotizmde sivil toplumun yokluğu nosyonu bir bütün olarak Asya’ya göndermede bulunarak formüle edilmişse de, bu nosyon İslami toplumların analizinde çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü bu nosyon oryantalist söylemin başlıca özelliklerinden birisidir.
Oryantalizme Alternatifler
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde, oryantalizm birçok iç kriz ve çöküş semptonları gösterdi, ancak oryantalizme alternatif bulunması zordu. Oryantalist söylemin başlıca özelliği, “Batı’nın benzersizliğini” göstermek için farkı vurgulamaktı. (s. 59) Ancak İslam ve Hristiyanlık’ta, ayırıcı özelliklerden çok birleştirici özelliklere odaklanma vardır. En azından aralarındaki belirsiz kültürel çakışma alanlarını inceleme konusunda güçlü bir emir vardır. İspanya’da önemli olan konu Müslüman ve Hristiyan yönetimleri arasındaki farktan çok teknoloji ve yönetim politikasının devamlılığıdır. Bu nedenle İslam ve Hristiyanlığın etkisi altındaki İspanya’da sivil toplum ve ekonomi hakkında söylenenler, oryantalistlerin büyülendikleri farklılığın, tarihin getirdiği farklılık değil, söylemin getirdiği farklılıktan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır.
Orient’in Açıklanması
Başka kişiler hakkında konuşma üslubumuz bütün insanlar arasında tartışma konularından birisidir. Ne kadar başka insanlar hakkında konuşabiliyor olsak da asıl problem bize yabancı olan kişiler ya da gruplar hakkındaki konuşmalarımız ve onları anlayıp anlamadığımızdır. Sosyologlar ve felsefecilerin bu konuda görüş beyan etmişlerdir. Bu lisan görüşüne göre, o lisan içinde yer aldığı sosyal yapının ortaya konulması sosyolojik probleminden ayrı düşünülemez. Sosyal yapılarda yoğun bir kıyaslanabilirlik olmadıkça, bir lisan bir başkasına tam olarak anlaşılabilir bir şekilde tercüme edilemez.
Tercüme ve görecelilik sorunu, Hristiyanlık ve İslam gibi iki dinin karşılaştırmalı araştırmasını yapma girişiminde bulunan sosyologların karşısına kaçınılmaz biçimde çıkmaktadır. Yeterli karşılaştırma o kadar önemlidir ki, böyle girişimi başından imkansız kılıyor gibi görünebilir. Dinler hakkındaki herhangi bir karşılaştırmalı araştırma; kontrast/zıtlar ve karşılaştırmaların bir tercüme edici matrisini oluşturan önceden mevcut faraziyeler ve felsefi geleneklere göre yapılacaktır. İslam’ın, Batı kültürü içinde anlaşılmasını sağlayan temel bilanço belgesi, onu “oryantalizm” olarak kabul etmektir. Oryantalizm, ilk olarak on dördüncü yüzyılın başlarında Viyana Kilise Konseyi tarafından oryantal dillerin ve kültürlerin anlaşılmasını teşvik etmek için bir dizi üniversitede kürsü kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan bir bilim dalıdır. Oryantalizmi teşvik eden ana itici güç, ticaret, rekabet ve askeri çatışmadan kaynaklanıyordu. Bu nedenle Orient Bilgisi, Avrupa’nın Orta Doğu ve Asya’ya yayılımı tarihinden soyutlanamaz. (s. 67)
Kişinin toprak mülkiyeti haklarının babadan en büyük oğula geçtiği ya da çok sınırlı parçalandığı istikrarlı bir sistem olan feodalizmde, toprak sahibi şövalyeler askeri hizmetlerinin karşılığı olarak feodal monarktan bir derece politik özgürlük elde ediyorlardı. Tımar sisteminde bazı özel arazi mülkiyeti şekilleri görülürse de, özel arazi mülkiyet hakkı kapsam bakımından sınırlanmıştır ve zenginlerde riskli sermaye yatırımından kaçınma yönünde güçlü bir eğilim vardır. İslam’da, bu nedenden dolayı sermaye daha çok dini mallara yatırım şeklinde dondurulmuştur. Bağımlılık kuramı ya da “gelişmemişlik” nosyonunun, Avrupa dışından özerk kapitalist gelişmenin yokluğuna yeterli bir açıklama oluşturabileceği de şüphelidir. İkinci olarak, toplumun soyut modeli olarak algılanan kapitalizmin genel karakteristiği hakkındaki kural nitelikli açıklamaları, özel kalkınma süreçlerinin ampirik tanımları lehine dışlamaktadır. Bunlarda kapitalizmin tesadüfi olmadığını gösterir.
Oryantalizm bir söylem olarak dünyayı tereddüte yer bırakmayacak şekilde, Occident ve Orient olarak ikiye ayırmıştır. (s. 77) Orient temelinde tuhaf, egzotik ve gizemli, ama aynı zamanda tensel, irrasyonel ve potansiyel olarak tehlikelidir. Bu oryantal tuhaflık, ancak oryantal kültürlerde dahi olan uzmanlar tarafından ve bilhassa filoloji, lisan ve edebiyat uzmanlıklarına sahip olanlar tarafından kavranabilir. Oryantalizmin işlevi, oryantal toplumların ve oryantal kültürlerin bu sersemleştirici karmaşıklığını, yönetilebilir ve kavranabilir seviyeye indirmektir. (s. 77)
Bryan S. Turner, Oryantalizm, Postmodernizm ve Din
*
Oryantalizmin kısa tarihi
Önsöz
Oryantalizm, Avrupa’nın somut/maddi ihtiyaçlarının sonucudur. Oryantalizm‘de Doğu, önce Araplar ve İslam, sonra Osmanlı ve Türkler ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Aslında Avrupa’nın ekonomiden dine, edebiyattan felsefeye kadar zihin dünyasının her alanında Doğunu izleri bulabilmek mümkündür. Oryantalistlerin sayısı kadar Doğu tanımı bulunmaktadır. Doğu ile girilen ilişki biçimine bağlı olarak Doğuya yaklaşımlarda da farklılık gözükmektedir. Batının bilinç altındaki değişmeyen çizgi Doğunun her zaman Batı için bir tehdit olduğudur. Doğuya hükmedilmedilmelidir. Oryantalizmin temeli çatışma üzerine kuruludur. Oryantalist çalışmalarda, Batının kendi güç ve konumuna göre Doğu ile ilişkilerinde stratejik değişiklikler görülebilmektedir. (s. VIII-IV)
Oryantalizm nedir, oryantalist kimdir?
Oryantalist terimi 1973 yılındaParis’te düzenlenen 29. Uluslararası oryantalistler kongresinde terk edilmiştir. (s. 1) Bunun iki sebebi vardır. 1. si oryantalist araştırmalar uzmanlık alanlarına ayrılmıştır. ( uzak doğu, Çin, Mısır , Türkiye gibi ….) 2. si oryantalistlerin bilgilerini emperyalist politiklalar için bir araç olarak kullanmaları, oryantalizmin Sömürgeciliğin suç ortağı olmasıdır. (s. 2)
Oryantalizm ve oryantalist
1683’te oryantalist terimi ile kast edilen ‘doğu veya yunan kilisesinin bir üyesi ‘ (A. J. Arberry, British Orientalists, s. 8 ) demek iken, 1838’te ise bütünüyle doğunun incelenmesi anlamında kullanılmaktaydı. (G. Endress, an Introduction to Islam, s. 11) Oryantalizm kelimesi ayrıca Doğu dünyasının resmini yapan batılı ressamlar için de kullanılır. (s. 5)
Oryantalizmin hem akademik hem emperyalist ve hem de misyonerlik amacıyla bulunmaktadır. ‘Hristiyanlaştırmak istenilen kişilerin dillerini bilmek zorunlu görülüyordu.’ (s. 7-8)
Oryantalizm Doğu kültür mirasının korunmasına katkı sağladığı bir gerçektir. Bugün doğunun birçok yazılı eseri batı müzelerini süslemektedir. Ama aslında bu durum avcının avladığı geyiğin kafasını salondaki şöminenin üstüne asmasına benzemektedir. Sergilenen gerçekte avcının başarısı, avının üzerine kurduğu hâkimiyetin göstergesidir. (s. 9) Günümüzde oryantalizm sömürgecilik faaliyetlerinin iş birlikçisidir ve aslında sömürgecilik gelişmesini de oryantalizme borçludur. (s. 10)
İlk çağlarda Doğu Batı ayrımı
Batı, doğuyu icat ederek kendini tanımlar. Doğu durağan, duygusaldır. Batı doğu adına konuşur ve onu temsil etmelidir. Batı Doğuya hep cinsellikle yaklaştı. Tablolarında Doğulu kadınları hep resmetti. Batı Doğulu kadının haklarını savunur gözüktü. Avrupa, Doğuya aydınlık ve özgürlük götürme görevini üstlenmiş olarak kendini her zaman doğunun efendisi gördü. Aslında bu, sömürgeci girişimleri normal göstermek için ihtiyaç duyulan bir açıklamaydı. (s. 13) William Allan’ın 1838 tarihli ‘İstanbul da köle pazarı’ için kemal Tayfur şu yorumu yapar: Tablo aslında batılının vicdanını rahatlatır, çünkü tüm doğuular ve özellikle kadınlar bağımlılık altındaydılar, onların batı egemenliği altındaki bağımlılıkları, köle pazarlarına sürülmelerinde daha vahşi olamazdı. (Hayali doğu, Atlas, sayı 96, s. 61)
Medeniyete önce doğulular geçmiştir. Batılıların, doğunun zenginliğine ve kültürel mirasına duyduğu ihtiyaç tarih boyunca sürmüştür. (s. 15) Girit’te temelleri atılmaya başlanan Yunan medeniyeti dolayısı ile Avrupa medeniyeti, doğunun artı-ürününü hem ticaret hem yağma yolu ile tarih boyunca elde etmiştir. (s. 19) Yunanistan’ın önemi ve zenginliği Asya ile kurduğu ilişkilerden kaynaklanmaktadır. (s. 21) Pers savaşları ile daha önce açıkça ifade edilmeyen doğu’dan ayrı olma bilinci, daha kesin olarak batı bilincinde yerleşmeye başlar. (s. 22) Yunanlılar uygarlığı temsil ederken, İran’lılar barbalığı temsil etmekte idiler. (Baykan Sezer, Doğu batı ilişkileri açısından batı tarımı, s. 121) Haçlı seferleri ile doğu denince İslam anlaşılmaya başlanmıştır. (s. 24)
Orta Çağ’dan aydınlanmaya Avrupa’da İslam imajı
Roma İmparatorluğu yüzlerce yıl barbar akınlarıyla boğuşmuştur. Ama onlara çok az toprak kaptırmıştır. Ayrıca zamanla barbarlar Romalılaşmakta idiler. (s. 27) Ama İslami fetihler Avrupalıların birbirine yaptığı gibi Avrupa’yı yıkıp geçmiyor, fethedilen ülkelerde ticari, ekonomik ve kültürel bir düzen kuruyor ya da var olan düzeni devam ettiriyordu. (Baykan Sezer, Türkiye sosyolojisi, seminer notları I, s. 211) Roma İmparatorluğu zamanla toprak kaybetmeye başlar, Akdeniz artık bir iç deniz olma özelliğini kaybeder batı için. İspanya’nın fethi ile sınırlar artık daha da Avrupa içlerine doğru yayılmaya başlar. Müslüman Araplar İspanya ve İtalya’da yüzlerce yıl sürecek son derece parlak medeniyetler kurar, bilim ve medeniyette önemli keşifler yapar. Araplar bu topraklarda zengin, adil ve huzurlu devletler kurar. Avrupa ise bu dönemde ortaçağ adlı dönemi yaşamakta ve kilise baskısı altında inlemekte idi. (s. 28) Batıda zamanla kendi topraklarına adım atan, batıya geçen-akın eden her Müslüman’a Avrupalılar ‘Sarazen’ adını vermişlerdir. (s. 29)
Yuhanna ed-Dımeşki (675- 749)
Muaviye’nin sarayında yetişmiş ve babası gibi maliye bakanlığında görev almıştı. Ömer b. Abdülaziz döneminde görevden alınınca Laura de Saint-Sabas manastırı papazı olmuş ve İslam aleyhine yazılar yazmıştır. Günümüzde de oryantalistlerin aynen tekrar ettikleri görüşlerin temelini atan Dımeşki, Müslümanların eski bir Afrodit heykelinin başı olan Hacerül-Esved’e taptığını ki günümüz ateistleri bu iddiayı aynen dile getirirler, Hz. Peygamber’in Tevrat ve incil’den yararlanarak Kuran’ı yazdığını ki, Oryantalistler 1400 senedir bunu tekrarlarlar, aldığı vahyin aslında bir rüyadan farklı olmadığını (oryantalistler bunu saradan histeriye çeşitlendirirler), kölesi Zeyd’in karısı Zeynep’i baştan çıkardığını (aynen ateist ve oryantalistler tekrarlarlar) vb. ileri sürer. (s. 30) Tüm bu ithamların cevapları bu çalışmamızda verilmiştir! Aynı görüşleri daha sonra çoğu doğu kilisesine mensup insanlarda tekrarlar.
Avrupa devletleri İslam güçleri karşısında kaybettikleri ticaret imkanlarına tekrar kavuşabimek için güçlerini birleştirirler. İdeolojik çatıyı Hıristiyanlık oluşturur. (s. 31 ) Haçlı seferleri ile siyasi ve ekonomik bazı başarılar elde edilse de, dini anlamda fazla bir başarı elde edilemez. Bu nedenle Hıristiyanlaştırma yöntemi değiştirilir: Roger Bacon’a göre “ Tebliğ-misyonerlik- Hıristiyanlığın genişleyebileceği yegane yöntem ve yoldu.” (Opus Maius, s. 121) Askeri gücün yerini misyoner gücü geçirme taraftarı olarak Raymond Lull adı da önplana çıkar. (s. 49) Haçlı seferlerine tüccarlar büyük destek verirler. (Rene Sedillot, Dünya ticaret tarihi, s. 175; Ömer L. Barkan, İktisat tarihi ders notları II) Haçlı seferleri ile Hıristiyanlar ‘En çok arzuladıkları şeylere kavuşuyorlardı. Sofular tanrı yolunda eziyete, paragözler yağmaya, tüccarlar yeni pazara, küçük subaylar yaldızlı rütbelere, kahramanlar savaşa, dünyayı tanımak isteyenler yolculuğa’ (Emmanuel Berl, Atilla’dan Timur’a Avrupa ve Asya, s. 151) Haçlı seferleri sonunda daha çok ticari ilikileri denetleyecek noktalara devletler kurmuşlardır. (s.33) Aslında söz konusu olan bir menfaatler birliğidir. Her şeyin tam yoluna girdiği düşünüldüğü anlarda Haçlı seferinde Hıristiyanlarca işgal edilen İstanbul (Haçlılar sadece Müslümanlara eziyet etmemiş, doğulu Hıristiyanlar ve Yahudileri de büyük ölçüde kıyıma uğratmışlardı: H. A. Nomiku, Haçlı Seferleri; Geoffoi de Villehardouin- Henri de Valenciennes, Konstantinopolis’te haçlılar) bu defa Müslümanlar tarafından fethedilir. (s. 34) Haçlılar Müslümanların bilim, tıp, edebiyat, felsefede gösterdikleri gelişmişlik düzeyine hayran kaldılar. Beraberlerinde pek çok yazılı eser götürdüler. (W. M. Watt, İslam’ın avrupa’ya tesiri; S. Hunke, Allah’ın güneşi Avrupa’nın üstünde)
12. YY.’ın ilk yarısında gözler İslam peygamberine yönelir. Yazılanların doğru yanlış olması önemli değildir. ‘Muhammed bir sihirbaz, sahtekâr, sihir ile kilise’yi yıkan’ idi. Müslümanlar ise ‘putperest, Araplar Muhammed’e tapan, heykelleri ise kıymetli taşlarla süslü’ idi. İslam seks ve vahşilik dolu bir dindi. (Normal Daniel, Islam and West, s. 109; Hişam Cuayyıt, Avrupa ve İslam, s. 24) Müslüman idaresindeki Hıristiyanlara eziyet edilmekte idi. (s. 38) R. W. Southern’in dediği gibi: ‘Bu yazarlar, zafer kazanmış hayalciliğin cehaletinde boğulmuştu’ (Western Views of Islam in the Middle ages, s. 28) Thierry Hentsch’e göre bu iddialar gerçek dışı idi. Hatta batı Hıristiyanları, Yunanlı dindaşları hakkında “Sarazenler hakkında anlattıklarından çoğu zaman bin beter tablo” çizmekte idiler. (Thierry Hentsch, Hayali doğu, s. 56)
Hıristiyan Avrupa’nın hayal dünyasında oryantalizm, İslam dünyasına ilişkin bilinçli bir çarpıtma ortaya koymakta idi. (s. 39) İslam Hıristiyanlıktan bir sapma, ‘Bütün sapıklıkların en kötü ve tehlikelisi’ idi. (s. 43) “Dini polemiklerin muhatabı hayali Müslümanlar idi. Onları da kağıt üzerinde kolaylıkla yok edebiliyorlardı.’ (Gerhard Endrss, An Introduction to Islam, s. 7)
850’lerde Paul Alvarus, “Hıristiyanların Arap roman şiiri okumayı sevdiğinden, Arap filozofları okuduğundan, kendi dillerini unuttuğundan “ ( K. W. Southern, Wester Views, s. 21) yakınırken, 1300’lü yıllarda papaz Ricoldo de Monte Croce, Hıristiyanların hızla Müslüman olduğunda yakınmakta idi: “Ben kepaze oldum. Tanrı’nın sözü kepaze oldu. Tanrı İsa ve Meryem, Muhammed’e karşı Hıristiyanları desteklemiyor mu?” (Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi II, s. 44)
‘Batılı aydınlar arasında yeni bir Müslüman imajı doğar. İslam dünyası, felsefesinin heybetli bir beşiği idi.’ (Maxime Rodinson, Batıyı büyüten İslam, s. 25)
İslam inanç sistemini cürütmek için dil öğrenmek gerekliydi. 1321’de Viyana Konsülü ile dil okulları açılma kararı alınır. (s. 49) John Wycliffe, İslam’ı ahlak ve ibadet düzleminde bir sapkınlık olarak görür. Batı kilisesinin de İslam’dan aşağı kalır yanı yoktu. Cuseli Nicholas ise, Kuran’da üç dairenin mevcut olduğunu iddia eder. İlki Nasturi Hıristiyanlığı, ikincisi İslam peygamberinin Yahudi danışmanlarınca sokulmuş Hıristiyan karşıtı fikirler ve son olarak peygamberin vefatından sonra Yahudi musahhihler tarafında sokulmuş kötülükler. (s. 52) Martin Luther’e göre ise Türkler ve Müslümanlar tanrının gazabı idiler ancak Papa daha da kötü idi. Papa bir deccal idi. O, Türkleri ve Müslümanları insan saymazdı. (s. 56) ‘Türk, şeytanın hizmetçisi, son ve tehlikeli öfkesidir.’ (Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi II, s.72) Luther’e göre Türkler Hıristiyanların bedenini, Papa ise ruhlarını gasp etmiştir. (s. 57)
Siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişmesi, doğuyu gezen seyyahların ve misyonerlerin sayısındaki artış ve Avrupa’da Hıristiyanlığın ideolojik birliğinin ve hâkimiyetinin sarsılışı; 16. yüzyılda, Müslüman doğu hakkında daha objektif bilgilerin derlenmesine imkan tanıdı. (s. 58) 17. yüzyılda doğu hakkında yayımlanan seyahat notlarının sayısı 200’den fazla idi. (s. 63) İlk Arapça kürsüsü 1539’da Paris’te, Guillaume Postel için kurulur. Postel, İslam’a iki nedenle olumlu bakar: Bunlardan biri putperestliğe karşı zafer kazandığı (Thierry Hentsch, Hayali doğu, s. 101) ve oluşturduğu tehdit nedeni ile Hıristiyanlığı kendisini toparlamaya zorladığı (Gerhard Endrss, An Introduction to Islam, s. 8) için. Jean Thevenot, ‘Türk padişahı keyfi iktidarının, herkesin canını malını her türlü şiddete karşı güvence altına aldığı avrupa’nın şu mutlu ülkeleriyle her bakımdan ne kadar büyük tezat oluşturduğunu’ yazabilmektedir. (Thierry Hentsch, Hayali doğu, s. 124 )
Aydınlanma çağının doğusu
1683’te II. Viyana seferi başarısızlıkla sonuçlanır. Fransa’da aynı yıllarda aydınlanma harekeri başlar. Barthelemy d’Herbelot’nun öncülüğünde İslam Ansiklopedisinin ilk taslağı hazırlanır. Amaç Müslümanların güçlü veya zayıf yanlarını öğrenebilmektir. (s. 70) Antoine Galland, 1001 Gece masallarını yayımlar. “Artık deccalin at koşturduğu alem, egzotik bir medeniyet vatanıdır.” (Maxime Rodinson, Batıyı büyüten İslam, s. 50)
16. yüzyıl avrupası, yeryüzünün fiziki keşfi ve kendi kimliğinin olumlanması ve yüceltilmesi ile çok fazla meşguldü. Aydınlanma çağı ‘ilahi müeyyidesi olmayan bir siyasi sistem, dogmasız bir ahlak’ kurmak peşinde, ilerici ve laik bir ideoloji kuruyordu. Avrupa artık bilime inanmaktadır. (s. 71)
Doğu, Batı tarafından çoğu kez egzotik bir malzeme olarak ta kullanılmıştır. 18. Yüzyılda kutsal metinler içinde Kitabı Mukaddes eleştirilmiş ise de genel olarak emperyalizm, İslam’a karşı bir dayanak olarak Hıristiyanlığı ve daha sonra da seküler hümanizmi daima kullanmaya devam etmiştir. (s. 73)
Richard Simon, İslam’ın savunuculuğunu üstlenen biri olarak ün salmıştır. Ama o bile son tahlilde, Müslümanlığın iyi yanlarını Hıristiyanlık ve Yahudiliğe borçlu olduğunu ileri sürer. M. Rodinson tarafından “İslam peygamberini yücelten” bir kitap olarak tarif edilen Henri Boulainvilliers’in Vie de Mahomed adlı eserde İslam’dan ‘tarihsel bir felaket’ olarak bahsetmektedir. (Bulut, s. 79)
Pierre Bayle, Osmanlı devletinin her türlü dini düşünceye gösterdiği hoşgörüyü Hıristiyanlara örnek olarak gösterir: Osmanlı, zamanında İspanya Yahudilerini kabul etmiş, daha sonra da Macaristan ve Transilvanya Kalvinistlerini, Silezya Protestanlarını, Rusya’nın eski dinine bağlı kazakları, kısaca Katolik veya Ortodoks baskısından kaçanların sığınağı haline gelmiş bir devlet olmuş idi. (s. 74)
Rodinson ise, “Medeniyetin kaynağı Yunanlılardı ve Avrupa’ya da Araplar tarafından getirilmişti.” (Maxime Rodinson, Batıyı büyüleyen İslam, s. 53) derken, Hegel’de bilimin özellikle felsefenin batıya Araplardan geldiğini söyler. (Hegel, The Philosophy of history)
Oryantalistlerin çoğu sömürüye aracı olmakta ve islam’ı karalamaya çalışmakta idiler. Gottfried Wilhelm Leibniz, Fransa’nın Mısır’ı işgal konusunda önayak olmaya çalışıyordu. Leibniz Osmanlı için, “ Bu ülke adeta karanlıklar ve barbarlıklar ülkesi “(Leibniz, Projet d’expedition d’Egypte presente a Louis XIV ou Consilium Aegyptiacum’dan aktaran T. Hentsch, Hayali doğu, s. 130) derken, Türkler için ise, “Dünyanın en aptal insanları” (Thierry Hentsch, Hayali Doğu, s. 131) demekte idi. Batının hayal dünyasında doğu imajı; gittikçe, gidip almaları için kendilerini bekleyen edilgen bir nesneye dönüşmektedir. Avrupa kendini dünyanın merkezinde görmekte, sadece merkezi değil tarihi de kendini merkeze alarak bir düzene sokmaktadır. (s. 76) George Sale ise, Muhammed’in coşkusu ve etkileyiciliğinin, nezaket ve kibarlığının tanrı tarafından, gerçek din olan Hıristiyan kilisesini uyarmak amacıyla kullanıldığını, yoksa bu özelliklerinin başka bir açıklamasının mümkün olmadığını söylemekte idi. (s. 77) Simon Ockey, Muhammed vahiy almamıştır, O ahlaksal bir reform yapmıştır. (Hişam Cuayyıt, Avrupa ve İslam, s. 27) ve bu sayede Araplar pek çok erdemli davranışı yeniden canlandırmıştır. (s. 77) iddiasındadır. Montesquieu, 18. Yüzyılda “Doğu despotizmi” fikrinin yayılmasına en büyük katkıyı sağlarken aslında doğuya bir kez bile ayak basmadığı (s. 81) gerçeği görmezden gelinmekte idi. Doğuya seyehat yapmış olan Abraham Hyacinthe Anquetil-Duperron ‘Legislation orientale’ adlı eserinde, doğuda despotizm kavramının tanıtıldığı gibi olmadığını, bireylerin serbestçe mülk sahibi olduğunu, hükümdarlarında uyması gereken kurallar olduğunu, doğu konusundaki yanlış anlayışın istisnalar, suistimaller ve ihlallerin abartılması, çarpıtılmasından kaynaklandığını söylemekte, doğu despotizmi kavramı ile avrupanın doğuyu sömürme faaliyetlerini meşrulaştırdığını vurgulamaktadır. (s. 83) Oryantalist ressamlar Avrupa şehirlerinde platolar oluşturmuş, hayallerindeki doğu imajını buralarda resme dökmüş, harem veya köle pazarında diye resmettikleri kadınlar ise Avrupalı model veya kuzey Afrikalı Yahudi kadınlardan oluşturmuşlardı. (Roger Benjamin, The Oriental Mirage, Orientalism, s. 7-31 )
19. Yüzyılda doğu araştırmaları: 20. yüzyıl 1789 ile başlatılmalı ve 1914 ile son bulmalıdır. Bu yüzyıl Avrupanın geri kalan ülkelerde egemenlik kurduğu bir yüzyıldır. Fransız ihtilali, İngiliz sömürgeleşmesinin ilerleyip Fransa’yı geri bırakması üzerine Fransız Aristokrasisine karşı meydana gelmiş bir olaydır. (s. 85) Zaten10 yıl geçmeden Napolyon, ilk icraat olarak Mısır’ı işgal etmiştir.
Zaten Avrupa endüstri devriminin temelini Avrupa dışı toprakların sömürülmesi ile gerçekleştirmiştir. (s. 86) Bu dönemde batı üstünlüğünü doğuya da kabul ettirmiş, Avrupa tarihi dünya tarihi olarak evrenselleştirilmiştir. (s. 87) Artık batının yeni bir misyonu vardır, doğu halkını despot idarecilerinden kurtarmak ve yerine “ Aydınlanmış ve aydınlanma misyonu ile dolu, uygar, bilim ve teknoloji ile donanmış” Avrupalı yeni bir despota sahip kılmak. (s. 88)
Fransız ihtilali ve Napolyon
Fransa’nın asıl hedefi Hindistan idi. Bu hedefe ulaşmak için stratejik öneme sahip Mısır kısa vadeli hedef seçilmişti. Mısır, sömürge kavgasının savaş alanı idi. (s. 89) Napolyon bu savaşta çok farklı yöntemler kullanmıştır. Napolyon amacının Mısır’ı memlüklerin zülmünden ve Hindistan’ı da İngilizlerin elinden kurtarmak olduğunu ilan etmiş, halifenin dostu olduğunu belirtmiş, bildirisine de besmele ile başlamıştır. Bildiride Fransa’nın gerçek bir Müslüman ülke sayılabileceği iddiası bile ileri sürülmüştür. (s. 90) Volney, “Napolyon halkın eğitimi için askeri okullar açar, tek sözcük ile o bir ulus yaratır; Arapları Osmanlı barbarlarının boyunduruğundan kurtarır, cahiller ve kafirler atarfından bozulan peygamberin şeriatını saflığa kavuşturur, O takdiri ilahinin mucizevi bir aracısıdır” (Volney, Courrier de l’Egypte, no:33, 1798; Thierry Hentsch, Hayalı Doğu, s. 161) demektedir. (s. 91) Constantin-François de Chassebof Volney, Mısır’ın işgalini, Mısır’ın kurtarılması olarak ilan eder. (Hentsch, Hayalı Doğu, s. 163) Oryantalist Volney yaptığı doğu seyehatlari ile Fransız ordusunu bekleyen tehlike, sıkıntı ve ihtiyaçları belirler. Ona göre İslam, Mısır toplumunun gerilemesinin önünde bir engel, Kuran birbirine zıt ve gülünç-tehlikeli yargılar dizisidir. (s. 93) Tabiiki tüm bunlar birer çarpıtmadır ve amaç sömürüyü meşrulaştırmaktır. (Hişam Cuayyıt, Avrupa ve İslam, s. 127-133)
Romantizmin doğuşu
Avrupa’nın endüstriyel ve siyasal devrimlerinin yarattığı kargaşa dolu geçiş sürecinden rahatsız olan insanlara doğu dünyası, huzur verici bir mekan olarak gözükmüştür. (s. 95) Victor Hugo, ‘Les Orientales’ adlı eseri ile doğuyu barbarca bir vahşet cümbüşü, haremler, kesilen kelleler, çuval içinde denize atılan kadınlar, beyaz minareler, harem ağaları şeklinde tavir eder. Bu imaj öylesine yerleşir ki batılı insanın kafasına, doğuya gittiklerinde bu imajı ararlar, bu imaja uymayan ne varsa görmezden gelirler. (s. 98)
Oryantalizmin kurumsallaşması
Syvestre de Sacy, Fransa Cezayir’i işgal edince Cezayirlilere hitaben yazılan bildiriyi Arapçaya tercüme eden kişi idi. Dışişleri bakanına da Harp bakanına danışmanlık yapmıştır. (s. 101) Sömürgecilik faaliyetlerinin yoğunlaştığı 18. yüzyılda tanışılan yeni toplumlarla ilişkilerin nasıl yürütüleceği sdorunu ortaya çıkar. Sömürünün sürekliliğinin sağlanması gerekmektedir. Oryantalist çalışmalar işte bu aşamada hızlı bir ilerleme gösterir. (s. 105)
19. yüzyılın ortalarından sonra Avrupa’nın doğu hakkındaki görüşünü belirleyen etken emperyalizmdir. (s. 110) Artık mümkün olan tek evrensellik vardır. Avrupa modelini bütünü ile benimsemek. Bu zorunludur! Ama ‘bu zorunluluk Avrupa dışı topluluklar için mümkün de değildir, çünkü onları avrupadan ayıran çok belirgin bazı özellikler vardır.’ Bu nedenle şimdilik yozlaşmış egzotik kültürü ile avrupanın siyasi hâkimiyeti altında kalması yeterlidir. (s. 111) Ernest Renan, Arapların bilime katkılarını küçümser. (s. 112)
Gerard Labrunie Nerval, kendini üstün görmenin veya sömürgeciliğin gerçek yüzünü gösteren ifadeleri dikkat çekicidir: “ Kah küstah, kah kul köle, daima bir parlayıp bir sönen duygularının esiri olan bu insanların üzerinde etki uyandırma arzusuna kendimi fazla kaptırdım; despotizmin doğuda nasıl da normal bir yönetim olduğunu anlamak için bu insanları tanımak lazım.” (Nerval, Voyage en Orient’den naklen, T. Hentsch, Hayali Doğu, s. 177) M. de Chabrol, Mısırlılar hakkında, “Onlara en doğru fikirleri ve Avrupa uygarlığının aydınlığını götürebilmiş olsaydık, bu adamlardan umutlu olmaya hakkımız olmaz mıydı?” (s. 118) demektedir. Hippolyte de Villeneuve, “Doğu; Batı sana sahip olmak istiyor, sana serbestçe saygılarımızı sunabilmek istiyoruz. Biz modern haçlı seferlerimizi sana bütün büyük adamlarımızı tanıtarak gerçekleştirmek istiyoruz.” (T. Hentsch, Hayalı Doğu, s. 177) Lamartine doğuya sömürgeciliğin öldüren sevgisini getirmiştir. Doğu batının basit bir eklentisi olarak görür. (s. 119)
Yüzyılın dönüm noktasında oryantalist çalışmalar
I. Dünya savaşından sonra İslam dünyasında uyanma başlar. İslam’ın, özellikle batının sömürüsüne karşı çıkabilecek tek ideolojiyi temsil ettiği düşünülmektedir. (T. Hentsch, Hayalı Doğu, s. 206) Batı işgal ettikleri yerleri idare etmek, işgal edilen yerlerin halklarına, kültürlerine, zenginliklerine ilişkin yeni bilgiler gerektiriyordu. Eski oryantalist kalıplarla bu toplumlara yaklaşmak, anlamak mümkün olmaktan çıkmıştı. (s. 123) Neticede oryantalist değişimler, batının doğuya ilişkin kökleri yüzyıllar öncesine giden önyargılarının, doğu üzerinde egemenlik kurma arzularının yeni siyasi, sosyal, iktisadi ve askeri alanlarda meydana gelen değişikliklere uygun olarak gözden geçirilmesinden başka bir şey değildir. (s. 124)
Ignaz Goldziher: Yaşayan bir cemaat olarak İslamiyet
Almaya’da öğrendiği eleştiri yöntemini, İslam’ın temel kaynaklarından biri olan hadise uyguladı. OIna göre İslam’a bir reform gereklidir. Goldziher İslam’da “Mekke’nin Yahudileşmiş dini adetleri”ni görür.
C. Snouck Hurgronje
Hollanda sömürge idaresinin danışmanı olarak görev yaptı. (s. 126)
Oswald Spengler ve batının çöküşü
Batının kendine gelmesini, kurtarıcı bir silkinmeyi ümit ediyordu. İnsanlık için evrenseli gerçekleştirebilecek tek kültürü yine batı temsil etmekteydi. (s. 127)
Arnold Toynbee
Batılı olmayan bazı kültürler hala çok canlıdır. Batı sadece kendi kültür biçimini yayabilmiştir, uygarlığını değil. (s. 128)
İkinci dünya savaşı sonrasında oryantalizm
Birinci dünya savaşından sonra Avrupa medeniyetinin kendine olan güveni, aynı çizgide sonsuz bir gelişme olacağına dair inancını sarsmıştır. (Maxime Rodinson, Batıyı büyüleyen İslam, s. 75) İngiltere’de, Fransa’da ve ABD’de sömürge sisteminin problemleri tartışılmakta, meselenin çözümüne ilişkin öneriler getirilmekteydi. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin yükseliş ve çöküşleri, s. 337) Almanya kısa zamanda ekonomik olarak büyüyerek diğer güçlere denk hale gelir. II. Dünya savaşında 50 milyon insan ölür. ABD savaşta yıkılmayan tek sanayi ülkesiydi. (s. 133) Komünizm tehlikesine karşı ABD, Avrupa’yı Marshall Planı ile kontrol altına alır. (s. 140) Bu dönemde sömürgeci ülkeler sömürgelerine bir dizi taviz vererek oralarda tutunabilirler. (s. 135) ABD’nin -Kızılderili katliamları, kölelik uygulamaları hariç- daha önce Asya ve Afrika’da sömürge sahibi olmamasını bir avantaj olarak kullandı. Bu dönemde pek çok sömürgeye bağımsızlık “verilmiştir.” Bu bağımsızlıklar ‘emperyalizmin onayladığı’ biçimsel türden bağımsızlıklardır. (E. Said, Kültür ve emperyalizm, s. 21) Batılılaşmış seçkinler arasında çıkan milliyetçi önderler kendilerini yönetme hakkı talep ediyorlardı. (s. 137) Ama tam anlamı ile bir tasfiye söz konusu değildi. ABD, Fransa, İngiltere bazı adaları hala himaye altında tutmaya devam ediyorlardı. Artık “gözle görülmez” muazzam bir yeni-sömürge imparatorluğu kurulmakta idi. (V. Vahruşen, Yeni sömürgecilik, s. 11) Bu sayede batılılar devasa ‘sömürge bürokrasisi’ yükünden kurtulmakta idiler. Ayrıca batı dışı halkların tepkileri, artık, ‘sömürgeci batıya’ değil, öncelikle toplumların idaresini ellerinde bulunduran batıcı seçkinlere yönelmekte idi. Bu toplumlara verilen üçüncü dünya ismi de beyaz adamın üstünlüğünü hala devam ettiğinin göstergesi idi. Yeryüzündeki teknolojinin kaynağı sınırlı ülkelerin elinde tutulmak (Oral Sander, 20 YY tarihinin temel özellikleri, s. 32) isteniyordu. (s. 138-139) BM, IMF, Dünya bankası kuruldu. Buna karşı Rusya, Kominform, Varşova Paktı kurar. Soğuk savaş 1947’den 1962’ye dek görünüşte devam eder. Sömürü ortaklaştırılır. Çok uluslu şirketler, faaliyet gösterdikleri ülkelerin iç siyaseti etkiler. (s. 140, 142) 11 Eylül’den sonra ABD başkanı Bush, haçlı seferini başlatır. İtalyan başbakanı Berlusconi, ‘İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu ‘ söylerken kökleri eskiye dayanan oryantalizmin devam ettiğini gösterir. (s. 143)
Sömürge ülkelerindeki yerli araştırmacılar, uzun zaman batılı araştırmacılar için bilgi taşıyıcı olmaktan öte bir role sahip olmamışlardır. Sömürge devletleri kendi istedikleri türden sonuçlar doğuracak bilgi üretim mekanizmasını yerli toplumlara kabul ettirtmişlerdir. (s. 144) Doğulu toplumların tarihine, ‘bu toplumlar acaba hangi yol izlenerek modernleştirilebilir’ sorusu bağlamında ilgi duyulmuştur. (s. 145)
Arap dostu olarak tanınan ve “ yabancılara o içten kucak açış; yaşama karşı o tevekkül, tanrıya duyulan o vecd, hakim ve gizli, her yerde hazır ve nazır bir tanrının varlığına olan o sessiz, maddi olmayan ve huzurlu güven duygusu, Hz Muhammed’in sahip çıkacağı tek ve paha biçilemez miras.” (L. Massignon, Situation de l’Islam, I/11) diye yazıları da olan Louis Massignon, Fransa’nın Filistin ve Suriye yüksek komiser yardımcı olarak çalışır. Araplarla kurduğu ilişkini, kendisine Hıristiyan kökleriyle yeniden buluşma imkanı sağladığına inanır. O, kendi ırkına ve misyonuna bağlı kalır. Fransa’nın doğunun tartışılma öğretmeni olduğuna inanır. (s. 149) Bir öğrencisinin ona yazdığı mektup ilginçtir: “Sizi sevdiğim için kendimi bağışlamayacağım. Hıristiyan bir fransızla Müslüman bir Arap arasında bir uzlaşma ve anlaşma olabileceğine inandırarak yıllarca silahsız bıraktınız beni.” (L. Massignon, L’Occident devant I’Orient, I/209) Louis Massignon, “sonuna dek tutmak istemediği sözlerin bir güvencesi” olarak Fransız hükümeti tarafından kullanılan bir figür olmuştur. Jacques Berque: Louis Massignon’un diyalog girişimini dini değil dünyevi alanda gerçekleştirmeyi amaçlar. İslam modernleşmelidir. Doğu batının dinlenme mekanıdır. Bu açıkça bir dialogtan çok monologtur. (s. 150-152)
Anglo-sakson dünyada oryantalist çalışmaların yeni dönemdeki gelişimi
Oryantalizme yüklenen sorumluluk; Batı dışı toplumların geleceklerinin, sömürgeci devletlerin tasarladıkları şekilde gerçekleşmesi için yeniden tasarlamaktır. (s. 153) Bu nedenle birçok batılı ülke gibi ABD’de, yeni egemenlik alanlarına ilişkin bilgi ihtiyacını karşılamak üzere peşpeşe araştırma kuruluşları kurar. (s. 154)
Hamilton Alexander Roskeen Gibb, batılı araştırmacıların gerek araştırdıkları alanların dilleri ve gerekse bölgelerin kültürel, sosyal ve tarihi arka planlar konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını söyler. (Enver Abdülmelik, Krizdeki oryantalizm, s. 30-31) Gibb, günümüz Müslümanlığı anlayabilmek için klasik İslam’ı iyi bilmek gerektiğini söyler. Sonra da İslam’ın ilk dönem başarıları, Arap kabilelerinin elde etmeyi bekledikleri maddi ve dünyevi çıkarlara bağlar ve klasik oryantalist söylemi tekrarlar. “İslam’da orjinalite bir şey bulmak mümkün değildir.” der. Gustave Edmund von Grunebaum, Kuran’daki fikirlerin peygamberin kendi fikirlerini olduğunu ileri sürer. (s. 156) Yaşayan oryantalistlerin en meşhurlarından Bernald Lewis ise klasik İslam’a düşmanca bakış açısı ile oryantalist görüşleri genel olarak ileri sürer. Tüm bunlara bakınca şu sonuç ortaya çıkar: Oryantalistlerin çalışmalarına emperyalist devletlerin verdiği ekonomik destek göz önüne alınınca, başından itibaren akademi ile ulusal güvenlik çıkarları arasında çok güçlü bir bağ kurulduğu ortaya çıkar. (s. 158)
SSCB’de Oryantalist çalışmalar
Eski oryantalist geleneği gözden geçirerek Marxist ideolojiye ve doğunun yeni politik oluşumuna uygun hale getirmeye çalışırlar. (s. 159) Sovyet oryantalist çalışmaları Sovyetler birliğinin dış politikadaki tercihlerine bağımlılık arz eder ve sonuçta Sovyet oryantalizmi de doğu halklarını kendi ideolojilerini dayattıkları birer nesne gibi görürler. (s. 160)
Oryantalizm Eleştirileri
Edward Said ve Oryantalizm
İlk baskısını 1978’de yapan Oryantaklizm adlı eseri ile Said, oryantalist çalışmalarla Fransa, İngiltere ve ABD’nin Orta Doğu’daki emperyalist çıkarları arasındaki bağlantıya işaret eder. Oryantalizm, doğuya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve yönetmek için batının bulduğu bir yoldur. (Said, Oryantalizm, s. 15-16 ) Doğu hakkında her konuşulduğunda aslında bir ‘ menfaatler örgüsü’nden bahsedilmektedir. (s. 166) Doğu, ‘Batı’da ve batı için’ ifade ettiği ile önem kazanmaktadır. (s. 167) Said oryantalizmi bir muhakeme üslubu ve siyaset ve emperyalist menfaatler ilişkisi olarak görür. (s. 170) Batının masum olan bir doğu fikri yoktur. 19. yüzyıldan sonra yeni bir oryantalist tipi ortaya çıktığını söyler Said, ‘imparatorluk ajanı oryantalistler.’ (s. 171)
Marxizm sonuçta batı kültür dünyasının bir ürünüdür. Doğuyu etkilemesi, batının doğuyu işgali, batılı kültürü doğuya getirmesi ile başlar. Marx’ın ‘ insanoğlunun yazgısını gerçekleştirmek’ gibi ifadeleri de (s. 176) aslında batılı üstünlük ve yönlendirme mantığını kendisini de taşıdığını göstermektedir.
Edward Said ve Oryantalizm
Said eseri ile İslam’ı veya Doğu’yu savunmak gibi bir hedefi olmadığını, ( E. Said Doğu, Doğu değildir: Oryantalizm çağının yaklaşan sonu, Varlık, Şubat 1996, sayı: 1061, s. 42) aslında doğu kavramının batılının zihninde üretildiğini ileri sürer. (s. 180) O, eseri ile oryantalizmin tarafsız olmadığını, eleştirici, yanlı (critical) olduğunuve Doğu-batı ayırımının son bulması için bir tavır (E. Said Doğu, Doğu değildir, s. 43) için eserinin yazıldığını ifade eder. İki dünya arasında bir uzlaşmayı savunur. Yalnız burada Said bir hataya düşer ve doğuyu kendi kimlikleriyle tanımlamadan uzaklaştırır. Çünkü doğu batı farklı değildir, der. (s. 181) Bu zaten kendi kimliğinde de ortaya çıkar; Said bir Hıristiyan’dır ama Filistinlidir, Araptır ve neticede Doğuludur. Said eleştirilerine karşı alternatif bir model önermemiş (s. 183) Hatta Said bir bakıma oksidentalizmin de önünün tıkamıştır. Said oryantalizmin temel dogmalarına eleştiriler getirir ama bunu Doğu adına yapmaz.
Yücel Bulut, Oryantalizmin kısa tarihi
*
Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar
Tarihi Süreç
Hıristiyan entelektüellerinin İslam’a karşı ilk tepkilerinin ne olduğunu hemen hemen hiç bilmiyoruz. Yedinci yüzyıldan kalma kimi yayınlar tepkinin çok olumlu olduğunu gösteriyor. Sekizinci yüzyılda İslam hakkında Hırisityanların bilgilerinin ham olduğunu görmekteyiz. Dokuzuncu yüzyılda ise İslami arianizme (Hz İsa’nın tanrılığını reddeden anlayış) benzettiklerini görüyoruz.
Yuhanna ed-Dımeşki, İslamiyetin Hıristiyanlığın sapık bir fırkası olduğunu savunur. Batıda İslam düşmanlığı Hıristiyanların dinlerinden cayma olgusuna karşı ortaya konulmuş ve kendilerine bir özsaygı kazandırmıştır. Batıda II. Yüzyıldan beri ‘Muhammedilik’in sapkınlığı ve yalanlığı tezini’ işlemeleri, dozu değişse de günümüze kadar gelmektedir. (s. 16) II. yüzyılda batı Hıristiyanlığında önce kolektif bilinç sonra da kolektif bilinçaltına kök salan bu İslam düşmanlığı ve horlama anlayışının asıl amacı Hıristiyan anlayışının korunmasına yöneliktir. Bundan dolayı Müslümanlar vahşi, Hz peygamber de şehvet düşkünlüğü ile suçlanmıştır. (s. 19) Bu algı 12. Yüzyıl ve 19. Yüzyıl arasında sıkça işlenmiştir. İslam’a karşı yoğun olumsuzluklar haçlı seferleri ile de ilişkilidir. Norman Daniel’ın (Islam and the West) ortaçağ Hıristiyanlık edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarda, İslam’a karşı yapılan hakaret ve olumsuz yaklaşımların bilgisizlikten daha çok, kötü niyetten kaynaklandığını ifade eder. (s. 22) Bu dönem İslam düşmanlığında egoizm yani üstün olma fikrinin de işlendiğini görmekteyiz. İslam Hıristiyanlığın yadsınması, Muhammed ise bir sahtekâr, kötü bir şehvet düşkünü ve şeytanla anlaşmış bir anti İsacı’dır. (s. 25)
İslam hakkında batı bilinç altnı oluşturan temel unsurlar: Tarihi, dini, kültürel, sosyal, psikolojik ve siyasi unsurlardır. Bunlara bilimsel faaliyetleri de ekleyebiliriz.
Batıda oryantalizm çalışmaları zamanla ortaya çıkmaya başladı. Hadis ve sünnet konusunda Goldziher, Theodor Nöldeke gibi oryantalistler çeşitli çalışmalar yaptılar.
Goldziher diğer oryantalistler tarafından övülürken, Müslümanlar tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Fuad Sezgin ve Talat Koçyiğit onu eleştirenlerin başında gelir. Schacht (1902- 1969) Goldziher’in fikirlerini geliştirerek sunar. Ona göre “Fıkhi hadisler sahih değildir. Bunlar hadis kisvesine sokulmuş 3. Asır Müslümanlarının görüşleridir.” Bu görüşler Mustafa el-Azami ve Ahmet Hasan tarafından eleştirilmiştir. Daha sonra Juynboll, Schaht’tın fikirlerini devam ettirmiştir. Kısaca, Golziher’in hadsi konusundaki görüşlerini Schacht geliştirmiş, hukukla ilgili hadislerin uydurma olduğunu ileri sürmüş, Juynboll ise devam ettirmiştir. (s. 31)
Müsteşrik Schacht ve Nebevi Sünnet, Mustafa el- Azami
6. yüzyılda kabe putlarla çevrilmişti. Allah (cc) hukuk düzeni nedir bilmeyen putperestlere peygamberini, adaleti tesis edecek ebedi bir dinle göndermiştir. Mekke’de Hz peygamber ve ashabı 10 yıl çok çile çekmişlerdir.
Mekke’de İslamiyetten önce de bazı Hıristiyan gruplar yaşıyordu. Hatta bunların içinde çıkan bazı şairler putları alaya alıyordu. Ancak bu insanlara baskı ve itiraz yapılmıyordu. Peki, ashabın çektiği bu sıkıntının sebebi neydi? Bunun sebebi, Müşriklerin “Allah’tan başka ilah yoktur.” sözünün ne gibi sonuçlar doğuracağını kavramış olmalarıdır. O, soyut bir söz değildir, aksine bu kelime teslimiyeti, boyun eğmeyi ifade etmektedir. Medine’de, İslam inancına dayalı bir toplum oluşunca İslam’ın hayata tatbiki ortaya çıkar. Bu genç devlette ilahi yasaları belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu itibarla hiçbir insanın ilahi yasa koyma yetkisi yoktur. (Araf, 54) Pek çok ayeti kerime Müslümanlara, peygambere itaati emreder. (Nisa, 59 gibi) İlahi yasanın (Teşri) kaynağı Allah’ın Kur’an’daki sözleri ve peygamberin sünnetidir. Müslümanlar bu iki kaynağa bağlı kaldıkları müddetçe itibar ve güçlerini korumuşlar, uzaklaştıkça zafiyet yaşamış, siyasi alanda çökmüş, sömürülmeye başlanmışlardır. (s. 37) Hindistan ve benzeri ülkelerde sömürüye karşı ayaklanılmış ve bağımsızlıklar kazanılmıştır.
Emperyalistler, Müslüman halkın kendilerine karşı ortaya çıkan mücadele ruhunu yok etmek için geleneksel hukuk, eğitim ve bilim sistemlerini ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir. (s. 37) Batılı emperyalistler önce Kur’an’a değil, Hz peygamberin sünnetine savaş açmışlardır. Önceleri sünnetin bir kısmını inkârla başladıkları çalışmalarında sonunda, tüm sünneti inkâra ulaşmışlardır. Bunu iki yolla yapmışlardır: İçeriden batı zihniyeti ile yetişmiş olan Müslüman aydınlar ve dışarıdaki oryantalistlerle. (s. 38)
Hurgronje ve Goldziher gibi oryantalistler İslam’a ve sünnete savaş açmışlardır. Daha sonra ise Schacht eserinde, İslam hukukunun dayanaklarını ve İslam hukuk tarihini tamamen yok etme yolunda çabalamış, hukukun dini saha dışında olduğunu iddia etmiş, fıkıhla ilgili hadisleri peygambere izafe etmenin zor olduğunu ileri sürmüştür.
Schacht’ın temel görüşü
Hz peygamber ve sahabe teşri -İslam hukuk kuralları koyma- ile ilgilenmemişlerdir. Teşri din sahasının dışındadır ve Hz. peygambere izafe edilen fıkhi hadislerin hiçbiri sahih değildir.
Yazar burada iki hataya düşmektedir, birincisi akli ve mantıki düşünmemesi, ikincisi ise iddiasını oluştururken Kur’an’a dikkat etmemesi.
İslam’ın cahiliye devrine egemen olan anlayışla ilişkilerini tamamen kopardığı bir toplumda, kendi hukuk sistemini sunmamış olması düşünülemez. İslam daha önce toplumda var olmayan bir takım yeni örf ve adetler getirmiş, toplumda var olan bir takım örf ve adetleri kaldırmış ve yerine daha iyilerini getirmiştir. Toplumda var olan bir takım güzel davranışlara da yeni çehre kazandırarak devamını sağlamıştır. (s. 42)
Kur’an’a baktığımızda; Allah teşri hakkını kendine özgü kılmış, bu konuda peygambere de yetki vermiştir. Kur’an emir ve yasaklar konusunda tam bir teslimiyet istemektedir. Allah’ın indirdiğini kimsenin değiştirme hakkı yoktur.
Eğer İslam yepyeni bir yasama esası getirmemişse, inananlarından tam bir teslimiyet istememişse, hayatın bütün alanını kuşatan yasalar getirmemişse o zaman bu dinin pratik bir alanı yoktur demektir.
Hz Peygamber döneminde pek çok sahabi kadılık görevi üstlenmiştir. Kur’an’a baktığımız zaman hayatın her alanını kuşatan bir teşri yönünün olduğunu görürüz: İbadet, cihat (Devlet hukuku), fert ve aile için toplumsal nizam, yiyecek ve içeceklerin hükümleri, muamelat, suçlar ve cezaları gibi. Ayrıca ilk telif hareketinin fıkıh alanında olduğunu görürüz. Daha sonra emeviler döneminde fıkıh kitapları ortaya çıkmaya başlar.
Schacht’ın ‘peygambere nispet edilen tek bir sahih hadis yoktur’ iddiasına dayanak ve sünnet hakkındaki görüşlerinin temel nedeni onun yöntemiyle alakalıdır. Oysa peygamberimize ulaşan bitişik senedle (muttasıl) binlerce hadis vardır. Schacht’ın söylediği gibi fıkıh 3. ve 4. hicri yüzyılda ortaya çıkmamış, çok daha önce ortaya çıkmıştır. Hadislerin de onun iddia ettiği gibi ortaya çıkışları 2. ve 3. asırda olmamıştır. Hadis senetleri peygamberimizde hemen sonra ortaya çıkmıştır. Ayrıca hadis uydurmaya karşı alınan ilmi tedbirler ve hadis alimlerinin hadise verdiği önem yazarın iddialarını geçersiz kılmaktadır. (s. 50-80)
Sünnet: İlk muhtevası ve gelişimi
Müslümanlar için sünnet yeni bir olgu değildir. İslam hukukunda ise sünnet, peygamber tarafında model olarak ortaya konulmuş normatif bir tatbikatı ifade eder. İmam-ı Şafiden sonra hadis ile sünnet aynı anlamda kullanılmaya başlanmışsa da bu doğru değildir.
Hadis, peygamberin davranışlarının rivayetidir. Sünnet ise bu rivayetlerden çıkarılan kurallardır. Yani hadis, sünnetin taşıyıcısı ve vasıtasıdır. (s. 85)
Schacht’a göre sünnet hukuki bir kuram değil, siyasi bir mefhumdur. İlk hukuk mekteplerinde ise sünnet, Hz. peygamberden gelen meşhur hadislerle sahabe veya tabiinin davranışlarıyla desteklenen toplumsal tatbikatlardır.
Mehmet Emin Özafşar, Oryantalist Yaklaşıma İtirazlar
*
Batı ve İslam arasında Oryantalizm
Oryantalist düşünce üstünlük psikolojisi içinde konuşur ve ‘ötekini’ söylemleri ile yeniden üretir. Modernizm ise batı dışı toplumları batılılaştırmayı hedefleyen bir ideolojik projenin adıdır. Oryantal söylem öteki olan batı dışı toplumlara yetersiz ve eksik olduklarını empoze eder. Ötekiler içinden ortaya çıkan yerli seçkin oryantal sınıf ise “dar, yıkıcı ve nefret yüklü olan” ulusçuluk söylemini efendisince kabullenmek adına sahiplenmiştir. (s. 12-13)
Giriş
Batı, dini felsefeleştirirken doğu, gelenekselleştirmiştir. (s. 15) Edward Said’e göre Doğu Batının ‘ekonomik kaynaklarının bulunduğu yer’in adıdır. (s. 17) Bu bakış açısı ile batı kendini efendi gibi görmüş ve doğuyu bir hasta gibi masaya yatırmıştır. Tanımlamalarda ise batılı usul ve kriterlere dikkat edilmiştir. (s. 18) Batı doğuyu anlatırken aslında kendini anlatmaktadır. Doğu despot ise aslında batı despot değildir. Kölelikten bahsediliyorsa aslında bu batının ne kadar özgürlükçü olduğuna duyurmayı amaçlamaktadır. Mesela bir Filistinli İsraillin kendi ülkesini işgaline karşı çıkıyorsa aslında bu “İslam’ın İslam olmayana karşı bir savaşıdır.” Bir oryantalist için doğulu her zaman doğuludur. (E. Said, oryantalizm, s. 144) Onun sağcı solcu, devrimci olması bir şeyi değiştirmez. (s. 19) Hiç bir batı kaynaklı bile olsa ideoloji bir doğuluyu batılı yapmaya yetmez. Doğulu her şeyden önce doğuludur; bir Müslüman yarı Fransız olabilir ama yarı Hıristiyan asla olamaz. (s. 20) Oryantalistler, doğu medeniyetlerinin Avrupa medeniyetine ne kazandırdığını belirleyerek onları bu eksen üzerinde değerlendirirken, zamanla özünü tanımaya dönük doğudaki faaliyetlere de fundemantalizm adını vermiştir. (Abdullah Topçuoğlu, Postmodernizm ve İslam, s. 218)
Ontolojik açıdan doğu ve batı
Doğu da Allah’ındır! Batı da Allah’ın! Onun yüz isminden biridir Hak. Methüsenalar olsun O’na. Amin. (Geothe, Doğu-Batı divanı) “O, doğunun da batının da rabbidir.Ondan başka ilah yoktur.” (Kur’an, 73/9)
Doğu batı arasındaki fark sanata da yansımıştır. Doğu sanatta “duygu uygarlığını” temsil ederken batı sanatı “yaratma edimi” şeklinde algılar. (s. 27) Hıristiyanlıktaki oğul tanrı inancı, kralları da tanrısal bir sıfat yaraştırılırken batılı sanatçılarda ise gizli bir yaratıcılık kompleksini ortaya çıkarmıştır. (s. 29)
Avrupa merkezcilik
Geçmişlerini batılılardan öğrenen topluluklar, kendi tarihlerinde kayda değer bir bilginin olmadığına inandırılmışlardır. Çünkü batı, dünya üzerindeki tek uygarlığın batı uygarlığı olduğunu zihinlere kazımıştır. Buradan doğulunun batılılara benzemesi gerektiği sonucu da kendiliğinde ortaya çıkmaktadır. Bir şeye benzemek ise kendi olmaktan vazgeçmekle mümkündür. (s. 31) Batılı olaylara iki ayrı pencereden bakar. Mesela bir ” Fransız, kendi gibi batılı komşusuna hoşgörülü iken öteki kabul ettiği ve yönettiği zannettiği ülke halklarına ise alaycı, küçümser ve merhametsizdir. (Atilla ilhan, Hangi batı, s. 41) Doğulu toplum içinde elit kabul edilen bir kesim zamanla oluşturulmuştur. Bu kesim topluma oryantalist düşüncenin biçtiği yolu salık verir. Bu elitlerin görevi cahil halkları eğitmek, uygarlaştırmaktır. Bilinçlenmenin yolu ise dini ve ahlaki değerleri inkardan geçmektedir. (s. 33) Batı, Yunan-roma ve Hıristiyan üçlemesinin terkibinin sonucudur. (s. 34, 44) Doğu batı kavramları E. Said’e göre öteki ile efendi arasındaki ilişkiyi ifade eder. (s. 35) Batı güdümüne giren toplumlar ise her zaman dağılmış, parçalanmış ve özüne yabancılaşmıştır. Milleti Sadıka denen Ermeniler ne zaman ki batılıların oyunlarına gelip ‘Hıristiyan olduklarını’ hatırlarlar, birden katliamlara başlarlar. Sonuç yüzyıldır dinmeyen eko-politik mücadeleler. Ama asıl sorun çıkaranların bu arada adı hiç geçmemekte ve asla kaybeden taraf olmamaktadırlar. Bu nedenle Said oryantalizmi, ‘batı dışındaki toplumların yönlendirilmesi ve kullanılması için sarf edilen gayretlerin tümü’ olarak nitelemektedir. (E. Said, oryantalizm, s. 10- 32)
Avrupalılık bilinci ve ruhu
Huntigton’a göre AB özetle, “Avrupa kültürünü ve Batı Hıristiyanlığını paylaşan milletlerin birliğidir.” (Halil İnancık, Türkiye ve Avrupa, Doğu batı dergisi, Sayı 2, s. 20) Avrupa merkezci bakış açısına göre Avrupa dünya tarihinin merkezidir ve dünya tarihinde insanlığın başından geçmiş her önemli olay Avrupa bölgesinde ortaya çıkmıştır. (s. 43) Batı, karşıtını üreterek varlığını canlı tutabilmektedir. Bunun içinde siyasi, kültürel bir karşıta ihtiyacı vardır. Batı sömürücü karakterini, aydınlanma, modernleşme ve küreselleşme maskesiyle örtmekte, ötekine karşı militarist tutumunu gizlemektedir. Özne Avrupa insanıdır, öteki ise nesnedir ve nesnenin değeri özneye olan yakınlık veya uzaklığına göre değerlendirilmektedir. Aradaki ilişki efendi köle ilişkisine dönüştürülmüştür ve öteki ile diyalog ya hakimiyet kurmak ya da ötekini kendi içinde eritmek amacıyla geliştirilmektedir. (s. 44, 51) Huntigton: “ABD kendini hep düşmanlarına bakarak tanımlamıştır. Önce monarşi Avrupa, sonra nasyonal sosyalist Almanya sonra komünist Rusya. Ama şimdi ne? Eğer bir düşmanımız olmaz ise gideceğimiz yer, tarihte Sovyetler birliğinin yanındaki çöplüktür.” (Özdağ, siyasi açıdan yeni dünya düzenine bakış, s. 27) Avrupa dinden tecrit edilmiş bir beşeri yapıyı temsil etmektedir. Ötekine karşı bütününü korumakta militaristtir. Batı tarihin öznesi olarak kendini görür. Batı dışı toplumlar daha çok Avrupalı veya daha az Avrupalı şeklinde bir statüye sahip olabilirler. (s. 47) Ticari ham maddelerin ele geçirilme isteğinden sonra oryantalist bakış açısı bir siyaset aracı olarak işlev görmeye başlar. (Oğuz Adanır, Occıdentalısme, Doğu batı dergisi, sayı 14, Nisan 2001, s. 100) Kendisini kalın duvarlar gerisine hapseden bir Avrupalının insanlık barışına bir katkıda bulunabilmesi beklenemez. (s. 48)
Ötekeleştirme
Oryantalist bakış açısında Müslümanların kendi din ve dünyaları hakkındaki tasavvurları önemsenmemiş, Kur’an’ın indiği devrin karakterleri ile ilgili tanımlanmalar dikkate alınmamış, Müslümanların kutsal metinleri ile olan diyalogları es geçilmiştir. (Bryan S. Turner, Max Weber ve İslam, s. 9) Doğuyu birikmiş kırgınlıkların ( !?) etkisi ile marjinal bir çizgide görmekte ise de batının yanlışlar yaptığını da itiraf eden (Montgomary Watt, Körfez savaşı sonrası Müslümanlar ve Hıristiyanlar, s. 326-345) batılılar da vardır. Alvin Tofler “Emperyalizmin sadece ekonomik bir mesele olmadığının aynı zamanda sömürgeleştirilen toplumların aşağı olduğu duygusunun dayatması olduğunun da farkındayım.” (Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor, s. 166) derken, Thiery Hentch ise, “Bizde bu kültürün mirasçılarıyız, ötekilerle yüzleşmeliyiz.” (Hayali Doğu, s. 11) demektedir. “Eğer atalarım, Müslüman orduları tarından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak 14. yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de İspanya da ki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya’daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hıristiyan edildiler. (Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, s. 50) Nitekim Filistin’deki Hıristiyanlar, İslam egemenliği süresince, en mutlu devrilerini yaşamışlardır. Bu gün ise Filistin, Müslüman’ın dünya kamuoyu önünde katledildiği bir yer olarak varlığını sürdürüyor. (s. 90) Steven Runcıman (Haçlı seferleri tarihi, I/67) şöyle demektedir. “Bir Bizanslı, kendisini Kahire veya Bağdat’ta Paris, Goslor veya hele Roma’da olduğundan çok daha rahat hissediyordu.”
E. Said bir Hıristiyan olmasına rağmen eleştirileri hep kuşkuyla karşılanmıştır çünkü sonuçta o bir doğuludur. (s. 50) Roman ve sinema ile de batılı olmayanı ötekileştiren oryantalizm, batıyı hakim bir evrensel norm ve merkez olarak ilan etmektedir. (Fuat Keyman, Oryantalizm, Derleme, s. 10) Doğu ise bu merkeze bağlı bir nesne olmaktan ileri gidememektedir. (s. 51) Doğu hakkında üretilen imgelerin kaynağı batılının zihnidir. Mesela hiç bir gayri müslim bir hareme giremediği halde bir çok Hıristiyan ressam harem resimleri yapmıştır. (s. 66) Hayalde üretilen doğu ile gerçek doğu ise birbirinden farklıdır. Bu şekilde özne olan batı, nesne olarak görülen doğuyu istediği gibi eleştirip değerlendirmekte ve yargılayabilmektedir. Çünkü yargıda bulunabilme hakkı, özneye ait bir özelliktir. (s. 55) Değer biçen de veren de öznedir. Öteki olan nesneyi anlamaya çalışmak yerine değiştirmeye çalıştı özne olan batı. Onu siyasi olarak sömürdü, entelektüel açıdan onu tanımladı, kültürünü değiştirdi. Ahlaki açıdan da ” Neyi bizim gibi yapmadıkları, bizim gibi anlamadıkları” nı ortaya koydu. (Said, Oryantalizm, s. 2) Doğuluya düşen batılı kavramlarla kendini tanımlamaktı (s. 56) ama bunu da becerememişti (!) Bir fert ne kadar batıcı olursa olsun, eğer doğulu ise önce Doğuludur sonra batıcı.(s. 68) Batı kaynaklı ideolojilerden Marx’ın ekonomik, Freud’un psikolojik, Darwin’in ise biyolojik teorileri oryantalizmin uç keşif kolları olarak tarihsel işleve sahip olmuşlardır. (s. 57) Bu taşıyıcı kanal görevi gören ideolojiler sayesinde doğu dünyasında, yeni iç güçler oluşturabilmiştir batı. (s. 68) Doğu, başından beri batılının zihnindeki cinselliğin bir objesi idi. Doğunun mekanı sömürgeleştirilmesi gereken bir arazidir. (s. 60) Mostesquieu, İran mektupları’nda bunu mizah-ironi karışımı ifade eder: “Bir insan nasıl acem olabilir?” (G. R. Havens, Fikirler çağı, s. 102) Doğu hakkında önce gezginlerin anlatımları batılılar için kaynak oldu. Zamanla doğu ile ekonomik ve politik ilişkiler oldu. Bu defa akademik çalışmalar başladı. Doğunun ekonomik kaynakları usulüne uygun sömürüldü. Sömürü hunharca ve vahşice idi. Geri kalan zamanda ise doğuya düşen görev, bir pazar olması idi. (s. 65) Sömürülecek bir şeyi kalmadı ise batının ürettiklerini tüketmeli idi! Oryantalist söylemin anahtar kavramı ‘keşif’ sözcüğüdür. Keşif bilinmeyeni ortaya çıkarmaktır. Batı tarafından bilinmeyen yok hükmündedir. Bir şey zamanla batılı tarafından önce keşfedilir ve sonra da adam edilir. (s. 67) Yunanistan’ın Avrupa’nın kökeni olarak algılanmasındaki ısrarcı tutumun nedeni doğudan kurtulma isteğidir. (s. 85)
Batılılara göre Türkler, sanatı, bilimi ve şehirleri yok eden barbar idiler. Dinleri, kaba zihinlerini yontmaya elvermediği için cahil idiler. Protestanlara göre tanrı Hıristiyanları Türkler aracılığı ile cezalandırıyordu. Türkler savaşı temsil ediyordu, Hıristiyanlar ise barışı. (s. 69) Batı haçlılardan bu yana karşıt olarak sadece İslam’ı görmüş ve hala görmektedir. (s. 70)
Büyük karşıt: İslam-doğu
İslam, Hıristiyan batı için bir uyarıcı konumundadır. (T. Hentch, Hayali doğu, s. 36) Hıristiyanlığın kendine dönüşünü ve kendi değerlerine sarılışını körükler. (s. 88) Bunun tarihi nedenleri de vardır: Daha Emeviler döneminde İstanbul’un kuşatılması, III: Leon’un 726 yılında başlattığı tasvir kırıcılık (İkonoklazm) yani aziz ve Meryem resimlerini tahrip etme hareketleri ve ancak bu hareketin kanlı mücadelelerle sona erdirilebilmesi (Işın Demirkent, İslam ansiklopedisi, Bizans, VI-234 ), haçlı seferleri. (s. 89) Varlığını ötekine bağlı üreten batı Hıristiyanlığı, İslam’ı her zaman farklı göstermeye çalışmış ve bu eğilimini bugüne dek sürdürmüştür. (s. 90) Hıristiyanlar papalığın propagandalarından etkilenmişlerdir. Hz Muhammed onlara göre “bir sapkın, şeytanın yolunda giden birisi, sapkın keşişlerden aldığı derslerden etkisinde kalan” biri idi. (s. 91) Müslümanlar barbar, şehvet düşkünü, siyah, çirkin ve köpek kafalı idiler. (Rana Kabbani, Avrupa’nın Doğu söylenceleri, s. 32-35) Batı Hıristiyanlığı şeytan ile savaşan bir din olarak görür. İslam hakkında kullanılan dil; zoolojik (hayvanbilimsel) bir dildir. (Frantz Fanon, Yeryüzünün lanetlileri, s. 39) İslam hoşgörüsüz, şiddet yanlısı, zorla din değiştirttiren, baskıcı, katı, kadınları köle gibi gören bir dindir. (Eva de Vitray Meyerovitch, İslam’ın güler yüzü, s. 116) Cennetin yolu Kudüs’ten geçmekteydi. İsa’nın kabri sapkın barbarlarca kuşatılmışdı. (T. Hentch, Hayali doğu, s. 53) ‘Şeytanın esiri olmuş Müslümanlardan tanrının kabrini kurtarın’ diye keşişler bağırıyordu. (s. 92) Amaç Hıristiyan birliğini oluşturmaktı. 1396’daki haçlı seferindeki amaç Kudüs değil İstanbul idi. Haçlı seferlerinden günümüze kalan, tarihi İslam karşıtı teolojik ırkçılıktır. Haçlı seferlerinden sonra batılılar için doğu demek; İslam demek olmuştur. (s. 93)
Haçlı seferlerinden sonra çeviriler durur. Batının İslam ile ilgili tanımı artık terör kavramı ile ifade edilir. (s. 95) Hayali doğu, haçlı seferleri ile ortaya çıkar. (Hilmi Yavuz, Türk Müslümanlığı ve İslam üzerine, s. 95) E. Said, “Hiçbir din, İslamiyet’le ilgili iddia edildiği gibi, ‘batı medeniyetini tehdit ediyor’ türünden bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. (Said, Haberler ağında İslam, s. 13) Batıya tümü ile boyun eğmeyen tek medeniyet olarak İslamiyet’i görmüşlerdir. (Said, haberler ağında İslam, s. 39) Bütün halinde bir kainat ve Allah tasavvuru ortaya koymuş olan İslam, batı’nın, kutsaldan soyutlandırılmış tek kanatlı medeniyetini hala tehdit etmektedir. (s. 133)
ABD’li tarihçi Daniel Pipes: “Faşist ve komünist tehlikeleri yendik ve şimdi de İslamcı tehlikesini yenmemiz gerek. İslam hukukunun tümüyle uygulanmasını isteyenlere karşı çok katıyım. İslamcılığı milliyetçi bir Yahudi veya köktendinci Hıristiyan’dan çok daha büyük bir tehdit olarak görüyorum.” (Akşam, 08 Ocak 2013)
İslam peygamberi İsa düşmanı idi. (s. 96) Avrupa kutsal savaşlarda özümsediği kinden asla tam olarak kurtulamamıştır. (R. Kabbani, Avrupanın doğu söylenceleri, s.15) 1920 yılında Fransız General Gouraud, Şam’a girince, Selahattin Eyyubi’nin türbesine giderek ve şeytanca bir zevkle: “İşte yine biz geldik, Selahattin” demesi bitmeyen kine işarettir. (s. 96) Haçlı seferlerinden sonra Niğbolu ve Varna savaşları ile batının Osmanlı karşısında yenilgiye uğraması, zamanla dünya ticaret yollarının Osmanlıya geçmesi üzerine batı, ekonomik, siyasi ve kültürel politikalarını bu yeni karşıtı üzerine oturtmuştur. Batılı ruh kendi olumsuzluklarını ötekinin üzerine yıkarak, günahlarından arınmayı düşünmüştür. Yunan’da yabancıyı barbar olarak gören düşünce, bütün batı tarihi boyunca değişmeden devam etmiştir (s. 98, 104, 121) Sör Walter Scott’un ‘Tılsım’ adlı romanından bir alıntı: Roman kahramanı Sir Kenneth, Müslüman bir Arabı bir çölde köşeye sıkıştırır ve ona şunu söyler: “Bana asıl garip gelen nedir bilir misin? Sizlerin şeytanın evladı olmanız değil, bununla övünmeniz!” (Said, Oryantalizm, s. 138)
Batılılık bilincinin şekillenmesine doğru
Batı ötekini dışlayarak hem hem kendi kimliğinin farkına varmış hem de kendini rahatlatmıştır. Avrupa’nın kuzey batısında olan Hollanda da bile İslam algısı değişmemiştir. Martin Luther, Osmanlı sultanını papa ya benzetmekte, onun papayı cezalandırmak için tanrı tarafından gönderildiğini iddia etmekteydi. (s. 102) İslam’ın yayılışı, durağanlaşan Hıristiyanlığa kırbaç etkisi yapar. (Thierry Hentch, Hayali doğu, s. 98)
İstanbul fethedildikten sonra artık Osmanlı, askeri ve siyasi kurumları ile taklit edilecek bir üstün güç olarak algılanmaya başlanır. (Halil İnalcık, Hermenötik, oryantalizm, Türkoloji, Doğu batı dergisi, sayı 20, s. 25) Osmanlı zamanla gerilese, İslam ülkeleri işgal edilse de batının yüreğinin en gizli köşelerinde hep bir orta doğu korkusu saklı kalmıştır. Ya Ortadoğu da yeniden bir İslam uygarlığı ortaya çıkarsa. Ya birlik çizgisinde el ele verip yeniden tek ülke olursa, o zaman batılılar kimleri sömürebilecektir? (Mehmet Kahraman, Batıdan kendimize bakmak, Yedi İklim, sayı 58, s. 38) Aydınlanma, rönesanstan sonra da batılı insanın zihni aynı kalmış, sadece şekil değişikliğine gidilmiştir. (s. 106)
Tanrının otoritesinden devletin otoritesine, feodal hiyerarşiden bürokratik hiyerarşiye kapılan ve eşrefi mahlukat iken iyi yurttaşlığa dönmüş, dinden kaynaklandığı iddia edilen eşitsizlikte modern hayatın ekonomik ve politik eşitsizliğine terk edilmiştir. En önemlisi de kutsallardan arındırılmaya çalışan akıl zamanla kendisini kutsallaştırmıştır. İnsan artık modern hayatın kamuya açık alanlarında bir atoma dönüştürülmüştür. (Neşet Toku, Kültürel rölativizm zemininde insan, Düşünen siyaset, sayı 15, s. 78) “Dünyanın Avrupalılaştırılması, evrensel bir kimlik üretmek anlamına gelmediği gibi, aksine tek tipleştirici bir özellik sergilemektedir. (s. 141) Müslüman’ın tanrı iradesi karşısında tek tipleşeceğinden söz eden oryantalist söylem, dünyanın, Avrupa merkezci bir söylemle batılı özneye bağlı olarak tek tipleştiğini” göz ardı etmektedir. (s. 194)
Batılı bilince göre, değer kazanmak veya kaybetmek, tarihin öznesi olan batıya yakınlık veya uzaklık ile ilgilidir. (s. 108) Her şey o kadar batı kavramları ile açıklanmaya şartlandırılmıştır ki mesela Selahatttin Eyyubi için, “Sanki piskoposun veya rahibin önünde yemin eden şövalye” (Vera Beaudin Saeedpour, Selahattin in mirası, s. 77-106) kıyaslaması yapılmakta idi. (s. 94) Batı makyajlı ihtişamını devam ettirebilmek için ötekinin cilalı sefilliğine ihtiyaç duymaktadır. (s. 111) Batı doğuyu ötekileştirdikçe kültür ve zenginliklerini sömürebilmiştir. Ötekinin insaniliği zaten eksiktir ve bütün olumsuzlukları taşımaktadır. Oryantalizm, batının hayal ettiği Doğu’yu ifade eder. (s. 113) Batı doğuya karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenirken kilise de Müslümanlara karşı kurtarıcı bir misyon üstlenir. Doğu’yu kurtarma görevinde Batı efendidir, Doğu’ya düşen rol ise efendi karşısında köle olmaktır. (s. 114)
Avrupa’nın yorumladığı İslam
Asırlarca batılılar tarafından ezilen Yahudiler, günümüzde batılıların ileri karakolu olarak bir anda ezenlerin safına geçebilmişlerdir. Tarihte kendilerinin hamisi olan topluma karşı ileri karakol olmuştur Yahudiler günümüzde. (Kemal Tahir, Sanat edebiyat notları 4, s. 39) Oryantalizm Müslümanları Hıristiyanlaştırma amacını da güder. (s. 123) Dinler arası diyalog ise bir monolog şeklindedir (s. 115) ve amaç İslam’ı tanıma değil tanımlamadır. (s. 124) Amaç değiştirme, evrim geçirmesini sağlamaktır İslam’ın. Ama reformu kim yapacaktır, bu konuda bir otorite yoktur papalık gibi. Bu gerçekte bir sapmadır ve amaç siyasidir. (s. 125) İslam’da konsüllük sistemine benzer bir sistem olmadığını anlayamamaktadırlar. (s. 130)
Reform öncesi ezici ve zulmedici bir özelliği olan Hıristiyanlık aydınlanma sonrası sömürgecilikle bütünleşmiş ve sömürgeciliğin keşif kolu haline gelmiştir. (s. 127) Oryantalistler peygamberin parlak yeteneklere ve derin bir zekâya sahip olağanüstü bir karakter olduğunu söylerken, amaç, Kur’an’ın böylesine derin bir kişilikten sadır olabileceğini duyurmaktır ve peygamberin vahiyle olan bağlantısını zayıflatmaktır. Muhammedcilik tehlikeli bir düşmandır. (Albert Hourani, Batı düşüncesinde İslam, s. 23, 32) Romanın bütün medeni insanları, vahşet meydanları olan arenalardaki merasimleri seyretmeye geliyorlardı. Roma hayat felsefesi bakımından lezzet ve maddeperstlik üzerine kurulmuştu. Avrupa’yı oluşturan son bileşke ise Hıristiyanlıktı. (s. 143 )
Oryantalist söylem, doğulunun bütün günahlarını İslam’a yüklemiştir. (Bryan S. Turner, Oryantalizm, kapitlizm ve islam, s. 15-21) Ama bizde de oryantalist girdaba kapılmayan yok gibidir. Mümtaz Turhan, 1961 yılında yazdığı Garblılaşmanın neresindeyiz adlı eserinin 10. sayfasında şunu söylemektedir: “Garb/batı medeniyeti eski yunan ve Latin çerçevesi içinde meydana gelmiş bir Hıristiyan medeniyetidir. Taklitle bu iş olmaz, önce Yunan medeniyetinin kaynaklarına inmeli sonra da İslam ile Hıristiyanlığı telif etmemiz gerekmektedir.” Mütercim olmakla mütefekkir olmak arasındaki farkı bazıları hiç bir zaman ayırt edemeyecektir. “kendimizi Avrupalının gözü ile görmek” (Hilmi Yavuz, Batılılaşma değil, oryantalistleşme, Doğu batı dergisi, Nisan 1998, Sayı 2, s. 100) işte “Türk aydınının batılılaşma serüveni sonunda geldiği son nokta oryantalistleşmedir.” (s. 158)
Batı bilimi insan çabası bir ürün olduğu için değer vermemiştir. Batı bilimi insan ve doğaya hükmetme aracı olarak kullanmıştır. Foucault, bilginin başkası üzerine abanan bir güç olduğunu, özgürleşmenin önünü keserek gözetlemeye dönük bir kip halini aldığını ifade eder.” (Madam Sarup, Post-yapıcılık ve postmodernizm, s. 105) 19. yüzyıldaki İslam araştırmaları, sömürgeci devletlerin dış politikalarına uzman desteği sağlamayı amaçlıyordu.” (M. Türköne, İslamcılığın doğuşu, s. 38) Kristof Kolomb, seyahate çıkmadan önce yanına aldığı belgede, yanında seyahate çıkanların hiç bir suç nedeni ile yargılanamayacağını ifade ediyordu. Kolomb’un seyir defteriden: “Yerliler kötülüğü tanımıyorlar. Öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok. Son derece saf, dürüst ve eli açıklar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” (Sunay Akın, Kız kulesindeki Kızılderili, s. 13, 17-21)
Avrupa insanının asıl yüzünü gösteren, Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle tarafından topraklarını satın almak isteyen ABD başkanı Franklin Pierce’e yazılan mektup: “Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış. Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını? Havanın taze kokusuna, Suyun pırıltısına Sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Şakıyan böcekler… Toprak bizim anamızdır. Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular, sadece su değildir. Atalarımızın kanıdır o. Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam. Beyaz adam bizi anlamaz, biliriz toprak onun kardeşi değil düşmanıdır. Toprağı çocuklarından çalar. Açlığın dünyayı saracak beyaz adam. Ve ardında koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür Ve kaçar. Demir at (lokomotif), Öldürüp çürümeye bıraktığınız, binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlamıyorum. Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir. Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece. Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bütün buffalolar öldürüldükten, yaban atları ehlileştirildikten, ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda, sevimli tepelerin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra, bir bakacaksınız ki gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu yasamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır. . .Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz. Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz, belki biz hepimiz kardeşiz. Bunu zaman gösterecek. ” (Necmettin Şahinler, Tarihe adanmış sözler)
İsmail Süphandağı, Oryantalizm
*
Kur’an ve oryantalistler
Giriş
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümü uzun yıllar boyunca inanç çatışmalarıyla meşgul olmuştur. Bu süreç içerisinde ise en çok saldırıya uğrayan, tahrip edilmek istenen din İslamiyet’tir. Daha çok Hıristiyanlık ve Yahudilik tarafından gerçekleştirilen bu saldırılar, İslamiyet’in hak din olmadığına, Tanrı’nın bahsettiği hak dinin kendi dinleri olduğuna inanmaları sebebiyle olmuştur. Oryantalizm ise bu yolda ilmi çalışmalar yapmış kişilerin metotları, düşünceleri, yöntemlerine verilen genel isimdir.
Oryantalizm Nedir?
Oryantalizm’in türediği ‘’Orient’’ kelimesi lügatte doğu veya doğu ülkeleri anlamına gelir. Oryantalizm kelimesi ise Doğuluk, Doğu Hayranı gibi anlamlara denk düşer. Bizi asıl ilgilendiren manası ise İslamiyet ve Müslüman âlemine darbeler vurmak, Müslümanları saf dışı bırakmak amacıyla yapılan ilmi çalışmalar ve düşünceler olmasıdır.
Bu ölçek temel alındığında ortaya çıkan fikirlerden biri de Ömer Ubeyd Hasene’ye aittir: ‘Oryantalizm; Müslümanların inançlarını tahrip etmek, fikir binalarını yıkmak için İslam dünyasına gelen misyoner ve sömürgeci güçlere ilmi techizat üreten manevi bir maden ve fabrikadır.’ (Necdet Subaşı, Bilgi ve Hikmet, VI/104)
Oryantalizm’in Tarihçesi
Necip el-Akiki yazmış olduğu ‘’El-Müsteşrikûn’’ adlı eserde Oryantalizm’in kurucusu olarak Fransız rahip Jebert De Oraliac (940-1003)’e kanaat getirmiş olmakla beraber bu kendi araştırmaları sürecinde ulaştığı sonuçtur. Nitekim Oryantalizm’in tam olarak ortaya çıkış tarihi ve kim tarafından ortaya atıldığı bilinmemektedir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in ilk Latince çevirisinin yapıldığı tarih olan XII. asır da göz önünde bulundurularak, Alman Oryantalist Rudi Paret de Oryantalizm’in bu asırda türediğini bildirir. Belli bir kesim ise Oryantalizm tohumlarının haçlı seferleri sonrası atıldığını düşünmektedir fakat tam olarak ortak bir kanaat henüz oluşmuş değil.
Oryantalizm’in Kur’an Üzerindeki Çalışmaları
İslamiyet’in tarih sahnesinde boy göstermeye başladığı süreçten itibaren Müslümanların gücünden ve İslamiyet’in hızla büyüyüp gelişmesinden rahatsız olan Gayrimüslim kesim İslamiyet’i bu gelişmelerden mahrum etmek, Müslümanları çağların gelişmesi sürecinde saf dışı bırakmak için birçok çalışma yaptılar. Planlarını ise, İslamiyet’in temel taşı olan Kur’an-ı Kerim’den başlayarak yürürlüğe koymayı kararlaştırdılar. Amaçları Kur’an-ı Kerim’i yok etmek, başaramazlarsa bile en azından tahrip etmek olmuştur. Tabi bu düşüncelerini gerçekleştirmeleri için önce düşmanlarını yani Kur’an’ı iyi tanımaları, onun hakkında bilgi sahibi olmaları gerekiyordu. Bunu bildikleri için azimle çalışmaya koyuldular.
Arthur Jeffery (Foreing Vocabulary of The Quran) adlı eserinde Kur’anın ilahi bir kitap olmadığını savunur. Bu arada bir grup müsteşrik ise Kur’an’ın varlığını kabul etmiş, fakat diğer dinlerin etkisi altında kalınarak ortaya çıktığına inanmış ve bunu inandırmaya çalışmışlardır. Mesela, Kur’an’da Yahudi Hıristiyan veya Putperest etkisi olduğunu öne süren müsteşrikler bunlardandır. ( J. Haleoy, Es-sâmiriyyun fil Kur’an, G. Vadja, El Beyan fi İcazil Kur’an)
- BÖLÜM
Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi ve Oryantalist Tutum
Tercüme bilindiği üzere; bir kelime veya herhangi bir cümleyi belli bir dilden başka bir dile, anlaşılması için çevrilmesi işine denir. Tercüme iki şekilde yapılmaktadır; Harfi veya Lafzî tercüme / Manevi veya Tefsiri tercüme.
Harfi veya Lafzî tercüme; Harfi harfine ve kelimesi kelimesine yapılan tercümelerdir. Dolayısıyla anlam akışı karışıktır. Manevi veya Tefsiri Tercüme ise; konu bütünüyle ele alınıp anlamlı cümleler halinde tercüme yapılır. Mantıken bu tercüme türü daha faydalı ve tercihe şayandır.
Müslüman âlimler Kur’an’ın tercümesi konusunda çok farklı görüşler ortaya atmışlardır. Arapçadan bire bir, kelime kelime edilebileceği ve edilemeyeceği düşünceleri tartışılmıştır. Sonuç olarak Kur’an’ın anlaşılması için tercüme uygun görülmüş ve manevi-tefsiri tercüme tavsiye edilmiştir.
Batı dillerine çevrilen Kur’an tercümelerini inceleyecek olursak, Latinceye yapılan ilk tercüme Cluny manastırı başkanı Pierre Le Venerable tarafından yönetilmiştir. (1141-1143) Bu tercüme, ekleme ve çıkarmalar, farklı ekleme ve çıkarmalar, fazlaca kişisel yorumlar içerdiğinden güven ihtiva etmez. Bu denli meşhur bir tercüme bile gerekli güveni veremezken, diğer sıradan tercümelere dayanarak hareket etmek imkânsız denecek seviyede bir deneme olacaktır. Prof. Dr. Salih Akdemir, müsteşriklerin çevirilerine karşın şu cümleleri sarf etmiştir: “Onlar (müsteşrikler) tarafından yapılan tercümelerin sağlıklı olmadığını, kasıtlı ya da kasıtsız birçok hata ihtiva ettiğini burada özellikle belirtmek isteriz.’’ (salih Akdemir, Cumhuriyet Dönemi Kur’an tercümeleri)
Kur’an-ı Kerim’in tamı tamına, harfiyen tercüme edilmesi, ne kadar çaba harcansa da imkânsızdır. Çünkü mukaddes kitapta açıklanmaya ihtiyaç duyan ayetler de bulunmaktadır ve bunları bizzat Hz. Muhammed (sav) açıklamıştır. Bu imkânsızlık hususunda Georges Sale’in itirafı da önemlidir: “Kur’anı her ne kadar tarafsız olarak tercüme etmeye çalıştıysam da, okuyucularım Kur’an metnine bağlı kalınmış bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir.’’ (Sebilu’r-Reşat, 1954,VII/310) Yine İngiliz oryantalist M. Pickthall’de “Kur’an tercüme edilemez, ben bunu başardığımı iddia etmiyorum. Tercüme asla aslın yerini tutamaz.” (Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, 1947) diyerek vicdanlı, tarafsız oryantalist guruptan çok az da olsa bir kısmı açık açık Kur’anın tercüme edilemeyeceğini itiraf etmişlerdir.
Cenevre üniversitesi profesörü Edouard Montet, yaptığı Fransızca Kur’an tercümesinin mukaddimesinde, “Arapça olarak Kur’an’ı bilenlerin hepsi, bu dini kitabın güzelliğini, üslubunun son derece mükemmelliğini görecektir ki, Avrupa dillerindeki bütün tercümeler bu mükemmeliyeti hissettirip ifade etmek imkanından mahrumdur.” der. (Montet, Le Coran, s. 53) Georges Sale, Kur’an’ı tarafsız bir şekilde tercüme etmeye gayret ettimse de, Kur’an’ın metnine tam sadık kalmayı başaramadığımı okuyucu görecektir.”derken, Kur’an’ı İngilizceye tercüme eden oryantalist Marmaduke Pickthall, “Kur’an tercüme edilemez, ben bu kanaatteyim. Onun için Kur’an’ı tercümeye muvaffak olduğumu iddia etmiyorum, yalnız Kur’an’ın manalarını nakletmeye çalıştım, bunda başarılı olduysam kendimi mutlu sayarım. Fakat bu eser, bu tercüme hiçbir vakit asıl Kur’an’ın yerini tutamaz ve hiçbir vakit bu maksadı amaçlamamıştır.” (Ömer Faruk Korkmaz, Sorun kalmasın, s. 218)
- BÖLÜM
Kur’an-ı Kerim’in Kaynağı Meselesi
Kur’an, hem mana hem de lafız olarak hiç şüphesiz âlemlerin Rabbi, Allah(cc)’ın hikmetidir. Her harfi bizzat O’na aittir. Kendine bu mucizevî kitabı iletmek için ise Hz. Muhammed (sav)’i elçi olarak seçmiştir. Kuşku yok ki O’nda insanlığa tavsiyeler, hükümler ve benzeri konular mevcuttur.
‘’O (Kur’an) arşın sahibi Allah(cc)’ın katında güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen, şerefli bir elçi (Cebrail)’in getirdiği sözdür.’’ (Tekvir, 21) Ayeti kelimede aşikar olduğu gibi Kur’an bizzat Allah (cc) katından indirilmiş ve Cebrail vasıtasıyla Muhammed (sav)’e teslim edilmiştir. Bu teslimiyet, dönem içerisinde gerçekleşen olaylara binaen parça parça, kimi zaman uyarı, kimi zaman tenkit, kimi zaman tebrik, kimi zaman öğüt şeklinde gerçekleşmiştir. Kur’anın bu şekilde zamana yayılarak parça parça indirilmesi, bir anda uydurulmuş sıradan kurallar içeren bir kitap olmadığının ispatı olarak idrak edilmelidir. Ayrıca 1400 yıl öncesine teslim edilmiş bir mesajın, bu gün dahi aynı şekilde dikkat ve itinayla hayata tatbik edilebilmesi, yani evrensel olduğunun kanıtlanmış olması manidardır. Bir başka gurup olarak, Kur’an’ın Hz. Muhammed(sav)’in sözleri olduğunu iddia eden oryantalistleri analiz edecek olursak, bu guruba tek bir soruyla tezlerinin çürütülebileceğini hatırlatıyor ve soruyu kendilerine yöneltiyoruz; “Bulunduğu toplumdan dışarı çıkmamış, okuma yazması olmayan ümmi bir insan nasıl olurda bir anda, yıllardır okuryazarmış gibi kitap yazar ve bunun evrensel bir toplum mesajı olarak iletilmesini sağlar?’’
Hz. Muhammed (sav) yaşadığı süre içerisinde birçok sıkıntıyla karşılaşmış, zor durumda kalmış, ama her zaman Allah Teala’nın vahiy göndermesini, vahye dayanarak cevap vermeyi beklemiştir. Nitekim Kur’an’ı kendisi uydurmuş olsaydı bu durumlarda da basit bahaneler uydurabilir, cevaplar türetebilirdi. İnsanoğlunun isteyerek kendini zor duruma sokması asla mantıklı karşılanmaz. Bir başka husus da, vahyin Peygamber (sav)’i tenkit ve düzeltici amaçla gelmiş olmasıdır. Akıllı bir insan kendi kendini tenkit etme gibi bir saçmalıkta bulunmayacağından Kur’an’ın kaynağı bir kez daha tespiti mutlak hale gelir. Nitekim Allah(cc) ayeti kelimesinde; ‘’ Ey Peygamber, hanımlarının rızasını arzu ederek neden Allah(cc)’ın sana helal kıldığını haram kılıyorsun?’’ (Tahrim, 1) diyerek Nebisini uyarmış, bir nevi azarlamıştır. İnsan kendi şahsını azarlar mı? Cevap basit: Hayır!
Vahiy bazen Peygamber (sav)’e çok acı verici şekilde inerdi. Öyle ki Peygamber (sav) sıkıntıdan sırılsıklam terlerdi. Hatta bazen vahiyler o kadar ağır gelmiştir ki mübarek vücudu baygınlık geçirmiştir. Kur’anı kendisi yazan bir Peygamber bu dertlerle kendini bitap düşürmez, bilakis kendini rahatlatıcı işine gelen kaideler eklerdi. Mümkün değil ki; bir insan bu derece mühim bir kitap yazmış olduğu halde kendi görüşlerinden bir şeyler katmasın. Ama apaçık görüyoruz ki Kur’anda Peygamber yorumu bulunmamaktadır.
Ayrı bir seçenek olarak Kur’an’ın ve İslamiyet’in diğer dinlerden etkilenerek ve yardım alarak kurulmuş olduğunu savunan oryantalistler yine yanıldılar. Şöyleki, madem Kur’an diğer kitapları taklit edici mahiyette, neden diğer kitaplar gibi tahrip edilmedi? Ümmeti Muhammed bunca zaman Kur’anda herhangi bir tahribe izin vermemiştir. Çünkü Kur’an 1400 sene önce hangi kuralları içeriyorsa bu günde aynıdır. Fakat diğer din mensupları kitaplarını, çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmiş, onlardan gelir ve menfaat sağlamak amacıyla değişiklikler yapmakta bir mahsur görmemişlerdir. Bulunan ilk İncil ve Tevrat kalıntıları da yeni İncil- Tevratta fazlasıyla değişiklik olduğunu göstermiştir.
- BÖLÜM
İlk Vahiy Meselesi
Vahiy, en kısa tanımıyla; Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını Cebrail (as) adlı bir melekle Peygamberine bildirmesidir. Vahyin amacı ise Allah(cc)’ın, yaratmış olduğu beşeriyet ve mükemmeliyete, vermiş olduğu nimetlere şükür için emirlerini, isteklerini ve nehiylerini bildirmesidir. Allah Teala bizleri imtihan sebebiyle var ettiğini bize apaçık bir şekilde vahiyle bildirmiştir. “Sizi (gayesiz) boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’’(Mü’minun, 115) Oryantalistler Peygamber’e gelen vahiyler hakkında değişik fikirler türetmiş fakat genelde Kur’an’ın inkârında ısrar etmişlerdir. Bu konuda bazı oryantalistlerin görüşlerini incele gereği duyduk.
H. Grimme
Alman müsteşrike göre Nebi (sav)’nin ilk zamanlardaki amacı kendi kavminden fakir olanların karnını doyurmak amacıyla fikirler türetmek, zenginlerin mallarından alıp kavmindeki fakirlere dağıtmak gibi basit konulardı. Yeni bir din çıkarma gibi bir amacı yoktu. Hatta Peygamber (sav)’in bu işe zekat adını vermiş ve gerçekleştirmeyenleri azapla korkutmuş olduğunu iddia eder. Grimme’nin görüşüne cevabımız şu olacaktır: İslam, din ve devlet olmak üzere hayatın tüm alanlarını kapsamaktadır. Amacı; sınıfları, haksızlıkları ortadan kaldırmak, zengin ve fakirin eşit yaşam standartlarına sahip olmalarını sağlamaktır. Tevhidi esas alan İslam, Arap kabileler arasında da İslam kardeşliğine çağrı yapmıştır. Sadece kavminin midesini düşünen bir Peygamber olmadığının göstergeleri olarak bu örnekler yeterlidir.
İ. Goldziher
Goldziher’e göre vahiy bir uydurmadır. Muhammed(as)’in peygamberliği, Hıristiyanlık ve Yahudilik yahut buna benzer dinlerin bilgilerinin çalınarak, örf ve adetlerle karıştırılarak ortaya atılmış bir görüşten başka bir şey olmadığını savunur Goldziher. Peygamber (as) bu bilgi ve fikirleri inzivaya çekilerek çok fazla düşünmüş, önemsemiş belli bir süre sonra kalbinde yer alan bu görüşleri vahiy adı altında ortaya atmıştır. Goldziher’e de cevabımızı şu şekilde sunuyoruz: Peygamber (as) vahyi eğer kendisi getirmiş olsaydı çok ufak bir nüktede olsa insani zaaf olarak kendini överdi. Fakat Hz. Muhammed (sav) devamlı suretle, kendisini kul olarak nitelendirmiş, asıl yetkilinin Allah (cc) olduğunu her fırsatta vurgulamış, şahsının sadece bir fani görevli olduğunu anlatmıştır. Ayrıca madem insan evladı örf ve adetlerini baz alarak böyle düzenli ve devamlılığı olan bir din türetebiliyor, neden İslam son din hükmündedir? Hz. Muhammed(sav)’den sonra hiç mi zeki insan gelmedi dünyaya? Son olarak noktayı Velid b. Muğire’nin sözüyle koyalım. “Vallahi, o sözün (Kur’an’ın) bir tatlılığı, bir güzelliği var. Kökü kuvvetli, dalları bereketlidir. Bunu bir beşer söylemiş olamaz!’’ (Suyuti, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, II/309, Süleyman Ateş, İslam’a itirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den cevaplar, 193)
Fransız oryantalist Dominique Sourdel, “Bazı Hıristiyanlar, Muhammed’e keşişlerce dinin kendisine verildiğini ileri sürmüşlerdir. Oysaki bu görüşlerin hiçbir inandırıcılığı yoktur. Muhammed asla Hıristiyan olmamıştır. O’nun eğiliminin tüm ayrıntıları en ince noktalarına dek bilinmektedir.” Demektedir. (L’Islam, 1972, s. 10 ) M. Watt ise, Hz Muhammed’in ümmi olduğunu açıkça ifade etmektedir. (Mohamet, s. 37)
- BÖLÜM
Kur’an’ı Kerim’in Tespiti, Terkibi ve Cem’i
Kur’anın ‘tespiti’ ile iki şey kastedilir; Birincisi; ezberlenip hıfz edilmesi, İkincisi; Hz. Peygamber tarafından yazdırılması. Rasulüllah (as) kendisine gelen vahiyden bir şey kayıp olmamasına çok ehemmiyet veriyordu. Nazil olan her ayeti Müslümanlara okuyordu. Onlarda hemen ezberliyor ve adeta bu konuda yarışıyorlardı. O zamanlar yazı malzemeleri çok azdı ve elde etmek oldukça güçtü. Buna rağmen sahabeden birkaçı; deri parçaları, kürek kemikleri ve hurma dallarına yazmışlardı. Bütün bu malzemeler Kur’anın yazılı belgeleri olarak Nebi (as)’in evine konmuş ve Peygamberimiz (sav) dar-ı bekaya intikal edene kadar orada muhafaza edilmiştir. (s. 167)
Rasulüllah (sav) ashabına Kur’anı, şu anki bilinen tertip üzerine yazılmasını emretmiştir. Böylece Kur’an ayetlerin kronolojik nüzulüne göre sıralanmamıştır. Bu ise oryantalistlerin hücumda bulundukları önemli noktalardan biridir. Kur’an’ın yazılmasının konularına veya nüzul sıralarına göre olmayışı Kur’an-ı Kerim’in önemli özelliklerindendir çünkü O Arapların şiire ve hutbelere mahsus olan beyan tarzından farklıdır. Ayrıca bu tertip onların bilip tanıdıkları söz sanatlarından apayrıdır. Buda yeni bir din için daha uygundur.
Tüm bunlara değindikten sonra Kur’anın toplanması meselesini ele alalım. Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra)’in tavsiyesi üzerine hilafeti sırasında Kur’anı cem etmeye karar vermişti. Bunu yaparken ise Kur’an ayetlerine en çok vakıf olan kişileri toplamış ve getirilen ayetlerin, Peygamber nezaretinde yazılmış olduğuna en az iki şahit bulunduruyordu. (s. 172) Ayrıca oluşturduğu konseyin güvenini en ufak şekilde kıracak bile olsa gelen kişiye itimat etmiyordu. Nakilci kesinlikle sahabelerin emin olduğu kimseler olmalıydı. Hal böyleyken Kur’anın toplanmasında herhangi bir yanlış yapılması mümkün değildir.
Bu konularda sitemizde ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ ve ‘Kur’an’ın aslı yakıldı mı?’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
- BÖLÜM
Kur’an Metninin Sıhhati Meselesi
Oryantalistler Kur’an metninin sıhhati konusunda yersiz iddialarda bulunmuşlardır. Bu konuda ‘’7 Harf ‘’ meselesini bahane olarak öne sürmüşlerdir. Oysaki Kur’anın ilk muhatapları kabileler halinde dağılmış olduğundan aralarında telaffuz farkı vardı. Bu özür sebebiyle onlara bir ruhsat verildi. Kısaca özetleyecek olursak ‘yedi harf’ lafızdaki değişikliklerdir. Amaç Kur’an’ı okumayı kolaylaştırmaktır. (s. 199) Mana ise hiçbir değişiklik olmamıştır. Bu husus kavimlerin dağılması üzerine kısa bir süre ruhsatla müsaadeye uğramış fakat bugün herhangi bir ilmi mesele olmaktan öteye gitmemiştir. Yedi harften geri kalan ve bazı kelimelerde rastlanan med, kasr, hareke, sükûn ve benzeri kurallarda yapılan değişikliklere kıraat denir. Günümüze kadar gelen sahih kıraatler Rasulullah (sav) efendimizden kulaktan işitilmiş ve ezberlenmiştir. Kıraat ihtilafı, manada büyük bir değişikliğe sebep olamaz. Goldziher’in yedi harf farkına binaen lafız nazara alınmaksızın Kur’an’ın mana ile okunabileceği iddiasına gelince, öncelikle yedi harf lafızlarının keyfi olmayıp vahiy olduğunu belirtelim. Ayrıca bu ruhsat Hz. Osman’ın Kur’an’ı cem’inden önce vardı. Onun Kur’an’ı, Kureyş lehçesi üzerine cem’iyle bu ruhsatta son bulmuştur. Zaten Kur’an’ın eşsizliğini Goldziher’de itiraf etmiştir: “Ne Muhammed’in çağdaşları ne de sonraki yazarlar Arapçada Kur’an’la mukayese edilebilecek bir söz söylemeye muvaffak olmuşlardır.” (Islamin Surweys, I/109) Prof. Dr. Sait Şimşek. “İlk Müslümanlar bizzat peygamberin eğitiminden geçmişler, İslam’ı sindire sindire öğrenip yaşamışlar, Müslüman olmanın büyük bir risk taşıdığı dönemde her şeyi göze alarak İslam’ı seçmişler, uğruna canlarını ve mallarını feda etmeyi göze almış nesillerdir.” (Asrı saadette ve H. Raşidin döneminde Kur’an eğitimi, I. Kur’an sempozyumu, 1-3 Nisan 1994, s. 395) Bu neslin Kur’an’ın bozulması, değiştirilmesine izin vermeyeceği ortadadır! “Oryantalist Arberry, “Kimse Kur’an’ı hafife almaya veya onun hakkında cahilce hüküm vermeye kalkamaz.” (s. Ateş, İslam’a itirazlar, s. 312) derken, Rudi Paret’te, “ Tüm Kur’an’da Muhammed’e indirilmeyen tek bir ayetin bile bulunmadığını.” ( Der Kur’an, s. 5) itiraf eder.
Kur’an metninin, tartışma götürmez bir şekilde aslına uygunluğu diğer vahiy kitapları arasında ona müstesna bir mevki vermiştir. M. Bucaille ‘in ifadesiyle ‘’Ne eski ahid, ne de yeni ahid bu mevkiye çıkabilmiş değildir.’’ Defalarca belirttiğimiz gibi O’nun her yönüyle vahiy edildiği şekliyle muhafazası Yüce Allah tarafından garantilidir.
- BÖLÜM
Mekki ve Medeni Kur’an Meselesi
Bu ayrım yapılırken sürelerin nüzul mekânı göz önünde bulundurulur. Mekki ve Medeni sureler dört bölüme ayrılır:
Surenin tamamı Mekkî olur. Surenin tamamı Medeni olur. Mekki olan sure içerisinde bazı Medeni ayetler bulunur. Medeni sureler içerisinde bazı Mekki ayetler bulunur.
Nöldeke’nin kendisi ‘Kur’an Tarihi’ isimli kitabında Kur’an’ı konularına göre ayırmaya çalışmış fakat diğerleri gibi başarılı olamamıştır. Kur’an-ı Kerim ise, diğer semavi kitapların hilafına hadiseleri kronolojik olarak sıralamamakta; onları, emir, nehy, vaaz, ibret, dini ve dünyevi muamelelerin düzenlenmesi sırasında yeri geldikçe zikretmektedir. Buna göre diyebiliriz ki; muhakkak Kur’an bir tercih kitabı değildir.
Bu tür meseleler İslamiyet’in yayılmaya başladığı Mekke de çok fazla problem olmuyordu.
Mekkeliler açısından bakıldığında asıl problem, İslamiyet’i kabul edenlerin sınıfsal farklılıkları doğru bulmayıp, özgürlükçü düşünceye sahip olmaya başlamalarıdır. Bir sebep de yeni dinde Kureyş ilahlarının rol ve yerinin açıklanmaması, Rasulullah (sav) ile kavmi arasında ilişkilerin daha çok düğümlendiği davanın bu son durumda, Rasulullah (sav)’ın açıklamalarına göre bu Kureyş ilahlarının rolünün değersiz ve asılsız birer yapıt olarak belirlenmesi olmuştur. Yani bir nevi Kureyşliler de aslında bir süre sonra bu dinin, Kureyş ilahlarına sahip çıkmasını istemiş fakat tam tersi bir tutum sergilenince tepki göstermişlerdir.
Oryantalistler, Kur’an’ı Mekke ve Medine de birbirine zıt iki üslupla temeyyüz ettiği iddiasında bulunmuşlardır. Kur’an nasslarının her zaman ve her yerin yapı, çevre ve şartlarını aksettirdiğini, Kur’an üslubunun Medine’de yumuşaklık, açıklık ve bağışlamayla kendini gösterirken, Mekke’de şiddet ve sertlikle kendini ifade ettiğini düşünmektedirler. Bunda herhangi bir gariplik yoktur. Çünkü Mekke halkına yapılan hitapla Medine halkına yapılan hitap aynı değildir. Mekke’de uygulanan hitap şekli Muhammed (sav)’in davetini reddeden, onda varid olan hükümlere karşı direnen, Kur’an’ın sıhhatine itiraz eden bir kavme yönelikti. Hüccetlerini çürütmek ve inançlarını doğru yola yöneltmek için onlara yapılan hitabın, İslam davetini kollayan, ona yardım eden ve onu kabul eden Medine ehline yönelik hitaptan farklı olarak katı, şiddetli ve keskin olması kadar normal bir şey olamaz. Bununla beraber sertlik ve şiddette Mekki üslubun yalnız olmadığını belirtmek, Medeni surelerde faizi haram kılma, küfür ehlini ateş ve azapla tehdit etme gibi keskin hükümlerin içerdiğini ilave etmek isteriz. Ayrıca Mekke müşriklerinin birer yıl karşılıklı kendi ilahlarına ibadet teklifi ve vahyi tebliği bırakması karşılığı kendine teklif edilen dünyevi makamların reddi meselesi gerçeği görmek isteyenlere delil teşkil eden örneklerdir.
Mekki Kur’anın hüküm ve yasa içermemesi, Medeni Kur’anın ise ibadet ve muamelelere dair ayrıntıları ihtiva etmesi sebebiyle O’nun beşeri olduğu ve yaşadıkları çevreye cevap vermek için Muhammed (sav) ve ashabı tarafından yazıldığı ileri sürülmektedir. Bu İslam Medeniyeti’nin Medine’de istikrar bulmasının tabii bir sonucudur. Oryantalistlerin ileri sürdüğü bir iddiada; Medeni Kur’an’ın, Rasulullah (sav)’ın şahsi ve ailevi müşküllerini ihtiva etmesi, Müslümanların birbirine ve Rasulullah (sav)’a karşı tutumlarını düzenlemesidir ki şüphesiz Kur’anın, Peygamber (as)’in ailevi işlerini düzenlemesi, O (as)’nun Müslümanlar için örnek teşkil etmesinden dolayı olmaktadır. O (sav) yaşamakta, uygulamakta, onu örnek alacaklar da bizzat uygulamadan hareketle benzer şeyleri hayatlarına tatbik etmektedirler.
Doç. Dr. Selahattin Sönmezsoy, Kur’an ve Oryantalistler
*
Krizdeki oryantalizm
Kitap üç yazarın makalelerinin toplamından oluşmaktadır. Birinci yazar (Enver Abdülmelik) oryantalizme sol ideoloji açısından yaklaşıp, Rus kökenli oryantalistleri överken, A.L.Tibawi sonraki iki makalede (İngilizce konuşan) oryantalistler bağlamında derinlemesine tahliller yapmaktadır. Son yazar Hamid Algar ise çok kısa ama harika bir özetle kitabı sonlandırmıştır.
Krizdeki oryantalizm
1963 yılında yazılan makalede 1245 Viyana Konsülü ile oryantalizm başlamış ama bu çalışmanın temelini doğruluğa ve objektifliğe hiçbir zaman dayanmamıştır. (s. 8-9) 1912 tarihinde 12. oryantalist kongrenin yapılmış o günden itibaren (1963 yılına dek) yalnızca dört kongrenin düzenlenmiştir. M Guidi, W. Jeager gibi oryantalistler kendi amaçlarını “yabancı (İslam) kültürünü tanıtmak, bilime katkıda bulunmak değil, Helen/Yunan kültürünün oluşumunda zemin teşkil eden doğunun tesirlerini ortaya çıkarmaktır.” açıklarken asıl amaçlarının merkezini bilim değil, Yunan kültürünün olduğunu ilan eder. (s 10) Oryantalistlere göre “tarih yunanlılarla başlar.” (M. Guidi, Trois de L’Institut de phlilogie et d’histoire orientales, s. 171) Oryantalistlere göre her şey batı ile başlar ve biter ve ‘hala daha da Avrupa hegemonyasındaki bir dünyada yaşamaktayız’ (s. 12) Bir grup oryantaliste ise, Avrupa tarafından işgal edilen hakların bilinçlerine Avrupalı güçlere köle olmalarının kuvvetlice işlenmesi görevi verilmiştir. (s. 13) “Doğu hakkındaki araştırmalar İtalya’nın sömürgeci yayılım politikalarının en değerli yardımcısı değil midir?” (A. Cabaton, L’orientalisme Musulman et L’Italie Moderne, III/24)
Geleneksel oryantalizmin doğu tasavvuru: Doğu halkı kendi hakkında karar veremezler ve pasiftirler. Bu yaklaşımda ırkçı bir yaklaşım vardır. Oryantalist mantık için insan denince antik çağdan itibaren günümüze dek avrupa insanı anlaşılır. Geri kalanlar özne değil, incelenmesi gereken nesneler bütünüdürler. (s.15) Oryantalistler işgal başta çeşitli nedenlerle tüm İslam alemindeki 140.000’den fazla el yazması kitabı (İngiltere, Fransa, ABD en başta) kendi ülkelerine taşımışlardır (s.18)
Doğu aleminde uyanış başladığı halde geleneksel oryantalizm, bilimsel araştırmalarda bu ilerlemeye ayak uyduramamıştır. (s.20) Bundan sonra yazar yeni oryantalist akımı ikiye ayırır: Sömürgeci avrupa ve amerikanın bakış açısı ve devrim hareketleri ile paralel hareket eden sosyalist devletlerin doğuya bakış açısı. Yazar sömürgeci oryantalizmi ırkçı, siyonist, subjektif, haçlı ruhuna sahip olarak nitelerken, sosyalist bloktaki oryantalizmin 1957 Taşkent I. Sovyet oryantalistleri kongresi başladığını, “Sovyet oryantalistlerin doğu halklarının devrimci hareketlerini desteklediğini belirtir. (s. 37- 43)
Görüldüğü gibi – her ne kadar yazar iki görüşü ayırsa ve kendi ideolojisi doğrultusunda sovyet oryantalistlerinin tarafında yer alsada- Avrupalı da olsa Sovyet kökenli de olsa her iki oryantalist bakış açısı da kendi ideolojileri doğrultusunda oryantalizmi kullanmaktadırlar.
İngilizce konuşan oryantalistler
İlki 1964 yılında diğeri 1979 yılında yazılan iki makaleden oluşan bölümün yazarı A. L. Tibawi, konu hakkında engin bilgi birikimi sahibi olduğunu yazdıkları ile ispatlamış biridir.
Batının doğu incelemelerinde akademik bir gayeye rastlamak neredeyse imkansızdır. İslam’a yönelik düşmanca yaklaşım önce Kur’an hakkındaki görüşlerinde kendisini gösterir. İslam; Şeytanın işi, Kur’an; saçmalıklar, anlamsız yazılar bütünü, İslam peygamberi ise yalancı, sahtekâr, deccal’dir. Müslümanların tümü ise insani özelliklere uzak vahşi-barbar güruhudurlar. (s. 50) Tabii bu yaklaşımın haçlı seferlerinden günümüze dek Hıristiyan alemindeki etkisinin derecesini tahmin etmek zor değildir. Zamanla savaş ile alt edilemeyen ‘dinsizler’ Hıristiyan yapılmaları için (H. Rashdall, The Universities of Europe in The Middle Ages, II/30, 81, 82, 96. Burada yazar açıkça amacın “bilim değil, salt misyonerlik olduğunu” ifade der, s. 30) Arapça başta Avrupa da eğitime başlanır. Onların dini araştırılmalıdır ki ‘eksik/kusurları’ gün yüzüne çıkarılabilsin. Bu amaçla Başta Kur’an tercümesine başlanır ki ilk tercüme eden de, İslam karşıtı azılı bir polemikçi peder idi. (E. Dermenghem, la vie de Mahomet, s. 136 ) Yine mesela Cambridge üniversitesinin kurucusuna gönderilen mektupta (9 Mayıs 1636 ) Amacın bilim değil, ticari, misyonerlik olduğu açıkça belirtilir. (A. J. Arberry, The cabridge School of Arabic, s. 8) Yazar daha sonra Arap, Fars veya Türk yeni nesil islam uzmanlarının laik eğitimin de etkisi ile oryantalistlerin habercileri görevini gördüğünü ileri sürer. (s. 53)
Oryantalistler doğuya ait metinleri hazırlayıp yayınlamada gösterdikleri özeni akademik araştırma ve incelemelerde göstermezler. (s. 55) İslam hakkında yazılan eserlerin göz kamaştırıcı dipnotlarına ve gösterişli kaynaklarını detaylı inceleyince ürkütücü derecede ya çok az ya da hiç bir somut delile dayanmayan spekülasyon, tahmin ve kolayca mahkum eden değerlendirmelere rastlamak işten bile değildir. (s. 57) Oryantalistler İslam ile mücadele dürtüsü veya misyonerlik içgüdüsü ile görev yaparlar ve eserleri diplomat, misyoner ve işadamlarını eğitmeye yarar. (s. 58) İslam’a göre Hz Muhammed önceki mesajları onaylayan ve mükemmelleştiren bir mesaj ile gelmiş iken oryantalistler Kur’an’ı Hz peygamberin bir derlemesi olarak ele alır ve değerlendirirler ve bu iddia “katıksız tekrar ile birbirlerinden alıntı yaparak sanki gerçekmiş mertebesine yükselen” bir görüş haline gelir. (s. 60) Oryantalistler artniyetlerini bırakıp bu ithamları ile İslam aleminin hissiyatını rencide ettiklerinin farkında olmalıdırlar. Hâlbuki ünlü bir oryantalistin kelimeleri ile hala aynı görüş bütün inat ile ileri sürülmektedir. “İslam menşeini -kaynağını- kabul etmelidir.” (W. Montgomery Watt, Islam and Integration of Society, s. 263) Aynı görüşü ünlü ve katıksız islam düşmanı oryantalist B. Lewis’te tekrarlar. (The Arabs in History, s. 39) A. Guillaume ise “Kur’an’ın müstekreh bir içeriğe sahip olduğunu” (Islam, s. 192-196) ileri sürerken eski bir misyoner olan J. N. D. Anderson’da Kur’an’ın Yahudi kaynaklarından devşirildiğini (The World’s Religion, s.82) ileri sürer. Oryantalistlerce günümüzde oluşturulan imaj, ortaçağdan kalma imajın devamı niteliğindedir. (s. 66) Oryantalistler İslam ile diğer – kendi inandıkları – dinleri mukayese ederken polemikten uzak, siyaset-misyonerlik-ticaret amacını gütmeyen, akademik bakış açısına sahip olmalı ve karşılıklı saygı çerçevesinde olayları değerlerdirmelidir. Önceden verilen peşin hükümlere sonradan delil aramaya dönük, tahrif edilmiş kaynaklar, şaz-ehad haberler ile dolu değerlendirmeler asla iyi niyetli ve doğryu bulmaya yönelik çalışmalar olarak kabul edilemezler. Bir din kendi terimleri ve onu çerçeveleyen şartlarla beraber, kendi yerli sistemi içinde değerlendirilmelidir. Eğer amaç tanımak, bilmek, akademik çalışmak ise tabii.
Oryantalistlerin yaklaşım tarzı, kötü niyet ve İslam’da noksan ve kusur arama üzerine kuruludur. Ayrıca oryantalistler İslam’da reform önerilerinde bulunmaktadırlar. Oryantalistler ve özellikle de Protestan olanlar İslam’ı Hıristiyanlığa yaklaştırmaya çalışmaktadırlar. (s. 75)
İslam iki ana bölümden oluşur. İtikat -iman esasları- ve şeriat -fıkıh-. İslam’ın iman esaslarında asla değişime tabi tutulacak bir husus yoktur. İkincisi ise kısmen vahiy ve kısmen de insan aklının ürününün bileşkesidir; örfi -yerel hukuk- sivil anayasa ile irtibatlıdır. (s. 76) İslam hukukunda içki-kumarın yasak olması, faizin yasak iken alış veriş ve kârın onaylanması, istişare, adalet, işin ehline verilmesi gibi kavramlar Kur’an’ın değişmez kavramlarını oluşturur.
Oryantalist akademisyenler İslam söz konusu olduğunda oldukça cüretkâr, emredici bir amir konumundadırlar. Geleceğe dair reçete onların elindedir ve onlar gelecek hakkında kehanetlerde bulunma hakkını kendilerinde görürler. Hâlbuki bir Hıristiyanın kendi dini için söylediği (Paul Ferris, The Church of England, s. 10) gibi: “Kiliseye dair bir soru soran yabancı, içinde olmadıkça onu anlayamaz.” Hiçbir dinî sistemin dışındakiler, içeridenmiş gibi o sistemin ruh, mana ve önemini tam anlamı ile kavrayamaz. (s. 78)
Yazar A. L. Tibawi, daha sonra tanıdığı bir yazardan anı aktarır: Bu yazar, ‘öyle oryantalistler tanıyorum ki İslami bir mesele hakkında bir soru sorulduğunda kendilerinin Müslüman bir akademisyenden daha fazla bilgiye sahip olduğunu ileri sürerler. Halbuki çok yetersiz bir altyapıya ve olaylara sadece bir açıdan bakan bir bakış açısına sahiptirler. (s.79 )
Reformistler
İslam’da Reform fikirleri, İslam toprakları Hıristiyanların siyasi-askeri hakimiyeti altına girince gündeme gelmeye başlamıştır. Bu reform taleplerinin kökenini ise yabancıların menfaatleri oluşturur. Yabancı reformistler kadar yerli reformistler de halk nazarında fazla itibar görmemişlerdir. Zaten yerli reformistleri daha çok ‘reaksiyoner’ olarak nitelemek mümkündür. İslam âleminde Muhammed Abduh gibi uzlaşma zeminindeki yazarlar dışında ne wehhabilerin aşırılığı ne de Hint kökenli Müslümanların liberalliği Müslüman alemince önem arz etmiştir. Halk nezdinde itibar görecek değişimin temelini yabancı denetim ve önerilerden uzak ve bağımsız bir yerli girişim oluşturmalı ve İslam’ın köklerine uygun, eğitimli Ortodoks otoritelerce kabul edilebilir olmalıdır. (s. 80)
Yoksa Hıristiyan bir ilahiyatçının ileri sürme yetkisini kendinde gördüğü şu cümleler gibi savruk görüşler yüzyıllardır ileri sürülebilmektedir: “İslam ya ruhu ile değişime onay vermeli ya da ilgi ve alakasını hayattan koparmalıdır.” (K. Cragg, The Call of the Minaret, s. 17)
Reform çağrısı yapan oryantalistler üstten bakan bir tarzda ve çok kapalı görüşler ileri sürerek konuyu gündeme getirirler. Mesela Kur’an’ı ‘Bir çeşit hafif şiir’ (A. S. Tritton, Islam, s. 16 ) olarak gören yazar, Muhammed Abduh için ise “O, İslam’da bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmiş olan, ancak yine de ona imanını sürdüren kimselerin lideri olmuştu.” demektedir. Bu oryantalist yazar yukarıdaki cümlesinin ilk bölümünden o kadar emindir ki Müslümanlar için artık tek bir yol açık kalmıştır: İnançlarında kesin olarak vazgeçmek. (Hıristiyan bu yazar, aslında kendi dininin tabi tutulduğu reform bombardımanının acısını, bu tür bir saldırıya gerek duyulmayan İslam dinine saldırarak çıkarmaya çalışmaktadır adeta.) Bu yazarın İslami ilimlere olan vukufiyeti kadar iyi niyeti de tabii ki sorgulanmalıdır. Muhammed Abduh’a göre ise sorun Müslümanlar da idi, İslam’da değil. İslam değil, Müslümanlar ıslah olmalı, kendilerini dinlerine uygun reforme etmeli idiler. (s. 83) Benzer tür bir soru G.E. Gruenbaum tarafında da sorulur (Islam and West, s. 27. “İslami mesajın ilerlemesine yol açan yoksa ortaçağ ilahiyatçılarımı idi ?”)
Müslümanlar için reform (Islah) ya İslam’ın katıksız özüne doğru ‘restorasyonu’ ya da Müslümanların pratikte özde olmayan ilaveleri temizlemesi anlamına gelir. (s. 115)
Oryantalistler İslam kadar onu kendilerine karşı savunmaya çalışanlara da küçümser bir bakış açısı ile bakarlar. “Müdafii” kelimesi onların nazarında aşağılayıcı bir sözcüktür.
Modern zamanlarda batı alemi İslam’ı askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda tahammülü imkânsız derecede küçümser ve zayıflatırken, savunma araçları sınırlı hatta nerde ise hiç mevcut değildi. Geriye savunmadan başka bir şey kalmamıştı.
Kabalıkları, nezaketsizlikleri, hakaretleri, çarpıtarak ve yanıltıcı bir şeklide anlatımları dinlemek, okumak zorunda olan bir Müslüman’ın hissiyatı için “hakarete uğramış” tabirini kullanmak hiç de abartılı bir ifade addedilmemelidir. Aşırılıklar karşı aşırılıkları tahrik eder. Eğitimli ve kültürlü insanlar tarafından yazıldığında bile Müslüman tepkilerinde ara sıra vuku bulan müsamahasızlığın sebebi budur. (Muhammed el-Behiy, El- mübaşirun (El-Ezher pres, tarihsiz) Ayrıca bkz, Al-Islam, s. 129 )
Müslüman öğrenciler son iki nesildir Doğudaki ve Batıdaki laik kurumların mahsulüdür. Mesela Kur’an’ın peygamber tarafında yazıldığını ve onun altyapısının da Yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan devşirilerek oluşturulduğuna inanan ve bu inançlarını bu konuda altyapı eğitimi almayan Müslüman öğrencilerine öğreten oryantalistler sadece akademik bir görev yerine getirmemekte, aynı zamanda ahlaki bir sorumlulukta üstlenmektedir. Çünkü bu eğitim o öğrencinin inancını sarsabilecektir. (s. 87)
Peki, bu oryantalist iddialara tek bir deneme ile cevap vermek, bir defada tüm iddialara cevap vermem mümkün müdür, bu sadece boş bir düşünce olur. (s. 91)
Oryantalistlere göre İslam batıdaki gibi bir reforma tabi tutulmalıdır. Bu konuda batıda üniversite konferans salonlarından akademik yayınlara dek ‘haçlı seferlerini’ andıran bir çalışmalar zincirinin olduğunun altını çizelim. (s. 96) “Haçlı seferleri zamanındaki hissiyatın bir kısmı bugün bile varlığını sürdürmektedir.” (G. E. Philips, The Religion of the World, s. 113) General Allenby, Kudüs’ü işgal ettiğinde (9 Şubat 1917) şunu söylemiştir: “Haçlı seferleri bugün sona erdi.” (s. 97)
29 Ocak 1952 yılında The Times gazetesine yazı yazan A. Guillaume, Mısır’ın İngiltere’nin verdiği sözleri tutmaması üzerine kendileri ile olan anlaşmayı reddetmesinin Kur’an’a ters olduğunu ileri sürmüş, “Böyle bir davranış, kendilerinin dünyanın saygı göstermesini istedikleri dine, ancak itibar kaybettirir.” (s. 99) diye yorum yapabilmiştir.
Oryantalistler yeni yeni batılı devletlerin vesayetinden kurtulmaya başlayan devletleri de boş bırakmamış, onlara öfke dolu yorumlar ile komünist olabilecekleri korkusu veya İsrail’in geleceği hakkındaki şüpheleri, petrol ve Müslüman halkın maddi manevi yükselişlerine kızgınlık duymaya devam etmektedirler. (s. 100 )
Oryantalistlerin İslam Ülkerleri hakkındaki öngörülerinin de hiç biri gerçekleşmemiştir. Mesela, A. J. P. Taylor ‘Sosyalizmin orta doğuda giderek zemin kazanacak olan bir felsefe’ olduğunu (The Trouble Makers, s. 46) ileri sürmüş; J. C. Hurewitz ise İsrail’deki Arapların bu yeni yaşam tarzını ya kabul edeceklerini ya da ikinci sınıf vatandaş olarak kalma durumuyla karşılaşacaklarını (The Minorities in the Political Process) iddia etmiştir. (s. 102 )
Arap baharı ve Filistin direnişini hesaba katamayan oryantalistlerin tarafgirliğine bir başka örnek, akademik unvanlarının arkasına saklanan bir oryantalist (B. Halpern, The Idea of Jewish State) Arap ülkelerinden daha fazla kendilerine yakın buldukları İsrail’in bir Arap köyündeki kadın-erkek-çocukları katletmesini, “zapdetme” kavramı ile ifade etmiştir. (s. 103 ) Başka oryantalistler ise, SSCB’ye karşı ABD’yi Araplara yaklaşmaya çağırmaktadır. (G. Kirk, A Short History of the Middle East, s. 304, E. Kedourie, England and of the Middle East)
Oryantalistler, İslam’ı Hıristiyan tabir ve ifadelerle anlamaya çalışmaktadırlar. (s. 101) Oryantalizm başarısız olmuştur. (s. 106) Uzmanlarla beraber çalışmamalarının ve eğitimlerinin yetersizliği, akademik mantıktan uzak ve önyargılı olmaları bunun temel etkenleridir.
İngilizce konuşan oryantalistler II
Haçlı seferlerinden itibaren fazla bir şey değişmemiştir. Kâfirlerle savaş yerine onlara İncil okutma -misyonerlik- kavramı gündeme gelmiş, Arapça çalışmaları başlamış, içine ticari ve emperyalist amaçlar eklenmiştir. Eğitimleri büyük ölçüde İncil üzerine olan oryantalistlerin çoğu spekülasyon ve tahmine dayalı olup, büyük ölçüde “İslam ne olmalı?” türünden önceden tasarlanmış fikirlerden oluşan ve aldatıcı paralellikler üzerine kurulu çıkarımlarla ortaya çıkmışlardır. (s. 112 )
Oryantalistler ne akademik işbirliğini kabul etmişler ne de insani ilişkileri geliştirmeye yanaşmışlardır. Çatışmayı maskeli bir şekilde devam ettirmektedirler. Zamanımızda hala Kur’an’ın Hz Muhammed tarafından İncil-Tevrattan alıntılarla yazdığını iddia etmektedirler. (s. 113)
Yahudi ve Katolik oryantalistler yerini nerdeyse tümüyle Protestan (ABD, İngiliz) oryantalistlere bırakmıştır. (s. 114)
Batı İslam düşmanlığını başka etiketler altında devam ettirmektedir. (s. 117) Eski nefret ruhu hala akademik etiketler altında, eski önyargıları diriltme ve modern akademik destek altında sürmektedir. (s. 118, 124) Yazar A. L. Tibawi ise tüm bu eskilerin tekrarını ve yeni oryantalistlerin araştırmadan uzak bu tavırlarını “geviş getirmekten memnun” (s. 144 ) ve “had safhada taraflı” olmakla ifade etmektedir. (s. 145 )
Genç bir oryantalist olan Muhammed Kürd Ali (el- Islam vel hadaratül- Arabiyye, I/Giriş) oryantalistlerin taraflı ortaçağ polemikçilerinin etkisi altında yazmaya devam etmekle, analizlerinde güçlü ırkî, dinî ve siyasi motiflerden kendilerini kurtaramadıklarını ifade ediyor ve oryantalistleri batılı devletlerin siyasi aletleri olmakla suçlamaktadır. Oryantalistlerin bazıları oryantalizmi diğer amaçlar için bir araç olarak kullanan vaizler, misyonerler ya da casuslar olan bunların çoğunun, bizim çıkarlarımıza karşıt siyasi amaçlara sahip olduğunu biliyorum.” Müslüman Arap akademisyen Abbas Mahmud el-Akkad ise (Hakaikul İslam, s. 178) “Hıristiyan misyonerlere İslam’ın profesyonel, oryantalistlere ise profesyonel olmayan düşmanları” olarak göndermede bulunur. (s. 141 )
Günümüzde Yahudi ve Hıristiyan oryantalistlerin eserleri hem Müslüman olmayanları yanlış yönlendirme görevini yerine getirmekte hem de Müslüman öğrencilerin inançlarına meydan okumaktadır. (s. 119) W. Montgomery Watt, Kenneth Cragg, C. E. Bosworth, J. D. Latham, Patricia Crone, R. B. Serjeant, Bernard Lewis gibi oryantalistler klasik Kur’an’ın Yahudi-Hıristiyan öğretilerinden derlendiği iddiasını tekrarlarken aslında ortacağ polemiğinin günümüz uzantısını temsil etmektedirler. Tabii ki birbirini tekrarlayan ve birbirinden alıntılarla yapılan iddialarda bilimsel kılıf seviyesine ulaşabilmektedir. Çok bilinen fikirleri uyarlama, tekrarlama ya da benimseme şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım bir Arap şairinin şu mısralarını hatırlatmaktadır: “Biz yalnızca ödünç alınan şeyleri ya da daha önce telaffuz ettiğimiz sözcükleri konuşuyoruz.” (s. 128)
Mesela Bernard Lewis (The Arabs History, s. 2,11) iddiasını gündeme taşırken kullandığı ifade çok ilginçtir: Muhammed bilgileri ‘Muhtemelen’ eski ahid tefsirleri ve Yahudi-Hıristiyan tüccarlardan derlemiştir. P. M. Holt (The Cambridge History of Islam, I/XI) ise Hıristiyanlık ve Yahudiliğin İslam’dan “daha gelişmiş” olduğunu ileri sürer. (s. 122) Tabii hiçbir önyargı mükâfatsız kalmamakta mesela yukarıda adı geçen ve aynı zamanda özel Jesus (İsa) Koleji üyesi de olan bayan yazar, P. Crone Oxford’a İslam tarihi okutmanı olarak atanabilmektedir. (s. 124)
İslam’da reformu savunan gayri Müslimlerin tümünün, onun fiilen laikleştirilmesini kastettiklerini gözlemlemek çok tuhaftır. (s. 127)
Oryantalistlerce yazılan ve ilk baskısı 1913-1938’de, ikincisi 1954-2005’te yayınlanan ve Türkçeye’de tercüme edilen The Encyclopedia of Islam/İslam ansiklopedisindeki bir çok hata İslam âleminden gelen uyarılara rağmen ikinci baskısında da aynen tekrar ettirilmiştir. (s. 135)
Oryantalistler Avrupa merkezcidirler. İsrail’i savunurlar, kin ve önyargı üzerine yazılarını yoğunlaştırmış, sömürgeci ülkelere yardımcı olmuşlardır. Aralarında Arapları seven yoktur çünkü Arap kavramı ile Müslüman kavramını eşdeğer kabul ederler. Onlar kapalı referansları alıntılarken, en önemli konularda belgeleri göz ardı ederler. Bilimsellikten önce siyasi kanaatlarini önplana çıkarırlar. Mükemmel avukat kötü yargıçtırlar. (s. 150-151,154) Mesela hızlı Siyonist olan oryantalist Bernald Lewis, Ekim 1976’daki BM Genel Kurulu kararı ile Siyonizm ırkçılık olarak kabul edilince Times’ta yazdığı 3 makale (8-20-21.10.1972) ile bu kararı eleştirir ve asıl Nazilerin Arap ülkelerinde bulunduğunu ileri sürer. (s. 156) Nil deltasındaki Bahrü’l-Bakar’da öldürülen 40 öğrenci olayı için “Legal and Illegal Bombing” şeklinde çirkin başlığını makalesine (The Daily Telegraph, 2.6.1970 ) seçen A. L. Goodhart, çocukların öldürülebilmesini meşru görmüştür. (s. 167)
Oryantalistlerce yönlendirilenlerin gerçekleri öğrenmeleri için yeni bir bakış açısı kazanmaları, yeni bir sözlük kullanmaları zorunlu olmaktadır. (s. 161) Avrupadaki Müslüman öğrenciler sınavı geçme hevesi ile donanımsızlıklarından dolayı aldıkları bilgileri özümsemekte ve zamanla batılı hocalarının etkilerinde kalmaktadırlar. Daha sonrada onların yazdığı makale ve kitapların tesirinde kalan okuyucular, yazdıkları ders kitaplarını okuyan geleceğin yetişkini olan öğrencileri de bu etkilemeden paylarına düşenleri almaktadırlar. Kısaca oryantalistler Müslümanları farklı maskeler altında kötülemeye devam etmektedirler. Oryantalistlerin gözünde İsrailliler haçın hilalden intikamını alan haçlılardırlar. (s. 162) Hiçbir oryantalisti Filistinlilere yapılan zulümleri protesto ederken göremezsiniz. (s. 164)
1972 yılında İngiltere kilisesi, Dewsbury’deki kullanılmayan St. Mary Kilisesi’nin yerel Müslüman cemaate satmayı reddeder ve Kilise’yi yıkmaya karar verir. (s. 169) İngiliz ilahiyatçılar hala Muhammed’e ‘Yalancı peygamber’ olarak bakmakta, İslam’ı çarpıtıp, yanlış olarak sunmakta ısrar etmektedirler. Sarazenler’e (Saracens: Müslümanlara ortaçağda Haçlılarca verilen isim) karşı ortaçağ bağnazlığı devam etmektedir. (s. 170-171)
Bernad Lewis adlı oryantalist yazarın bir eseri hakkında Kuveyt Üniversitesi, Tarih Bölümü başkanı şu açıklamalarda bulunur: Bu eser, İslami değil, batı kaynaklı bir eserdir. Bizim için yazılmamıştır. Batı’ya ait bir kitaptır. Batılı bakış açısı ile yazılmış, batılı bir teşebbüstür. Batılı oryantalistler çoğunlukla taraflı, olumsuzluğa ve gerçeğin inkârına daha yakın olmuşlardır. Bu eser batı bencilliğinde boğulan oryantalizmin sığlığını yansıtan bir aynadır. Eser yazarların zayıflığını, oryantalizmin çürümüşlüğünün bir kanıtıdır. (s. 173) Kitap çarpıtılmış görüşler, gizli hınçla doludur. Hiç bir Müslüman, bu kitapta kendisinin veya medeniyetinin bir resmini bulamayacaktır. Batının İslam, Müslümanlar ve İslam medeniyeti hakkındaki bilgi düzeyini görecektir. (s. 174) Yine yazar A. L. Tibawi, İslam hakkında yanlış görüşleri yayınlayan bir yazı üzerine yaptığı değerlendirmeyi, açıklama gönderdiği dergi yayınlamaz. Tibawi, mektubunda, Yahudi-Siyonist bakış açısının ateşli savunuculuğunun yapıldığını, İngiltere’nin kendini beğenmişliğini ve sahtekârlığının çarpıtıldığını mektubunda açıkça belirtmişti. (s. 176) Tibawi daha sonra Oxford, Cambridge ve Exeter üniversitelerinden hareketle, Araplardan mali yardımlar alındığı halde, yapılan İslam’a saldırılara örnekler verir: Mesela Cambridgein Arapça profesörü, Kur’an’ın ilahi olmadığını, Yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan alınan malzemelerle oluşturulduğunu, peygamberin komşu ülkelere mektup yollamadığının altını çizer. Bu akademisyenin branşı ile ilgili ders vermediği halde kendini çarpıtmaları yaymaya adadığını belirti. Bazı Arap ülkelerinin yaptığı mali yardım listesini de yazısının sonuna ekler. (s. 185)
Oryantalistlerin sorunları
Dr. Hamid Algar tarafından ilk kez 1969 yılında yazılan makalenin giriş bölümünde, Batı’nın İslam dünyasına yönelik yıllarca süren askeri ve siyasi saldırılarının bir sonucu olarak, Müslümanların batıya karşı daima özür dilemeci bir tavır içerisinde olduklarını belirtir. Bu zaman zarfında birçok Müslüman İslam‘ın temel kaynağı olan Kur’an ile olan irtibatlarını kaybetmiş ve İslam’ı, İslam’ın kendi bütünlüğü içerisinde tanımlayamaz hale gelmiştir. Batıda ise İslam imajı tamamen oryantalistlerce belirlenmiştir. (s. 187) Özellikle haberlerde İslam hakkında eksik ve hatalı bilgiler ortaya atmışlar ve bunları da ‘uzman’ sıfatı ile yapmışlardır. İslam ülkelerinden gelip oryantalistlerin gözetiminde çalışan birçok Müslüman öğrenci kendi ülkelerine döndüklerinde İslam hakkında oryantalist fikirlerin daha fazla yayılmasında aracı görevi görmüşlerdir. Ayrıca İslam ülkelerindeki tercüme faaliyetleri vasıtası ile de bu oryantalist fikirler yayılmıştır. Kısaca İslam ülkelerinde siyasi sömürgecilik azalsa da yerini kültürel emperyalizme bırakmaya başlamıştır. (s. 188)
Genişlik çok, derinlik yok
Mesela bazı Amerikalı oryantalistler birçok farklı konuda kitap yazmaktadırlar fakat bu kitaplar derinlikten yoksundurlar. Arapçaları zayıf ve Avrupa dillerinde üretilen çalışmalara aşırı bağımlı haldedirler. (s. 190)
Oryantalistler Kur’an’ın Yahudi-Hıristiyan ve Arap öncesi kaynakların birbiriyle uzlaşmaz bir takım unsurlarının bir araya gelmesi ile oluştuğunu ileri sürerlerken, hadislerinde -bir kısmının değil- tümü ile sahihliklerinin sorgulanmasından geri kalmamışlardır. Oysaki oryantalistler Müslüman değillerdir ama birçok Müslüman’dan daha fazla İslam üzerine yorum yapma hakkının kendilerinde olduğuna inanırlar. Onlar Kur’an’ın kendini nasıl tanımladığına bakmazlar, O’nun vahiy olmadığını ileri sürerler. O insan ürünüdür ve bu bilgi asla sorgulanamaz. Bu varsayım kendi kavramaları ile ifade edilecekse, son derece gayri akademik bir iddiadır. (s. 191)
Avrupa’da mastır ve doktora yapan öğrencilere sözlü sınavlarda daima sorulan soru: “Schact’ın hadis’e olan ilişkin teorisi hakkında neler biliyorsun?” Müslüman öğrenciler artık Buhari ve Müslim dışında üçüncü bir Sahih’e, Josef Schact’ın sahihine (!) sahiptirler. Oryantalistler birbirlerinin kitaplarından güvenilir ve zirve olarak övgüyle söz ederler. Oryantalistlerin Kur’an’a yaklaşımları Yahudi ve Hıristiyan bağlantıları nedeni ile nasıl sorunlu oluyorsa, İslam dünyasındaki modern gelişmelere de kendi batı siyasi tarihleri ile olan ilişkileri aynı derecede sorun olmaktadır. (s. 192) Oryantalistlerin önemli bir eksiği de Müslümanların genelini temsilden uzak figürleri ön plana çıkarmaları ve tüm İslam âlemini temsil etme eğilimini o seçtikleri kişilerde görmeleridir. Müslümanlar arasında yaşamayışları, onlarla konuşmamaları nedeni ile kendilerine cazip gelen bir kişi veya kitaba, İslam dünyasında asla sahip olmadığı bir önem atfederler. Mesela, Hindistan’lı İsmailî yazar A. A. Feyzee’nin ‘The Modern Approach to Islam’ adlı eseri veya Fazlur Rahman’ın Islam adlı eseri gibi. (s. 193) Yine Müslümanların azınlıkta kaldığı Hindistan ve çok şiddetli bir laikleşme hareketinin başladığı Türkiye’deki İslam’la ilgilenir oryantalistler. M. Watt, “İslam kendi köklerini kabul etmek zorundadır.” derken alında Müslümanların gönüllü bir şekilde Kur’an’ı ortadan kaldırmalarını istemektedir. (s. 194) Kısaca oryantalistler bilerek ve açık bir şekilde İslam âlemindeki çeşitli eğilimleri seçip, onları ön plana çıkarıyorlar, diğerlerini göz ardı ediyorlar yani duyguları ile hareket etmektedirler ki onların çalışmalarını değerlendirirken bu hususun dikkate alınması önemlidir. Oryantalistler çalışmalarını çok az kritiğe tabi tutarlar, denetimsizdirler. Çalışmalarında politik çıkarlar gittikçe artmakta, yoğun bir siyonist etki yazılarında görülmektedir. (s. 194-195) Oryantalistlerin İslam üzerine yaptıkları çalışmada anlaşılması gerekli temel nokta objektiflik, akademik metot, tarafsızlık ve benzeri konulardaki iddialardır. Halbuki kendileri belirli bir inanç ve belirli bir eğilimle İslam’a yaklaştıkları için yukarıdaki kavramları teğet geçmektedirler. Müslüman bir insanın oryantalistlerden kendi dinini ve kültürünü ne derece doğru öğrenebileceği sorgulanmalıdır. Bir oryantalistle çalışmak için batıya gelen Müslümanların öğrenecekleri bazı şeyler olabilir. Fakat denemesi gereken durum bunun tam tersidir. (s. 198)
Son söz: Her oryantalist eser okunduğunda hep aynı sonuca varılır; Batı her zaman sadece kendi menfaatini düşünmekte, daima eksen-odak noktası, kıstas olarak kendini görmektedir. Geri kalan tüm din, felsefe, inanış ve milletler birer teferruattır ve Avrupa milletlerinden sonra yer alırlar. Konuyu Gandi’den bir alıntı ile sonlandıralım: Gandi’ye sormuşlar, Batı uygarlığı için ne düşünüyorsun? Gandi cevap verir: “Olsa iyi olurdu.”
A.L. Tibawi; Enver Abdülmelik, Hamid Algar, Krizdeki oryantalizm
*
Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması
“Oryantalizmin, sömürgeci batının fikir ve zihniyetini temsil ettiğini, haçlı seferleriyle Müslümanların kuvvet kullanılarak yenilemeyeceğini anlayan batının, oryantalistler vasıtasıyla Müslümanları tanıyarak misyonerlerle Müslümanlara karşı sefere çıkıldığını, belirtir. 9 Mayıs 1636 yılında Cambridge üniversitesi Arapça bölümünün açılışında bölüm başkanına hitap eden yazıda şöyle denmektedir: “Biz sadece dil ve edebiyat öğretmek istemiyoruz, ticaretimizi artırmak yanında Kilisenin sınırlarını genişletmek, Hıristiyanlığı yaymak ta istiyoruz. Oryantalistler zamanla dış işleri bakanlığı ile irtibatlı çalışarak İslam dünyasının yöneticilerini de etkilediklerini de.” belirtir. (Sunuş bölümünden, s. 8)
Takdim bölümünde Dr. Ömer Ubeyd Hasene, “Oryantalistlerin misyonerlik ve sömürgeciliğin ilmen destekleyen temel bir kaynak fikren besleyen bir kök, sömürgeci güçlere ilmi teçhizat üreten manevi bir maden olduklarını, kültür savaşında Müslüman nesilleri batının hedeflerine yönelik eğitimde oryantalizmin kullanıldığını” ve “Oryantalizmin kültür emperyalizminin bir aracı” olduğunu (s. 14) belirtir. Hasene, sadece Amerika da 50 civarında İslam dünyası üzerine çalışan merkezler bulunurken oryantalistlerin hücumlarına karşı koymak ancak “ihtiyacı karşılamayan ferdi gayret ve teşebbüsler” bulunduğun ifade eder. (s. 12)
Önsöz bölümünde prof. Mahmut Hamdi Zakzûk, oryantalizmin batı ve İslam dünyası arasındaki uygarlık mücadelesinin gerisindeki düşünceyi temsil ettiğini ifade eder. Avrupalıların İslam hakkındaki tüm bilgilerini oryantalistlerin yazdıklarından aldıklarını belirten Zakzûk “Ön yargısız olmak her zaman İslam’ın yararınadır. İslamiyet doğru şekilde anlaşılıp bilinçli olarak kavranıldıktan sonra, ona karşı koyabilecek hiç bir düşünce akımının olmadığı ortaya çıkacaktır. Aksine, meydan okuyacak olan onlar değil, ancak İslamiyet olacaktır.” (s. 19) demektedir.
Oryantalizmin doğuşu ve tarihi gelişimi
İslamiyet doğuda ve batıda yayılmaya başlayınca Hıristiyan din adamları dikkatlerini bu dine çevirmişlerdir. (s. 24) Bu nedenle de 1312 yılında Viyana da Arap dili kürsüsü kurulur. Aslında çok daha önce bile İslamiyet üzerine araştırmalar yapıldığı bilinmektedir. Örneğin Emevi devleti himayesinde yaşayan Yuhanna ad-Dimaşkı’nın (676-749) yani asıl adı ile John of Damasceus’un, İslamiyet üzerine araştırmalar yaptığı bilinmektedir. Bunlardan en ünlüsü Fransız rahip Gerrard de Oraliac, Endülüs İslam devletinde dersler görmüş daha sonra Avrupa’da, Arapça, matematik ve astronomi dersleri vermiş ve sonunda Roma’da papa (999-1003) olmuştur. (s. 25)
İspanyadaki Endülüs Emevi devletindeki Müslüman Hıristiyan arasında yaşanan fikri tartışmalar, haçlı seferleri, misyonerlik ve ticari egemenlik kurma kaygıları oryantalizmin başlamasında rol oynayan etkin faktörlerdir. (s. 26)
Müslümanları putperest olarak nitelendiren Roland Destanları gibi uydurma hikayelerle yüzlerce yıl İslamiyeti kötü tanıtan oryantalistler ilk Latince Kur’an tercümesini 1143 yılında yapmışlardır ve bu tercüme de bile amaçlarının “Müslümanları Hıristiyanlaştırmak ve İslam’a karşı Hıristiyan din adamlarına destek olmak olduğunu” (Southern, Nazretu’l-garb, s. 56-57) açıkça yer alır. Oryantalist Rudi Paret’te açıkça belirtmektedir ki, (s. 29) “Orta çağdaki oryantalistler İslamiyet’te iyilik adına bir şey bulunmadığını düşünüyor, kaynaklarda bu kanaatlerine uygun düşen bilgilerden başkasına doğru gözle bakmıyor, İslam peygamberi ve İslamiyet hakkında kötülük içeren bütün dedikoduları dilden dile dolaştırıyorlardı.” (Rudi Paret, Dirasetü’l-İslamiyye, s. 9-10)
İlginç ve istisnai bir şahsiyet olan ve 1215 senesinde Alman imparatoru olan Sicilya kralı II. Frederic, Arapça ile ilgilenir giyim ve davranışlarında Müslüman Araplara benzemeye çalışır. Bunun sonucunu da görmekte gecikmez ve 1239 yılında aforoz edilir. (s. 30)
Görüldüğü gibi Chanson de Roland adlı bu Ortaçağ Frank destanından beri pek bir şey değişmemiş!
Oryantalizm ve Misyonerlik
Hıristiyanlaştırmak istediği kimselerin dillerini bilmek zorunlu olduğu için oryantalizme yani doğu dil ve kültürlerine yönelik çalışmalar misyonerlikte büyük önemli yer tutar. (s. 31) Müslümanları Hıristiyanlaştırmak amaçlı bu çalışmalar 13. yüzyılda yoğunlaşır. 1312’de Viyana’da Arapçanın 5 Avrupa üniversitesinde öğretilmesine karar verilir. Amaç Hıristiyanlaştırmak yoluyla Müslümanlara boyun eğdirmektir. (Johann Fueck, Die Arablaction Studien in Europe, s. 21-22)
“Tek bir dili (Arapça) öğrenmek suretiyle ‘Hıristiyanlık düşmanlarının’ yenilebileceğini ileri sürenler.” (Edward Said, Oryantalizm- el- İstişrak-, s. 81; Fuck, Die Arablaction Studien in Europe, s. 39) olduğunu gibi bu amaç yanında “Ticari ve Hıristiyanlaştırma” gibi amaçları yan yana olduğunu ifade ederek, misyonerlik ile oryantalizm arasındaki ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır. (s. 33) ve bu ilişki günümüz de de devam etmektedir. (el- Fikrul İslami el- Haids, s. 581)
- YY. boyunca daha objektif yaklaşımlarla İslam hakkında yorumlar yapılsa da amaç “Daha etkin metotlarla Hıristiyanlığın İslam’la mücadele etmesini sağlamaktan” başka bir şey değildir. Mesela Hadrian Reland, Diyanetü’l-Muhammediye adlı eserini yazma amacını “Şeytanın tuzak ve hilelerini derinlemesine ortaya çıkarmak için ve İslamiyet’i daha iyi tanıyarak onunla en güvenilir ve en güçlü bir şekilde savaşmak” olarak belirttiği halde yazdığı bu kitap Katolik Kilisesince okunması yasaklanan arasına eklenmekten kurtulamaz. Bu dönemin “daha ılımlıları” arasında sayılan Simon Ockley bile, peygamberimizi “ Kötü ve hilekâr” olarak nitelendirmektedir. (s. 35)
Avrupa’da İslam hakkında o kadar kötü imaj çizilir ki bir insanın düşüncesini kötülemek için “Muhammedî bir düşünce” diye bir tanımlama yapılırdı ve bu bakış açısı günümüze dek gelmiştir. (s. 36) 1774 yılında vefat eden J.J. Reiske beklide en insaflı oryantalist olarak nitelendirilebilir ve kendisi zındıklıkla suçlanıp fakir ve kimsesiz olarak vefat etmiştir. (s. 37)
19. yüzyılda ise Oryantalist bakış açısı tamamı ile tepeden bakan kibirli bir şekle dönüşür. (s. 39)
“İşgal, savaş,… Bizden ne istiyorsunuz.” !!
Başta Renan gibi oryantalistler din temelli hareket noktası ile ırkları “Ari, sami” ileri geri ırklar olarak ayırmaya varmışlardır. 19. YY. sonları ve 20. YY. da ise Oryantalizm daha bağımsız bir ilim dalı haline gelmiş ama bakış açısı ve idealar yine de değişmemiştir. (s. 40)
Günümüzde Oryantalistlerin çeşitli dillerde 300’ü aşkın dergi ve süreli yayını bulunmaktadır. (s. 42) İlk uluslararası Oryantalist kongresi 1873’te Paris’te yapılır. 10-15 Eylül 2007 tarihlerinde ise 38’incisi gerçekleştirilir.
Oryantalizm ve emperyalizm
Emperyalizm, Oryantalist bilgiden yararlanmıştır. (s. 43) 19. YY. boyunca İslam ülkeleri baştan sona batılı sömürgecilerin istilasına uğramıştır. Hindistan, Cezayir, Mısır, Tunus, Endonezya, vs. I. Dünya savaşı ile işgal doruk noktasına ulaşır. İşgallerinin devamlı ve hakimiyetlerinin sağlam olması için oryantalistlerin bilgileri özellikle önem arz etmeye başlar. Birçok Oryantalist bizzat bu amaçla sömürgeci işgal kuvvetlerinin emrince çalışmaya başlar. Barthold Rusya’ya, Snouck Hurgronje Hollanda’ya, Sacy, Massignon Fransa’ya, Karl Heinrich Becker Almanya’ya sömürü amaçlı hizmet ederler. (s. 45)
Lord Curzon, doğu araştırmalar okullarının açılımının önemini belirtirken “İmparatorluğun devamı için bunu zaruri gördüğünü, Doğudaki mevkilerinin korunmasına yardım edeceğini” açıkça ifade eder. (s. 46)
“Sömürgecilik, görünüşte dini gerçekte ise emperyalist amaçlı savaşlar olan haçlı seferlerinin bir uzantısıdır. Yeniden işgal, haçlı seferlerinin yenilgisinin intikamını almak Avrupa için her zaman bir ideal olmuştur. Bunun için de Müslüman ülkeleri çok iyi tanımak gerekmektedir.” (Edward Said, Oryantalizm, s. 68-70) Oryantalizm Müslüman ülkelere egemen olmak için bir rehber vazifesi gördü. Askeri ve siyasi istiladan sonra oryantalizm, Müslümanların zihinlerindeki manevi direnci zayıflatmak, onları din ve kültürleri hakkında şüpheye düşürmek için çalışmalara yönelmişlerdir. Bu sayede son kaleleri de düşürmek amaçlanmaktadır. (s. 46)
Yahudilik ve Oryantalizm
Başta Goldziher olmak üzere, oryantalizm sıfatı ardına saklanarak dinlerini hiç ön plana çıkarmadan İslam’a olan düşmanlıklarını kusma fırsatlarını bulmuş Yahudi kökenli oryantalistler bulunmaktadır. Yahudiliğin güya İslam’ın ilk kaynağı olduğu iddiası, Yahudiliğin üstünlüğünü ilan etme gayreti; dini, siyasi, siyonist gayelerle bu sahada kalem oynatmışlardır. Bu konulardaki cevaplarımıza aşağıda verdiğimiz uzantılardan ulaşılabilir. (s. 48)
Oryantalizmin geleceği
Ulrich Harmann’ın ifade ettiği gibi oryantalistler özellikle “İslam hakkında düşmanca bir ruh” taşımaktadırlar. (s. 49) araştırmacılar hariç, batının çıkarları doğrultusunda işlev gören oryantalizm (s. 50) batı’nın İslam ülkelerindeki menfaatleri devam ettiği müddetçe önemini koruyacak ve bakış açılarını da değiştirmeye niyetleri, ne yazık ki, pek gözükmemektedir. (s. 52)
Müsteşrikler (Oryantalistler) ve İslam’a karşı tutumları
Müslüman’a yakışan Kur’an’ın bakış açısı ile olayları değerlendirmektir. (s. 55) Bu konuda ana ekseni de, “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletten alıkoymasın.” (Maide, 7) ayeti oluşturmalıdır.
Oryantalistlerin Çalışmaları, hedefleri
1- Akademik çalışmalar
Oryantalistlerin en büyük etkisi yetiştirdikleri öğrenciler ve yazdıklarını okuyan (akademisyen, gazeteci, siyaset adamı) çevrelerdeki insanların onların fikri yapılarından etkilenmelerinden kaynaklanmaktadır. (s. 57) Onların hedeflerine ulaşmak için büyük bir sabır gösterdikleri ve çalıştıkları bir gerçektir. Arapça el yazmaları eserler dâhil birçok eserleri toplamış ve fihristlemişlerdir. Tabii bu arada yaptıkları tercümelerin baş tarafına İslam hakkındaki kendi düşüncelerini koymuşlar ve daha baştan İslam hakkında olumsuz düşünceler ile okuyucuyu yönlendirmeye çalışmışlardır. 19.’dan ve 20. Y.Y. ortalarına dek 150 yılda oryantalistlerin İslam hakkında yazdıkları eser sayısı 60.000’dir. (Edward Said, s. 316)
“Birçok İslam ülkelerindeki yazma eserlerin haline ve çoğunun maruz kaldığı telef, çürüme, istifade güçlüğü ve imkânsızlık karşısında çaresizlik ve üzüntü hissetmekteyim.” Prof. M. H. Zakzuk (s. 59)
2- Dini hedefleri
1- İslam ile mücadele etmek. İslam’ın Yahudilik ve Hıristiyanlıktan alındığını iddia etmek.
2- İslam’ın kusur ve eksikliklerini (!) bulmak.
3- Misyonerlik. (s. 67)
“Çoğunluğu dindar olan İslami araştırmalarla meşgul Hıristiyan oryantalistlerin pek çoğunun, kendi dininin teslis, çarmıha gerilme ve kendisini feda etme gibi temel inançlarını inkâr edip karşı çıkan bir dini araştırdıklarını unutmaları çok güçtür. Yine İslam dininin birçok doğu ülkelerinde Hıristiyanlığa galip gelip onun yerini aldığını unutmaları kolay değildir.” (İbrahim el-Lebban, el-Müsteşrikûn ve’l-İslam, s. 34) Montgomery Watt, Bernald Lewis, Norman Daniel gibi oryantalistler de bu durumu açıkça itiraf ederler. (s. 68)
3- Ticari- siyasi hedefler
Sömürgecilik mantığı ile hareket eden batılı ülkelere bilgi en çok oryantalistlerden gelmektedir. Sömürgeci devletler kültürel ve askeri sömürgeleri altındaki ülkeleri nasıl idare edeceklerinin bilgilerini, Müslüman halkı nasıl dejenere edip dinlerinden uzaklaştırıp kendilerine tabi kılıp, taklit ettireceklerinin metodunu, yolunu oryantalistlerden öğrenirler. (s. 70)
Oryantalistlerin metotları
“Bazı oryantalistler Arapça ve İslami ilimleri öğreniyor. Çeşitli görüşler ileri sürüyor. Bu görüş ve iddialara delil ve kaynak bulmaya önem veriyor. Bunları bizzat İslami kaynaklardan çıkarmaya çalışıyorlar. İlk bakışta ilmi ve doğru bir iştir. Ne var ki, ince bir araştırma, bunun çoğunun uydurma olduğunu ispat etmektedir. Oryantalistler, ilmi gibi gözüken çalışmalarını çoğu zaman İslami bir konuyu çürütme gayesi ile yapmakta, dini inancı ve İslam şeriatını zayıflatma aamcını gütmektedirler.” (Dr. İbrahim el-Lebban, el-Müsteşrikûn ve’l-İslam, s. 15) Mesela Guston Wictt, İslam’ın şanı (Grandens de İslam) adlı bir eser yazmıştır. Bu yazar seçme pasajlar almak suretiyle İslam’a ve İslam tarihine kin ve hakaretlerle dolu yazılarla eseri doldurur. Çünkü yazar önceden tespit ettiği görüşlerine uygun düşen metinleri toplamıştır. (Detay, el-Behiy, el-Fikrul İslami el-Hadis)
“Oryantalistler zayıf hadislere dayanmakta bir sorun görmezler. Tarih ve siyer kitaplarında doğruluğu ispatlanmamış zayıf haberleri inceden inceye araştırırlar. Bu gizli defineyi (!) ortaya çıkarmada ve zayıf rivayetleri arayıp bulmada tükenmez sabırları vardır. Çoğu zaman iddialarını çürüten nas ve haberleri, delilleri görmezden gelirler.” (el-Lebban, el-Müsteşrikûn ve’l-İslam, s. 33) İşin ilginci birbirinden alıntılar ile (60.000 eserin sayısını hatırlayalım) bu delilsiz düşmanca iddialar zamanla şöhret bulup hakikatmiş gibi algılanmaktadır. (s. 73)
Bizler müsteşrik efendilerin, kendimiz ve dinimiz hakkında söylediklerini kabul etmemiz gerekmektedir. Peki, bu bizim en özel işlerimize gereksiz bir müdahale sayılmıyor mu? Onlar herhangi bir küçük veya büyük işlerine karışmamızı kabul ediyorlar mı? (s. 74)
Oryantalistlerin İslam hakkındaki görüşleri
1- Kur’an’ı kerim
Oryantalistlerin Kur’an’a yaklaşımı aynen Mekke’li müşriklerin tutumu gibidir. Mesela G. Sale, 1736 da yayınladığı İngilizce Kur’an-ı Kerim Tercümesi’nde aynen şunu söylemektedir: “Hz. Muhammed’in Kur’an ı Kerim ‘in müellifi-yazıcısı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Kur’an’ı yazarken de başkalarından az yardımda görmemiştir.” Hâlbuki G. Sale “Yarı Müslüman “kabul edilecek kadar objektif (!) kabul edilen birisidir. Kasimirski‘de 1841 de yayınladığı Fransız’ca Kur’an tercümesinin başına aynen Sale’nin sözlerini almıştır. Dolayısıyla bir yanlış alıntılar çoğaldıkça doğru gibi algılanmış ve ilmi bir araştırma sonucuymuş gibi kabul edilir hale gelmiştir. (s. 75)
Oryantalist Loth, Kur’an’daki “Yâ sîn, Hâ mîm” gibi sure başlangıçlarının Yahudilikten alındığını iddia eder. Ona göre bu şekilde başlayan sureler Medine’de inmiş ve oradaki Yahudiler’den etkilendiğini ileri sürer. Hâlbuki biraz araştırma yapsaydı bu şekilde başlayan 29 surenin 27’sinin Mekke’de indiğini, sadece ikisinin Medine’de indiğini görecekti. Richard Bell, ‘Kur’an’a Giriş’ isimli eserinde Kur’an’ın Tevrat’a dayandığını öne sürer. (s. 76)
Hıristiyanlık ve Yahudiliği ilahi kaynaklı kabul eden oryantalistler, aynı şeyi için Kur’an için yasak saymaktadırlar? Acaba neden, kör bir taassup ve İslam’a olan bir nefret midir? (s. 78) Oryantalist Kur’an’ın yazılması hakkında da çeşitli ithamlarda bulunurlar. Bu konuda cevaplar için, ‘Kur’an’ın kaynağı nedir?’ adlı yazımıza bakılabilir.
Tüm bu iddialara karşı Kur’an, bir sure olsun Kur’an’a benzer getirmelerini istediğinde, Müseylemet’ül Kezzab “El fîlü mel fîlü ve mâ edrake mel fîlü lehü zenbün vesîlün ve mişferun tavîlün ve inne zâlike min halgın rabbenel galîlü” diye uydurma çalışmasından günümüze 2004’lü yıllarda Amerikalı papaz Anis Shorrosh’un ortay çıkardığı, İncil, Tevrat ve Kur’an’ın karışımından oluşan 77 surelik ‘Gerçek Furkan’ isimli çalışmasına, 1400 senedir Kur’an benzeri hatta bir suresini bile olsa benzerini ortaya çıkarmagayretleri hep hüsranla son bulmuştur.
Müsteşrik W. Montgomery Watt, “Şurası inkar edilemez bir gerçektir ki, ne Muhammed’in çağdaşları ve ne de sonraki yazarlar, Arapçada Kur’an’la mücadele edebilecek bir söz söylemeye muvaffak olamamışlardır.” (W. Montgomery Watt, Islamic Surweys, I/109) demektedir.
Konuya Rudi Paret’in Almanca Kur’an tercümesine yaptığı mukaddimeden alıntı ile devam edelim: “Bütün Kur’an, Hz Muhammed’e inen ayetlerden oluşur, bunun tersini iddia edecek bir delile sahip değiliz.” ( R. Paret, Der Kur’an, s.5)
Blachere, el-Kur’an (s. 41) adlı eserinde, “Biz Doğu’nun dini kitapları arasında Kur’an kadar, okunuşuyla fikri düzenimizi dağıtan bir kitap görmedik.” demektedir.
Kur’an’ı Kerim’in iyilik ve takvada yardımlaşmadan, dayanışmaya, kötülük ve zulümden sakınmadan, başkalarıyla alay etmeme, gıybetin yasaklanmasına, ayrıca doğruluk, emanet, adalet ve verilen sözde durmadan, ilim öğrenmeye verilen öneme dek…vb bu ve benzeri bir çok konudaki hükümleri bilinse, Müslümanlar da bunları tamamı ile hayatlarına bir uygulayabilseler o zaman vay o eski ve yeni emperyalistlerin haline! İşte tüm bu nedenlerle sömürgeci emperyalistler Kur’an’ın gerçek yönü ile bilinmesini istemiyor, kurallarının uygulanmadan uzak tutulmasına çalışıyorlar. (Dr. Muhammed Ğallab, Nazratu’l-İştişrakiyyetun fi’l-İslam, s. 32-33)
İngiltere sömürge bakanı Gladstone’un Ocak 1938 yılında, İngiltere hükümet başkanına sunduğu raporda şunları demektedir: “Savaş bize öğretti ki, İslam birliği, İngiltere imparatorluğunun sakınması ve mücadele etmesi gereken en büyük tehlikedir. Sadece imparatorluğun değil, Fransa’nın da aynı şeyi yapması lazımdır. Ne mutlu bize ki, halifelik gitti. Bir daha geri dönmemesini temenni ederim.” (s. 88 )
2- Hadisler
Hadis İslam’ın ikinci derecedeki kaynağıdır. Kur’an’daki özet konuları detaylandırır, ayetleri açıklar ve uygular. Kur’an’da “İnsanlara sana indirileni açıklasın diye sana bu Kur’an’ı indirdik.” ( Nahl, 44) buyrulur. Başta Yahudi oryantalist Goldziher, hadislerin çok büyük bir kısmının İslam’ın birinci ve ikinci asırda uydurulduğunu ileri sürer. (s. 91) Halbuki hadis tarihini azıcık araştıran görecektir ki bu alanda hadis alimleri büyük çalışmalar içine girmiş, yabancı oryantalistler tarafından bile bu çalışmalar açıkça kabul edilmiştir. Münih’te Ocak 1998 tarihinde yapılan kongrede oryantalist John Bertin şu itirafta bulunur: “Bütün olumsuzluklarına rağmen, Müslümanların hadisleri vesikalandırma/Delillendirme şansı, bizim kutsal kitabımızı vesikalandırma şansımızdan daha fazladır.”
“İncillerin doğruluğunun derecesi, Peygamberimizin hadislerinin seviyesine bile ulaşamaz.” (Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar, s. 298-299)
İsa için İnciller neyse hadis mecmuaları da Müslümanlar için odur. (Maurice Bucaille, Müsbet ilim yönünden Tevrat İnciller ve Kur’an, s. 205)
Hadislerin uydurma/mevzu olanları ile olmayanları ayrılmakla kalınmamış, uydurma olmayanlar da kendi içlerinde defalarca detaylandırılmıştır. Müslüman âlimlerin hadislerin uydurma olanlarını seçmedeki gayretlerine bir kaç örnek vermek gerekirse; Yahya b. Said el- Kattan’a sorulmuştur: Uydurma olduğunu iddia ettiğin bazı hadisleri terk ettiğin için kıyamet günü senden davacı olunmasından korkmuyor musun?” O, cevap verir: “Resülullah, ‘Hadislerimden neden yalanı def etmedin’ diyerek benim hasmım olacağına, onların olması benim için daha sevimlidir.” (Dr. Es- Sıbai, es-Sünneh ve Mekanetüha fi teşri’il-İslami. (s. 92) Ebul Ali, “Biz sahabeden rivayet edildiği söylenen bir hadisi dinlediğimizde, hayvanımıza binip yanlarına giderek bizzat kendilerinden işitmedikçe o hadisi kabul etmezdik.” İbn-i Mübarek’te: Bizimle başkaları arasındaki fark, isnattır (hadisleri rivayet edenleri tek tek incelememizdir.)” demektedir. (Nevevi, Müslim şerhi, I/80-88)
Goldziher ve benzerleri bilmektedirler ki, Müslümanların ikinci kaynak kabul ettikleri hadisleri incelemek için gösterdikleri gayretin yüzde birini Hıristiyan ve Yahudiler, eski ve yeni ahid’i (Tevrat ve İncil ) belgelemek için harcamamışlardır. (s. 93)
Dünyanın her yerinde Kur’an’ı Allah kitabı kabul eden tüm insanlar aynı şekilde ibadet etmekte, aynı ahlaki kuralları benimsemekte, aynı itikadî- iman esaslarını kabul etmektedirler. (s. 94) Aralarında bu kadar uzaklık, kültür farkı olmasına rağmen bu nasıl gerçekleşebilir? Tüm bunlar İslam’ın bozulmadığının, Kur’an’ın hak din olduğunun delilidir. (Sıbai, Sünen, s. 196) Kur’an’nın şu ayeti de buna açıklık getirir, “Bugün dininizi tamamladım.” (Maide, 3)
3- İslam fıkhı, Roma hukuku
Şeldon Amos, Goldziher, Wone Krimer gibi birçok oryantalist, İslam fıkhının roma hukukundan alındığını iddia ederler. (s. 96) Ümmi olan, okuma yazma bilmeyen (bu konuda, “Ümmi peygamber” adlı yazımıza bakılabilir) ve Şam’a yaptığı iki seferden birincisinde 9 veya 12 yaşında olan, diğerinde ise yanında sadece Araplardan başka kimse olmayan efendimiz roma hukukunu ne zaman ve nasıl incelemiştir acaba? (s. 96 ) Zaten Roma Okulu en son 16 Aralık 533 tarihinde yasaklanmıştır. Yani efendimiz doğmadan 40 sene önce. Beyrut Okulu ise İslam oraları fethetmeden üççeyrek asır önce dağılmıştır. Ayrıca roma hukuku insan aklına dayanırken İslam hukukunun temelini vahiy oluşturur. Fransız oryantalist Zeys’in dediği gibi aralarındaki bağ kopuktur. (s. 97) Dr. Es-Senhuri’de ayrılığı şöyle açıklar: “İslam hukukçuları, Roma hukukçularından hatta dünya hukukçularından, Usulü fıkıh dedikleri ve hükümleri kaynaklardan çıkarma esasları ve prensipleri tespit etmekle ayrılırlar.” (Senhuri, Usulu’l-Kanun, s. 132)
4- İslam felsefesi
Arap Müslümanları sadece Yunan felsefesini nakilcisi olarak kabul eden bazı oryantalistlerden biri olan Renan, “Sami diller tarihi” isimli kitabında Sami ırkını ari ırkın aşağısında olduğunu iddia eder. Ona göre Sami ırktan olan Araplar felsefe üretemez, Arap felsefesi aslında Arap harfleriyle yazılmış Yunan felsefesinin aynısıdır. K.H. Backer, Gautier gibi oryantalistlerde benzer görüşleri ileri sürerler. (s. 98) “İslam’ın aklı kullanmayı emreden ayetleri” bir yana, sadece şu ayet bile İslam’da aklın önemini ifade edecek ve ayrıca oryantalistlere de bir cevap-mesaj verecektir. Kıyamet günü kafirler şunu söyleyeceklerdir: ”Şayet aklımızı kullanmış olsaydık şu alevli cehennemin mahkumları olmazdık.” (Mülk,10-11) Kur’an’da “Allah’ın varlığının akılla ispatına” dair örnekler, ibadet için akıllı olmanın şart koşulması, “aklı koruyan esasların” sadece İslam’da olmasından habersiz Hıristiyan oryantalistler, ayrıca İslam tarihinde engizisyon mahkemeleri gibi yüz kızartıcı suçlarla örülü bir geçmişe Müslümanların sahip olmadığından da habersiz görülmektedirler. Konu ile alakalı, ‘ İslam felsefesi’ adlı yazımıza bakılabilir.
Oryantalistlerin görüşleri üzerine bazı değerlendirmeler
Oryantalistler hala orta çağdaki İslam’a bakış açılarını korumaktadırlar. (s. 102) Bunun birçok delili bulunmaktadır. (Dr. Muhammed el-Behiy, el-Fikru’l-İslami el Hadis, s.598) En basitinden UNESCO gibi bir örgüt bile İslami konulardaki uzmanlığına güvenerek insanlığın kültürel gelişimi hakkındaki bir ansiklopediyi yazmayı sadece oryantalistlerden istemiştir.
Oryantalistler İslam yerine, 1400 senelik Müslümanlık tarihindeki kültürel erozyona uğramış tek Müslüman toplum olan günümüz Müslümanlarını İslam’la özdeştirerek, günümüz Müslümanlara bakarak İslam’ı değerlendirmektedirler. (s.103 )
Oryantalistler Sünni ile Şii arasındaki ihtilafı derinleştirmeye çalışmaktadır. Oryantalistler İslam’dan uzaklaşanları aydın olarak nitelendirmektedirler. (s. 104) Görüşlerini zayıf ve şaz rivayetlerle delillendirmeye çalışmaktadırlar. Oryantalist Rodinson bu nedenle ” Oryantalistler doğuda, ancak görmek istediklerini görmüşlerdir. Bu sebeple küçük ve garip şeylere çok önem vermişlerdir.” demektedir. (el-Ehram, 29.12.1986)
Oryantalistler Budizm, Hinduizm vb. gibi insan kaynaklı dinler hakkında her zaman tarafsız/objektif oldukları halde, söz konusu olan din İslam olunca saldırgan ve aşağılayıcı bir din kullanmayı tercih etmektedirler. (s. 104) İnsan sormadan edemiyor, Neden ?
Şurası kesin ki Hıristiyanlık alemi İslam medeniyetini her zaman kendileri için bir tehdit olarak görmüşlerdir. (s. 104) Muir, “Muhammedin kılıcı ve Kur’an, medeniyet, hürriyet ve hakikate karşı bugüne kadar dünyanın tanıdığı en büyük iki düşmandır.“ derken, Von Grunebaum, ” İslam, insani gelişim, bilgi ve objektifliğe kabiliyeti olmayan bir dindir.” (E. Said, el-İstişrak, s.89, 168, 196) demektedir.
Oryantalistler kendilerini hem hakim hem savcı makamında görürler. (s. 104) Karar verme, itham etme ve reddetme hakkını sadece kendilerinde görürler.
Oryantalist, meşhur sömürge şairi Kipling’in özetlediği gibi ” Doğu doğudur, batı da batı. Bunlar asla bir araya gelemeyeceklerdir. Batılılar akılcı, barışsever, hürriyetçi, mantıklı ve gerçek değerleri kazanmaya muktedir kimselerdir. Doğulular ise bunlardan hiç birine sahip değildir.” (s. 105) şeklinde özetlenecek bakış açısına sahiptir. ( E. Said, Türas’l-İslam, I/93)
Hâlbuki şurası bir gerçektir ki batı eğer bir medeniyet olarak kabul edilecekse bunu asıl itibari ile doğulu bir zat olan Hz. İsa’nın prensipleri ve Müslümanlardan aldıkları İslami ilimlerle (Bu konuda “Avrupa’nın üzerine doğan İslam Güneşi, İslam ve rönesans ” adlı yazılarımızı okuyabilirsiniz) ve yine Müslümanların elinde gelişme kaydetmiş eski yunan ilmi birikimine borçludurlar. (s.105 )
Malik bin Nebi’nin, “Müslümanların İslamiyet’e sarıldıkları için değil, ondan uzaklaştıkları için İslamiyet tarafından kendilerine verilen bir cezadır.” (Müşkiletül Efkar fil Alemi’l-İslami, s. 76) dediği ve Charles Mismer’ın, “Müslümanlar dinden uzaklaştıkça, Hıristiyanlar ise yaklaştıkça dinlerinden uzaklaşırlar.” sözü ile onayladığı gibi gerileme, Müslümanların İslam’dan uzaklaşma ile doğru orantılı olarak gerçekleşmiştir. ” İki günü eşit olanın zararda olduğu” (Temyizu’t Tayyip min’el Hadis, s. 162) ilan edilen dinimize yöneldikçe yeniden ilim-ahlak-kültürde ileri gideceğine tarih bizzat şahitlik (sitemizdeki ” Doğu, batı” ve İslam barış dinidir, Müslüman bilim öncüleri ” adlı yazılarımızı tavsiye ederiz) etmektedir.
Oryantalistler kendi dinlerini İsa ile temellendirirler. Hıristiyanlık O’na nispet edilir ve ‘Nasranilik’ adı ile bu nedenle anılır. İslam’ı da efendimizin kurduğuna inandıkları için (Cevabımız için ” Kur’an’ı Muhammed mi yazmıştır?” isimli yazımıza bakılabilir) İslam için, Muhammedizm (s. 105) adını kullanmakta sakınca görmezler. Ayrıca efendimizin evliliklerini dillerine dolarlar. Cevabımız için ” Efendimizin evlilikleri” isimli yazımıza bakılabilir
İslam oryantalistlere göre bir din değil, ideolojidir ve ilmi değildir. (s. 106 )
Sonuç
Bu saldırı üslubu iki tarafa da zarar vermektedir. Biz kendimizi anlatmalı, batılılar da önyargılarından uzaklaşmalılardır. Emile Dermenghim bu konuda şöyle demektedir: “Müslümanlar da Hıristiyanlar da birbirilerini yanlış anlamışlardır. Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki yanlış anlama batılıların tarafında doğuluların tarafından daha fazla olmuştur. Batılı fırsatçı menfaatperest yazar ve şairler, İslamiyet’e asılsız hatta çelişkili ithamlarda bulunmuşlardır.” (Dr. Ğallab, Nazratul İştişrakiyye, s. 9)
Oryantalizme bakışımız ve yapmamız gerekenler
Hala Müslümanlarca tercüme edilen bir İncil, Tevrat olmaması ama buna karşı oryantalistlerce hazırlanan birçok Kur’an tercümesinin olduğunu hatırlatan Prof. Zakzuk, bu son bölümde (s. 111- 136) Müslüman âleminin acilen geçmişimize bakıp hayal kurmaktan kurtulup, öncelikle “Oryantalistlere cevap ansiklopedisi, milletler arası bir İslami/ilmi müessesenin kurulması, yeni bir İslam ansiklopedisinin yazılması, İslam’a davet için uluslararası bir teşkilatın kurulması, Kur’an’ın batı dillerine çevirilerinin bizzat Müslümanlarca yapılması, İslam kültüründen başta İsrailiyyat olmak üzere bir ayıklamanın yapılması, batıda İslam’ın daima gündemde tutulması için çalışmalar yapılması, tarafsız oryantalistlerle diyalogun yoğunlaştırılması ve en son uluslararası bir İslami yayınevinin kurulması” gerektiğini belirtir ve bu konuda yapılması gerekenleri sıra ile maddeler kitabında sırlar ve açıklar.
“Müslüman bilginler arasında bir koordinasyon sağlanmalıdır. İslam devletlerinin oryantalistlerin iftiralarına reddiye yazacak, farklı ilim dallarında uzmanlaşmış ilmi heyetler kurmaları gerekmektedirler. Oryantalistlere gereğinde cevap vermek, onların yalan ve uydurmalarını açığa çıkarmak ve incelemekten sorumlu uzman ilmi heyet oluşturmalıyız.” (Pr. Adnan Muhammed Vezzan, Oryantalizm ve oryantalistler, s. XII, s. 126, s. 161)
Garaudy, ”Beni Müslüman olmaya iten şey, insanlığı felakete götüren Batı’nın şaşkınlığına ve aynı zamanda İslam’ın imkânlarına olan inancımdır. İslamiyet, dünyayı yok oluşa götüren egoizmin ve sadece maddi açıdan gelişmenin ezdiği batı toplumumuzda yeniden ümidi canlandırmaya muktedirdir.” (Melik Abdülaziz Üniversitesi’ndeki konferansından, Ocak 1983)
Dr. Mustafa es-Sıbaî: “Bizim, batılıların kültürünü araştıracağımız, onlardaki din, ilim ve medeniyeti tenkit edeceğimiz bir gün gelecektir. (s. 126) O gün gelecek ve çocuk ve torunlarımız, o Avrupalıların ortaya koydukları değerlendirme ölçülerini, bizzat onlardaki inanç ve ilimleri tenkit etmek için kullanacaklardır. İşte o zaman, bizim ilim ve inançlarımıza isnat ettikleri zaaf ve yanlışlıklardan daha fazlasının, onların ilim ve inançlarında olduğu ortaya çıkacaktır. Eğer Müslümanlar, oryantalistlerin Kur’an ve sünneti değerlendirmede kullandıkları ilmi tenkit ölçütlerinin aynısını onların mukaddes kitaplarını ve babadan evlada miras kalan ilimlerini değerlendirmek için kullansalar, o mukaddes kitapların ve tarihi ilimlerin ne gücü, ne değeri kalır.” (Sıbaî, el- Istişrak ve’l-Müsteşrikun, s. 66-67)
Oryantalistler, gücünü bizim zaafiyetimizden almaktadır. (s. 115) Bir an önce yabancı hayranlığından kurtulup, kendi kültürümüzü canlandırıp, kendimize güvenerek, hedefe ulaşacağımız inancına tam manası ile inanmamız gerekmektedir. (s. 117)
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” ( Ali İmran, 139)
Prof. Dr. M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyetler Hesaplaşması
*
İslam ve Oryantalizm
Batılı olduğu için batı kültür ve medeniyetini içinden birisi olarak çok iyi bilen, araştırma ile Müslüman olduğu için de batılıların İslam’a olan küçümser ve önyargılı bakış açısından uzak, olaylara teşhisini hemen yapıp kendi bakış açısı ile tedavi usullerini açıkça, çekinmeden, keskin bir dille ve mücadeleci bir ruh ile ortaya koyan bir çalışma olan bu eserin sahibi yazar hanım Yahudi kökenli ABD vatandaşı bir Müslime hanımdır. Eski adı Margaret Marcus, Müslime adı Meryem Cemile olan yazar 31 Ekim 2012 tarihinde Lahorda vefat etmiştir, Allah rahmet eylesin. Yazar kitabına Miskatu’l-Mesabih adlı eserden alınan bir haberle başlar: Ziyad b. Üzeyr rivayet ediyor: Ömer bana şöyle sordu: “İslam’ı neyin yıkacağını biliyor musun?” Ben: Hayır diye cevap verdim. Ömer şöyle söyledi: Alimlerin hataları, Kur’an üzerine yapılacak münafıkça yorumlar, yanlış yoldaki liderlerin kurdukları düzen.”
Önsöz
Yazar kitabının önsözünde Avrupa uygarlığının Arap kaynaklarının mirası üzerine kurulduğunu ama bunun sulandırılıp bozulduğunu ifade eder. Batının İslam’a dair tüm kaynakların kökeninin Hıristiyan misyonerlik, oryantalizm ve siyonizme dayandığını, bunları hata, düşmanlık ve İslam’ı bozma gayesini güttüğünü söyler ve Müslüman olma nedenlerini ve İslam hakkındaki görüşlerini açıklar: “Araştırmalarım sonucunda İslam’ın hayatın bütünü için ideal bir nizam, insanlık için en kapsamlı biçimde rehberlik edecek bir din, ilahi kökenli, kişisel ve toplumsal yönleriyle kendine yeterli, hiç bir din ve ideolojiye ihtiyaç duymayan ruhbaniyeti reddeden bir dindir. İslam insana hayatının tamamını yönlendirir, insan hayatının amacı ise Allah’a kul olmaktır. İşte İslam insanı bu amaca yöneltmiş, boş ve faydasız amaçlarla uğraşmasına engel olmuştur. Hayat zevk ve eğlence yeri değil, imtihana tabi tutulma demektir. Müslüman yaşayan İslam olmalıdır ve davranışlarında da aşırıya kaçmamalıdır.
Müslüman başkasını dünyevi nedenlerle kıskanmaz, onun hayata yaklaşımı olumludur ve sabırlıdır. İnanmayanlar ise bunalım, uyuşturucu ve intihar bataklığındadır. Ruhlarını tatmin edecek bir değere de sahip değillerdir. İslam insanı kula kulluktan kurtarıp ebedi özgürlüğe kavuşturur. İslam kendine has bir toplum için özgün bir takım esaslar ortaya koyar ve her türlü hayati esasları kendi düzenler. İslam’da yöneticiler dahi egemenliğin ikincil temsilcileridir. Mutlak egemen olan Allah’tır. Yönetici ve yönetilen Allah’ın hükmü ve kanunları önünde eşittir. Bu ise diktatörlüğe, kanunsuzluğa, çatışmaya engel olur. İslami toplumda günaha teşvik olmaz, iffet, terbiye ve alçakgönüllülük esastır. İslam; Yaşlı, koca, kadın, çocuk, anne-baba hakları belirtilmiş, yardımlaşma, iyi niyet emredilmiş, inanç kardeşliği ile Müslümanları, insanlık bağı ile Müslüman olmayanları birbirine bağlar. İslam insanları sınıf, ulusal veya kültürel sınıflandırmaya tabi tutmaz, insanları inançlarına göre sınıflandırır ve haklarını korur. İslam medeniyeti ateizm, materyalizm ve çağdaş kültürün dejenerasyonu karşısında büyük bir potansiyel ve heybetle ayakta durmaktadır. Batılı ülkelerde bunu çok iyi bildikleri için “İslam enstitüleri” veya “İslam araştırma merkezleri” kurarak İslam’ı yok etmeye çalışmaktadırlar.Bunların tek amaçları İslami hareketleri içerden yıkmak, İslami düşüncelerin filizlenmesine engel olmaktır.” Yazar bunda sonra Müslüman olduktan sonra İslam alemindeki liderleri ve ilerici adı verilenlerin oryantalistlerin güdümünde, onların bakış açıları ile İslam’ı değerlendirdiklerini hayretle gördüğünü ifade eder.
Giriş
Kitabın amacı oryantalistlerin ideolojik silahlarını tanıtmak, Müslüman aydınları nasıl şüpheci yapmak istediklerini, sapıtmak ve dinden dönmeleri için uğraştıklarını göstermektir. Onların vicdansızca yanıltmalarından kurtulabilmenin esaslı yöntemlerini tespit ve Müslüman okuyucuya batının bizi nasıl gördüğünü göstermektir.
Artık misyonerlik faaliyetleri aşamalı olarak ideolojik alana kaymaya başladı. II. Dünya savaşından beri batı propagandasının temel konusu materyalizm olmuştur. İslam’da Allah’a inanmak insani sorunlara çözümün bir başlangıcıdır. Kur’an insan hayatı için bir program sunarken sünnette bunun pratik uygulamasını göstermiştir. Dolayısı ile bu zengin ve sağlam içerik yabancı felsefi düşünce ve sapık inançlarla mücadele edebilme imkanına sahip olmuştur. İslam ruhsal bağımlılığı, başkalarına tabi olmayı, soyut idealleri reddettiği için de inançlara karşı olan propagandaların temel hedefi olmuştur.
Yazar daha sonra Marxizmi ve evrim teorilerini eleştiri ve sonuç olarak “Bilimsel materyalizmin” bir din haline geldiğini, çünkü inançlar ve dinler tarafından ifade edilen alanların materyalizmde de bilimsel olmak iddiasıyla bir çok transandantal ideallerle ve inançlarla, dogmalarla doldurulduğunu ifade eder.
Oryantalistlere göre İslam toplumu gelişmemiş, durağan, ömrünü bitirmiş ve sona ermiş bir toplum, İslam ise ortaçağ dini, VII. yüzyıldaki Arap bedevilerini tatmin edebilecek bir dindir. İşgal, sömürü ile bölüp parçaladıkları İslam aleminin günümüz halini göstererek, tüm ortaçağda İslam dünyasının batıya üstünlüğünü ve batının gelişmeye ilişkin düşünce kaynaklarının İslam’dan aldığını çarpıtmaya çalışırlar. (İslam aleminin geri kalış nedenleri ile ilgili yazımıza “İslam ülkeleri neden geri” başlıklı yazıdan ulaşılabilinir) Batının İslam dünyasına karşı yürüttüğü bu savaş günümüzde türlü kültürel silahlarla artan tempoyla yürütülmektedir. Batılı yayınevleri düşmanca tavırlarını sürdürmektedirler. Bu yayınlarda Kur’an Muhammed’in kitabı, hadisler uydurma, İslam politik, ekonomik konuları dahi kapsayan bir nizam olmak yerine özünde yoksullaştırma imajı taşıyan bedevi Arapların bir anlık fetihçi inanç hareketi, İslam özünde durağan, kaderci, bilimsel ve modern olmayan , gelişmeye karşı, günümüz insanına hitap edecek bir şeyi olmayan bir dindir. İslam’da kadın horlanır, alkol yasaktır, modern liberalizme aykırı bir hayat biçimi vardır, dogmadır, Müslümanlar hasta ruhlu insanlardır.( Bu iddiaların cevapları sitemizdeki ” Kader, İslam ve bilim, Müslüman bilim öncüleri, İslam’da kadın, Alkol, İslam barış dinidir, İslam fıkhı” gibi konularda bulunabilir.) Ayrıca oryantalistlere göre Müslümanlar ulusçuluk yapmalı idiler ve İslam’ın da reforme edilmesi gerekmektedir. Oryantalistler içinde en fena grup ise bize akıl vermeye, dinimizin nasıl olması gerektiği konusunda öğütte bulunmaya çalışanlardır.
Yazar bu iddialara cevap olarak; İslam ülkelerinin eğitim faaliyetlerini uzun yıllar Avrupalı ülkelerce programlandığını, bu eğitim faaliyetlerinde batının yenilmez ve mutlak güç olduğunun öğretildiği, İslam’ın hakim olduğu kültürel alanların her vesile ile hakir görülmekte, horlanmakta olduğunu, siyasal faaliyetlerin hala dolaylı yönden batılıların hakimiyet alanlarında olduğunu, Müslüman halkın çoğunluğunun hala emperyalistlerin sömürgesinde olduğunu, kültürlerini empoze eden ABD, İngiltere Fransa, Rusya gibi ülkelerin yönetimlerde hakim olduğunu yöneticilerin birer kukla olduğunu, II. Dünya savaşından sonra oryantalist ve misyonerlerin Müslümanları tek tek etkilemek yerine, bütün olarak sistemin yeniden değiştirilmesini önermeye başladığını ifade eder:
“Misyonerlik faaliyetlerinin etkin olabilmesi için, elden geldiğince yerel düşüncelere saygılı ve alçak gönüllü olunması gerekir. Her konumda ayrı davranmak gerekir. Uygun ortamda ne yapılabilecekse, onun önerilmesi lazımdır. İnançları bilmek, değişim önermenin ve değişim ışığı görmenin ilk şartıdır. Şimdiki toplumlarda bir Müslüman’ın, Hıristiyan dünyayı daha iyi hayal etmesi kolaydır. Çalışmalarda İslam’ın benimsenmiş olarak gösterilmesi gerekiyor. Bu bir Hıristiyan’ın İslam’ı kabulü anlamında değildir, İslam’dan nefret edilebilir. Fakat İslam’ın değiştirilmesi, reforme edilmesi halinde daha sevileceği düşüncesinin empoze edilmesi gereklidir.” (Harry Dorman, Towards Understanding İslam, s. 125)
Bu sahte düşünceleri ve fikirleri yok etmenin tek yolu, bunların ele aldığı konularda aklı doyuran yeterli ve mantıklı eserler ortaya koymaktır.
“İslam hukukunun batı hukukuna uydurulmadığı takdirde ilerlemenin mümkün olamayacağını, ictihadla batı sistemine İslam’ın uydurulabileceğini” ileri süren İngiliz misyoner Kenoeth Cragg ve J.D.N. Anderson’dan bilfiil bunları hayata tatbik eden Tunus’lu eski lider Habib Burgiba’dan hareketle yazar, Müslüman modernistler ile oryantalistlerin bazı ortak noktalarda buluştuğunu da belirtmekte ve bunları eleştirmektedir.
Oryantalizmin bakış açısıyla İslam tarihi, Prof. Philip Hitti, İslam and West (İslam ve Batı)
Yazar Hz Peygamberi din kuran bir lider olarak görür. O önceden tasarlamış ve insanları kendi dinine çağırmıştır. Philip delil olarak Hıristiyan bir memleket olan Habeşistan’dan gelen Bilal ile Zeyd adlı köleleri ve Hıristiyan kökenli efendimizin eşi Mariye ile Yahudi kökenli eşi Safiye’yi verir. Bir peygamber düşünün ki peygamberliğini ilan ettikten yaklaşık 15 sene sonra tanışıp evleneceği iki hanım iddialarının kaynağı olacak. Veya kendi söylediklerini etrafa ilan edip peygamber olduğunu iddia edecek kişiye hala kölelik- hizmetçilik yapacak akıl hocaları ki bu kölelerin bırakın dini ihtiyaçlarını öğrenmeyi veya karşılamayı, temel ihtiyaçlarını karşılama hakları bile yoktu İslam’dan önce. (Bu konuda sitemizde” Kur’an’ın kaynağı nedir?” başlığı altında işlenmiştir, ayrıca yazar cevapları sitemizde verilmiş birçok iddiayı peşi sıra ardarda sıralar, cevapları için “Oryantalistlerin sorularına cevaplar” adlı yazımıza bakılabilir.)
“Hicret sonrası kahin kişiliğini terkeden Muhammed politik ve pratik kişiliğini ortaya çıkarır.” der oryantalist yazar. Hicretin anlamını kavrayamayan bu yazar, Medine’de inen surelerin amacının Mekke’de inenleri teyid etmek olduğunu anlamamıştır. Mekke tebliğ, Medine uygulama safhasıdır. Medine’de hayat, Mekke’de inen ayetlerin ışığında örgütlenmiştir.
Oryantalist yazar, “tüm dinlerin aynı kökenden geldiğini” (Detay için ” Tüm dinlerin özü İslam’dır.”başlıklı yazıya bakılabilir.) bilmediği için, kutsal kitaplar arasındaki benzerlikleri kopya, alıntı olarak algılar. Hitti’ye göre İslam, Yahudi ve Hıristiyanlık kültürlerinin Araplaştırılmış halinden başka bir şey değildir. (s. 12) Yazar daha sonra Sabatay Sevi isimli sahte Yahudi mesih ile efendimizi kıyaslar. Halbuki Sevi daha sonra davasından dönmüştür. Efendimiz ise savaşlar, açlık, işkence dahil her türlü baskıya göğüs germiştir. Ayrıca Sevi; İzmir, Mısır, Selanik, Kudüs arasında dönüp durmuştur. Efendimiz ise hayatının 50 yılını, çocukluğundan itibaren kendisini tanıyanlarla geçirmiştir. Hiç kimse onun kimliği aleyhinde konuşamamış, kişiliği, karakteri, ahlakı, ticari ilişkisi ile ilgili tek bir kötü söz söyleyememişlerdir. Müslümanların hayatı tehlikeye girince ve Medine’den kentlerine gelmesi için teklif gelince Medine’ye hicret etmiştir. Orada da çizgisinden ve davasında asla sapmamıştır.
Hitti, İslam düşüncesini, insan yapımı ve Yahudilik, Hıristiyanlık ve Arap putperestliği karışımı imiş gibi sunmayı amaçlar. Efendimizi ise öğretilerini ve pratik yaşantısını ilahi bir kaynaktan alıyormuş gibi gösteren birisi olarak lanse eder ve devam eder: ” İlk İslam fetih hareketlerini bir inanç hareketinin yayılmacılığı yani “Muhammedanizm” hareketi olarak değil, bir Arapçılık olarak görmek icap eder. Arap fetihçiliği, masum milletlerinin üzerine bir kara bulut gibi çöker, bu daha rahat bir hayat biçimi aramanın eseriydi. Arapların İslam’a girmelerin temel nedenleri ise hayatlarını devam ettirmelerine dayanan kendi menfaatleri ile ekonomik, sosyal ve politik etkenlerdir.” demektedir oryantalist yazar. Görüldüğü gibi İslam bir din, itikat, ahlak, toplum hayatını düzenleyen bir kurum değil bizatihi tek hedef sömürü, ganimet ve zengin olmaktır, yazara göre. Yazarın iddia ettiği gibi İslam’ın ilk yayılma hızı yalnızca ekonomik nedenlerle izah etmeye çalışanlara en güzel cevabı; gerek peygamberimiz (s.a.v.) gerekse raşit halifeler devresindeki İslam mücahitlerinin dünya meyvelerinde, hayatının nimetlerinde zerrece gözlerinin olmaması ve ümit ettikleri meyveler de bu dünyada olmayıp, ahirette almayı amaçlamaları ve bunu yaşantıları ile göstermeleri vermektedir. Onlar, hiçbir zaman düşmanlarını yenmek için yazarın iddia ettiği üzere ne bir askeri disiplinle eğitim gördüler ne de onlar istila etmek için herhangi bir şekilde eğitilmişlerdir.
Efendimiz bu dini kendi dünya menfaatleri için uydursa en basitinden resim ve heykellerinin yapılamasını teşvik edip zamanla krallar gibi yaşamayı düşünmez mi idi? Bu konuda “Oryantalistler ve Hz Muhammed” başlıklı yazımızı tavsiye ederiz. İslam’ın bizzat dışladığı Arap nasyonalizmi (ulusçuluğu) ile İslam’ı bir tutmak mümkün müdür? Diğer ırktan olanlar İslam’a zorla girmiş olsaydı , bunlar İslam egemenliğinden sonraki devrelerde , tekrar dinden çıkabilirlerdi. Habeşli Bilal ile İranlı Selam’ı bir arada tutan Arap ırkçısı bir din olabilir mi?
Belki yazar İslam uygarlığının insanlığa katkıları bin bir gece masalları ile sınırlandırabilir ama aslında İslam uygarlığının batıya verdikleri matematik,tıp,eğitim,öğretim ve felsefe okulları.. vb kurumlara oryantalistlerin gözleri daima kapalı olmuştur. Bağdat, Şam, Kahire, Kurtuba, Delhi hep zamanının en büyük akademik ve entellektüel ilim merkezleri olmamışlar mıdır? Bu konuda “Müslümanlar ve bilim ” isimli yazımızı da ayrıca tavsiye ederiz.
Yazar tüm bunlardan sonra İslam’ın dönemini tamamladığını, batı uygarlığını benimsemenin ise zorunluluk olduğunu iddia etmektedir. “Batının, insanlığa bahşettiği kavramlar.” (s. 89) diye başladığı cümle, yazarın kibirli ruh hali ve akıl verici konumda kendini görmesinin tipik örneğidir. Özetle, Önyargı ile İslam’a bakmakta ve tek doğruyu kendi söylediklerinin oluşturduğunu iddia etmektedir yazar.
Hıristiyan Bakış Açısı, Misyoner Prof. Kenneth Cragg, The Call of the Minaret (Minarenin çağrısı)
Cragg’a göre “Muhammed silahlı bir dinsel otoriteyi seçmiştir.” (The Call of the Minaret, S. 93) Meryem Cemile ise uzun bir girişten sonra Selahaddin Eyyubi’den hareketle bir örnek vererek cevap vermektedir: Kudüs’ü fethedince, Eyyubi, mağlup olan Hıristiyan ordusuna adalet ve insanlıkla davranmıştır. Böylece, cihad’ın alalede bir savaş olmadığını, dehşet ve korkunun cihad için geçersiz olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. Bu konuda sitemizde” İslam barış dinidir.” ve ” İslam savaş kuralları” başlıklı yazıları tavsiye edebiliriz.
Oryantalistler inancımızın ve pratik yaşantımızın ayrıntılarını enine boyuna tartışmak, neyin doğru neyinde yanlış olduğu hususunda karar vermek yetkisini daima kendilerinde görmüşlerdir. Oryantalistler kendi misyoner amaçlarına hizmet eden yazarların fikirlerini göklere çıkarırlar. Yazar Müslümanlar arasında fesat çıkaracak her türlü iddiayı rahatlıkla doğru olarak okuyucuya sunmuştur:”İslam’da tanrının birliği yanında Muhammed’in O’nun elçisi olduğu inancına ihtiyaç duyulmayabilir. Yani İslam, Muhammed’in şahsı ile hüviyet kazanmaz. Bu nedenledir ki bilgin bir Müslüman, peygambere ihtiyaç duymadan İslam’ı açıklayabilir.” Ne demekmiş, Dinin peygamberinin ayetleri açıkladığı sözler (Hadis) önemsiz, ihtiyaç duyulmazmış ama bir bilgin pek ala Kur’an hakkında konuşabilirmiş! Sanki Allah’ın ayetlerine muhatap olandan daha iyi o Kur’an’ı kavrayıp anlayabilecekte.
Cragg, İslam dünyasının batı kültürüne girmesinin kaçınılmaz olduğunu iddia ediyor. Ama işin ilginci bu batının medeniyetinin alanı, Hıristiyanlığın etkin olduğu bir doktrin ve düşünce biçimidir: “İslam eskimiş bir anlayıştır. Gelişen zaman içinde İslam’ında değişmesi kaçınılmazdır. İslam modern yaşam tarzını benimsemek veya en azından vahiyci geleneği bırakmak zorundadır.” (s. 17) “Biz, İslam’ın eskiden olduğu gibi, aynı tekdüze biçimde kalmasına müsaade etme hakkına haiz değiliz. İslam değişecektir. İslam’ın realize edilmesinde, biz Hıristiyanlara az görev düşmüyor.” (Cragg, s. 208)
Cragg her nedense İslam’ın değişmesini tavsiye ederken ya Hıristiyan tipi bir ahlak anlayışını önermekte ya da modernizmi kalkan olarak kullanıp İslami meseleleri tartışmaya açmak istemektedir. Arada alternatif olarak sunulan Hegel ve Marx tarafında geliştirilen tarihsel materyalizminde aslında bir dogma-statükocu anlayış, bir totaliter fikir olduğunu anlayamamaktadır. Çünkü bu bakış açısına göre, tarihsel materyalizm zaman ve zemin içinde değişmeden bütün toplumlara uyarlanabilecek bir teoridir ki biz bu statükocu görüşe dogma diyoruz.
Cragg, İslam ile Müslüman’ı birbirinden ayırmıyor. O’na göre İslam; Müslüman’ın yaptığıdır. Müslümanların işlediklerini, yaptıklarını, İslam olarak kabul etmektedir. Bazı Arap ülkelerinde petrolün bulunmasından sonra ortaya çıkan sosyal parçalanmalardan hareketle oryantalist yazar Müslümanların zamanla dinlerinden uzaklaşıp kültürel devrim ile batı hayat tarzına adapte olacağını ileri sürmektedir. Halbuki böyle ani değişimler her toplumda ahlaki ve ruhsal çöküntü veya çatışmalara yol açabilir. Yazar bu belli bir zamanla kısıtlı olaylardan hareketle, ” Dayanağının batıda olduğunun bilincinde olarak, kendiliğinden yepyeni bir neslin meydana geldiğini” iddia etmektedir (s. 9, Islamic Surveys 3, C. in Comtemparary Islam, 9) Cragg devam etmektedir, “Petrol sıvı altın gibidir. Böyle bir ortamda faiz endişesiyle uğraşmanın anlamı var mı?” (s. 8), “Zekat, mal stoku konusundaki kurallar, modern dünyada ne derece uygulanabilir?” (s. 192)
İslam’ın bütün inançlarını hor ve küçük gören, kendi tabi olduğu batı uygarlığının prensiplerini ise kesinlikle yanılmaz olarak terakki eden bu zihniyet, insanlığın ilerlemesi için ancak tek yönlü bir gelişime inanır. Batının üzerinde kurulduğu ve dayandığı prensiplerin şaşmaz ve yanılmaz prensipler olduğu konusunda Cragg çok iddialıdır.
Cragg’a göre, “Müslümanların en büyük ilgi ve endişesi, Allah’ın en büyük olduğu konusu olmamalıdır.” (Cragg, s. 107) Ayrıca “Hıristiyanlığın ilk elde, İslam’a yükselme ve amaçlar konusunda yardım edeceğine inanıyoruz. Hıristiyanlaşmayı şart koşmuyoruz fakat din değiştirme konusunda Müslümanların müsamahalı olmalarını istiyoruz.” Cragg daha açıkça ne desin ki? Cragg nedense toleransı hep Müslümanlardan istemektedir ama Afrika, Endonezya, Etiyopya’da Müslümanlar vahşice katledilirken Hıristiyan misyonerlerin ne kadar toleranslı olduğunu artık tüm dünya bilmektedir. Hıristiyanlaştırılırken toleranslı ol, karşı çıkınca öldürül ama karşı taraftan katledilme esnasında tolerans bekleme. İşte özet!
Hıristiyanlık bir manastır dini olduğu için, sosyal hayatta uygulanmak üzere prensipler getirmemiştir. Bu nedenle sosyal olaylar, bu dinin mensuplarınca rahatça tartışılabilmekte, Hıristiyan toplumların her biri değişik aile yaşantısını, değişik eğitim biçimlerini benimseyebilmektedir. Ama aynı durum İslam için söz konusu değildir dolayısı ile Hıristiyanlık için önerilen birçok reçete islam’ın ruhu ile asla uyuşmazlar. Her görüş kendini ayakta tutan prensiplerle yaşar. Cragg ise İslam’ı ayakta tutan tüm prensiplerle, insancıl yaklaşım perdesi altında çok rahat oynamakta, onları bozmaya çalışmaktadır.
İşin diğer ilginç bir yönü biz Müslümanlara yardım etmek isteyen bu fedakar Hıristiyan yazarın Müslüman ülkelerdeki diktatörlükleri gerekli görmesi ve savunmasıdır. Son olarak iddialarını Hıristiyan inancının doğru olduğu noktasında toplamakta, İslam dışındaki Zealotizmi ve Herodianizmi bile yazar sevimli gösterebilmektedir.
Yahudi Bakış Açısı, Solomon David Goitein, Jews and Arabs (Yahudiler ve Araplar )
Goitein “İslam’ı ayıklanmış bir İbrani kültürü olarak” nitelendirir. (s. 129) O’na göre “Kur’an’da yer alan bütün materyaller, yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan kopya edilmiştir.” (s. 52) Bu konuyu ele aldığımız “İslam tüm dinlerin ortak adıdır.” adlı dosyamız ve “Kur’an’ın kaynağı nedir?” başlıklı yazımızı tavsiye edebiliriz. Meryem Cemile’de Yahudi bu yazarın iddialarına cevaplarını eserinde sıralamıştır. (s. 67-72)
Yazar Meryem Cemile ayrıca İslam’daki cihad anlayışının Yahudilikte asla bulunmadığının altını çizer. İslam’da cihad, kötülüklere karşı koymak için yapılan düzenli bir uğraşının adıdır. İslam’da var olan örtünme anlayışının yine Yahudilikte olmadığını, İslam’ın yasakladığı alkol konusuna karşılık Yahudiliğin sadece ayyaşlığı yasakladığını belirtir. Ayrıca Yahudi dininde dinsel törenlerde şaraba verilen önem ve şarabın sosyal fonksiyonunun altını çizer. Yahudilikteki Sabbat (Cumartesi hiç bir iş yapmama gününün) İslam’da asla yeri olmadığını, Talmud’a göre tüm insanların Yahudilere hizmet için yaratıldığı inancının islam’a ters olduğu, İslam’da inananlar kadar inanmayanların da hukukunun korunduğunu ve Yahudi yazarında bunu itiraf ettiğini (Jews and Arabs, s. 89) belirtiyor.
Dünyada azınlıklara yapılan kötülüklerin (Hindistan’daki azınlıklar, Kuzey ve güney Amerika’daki yerli halka ve Afrika’daki zencilere yapılanlar, Sovyet Rusya’da Rus olmayanlara karşı yapılan zulümler, Komünist Çin’in Tibet’te yaptığı katliamlar vb) hiç biri İslam ülkelerinde vuku bulmamıştır. Goitein, kitabında durmadan İslam ve Araplar aleyhine atıp tutarken konu Arap-İsrail konusuna gelince birden yumuşar, yeni bağlar kurulması taraftarı olur aniden. Bunun siyasi ve ikiyüzlü bir davranış olduğu bir gerçektir.
“İslam hukuku modern toplumun sorunlarını çözemez. İslami teolojik düşünce kendisini tüketmiş durumdadır.” (s. 229) Ayrıca Yahudi yazar Müslümanların Kur’an lisanı klasik Arapçayı terk edip, mahalli lisanların (Mesela Kıptîce dahil) kullanılmasını öğütlemektedir. (s. 134) Tabii ki Müslümanları birbirine bağlayan uluslararası bir dil olan Arapçanın bırakılmasını tavsiyenin altında Kur’an’dan ve İslami literatürden doğal olarak uzaklaşacak, aralarındaki bağların kopacak, kendilerine kalmış ortak mirastan soyunmuş olacak Müslümanların bu ileri sürülen fikrin arka planını anlamayacağını zannetmek saflıktan başka bir şey olmayacaktır tabii ki. Arapça tabii ki kutsal bir dil değildir ama önemi ve işlevi ortadadır. İlginçtir Goitein, “Siyonizmin (ve “Goyim” inancının) anti-semitizmi doğurduğunu da ” (s. 232) kabul eder.
Sosyolojik bakış açısı, Montgomery Watt, İslam ve toplumsal dayanışma
Kitabın ismine bakarak Watt’ın İslam’daki dayanışma ve sosyal yardımlaşmayı övdüğü zannedilmemelidir. Watt, İslam’daki tüm yüce değerleri inkar etmekte, ondaki muazzam ruhi gücü ve cazibeyi küçümseyip tahkir etmektedir. Asıl hedef ise okuyuda İslam’ın insan ürünü, zaman ve tarihlerle geçerliliği sınırlı bir fikir sistemi olduğu izlenimini uyandırmaktır: “Muhammed, yeni dini Arapçılık kalıbına döktü. Eski Arap geleneklerini İslamlaştırdı. Kabe ve Mekke’nin mazisini her fırsatta Hz. İbrahim’e dayayarak Yahudilerin kendisini peygamber olarak kabul edeceğini zannetti.” (s. 93) Watt’ın kaynak gösterdiği tüm eserler ilginçtir yine kendi gibi Hıristiyan veya Yahudi olan oryantalistlerdir. Bu oryantalistlere göre – Uydurma hadislerle mücadele eden, hadis kritiklerini belirlemek için hayatlarını bu ilme adayan – İmam-ı Şafi dahil bir çok müctehid veya muhaddis hadis uydurmuşlarıdır. Bu nasıl olmaktadır: “sözlü kültürde önce biri ortaya bir hikaye atar, başkaları onu ezberler, zamanla da bu halk arasında kabul görür.” (s. 225) İşte size hadis tarihinin kısa bir özeti! Hadis konusundaki iddialar ve cevapları için ” Hadis müdafaası” ve ” Caetani’ye cevap” adlı yazılara müracaat edilebilir. Watt’a göre “Araplara bir din lazım idi ve Muhammed’de tam zamanında bu ihtiyacı gidermiştir. Yoksa “Muhammed öğretilerinin gelecekte göstereceği tüm bu gelişmeleri tahmin edecek durumda değildi.” (s. 269) zaten!
Watt’ta birçok oryantalist gibi islam’ın millileştirilmesi, yerelleştirilmesi, ümmet bilincinin bozulup, parçalanıp İslam’ın daha kolay ekarde edilmesi için çaba harcamakta, iddialarının hedefini bu amaç oluşturmaktadır. Watta göre ” Farklı kültürlerin entegrasyonunu sağlayacak bir işaret yoktur İslam’da.” (s. 275) Avrupa’da artan ırkçı ve İslamofobi akımlarını bilmesek batıda bu işaretlerin olduğunu zannedeceğiz ama yine de ‘Tarih’ Watt’a en güzel cevapları vermektedir. Bu konuda “İslam barış dinidir.” adlı yazımızı tavsiye edebiliriz. Watt bir dünya savaşı olur da İslam dünyaya hakim olursa nelerden insanlığın yoksun kalacağını sıralar: kimse İslam’ın kökeninin Yahudi ve Hıristiyanlığa dayandığını bilmeyecek, İslam dünya toplumunun kültürel zenginliğini yok edecektir. (s. 276) Batı medeniyeti tüm dünyayı sömürüp, kanını emer ve bu arada giyimden mimariye, sanattan eğitime tüm alanlarda ruhsuz ve tek bir fikri empoze ederken Watt hayali bir İslam tehlikesi ile insanları korkutmaktadır. Bu arada İslam ve diğer dinlerin benzerlikleri konusunda ” İslam tüm dinlerin ortak adıdır.” adlı yazımızı tavsiye ederiz. Watt bir de Müslümanlara akıl vermektedir:” İslam kendi aslının gerçeklerini kabul etmelidir. Yahudi, Hıristiyan geleneklerini dikkate almalı, İslam yenşden incelenmeye hazır olmalı ve Diğer iki dinden bilgi almaya hazır olmalıdır.” (S.283) Wattın isteği gerçekleşirse İslam İslam olmaktan çıkar, Müslümanlar da Müslüman kalamaz. Zaten arzu edilen şeyde bu değil midir?
Sekülarist Bakış Açısı, Wilfred Cantwell Smith, Modern Çağda İslam
Smith, kendi doğru kabul ettiği tüm idealleri gerçekleştirecek despot dahi olsa idarecileri desteklemekte, amacına hizmet eden bu kimseleri hoş görmektedir. Tüm oryantalistler gibi Smith’te Müslümanlara akıl vermekten geri kalmaz: “İslam’ı aydın bir insanın kabul edebileceği bir hale getirmek gerekir. Kuralları yeni anlayışa göre formüle edilmelidir.” (s. 178) Bu formüller nedir: Arapça yasaklanmalı, camilere sıra konmalı, batı stili org eşliğinde ilahiler söyleyen korolar oluşturulması. Smith amacının Hıristiyanlığa adaptasyon olmadığını da ısrarla belirtir. Amacı sadece ortaçağ anlayışı yerine modern anlayışın oturtulmasıdır! (s. 204) Bu oryantalistin yapılmasını tavsiye ettiği bazı ülkeler vardır ama sonuçta bunları yaptıkları halde ( Mesela Tunus ) ne sanat ne bilimde insanlığa hiç bir katkı sağlayamamışlardır. Bu ülkeler idari, askeri, ekonomik alanlarda kayda değer bir ilerleme sağlayamamışlardır. Aksine ” Teknik yardım” gibi benzeri adlar altında başka ülkelerin hegemonyasına girmişlerdir. Bu da gayet doğaldır, halkın değerlerine yabancı olan bir bakış açısı, halktan teveccüh göremeyeceği gibi, taklitçisi olduğu tarafında kendisine değer vermesini asla beklememelidir. İdarecileri batıda okuyup, Müslümanları idare eden kurumlar ve onların eylemleri asla İslami olarak nitelendirilemezler. Smith zaten sorunun kaynağını göstermektedir: Kur’an! “Kur’an en mükemmel modeli arz eden bir kitap olarak kabul edildiğinden, daha mükemmeli arama ihtiyacı hissedilmemektedir. İslam’daki temel krizlerin nedeni Müslümanların kendilerini buldukları yeni durumla, modası geçmiş duygu ve kavramların çelişkisidir. Sekülarizm Müslümanlar için bir nimettir.” (s. 278-281) Bu oryantalist yazar da diğerleri gibi İslam’ı herkesten daha iyi anladığını iddia ederek bize dinimizi nasıl yaşamamız gerektiği konusunda akıl verme yetkisini kendisinde fazlasıyla görmektedir. Bu yazarda eserinin başlangıcında İslam ile batı karşılıklı anlayış, görüş ve bilgi alışverişi içinde olmalarını tavsiye ederken kitabının sonunda baklayı ağzından çıkarmaktadır: İslam değişmelidir. Batı kuralları mutlak doğru, yok dilemez ve doğruluğu tartışılamaz kavramlardır. Bu oryantalistte çağdaş İslam dünyasındaki durumu olduğu gibi tasvir etmeyip, olmasını istediği gibi tasvir etmiştir.
Hümanist bakış Açısı, Nadav Safran, Siyasal toplumun incelenmesinde Mısır
Meryem Cemile, İslam’ın batı medeniyetini tarihinde karşılaştığı tek ciddi rakibi olduğunu belirtir. Batının İslam’dan korkup nefret etmesinin sebebi İslam’ın batıyı ayakta tutan temel prensiplere meydan okumasıdır. Batı bizim aktüel gücümüzden çekinmemekte, Müslümanlarda var olan potansiyel güçten çekinmektedir. En telaş ettikleri husus etkili bir İslam devletinin kurulması ve birleşik İslam bloğudur. Oryantalistler İslam ülkelerinde İslam’ın modası geçmiş bir ortaçağ dini olduğunu propaganda etmeyi en mühim bir görev kabul etmişlerdir. İkinci dünya savaşından bu yana oryantalistlerce yazılan kitapların dörtte üçü değişik ülkelerde Müslümanların modernizasyonunu ele almıştır. (s. 112) Yazar daha sonra Safran’ın kitabını analize geçer. Safran Mısır doğumlu bir yahudidir. Kendisini siyonizme adamış, İsrail ordusunda görev yapmıştır.
Safran, “Mısır’ın Osmanlı işgalinden kurtulduktan sonra idari, ekonomik ve sosyal yapıda Avrupalılaşmaya başladığını (Hatta Kahire’de muhteşem bir opera binası inşa ettirir ) ama inanç sisteminin ise donuk kaldığını belirtir. Bu geleneksel inanç sistemi yeniden gözden geçirilmeli, yeni siyesi toplumun oluşumuna hizmet edecek değişim ile düzenlenmelidir.” (s. 14) Safran, batılılaşmayı, tarihin doğal bir kanunu, hayat akışının doğal bir neticesi ve evrimsel gelişmeyi tamamlayan ayrılmaz bir parça olarak görür. Safran, bütün çalışmasını büyük bir körlükle batı uygarlığının benimsenmesi veya reddedilmesi düşüncesi üzerine kurar. Bu değişimin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu belirtir ve İslam’da asla takdire şayan bir husus görmez. Bu oryantalist yazara göre İslam şekilci, hurafeci, gerici, kaba bir sistemdir ve kurallarının gerçek hayatla bir ilgisi yoktur. İslam bir Arap, Bizans, Yahudi ve Hıristiyan karışımıdır ve bir ütopyadır.
Safran, ” İslam’ın pratikte 1400 senelik uygulamada ancak ilk kırk yıl başarıyla uygulandığını” (s. 80) ifade eder. Yazarın bu iddiasına İslam’ın bir ortaçağ dini olmadığına, insanlığı ayakta tutacak yegane din olduğuna dair tarihten deliller için ” İdealler ve tarihten pratik realiteler” adlı çalışmamıza bakılabilir.
Safran’ın sempati duyduğu tek şahsiyet ise nasyonelist seküler Lütfi Seyyid’tir. Ne tesadüftür ki bu adam okurlarını İslam’ı inkara çağıran birisidir. (s. 17) Bunun dışında feminist, Latin alfabesini Arapçaya uyarlamaya çalışan bir kişi, ırkçı ve Meryem Cemile’nin deyimi ile kör entellektüel br kişinin de çalışmalarını dile getirir. Siyonist yazar en çok ise İhvan-ı Müslimin’in kurucusu Hasan e- Benna’ya hücum eder. Onlar ” Cahil, zararlı, tehlikelidir.” (s. 232) Safran bu hareketi zor kullanarak ezen Nasır rejimine ise hayrandır. Ayrıca İslam ülkelerinin kendi kültürlerine bağlı kalarak kalkınamayacaklarını iddia eder.
Meryem Cemile batıcıların Mısır ve diğer İslam ülkelerinde başarısızlıklarını temel iki nedene bağlar:
Batılılaşma zorbaca ve zulümle empoze edilmek istenmiştir. Yönetici kesim halka ve değerlerine yabancıdır. Hatta sonunda batıcılar sosyal parçalanmalara sebep olmuşlardır. Zevk, menfaat ve evrimci bir materyalist görüş hiç bir zaman siyasi istikrar, sosyal refah ve insani ilişkiler için temel felsefe olamaz.
Artık tüm İslam alemi bilmektedir ki batıdaki çözülmenin, sosyal parçalanmanın temelini onların hiç bir kutsal değere saygı duymamaları oluşturmaktadır. Özetle, batıcılığın doğudaki iflasının sebepleri batıdakiyle aynıdır.
Safran “Keşke Mısır, İslami geçmişi ile bağlarını bir koparabilseydi; diğer tüm olumlu gelişmeler bunu izleyecekti.” diyerek tüm niyetini açıkça ortaya koyar.
Modernist bakış Açısı, H.A.R Gibb, İslam’da Modern Yönelimler
Modernistler dini, materyalist kriterlerle değerlendirirler. Yeniyle çatışan her eskiye boş verilmelidir mantığını işletirler. Oryantalistlere göre, Yahudi ve Hıristiyanların kitapları saygı, hürmet ve korkudan arınmıştır.
Oryantalist Gibb, modernistleri över: “Bunu bizzat Müslüman düşünürlerde görmek mümkündür. Orta çağın dogmatik formüllerini reddetmeye çalışırlar.” (s. 12)
H.A.R. Gibb diğer oryantalistler gibi tarafsız olduğu iddia etmez. Eseri ise İslam ülkelerindeki modernist hareketlerin bir Avrupalı gözü ile güzel bir kritiğidir. Yazar Kur’an’daki cennet ve cehennemi acı ve sevinç kavramları ile açıklar: “Cehennem acı veren bir fark edilişidir. Cennet zafer sevincidir. İslam’da ebedi olan bir azap yoktur.” (s. 116)
Bu oryantalist yazar, Müslüman bir modernistlerden bahsederken onlardan “Tüm modernist ve özür dileyicilerle aynı iddiaları yansıtır.” şeklinde bir tanımlamada bulunur. “İşine gelen hususlarda uydurmalar ve abartmalar yapar. Kendi söylediğinin hep hak olduğunu kabul eder.” (s. 100) diye devam eder.
Gibb haklı olarak modernistlerin en büyük hatalarını açıkça ifade eder: “Modernistlerin hataya düştükleri nokta, gaye olarak kabul ettikleri şeyin kendi toplumlarında ters düşmesidir.” (s. 103)
Modernist hareket İslam dünyasında neden başarısız oldu? Sebep, iki ayrı ve birbirine tamamen zıt görüşlerin barıştırılmaya çalışılmasıdır.
Peki, El-kindi, el-Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi âlimler zamanında Grek felsefesini Müslüman düşüncesi ile İslami geleneği incitmeden nasıl sentez yapmıştır? En önemli sebep, Grek öğretisi İslam medeniyeti altın çağını yaşarken ona ulaşmıştır. İslam o zamanlar karşı konulmaz bir güç olmuştu. Müslüman filozoflar kendilerinden emin, rahat bir tenkitçi yaklaşımla konular ele alınmıştır. Grek medeniyetinin etkisi sadece akademik planda ve kitaplar sahasında olmuştur. Böylece Grek öğreticisinden Müslüman kimliğine zarar verilmeden faydalanmıştır. Günümüzde ise modern batının Müslüman dünyaya ulaşması, Müslümanların mağlup olduğu zamana rastlamıştır. Galipler taklit edilir, taklit hiçbir orijinal ürün oluşturamaz.
Bugün Müslüman ismi taşıyan modernistler, hükümetlerinin veya oryantalistlerin hâkimiyeti altındadırlar. Modernistler oryantalistlerin metod ve düşüncelerini izlerler ve hükümet gücü ile bunları halka empoze ederler. Onlar batı karşısında “Taklitçi ve özür dileyici bir yaklaşım” içindedirler. Asıl trajedi ise Müslümanlarda oluşturulması gereken ruhi bir inkılap yerine bir reforma ihtiyaç duyduğu görüşünde, şiddetle ısrar etmeleridir.
Oryantalizm Komplosu, Feerdland Abbott, Pakistan ve İslam
Oryantalistlerin eserlerinde en göze çarpan husus, yazdıklarının kendi şahsi görüşleri olmayıp, bir tabiat kanunu gibi, kimsenin soru sormaya cesaret edemeyeceği, itiraz edemeyeceği mutlak hakikatler gibi sunulmasıdır. Küstahlık ve gururda o kadar ileri gitmişlerdir ki Müslümanlara dinlerini nasıl reforme etmeleri gerektiğini emretme hakkını kendilerinde görürler. Amaçları ise Müslümanlar arasında kamil manada iman sahibi olamayanların İslam hakkında şüpheye düşmelerini sağlamaktır.
Abbott, “Muhammed Yahudi öğretmen tutmuş olabilir. Hıristiyan rahiplerden de etkilenmiş olabilir. Ama asıl doğru olan Muhammed’in, dininin orijinal olduğunu iddia etmemesidir.” (s.14) der ve “ İslam’ın en büyük zaafı olarak ‘Mükemmel’ olma iddiasını.” (s. 20) görür.
Abbott ayrıca Müslüman fatihlerin fetih hareketlerini aksiyon, çıkar, fırsatçılık ve bencillikle açıklamaya çalışır. Onlardaki ihlas, fedakârlık, İslam davası yolunda katlandıkları zorluklar ve bu yoldaki mücadele azimlerini görmezden gelir.
Batı medeniyetinde hiçbir zaman alçak gönlülük eseri görülmez. Her konuda tüm insanlardan üstün olduklarına kendilerini inandırmışlardır. O kadar aşırı kibirlidirler ki, mesela Maculay bunu şöyle ifade eder: “Oryantalistlerin arasında Avrupa’daki bir kütüphanenin bir rafını Hindistan’ın ve Arap âlemindeki tüm kütüphanelerden daha değerli görmeyen birine rastlamadım.” (s. 113)
Modern batıcıların İslam’a antipati duymaları, ahlak anlayışına ve manevi değerlere olan düşmanlıklarından dolayıdır. Onlara göre en yeni olan, devamlı en doğru olandır.
Abbott, Müslüman bilim adamlarının, matematik ve fizikçilerin yaptıkları buluşların, İslam’la çelişmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığı içindedir. Hâlbuki batıda din ve bilim arasındaki savaş yüzyıllar sürmüş ve sonunda materyalizm, ateizm ve laiklik dine galip gelmiştir.
Batıda insanlardaki ahlaki çöküntü, aile bağlarının kopması, sapık cinsel ilişkiler, suç işleme oranındaki artış, artan alkol ve uyuşturucu kullanımı, sorumsuz zevk ayışları, kısaca sadece kendini ve kendi zevkini düşünen hazcı ve egoist toplumu sorun olarak algılamak kimsenin aklına gelmez. Bunlar zamanın gereği, yanılmaz ve karşı konulamaz kabul edilmiştir. Tüm bunlar Hz. Resul’un sünnetine takip edenlerle uyuşmazlık nedenleridir tüm bu sayılanlar.
Oryantalistler ile modernistlerin aynı gayeye hizmet ettiğinin altını çizen Meryem Cemile, oryantalizm ile modernist Müslüman âlimlerin birbirinden ayrılmaz parçalar olduklarını ileri söyler. Modernistler sadece Müslüman ismi taşırlar o kadar. Aydın kabul edilen zümre halkı anlamaya tenezzül etmeden, değerlerine önem vermeden doğru bildiklerini halka zorla baskı ile onaylatmaya çalışmışlardır, sonuç olarak yönetenlerle yöneticiler arasında mücadele amansız bir şekle dönüşmüştür.
“İslam ülkelerinin hemen hepsinde halk, idarecilerin sevketmek istediği istikamete gitmeyi istemedikleri gibi, idareciler de halkı, halkın istediği istikamette yönetmeye hazır değillerdir. İşte İslam’ın bugünkü durumu budur.” (Mevdudi, Bugünkü İslam, s. 57)
Abbott eserinin basılmasında katkılarından dolayı başta ‘Ford Vakfı’ ve ‘Fullbright’ şirketlerine teşekkür eder ve “ Onlar olmasaydı bu eseri yayınlayamayacağını.” belirtir.
Son söz
14 asır evvel hiçbir şey vahyedilmeyip, günümüzde de medeniyetin ihtiyaçları ile ters düşen bir din imajı çizilir İslam için. O, ‘Çağdışı’dır. Tüm bu ithamların nedeni İslam’ın materyalist bakış açısına karşı olmasıdır. Her şeyi maddiyat ile ölçen bakış açısı İslam ile barınamaz. Öyle ise İslam yanlıştır. Modern medeniyet ise kusursuz ve alt edilemez, mutlak doğrudur. Özellikle batı medeniyetini bilime bakışındaki çarpıklığı göz önüne sermeye çalıştığımız “ Bilim yanılmaz mı?” adlı çalışmamızı önemle tavsiye ederiz.
Kısaca oryantalistlerin imanımızı tarafsız ve sempatik bir yaklaşımla incelemelerini veya değişmelerini beklemenin saçmalığını anlamalıyız. Her insanın hayatı anlamlandırdığı temel inanç ve ideolojileri vardır. Bunlardan kendilerini soyutlayarak, diğer din veya ideolojileri tarafsız olarak ele almalarına imkân yoktur. Olayın bir de diğer yönü vardır ki, inananları tarafından yüceltilmeyen, bir değerler silsilesi üzerine kurulu olmayan hiçbir sistem ayakta kalamaz. Yüce Allah dinini yüceltecek ve O’nu savunacak dolayısı ile onları da güçlendirip şereflendireceği toplumlar her zaman olacaktır. Önce Araplar sonra Türkler bu şerefli görevi layığı ile yerine getirmişlerdir, günümüzdeki talipler ise gün yüzüne çıkmaya başlamışlardır, ne mutlu onlara!
Oryantalistlerin ortak felsefeleri
Evrim, (Bu konudaki çalışmamıza “ Evrim” başlıklı yazımızdan ulaşılabilirsiniz); Batının en gelişmiş kültüre sahip toplum olduğu inancı; Dolayısı ile modern batı kültürüne karşı çıkmanın, evrimin kanunlarına karşı çıkmak, gelişmeye isyan etmek ve tabiat kanunlarına başkaldırmak demektir. En yeni olan daima en iyi olandır; Bilim tüm dinlerle çelişkiye düşmüştür, onları geri-çağdışı bırakmıştır.
İslamî öğretiler kesin olarak batının mekanik evrensel gelişme kavramını reddeder. Dünün doğrusu, hak olanı bugün illa yanlış, hatalı olacak diye bir şey savunulamaz. Çağlar üstü daima hak-doğruluğu savunulacak görüşler vardır, bunlar zaman- mekân şartı aranmadan daima yanlıştan uzak, doğru kavramlardır.
Gerçek mü’min, ilmi ve teknolojik ilerlemeyi, insaniyetin ruhî ve ahlakî gelişmesine engel olarak görmez. Bilim bize teknolojiyi yapıcı mı yıkıcı mı kullanacağımızı bize söyleyemez ayrıca ruhî ihtiyaçlarımıza ve ahlakî rehberliğimize de hiçbir zaman tatminkâr bir cevap veremez. Bir ateistin ahlak anlayışı asla fırsatçılık ve çıkarcılık sınırlarını aşamaz. Allah korkusu, ahiret bilinci yoksa güçlüyü, zayıfı ezmekten alıkoyacak hiçbir kuvvet yoktur. Tarih bu görüşün şahsi veya toplumsal geçerliliği ile ilgili örneklerle doludur. İnsanlar sadece kendi çıkarını düşünürse dünya vahşi bir ormana dönüşür ve “Bir damla petrol için bir kamla kan” akması kimseyi rahatsız etmez. Aksine bu mantık ve bu toplum daima kendini başkalarının haklarını sömürerek refah içinde yaşasa bile, vicdanında asla rahatsızlık duymaz ve aksine kendini sömürdükleri toplumlardan daima üstün görür. Çağımızda refah seviyesinin en yüksek olduğu toplumlar, ruhî açlığın en derin olduğu toplumlardır. Aile bağları kopmuş, sapıklık ilerlemiş, uyuşturucu ve alkol bağımlısı olmuş, ahlaksız ve bayağılığın hâkim olduğu, ırkçı, suça eğilimli, israf içinde yüzen, intihara olaylarının en çok yaşandığı, zalim ama ‘Modern’ toplumlardır aynı zamanda.
İslam, insanları dengeli bir şekilde toplumla bütünleştiren ve tüm bu kötülüklere son verecek tek alternatiftir. Yoksa materyalizm hiçbir zaman toplumlara “fedakârlık ruhunu” gerçek anlamı ile ilham edemez. Biz Müslümanlar önce ahlakî bir hayat sürmeye çalışmalı, bunun için İslami gerçek kaynaklarından öğrenmeli ve yaşamaya çalışmalıyız. Bunun da yolunun birlik ruhuna sahip bir cemaat içinde İslam’ın daha rahat yaşanacağını unutmamaktan geçtiğinin asla unutmamalıyız.
Meryem Cemile, İslam ve Oryantalizm
*
Oryantalistlerin Hz peygamber ile ilgili iddialarına cevaplar
Hazreti Muhammed’i kişisel menfaat için peygamberlik iddiasında bulunduğu diyen oryantalistlere ve ateistlere
68 kuşağının lider kadrolarından Münir Ramazan Aktolga ‘Hatıralar’ının 1. sayfasında “hiçbirimizin kişisel menfaat hesabı yoktu, nasıl olsun ki! Bir avuç insanlık ve karşımızda her çeşidi ile rakip gruplar vardı. Böyle bir ortam, kişisel çıkar hesabı yapan birisi için hiç de çekici değildi” demektedir. Efendimiz de yola çıktığında tek bir kişiydi ve karşısında her çeşidiyle birçok gruptan insanlar vardı!
Misyonerliğin ileri karakolu olan müsteşriklerin esasa gayesi, İslam’ın özünü teşkil eden esas kaynakları bulandırmak, Müslümanları inandıkları değerlere karşı tereddüt uyandırmak, onları şüphe girdabında boğmaktır. Onlar ihtilafları körükleyerek işe başladılar. Toplumlara hangi yol ve yöntemle gireceklerini öğrendiler. İslam medeniyeti, İslam kültürü gibi tamamıyla insanın istifadesine sunulmuş bir manzume karşısında şaşkına dönmüşlerdir halbuki batı almadan hiçbir şey vermez ve daima verdiğinin fazlasını alır. Onlar arkeolojik kazı yaparken antik kentleri ve eserleri de çaldılar. 1250 yılında Papa’nın emri ile Paris’te Arapça kürsüsü kuruldu. Çünkü yunan filozoflarının yazdığı eserler ancak o günlerde Arapçaya çevrilmiş metinlerde vardı.
Oryantalizm bir kültür istilasının atlama taşı olarak kabul edilebilirler zamanla da sistemleşmişlerdir. Çünkü tanımak, galibiyetin ve hâkimiyetin ilk şartıdır.
Louis Massignon’un, “ Onarlın her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hale geldiler.” ( Edward Said, Oryantalizm, S. 446) sözleri aslında neler başardıklarının da kanıtıdır.
Peygamberimizin isminin Muhammed olmadığı ile ilgili iddialar
Sprenger, Hersfild, Caetani, E. Dermenghem gibi oryantalistler peygamberimizin isminin Muhammed olmadığını hatta gerçek isminin bile bilinmediğini iddia ederler. Peygamberler içinde hayatı en ince ayrıntısına dek bilinen tek kişi için bu iddia gülünçtür tabii. Ama amaç kutsal metinlerinde geçen efendimizin bu isminin ( “Oryantalistlerin Kuran ve İslam’la ilgili eleştirilerine cevaplar” isimli yazımızda bu konu da ele alınmıştır) gerçek adının Muhammed olmadığını iddia ederek bu hakikati ortadan kaldırmak istemelerinden başka bir şey değildir.
Mesela Caetani bir taraftan Kuran’a Muhammed isminin sonradan eklendiğini ileri sürerken diğer taraftan dedesi Abdülmuttalib’in ona doğduğunda bu ismi verdiğini ( Caetani, Annali dell-İslam, I/353) kitabında yazabilmektedir. ( Peygamberimizin dedesi tarafından adının Muhammed konduğuna dair, İ. İshak, 22, İ. Hişam, I/168, İ.sad, I/103. sayfalara bakılabilir.)
Oryantalistler o kadar tarafgirdirler ki bizzat İslam düşmanı oryantalistler bile bazen meslektaşlarını eleştirmekten geri kalmazlar: “Lammens herhangi bir rivayetin Kuran’a uyduğunu görürse onu Kuran’dan alınmış gibi göstermiştir.” ( E. Dermenghem, Muhammed’in hayatı, S.6 ) Henri Lammens için I. Goldziher ise “ Bu şahıs Kuran’a uyguladığı metodu kendi kutsal kitabına uygulasaydı, acaba İncillerden elinde geriye ne kalırdı?” demiştir.
Oryantalist Fr. Buhl, senetsiz ve kaynağı belli olmayan bir rivayetten hareketle, peygamberimizin çocuğunun birinin adı ile ilgili spekülasyon yapmak ister ama ilginç olanı “Oğullarının birinin tarihi şahsiyet olması muhtemeldir.” ( Fr. Buhl, İslam ansiklopedisi, Muhammed maddesi, VIII/454) Sözüdür. Hakkında kaynağı olmayan bir iddia bulunan efendimizin hangi oğlunu bulmuşsa, onu bir anda “ tarihi şahsiyet “ilan etmiştir bu oryantalist. Neden sadece o tarihi şahsiyettir çünkü onunla ilgili, Kaynaksız ve delilsiz de olsa, bir iddia ileri sürebilmiştir!
Aynı mantıkla Caetani’ de peygamberimizle ilgili bir ithamda bulunur ve sonra bu iddiasını çürüten rivayetler için “ Daha sonraki fikirlerin yansımasıdır.” ( Leon Caetani, İslam tarihi, I/389-390) Diye sübjektif bir yorumda bulunur. Bu oryantaliste göre, efendimizi öven ve iftiralarına cevap veren rivayetler ” Muhtemel değildir, sonraki fikirlerin bir aksidir.” Ama İslam’a saldırı malzemesi olabilecek olan her rivayet sağlamdır, güvenilirdir. Dolayısı ile bir şeyin sağlamlığının ölçüsü ilmi bir takım kriterlere uyması değil, oryantalistlerin gönüllerindeki duygulara hizmet etmesi olmaktadır.
Çürük temel üzerine inşa edilen bina nasıl yıkılmaya mahkûmsa, sağlam olmayan delil ve haberler üzerine bir takım görüş ve iddiaları bina etmekte öylece yıkılmaya mahkûm olacaktır.
Gerek efendimizin adı üzerinde gerekse çocuklarının isimleri üzerinde yapılan Oryantalist iddiaların kaynaklarının değerlendirme, eleştirisi ve cevapları detayları ile Prof. Ali Osman Ateş’in Oryantalistlerin Hz peygamberle ilgili iddialarına cevaplar ( Beyan yayınları) adlı eserinde bolca bulunabilir. Eserde hadisi rivayet eden raviler gerektiğinde tek tek ele alınıp haklarında muhaddislerce yapılan cerh ve tadil’ler kaynakları ile belirtilmiş, Oryantalistlerin taraflı alıntı ve yorumları tek tek cevaplanmıştır. Bu detaylara dalmadan konuyu özetlemeye devam edelim:
Oryantalistler peygamberimizin Kuran’ı Tevrat – İncil’e bakarak yazdığını ileri sürer, oruç ve Cuma namazı- günü, kıblenin Kâbe’ye döndürülmesi gibi ibadet ve ritüellerin ehli kitaptan alındığını iddia etmektedirler. Kendi ellerindeki günümüzdeki kitapları ilahi kaynaklı olmayınca, ilahi kaynaklı ve bozulmamış tek kitap olan Kuran’a büyük bir kin ve garaz besleyen oryantalistlerin tüm bu iddiaları tamamen olayları maksatlı saptırmadan ibarettir. Güya kıble Yahudilerle aramız bozulunca Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilmiştir. Hâlbuki Yahudilerle Müslümanlar arasında gerginlik 625 yılında başlamıştır. Kıble ise vahiy ile 623 yılında Kâbe’ye döndürülmüştür. Oruç ibadeti de yine eskiden beri bilinmekte idi ve hatta İslam’dan önce Kureyş’liler bile oruç tutmakta idiler. ( Abdullah Draz, Kuranın anlaşılmasına doğru, S. 167- 168, Buhari, II/226, Müslim, II/792, İ. Habib, Kitabul Muhabber, S. 319, İ. İshak, S.291, Taberi, Tarihul Ümem, II/483-484) Cuma günü ibadeti ise Hz İbrahim’den kalma bir gündür ve İslam’dan önce Araplar da bu günü kutsal sayıp kendilerine göre o günde ibadet etmekte idiler. ( İbn-i Cevzi, el-Vefa, I/173) Ayrıca bu konu ‘ Kuran ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar ‘ adlı yazıda ele alınmıştır.
Efendimizi günlük siyasete göre ibadet uydurmakla suçlayan oryantalistler, Hıristiyan ve Yahudilerin kestiklerinin yenilmesi ve kadınları ile evlenilmesine izin verilmesi konusunda ne diyeceklerdir acaba? Tevhit prensibine uygun olan davranışlar İslam’da aynen yer almış, önceki dinlerde var diye körü körüne muhalefet edilerek atılmamışlardır. Bu konuda “İslam tüm dinlerin özüdür.” Adlı çalışmamıza bakılabilir. Kısaca İbrahim’in tevhid dininden kalan hususlar benimsenmiş, şirke ait hususlar ise kaldırılmıştır. ( G. Tümer, A. Küçük, Dinler tarihi, S.31, William C. Tremmel, Religion What is it?, S. 23 )
Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kuran’ı kerim adlı eserinde bu konuyu gayet objektif ve tarafsız ele alır: Bir olay ona yapılan sahtecilik yüklemelerini gidermeye yeter: Muhammed’in biricik oğlu İbrahim vefat eder. Tam o dakikada güneş tutulur.Halk bunu gökyüzünün bir hüzün ve keder işareti sayar. Hz Muhammed halkı toplar ve şu sözleri söyler: ‘Müslümanlar, güneşle yıldızlar Allah’ın kudretinin işleridir. İnsanlardan birinin yaşaması veya ölmesi dolayısı ile bunlardan hiç biri tutulmaya uğramazlar.’ (s.33) Taif’te bir ay kalmış ama sonuçta üç millik bir yol boyunca taşlanarak kovalanmıştır. (s.19) Hz Muhammed’in her türlü hırstan arınmış olduğunu hayatının bütün şartları ispat etmektedir. Dininin kökleştiğini gördüğü halde, kendini büyütmek için bundan faydalanmamıştır. Peygamber hiçbir zaman insanüstü olduğunu iddia etmemiş, bende sizin gibi bir insanım, demiştir. (s. 89) Hz Muhammed ancak samimi bir bilinç ile bu kadar dayanıklı ve girişken hareket edebilir ve zerre kadar sarsılmadan, Hatice’ye sırrını açtığı günden Aişe’nin kollarında öldüğü güne kadar çalışabilmiştir. Hz Muhammed, peygamberliğine en kesin şekilde ikna olmuş idi. Bu kanısı temelsiz değildi. Her türlü alay ve aşağılamalar ile karşılaşan İslam peygamberi yolundan kıl kadar ayrılmadı. Korkutmalar, işkenceler onu Allah birliği inancını her yana yaymaktan, zamanında yaygın olan ahlaktan çok daha yüksek bir ahlakı öğretmekten alıkoymadı. Hz Muhammed padişahlık arkasında koşmadı. İnsanları adalete çağırdı, merhameti sevdirmeye çalıştı. Kıyamet günü hesaba çekileceklerini söyledi. Bu görevi tamamladığında da başkaları gibi tahtını kurmadı, Kâbe’nin yanında bir saray yaptırmadı; sade evine geri döndü. (s. 94)
Oryantalistlerin din, tarih, kültür düşmanlığıyla yazıp iftiralarla doldurdukları objektiflikten ve ilmi tutumdan uzak kitaplarında, çifte standart kullanmakta, adalet ve tarafsızlık ilkelerine uymayan fikirler üretilmektedir. Bir kitabın içindeki bir rivayeti ve o eserin sahibini işlerine geldiği için göklere çıkartırken yine aynı yazarın aynı kitabının aynı sayfasındaki karşı bir rivayet ya da delili işlerine gelmediği için görmemezlikten gelmektedirler. Aynı şeyi ateistler de yapmaktadırlar. Mesela Dursun, Suyuti’nin el-Itkan fi Ulum’l-Kuran isimli eserin işine gelen yerinden alıntı yaparken, başka yerlerdeki birçok iddiasına cevap veren aynı kitaptaki başka rivayetleri göz ardı etmiştir. Öyle ya, okuyucu nereden ulaşacaktır o eserlere?
Onlar kaynakları tahrif etmekte ya da buldukları malzemeyi çarpıtarak ve ön yargılı bir şekilde İslam’ı yıkmak insanlığın gözünde Efendimizi küçültmek için kullanmak istemektedirler. İslam ise insanlığın son şansıdır. Oryantalistler ise yaptıkları çalışma ve faaliyetlerle dünyayı bu ümitten yoksun bırakmaya çalışmakta, insanlığın İslam’ı ve Onun Peygamberini gerçek yönüyle tanımasına engel olmaya çalışmaktadırlar.
“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kafirle istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.”(Saff, 8)
Prof.Dr. Ali Osman Ateş, Oryantalistlerin Hz peygamber ile ilgili iddialarına cevaplar
*
Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi
Başta ehli kitap olmak üzere hicri ikinci asırdan bu yana İslamiyet ile ilgili birçok çalışma yapmıştır. İftiralara dayanarak İslamiyet’i karalamaya çalışan batılılar, bu yöntemlerinin işe yaramadığını görünce metot değiştirmişler ve ilmi bir metotla İslamiyet’e karşı mücadeleye girişmişlerdir. Batılıların, Doğuyu sömürmek için kullandıkları en önemli keşif aracı oryantalistlerdir. Bilimsel çalışmalar adı altında çoğu emperyalist amaçlar doğrultusunda hazırlanmış büyük bir literatür ortaya çıkarmışlardır. Birçok Müslüman’ın düşüncelerini etkilenmişler ve birçok oryantalistik görüş Müslümanlar tarafından kaleme alınan eserler de yerini almıştır. (s. 7) Oryantalistler, Kuran’ın kaynağını değişik yerlere bağlamaya çalışmıştır. (s. 10) Yahudi ve Hristiyanlar, İslam peygamberine ve Kuran’a İslamiyet’in ilk ortaya çıktığı tarihten itibaren ilgi duymuşlardır. (s. 11) Batılılar Kuran hakkındaki iddiaların da sürekli olarak birbirleriyle çelişmişlerdir. Yazılı reddiye ve mücadele kültürü, Yuhanna ed-Dımeşki ile başlamıştır. (s. 12) Peter Venerable, İslam ile yapılacak entelektüel boyuttaki savaş için çalışmalara girişmiştir. Raimund Lull, Batı üniversitelerinde Arapça bölümlerin açılması kararının alınmasını sağlamıştır. (s. 14) Bazı çalışmalar, ilk Kuran tercümesinin yapıldığı 1143 tarihini oryantalizmin başlangıcı olarak kabul eder. İlk oryantalist kongresi, 1873’te Paris’te toplanır. (s. 16) Oryantalizmin en parlak dönemi, 19. ve 20. yüzyıl olmuştur. Oryantalist, doğubilimci demektir. Temelinde sürekli olarak Batının güçlü oluşu, üstünlüğü anlayışını barındıran bir ayrıma dayalı olan sistematik bir disiplindir. (s. 17) 1780’lerde İngilizler Bengal’de tüm ustaların parmaklarını kestiler. (s. 18) Oryantalizm, batılı emperyalist efendilerin Doğuyu işgal etmelerini meşrulaştırmış ve altyapısını hazırlamıştır. Ortaçağ sanatında birçok tabloda, Hz İsa’yı çarmıha gerenlerden birisi Müslüman olarak tasvir edilir. (s. 19) Oryantalizmin önyargılardan kurtulup bilimsel bir nitelik kazandığı söylenemez. (s. 20) Oryantalistik çalışmalar, doğunun güçlü taraflarını bulup zayıflatmaya dönük bir araçtır. Oryantalistik çalışmaların temelinde sürekli olarak batının üstünlüğü anlayışı vurgulanır. (s. 21) Theodor Nöldeke, çalışmalarının kendisinin Doğulu insanlar hakkındaki ‘alçak görüşlerini’ doğrulamak şeklinde özetlenebileceğini açıkça ifade etmiştir. Batı düşüncesine göre Doğu, batının yönetimine ihtiyaç duyan cahil, ilkel toplumlardan meydana gelmiştir. (s. 22) Kitap, 31-94 arası sayfalarda oryantalistler ve Kuran, Hz Muhammed hakkındaki iddiaları özetle verir.
James William Hampson Stobart, ‘Kuran’ın, biraz şiir kabiliyeti olan ve biraz Yahudi efsanelerine yabancı olmayan herhangi bir kişinin ilahi vahiy iddiasını taşımadan yazabileceği bir eser olduğunu’ iddia eder. (İslam and its Founder, s. 68) Ama, 600’lü yıllarda fil suresine nazire yapmak için, Müseylemetül kezzab’ın uydurduğu:” el-Fîlu me’l-Fîlu ve mâ edrâke me’l-fîlu lehu zenebun kasirun ve hurtumun tavil: Fil, filin ne olduğunu bilir misin? Onun kısacık bir kuyruğu ve uzun bir hortumu var…”(el-Amidi, Gayetu’l-Meram fi ilmi’l-kelam, 344; el-Îcî, el-Mevakıf, 3/393) gibi rezalet uydurmalardan en son, 2000’li yıllarda “The True Furqan” adlı uydurma kitaba dek birçok denemeler olduğu ama hepsinin başarısızla sonuçlandığından habersizdir!
“Entelektüeller, profesörler, şairler toplanın ve ülkemiz için bir kitap yazın. O kitabı, yavaş yavaş insanları eğiterek uygulayın. Bizi kısa sürede Çin ve ABD’den daha güçlü hale getirecek bir eser ortaya koyun, böyle bir eser ortaya koyun. İşte aciz bırakmak (mucize) budur. Bu Kur’an’ın mucizelerinden biridir, bu kadar kısa sürede böyle bir toplumsal atılımın, dünya tarihinde başka bir örneği yoktur. Tarihte böyle etki bırakmış bir şahsa deli diyebilir miyiz? Üstelik o, bu etkiyi önceden bildirmiş ve haber vermiş iken. Hele de bu kişi 40 yaşına kadar siyasetle uğraşmamış, 53 yaşına kadar da komutanlık yapmamışsa. Mekke’deki dönemin semeresi ileride valiler ve komutanlar olacak muhacir nesliydi.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 287-288) “Kur’an misli eserlerinizi yazıp toplumun ahlakını değiştirin! Siz de Çin ve ABD’yi mağlup edeceğimiz eserlerinizi ortaya koyun.” (Altay Can Meriç, Peygamberliğin ispatı, s. 413)
William St. Clair Tisdall, tek Tanrı inancının, Araplar arasında eskiden beri var olduğunu iddia edebilir. (s. 53) Gerek Tisdall gerekse Muir, ( s. 47) Muhammed’in Hıristiyanlığın gerçek öğretisi ile karşılaşsaydı, ona sarılacağını ve hemen Hıristiyan olacağını (s. 55) ileri sürerler. Christiaan S. Hurgronje, “Muhammed’in İslamiyet’in evrenselliği ile ilgili bir düşünceye sahip olmadığını” der. ( s. 63) Alphonse Mingana, “İslam alimlerinin baştan beri Kuran’ı hem yanlış yazmış hem de yanlış yorumlamış olduğunu” ileri sürer. (s. 63) Samuel Marinus Zwemer, “İslamiyet’in Yahudilikten tek farkı Muhammed’in peygamberliğidir. İslamiyet başta putperestlik, Hanifizim, Yahudilik, Hıristiyanlık dahil olmak üzere bir çok inancın bir karışımıdır iddiasındadır. “Muhammed’in zekice sosyal, siyasi ve dini bir karışım oluşturup bunu kılıç zoruyla insanlara kabul ettirmesinin ötesinde İslamiyet’te yeni, orijinal bir düşünce bulunmamaktadır.” diyerek klasik oryantalist görüşü özetler. (s. 72) Arthur Jeffery, “Muhammed Yahudilerden para karşılığı Tevrat’ın bir kopyasını kendisine satmalarını talep etmiştir.” demekte ama kaynak tabii ki, belirtmemektedir. (s. 76) Wilhelm Rudolph, Hz Muhammed’in Yahudiler de mi yoksa Hıristiyanlardan mı çok etkilendiğini bir türlü karar verememekte, (s. 79) Maxime Rodinson, “Arap toplumunda birisi ortaya çıksa Araplar etrafında toplanacağı kesindi.” şeklinde iddiada bulmaktadır. (s. 80) Peygamberimize o kadar itiraz, işkence neden edilmişti o zaman? Tabii başka oryantalistlerin de, İslam’ın kılıç zoruyla yayıldığını söylemeleri de bu iddiayı iyice içinden çıkılmaz hale getirmektedir. “Sahtekar bir Muhammed’i açıklamak, samimi bir Muhammed’i açıklamaktan çok daha zordur.” görüşü de ona aittir. (s. 82) Montgomery Watt, ” Muhammed, inançları uğruna işkenceye katlanmıştır.” diyerek (s. 83) aslında, Rodinson’u yalanlamaktadır. Watt, Sara ve epilepsi iddialarının gerçeklerle örtüşmediğini de söyler. (s. 84) Watt, “İslamiyet, geldiği toplumun kültürüne uymayan kutsal metinlerin görüşlerini kabul etmemiştir.” derken, putperestlik, şirk içki, kumar,…gibi birçok cahiliye adetinin ise, İslam’da yasak olduğunu göz ardı etmektedir. (s. 86) Christoph Luxenberg ise, “Kuran’ın dörtte biri hala açıklanamamış” demektedir. (s. 91) Claudie Gilliot, “Kuran’ın kolektif bir çalışmanın ürünü olduğunu, birçok oryantalistin düşüncesinin arka planında yer alır.” diyerek malumu ilan etmektedir. (s. 93)
Oryantalistler İslam üzerindeki çalışmalarına, “Muhammed peygamber değildir, Kuran vahiy değildir.” ön kabul ile başlarlar. Kuran bir vahiy olmadığına göre bunun kaynağı ve özelliği nedir sorusuna kendilerince cevap ararlar. Oryantalistler yüzyıllarca Kuran’ın kaynağı konusunu araştırmalarına rağmen bir türlü tatmin edici bir sonuca ve kendi aralarında ittifak ettikleri bir görüşe ulaşamamışlardır. İşin daha ilginci şu ki, araştırmalarında İslami kaynaklar haricinde elle tutulabilecek başka bir kaynağa sahip olamamalarıdır. İslamiyet, Hz Adem ile başlayan ve Hazreti Muhammed ile son bulan vahiy sürecinin bütünün mirasçısıdır. İslamiyet’in önceki dinler ile benzerlik arz etmesi elbette doğal ve hatta zorunludur. Aslında bu konuda tuhaf ve yanlış karşılanması gereken şey: İslam dininin önceki dinler ile benzerlik arz etmesi değil, etmemesi durumudur. (s. 97) Bütün ilahi dinler elbette kaçınılmaz olarak Allah’a ve ahiret, ceza ve mükafat, ibadet, iman, inkar, kitap, peygamber gibi kavramları kullanacaklardır. Bu dinleri gönderen kaynağın bir olduğunu gösterir. (s. 98) Tüm peygamberlerin yaptığı şey geldikleri toplumda şirk, adaletsizlik, zulmü, kısaca ilahi mesaja aykırı şeyleri ortadan kaldırmaktır. (s. 110)
Oryantalistler önce bir konuda kendi kesin yargılarını verdikten sonra, bu yargıyı haklı çıkarmak için veri toplamaya çalışmaktadırlar. (s. 116) Müslüman olduktan sonra ‘Seydi Abdülkerim’ olarak adını değiştiren Roger du Pasquier şöyle söyler: “Batı hiçbir zaman gerçek anlamda İslamiyet’i tanımadı. Hıristiyanlar sürekli olarak ona iftira ve hakarette bulundular. Batılıları birçoğuna göre İslam üç şeyden ibarettir: Fanatizm, kadercilik ve çok evlilik. Batıda yapılan Doğu araştırmaları tarafsız bir bilimsel anlayışla yapılmamıştır.” ( Pasquier, Decouverte de l’Islam, s. 16)
Oryantalistler, kendi kutsal metinlerinin el yazmaları arasındaki büyük tutarsızlıkları, tarihe ters düşen verileri fark edince, tüm bunları bağdaştırmak için bir metodoloji geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu meteorolojiye göre onlar kutsal metinlerinin aslında birçok yönüyle insanî özellikler taşıdığını her ne kadar temelde ilahi ise de bunları kaleme alanların özgür iradeye sahip insanlar olduğunu ve bu insanların da yazdıklarına kendi ilmî, tarihi, psikolojik, kültürel değerlerini yaptıklarını iddia etmişlerdir. (Robert Feuillet, Introduccion a la Biblia, I/40,324; II/109) Bugün kutsal kabul edilen metinler (The Bible) Allah ve peygamberler tarafından değil, ümmetler tarafından kutsal metin olarak ilan edilmiştir. (A. Jeffery, The Quran as Scripture, s. 47) Oryantalistlere göre kutsal metinler metinler temel manası itibariyle Allah’tan gelse de lafız itibarıyla insan tarafından oluşturulan şeylerdir. (Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi, s. 167)
Birçok oryantalistin Kuran konusundaki hipotezlerinde, her biri ayrı bir iddia ortaya attığından elde ettikleri veriler gelişimsel bir birikim oluşturulamamaktadır. ( s. 169) Doğu da batı da da birbirlerinin zorunlu tamamlayıcıları olduklarını kabul etmedikleri ve bu bağlamda sağlıklı bir iletişim kurmadıkları sürece, yarım kalmaya ve çatışmaya mahkumdur. ( s. 179)
Naif Yaşar, Oryantalistlere göre Kuran’ın kaynağı ve metinleşmesi
*
Batının İslam’la Kavgası
John of Damascus, De Haeresibus adlı kitabında İslam’dan söz eder. (s. 13) Hıristiyanlar arasında İslam konusundaki ilk otorite olarak kabul edilmiş ve kaleme aldığı risale’de “gelecekteki bütün İslam karşıtı münakaşa eserlerin cephanesi” haline gelmiştir. (J. W. Voorhis, John of Damascus on The Muslim Heresy, The Moslem World, XXIV/391) John, Kur’an’ın, Bahira yardımı ile yazıldığını, hazreti Muhammed’in sara hastası olduğunu, cinselliğe düşkün olduğunu ileri sürmüş, Hz peygamberin Zeyd’in eşi ile evlenmesini çarpıtmış, Arapları bir Yahudi ismi olan ‘saracenler’ diye adlandırmıştır. (s. 14) Aziz Peter olarak tanınan Fransız rahip olan Pierre Maurice de Montboissier, Robert of Ketton’ı önce Kur’an’ı tercüme ile görevlendirir. Sonra temel İslami vesikalardan oluşan bir koleksiyon meydana getirir ve çarpıtılmış bilgilerden oluşan bu koleksiyon ile İslam’a XIV. yüzyıla dek saldırılır.(s. 16) Bağdatlı Dominikan misyoneri olan Ricoldo of Montrrcroce, Confutatio al Corani isimli bir eser kaleme alır. Kur’an’ın çelişkiler barındırdığını, şiddete göz yumduğunu ileri sürer. (s. 17) Haçlı seferleri ile beraber Moğol istilaları İslam toplumuna büyük zararlar verir ama Hıristiyanların istediklerinin tam aksi olur ve Sultan Gazan Han İslam’ı kabul eder. Artık İslam’la savaşmanın tek yolu kalmıştır: Arapça kürsüsü (Viyana, 1312) açarak İslam dini ile ilgili bilgileri toplayıp, bunun üzerinden İslam’a savaş açmak. (s. 18)
Önce Ortodokslar, daha sonra Katolikler İslam’a saldırırken en son Protestan mezhebinin kurucusu Luther’de bu gruba dâhil olur. (s. 21) Luther Müslümanları putperestlikle suçluyor, Müslümanların peygambere bir put olarak taptıklarına inanıyordu. (s. 24) “Hz Muhammed’in hayatı bütün yönleri ile alaya alındı, olaylar az veya çok abartıldı, neredeyse tanımayacak derecede çarpıtıldı, sağlam ve güvenilir bilgi planlı bir şekilde çürüğe çıkarıldı. İslam’ı “bazen sırf eğlence için, daha çok da kilisenin yüksek gayeleri için” yalan yanlış anlattılar.” (N. Daniel, Islam and the West, s. 244) Oryantalistler ne kadar bilgili olursa olsun, objektif olamadı. (s. 28) 17. yüzyılın sonuna kadar yalan ifadeleri tercih etmeye yönelik genel bir eğilim sürüp gitti. (s. 29)
Haçlılar, Kudüs’te ölen Müslümanların kanının ayak bileği hizasına çıktığını söylüyordu. (G.E. Perry, The Middle East, s. 78) Batılı tarihçi Rudolp of Caen şöyle yazıyordu: Askerlerimiz Ma’arra adlı şehirde putperest (Müslüman) yetişkinleri yemek kazanlarında kaynar su ile haşladılar, çocukları şişleri geçirip öldürdüler ve ızgarada pişirip yediler. (Amin Maalouf, the Crusades Through Arab Eyes, s.39) Papaların Müslümanlara karşı nefreti o kadar büyüktü ki, monoteist Müslümanlar yerine putperest Moğollarla işbirliği yapmak daha iyi bir şey olarak telakki ediliyordu. (s. 33) Müslümanlara karşı olan tarihsel ön yargılar asla unutulmadı. Haçlı seferleri Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki nefret ve güvensizliği pekiştirdi ve kurumsal açıdan Batıda kiliseler bu çatışmayı insanların evlerine kadar soktu. (s. 36)
18. ve 19. yüzyıllar boyunca birçok gezgin İslam topraklarının uzak köşelerine yolculuk etti.Müslüman isimleri alıp Müslümanlar gibi giyinerek yapılan bu geziler yıkıcı amaçlara sahipti. Bu kişiler İslam’ı seviyor olsalardı, zaten Müslüman olurlardı fakat kitaplarına bakıldığında, İslam’a olan düşmanlıkları açık bir şekilde görülmektedir. (s. 37) O halde bunlar halkından ve dininden nefret ettikleri ülkeleri seyahat etmek için niçin bu kadar zahmete katlanmışlardı, bunun iki amacı vardı: Ticari sömürü ve politik istihbarat. (s. 38) 1817’de Kahire’de ölen John Lewis Burkhardt, şeyh İbrahim ibni Abdullah ismi ile dolaşıyordu. Edward William Lane ise, Mansur efendi ismini almıştı. (s. 40) Edward Henry Palmer ise, şeyh Abdullah ismi niye kullanıyordu. (s. 41) Richard Burton ise, mirza Abdullah ismi alarak bir İranlı kılığında Pakistan’da seyahat ediyordu. (s. 42) Charles Doughty ise, Halil ismi ile Arabistan çöllerinde yolculuk yapıyordu. (s. 44) Gifford Palgrave ise, Salim Ebu Mahmut el-Eys ismi ile Suriye’de casusluk yapıyordu. (s. 45) Tüm bu gezginler aslında, kendi ülkeleri adına istihbaratlar toplayıp, Müslümanlar halk arasında huzursuzluk ortaya çıkarıp isyanları teşvik etmek için çalışmışlardı. İslam ülkelerinin sömürgeleştirilmesi için çalışıyorlar, kendilerini batılı olmayan uluslardan üstün görüyor ve yaptıkları işin uygarlaştırıcı bir görev olduğuna inanıyorlardı. (s. 47) Onlar bazen Müslüman veya bazen de Hıristiyan Arap kılığına büründü ve kendilerine misafirperverlik gösteren ve güven duyan insanları kullandılar. Doğu halklarını tembel, cinsellik ve şiddet düşkünü olarak gösterdiler. Kendilerini yönetmekten aciz idiler, dolayısıyla emperyalistler müdahale etme ve yönetime el koyma konusunda kendilerini mazur görebilirlerdi. Günümüzde yeni gezgin nesil ise, Ortadoğu konusunda uzmanlaşmış olan askeri istihbarat subaylarından oluşuyordu. (s. 49) Günümüzde bu tür gezginlerin yerini batılı istihbarat örgütleri almış bulunmaktadır. Bu elemanlar gazeteci veya iş adamı, yardımsever görüntüsü altında Müslüman ülkelere sızmaktadırlar. Topladıkları istihbarat kendi ülkelerinin çıkarlarını doğrultusunda kullanılmaya devam etmektedir.(s. 50)
Fransız Katolik enstitüsü üyesi olan Baron Carra de Vaux, İslam dünyasında milliyetçilik duygusunu canlandırmak ve dini cemaat düşüncesini zayıflatmak için farklılıkları vurgulayarak İslam dünyasını parçalamayı tavsiye etmekte idi. Sömürgeci güçleri rahatsız eden İslam bir tehlike oluşturuyordu. Zira İslam, ulusal sınırları aşmaktaydı. Sömürgecileri İslam’ı ciddi bir şekilde araştırmaya yönelten şey, işte bu endişeydi. İslam yeniden yorumlanmalıydı. Cezayirli Muhammed Ben Rahal konuyu şöyle özetliyordu: “Eğer bir Müslüman vatanını, dinini savunursa bir vatanperver değil vahşi bir kimse olarak görülür. Kahramanlık gösterirse fanatik olarak adlandırılır. Yenilgi esnasında tevekkül gösterecek olursa kaderci olarak isimlendirilir. (s. 52) Oryantalistler İslam’ı dize getirme mücadelesine koyuldular. Napolyon Mısır’ı alırken beraberinde Doğu uzmanlarını da götürmüştü. Bu âlimler, bölgeyi barbarlıktan kurtarıp eski klasik büyüklüğüne kavuşturmak, ona biçim, kimlik ve tanım vermek üzere 23 ciltli kitap kaleme almışlardı. (s. 53)
Oryantalizm zamanla bağımsız bir disiplin olarak tanımaya başlandı. Bunun nedeni geniş alanlara yayılmakta olan işgaller ve sömürgecilerin çıkarları idi. Batılı olmayan halkları denetim altına almak için kültürleri ve dinleri hakkında daha çok bilgiye acilen ihtiyaç duyuluyordu. Hıristiyan ve Yahudi Bilginler İslam’a karşı yeni bir cephe açtı. Edward Sait oryantalizmi, ‘doğuyu denetim altına almak, kullanmak, işbirliği yapmayı öğrenmek amaçlı’ olduğunu söyler. (s. 54) Oryantalist çalışmalar, sömürgecilerin amaçlarının gerçekleşmesi için bir vasıta olarak sömürgeleştirilen memleketlerin pasifizasyonu konusunda bir kılavuz haline gelmiştir.(s. 55) Sömürgeciler dini siyasetten ayırma yollarını araştıran sekülerist doktrinler ithal ettiler. Sekülerist fikirler sadece Arap, Türk ve İranlı entelektüeller arasında değil fakat onların batılılaşmış siyasi liderleri arasında da pek çok yeni taraftarlar buluyordu. Oryantalizm İslam’ın tahribine yönelik önemli bir araç haline geldi. Oryantalizmin ana görevi sömürgeleşmeye engel olacak İslam’ın pençelerini sökmekti. Oryantalizm İslam’a batılılaştırılmış bir yorum getirdi ve cihat, ümmet, tevhid gibi İslami kavramların gerçek anlamlarını çarpıttı. (s. 55) Batı üniversitelerindeki Müslüman doktora öğrencileri sınavı geçmek için oryantalist teorilerin bilmek değil, aynı zamanda bunların temelden doğru olduğunu kabul etmek zorundaydılar. (s. 56) Oryantalistler hazreti Muhammed’in hayatı ile ilgili kitaplar kaleme aldılar. Bu çalışmalar Hz Muhammed’e yönelik bir karakter suikastını hedefliyordu. (s. 58) Oryantalistler objektif gibi görünüyorlardı. Bir insan fizik bilimiyle uğraşırken objektif olabilir fakat din, kültür ile ilişkin alanlarda bu mümkün değildir. (s. 58) Oryantalistler Müslümanların aşağılığını ve Batının üstünlüğünü yazıp çizdiler. Böylece sömürgecilik bu halkları uygarlaştırma için atılmış bir adım olarak mazur gösteriliyordu. Oryantalistler İslam hukukunun Batılı hukukla yer değiştirmesi konusunda özel bir gayret sarf ediyorlardı. Kur’an, hadis konusundaki taraflı yorumlarına İslam hukuku konusunu da eklemişlerdi. (s. 61)
Goldziher, Muhammadanishe Studien (İslam’ı araştırmalar) isimli kitap yazar. Margoliouth, Goldziher gibi peygamberin sünnet veya hadis diye bir şey bırakmadığını ileri sürer. Oryantalistlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları tek şey, Müslümanların İslam hukukuna sarılmamaları için İslami kaynakların otantikliği konusunda şüpheler uyandırmaktı. (s. 62) Oryantalist H. Gibb, “Asya ve Afrika halklarının yorumlanmasında sosyal bilimler zorunlu hale gelmiştir. Ekonomi bilimi iktisatçılara bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir, Doğu oryantalistlere bırakılamayacak kadar mühim bir bölgedir.” demektedir. (s. 63) Modern zamanların oryantalistleri, ‘İslam’ı itibar etmeye değmez bir putperestliğini olarak gören’ misyonerlerin açık düşmanlıklarını sergilemiştir. Çoğu oryantalist, İslam’ı aslında az gelişmiş bir din olarak görüyordu, oryantalistlerin ideolojisi değişmedi ve hala aynı şekilde sürüp gitmekte, aynı tavır değişik etiketler altında faal olmaya devam etmektedir. (s. 64) Oryantalistlerin de dogmaları vardır: “Batı gelişmiş, insancıl ve üstündür. Doğu ise aşağı derecedendir. Doğu Batılı bakış açısıyla tanımlanmalıdır.” H. Corbin gibi kimi oryantalistler, mezhepçilik ve fırkacılık ateşini körüklemeye gayret etmiştir. İran’ın İslam öncesi tarihi ile ilgilenip İran’da 2500 yıllık bir monarşi görüşünü öne süren Pehlevi’ye yazdıklarıyla katkıda bulunmuştur. (s. 67) Oryantalistlerin çizdiği İslam ile Müslümanlarca inanç, tecrübe ve pratik yoluyla tanınan İslam arasındaki büyük fark bulunmaktadır. Oryantalizm İslam’ın yorumlanmasına yönelik yeni bir disiplin yaratmak için tasarlanmış bir sömürgeci strateji idi. Sömürgeciler ve oryantalistler İslam ülkelerinde birbirlerinin çalışmalarını tamamladılar. (s. 68)
Sömürgecilik devri ile beraber misyonerler Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için İslam beldelerine üşüşmeye başladılar. 1453’te İstanbul’un Türklere kaptırılmasını Batı asla unutmadı. (s. 69) Misyonerler aynı zamanda sömürgeciliğin de ajanlarıydılar. (s. 71) Onlar sömürgeciliğin ajanları olarak milliyetçilik ideallerini yaydılar. (s. 72) Misyonerler Hıristiyanlığa ikna edilebilsinler diye, Müslümanların zihinlerinde İslam’ı lekelemeye yönelik hiçbir çabadan geri durmadılar. (s. 74) Bunlardan biri olan Samuel W. Zwemer, İslam’ı Hıristiyanlık için bir tehlike ve onun baş belası olarak görüyordu. “Biz ya galip gelmeliyiz ya da mağlup. Kökeni, tarihi ve şu anki yaklaşımı ile İslam anti Hristiyandır.” diyordu. (s. 75) Ona göre İslam, savaşlar çıkaran bir din, Hıristiyanlık ise, insanlığın en mükemmeli ve kötülüklerden ve ahlaksızlıklardan en uzak olan din idi. (s. 76) Ona göre peygamber, Medine Yahudilerinden fikirler ve hikayeler toplamış, bunları tanrıdan gelen yeni bir vahiy diye insanlara yutturmuştu. Hıristiyan polemistler tarafından takip edilen tek strateji, daima peygamber hakkında olumsuz tenkitlerde bulunmak oldu. Hıristiyanların üçlü Tanrı inancını reddettiği için, ‘Müslümanların tanrısı’ tabirini kitaplarında devamlı olarak kullanmıştır. Aynı zamanda sömürge yöneticilerine İslam’ı yok etmelerini de öğütlüyordu. (s. 77) 1943 tarihinde vefat eden Duncan B. MacDonald, misyonerlik hedeflerine ulaşılması için en etkili yol, İslam’a doğrudan saldırmak değil fakat yeni fikirlerin onun temellerini kemirmesini sağlamaktı” görüşündeydi. İslam’ın dini ilkelere aykırı bir Hıristiyan mezhebi olduğunu ileri sürüyordu. (s. 78) Hz Muhammed’i bir sahtekar olarak değil fakat patolojik bir vakıa olarak görüyordu. McDonald tıpkı John of Damascus gibi, İslam’ın Yunan kilisesinin etkisi ile oluştuğunu ileri sürüyordu. Ona göre İslam, Musevi ve Hıristiyan inancına aykırı bir mezhep, bir dalalet idi, dolayısıyla da Müslümanlar ıslaha ihtiyaç duyuyorlardı. Bunu da yapacak olanlar misyonerlerdi.(s. 80) Misyonerlerin iki amacı olmuştur: Birincisi Müslümanları Hıristiyanlaştırmak ki bunda başarı sağlayamamışlardır. İkinci amaç Müslümanlar Hıristiyanlaştırılamıyorsa, o zaman sekülerleştirilmeliydi. Bu sayede Müslümanlar sömürgesel yayılmaya ve sömürüye yönelik bir tehlike olmayacaklardı. Misyonerler muhataplarına göre yöntem uygulamakta idiler, Afrikalılara İslam Hıristiyanlık arasındaki bir buluşma noktası olarak kitabı mukaddes’i gösteriyorlardı. Araplar için batılılaşmanın ortaya çıkardığı ihtiyaçlar odak noktasını oluştururken, İngiltere’deki Müslüman öğrencilere sevgi, dostluk ve konukseverlik gösterilerek yalnızlıkları istismar ediliyordu. İslam’dan dönenleri de şüphe ile yaklaşmışlardır. (s. 82)
Bir ülkenin okullarında çocuklara, başka bir ülkenin halkına karşı önyargılı ve ırk düşüncesi aşılandığı zaman iki ülkenin halkları arasında anlayış sınırlandırılmış olur. (s. 83) Sömürgeciliğin düşünüş ve görüşü Batının kurumlarında çok güçlü bir şekilde yerleşmiştir. Sömürgeci düşünüş ve görüşlerini devam ettirmek amacıyla ders kitapları ve çocukların hikaye kitapları gençlerin zihinlerini İslam aleyhine düşüncelerle doldurmak için kullanılmaktadır. (s. 95)
Edward Said, “Ortaçağ’dan bu yana Avrupa veya Amerika tarihinde İslam’ın nefret, ön yargı ve politik çıkarların oluşturduğu bir çerçeve dışında yaygın bir şekilde tartışıldığı ya da düşünüldüğü bir döneme rastlayamadım.” demektedir. (s. 112) “İslam, sağ kesim için barbarlığı, sol için ortaçağ teokrasisini, ılımlı grup içinse tatsız bir egzotizmi temsil etmektedir. Bununla beraber İslam dünyasının hakkında yeterince bir şey bilinmezse dahi, beğenilmesini gerektirecek fazla bir şey olmadığı hususunda bütün kamplar arasında bir ittifak vardır.” Hindistan ve Çin Dahil doğunun öteki bütün medeniyetleri yenilgiye uğratılmıştır. Batıya bir türlü tamamen boyun eğdirilememiş görünen sadece İslam’dır. Batı kendi dini olan Hıristiyanlık dahil her şeye galebe çaldı, kendine güvenini arttırdı ama İslam karşısında bunu gerçekleştiremedi. İslam’a olan düşmanlığı arttı. Düşmanlık, anlayış değil de antipati yarattığı için son derece kurnazca düşünülmüş bir metottur. (s. 113) İsrail’in Filistinlilere veya Lübnan’a yönelik saldırıları ‘misilleme’ olarak görülürken, Filistinlilerin İsrail’e gerçekleştirdiği bir hücum ‘terörist saldırı’ olarak nitelendirildi. (s. 115) İslam konusunda olumsuz olan her şey haber olarak görülmektedir. (s. 116) Bir gazete (The Chicago Tribune) Arapları suçlayarak, “Arapların İsrail’e ortadan kaldırmaya yönelik bir silah olarak Filistin problemini yarattıklarını” yazıyordu. Amerikan deniz bombardımanında sivil halk hedef alınır. Ama bunun fazla bir haber değeri yoktur. Ama eğer böyle bir bombardıman İsraillilere karşı Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, kuşkusuz geniş bir şekilde haber yapılırdı. (s. 118) Washington Post’un bir muhabiri, “İsrail’in tek amacı Lübnan’ı terörizm tehlikesinden kurtarmaktı” diye yazmaktadır. İsrail’in misket bombalarının biri hastaneye isabet etmesi bir savaş kazası olurken bunu İsraillilerin yaptığını gösteren hiçbir delilin bulunmadığı da ifade ediliyordu. (s. 120) Bu ve benzeri birçok delil olayın dini boyutunu, batının anti İslami geleneğini gözler önüne sermektedir. Gazeteci, batı toplumunun bir ürünüdür ve ister seküler olsun ister dini, bu toplumun bütün geleneklerini aynı oranda özümsemeye müsaittir. Verilmek istenen mesaj Müslümanlar ne kadar seküler hale getirilirse herhangi bir ülkedeki batı çıkarlarını o kadar az tehdit ederler. (s. 123) Kitle iletişim araçları batılı haber ajanslarının denetimi altındadır, medya kamuoyunu etkilemek için güçlü bir araç olarak kullanılmaktadır ve politik, ekonomik ve stratejik çıkarlara hizmet etmektedir. Medya, dünyadaki batı yanlısı devletlerin yanında yer almaktadır, medya Batının propaganda silahı haline gelmiş ve İslam ise onun en zavallı kurbanıdır. (s. 127) İslam dünyasına seküler batıdan gelen tehdit ciddidir, bunun sebebi ise batı dünyasının ekonomik ve politik çıkarlarının İslam dünyasında oldukça sağlam bir şekilde yerleşmiş olmasıdır. (s. 130) Günümüzün Ortadoğu uzmanları kendi seküler yönetimlerinin politik, stratejik, askeri ve ekonomik çıkarlarını gözetmektedirler. Bu uzmanlar Batı medeniyetinin ürünleridirler ve anti İslami geleneği özümsemiş bulunmaktadırlar. Irk üstünlüğüne dayanan yaklaşımları benimsemiştirler. Bu kimseler için objektif olmak imkansız hale gelmiştir. (s. 131) Batı kendisine şöyle ciddi bir soru sormalıdır: Her fırsatta İslam’a leke sürmeye ve çarpıtmaya çalışıyorken, İslam ülkeleriyle samimi bir ilişkiye sahip olma veya işbirliği umma imkanı var mıdır? (s. 132)
Asaf Hüseyin, Batının İslam’la Kavgası
*
İslam ve Batı
Önsöz
Kendini ontolojik manada evrenin merkezinde gören bir topluluk olan Batı, herhalde başkalarını barbar, parya olarak görmekten çekinmeyecektir. (s. 7) Toplumlar farklılıklarını tahripkâr bir ayrımcılığa dönüştürmeden bir arada yaşamanın formüller üzerinde anlaşmak zorundadır. İki kültür ve medeniyet havzası birbirini bundan sonra nasıl görecek ya da görmeli? ( s. 8) Kendimiz kalarak ötekine açılmayı öğrenmek zorundayız. ( s. 10)
Giriş
İlk Nobel edebiyat ödülünü alan ve İngiliz sömürgeciliğine övgüleri ile tanınan İngiliz Şair Rudyard Kipling, “Doğu doğudur, batı batıdır ve bu ikili hiçbir zaman bir araya gelemeyecektir.” demektedir (s. 13)
Batı’nın Doğu’yu öteki olarak görmesi, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı 7. yüzyıla kadar gider. Doğuda Batıyı Bugün bir öteki olarak algılıyor, doğal kaynaklarına, giyim kuşamına, giyim kuşamına, yönetimine müdahale eden bir öteki olarak. (s. 13) Batının İslam algısını, hakim medeniyet olma duygusundan ve Greko-Roman ve Yahudi-Hıristiyan köklerinden bağımsız ele alamayız. (s. 14)
Amerika’ya niçin ‘Uzak Batı’ denmiyor? (s. 15) Günümüzde imaj gerçekliğin yerine geçiyor. İmajı kontrol eden, gerçekliği de kontrol etmeye başlamıştır. Kendisini tarihi merkezinde gören, her şeyin en iyisini ve en doğrusunu kendisinin yaptığına inanan bir Avrupa, Afrikalılara medenileştirilmeye muhtaç, dolayısıyla sömürülmeye hak eden ilkel toplumlar olarak bakması şaşılacak bir durum değildir. İslam medeniyeti kendi dışındaki din ve kültürleri kucaklayabilecek esnekliğe sahip bir dünya görüşüne dayanmaktadır. (s. 19) İslam’da, Yahudi ve Hıristiyanların temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, bir esnekliğe sahip olduğunun da göstergesidir. İslam’da daima, ‘Dinle ve ortak iyi ile çatışmada müddetçe bütün kültür formları mübahtır.’ ilkesi takip edilmiştir. (s. 19) Toprakları işgal edilen, onurlu ve özgür vatandaşları köleleştirilen, tarihi ve medeniyeti reddedilen İslam dünyasından, tüm bunların nedeni olan Batıya tepkiler olması doğaldır. (s. 20)
Bizans polemikçilerinden Haçlı seferlerine, Endülüs İslam medeniyetini ortadan kaldıran ‘reconquista’ hareketi ne kadar, bir arada yaşamaya aykırı örnekler olduğu gibi, bunun zıttına örneklerde tarihte mevcuttur. Goethe, Carlyle, Haçlı seferlerine karşı Müslümanlarla beraber hareket eden yolu Hıristiyan ve Yahudilerden sonra, İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı Müslüman ve Arap Hıristiyanların aynı cephede yer alması gibi örnekler, bir arada yaşamanın asgari şartı, ‘herkesin kendi kalarak ve ortak iyi de uzlaşması’ olduğunu, İslam dini tüm dünyaya ilan etmektedir. İslam ve batı Medeniyetleri, ‘iyilikte yarışan topluluklar’ (Maide, 48) oldukları zaman Barış’a ulaşılacaktır. (s. 21)
İslam ve Batı
İslam Allah’a teslim olmak yoluyla, barış ve huzura kavuşmak anlamına gelir. (s. 25) İslam, inançların ve ahlaki ilkelerin bir yaşam biçimi haline gelmesini öngörür. Batı, Ortaçağ’da kendisini, ‘Asya’nın Batısı’ olarak görmekteydi. Hıristiyanlık Avrupa’da yayıldıktan sonra Batının dini haline gelmiştir. Müslümanlar 1000 yıldan fazladır Doğu Hıristiyanları ile ve Yahudiler ile iç içe yaşamışlardır. (s. 27) Batı belli bir yaşam biçimini, kültür formunu ifade etmektedir. Batıyı İstanbul sokaklarında görmek mümkündür. İslam kültür ve medeniyetinin Arap Yarımadası’nda aldığı şekille, Anadolu’da ve Hint alt kıtasında aldığı şekiller birbirinden farklıdır. Bu kaosun değil İslam medeniyetinin iç zenginliğinin bir göstergesidir. (s. 28) Batı medeniyetinin kökleri Greko-Roman kültürü ile Yahudi ve Hıristiyan geleneğidir. Eski Yunan kültürü, politeist yani çok tanrılı bir dine sahip idi. Yunan siyasi-toplumsal yapısı Yunan olmayanları barbar kabul ediyordu. (s. 29)
Batı sadece İslam dünyasını değil, Amerika’yı, Çin’i, Hint, Afrika ve Uzakdoğu Asya’yı sömürgeleştirmiştir. Bu Sömürgecilik etkilerini popüler kültürden ekonomik küreselleşmeye kadar pek çok alanda göstermeye devam etmektedir. İslam’ın ortaya çıktı Arap Yarımadası büyük bir kültür ve medeniyet haritasına sahip değildi. Nötr hatta zayıf bir kültür zemininde ortaya çıkan İslam dini, kendi kültür ve medeniyet kodlarını özgür bir şekilde oluşturma şansına sahip olmuştur. Yaklaşık 100 yıl sonra kuşatıcı bir dünya görüşüne ve güçlü bir ben bilincine sahip ve özgüvene sahip idiler. (s. 33)
İslam medeniyetinin ‘ötekine’ karşı müsamahalı ve hoşgörülü bir tavır sergilediği tarihi bir gerçektir. (s. 36)
Avrupalılar sadece İslam topraklarını işgal etmediler aynı zamanda, klasik İslam geleneği ile irtibatını koparılmış yeni siyasi ve fikri elitler ürettiler. Modernleşme adına yaşanan sekülerleşme ve köksüzleşme Batıya karşı derin şüpheler yaratmıştır. (s. 40) Batılıların İslam’ı homojen ve tekdüze bir yapı olarak görmesi büyük bir hatadır. İletişim araçlarının bu kadar geliştiği dünyamızda, insanların önyargılar ve çarpık algılara sahip olması, affedilebilir bir hata değildir. (s. 41)
Üç İslam algısı
Hz Muhammed hakkında ilk bilgi sahibi olan Hıristiyanlar Doğu’da yaşayan Hıristiyanlardır. Katolik kilisesinin ilk bilgilere ulaşması için birkaç Yüzyıl geçecektir. (s. 45) İslam’ın kısa sürede Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılmaya başlaması, rekabet duygusunu güçlendirmiştir. Bunu siyasi tehdit algısı takip etmiştir, daha sonra da bunu kültürel tehdit algısı izleyecektir. (s. 46)
Dimeşkî’nin, İslam’ı ‘deccalin habercisi’ olarak sunduğu algı, bugüne kadar uzanacaktır. (s. 46) İslam Yahudi ve Hıristiyanlara hukuki bir statü vermiş, din özgürlüklerini güvence altına almıştır ki, dinler tarihinde bu ilk defa olan bir şeydir. Haçlı seferlerinde Arap Hıristiyanları haçlılarla işbirliği yapmamış, ya Müslümanların safında saf tutmuş ya da çatışmalar dışı kalmıştır. (s. 49) Avrupa’nın bir Hıristiyan kıtası haline gelmesi yaklaşık 1000 yıl sürmüştür. Bunun tersine İslam, hızla yayılmış geniş bir coğrafyaya hükmetmiştir. Bu hızlı yayılış Hıristiyan dünyasında büyük infiale yol açmış, kıyametin yaklaştığı inancını güçlendirmiştir. (s. 50) Avrupalılar için İslam’ın hızlı yayılışını izah edecek iki temel argüman ortaya çıkmıştır: Şiddet ve cinsellik. Hz Muhammed, Müslüman olmayanlara zorla öldürmüş, büyü ile ve cinsellikle insanları İslam’a sokmuştur. Bu iki tema Hollywood filmlerinden karikatürlere kadar günümüzde aynen kullanılmaktadır. (s. 51)
Arapça, Yahudi ve Hıristiyanlar arasında bir bilim ve düşünce dili olarak kabul edilmiştir. Alvaros adlı bir İspanyol Hıristiyan, gençlerin, İncil, Peygamberler ve havarilerin hayatını okumak yerine Arapça şiir ve hikâyeler okuyup öğrendiğinden şikâyet eder. (s. 52)
İslam’a, teolojik, siyasi ve kültürel bir tehdit olarak algılama, ‘Orta çağdan itibaren günümüze kadar’ devam etmektedir. (s. 55) Avrupalılar, İslam Kültür ve medeniyetinin başarılarının İslam dinine rağmen gerçekleştiğine inanmıştır. Bacon, Farabi ve İbni Sina’nın aslında Hıristiyan olduğunu ileri sürebilecektir. (s. 56)
İslam ve Bizans
Muaviye zamanında Medine deki güvenlik gücünde 200 kadar Hıristiyan görev yapıyordu. (s. 61) Hz Ömer Kudüs’ü fethettiğinde gösterdiği müsamaha veya Peygamber efendimiz döneminde Necran’dan Medine’ye gelen Hıristiyanların Mescidi Nebevi’de ibadet etmelerine izin verilmesi, hep bir müsamaha örnekleridir. (s. 62) Dini etkileşimin diğer bir örneği, ikonoklazm hareketidir. Put kırıcılık hareketi, 726-823 yılları arasında Bizans’ı etkilemiştir. (s. 63) Farklı kültürlerden gelen etkiler, İslam medeniyet havzasında yeni bir ruh ve biçim kazanmıştır. Bu köklü bir dönüşüm olmasaydı bugün, bir kiliseyi camiden, bir Osmanlı Sarayı’nı Roma Bizans Sarayından ayırmak mümkün olmazdı. 9. Yüzyılın ortalarından itibaren Bizans, özellikle mimari alanda, İslam kültüründen etkiler almaya başlayacaktır. Dokuz ve Onuncu yüzyıllardan itibaren bir dünya medeniyeti haline gelen İslam kültürü, Avrupa kültürünü, eğitim, bilim, felsefe, mimari ve şehircilik alanında etkileyecektir. (s. 62) 6. yüzyılın sonuna kadar İslam medeniyeti, etkilenen değil etkileyen bir medeniyet olmaya devam edecek, Fas’tan Endonezya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada farklı kültürel sentezler üretecektir. Osmanlı, Avrupa ve Batı medeniyetini XIX. yüzyılın ortalarına kadar üstün bir medeniyetten çok siyasi bir rakip olarak görecektir. Avrupa’nın ‘öteki’ algısı, kendisi hakkında ‘Ben’ tasavvuru tarafından belirlenmiştir. Katolik kilisesinin skolastik dünyası, dini ve kültürel ötekini her zaman bir hasım olarak görmüştür. (s. 68)
Ortaçağlar
Kuzey ve Batı Avrupa İslam dünyasına kapılarını kapattığı halde, bilim ve felsefe alanlarında Müslüman düşünürlerden derin etkiler almıştır. 1095 yılında Papa II. Urban, bütün Avrupa’yı, kutsal toprakları dinsiz sapıkların yani Müslümanların elinden kurtarmaya davet eder. (s. 71) Bu girişime Nasturiler başta olmak üzere doğu Hıristiyan cemaatlerinin çoğu karşı çıkar. (s. 73) 4. Haçlı seferinde Haçlılar İstanbul’u talan eder. Kudüs’ü geri alan Selahattin Eyyubi Eyyubi Avrupa’da bir efsane haline gelir. Selahattin şehri aldıktan sonra bir eman yayınlar ve kendisine karşı savaşan Hıristiyan askerler dâhil herkesin can ve mal güvenliğini garanti altına alır. Haçlılar tarafından kovulan Yahudi hahamını Kudüs’e geri davet eder. Selahattin’de tıpkı İslam filozofları gibi, yer yer gizli bir Hıristiyan bir Şövalye olarak Avrupa’da anılır. (s. 74)
Haçlı Seferleri sırasında doğulu Arap ve Hıristiyanlar ile Yahudiler Müslümanların yanında yer alır. Müslümanların elinden zulüm gören ve Roma-Papa idaresini arzulayan bir doğu Hıristiyan cemaati, hiçbir zaman var olmadı. (s. 76)
Haçlı seferlerine katılan bir Haçlı askerinin şu ifadesi çarpıcıdır: “Türkler ve putperestleri kutsal topraklardan sürdük ama Rum, Yunan, Ermeni, Süryani ve Yahudi sapıklardan kurtulamadık.” (s. 77)
Kur’an ilk latinceye tercümesi Aziz Peter tarafından yaptırılır, amaç düşmanı yakından tanımaktır. Peter, ” Ben size nefretle değil, sevgiyle saldırıyorum” diyecektir. (s. 81) 11. ve 13. yüzyıllarda Avrupa’da Hz Muhammed hakkında kitaplar yazılmaya başlanır. Bu çalışmaların hepsinin kökeni Bizans’ın söylenti ve hikâyelerine dayanır. (s. 82) Bu kitapların sunduğu Muhammed imajı, günümüze kadar Avrupa’nın İslam Peygamberi algısını (Psikolojik hasta, şehvet düşkünü, merhametsiz, Deccal, Hz İsa’nın zıttı, büyücü) belirlemiştir. Arapça ilk kez Paris’te 1587 yılında okutulmaya başlanır. (s. 83) Hıristiyanlar Hz Muhammed’e saldırırken, bunu kendi dini geleneklerine uygun bir çerçevede yapıyorlardı. Hıristiyanlığın merkezinde Hz İsa vardır ve o bir peygamber değil, tanrının oğludur. Hıristiyanlar aynı bakış açısını İslam’a da uygular ve İslam’ı bir Muhammedilik olarak görürler. Halbuki İslam’da hiçbir zaman Hz Muhammed ilahlaştırılmamıştır. (s. 84)
Endülüs
Yaklaşık 400 yıl boyunca Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlarla özgür fakat rekabetçi bir ortamda, ortak bir kültürün inşasına katkıda bulunmuş ve birbirlerinden çeşitli şekillerde etkilenmiştir. (s. 90) Endülüs kültürü iki dünyanın barış içinde yaşayabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak tarihe geçecektir. (s. 85) Endülüs’te farklılıklar bir çatışma gerekçesi değil, iyi ve güzel olan da yarış için bir zemin oluşturmuştur. (s. 93) Fakat 1492 yılında son İslam beldesi de işgal edilince, Endülüs’te yaşayan Müslümanlar üç tercihle karşı karşıya bırakılmıştır: Hicret, cebren Hıristiyanlığa geçme veya ölüm. (s. 97) 1609 yılına gelindiğinde İspanyol kardinal bütün Moriskoların (Endülüslü Müslümanların) şüpheli bir grup olarak, öldürülmesi yahut İspanya’dan sürülmesi için fetva verir. (s. 101)
Modernliğe doğru
Müslüman dünyanın askeri ve siyasi manevralarla alt edilemeyeceğini inanan İspanyol kardinal Segoviali John yeni bir strateji geliştirerek, İslam’ın teolojik argümanlarla önlenmesini önerir. Zaten savaş ve şiddet Hıristiyanlığın özüne aykırı idi ve kendilerine yakışan İsa’nın erdemlerini göstermekti. (s. 110) Onun halefi Cusalı Nicholas, Kur’an’ın ayıklanması adlı yazdığı kitabınıa üç temele dayandırır: Muhammed’in Yahudi danışmanları vardı, Muhammed’in takipçilere kendisinden sonra hikâyeler (Hadisler) uydurdular ve Nastûrî Hıristiyanlığın İslam’a katkıları. (s. 112) Bacon gibi Sandys’e göre de Müslüman filozoflar aslında Hristiyan idiler. (s. 114) Aydınlanma filozofu Voltaire, söz konusu İslam olunca, akılcılıktan, hümanizmden, hoşgörüden hiçbir iz kendisinde göremeyiz. Yazdığı piyeste Peygamberimizi; Fanatik, kaba, sahtekar, şehvet düşkünü biri olarak lanse eder: “Bir deve tüccarının gökyüzünden haber aldığını iddia etmesi anlamsız, kitabını oradan aldığını ileri sürmesi, ülkesini kılıçtan geçirmesi,…” gibi tabirlerin Voltaire’ye aittir. (s. 115) Swedenborg, “Doğuluların tabiatına uygun bir din olan İslam, özünde Hıristiyanlıkla uyum içerisinde bir dindir.” iddiasında bulunur. “Doğulular, yaratıcının insan suretine büründüğünü anlayamazlar fakat bunu Hıristiyanlarda anlamıyor” diye devam eder. (s. 117) Ortaçağda ‘Sarasin’; Endülüs’te ‘Moor’ kelimesi ile ifade edilen Müslümanlar, 16. yüzyıldan sonra giderek ‘Türk’ tipi ile özelleştirilmeye başlanır. (s. 118) Martin Luther, “Son nefesime kadar Türklere karşı savaşırım.” diyecek kadar Türklere karşı nefret ve öfke doludur. (s. 120) Avrupa, Türkleri, İstanbul’un fethinden dolayı hiçbir zaman affetmeyecektir. Yüzyıllar sonra bile öfke ve serzeniş ile hatırlanmaya devam edecektir. (s. 122)
Yeni bir dünyanın eşiğinde
Batının Yükselişi, batılı olmayan toplumların sömürgecilikle çatışma, asimile olmak gibi farklı ilişki biçimlerinin öne çıktığı bir süreci ifade eder. (s. 127) Avrupalılar başka toplumları sömürmenin ve kendilerine benzetmenin beyaz adamın yükü olduğuna inanmışlardır. 19. yüzyılda formüle edilen ulus teorileri, antropoloji çalışmaları, siyasi kavramlar, felsefi sistemler,… hepsi Avrupa merkezci yeni dünya görüşüne katkıda bulunmaktaydı. (s. 128) Abdurrahman el Cebertî, ‘Batının maddi gücü gerçektir ama geçicidir. Avrupa’nın madde üstünlüğü onun iyi ve doğru olduğu anlamına gelmez.’demektedir. (s. 130) Napoleon Bonapart, Mısır’ı elinde bulunduran Memluklularla savaşmadan önce bir ferman yayınlar: Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’tan başka ilah yoktur. Onun bir oğlu olmadığı gerçektir. Memluklular, yeryüzünün bu en güzel beldesinde fesat içerisinde hareket etmişlerdir, fakat alemlerin rabbi olan Allah, artık onların hükmünü sona ermesini takdir etmiştir. Ben buraya sizin haklarınızı, zalimlerin elinden almak için geldim ve ben Allahü telâya, memluklulardan daha fazla kulluk eder, onun Peygamberi Muhammed’e ve kitabı Kur’anı Kerim’e onlardan daha fazla Hürmet ederim. Allah’ın yardımıyla bugünden itibaren halkın işleri adalet ile yapılacaktır. Ey kadılar, şeyhler ve İmamlar. Halkınıza şunu söyleyin; Fransızlarda Sadık Müslümanlardır. Fransızlar, papalık merkezini yerle bir etmiştir. Osmanlı sultanının – Allah onun saltanatının daim kılsın – en sadık dostu Fransızlardır. Bize yardıma koşacak olanlar için de büyük nimetler vardır. Bütün ahali, camilerde namazları adet olduğu üzere kılmaya devam edecektir. Bütün Mısırlılar yüksek bir sesle şöyle diyecektir: Allah, Fransız ordusunu muhafaza etsin. (s. 130-133) Avrupa emperyalizmine karşı direnişin temel dayanak noktası dindir. (s. 134) İslam dünyasında, hemen bütün anti-emperyalist hareketlerin ortaya çıkışında İslam, merkezi bir rol oynamıştır. Avrupa kökenli milliyetçilik hareketlerine karşı ümmet kavramının önemi artmıştır. (s. 135) Coğrafi keşiflerle bir taraftan Hıristiyanlığın koyduğu metafizik sınırların, öte tarafta Avrupa kıtasının sunduğu coğrafi sınırların ötesini görebilen Avrupalılar, yeni ve farklı dünyaları işgal etmek için hazırlardı. (s. 136) Oryantalizmin temelleri, 17. Ve 18. yüzyıllara kadar gider, 19. yüzyılda büyük bir patlama yaşar. (s. 138) Renan, İslam’ın bilim ve felsefe üretemeyeceğini; Lewis, İslam’ın ancak sekülerleşmekle, çağdaş ve bilimsel bir kimlik kazanabileceğini ileri sürer. Oryantalizm ne Batılıların İslam’ı, ne de Müslümanların Batıyı daha iyi anlamasına bir katkı sağlamamıştır. (s. 139)
Oryantalizm, büyük oranda tek taraflı, hakkaniyetten yoksun, çökmekte olan bir İslam medeniyetini tasavvur etmiştir. Pek çok oryantalist, İslam’ın orijinal bir nitelik arz etmediğini, dini temellerinin Yahudilik, Hıristiyanlık ve Arap paganizmine, kültürel başarılarının ise İslam öncesi Yunan, Hint, İran ve Çin medeniyetine ait olduğunu ileri sürer. Oryantalizm de, İslam dünyasını, aydınlatılmaya muhtaç bir nesne olarak görür. Thomas Thornton, Avrupalı seyyahların Türkiye hakkındaki gözlemlerinden şikâyet eder ve onların Türklerin davranışlarını, adetlerini ‘yüzeysel ve kasten hatalı bir şekilde gözlemlediklerini ‘ söyler. (s. 143)
Kayıp bir medeniyet
Ahmet Haşim’in gözüyle Avrupa, biçimi öz’ün yerine ikame edilmiş yeni bir yaşam tarzının habercisidir. (s. 150) Yirmisekiz Çelebi Mehmet için Avrupa’nın maddi başarıları, kendi dünya görüşüne ve medeniyet tasavvurundan vazgeçmek için yeterli bir gerekçe değildir. ( s. 153) Kendisi de medrese kökenli olan ve Fransa’da imamlık yaparak geçinen Tahtâvî, Avrupa’nın başarısının eğitimde yattığına, bunun için İslam dünyasındaki eğitim sisteminin elden geçirilmesi gerektiğine inanır. (s. 154) Avrupa’ya gidip eğitim gören Müslüman öğrenciler, ülkelerine pek çok yeni fikirler ama çoğunlukla da bulanık zihinle dönerler. Çünkü büyük senteziler yapabilecek entelektüel donanıma sahip değildiler. (s. 155)
Modern dünya
Soğuk Savaş döneminin bitmesi ile ortadan kalkan kızıl tehlikenin yerini, yeşil tehlike almıştır. Eğlence sanayinin ürettiği filmleri izleyen ortalama Amerikalı ve Avrupalıların zihinde nasıl bir İslam ve Müslüman imajının oluştuğunu tahmin etmek zor değildir. (s. 163) Lewis, Pipes, Kramer, Emerson gibi yazarların çizdiği İslam ve Müslüman tablosu, bir ötekileştirme tavrına ve tehdit algısına dayanır. (s. 164) Lewis’e göre, Müslüman toplumların Batı ile barış içinde yaşayabilmesi için sekülerleşmesi gerekmektedir. (s. 165) Lewis, darü’l-İslam, darü’l-harp arasındaki çatışmayı öne çıkarırken, darü’s-sulh ve darü’l-ahd gibi kavramlardan bahsetmez. Oysa bunlar karşılıklı iki ülkenin belli şartlar çerçevesinde barış içinde yaşayabileceğini gösteren kavramlardır. Yine Lewis, zımmî hukukunun İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimlere sağladığı hak ve imkânlardan hiç bahsetmez. Osmanlı İdaresindeki Yahudi ve Hıristiyan toplulukları ve Arap dünyasında yaşayan Hıristiyan Arap cemaatler, daru’s-selam sınırları içinde, barış içinde yaşayabileceğinin göstergeleridir. Avrupa’daki Hıristiyan krallıkların, Yahudi ve Müslümanlara karşı izlediği sindirme ve yok etme politikalarını düşündüğümüzde, Lewis’in militan İslam, İslami köktencilik vb. kurgusunun tarihi gerçeklere dayanmaktan çok, günümüze ilişkin ideolojik amaçlara hizmet ettiği görülür. (s. 166) Amerika’daki kürtaj kliniklerini bombalayan papaz Michelle Bray, Oklahama’daki hükümet binasını bombalayan Timothy McVeigh, Amerikan hükümetine savaş açan David Koresh, katolikler ve protestanlar arasında onlarca yıl süren çatışmalar, Bosna’daki Ortodoks Sırpların katliamları, tecavüzleri, Amerika’daki evangelist grupların Irak’ta katlettiği yüz binlerce masum Müslüman Yakın tarihte Hıristiyanlık adına pek çok cinayetin işlendiğini göstermektedir. (s. 167) 1994 yılında Brooklyn’li bir psikolog olan Baruch Goldstein, el Halil Cami’ne giderek sabah namazında, namazı kılan Müslümanların üzerine ateş açar ve 38 kişiyi katleder. Yahudi Başbakan İzak Rabin’i, terörist bir örgüt üyesi olan Yigal Amir öldürür. En son Yeni Zellanda’daki katliamda camide 50 Müslüman şehit edilir vd. (s. 168) Fukuyama ve Huntington medeniyetler çatışması tezini ileri sürerler. (s. 169)
Müslüman ülkelerde demokratik rejimlerin olmaması, Müslüman toplumların otoriter ve kapalı bir sistem arzusu içinde olduğunu değil, İslam ülkelerinde siyasi meşrutiyeti olmayan, dış destekli rejimlerin hüküm sürdüğünü gösterir. Üstelik batılı ülkelerin otoriter rejimler destek verdiğini herkes bilmektedir. (s. 169) İslam ülkelerinde demokratik ve insani bir siyasi yapının temelleri bulunmadığından, dışarıdan müdahale etmeliyiz türünden bir yaklaşım, 19. yüzyılın medenileştirmesi misyonundan farksız bir tutumdur. Mısır, Türkiye, Cezayir’deki dış destekli darbe örnekleri ortadadır. Ayrıca, ortaya çıkan gerginliklerin başlıca sebeplerinden biri de İsrail ve onun ideolojisi olan siyonizmdir. (s. 170) İslam dünyasında var olduğu ileri sürülen antisemitizm yani Yahudi düşmanlığı, bir din ya da ırk mensuplarına duyulan nefretten çok, izlenen politikalara ve ırkçı söylemlere karşı verilen bir tepkinin sonucudur. İslam ülkelerinde bir antisemitizm olsaydı, Yahudi birey ve cemaatlerine karşı toplu kıyım hareketleri yapılırdı. (s. 171)
Gelecek ve gerilim
Kendini Hala tarih ve medeniyetin merkezinde yegane aktör olarak görmek isteyen bir Avrupa yahut Amerika’nın, başkalarına yönelik barışçıl ve kuşatıcı bir tasavvur geliştirmesi kolay değildir. Bunun son örneklerinden biri, Papa 16. Benediktus’un, 12 Eylül 2006 tarihinde yapmış olduğu konuşmada, “Muhammed yeni bir şey getirmemiştir, sadece kötülük ve insana zararlı şeyler. İnancını da kılıç zoruyla yaymıştır.” şeklindeki konuşmasıdır. (s. 176) İslam dünyasının yaklaşık dörtte biri, Balkanlar, Avrupa, Amerika, Kanada ve Latin Amerika’da yaşamaktadır. Batıda yaşayan bu topluluklar, batının Yüzyıllardır süren İslam cehaletini aşmak için önemli bir fırsattır. (s. 179) Bir zamanlar ‘erime potası ‘ modelini takip eden Amerika bugün, ‘salata tabağı’ modeline daha yakın duruyor. Herkesin farklılıklarını muhafaza ederek bir mozaik oluşturulması fikri benimsenmelidir. Farklılıkları bir zenginlik, ‘öteki’ni, ‘ben’i zenginleştiren ve güçlendirir bir unsur olarak görebiliriz. (s. 181) İslam, İbrahimî dinlerin geleneğinin bir parçası ve son halkası olarak görülmelidir. Yapılması gereken, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları ortak ahlaki ve manevi değerlerde buluşmaya davet etmektir. Kendimiz kalarak evrensel değerlere sahip çıkabildiğimiz gün, yerel olanla evrensel olan arasındaki gerilimde bitecektir. ( s. 183)
‘Ben Hur’ romanının yazarı Lew Wallace, 1881-1885 yılları arasında, Amerika’nın Türkiye elçiliği yapar. 10 Şubat 1887’de Brooklyn müzik akademisi’nde yaptığı bir konuşmada ( New York Times, 11.2.1887, s.4) “Türkler son derece kibar ve dindar insanlardır.” der ve “Haremle ilgili hikayelerin birer hayal ürünü olduğunu, çok kadınla evliliğin yaygın olmadığını, kadınların evlerinde mahpus olduklarına dair düşüncelerini yanlış olduğunu” anlatır. (s. 197)
Doç. İbrahim Kalın, İslam ve Batı
**
Bir başka açıdan Oryantalizm
Oryantalizm kelimesinin sözlük anlamı Doğu bilimi’dir. Kökeni ise güneşin doğuşunu ifade eden Latince oriens kelimesine dayanır. Oryantalizm; Özellikle Müslüman doğu medeniyetinin ( Din, edebiyat, dil ve kültürü dahil) bütün unsurlarını inceleyerek İslam dünyası hakkında batılıların sistematik bir bilgiye sahip olmalarını sağlayan, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki mücadelede Batı uygarlığı lehine veriler elde etmeye çalışan bir akımdır ( Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Yayınlayan: Milletlerarası İslam Gençlik Konseyi, s.135, Risale Yayınları, İstanbul–1990, ayrıca bakınız ; Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, “Oryantal”, cilt 9, Meydan Yayınevi, İstanbul s.625 ; ayrıca bkz. S.,Germaner; Z. İnankur, Oryantalizm ve Türkiye, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı yayınları , s 9 , Selahattin Sönmezsoy, Kurân ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998, s. 25 ) Oryantalizm ile uğraşanlara oryantalist denir, Arapçası müsteşrik’tir.
Oryantalizm; Doğu kültür ve halklarının önyargı dolu ve bu kültürlere yönelik dışarıdan yorumları içine alan bir çalışma alanıdır. Oryantalizmin bu olumsuz anlamına dikkat çekenlerin başında ise Orientalism (1978) kitabının ( Nezih Uzel, İrfan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1995 ) yazarı Edward Said gelir. Oryantalistler doğuyu anlamak ve tanımak- tanıtmak için inceleme yapmazlar asıl amaçları Edward Said’in cümlesi ile; “Oryantalizm gerçek Doğuyu değil Şarkiyatçıların görmek istedikleri bir “Şark”ı aksettirir.” Edward Said oryantalizmi “Doğu’ya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için’ Batı’nın bulduğu bir yol” olarak tanımlar. (Edward Said, Oryantalizm, çev: Selahaddin Ayaz,s.15-16, Pınar Yay., ist-1991 ) Bu aynı zamanda oryantalizmi “ Bir sömürge doktrini.” Haline de getirmektedir. Batı’da Doğu toplumlarını açıklamak için sunulan teoriler, Batının üstünlüğünü daha belirgin bir şekilde göstermektedir. (Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, s 13)
Oryantalizmde, doğu batılı için vardır ve doğu batı’ya yabancı olan diğeri ve onun altı olanı yansıtan bir aynadır. Batı, imtiyazlı ve hâkim olan, ilerici tarafı temsil eder. Doğu ise gericidir. (Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı İslâm”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, Derleyen: F. Keyman ve arkadaşları, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 28-31, Recep Şentürk, “Oryantalizm ve Sosyal Teori”, Oryantalizmi Yeniden Okumak-Batı’da İslâm Çalışmaları Sempozyumu, 11-12 Mayıs 2002Adapazarı, D.İ.B. Yayınları, Ankara 2003, s. 45-47, İsmail Süphandağı, Batı ve İslam Arasında Oryantalizm, Gelenek, 2004, s. 49.) Her durumda odak noktası Batıdır. ( Âlim Arlı, Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, Küre, 2004, s 22) Oryantalizm hem Batı için hem de Doğunun kendisi için Doğu’yu temsil görevini gönüllü olarak yapar. Doğu kendini tanımlayamaz, savunamaz onun bir baş kası tarafından temsil edilmesi gerekir; bu işlevi yapacak olan ise Batıdır. (Hilmi Yavuz, Modernleşme Oryantalizm ve İslam, Boyut, İstanbul, 1999, s. 41) Kendi dışındakileri “gelişmemiş ”, “gelişmekte olan”, “üçüncü dünya” gibi kategorilere ayıran Avrupa’nın asıl amacı, dünyanın geri kalanının aşağılanması ve aşağılanmış haliyle farklılaştırılmasıdır. Böylece kendi üstünlüğünü daha rahat bir şekilde kabul ettirecek bir alan yaratmış oldu. Batının kurguladığı doğu kavramı coğrafi olmaktan öte ideolojiktir. (Yüksel Kanar, Batı’nın Doğu’su (Avrupa Barbarlığının Küreselleşmesi), Kitabevi, İstanbul, 2006, s. 1-2,72) Batı, Batılı olmayanlara “çağdaş ”, kendisiyle “eş zamanlı” olma hakkı tanımaz. ( Nilüfer Göle, “Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, cilt III, Iletişim, İstanbul, 2004, s. 60.) Doğu âlemi de batının oryantalizmine karşı Oksidentalizm kavramını ortaya atmıştır ama baskın unsur batı olduğu için oryantalizm kadar kendini gün yüzüne çıkamamıştır. Oksidentalizm, medeniyetler tarihi yazımlında bir denge sağlamayı amaçlamaktadır, onda bir emperyalist hâkimiyet düşüncesi gözükmez. ( Hasan Hanefi, “Oryantalizmden Oksidentalizme”, (Çev. Hakan Çopur), Uluslararası Oryantalizm Sempozyumu, İstanbul Büyük şehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü Yayınları, 2007, s. 80-82, Âlim Arlı, Oryantalizm, Oksidentalizm ve Şerif Mardin, s 60)
Kendi kültürüne yabancılaşan, oryantalist fikirlerden etkilenen bir çok yerli aydın (!) kendi kültür ve dinine yabancılaşmış, kendilerini onlardan farklı- uzak ve batının yanında görmeye ve göstermeye çalışmışlardır. ( Mehmed Said Hatiboğlu, “İrtica Nerede?”, İslâmiyât, C. X, Sayı: 2, nisan-haziran 2007, s. 9-23, Mehmet Doğan, “Batılılaşma: Mağlubiyet İdeolojisi”, Eski Yeni, Sayı:8, Kış 2008, s. 58 ) Ama az sayıda olsa da Said’in bu bakış açısını eleştiren oryantalistlerde vardır. John M. MacKenzie: “ Oryantalist incelemeler, batının entelektüel, teknolojik, siyasi, askeri ve iktisadi üstünlüğünün ifadesinin bir yolu oldu. Oryantalizm iktidarın bir aracı ve hâkimiyetin sembolü bir yapıyı temsil eder, hakikati değil.” (Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Küre, İstanbul, 2004, s. 4-5 ) Tabii bu objektif bakış açısına sahip oryantalist sayısı çok azdır.
Oryantalistler Müslümanlara kendi dinlerini öğretmeye girişecek kadar İslam ülkelerine nüfuz eylemişlerdir. Müslüman bir ülkede yaşayan bazen kendini Müslüman bazen Ateist olarak tanımlasa da aslında oryantalistlerin tanımladığı İslam tarifine göre dinlerini değerlendiren, peygamberlerine bakış açıları batılı Hıristiyan oryantalistlerden hiçte farklı olmayan birçok insan vardır. Aslında bu durum onların hedeflerine ulaştığını da göstermektedir:
Oryantalist Samuel Zwemer: “Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hristiyan adetlerini, hristiyan bayramlarını, hristiyan kültürünü, hristiyan ahlakını aşılayalım.”(Rahip Samuel Zwemer tarafından misyonerlere yönelik bir konferans da söylenmiştir. İlkadım Dergisi, Mayıs 2004) Diğer bir oryantalist Louis Massignon: “Müslümanların her şeyini tahrif ve mahvettik. Dinleri, inançları, ahlakları, dine bakışları ve insani duyguları mahvoldu. Onların manevi değerlerini, batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyet’ten uzaklaştırdık. İslamiyet’i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur’an-ı Kerim öğrenmeyi, suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu, tam olarak, hiçbir şeye inanmıyorlar.”(Rahip Louis Massignon tarafından söylenmiştir. İlkadım Dergisi Mayıs 2004)
Öyle ki İslam alanındaki birçok eser artık İslam âlemi tarafında değil, oryantalistler tarafında incelenir sonra Müslümanların bu eserlerden haberi olur hale gelinmiştir. İlk olarak Hollandalı müsteşrik Juynboll tarafından neşredilen ve İslam vergi hukukunun en kadim kaynaklarından birisi olan Yahya b. Âdem’in Kitâbu’l-Harac’ını 30 küsur yıl sonra neşreden Ahmed Muhammed Şâkir, bu esere yazdığı mukaddimede şunları söylemektedir:”Selef-i salihin’imizin eserlerine keşke biz sahip çıksaydık. Zira bu eserlerden istifade etmenin yolunu bize açan ve o defineleri önümüze seren onlardır. Hiçbir kıymetli kitap yoktur ki, daha önce Avrupalı Şarkiyat âlimleri tarafından neşredilmiş olmasın. Bizler ise uyuyoruz ve elimizin altındaki hazinelerden habersiziz.”( Ebubekir SİFİL, İslâm ve Modern Çağ, s.143,Kayıhan Yay.,İst-2004 )
Oryantalizm; Doğu kültür ve medeniyetlerinin mühendisliğine soyunmak, “Toplumu ne kadar tanırsan, bu bilgiler ile onları kontrol etmekte mümkün olur.” Mantığı ile hareket eden, aslında hiçte iyi niyetli olmayan bir çalışmanın ön çalışa metodudur.
Büyük İskender’den Roma imparatorluğuna, haçlı seferlerinden dünya savaşlarına dek İslam ülkelerine yapılan seferlerin yanı sıra başta İbn-i Sina olmak üzere bir çok İslam âliminin eserlerinin batı dillerine çevrilmesi, misyonerlik faaliyetleri için yapılan ön keşif çalışmaları hep batının ilgisinin İslam âlemi üzerine toplamasına neden olmuştur. Ama oryantalist birçok araştırmacı araştırmalarını önyargılı bir açı ile yaparken, az sayıdaki objektif oryantalistler de son tahlilde dinlerinin ve kendi medeniyetlerinin tarafına yontmadan araştırmalarını sonuçlandırmamışlardır. Oryantalizm Dinî, ticari, siyasi Sebepler başta olmak üzere İslam âlemi üzerinde çalışmalar yürütmüşler ama çoğu kere İslam’ı karalamak, sömürüye önayak olmak, emperyalizme zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulunmuşlardır. Meşhur oryantalistlerden bazılar: İ.Goldziher, ErnestRenan, L. Massignon, Christian Snauch Hurgrange, G. Von Grunebaum, P. Hitti, S. Wensink, P. Casanova,R.A. Nichkolson, H.Lammans sayılabilir.
Sömürgeciler, müsteşriklik kültüründen istifade etmişlerdir. Oryantalistlerin yazıları, emperyalizmin dokümanlarına dönüşmüştür. Mısır’ın 1798 yılında Fransa tarafından işgal edilmesi oryantalizm açısından bir dönüm noktasını oluşturmuştur. Ardından 1830 yılında başlayan Cezayir’i işgal faaliyeti, Afrika kıtasının birçok noktasında genişleyen sömürgeler doğu bilimine olan ilgiyi gittikçe artırmıştır. Fas, Tunus gibi yerlerde de benzer durumlar ortaya çıkmış, böylece sömürgecilik Fransız oryantalizmine yeni bir boyut kazandırmıştır (Ahmet Kavas, “Geçmişten Günümüze Fransız Şarkiyatçılığı ve Kurumları, s. 112-113)
19. asırda batılı sömürgeciler, İslam dünyasını parça parça koparıp kendi hâkimiyetleri altına almaya başladılar. Birinci Dünya Harbi’nden sonra, hemen hemen İslam dünyasının tamamı, batı sömürgesinin nüfuzuna boyun eğmiş oldu. Sömürgecilik, kendi maksadına hizmet ettirmek, hedeflerini gerçekleştirip, Müslüman ülkelerde hâkimiyetini sağlamlaştırmak için bir grup müsteşriki kullanmayı başardı. Böylece müsteşriklikle sömürgecilik arasında resmî ve sağlam bir bağ oluştu. İlimlerini, Müslümanların zelil kılınmasına adayan birçok müsteşrik, bu cereyana kendisini kaptırdı. Bu durum, insaflı müsteşriklerin karşısında utanç duydukları bir husus oldu. Bu konuda çağdaş Alman müsteşrik Stephan Wild, şunları söylüyor:” Kendilerine müsteşrik adını veren bir grup, İslamiyet ve İslam tarihi hakkındaki bilgilerini, İslam’ın ve Müslümanların zayıflatılması yolunda kullandılar. Bu, misyonlarına samimiyetle bağlı müsteşriklerin bütün açıklığıyla itiraf etmeleri gereken acı bir gerçektir”.
OryantalistKarl Heinrich Becker Almanya, oryantalistSnouck Hurgronje Hollanda, oryantalist Barthold isev Rus, oryantalist Sacy, Louis Massignon ve Hanotaux Fransız emperyalizmine hizmet ederler.
Kısacaoryantalizmin, emperyalizmin ihtiyacı olan bilgi desteğini sağlayan bir geri hizmet birimi, bir toplum ve kültür mühendisliği çalışmasının ilk adımıdır.
Oryantalistler Kuran-ı Kerim’i Hz Muhammed’in yazdığını iddia ederler ( İ. Goldziher, Muhammedanische Studien, c.1, s.10-11, TDV İslam Ansiklopedisi, c.14, s.108-11, İstanbul- 1996, H. R. GİBB , Muhammedanism, s.27-38’den nakiller için bak: Muhammed El-Behiy, İslami Düşüncede Oryantalist Etki, Çev:İbrahim Sarmış, s.34-40, Ekin Yay.,İst-1996 ) ( Ubeydullah Toprak: Emperyalizm’in keşif kolu: Oryantalizm ) Ayrıca Oryantalistler Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek yanında Kuran’ın orijinalliğinden şüphe düşürerek onun vahiy olduğu konusundaki inancı çürütmek, Kuran’dan sonra İslâm’ın ikinci ana kaynağını oluşturan sünnet ve hadisleri, bin yılın üzerinde oluşan İslâmî bilim ve disiplinleri değersiz bir konuma indirgemek gibi gayeleri de bulunmaktadır. Ne ilginç tesadüftür ki ülkemizin yerli (!) ateistleri de aynen bu görüşleri ileri sürmekte ve bu görüşleri kendi fikirleri imiş gibi kitaplarında aktarmaktadırlar.
*
Eschatological Themes In The Qur’an; Oryantalist bir eserin tenkidi, Eschatological Themes In The Qur’an*
-Tanıtım ve Tenkit-
Çalışmamız, bir oryantalistin eseri üzerine odaklanmaktadır. Bu anlamda iki şeyi hedeflemekteyiz: hem şekil hem de muhteva açısından tanıtım, hem de eser hakkında genel bir eleştiri.
1) Eserin Tanıtımı
Thomas J. O’shaughnessy S. J.,Eschatological Themes in the Qur’an, Cardinal Bea İnstitute Loyola School Theology Ateneo De Manila University, 1986, Philippines.Eser, Cizvit Cemiyetinin bir üyesi ve aynı zamanda Ateneo De Manila Üniversitesinin Loyola School of Theology Fakültesine bağlı Cardinal Bea Enstitüsünün elemanı olan Thomas J. O’shaughnessy S. J. tarafından kaleme alınmış olup Ateneo Üniversitesinin yayınları arasında çıkmıştır. Eser, büyük boy olup 141 sayfadan ibarettir. (giriş I-V; metin 1-116; Bib.117-123; indeksler 123-141) Ayrıca yedi ana başlık bir arasözden müteşekkildir. Konusu, Kur’ân’da kıyâmet öncesi ve sonrası temalarıdır. Önce kitabın yazarı hakkında kısa bir bilgi verelim: Thomas J. O’shaughnessy, bir Amerikan vatandaşı olup Cizvit cemiyetinin (Society of Jesus) bir üyesidir. Yazar, Chicago Loyola Üniversitesinden M.A.(Master of Arts), Roma Gregorian Üniversitesinden de S.T.D.(Sacred Teoloji Doctorate) derecesi almıştır. Lübnan’da arapça çalışmış, Gregorian Universitesi Missiology Fakültesinde, Ateneo de Manila Üniversitesinde ve New York Fordham Üniversitesinde arapça dersleri vermiş olup şu anda Manila Loyola Teoloji Okulunda arapça okutmaktadır. İki yıldan beri ciddi bir şekilde hasta olan yazara Allah’tan şifalar ihsan etmesini dilerim, tanıtımını yaptığımız bu eserin tercemesine izin verdiği için de son derece teşekkür ederim. Yazarın bir çok makale ve monografisi mevcuttur. Monografilerinden ikisi Orientalia Christiana Analecta (No: 139) ve Biblica et Orientaila(No:11)da yayınlanmış olup bir üçüncüsü ise “Muhammad’s Thoughts on Death” (Leiden: Brill, 1969)dir. Yine yazar, Romadaki Pofical Oriental İnstitute tarafından yayınlanan Orientalium Documenta Minora için Arapça dökümanlarını bastırmıştır. Eser, bir giriş(ıntroduction), altı bölüm(chapter) ve bir arasöz(excursus)’den meydana gelmektedir. Ayrıca Kaynaklar, genel indeks, Kur’ân referansları indeksi, İncil metinler indeksi, Apokrifa metinler indeksi de kitabın sonuna eklenmiştir.Toplu olarak görülmesi açısından Kitabın içindekileri şöyle sıralamak mümkündür:
Introduction/Giriş
1- Alienation from God İncurring Adverse Judgement/Tanrıdan Yabancılaşma
2- The Throne as an Eschatological Symbol/ Eskatolojik bir sembol olarak Arş
3-The Splitting of Heaven Heralding the Last Judgement/ Kıyâmet gününün habercisi: Göklerin Yarılması, Parçalanması
4- The Descriptive Names for Hell and Their Development under Criticism/ Cehennemin Tanımlayıcı İsimleri ve Bunların eleştiri altındaki Gelişimleri
5-Notions Associated with the Qur’anic Paradise/ Kur’ân Cenneti ile İlgili Düşünceler
6- The Development of the Paradise Theme in the Qur’an/ Kur’ân’da Cennet Temasının Gelişimi
Excursus: Jesus Raised to Paradise / Arasöz: Cennete Çıkarılan İsa
Bibliyoğrafya
İndeksler.
Şimdi kitabın muhtevasını kısaca vermeye çalışalım. Yazar girişte “Salvation History/Kurtuluş Tarihi”nin insan ve Tanrı arasındaki üç çeşit diyalogdan oluştuğunu, birinci diyalogun genelde kainata özelde ise insana mutluluğunu paylaştırma düzeninde Tanrının merhametli insiyatifi; ikinci merhalenin, insanın Tanrının planına uyup veya uymama şeklindeki yanıtı; üçüncüsü ise kainatın sonunda Tanrının onları kendi eylemlerine göre ya mükemmel bir yaşama kavuşturması veya korkunç bir hayata kavuşturmasıdır (giriş ) Bu hayatın sonunda nihai yargılama, kıyâmet kopmasının öncesinde ve sonrasında husule gelecek olayların; eskato-lojinin ana temasını oluşturduğunu söylemektedir(giriş ) Konuyu Kur’ân temelli; fakat Yahûdilik ve Hristiyanlık referanslı bir metodla işleyeceğini söyleyen Thomas, Kur’ân’ın eskatolojisinin ( Dünyanınsonu ile ilgili bilgilerin) vahye dayandığını; bu konuda anlatımların ve tasvirlerin tamamen sembolik olduğunu; Kur’ândaki bilgilerin veya Hz. Muhammed’in bilgilerinin genelde Hıristiyan, yer yer de Yahûdi kaynaklı olduğunu; başka bir ifade ile Kitab-ı Mukaddes ve diğer Apokrif metinlere dayandığını ifade etmektedir (giriş) Bu çalışmadaki gayesinin “irenic/uzlaştırma” olduğunu ifade eden yazar, Hz. Muhammed’in bilgisinin İncil kaynaklı olması, onun ilâhî kaynaklı vahiy olmasını engellemeyeceğini; üstelik Kur’ânın yabancı dilde konuşan bir muallime kendisinin referans gösterdiğini ( Nahl, 16/103-105.); zaten Hz. Muhammed’in de bir insan muallime sahip olduğunu inkar etmediğini; fakat ilâhî kaynaklı olduğuna inandığı metnin ortaya çıkarılması hususunda kimseden yardım almadığı hususunda ısrar ettiğini sözlerine eklemektedir(?) (giriş). Arapça kelimelerinin transkribinin, bazı istisnalar dışında The Encyclopaedia of Islam (yeni baskı, London: Luzac,1960)’daki gibi olduğunu ifade ederek girişine son verir (giriş)
Yazar, ismini kısaca “Alieneation from God/Tanrıdan Yabancılaşma” koyduğu birinci bölümde İslam ve Hıristiyanlıkta “günahın tabiatı, algılanma tarzı” konularına yer vermekte; ancak iki din arasındaki günah ayrımını tam olarak aksettirememektedir. Daha ileriki sayfalarda özellikle Kur’ânî kavram olan “şirk/tanrıdan yabancılaşma” terimini detaylı bir şekilde ele almakta, Allaha ortak koşulan şeriklerin türlerini âyetlerin yardımıyla ortaya koymakta, ayrıca Kur’ân’ın üzerinde çokça durduğu Yahûdi ve Hıristiyanları konu edinen şirk âyetlerini irdelemektedir. Kur’ânın âyetlerinden hareketle Allah’ın yerine konulan hatta ona tercih edilen mal, mülk, para çoluk-çocuk, arkadaş gibi bir çok şeyi “şirk objesi” olarak sunmaktadır. Bunu açıklarken de özellikle (18/32-43 ve 18/43-45) âyetlerdeki meselleri kullanmaktadır (s.1-11) Sonuç olarak şirkin, Allahtan bir yabancılaşma olduğu, dünyaya ve maddeye dalmaktan kaynaklanan bir büyük günah olduğunu; hatta küfür kelimesiyle özdeşleşeceğini; bunun ise hem dünyevi hem de uhrevi cezayı gerektirdiğini söyleyerek birinci bölümü noktalar (s. 10-11).
“The Throne As An Eschatological Symbol” başlıklı ikinci bölümde ise Kur’ân’ın Allaha nisbet ettiği “arş” konusunu ele almaktadır. Arşın, Allahın kendisinden kainatı yönettiği kraliyet makamı, hakim ve kral olarak Allahın fonksiyonların sembolü olduğunu ifade eden Thomas, ileri sürdüğü bir takım delillerle arşın Kitabı Mukaddes ve Rabbinic kaynaklı olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır (s.12-3). Kur’ândaki arş metinlerini “Arşın Rabbi”, “Arşı taşıyanlar”, “Arşa oturan” ve “Arşın sahibi” şeklinde dört gruba ayırarak inceler (s. 13). Arşın Rabbi, grubunu oluşturan metinlerin “Allahın birliği/tevhid” konusunu ortaya koyduğunu; bu metinlerinin üçüncüsünde arş, gökler ve yer ile; dördüncüsünde ise sadece göklerle zikredildiğini; bu ve âyetlerdeki “hak” ifadesinin Allahın hükümranlığını ortaya koyduğunu; arş ile Allahın birliğinin ve hakimiyetinin anlatıldığını ifade etmektedir. Ayrıca Kur’ân’daki “kürsi” kelimesinin de arşla anlamdaş olduğunu ve Aramice’den alındığını sözlerine eklemektedir(s. 13-17). Arşın taşıyıcısı ifadesinin ise kıyâmeti ve ilâhî yargılama/hesabı çağrıştırdığını söyleyen Thomas, bu grupla ilgili Kur’ân pasajlarını sıraladıktan sonra bu tasvirlerin Kitabı Mukaddese ait olduğunu -bir takım metinler sıralayarak- iddia etmektedir. Bu grup metinlerde kıyâmet, ba’s günü, ilâhî yargılama konularının ele alındığını söylemektedir (s. 17-18). Thomas, bir taraftan Arşa Oturan metinlerin kontekslerinin, göklerin ve yerin yaratılması ve Allahın arşına kurulması temalarıyla beraber zikredildiğini ve Allahın mutlak yaratıcı ve yönetici olarak vurguladığını anlatırken diğer taraftan yaratma, arşın istivası gibi konuları Kitab-ı Mukaddes kaynaklı olduğunu ispat etmekten de geri durmamaktadır. Ayrıca müfessirlerden nakiller yaparak bu arş metinlerinin literal manada değil; metaforik/mecazi anlamda “Allahın hakimiyeti” şeklinde anlaşıldığını da ifade etmektedir. Ayrıca arşın suyun üzerinde olması âyetinde ise bir takım süpekülatif ifadelerle rabbinic fikirlerden ilham alındığını ima etmektedir. Son olarak bu arş metinlerinin de Allahın mutlak hükümranlığı yanı sıra öldükten sonra dirilme fikirlerini de konu edindiğini söylemekte; yaratma işinin Kur’ân’da devamlı kullanılan “emir” kelimesiyle yapıldığını ifade etmektedir(s. 18-29). Arşın sahibi grubunda yer alan metinlerin ise tevhid, yaratma, kıyâmet ve vahiy gibi dört ayrı temayı ihtiva ettiğini söyledikten sonra ilgili âyetlerle konuyu bu dört zaviyeden açar; fakat Kitab-ı Mukaddes’e referans vermeyi de ihmal etmez (s. 29-34). Bu bölümün sonunda Arş metinlerinin tümünün Hz. Muhammed’in Mekke’den ayrılıp Medine’ye yerleştiği zaman içinde kullanıldıklarını, bunları ise Yahûdilerle ilişki kurulması arefesinde olduğundan onlardan öğrenmiş olabileceğini; bu bir kaç yıl içindeki metinlerin çoğunun Haggadah’tan alınan tasvirlerle ve Rabbinic bilgilerle dolu olduğunu ve buradan da Yahûdi bir muallim tarafından öğretildiği sonucunun çıkarılabileceğini söyleyerek bu bölümü bitirmektedir (s. 33-4).
Üçüncü Bölüm olan “The Splitting of Heaven Heralding the Last Judgment/ Kıyâmet Gününün Habercisi: Göklerin Yarılıp Parçalanması”ında Thomas, Kıyâmetin alametlerinden birisi olarak Kur’ân’ın “fatara, fecere, şakka” fiilleriyle sıkça üzerinde durduğu temanın, göklerin yarılması olduğunu, bunun aynı şekilde İncil’de de var olduğunu söyledikten sonra göklerin yarılması ile ilgili metinleri verir. Bu ifadelerin çağrışımının yeniden diriliş ve kıyâmetin başlangıcı olduğunu ifade eden Thomas, referanslarını vererek bu temanın sık sık Kitabı Mukaddeste de vurgulandığının altını çizer. Göklerle ilgili verdiği ikinci grup metinlerin ise göklerin yarılması değil, aynı zamanda sarsılması, tomar gibi dürülmesi, duman kaplaması, kapı kapı olması ve nihâyet başka göklere tebdil edilmesi gibi konuları anlattığına işaret ederek, bunların Kitabı Mukaddesteki karşılıklarını da nakleder ve bu konularla ilgili müfessirlerin açıklamalarından da faydalanır (s. 35-42).
“The Descriptive Names For Hell and Their Development under Criticism/ Cehennemin Tanımlayıcıİsimleri ve Bunların Eleştiri Altında Gelişimi” başlıklı 4. bölümde ise Thomas, nüzul suresi içerisinde cehennemin aldığı isimleri incelemektedir. Cehennem tasvirlerinin muhaliflerin eleştirileri altında bir gelişme gösterdiğini ve cehennemin yedi isimle anıldığını ifade etmektedir. Bu yedi ismin yanı sıra cehennemi ifade etmek için bir takım isimlerin kullanıldığını söyler ve gayy, âraf, uhdûd, siccîn gibi kelimelerin cehennemin ismi olamayacağını ispata çalışır. Bazı kelimelerin(berzâh, sa’ûd, hicâb, samûm) de cehennemin bir bölümünü anlattığını ifade eder. Azab, nâr ve harîk kelimelerin cehennemin ismi olduğunu; azabın hem cehennemle hem de cahîm ve saîrle kullanıldığını; harîkın ise müstakil bir isim değil, ateşin bir sıfatı olduğunu söylemektedir (s.43-45). Bu bölümde hâviye, cahîm, sa’îr, cehennem, lezâ, sakar ve hutâme’den oluşan 7 ismin üzerinde genişçe duracağını fakat isim olduğu tartışılanları ele almayacağını belirtir. Bu yedi ismin, İslam literatüründe 15/43-44 âyetine dayanârak cehennemin bölümü/katı olduğu söylenmesinin tamamen tatminkar olmadığını ifade eder. Oryantalistlerin de bu yedi ismin kullanımı için kesin bir açıklama getiremediklerini söyleyen Thomas, Kur’ânın kronolojik sıralamasını ve âyetlerin konteksini dikkate alarak bunların muhtevalarını belirlediğini ifade eder. Âyetlerin tertibinde de R. Blachére’nin tertibini asıl alarak I. Mekke dönemi, II. Mekke dönemi, III. Mekke dönemi ve Medine dönemi şeklinde âyetlerde cehennem isimlerinin kullanımını listeler ve bu listeden şu sonuçlara ulaşır:
a) Kullanım farklılığının en çok olduğu dönem, I. Mekke dönemidir.
b) Cehennem, lezâ ve sakarın marife ve nekra olarak kullanımı özel isim olduklarını gösterir.
c) Hâviye, sakar ve hutâme ise hem kelime anlamlarını hem de cehennemi ifade etmektedirler.(s.45-51).
Hâviye’nin nüzul tertibinde azab yerini ifade eden ilk kelime olduğunu (101/6-9) söyler. Kelimenin kökenini tartışır ve arapça olduğu kanaatine varır(s. 51-53). Cahîm’in hâviyeden sonra kullanılan ikinci isim olduğuna işaret eder ve Kur’ândaki geçtiği yerleri tablolaştırarak sunâr. Bu metinlerden alev yığını ve kızgın ateş anlamını çıkarır. Kelimenin Habeşçe gahannam’in bozulmuş şekli olduğu ileri sürenlerin olduğunu, fakat bu kelimenin Arapça chm kökünden -diğerlerini isbat edemediğinden geldiğini mecburen kabul eder (s. 54-60). “Sa’îr‘in cehennem için kullanılan üçüncü isim olduğunu; dört dönemde 16 yerde geçtiğini; âyetlerden çıkarılan manasının “kızgın ateş” olduğunu; “kelime, İncil’deki “sa’îr”den türemiştir.” diyenler olmuşsa da bunun Arapça bir kelime olduğunu” söyleyen Thomas, Blachere’nin tertibine ve kendi kurduğu mantıki silsileye uymadığı için -müsteşriklerin devamlı kullandığı- “sonradan ilave” teorisini sa’îrin geçtiği bazı âyetlerde ileri sürmektedir (s. 60-63).
Cehennem ise Thomas’a göre azab yerinin en önemli ve karakteristik ismidir. Bu ismin kullanımında da aynı “sonradan ilave” teorisi yoğun bir şekilde uygulanmıştır. Ayrıca cehennemin kullanıldığı sıralarda Yahûdi ilişkisinin artması hasebiyle Cahîm kelimesinin tam ve sahih şekli olan cehennemi Hz. Muhammed’in Yahûdi hocalarından öğrendiğini ileri süren yazar, kelimenin kökeniyle ilgili olarak “İbranice gëhinöm‘dan alınmış ödünç bir kelime olduğu genellikle kabul edilmektedir.” demektedir. Cehennem isminin geçtiği metinlerin genel bir özetini verdikten sonra cehennemin cahîm yerine kullanıldığı faraziyesini kabul etmektedir (s.63-68). Diğer bir terim olan Lezâ‘nın anlamını “korkunç alevli ateş” olarak belirlerken kelimenin kökeni ile ilgili yabancı kaynaklı olduğu ileri sürülmüşse de genelde arapça bir terimi olduğunu ve cehennemin özel ismi olarak kullanıldığını kabul etmektedir (s.68-69). “Kur’ân’da 4 defa kullanılan “Sakar” terimi, aslında cahîm kullanılması gereken yerlerde bunun cahîmin yerine geçirilmiştir. Kendisinden sonra kullanılan ma edrake ma kalıbının kullanılması ve kafiye sisteminin cahîmi gerektirmesinden ötürü kelimenin kökeni hakkında müsteşriklerin yabancı kaynak arayışları olmuştur.” diyen müellif, hocalarının görüşünü benimsemektedir (s. 69-72). Hutâme ismi, I. Mekke döneminin surelerinin birinde geçtiğini söyleyip kelimenin manasıyla ilgili gerek müfessirlerden gerekse müsteşriklerden alıntılar yapar. Kelimeye çeşitli manalar verilmesine rağmen Thomas, ifadenin geçtiği âyetin bir sonrasında geçen “büyük yiyici” manasını tercih etmektedir (s. 72-75). Cehennemin özel isimlerini inceledikten sonra “Notions Associated with the Quranic Paradise/Kur’ân cennneti ile ilgili Düşünceler” başlıklı bölümünde genel olarak cennet metinlerindeki muhtevayı sunâr. İyilerin mükafat yerini ifade eden genel terimin cennet olduğunu söyler ve bu kelimenin Süryanilerden alındığını iddia eder. Daha sonra cennetin marife, nekra, müfred, tesniye ve cemi şekillerini inceler. Ve cennet metinlerinden hareket ederek şu alt başlıklarla cenneti anlatır(s. 76-77). “Altlarından ırmaklar akan cennetler” başlığında ilk Mekke döneminin cennet metinlerinin karakteristiğinin; pınârların ön plana çıkarılmış olmasıdır, der. Gölgeler ifadesinin bu dönemde cennetler yerine kullanıldığını ve belirli bir zaman sonra pınârların yerini nehirlere bıraktığını ifade eder. Son Mekke ve bütün Medine dönemlerinde 35 yerde kullanılan “altlarından ırmaklar akması” ifadesinin Hıristiyan metinlerinde de geçtiğini söyleyerek kaynağının orası olduğunu ima eder (s. 77-78). “Cennete giriş” başlığında cennet ve girme ilişkisini ortaya koyar(s. 78-79). “Ebedi ikamet edilen cennetler” başlığında cennetin ebediliği konusunun ifade tarzı olarak isim cümlesi ve hal cümlesi halinde olduğu üzerinde genişçe durur (s. 80-82). “Naîm cennetlerinde” başlığının altında naîm ifadesinin tarihi seyrini ve her aşamada yüklendiği manaları zikreder (s. 82- 84). “Mükafat olarak cennetler”de ise Kur’ânın bazı yerlerinde cennet lafzının yerine ecir, rızık, ceza, nüzul, sevab terimlerini kullandığını söyler ve bu terimleri anlamlandırır (s.84-5). “Cennetler, Bir Zafer ve Kurtuluş Yeri olarak” başlığında cennetin yerine kullanılan “fevz” ve “mefâz” terimlerini ve âyetlerdeki muhtevalarını inceler (s.85-86). “Vadedilen Cennet” altında ise “cennetin vadedilmesi” konusunu detaylandırır (s.87). Son olarak “Yaklaştırılan cennet-Yüksek Cennet” başlığında ise cennetin yaklaştırılması ile cennetlerin yüksek olması konularına kısaca temas eder (s.87-88).
Cennet muhtevasını kısaca özetledikten sonra dördüncü bölüm olan “The Development of the Paradise Theme in The Qur’an/Kur’ân’da Cennet Temasının Gelişimi”nde cennetin isimlerinin kronolojik sıralamada geçirdiği devreleri incelemektedir. I. Mekke döneminde; Kur’ânda mükafat yerini anlatan ilk ismin “naîm” olduğunu ve cennet isminin ise çeşitli yerlerde kullanıldığını âyetlerin tertibiyle sunmaktadır. İlk zamanlar cennete kapalı atıflar yapılırken (mükafat, ödül, rızık) daha sonra sekiz isim bu yeri ifade etmek için kullanılmıştır. Bu sekiz isimden üçünün, naîm, meva ve illiyyûn’un I. Mekke devrinin ilk surelerinde geçtiğini söylemekte; bu terimlerle ilgili bilgiler sunmaktadır. Bunlardan sonra “el-âhire” kelimesinin “dâr” kelimesiyle terkiplerinin geçtiğini; sonra da bir yerde “hüsna”nın ve “rahmet”in zikredildiğini ifade etmektedir(s.89- 95). II. Mekke döneminin ilk başlarında Adn, firdevs ve huld cennetleri terimleri kullanıldığını söyleyen Thomas, bu ifadelerin gerek sözlük anlamlarını gerekse Kur’âni muhtevasını sunâr(s. 95-98). III. Mekke döneminde ilk zamanlar “el-âhire” ve “cennet” isimlerinin kullanıldığını söyleyerek âyetlerin muhtevasını detaylı bir şekilde zikreder. Daha sonra “dâru’lkarar” ve “dâru’s-selâm” isimlerin kullanıldığını; bunları ise “haya-vân” ve “dâru’l-mukâme”nin takip ettiğini söyler ve bu kavramları genişçe izah eder. Hatta yeri geldikçe Kitabı Mukaddese de göndermelerde bulunur(s. 98-103).Medine döneminde ise en yaygın kullanılan ismin “cennet” olduğunu; ayrıca “cezadan emin yer”, “asil giriş”, “mutlu son” ifadelerinin kullanıldığını; bunları Adn ve Naîmin izlediğini açıklar. Bu son dönemde özellikle “rıdvân” “kurtuluş yeri/fevz-mefâz” ve “ilâhî mağfiret/keffereğafere” nin çokca anıldığını zikreder ve bu üç terimin tafsilatlı açıklamasıyla bu bölüme son verir(s. 103-108).
Bu eskatolojik temaları dördüncü bölümle bitirmesine rağmen kitabının son kısmına “Excursus: Jesus Raised to Paradise/Arasöz: Cennete Çıkarılan İsa” başlıklı konusuyla uzaktan alakalı olan bir konuyu ele alır. Burada cennet konusundan çok, Hz. İsa etrafında dolaşan hadiselerden ve konulardan bahsedilir. Bu ara konuya girerken Kur’ân’ın İsa ile ilgili bilgilerinin İncil’den iktibas olduğunu ifade ederek başlar. İncil’de geçen “Benim ve sizin tanrınıza….” ifadesinin Kur’ân’da “Benim rabbim ve sizin Rabbiniz” şeklinde geçmesi hasebiyle her iki dine göre bunların açılımını yapar. Daha sonra “İsa’nın refi” konusuna geçerek bunun çıkarılması hususunda İslam Teolojisinde ittifakın; fakat ölüp ölmediği hususunda ihtilafın olduğunu söyler. Bunun akabinde Hz. İsa’nın annesi Meryem’i ele alır ve bunun Kur’ânda Hz. Mûsa’nın kız kardeşi ile karıştırıldığını iddia eder ve bu ismin Hıristiyanlıktaki önemini genişçe izah eder. Bundan sonra tekrar “benim Tanrım ve sizin tanrınız” ifadesine dönerek bunun Hıristiyani yorumlarını sunâr ve çoğunlukla bu ifadeden Hıristiyanların İsa’nın ilahlığını çıkardıklarına ve Kur’ân’ın ise bunu kesinlikle reddettiğine işaret eder. Ayrıca “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” ifadesinin İncil’den alındığını Kur’ândaki İncil’e benzeyen örnekleri delil göstererek iddia eder. Son olarak Hz. İsa ile ilgili metinlerin Kitab-ı Mukaddesle karşılaştırıldığında Hz. Muhammed’in bu bilgileri İncilden bir öğretmen vasıtasıyla öğrendiği sonucuna varılacağını ifade ederek arakonu bölümünü bitirmektedir (s. 108-116). Metin bölümünden sonra kullandığı kaynakların listesini (s. 117-123) ve önemli kelimelerin Kur’ân âyet referanslarının, İncil âyet referanslarının ve apokrif metin referanslarının indekslerini vererek kitabını sona erdirmektedir (124-141)
2- Eserin Genel Bir Tenkidi
Tanıtmaya çalıştığımız [ve tercemesini şu an bitirmiş olduğumuz] bu eser, nihâyetinde bir oryantalistin çalışmasıdır. Dolayısıyla bunda İslam hakkında yanlış fikirlere veya en azından bundaki bilgilerin diğer kutsal kitaplarla referanslandırılmasına rastlamak, normal bir hadise olarak görülmelidir. Bir önceki kitabın tanıtımı başlığında diğer dinlere ve dillere yapılan atıfların yoğunluğu açıkca görülmektedir. Eser hakkındaki tenkitlerimizin muhtevaya yönelik parçacı bir eleştiri olmaktan ziyade esasa yönelik olacağını burada hatırlatmak durumundayız. Çünkü muhteva tenkidi, başlı başına yapılacak bir iştir. Çalışma, eskatolojik kavramlar üzerine yoğunlaşmış,arş,cennet, cehennem, göklerin yarılıp parçalanması; bir de yabancılaşma/ şirk kavramlarının Kur’ân’ın nuzul sırasına göre anlam alanlarını, farklılıklarını ve her konu ile ilgili tarihî süreçte geçirdiği devreleri tartışmıştır. Tespitimize göre müellifin bu çalışmasında metodolojik açıdan yanlış olduğu söylenebilecek şeyler, üç noktada odaklanmaktadır: Kaynak meselesi, diğer din ve dillerle referanslandırma ve kronolojik tertipte müsteşrikleri esas alma. Şimdi bunlar üzerinde kısaca duralım.
1) Yazarın, kitapta geçen Kur’ân metinlerini -selefleri gibi- Hz. Muhammed’in kelamı, dolayısıyla bir beşer sözü olarak takdim etmesi,“metnin, kaynağının Allah olduğu ve en son hakikat olduğu” gerçeğini kabul etmemesi; Kur’ân vahyini, “sosyolojik bir vakıa” olarak telakki etmesinden dolayı metnin ilâhîliğini, kutsallığını gözardı etmesi… Müsteşriklerin bu yaygın anlayışını biraz açmak gerekmektedir. Kur’ân ve İslam üzerinde çalışma yapan batılı bir bilim adamının karşılaştığı problemleri, Kur’ân’ın gerçekliği ve kaynağı olarak belirleyen Watt, “bu durumda Müslüman olmayan bir bilim adamı, Kur’ân fikir sistemi üzerinde çalışırken ne yapacaktır?” sorusunu şöyle cevaplayarak müsteşriklerin önyargılı bu çıkmazına işaret etmektedir: “Bu bilim adamı, “en son gerçek” problemiyle meşgul olmayacaktır. Çünkü bu problem, insan tarafından kazanılmamış; bilakis kendisine telkin edilmiştir. Ayrıca o, Kur’ân fikirler sisteminin nisbî manada izah ettiği kadârıyla “bu gerçeğin” varlığını kabul edecek ve bu fikirlerin aralarındaki ilişkilerini göz önüne alarak bunların zaman içinde gelişimi, toplum hayatındaki yerleri ve benzeri konularla meşgul olacaktır. Aynı zamanda nisbî manada fikirlerin gerçekliğini inkar etmeden ve bu gerçeklerin basit bir seviyede nihâî gerçekliğini isbata kalkışmadan “tarafsız bir dille” görüş ve düşüncelerini ifade edecektir.” ( Watt, W. Montgomery, Bell’s Introduction to the Qur’an, Edinburgh,1970, s. 184.Eschatological Themes in the Qur’an -Tanıtım ve Tenkit- / 341 ) Yukarıda Watt’ın ifadelerine dikkat edilirse, Kur’ân’ın “nihâî gerçek” olduğu kabul edilmemekte ve onun “sosyolojik bir vakıa” olarak nisbî gerçekliği kabul edilmektedir. Müellifimiz de kaynak meselesinde aynı görüşü paylaşmaktadır. Kur’ân’ın kaynağı olarak Hz. Peygamberin gösterilmesi, Kur’ân’a insan yapıtı eserlerde olduğu gibi “edebî-tarihî tenkit metodları” nı uygulama sonucunu getirmekte; Kur’ân’ın kendi üslûbu ve i‘cazı gözardı edilmekte ve O’nun kendi yapısı içinde değerlendirilmesi gerekirken insanların yazdığı eserlerdeki yazım şartları, kuralları ve kriterleri onda aranmaktadır. Bu bakış açısı, “Niçin Kur’ân’ın bildiğimiz manada bir sistematiği, girişi, gelişmesi, sonuç bölümleri yoktur.” şeklinde anlamsız bir eleştiriyi ve beraberinde de zorlama teorileri (sonradan ilâve gibi) gündeme getirmektedir. Bu tür dayatmaların arka planında aslında “kendi ilâhî kitaplarının tahrif edilmesi, insanlar tarafından yazılmasına karşın Kur’ân’ın lafzen korunmuşluğu ile karşılarında durmasının hazmedilememesi” yatmaktadır. Başka bir ifade ile her kutsal kitabı kendi şartları içerisinde değerlendirmeleri gerekirken Kur’ân’ı, İncil ve Tevrat mesabesinde tutmaları temeldeki hatalarıdır. Bu kitaplar, hepsi aynı mesabede değildir; çünkü Tevrat ve İncil Allah’tan geldiği şekilde korunmamış, gelenekle karıştırıldığı gibi insanların müdahalesi söz konusu olmuştur. Kur’ân’a ise insan müdahalesi olamadığı gibi geleneğin de ona tesiri söz konusu değildir. Bu yüzden her kutsal kitap, kendi mantalitesi ve şartları içerisinde değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir. Aslında objektif bir bilim adamının yapacağı şey, kafasındakilere göre bir olguyu tanımlama yoluna gitmekten ziyade onu olduğu gibi değerlendirmeye almaktır. Dolayısıyla tarih, kronoloji, bütünsellik ve sistematik şeklindeki bilimsel çalışmalarda aranan kriterler Kur’ân için bir anlam ifade etmemektedir. Onun için önemli olan mesajıdır. Bu yüzden müsteşriklerin önce bu gerçeği görmeleri gerektiğine inanıyoruz. Aksi takdirde bu tarihi hataları, tarihsel olmaktan çıkacak, her dönemde her yazılan eserde -şimdiye kadâr yapıldığı gibi bunlar devam edecektir.
2) Yazarın, Kur’ân’daki bir konuyu incelerken ısrarla bilgileri diğer dinler (yahûdilik ve hristiyanlık)le referanslandırması; bununla da Kur’ân eskatolojisinin Kitab-ı Mukaddes ve diğer apokrif metinlerden çalıntı olduğunu ima etmesi; hatta bazen bunu açıkça ilan etmesi…. Müellif, Kur’ân kavramlarının kendi bütünlüğü ve dili içerisinde incelenmesinden ziyade onların Kitab-ı Mukaddes kaynaklı olduğunu isbata ağırlık vermiştir. Bu, tamamen bilimsel objektiviteden uzak bir tutumdur. Kelimelerin kökenlerini araştırma hususunda özellikle İbranice, Süryanice ve Aramice dilleriyle bağlar kurmaktadır. Yazar, çalışmasının gayesini “The aim of this study is irenic…” ifadesiyle başlatmakta ve “Hz. Muhammed’in İncil materyallerini kullanmasının Kur’ân’ın ona vahyedildiğini engellemiyeceğini, hatta Kur’ân’ın bile “bir öğretmen”e referansta bulunduğunu; üstelik bu öğretmen meselesini Hz. Muhammed’in inkar etmediğini” iddia etmektedir. Dikkat edilirse Thomas burada yüzeysel bir polemiğe girmektedir. Çünkü Kur’ân’ın İncil metinlerini kullandığını iddia etmek, onun vahiy mahsulu olduğunu bir manada inkar etmektir. Thomas, “İncil de Kur’ân da Allah’ın vahyidir; dolayısıyla Kur’ân ile İncilin ortak noktalarının bulunması, normaldir. Kur’ân’ın en son vahiy olması hasebiyle gerek İncil ve gerekse Tevratı tamamlayıcı konumundadır.” deseydi bu kabul edilirdi. Ama ille de onlardan alındığını söylemek, bunların hepsinin Allah’ın vahyi olduğu gerçeği ve bilimsel objektivite ile bağdaşmamaktadır. Üstelik Thomas, Kur’ân’ın 16/103-105. âyetlerini ya anlamamakta veya saptırmaktadır. İlgili âyetin meali şöyledir: “Biz onların “Ona bir insan öğretiyor!” dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancıdır; bu ise apaçık Arapça bir dildir.” Thomas’ın, bu âyetin Hz.Peygamberin yabancı dille konuşan bir öğretmenden bilgi almasına referans gösterdiğini söylemesi, saptırmadan başka bir şey değildir. Çünkü âyet, özellikle böyle bir iddiayı -sebeb-i nüzulüna göz atmasak bile- lafzıyla reddetmektedir. Üstelik Hz. Peygamberin de böyle bir şeyi inkar etmediğini söylüyor ki bunu ancak “iftira” kelimesi karşılayabilir. Çünkü Kur’ân,bunun Allah’tan bir vahiy olduğunu Kur’ân, “Bu (Kur’ân), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” ( Necm, 53/4. ) , “Ben de sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor…” ( Kehf, 18/110. ), “Bu Kur’ân bana vahyolundu…” ( Enam, 6/19.) şeklinde net olarak ortaya koymaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in buna hiç bir müdahalede bulunamayacağını ise şu tehditleriyle anlatmaktadır: “Yemin ederim gördüklerinize ve görmediklerinize. Bu Kur’ân değerli bir elçinin sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kahinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? Bu Kur’ân, Alemlerin Rabbinden indirilmiştir. Eğer Muhammed, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onun elini yakalar, sonra onun can damarını keserdik.” ( Hakka, 69/38-46.) Âyetin metni açık olmasına karşın nüzul sebebi ise bunu daha da pekiştirmektedir. Âyetin iniş ortamını ve sebebini Süleyman Ateş hocamızın mealinin kenârına düştüğü notlar, son derece güzel bir şekilde tablolaştırmaktadır: “Araplar, kalplere şüphe atmak için Hz. Muhammed’e şair, mecnun gibi çeşitli iftiralar yanında bir de “Kur’ân’ı O’na bir insan öğretiyor.” demişlerdi. Güya Hz. Peygamber bazen Cebra, yahut Yaiş adlı Rum bir Hıristiyan köleyi dinlermiş de bu sözleri ondan alırmış. Bugün de bazı müsteşrikler, Hz. Peygamber’in çocukluğunda Rahip Bahira ile bir iki saat görüşmesini ele alarak fikirlerini ondan öğrendiği gibi mantıksız görüşler ileri sürmüşlerdir. Önce basit bir köleyi dinlemekle asırlarca cihanı yöneten prensipler, ilmin doğruladığı, kainat kanunlarını özetleyen bilgiler öğrenilmeyeceği gibi, herhangi bir şahısla bir iki saat görüşme ile de öyle yüksek bilgiler kazanılamaz. Nitekim bu insanlarla görüşenler pek çoktu, neden onlardan böyle bir şey çıkmadı? Sonra bunlar, bu yüksek bilgilere sahip olsalardı, pekala peygamberliklerini ilan ederlerdi. Kaldı ki doğru dürüst Arapça konuşmasını dahi bilmeyen bir Rum köle nasıl bütün edebiyatçıları susturup hayran bırakan bu sözleri öğretebilir? İşte yüce Allah, onların bu tutarsız iddialarını çürütmek için diyor ki: “Biz onların….” (Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali, ys. ts., s.278.) Müellif, “bazı çağdaş Müslüman bilim adamları da, Hz. Muhammed’in İncil malzemelerini bildiğini savunduklarını; bunların, şâyet O, peygamber kıssalarının muhtevasını (vahiyle elde edilen bilginin dışında) tarihsel olarak bilmiyorsa, Kur’ân’ın kendisine ne söylediğini anlamayacağını iddia ettiklerini” söylemektedir ki burada bu iddiayı ileri sürenlerin kimler oldukları ve nerede bu iddiayı dile getirdikleri açık değildir. Üstelik Kur’ân, özellikle kıssa pasajlarından sonra basmakalıp bir ifade kullanır: “Bunlar, gayb haberlerindendir; Biz onu sana vahyediyoruz.” ( Âl-i İmrân, 3/44; Hûd, 11/49; Yûsuf, 12/10.) Hatta bazı yerlerde bunu -sanki bu müsteşriklere cevap olması için- daha çarpıcı ve net ifadelerle verir: “(Onlar bu işi yaparken) sen onların yanında değildin…” ( Âl-i İmrân, 3/44; Yûsuf, 12/102.) , “Ne sen ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz.” ( Hûd, 11/49.) , “Mûsaya o işi yaptığımız vakit, sen Mukaddes Vadinin batı tarafında değildin, o olayı görenlerden de değildin… Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki (orada olanları görüp öğrenesin de) âyetlerimizi bunlara okuyasın.(Yani bu bir yerden görme ve öğrenme ile değildir… bu olayları biz sana vahyettik.) Mûsaya nida ettiğimiz zaman sen Tur’un yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik.)” ( Kasas, 28/44, 45.) Bu tür âyetler, Rasûlun o anlatılanları daha önce bilmediğini ve bunların ancak vahiyle bildirildiğini ifade etmektedir. Yine müsteşriklerin “bir öğretmenin Kur’ân bilgilerini ona öğrettiği” şeklindeki iddialarını başta Thomas’ın farklı bağlamda kullandığı “Biz onların “Ona bir insan öğretiyor!” dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancıdır; bu ise apaçık Arapça bir dildir.” âyetiyle; buna destek olarak da “Ey Muhammed sen bundan önce bir Kitab okumadın; elinle de yazmadın. Öyle olsaydı Allahın sözlerini boşa çıkarmaya çalışanlar kuşkulanırlardı.” (Ankebût, 29/48.) “Sen, Kitap nedir, … bilmezdin…” ( Şûra, 42/53.) âyetleriyle reddetmektedir. Kısaca, Kur’ân’ın kendisi, öğretmene değil, bir öğretmenin olmadığına referans göstermekte ve bilgilerin direkt Allah’tan alındığının altını çizmektedir. Demek ki, yazarın girişinde zikrettiği “uzlaştırma” ( Thomas, J. O’shaughnnessy, Eschatological Themes in the Qur’an, Manila, 1986, giriş. Ayrıca tercemedeki müellifin giriş bölümünde ilgili yere bakılabilir.) , bu açıklamalara göre “Kur’ân’ın diğer kitaplarla kaynaklandırılması” veya “özdeşleştirilmesi” şeklinde anlaşılabilmektedir. Ayrıca yukarıda atıfta bulunduğumuz Watt’ın paragrafındaki “tarafsız bir dille” incelemenin -Kur’ân’ın diğer dinlerle referanslandırma ve onu iptal etme girişimleri dikkate alınınca- eğer iyi niyetle söylenmişse “safça bir yaklaşım”; art niyetle söylenmişse “kandırmaca” olduğu hemen anlaşılacaktır. Diğer bir çok müsteşrik gibi Thomas’ın da eseri dikkatlice incelendiğinde Kur’ân’ı Hz. Muhammed’in eseri olarak takdim etmesi bir yana; eskatolojik temaların kaynağının Hristiyan ve Yahûdiliğe ait olduğunu isbat etme gayreti içerisinde olup kavramların kendi dili içinde hiç şüpheye mahal bırakmayacak şekildeki asıllarını, etimolojilerini görmezlikten geldiği ve kavramın kökenini başka dillerde aradığı görülecektir. Ne yazık ki söylediği “muhtemelen”li ifadeler, sağlam dayanağı olmayan birer hipotezden ileri gitmemektedir. Dolayısıyla bilimsel bir değeri olduğu tartışılır. Ayrıca bu eskatolojik temaların Hristiyanlık ve Yahûdilikte var olması, herkes tarafından bilinen bir realitedir. Tahrif edilmeden önce Tevrat ve İncil metinlerinde de bu konuların bulunması gerekmektedir. Çünkü Allah’ın Rasûlleri vasıtasıyla gönderdiği dinler, Adem ile başlayıp Hz. Muhammed’le noktalanan “İslam” çizgisini oluşturmaktadır. Kur’ân da kendisinden önceki dinleri “doğrulayıcı/tasdik edici” bir fonksiyona sahip olduğunu sarâhaten açıklamaktadır.( Örnek olarak bkz. Bakara, 2/97; Âli İmrân, 3/50; Mâide, 5/46, 48; Fâtır,35/31.) Keza doğruladığı unsurlara âhiret hayatı ile ilgili muhtevanın da dahil olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle olunca ilâhî dinlerde âhiret inancında bir paralelliğin olacağı kesindir. Bu bilgilenme ışığında gerçeğe uygun bir yargı; “Bütün ilâhî dinlerin kaynağı birdir; Allah’tır.” şeklinde olmalıdır. Ama genel olarak Kur’ân’ın, özelde ise eskatolojik temaların bu iki dinden çalıntı olduğunu iddia etmek; hem mesnedsiz bir iddia, hem de maksatlı bir iftiradır. Thomas J. O’shaughnassy, “Eschatological Themes in the Qur’an” adlı eserinde “cennet” kelimesinin kökeni hakkında A. Jeffery‘i kaynak göstererek “Eskatolojik manada bu kelime, Süryanilerden alınmıştır…” derken Richard Bell‘in ( Bell, Richard, The Qur’an Translated, with a Critical Arrangement of the Surahs, Edinburg, 1937-39, s. 638.) ve Arthur‘un ifadesine dayanârak “Cennetin tasviri ile ilgili muhteva ise Hıristiyan vahyinden alınmıştır.” (Thomas J. O’shaughnassy, S. J., Eschatological Themes in the Qur’an, Ateneo University Yayını, Manila, 1986, s. 76. ) demektedir. Özellikle eskatolojik kavramları (arş, cennet, cennetin isimleri, cehennem, cehennemin isimleri), Arap dilinde asılları bulunmasına rağmen -Kitab-ı Mukaddes kaynaklı olmasını ispat edebilmek için- diğer müsteşriklerin mesnedsiz faraziyelerine başvurmuştur. Tabii ki bir tarafta daha güvenilir, sağlam ve yakın bir kaynak dururken diğer taraftaki faraziyenin ön plana çıkarılması, bilim ahlakıyla bağdaşmayan art niyetli ve ön yargılı bir harekettir. Âhiret muhtevasının ilâhî dinlerde paralellik arz etmesi, İslam’a bir değer kaybettirmemektedir. İslam’ın ve Müslümanların böyle bir kompleksi yoktur. Kur’ân, “İslam”ın Adem’le başlayan bir süreç olduğunu, kendinin hem daha önce geçen ilâhî kaynaklı dinleri tasdik edici (Musaddikan limâ beyne yedeyh), ( Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ,4/47; Mâide, 5/48; En’âm, 6/92 ) hem de bu dinlerin kemale ermiş şekli olduğunu (el-yevme ekmeltü leküm dineküm) (Mâide, 5/3) ifade etmektedir. Yine kendinden önceki İncil ve Tevrat’ın da Kur’ân’ı müjdelediğini bilmekteyiz. Bize göre müsteşriklerin en önemli açmazları, “Salvation History” dedikleri vahiy tarihini kendi peygamberleriyle dondurmalarıdır. Çünkü her münsif akıl sahibi, Allah’ın bu dünyada insanı yaratmasıyla başlayan peygamber ve kitap vasıtasıyla tarihe müdahalesinin ancak Allah’ın noktalamasıyla biteceğini bilir. Allah’ın tarihe müdahalesi, Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Aslında bunu onlar da biliyorlar. Kur’ân bunu şöyle deklare eder: “Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın bir elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak geldim.” demişti. Fakat İsa’nın müjdelediği elçi onlara apaçık deliller getirince ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ demişlerdi.” (Saf, 61/6) Yine onlar, her gelen peygamber’in kendisinden öncekini “tasdik edici”; sonrakini ise müjdeleyici olduğunu da biliyorlar. “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak geldim.” ( Saf, 61/6. Gelen kitabın bir öncekini doğrulayıcı ve tasdik edici olduğu hakkında bkz. Bakara, 2/97; Âl-i İmrân, 3/3, 50; Nisâ, 4/47; Mâide, 5/46, 48;Fâtır, 35/31; Ahkaf, 46/30; Saf, 61/6.) Biz, Hz. İsa’nın ve Hz. Mûsa’nın Allah tarafından gönderilen bir peygamber; İncil ve Tevrat’ın da Allah’ın birer vahyi olduğuna en az onlar kadar inanıyoruz. Sonra biz onlar gibi kitabımızı kendimize ait olarak görmüyoruz. Bu Allah’ın tüm insanlara gönderdiği en son vahiydir, diyoruz. Bir de onlar Kur’ân’ın kendilerine gönderilen vahiy gibi bir vahiy olduğuna ve Kur’ân’ın da İncil ve Tevrat gibi kendilerine de gönderildiğine bir inanabilseler; bütün düğümler çözülecek…
3- Üçüncü olarak zikredeceğimiz temel hata, Kur’ân’la ilgili bir konunun incelenmesinde kendi kaynaklarının ihmal edilmesi ve nüzul tertibinde yoğun bir şekilde müsteşriklerin esas alınması… Bilindiği gibi Kur’ân’ın iki türlü tertibi söz konusudur. Birincisi, Kur’ân’ın nüzul tertibi, ikincisi ise vahiy kanalıyla bugünkü diziliş tarzıdır. İkinci diziliş tarzı, tevkîfî/vahye dayalı olduğu için bunda bir problem yoktur. Nüzul sırasına göre tertibiyle ise hem Müslüman alimler hem de müsteşrikler ilgilenmişlerdir. Kur’ân’ın kronolojik tertibini müsteşriklerden önce Nöldeke yapmıştır.( Nöldeke, Theodor, Geschichte des Qorans, 2. baskı, Leipzig: Dieterich’sche, 1909-1938.) Régis Blachére ise tercemesinde bir kaç istisna ile Nöldeke’nin tertibini benimsemiştir. (Blachère, Règis, Le Coran: traduction selon un essai de reclassement des sourates, 2 cilt, Paris, 1947-51.) Bununla beraber bugün Richard Bell’in tüm bölümler (sureler)den daha çok âyet gruplarını tarihleme metodunun, Kur’ân’ın fiilî olarak meydana getirildiği metotla daha iyi uyuştuğu müsteşrikler tarafından genellikle kabul edilmektedir. ( Bell, Richard, The Qur’an Translated, with a Critical Arrangement of the Surahs, Edinburgh, 1937-1939; W. Montgomery Watt, “The Dating of the Qur’an: A Review of Richard Bell’s Theories”, Journal of the Royal Asiatic Society, 1957, s. 53-54.) Müellif de çalışmasında Kur’ân pasajlarını kullanırken nüzul tertibinde İslamî kaynakları bir tarafa bırakıp Regis Blachere’nin tertibini esas almış, ayrıca eskatolojik terimlerin tarihî sürecini verirken bu kronolojik tertibi esas alarak kurduğu mantık silsilesine ters düşen âyetlerde kolaycı bir yaklaşımla “sonradan ilâve” teorisini geliştirmiştir. Aynı can simidini bütün müsteşriklerde görmek mümkündür. Sureler içerisinde âyet gruplarında ve hatta tüm surede bir “bütünlük” arayan ve kronolojik tertiplerini de büyük oranda buna endeksleyen müsteşrikler, kurdukları ağa uymayan âyetlerin ilgili pasaja sonradan ilave edildiğini söyleyerek işin içinden çıkmaktadırlar. Genelde müsteşriklerin özelde Thomas’ın tarihleme metodu, mantalite ve vakıa açısından iki sakatlığı bünyesinde barındırmaktadır: Birincisi onu vahiy olarak görmemeleri bir anlamda Hz. Peygamberin metni olarak değerlendirmeleridir. İkincisi Kur’ân metninde insan yapıtları gibi “konu bütünlüğü” aramaları; Kur’ân’ın kendi hitap tarzını ve üslûbunu göz ardı etmeleridir. Meselenin birinci boyutu üzerinde “Kaynak” konusunda durulmuştu. İkincisini ise şöyle özetlemek mümkündür. Ulûmü’l-Kur’ân isimli eserlerde “Üslûbu’l-Kur’ân” isimli bir Kur’ân ilmi mevcuttur. Bu Kur’ân ilmi, Kur’ân’ın kendine has bir üslûbu olduğu; insanların telif eserlerine hiç bir şekilde benzemediği vurgulanır. Kur’ân’ın âyetlerinde surelerinde, kıssalarında, telkinlerinde, hitaplarında, mesellerinde, hüccetlerinde, kısaca onun olan her şeyde kendisinin bir üslûbu mevcuttur. Kur’ân, bütünsel bir yaklaşımdan ziyade diziliş açısından parçacı bir metodla tevkifi olarak düzenlenmiştir. Hiç bir zaman bir sure tek bir konu etrafında dönüp dolaşmaz. Her âyetin bir öncesi veya sonrası ile bağlantılı olma sıkıntısı yoktur. Bir meseleyi bazen bir âyet bazen bir iki âyet konu edinir. Bazen de bir pasaj bir konu üzerinde durur. Her hangi bir sureyi bu anlamda kısa bir gözden geçirme, bu meseleyi gözler önüne serer. Kur’ân Arap dilinin özelliklerini en güzel bir biçimde kullanmış olmakla beraber “kendine has bir uslup” geliştirmiştir. ( Kur’ân’ın üslûbu konusunda detaylı bilgi için bkz. Zerkeşî, Bedruddin, el- Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır, 1957, II/382-3; Zerkânî, M. Abdulazim, Menâhilu’l-İrfân fi Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, II/325- 354; Sâbûnî, M. Ali, et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dımeşk, 1408, s.131- 179; Bakillânî, Ebû Bekir, İ’câzu’l-Kur’ân, Beyrut, 1990, 37-377.) Müsteşriklerin en büyük yanılgılarından biri, Kur’ân’ın bu üslûbünden hareket edip onu anlamaya çalışmamaları; kendi zihinlerindeki şablonlara göre Kur’ân’ı tanımlamalarıdır ki bu da hata etmeleri ve yanlış çıkarsamalarda bulunmaları sonucunu getirmektedir. Örneğin Kur’ân kıssalarında Kur’ân’ın üslûbü, daha önce geçmiş bir tarihi olayı -tarih mantığı ve metodolojisiyle- anlatmak değildir. Dikkat edilirse Kur’ân kıssalarında yer, zaman ve kahraman konusunda detay anlatımlar son derece kısıtlıdır; hatta anlatılan kıssada bir anlatım ağını da bulamazsınız; örneğin bir Mûsa kıssasını anlatırken Mûsanın doğumundan ölümüne kadâr tüm ayrıntılı bilgileri bulamazsınız, sadece Allah’ın anlatmak istediği asıl maksatları bulabilirsiniz. Dolayısıyla bir müsteşrik Mûsa kıssasına kendi mantalitesiyle bakınca aradığı hiç bir şeyi bulamayacaktır. Bir şeye kendi imkan ve tanımları ölçüsünde yaklaşılmadığı zaman ortaya son derece hatalı sonuçlar çıkacaktır. Bu tür eksiklik ve hataları Thomasda da bulmak mümkündür. Thomas’ın metni baştan sona incelendiğinde yazar, eserde geçen Kur’ân âyetlerinin referansını verirken “sure.âyet/flugel sıralaması (örn. 23.115/117)” şeklinde bir klişe kullanmıştır. Noktadan önceki numara (23) sureyi; noktadan sonraki numara (115) âyet numarasını, (/)’den sonraki numara ise Flugel’in tertibindeki âyetin numarasını göstermektedir. Ayrıca “Göklerin yarılıp Parçalanması” bölümünden sonra yukarıdaki klişeye Regis Blachere’nin tertibini de eklemiş ve “Sure.âyet/Flugel’in tertibi(Blachere’nin tertibi)” klişesini kullanmıştır. “44.10/9(55th)” örneğinde 44., sure, 10, âyet numarası; 9 Flugel’in, 55 ise Blachere’nin tertibindeki âyet numarasını vermektedir. Bu klişeyi, “Kur’ân cenneti üzerine düşünceler” bölümünden itibaren “(55) 44.10/9” şeklinde değiştirerek kullanmıştır. Thomas, kavramları işlerken özellikle tarihi süreçle ilgili yorumlamalarında Blachere’nin tertibini dikkate alarak yapmaktadır. Bu ise kendi mantalitesine ve kriterlerine göre tertib yapan Blachere’nin yaptığı yanlışları göğüslemeyi; çıkmaz olan yerlerde âyetin veya âyet grubunun bu bölgeye sonrada sokuşturulduğunu ifade etmeyi zorunlu kılmaktadır. Örneğin cehennemin yedi ismini anlatırken bir cahîm kelimesi, kurduğu mantık silsilesine uymadığında burada cahîm aslında cehennem olmalıydı veya Medine döneminde yanlışlıkla buraya sokuşturulmuş olabilir, şeklinde yorumlara gitmektedir. Bütün bu sıkıntılar, kutsala kendi gözlüğünden bakma, beşer eseri gibi görme ve zihinlerinde kurdukları şablona vahiy metnini oturtmalarından kaynaklanmaktadır. Not edilmesi gereken en büyük eksikliklerden birisi de, kullanmış olduğu 127 kaynaktan sadece 7 tanesi Müslüman kaynak olmasıdır. Bu 7 kaynak, Zemahşerî, Taberî, Râzî, Fazlur Rahman, Celâleyn, İbn Manzur, Beydâvîdir. İslama ait bir konunun kaynağı çoğunluk itibariyle İslam kaynakları olması gerekirdi. Halbuki bu yapılmamış, üstelik yukarıda isimlerini zikrettiğimiz kaynaklar ise ihtiyaç nispetinde kullanılmıştır. Böyle bir hareketin, sağlıklı sonuçlara varılmamasında büyük bir etken olduğu kanaatindeyiz.Bu üç yanlışa dikkat çektikten sonra bu tenkitlerin, eser için söylenecek nihai sözler olmadığının bilincindeyiz. Eserin, muhteva açısından tüm ayrıntılarıyla bir mercek altına alınması gerekmektedir. Kitabın tümümün tenkidini başka bir makaleye bırakıyoruz. Ancak şunu ilâve etmek yerinde olacaktır: Müellifin Kur’ân’ı peygambere nispet etmesini, nüzul tertibinde Blachere’ı ve diğer müsteşrikleri esas almasını ve Kur’ân’ı diğer kaynaklarla referanslandırmasını, -müsteşrik olması hasebiyle anlayış ve olgunlukla karşılamak gerektiğine inanıyoruz.
KAYNAKLAR
Ateş, Süleyman,Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali, ys. ts.
Bakillanî, Ebu Bekir,İ’câzu’l-Kur’ân, Beyrut, 1990.
Bell, Richard,The Qur’an Translated, with a Critical Arrangement of the Surahs, Edinburgh, 1937-1939.
Blachère, Règis,Le Coran: traduction selon un essai de reclassement des sourates, 2 cilt, Paris, 1947-51.
Nöldeke, Theodor,Geschichte des Qorans, 2. baskı, Leipzig:Dieterich’sche, 1909-1938.
Sabuni, M. Ali,et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dımeşk, 1408.
Thomas, J. O’shaughnnessy,Eschatological Themes in the Qur’an, Manila, 1986.
W. Montgomery Watt,-“The Dating of the Qur’an: A Review of Richard Bell’s Theories”, Journal of the Royal Asiatic Society, 1957. -Bell’s Introduction to the Qur’an,Edinburgh, 1970.
Zerkânî, M. Abdulazim,Menâhilu’l-İrfân fi Ulumi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988.
Zerkeşî, Bedruddin,el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Mısır, 1957.
Doç Dr. Ömer Kara, Kuran’da dünyanın sonu ile ilgili düşünceler
*
Vahiy esnasında Hz Peygamber, vahiy ve sara (Epilepsi) iddiası
Ayrıca bu konu ‘ Kuran ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar ‘ adlı yazıda ele alınmıştır.
Oryantalistlerin iddiası: Vahiy, sara nöbeti, VAHİY ESNASINDA HZ. PEYGAMBER (sav)
Beşerin beşer sıfatları altında Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmak ta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz. Peygamber’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Allah’ın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku verdiğinden, onun vahy esnasında bazen buhranlı anlar geçirdiğine şâhid olunmuştur. Hz. Peygamber’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimizin yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir:
Hz. Aişe (r.a), “Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı” 1 demiştir.
“Keşke ben Rasulullah’ı, kendisine vahiy inerken görebilseydim!” diye merak eden Ya’la b. Ümeyye, bir gün vahiy esnasında, Hz. Ömer’in işaretiyle Hz. Peygamber’e yaklaşmış, O’nu örtmekte olan örtünün içine başını sokmuş ve Efendimizi, yüzü kızarmış, uyuyan kimsenin gidip gelen nefesi gibi solurken görmüştü. 2
Mâide suresi, Peygamberimiz devesi üzerinde iken nazil olmaya başlamıştı. Olayın manevî ağırlığına tahammül edemeyen deve çökmüş, Rasulullah da deveden inmek zorunda kalmıştı.3
Zeyd b.Sâbit şöyle diyor: “Bir gün Hz. Peygamber’in yanında bulunuyordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) Hz. Peygamber’in dizi, dizimin üzerinde idi. Birden onu vahiy hâli yakaladı, baldır kemiğimi kıracak kadar bir ağırlık hissettim. Vallahi yanımdaki Rasulullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.”4
Vahiy sırasında, Peygamberimiz ve yanındakiler başlarını önlerine eğerlerdi. Vahiy bitince de Peygamberimiz başını kaldırır, gelen vahyi ümmetine tebliğ ederdi.5
Hz. Ömer’den nakledilen bir habere göre, vahiy esnasında Peygamberimizin yanında bulunanlar bazen arı uğultusuna benzer bir ses işitirlerdi.6
Hz. Peygamber (sav)’de meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin7, bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun 8 demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, onun manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddianın batıllığını şu şekilde açıklayabiliriz:
a) Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür, hatta nöbetlerinde karşılaştığı bu haller sebebiyle, bazıları intiharı bile düşünür. Peygamberimize vahiy esnasında arız olan hal saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır.
b) Vahiy, her zaman kendinden geçme, horlama gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu.
c) Tıbben sâbittir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (sav) vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kuran ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi?.
d) Saralı nöbeti sırasında saçmalar. Hz. Peygamber’de böyle bir durum, kesinlikle yoktur.Onun vahiy durumunu müteakip tebliğ ettiği Kur’an elimizdedir; dost ve düşmanın ittifakıyla Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ortadadır.
e) Bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.9
Netice olarak diyebiliriz ki, elbette bir beşerin kendine ait normal özellikleriyle Yüce Allah’ın kelamına muhatap olması çok zordur. Hz. Peygamber’de bazen vahiy aldığı esnada bir takım değişiklikler olmaktaydı. Ancak bu değişiklikleri epilepsi (sara) hastalığına benzetmek çok yanlıştır.
Ek: Maxime Rodinson, Hz.Muhammed’in saralı olduğu iddiasını tamamen reddeder. (R. Arnaldez, Peygamberin tasviri , s.76-78) ” Sara nöbetine uğradığına dair tekrarlanan söylentiler, Yunanlıların bir uydurmasıdır.” ( Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kuran’ı kerim, s.12)
Dipnotlar:
1 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1.
2 Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 2; Müslim, Hac, 1.
3 Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 176.
4 Ebû Dâvûd, Cihad, 20; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., V, 190,191.
5 Müslim, Fedâilü’l-Kur’an, 23.
6 Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 24; Ahmed b.Hanbel, a.g.e., I, 34.
7 Hâkka, 69/41-43.
8 Saffât, 37/36.
9 Hamidullah, Muhammed, Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, (trc. M.Sait Mutlu), İstanbul 1965, s. 12; Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, İstanbul 1989, s. 31, 32
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı