Kuran’da Gramer hataları iddiasına reddiye -Makale-

Within spread beside the ouch sulky and this wonderfully and  as the well and where supply much hyena so tolerantly recast hawk darn woodpecker

“Kur’ân’da Gramer Hataları”  İddiası ve Bir Reddiye

Özet: Bu makale bir önsöz ve iki çeviriden oluşmaktadır. Çeviriler iki bölümde ele alınmıştır. Birinci bölümde M. Rafiku’l-Hakk ve P. Newton tarafından kaleme alınan ve orijinal adı “The Qur’an: Grammatical Errors” olan çalışmanın çevirisine yer verilmiştir. Yazarlar, Kur’ân’da gramer hatalarının varlığını iddia etmekte ve iddialarını ayetlerden örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadırlar. Makalenin sonunda, bu yanlışların birer yazım hatası olduğunu zikreden yazarlar, elimizde mevcut bulunan Kur’ân metninin “Peygambere indirildiği şekliyle bozulmadan günümüze ulaşan vahyedilmiş yegâne metin” olmadığını; dolayısıyla ilâhî menşeli edebî bir mucize olamayacağını iddia etmektedirler.

İkinci bölümde, Moiz Amjad tarafından yukarıda adı geçen çalışmaya reddiye niteliğinde kaleme alınan ve özgün adı “Grammatical Errors in the Qur’an” olan makalenin çevirisine yer verilmiştir. Yazar, makalesinde, konuya teorik açıdan yaklaşarak bir dilin gelişimi ve gramerinin ortaya çıkışı ile ilgili bilgiler verdikten sonra Arap gramerinin derlendiği kaynaklara değinmiştir. Daha sonra Arap gramerinin en temel kaynaklarından biri olan Kur’ân’da gramer hatası aramanın anlamsızlığını ispat yoluna gitmiştir. Makalenin sonunda yazar Hz Âişe ve Hz Osman’a isnat edilen rivayetleri inceleyerek bunların zayıflığını ve kabul edilemeyeceğini ortaya koymuştur.

Önsöz:

Nüzulünden bu yana Kur’ân-ı Kerîm’e, muârızları tarafından, değişik yönlerden birçok eleştiri yöneltilmiştir. Bunların kâhir ekseriyetini müsteş­rikler tarafından ortaya atılan sözde iddialar oluşturmaktadır. Müsteşrikler, İslam’a ve özellikle onun temeli olan Kur’ân-ı Kerîm’e karşı kuşku, şüphe ve güvensizlik meydana getirmeye gayret etmiş ve çalışmalarını çoğunlukla Kur’ân tercümeleri, Kur’ân’ın kaynağı ve cem’i, ilâhî vahy, Kur’ân metninin sıhhati, Kur’ân’ın i‘câzı, yedi harf, nesh vb. konular[1] üzerinde yoğunlaştırmışlardır.

Müsteşriklerin iddia ettikleri gramer hataları, genellikle, Kur’ân metninin sıhhati ve Kur’ân’ın i‘câzı başlıkları altında ele alınmıştır. Onlara göre Kur’ân’da, Arap dili gramerine uymayan ve Arapça bilenlerin rahatlıkla görebileceği gramer hataları vardır. Bu sebeple Müslümanlarca dile getirilen, Kur’ân’ın edebî bir mucize olduğu iddiası gerçeklerle uyuşmamaktadır.

Bu çalışmada, müsteşrikler tarafından ortaya atılan iddiaları içeren bir makale ile buna reddiye niteliğinde kaleme alınan başka bir çalışmaya yer verilecektir.Makale iki bölümden oluşmaktadır:

Birinci bölümde, M. Rafîku’l-Hakk ve P. Newton[2] tA’rafından yazılan “The Qur’an: Grammatical Errors”[3] (Kur’ân’da Gramer Hataları) isimli makaleye yer vereceğiz. Yazarlar bu makalede, Müslümanların, Kur’ân’ın sadece beşerî ve edebî bir şaheser değil, aynı zamanda ilâhî kaynaklı edebî bir mucize olduğunu iddia ettiklerini zikretmiş; fakat bu iddianın gerçeklerle uyuşmadığını, zira bugün elimizde bulunan Kur’ân’ın, Arapça bilen herkesin açıkça görebileceği sarih gramer hataları içerdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddialarını desteklemek için Kur’ân’dan on üç ayeti delil getiren Rafîku’l-Hakk ve Newton, bu ayetlerde, eskilerin müşkülât-ı nahviyye dedikleri, Arap dilinin genel-geçer kaidelerine uymayan ibareleri gramer hatasıymış gibi göstererek Kur’ân’da gramer hatalarının varlığını iddia etmişlerdir.

  1. Rafîku’l-Hakk ve P. Newton’un bu makalesine, birçok reddiye yazılmıştır. Onların hata olarak öne sürdükleri ayetleri teker teker ele alıp, dilbilimsel izahlarını yapan pek çok çalışma yayınlanmıştır[4].

İkinci bölümde ise, konuya teorik açıdan yaklaşarak, iddia sahiplerinin tutarsızlığını mantıkî olarak ortaya koyan Moiz Amjad’ın[5] “Grammatical Errors in the Qur’an”[6] isimli makalesine yer vereceğiz[7]. Amjad, makalesinde, her hangi bir dilin gelişimini ve bu gelişim sürecinde dil kaidelerinin ortaya çıkışını ve bu çerçevede Arap gramerinin derlendiği kaynakları ele alarak, iddia sahiplerinin içine düştükleri tutarsızlığı ve paradoksu ortaya koymuştur. Yazarın tezi şudur: Nahiv kaideleri Arap dilinin en temel kaynaklarından biri kabul edilen Kur’ân’dan alındığı hâlde ondaki bazı ifadeler nasıl hatalı olabilir? Yazarın ifadesi ile Kur’ân’da hata aramak, “tamamen, astronomlar tarafından yazılan eserlere dayanarak kâinatta hata bulmaya çalışmak gibidir… ve bu, açıkça ve kesinlikle anlamsızdır.” Amjad’a göre bu temel paradoks çözümlenmedikçe, M. Rafîku’l-Hakk ve P. Newton’un iddia ettikleri gramer hataları ile ilgili itirazlar bir değer ifade etmeyecektir.

Yazar Amjad, makalesinin sonunda, M. Rafîku’l-Hakk ve P. Newton tarafından öne sürülen ve Hz Âişe ile Hz Osman’a isnat edilen rivayetleri ele alarak bunların sıhhatini ve kabul edilebilirliğini tartışmıştır.

  1. Bölüm: “Kur’ân’da Gramer Hataları” na Reddiye[35]
  2. Newton, Rafiku’l-Hakk ile birlikte başlığı “Kur’ân’da Gramer Hataları” olan bir makale yazmıştı. Makalede şunlar vardı:

“Müslümanlar, Kur’ân’ın sadece beşerî ve edebî bir şaheser değil aynı zamanda ilâhî menşeli edebî bir mucize olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat bu iddia gerçeklerle uyuşmamaktadır. Zira bugün elimizde mevcut olan Kur’ân, Arapça bilen herkesin açıkça görebileceği sarih gramer hataları içermektedir.”

Newton iddiasını ispatlamak için aşağıdaki Kur’ân âyetlerini delil olarak zikretmiştir:

Mâide (5), 69; Nisâ (4), 162; Tâhâ (20), 63; Bakara (2), 177; Âl-i İmrân (3), 59; Enbiyâ (21), 3; Hac (22), 19; Hucurât (49), 9; Münâfikûn (63), 10; Şems (91), 5; Fussılet (41), 11; A‘râf (7), 56; A‘râf (7), 160.

Bu örnekleri sıraladıktan sonra Newton, makalesini şu cümlelerle bitirmiştir:

“Kur’ân, bu hatalar sebebiyle, bir şaheser olmaktan çok uzaktır. Eğer, beşeri söylemle, Kur’ân’ın bir şaheser olduğu söylenemiyorsa onun ilâhî menşeli edebî bir mucize olduğunu kim dürüstçe söyleyebilir?”

Bu makalenin amacı şu soruları cevaplandırmaktır: Bir dilin grameri nasıl gelişir? Arap grameri niçin ve nasıl gelişti?  Arapça nahiv kaidelerinin çıkarıldığı kaynaklar nelerdi?

Yazar, bu soruların cevaplarının bizzat, Kur’ân’da gramer hatası bulma çabasının anlamsızlığına yeterli bir delil olacağına inanmaktadır.

Gramer – Dilin Gelişiminde Bir Aşama

Gramerin derlenmesinin, dilin gelişiminde bir aşama olduğu genellikle bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:

Herhangi bir dilin “gramer kaideleri”nin vazedilmesi o dili kullanan ilk sahiplerinin konuşmalarını ve anlayışlarını öncelemez, önceleyemez de. Örneğin İngilizce, biri çıkıp bu dilin kaidelerini vazedinceye kadar uzun bir süre konuşulmuştur. Bir dilin grameri insanlar tarafından tesis edilmiştir, ama bu, o dilin ilk sahipleri tarafından konuşulması ve anlaşılmasından önce olmamıştır. Örneğin Yunanca’yı ele alalım. Bildiğimiz üzere Yunanca çok eski bir dildir. Yunanca’ya dair ilk gramer kitabı, ancak milattan önce ikinci asırda Dionysius Thrax[36] tarafından yazılmıştır ve bu kitap o kadar muhtasardı ki sadece kelime bilgisine hasredilmişti. Bu çalışma, muhtemelen, batı geleneğinde yazılan ilk sistematik gramer kitabıdır. Milattan sonra ikinci yüzyıla kadar, Yunanca’nın sözdizimi hakkında, Apollonius Dyscolus[37] tarafından yapılan çalışmadan başka bir eser bulunmamaktadır. Dionysius Thrax gramerin tarifini yapmış ve şunları söylemiştir:

“Şairler ve yazarlar tarafından söylenen şeyleri iyice bilmek (veya incelemek).”[38]

Bu tarifi yakından incelemek, meseleyi vuzuha kavuşturacaktır. Bu tarife göre gramer:

Bu dilin (meşhur) şair ve yazarlarının ifadelerini inceleyerek gelişmiştir. Öyle ki bu cümle, her hangi bir gramer kaidesi vazedilmeden önce şair ve yazarların mesajlarını nakletmek ve eserlerini yazabilmek için bu dili kullanıyor olduklarını açık bir şekilde ifade etmektedir. Bu (meşhur) şair ve yazarların dilini çok iyi bilerek gelişmiştir. Bu cümle, bir dereceye kadar, bu gibi gramer kaidelerinin anadillerini iyi bilen insanlar için gerekli olmadığını ifade etmektedir. Bu kaideler, ister yabancı bir dil olması sebebiyle, ister konuştukları dilin tamamen aynısı olmaması sebebiyle olsun dillerinde problem yaşayan insanlar için gereklidir. Örneğin, çağımızda yaşayan bir İngiliz’in bu dönemde yazılan eserleri tamamen anlayabilmesi için, normal olarak, gramer çalışmasına ihtiyaç yoktur. Fakat klâsik İngiliz edebiyatını anlayabilmesi için gramerin yanında klâsik dildeki kelime kullanımı hakkında dersler alması gerekebilir.

Yukarıda açık bir şekilde ifade edildiği gibi sahih dili bilmek, gerçekten, o dilin ilk sahiplerinin ne ve nasıl konuştuklarını bilmeye bağlıdır. Gramer kaideleri dilin ilk sahiplerinin bu kullanımlarından derlenmiştir. Bu gerçek reddedilemez[39]. Bu gerçek aynı zamanda bir dildeki değişimin ve gelişimin temellerine ve nedenlerine işaret etmektedir. Britannica’da şunlar ifade edilmektedir:

“Bir çocuk konuşmayı öğrendiği zaman; dildeki kuraldışı veya düzensiz şekilleri daha düzenli ve yaygın örneklere kıyaslayarak tanzim etmeye meyleder; örneğin o, ‘came’ den ziyade ‘comed’; ‘dove’ den çok ‘dived’, ‘talked’, ‘loved’ ve benzeri şeyler söylemeye meyledecektir. Çocuğun bu yaptığı, onun, kendi dilinin intizamını veya kaidelerini henüz öğrendiğinin veya öğreniyor olduğunun kanıtıdır. O, bazı kıyasi şekilleri “öğrenmeme” ye ve onların yerine, bir önceki neslin dillerinde cârî olan kuraldışı şekilleri koymaya devam edecektir. Fakat bazı durumlarda çocuk, “yeni” kıyasî bir şekil (“dove” den çok “dived” gibi) ezberleyebilir ve bu itibar görüp kabul edilebilir.”[40]

Okuyucu şu cümleye dikkat etmelidir: “…ve bu itibar görüp kabul edilebilir.”

Bu ifade, bizim; “sahîh dil”, o dilin ilk sahiplerince doğru kabul edilen ve itibar gören dildir, şeklinde işaret ettiğimiz hakikate diğer bir delildir.

Bu süreç, gramerin gelişimi ve “kaideler”inin çıkarıldığı güvenilir kaynaklar hakkında olağan bir durumdur. Bu kavramlar açıkça anlaşıldığına göre, şimdi şu örneği ele alalım:

Farz edelim ki X grubu, Latin gramerinin derlenmesinden önce, Latin edebiyatında meşhur ve makbul edipler olsunlar. Daha sonra, bazı Romalı âlimler Latin gramerini derlemek için kolları sıvadılar. Bunlar kendi çalışmaları için çeşitli kaynaklar aradılar. Bu âlimler X grubunun eserlerini; Latin edebiyatını şamil, meşhur ve sahih olmaları sebebiyle de o dilin ilk sahipleri tA’rafından makbul olduğunu müşahede ettiler. Bu sebeple bu âlimler, herhangi bir ayırım yapmaksızın X grubunun eserlerini kendi çalışmalarına kaynak kabul ettiler. Zaman ilerledi. Birkaç yüzyıl sonra diğer bazı ‘âlimler’, ‘gramerciler’ (gramer kaidelerini derleyen âlimler) tarafından ortaya konan eserlere dayanarak X grubunun eserlerini tahlil etmeye başladılar. Şimdi, “dikkatli bir araştırma” dan sonra, gramercilerin çalışmalarına dayanarak, X grubunun eserlerinin bir takım “gramer” hataları içerdiğini ifade ediyorlarsa, bu modern “alimler”, kendi taşkınlıkları içinde, belki de bu buluşları için bir edebiyat ödülü bile talep edeceklerdir (veya en azından bu beklenti içinde olacaklardır). Halbuki sıradan bir kişi bile onların bu buluşlarına sadece gülecektir. Çünkü sağduyusu, ısrarla, ona şunu soracaktır: “İkincisi bizzat birincisine dayandığı halde, hatalı olup olmadığı konusunda, birinci şey nasıl sorgulanabilir?” Bu kaynak analizi tıpkı şunu söylemek gibidir: “İnsan vücudu, insan fizyolojisi hakkında yazılan kitaplara (elde edilen sonuçlara) tekabül etmemektedir, bu yüzden insan vücudu, bu kitaplar temel alınıp incelendiğinde şöyle şöyle hatalara sahiptir.” Sıradan bir insan, kesinlikle böyle “yanlış” bir mantığa gitmekten çok, insan fizyolojisi üzerine yazılan bu kitapların insan vücudunu yeterli bir şekilde tanımlamadığına dikkat çekecektir. Açıkçası aynı prensip, gramercilerin çalışmaları temel alınarak X grubunun yazdıklarına da uygulanmalıdır. Eğer gramerciler tarafından vazedilen kaideler X grubunun yazdıklarına tekabül etmiyorsa, o zaman yanlışlık X grubunun yazdıklarında değil gramercilerin kaidelerindedir. Çünkü sınırlı kaynaklardan çıkarılan sonuçlara dayanarak esas kaynağın değerini biçmek saçmalıktan başka bir şey değildir.

Dilin Gelişiminde Farklı İki Aşama

Bir dilin tarihi gelişiminin farklı ve önemli bir yönü vardır.

Bir dilin gelişimini yakından incelediğimizde, gramer kaideleriyle uygun bir münasebet içinde, o dilin tarihinin iki farklı safhaya ayrılabileceğini görürüz. Biri “gramer öncesi”, diğeri de “gramer sonrası” aşamadır. Bu aşamalardan her biri kendine has bir takım özelliklere sahiptir.

Öncelikle gramer öncesi aşamayı ele alalım. Bu aşamada dil en saf ve doğal formundadır. Dilin ilk sahipleri, içlerinden geldiği ve zihinlerine ilham olunduğu şekliyle konuşurlar. Böylece konuştukları ve doğru kabul ettikleri her şey sahih dilin ölçüsü olur. Bu dönemlerde şairler, yazarlar ve hatipler tenkid edilmişlerdir, fakat bu tenkid gramer hatası sebebiyle değildir. Zira bu gibi hatalar ile gramerin varlığı bile söz konusu değildir. Aksine tenkit; açıklık, dilin özelliklerini taşımaması, kelimelerin uygun olmayan yerlerde kullanılması ve üslup zayıflığı cihetindendir. Bu yazar, şair ve hatiplerin “gramer hatası” olarak adlandırılabilecek bu gibi yanlışlar yapmaları tahmin edilmemekle birlikte tasavvur dahi edilemez. Çünkü ne söyledikleri ve nasıl söyledikleri, tüm sahalardaki her şeyi (dil malzemesini) oluşturmaktadır. Daha sonra nahivciler “gramer kaidelerini” bunlara dayandırarak ortaya koymuşlardır. Gramer kaideleri; yazarların, şairlerin, hatiplerin ve dilin diğer (otorite) kabul edilmiş kullanıcılarının mutlak hâkimiyeti altında derlenmiştir. Örneğin, sonraki zamanlarda bir nahivci şunu söyleyebilir: “XYZ, A dilinin bir kaidesidir. Çünkü bu, A dilinin ilk sahipleri tarafından bilinen ve kabul edilen, aynı zamanda o dilde otorite kabul edilecek kadar nitelikli olan D’nin ifadesi/şiiri olduğu âşikardır.” veya “XYZ, A dilinin bir kaidesidir. Çünkü bu, o dilin ilk sahipleri tarafından konuşulanın aynısıdır.” Bu aşamanın diğer önemli bir yönü ise, yaygın ve düzenli kullanımdan ayrılan buna benzer inhirafların/şâz kullanımların, o dilin ilk sahipleri tarafından doğru kabul edilmeleri sebebiyle, bunların yanlış olarak adlandırılamayacağıdır. Gramercilerin yapmaları gereken şey, bu gibi şâzların sebepleri ile bunların düzenli ve yaygın kullanıma ilave ettiği manaları bulmaya çalışmak olmalıdır. Fakat bazı gramerciler bu şâz kullanımların sebeplerini bulamıyorlarsa bu onların “yanlış” olarak adlandırılmalarını gerektirmez.

Şimdi, bir dilin gramer sonrası aşamasına kısaca göz atalım. Birinci aşamada, gramercilerin çalışmalarına kaynaklık yapanlar; şairler, yazarlar, hatipler ve o dili konuşanlardı. Gramer sonrası aşamada ise, normal olarak, diğer yol takip edildi. Bu aşamada, genellikle gramer kaideleri; yazarlar, şairler, hatipler ve diğer dili kullananlar tarafından, kendi yazdıkları ve konuştuklarının doğruluğu için bir ölçü olarak kabul edildi. Birinci aşamada gramer kaideleri; yazarların, şairlerin, vs.’nin kullanımlarından çıkarılmıştır. Yine her gramer kaidesi, şâz kullanımıyla birlikte ki bu yazarların ve hatiplerin kullanımlarıyla doğrulanabilir, sahih olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan ikinci aşamada, kabul edilmiş kuralların (ve bu kurallardan kabul edilmiş şâzların); bir şairin, yazarın, hatibin veya dili kullanan herhangi birinin kullanımını doğrulaması normaldir. Açıkça şöyle bir şey olabilir: bir yazar dilin genel gramer kurallarına ters olduğu düşünülen bir üslup kullanır. Daha sonra yazar bu şâzz kullanımı sebebiyle eleştirilir. Bununla beraber yazar, daha önceleri o dilin gramercilerinin gözünden kaçmış bu tür şâzlara, dilin “asıl” otoritelerine dayanarak örnekler verebilir. O zaman bu gibi durumlarda, yazarın üslubunun doğru olduğu söylenebilir. Dahası, bazen bir yazar, genel kabul görmüş kullanım ve üslupları sebebiyle, öyle etkili olabilir ki onun şâz kullanımları dahi daha sonraları sahih kabul edilebilir. Böylece gramer kaideleri böyle bir yazarın şâz kullanımlarına uygun olarak değiştirilebilir. Modern yazarlar tA’rafından ortaya konan yeni üsluplar sebebiyle yeni gramer kaideleri kabul etme eğilimi, dillerinin saflığını koruma konusunda daha bilinçli ve muhafazakâr olan insanlar arasında, diğerlerine kıyasla, daha az vardır.

Bunlar, gramer kaidelerinin derlenmesinden önce ve sonra bir dilin gelişiminde yer alan başlıca değişikliklerdir.

Arapçanın Özel Durumu

Bir dilin grameri, normal olarak, o dili bilmeyen insanlara öğretilmesi için geliştirilir. Fakat Arap gramerinin gelişiminde bir farklılık vardı. Farklı bir etken, Arap gramerinin derlenmesine başlarken önemli rol oynamıştır. Bu, Arapların kendi dillerinin saflığını koruma hususunda gösterdikleri ilgi ve bilinçti.

Arapların iç dünyalarını ve tarihlerini bilen herkes, onların, kendi dilleriyle; belagatı, saflığı, basitliği ve güzelliğiyle gurur duyan insanlar olduklarını açıkça görecektir. Bu gurur onların iç dünyalarında öyle derin köklere sahiptir ki, Arap olmayanlar için kullandıkları “a‘cemi” kelimesi, “kekeleyen ve beliğ olmayan kişi” yi ifade etmektedir.

Fetihler ve Arap olmayanların büyük gruplar halinde İslam’a girmeleri, Hz. Peygamber (sav)’in vefatından sonraki ilk asırda, bu insanlar için, Arap gramerinin derlenmesi ihtiyacını doğurdu. Ama bugün, Kur’ân’ı ve Hz Peygamber’in hadislerini anlamak için Arap dilini öğrenme eğilimi vardır. Ayrıca bu fetihler ve İslam devletinin genişlemesi, o zamana kadar kapalı olan Arap toplumunun dışa açılmasına da neden oldu. Bu durum, bir taraftan Araplara; sosyal, kültürel, politik ve ekonomik zenginliklerini ortaya koyma fırsatı verirken, diğer taraftan, sosyal ve kültürel etkileşimleri sebebiyle, dillerinin duruluğunu bozmayı da tehdit etmiştir. Bu endişe, henüz bilinmeyen ve düşünülmeyen Arap gramerini derleme görevi için önemli bir temel oluşturmuştur.[41]

Bu görevi ilk üzerine alan kişi Ebu’l-Esved ed-Du’elî (605-688)’dir. Bazıları Usûlu’n-Nahvi’l-‘Arabi adlı eseri Ebu’l-Esved’e isnâd etmişlerdir. Daha sonra bir grup nahivci, bugün takdirle yâdedilen Arap gramerini araştırma ve derleme görevine katkıda bulunmuşlardır. Nahivcilerin konumu, daha sonraki dönemlerde öyle takdir edilip yüceltildi ki mütemayiz nahivciler en iyi hukukçular ile birlikte halife meclislerinde yüksek mevkilere sahip olmuşlardır.

Arap Gramerinin Derlenmesinde Başlıca Kaynaklar

Nahivciler ile dilbilimi alanındaki diğer ulema, nahiv kurallarını derleme vazifelerinde; sâfiyeti bozulmamış oluşu, şifahi geleneğe dayanması ve dillerinin sahih kullanımının numuneleri olması sebebiyle, Araplarca kabul edilen, derlenmiş veya dağınık halde bulunan Arap edebiyatını kullandılar. Bu edebiyatın ittifakla kabul edilmiş başlıca iki kaynağı Kur’ân ile İslam öncesi ve İslam dönemi şiiridir. Dilbilimciler arasında, Hz Peygamberin ve meşhur hatiplerin haber-i vâhid yoluyla rivayet edilen hadisleri ile hitaplarının, kendi çalışmalarında kaynak malzeme olarak alınılıp alınamayacağı hususunda farklı görüşte olanlar vardı. Bu rivayetleri kabul etme taraftarı olan kimseler, bu malzemenin, dilbilimi ve gramer kurallarının tespit edilmesi için güvenilir ve muteber olduğuna inandılar. Yine bu kişiler, özel manada Hz Peygamberin ve genel manada da tanınmış hatiplerin, Araplarca, dilde otorite kabul edilmeleri sebebiyle böyle bir malzemenin kendi çalışmalarında kaynak olarak alınması gerektiği fikrindeydiler. Diğer taraftan bu hadisleri kaynak olarak kullanmaya karşı olanlar, Kur’ân ve manzum eserlerin aksine, şifahen doğru ve saf olan bu rivayetlere güvenmenin güç olduğu temeline dayanarak itirazlarını ortaya koydular. Onların bu delilinin temeli, dini değeri nedeniyle Kur’ân ile Arap kültürü olması sebebiyle de şiirin, Arap dilinde sadece otorite olarak kabul edilmiş olmaları değil, aynı zamanda, bir nesilden diğerine tam ve kelimesi kelimesine nakledilmiş olmaları idi. Hâlbuki Hz Peygamber’in hadisleri ile meşhur hatiplerin rivayetleri bu nitelikten yoksundu. Abdulkâdir b. Ömer el-Bağdâdî “Hizânetu’l-Edeb”[42] adlı eserinde şunları ifade etmektedir:

“قال الأندلسي في شرح بديعية رفيقه ابن جابر علوم الأدب ستة؛ اللغة، والصرف، والنحو، والمعاني، والبيان، والبديع . والثلاثة الأول لا يستشهد عليها إلا بكلام العرب دون الثلاثة الأخيرة فإنه يستشهد فيها بكلام غيرهم من المولدين ، لأنها راجعة الي المعاني ولا فرق في ذلك بين العرب وغيرهم، إذ هو أمر راجع الي العقل ولذلك قبل من أهل هذا الفن الاستشهاد بكلام البحتري وأبي تمام وأبي الطيب و هلم جرا اه وأقول الكلام الذي يستشهد به نوعان شعر و غيره ، فقائل الأول قد قسمه العلماء علي طبقات أربع: الطبقة الأولي الشعراء الجاهليون وهم قبل الإسلام… والثانية المخضرمون و هم الذين أدركوا الجاهلية والإسلام… والثالثة المتقدمون ويقال لهم الإسلاميون وهم الذين في صدر الإسلام… والرابعة المولدون ويقال لهم المحدثون وهم من بعدهم الي زماننا… فالطبقتان الأوليان يستشهد بشعرهما إجماعا وأما الثالثة فالصحيح صحة الاستشهاد بكلامها… وأما الرابعة فالصحيح أنه لا يستشهد بكلامها مطلقا وقيل يستشهد بكلام من يوثق به منهم واختاره الزمخشرى… وأما قائل الثاني فهو إما ربنا تبارك وتعالي فكلامه عز اسمه أفصح الكلام و أبلغه و يجوز الإستشهاد بمتواتره و شاذه كما بينه ابن جني في أول كتابه المحتسب وأجاد القول فيه ، وإما بعض أحد الطبقات الثلاث الأول من طبقات الشعراء التي قدمناها ، وأما الإستدلال بحديث النبي صلي الله عليه وسلم فقد جوزه ابن مالك وتبعه الشارح المحقق في ذلك… وقد منعه ابن الضائع وأبوا حيان وسندهما أمران ، أحدهما أن الأحاديث لم تنقل كما سمعت من النبي صلي الله عليه وسلم وإنما رويت بالمعني ، وثانيهما أن أئمة النحو المتقدمين من المِصْرَيْنِ لم يحتجوا بشيء منه.”

“Endelûsî, arkadaşı İbn Câbir’in “Bedî‘iyyât” adlı eserini şerh ederken şunları söylemiştir: Edebî ilimler altı tanedir: Lügat, sarf, nahiv, me‘ânî, beyân ve bedî‘. İlk üç ilim için sadece klâsik Arap kelamından istişhâd edilebilir. Son üç ilim için ise, klâsik Arap kelamından başka, Muvelled Arapların sözlerinden de iştişhâd edilebilir. Çünkü bu ilimler mânâ ve akılla ilgilidirler. Bu sebeple klâsik Araplarla diğerleri arasında fark yoktur. Bu yüzden Buhturî, Ebû Temmâm, Ebu’t-Tayyib gibi âlimlerden istişhâd kabul edilmiştir.

Bana göre istişhâd edilebilen kelam iki çeşittir: Şiir ve şiir dışındaki diğer kelam. Âlimler Arap şâirlerini dört tabakaya ayırmışlardır: (1) “eş-Şu‘arâ’u’l-Câhiliyyûn”; klâsik, yani İslam öncesi devirde yaşayan şairler…(2) “el-Muhadramûn”; hem İslam öncesi hem de İslamî dönemde yaşayan şairler…(3) “el-Mutekaddimûn”; İslamî devrin ilk şairleri… ve (4) “el-Muvelledûn”; ilk İslamî dönemden sonra başlayıp günümüze gelinceye kadar olan dönemde yaşayan şairler.

İlk iki tabakadaki şairlerin şiirleriyle istişhâd icmâ ile kabul edilmiştir… Üçüncü tabakadan istişhâda gelince, [burada bazı ihtilaflar olmakla birlikte] sahih olan, bu şairlerin şiirlerinin delil olarak kabul edileceğidir… Dördüncü tabakaya gelince, bu tabakadan kesinlikle istişhâd edilmez. Diğer bir görüşe göre ise kendilerine güvenilen şairlerin sözleriyle istişhâd edilebilir. Bu görüşü ez-Zemahşerî benimsemiştir…

Şiir dışındaki kaynaklara gelince, bunlardan biri Arap edebiyatının en fasih ve en beliğ numunesi olan Rabbimizin Yüce Kelamı’dır. İbn Cinnî “el-Muhtesib” adlı eserinin başında belirttiği üzere Allah Kelamı’nın hem mütevatir hem de şâzz olanı ile istişhâd edilebilir. Diğeri ise, yukarıda zikrettiğimiz ilk üç tabakadaki Arapların sözleridir. Hz Peygamber’in hadisleriyle istişhâda gelince, İbn Mâlik bu tür istişhâda cevaz verir… İbnu’d-Dâi‘ ile Ebû Hayyân ise buna cevâz vermezler. Cevâz vermemeleri iki sebebe dayanmaktadır: (1) Hadisler, Hz Peygamber (SAV)’den işitildikleri şekliyle nakledilmeyip mana üzere rivâyet edilmişlerdir. (2) Kûfe ve Basra’nın önde gelen nahiv âlimleri hadisle istişhâd etmemişlerdir.”

Böylece nahivciler ile Arap dilinin diğer bütün dilbilimcileri, istisnasız bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’i, nahvin ve Arap dilinin diğer bilimlerinin kaynağı olarak kabul ettiler. Bu sebeple Sîbeveyh (ö.170/796), ez-Zemahşerî (ö.538/1144), İbn Hişâm (ö.761/1360), İbn Mâlik (ö.672/1274), el-Ahfeş (ö.215/830), el-Kisâ’î (ö.189/805), el-Ferazdak (ö.110/728), el-Ferrâ’ (ö.207/822), Halîl b. Ahmed el-Ferâhidî (ö.175/791) ve diğer pek çok meşhur nahivci ve dilbilimci, nahve veya dile ait herhangi bir kaideyi tespit ederken, mümkün olan her yerde, iddialarını desteklemek için delil olarak sadece şiir beyitlerini değil aynı zamanda Kur’ân âyetlerini de zikretmişlerdir. Onlar için ki bunlar derlenmiş Arap gramerinin kurucuları ve bânîleridir. Kur’ân’ın, kendi çalışmalarında her zaman, en güvenilir kaynak olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bu insanların Kur’ân’a verdikleri önemi takdir edebilmek, onların eserlerine kısa bir göz atmayı gerekli kılmaktadır. el-Ferâhidî, “Kitâbu’l-Cumel fi’n-Nahv[43] adlı eserinin mukaddimesinde şunları ifade etmektedir:

“وبينا كل معنى في بابه باحتجاج من القرآن وشواهد من الشعر”

“Her manayı kendi babında, Kur’ân’dan ve şiirden delil getirerek açıkladık.”

Aynı şekilde Howell, “A Grammar of the Classical Arabic Language” adlı eserinin önsözünde şunları ifade etmektedir:

Gramercilerin hedefi klâsik kullanımları izah etmektir. Onlar her meseleyi ve kuralı, klâsik dilden alınmış bir veya bir kaç şahitle desteklemeye ve izah etmeye çalışırlarBu şahitler; Kur’ân metinleri, hadis pasajları, meseller, çöl Araplarından işitilerek nakledilen ibareler ile şiir beyitlerini içermektedir. Kur’ân metni, Allah’ın kesin sözü olması ve Arapların en fasih lehçesinde nazil olması sebebiyle, yine Müslüman kelamcılar tarafından ortaya konan ‘doğrudan kelimesi kelimesine vahiy’ teorisine göre zorunlu olarak hatasızdır. Bir hadis metni, Hz Peygamber’in sözü ise her zaman kesin delil olarak kabul edilmiş; eğer sahabenin sözü ise genellikle aynı şekilde kabul edilmiştir, ancak bazı, dilde saflık taraftarı aşırı tenkitçi lingüistler, sahabenin gramer hatalarından sorumlu tutulması hususunda etkili olmuşlardır. Bir mesel, eğer cahiliye dönemine ait ise klâsik kullanımın mükemmel delilidir. Fakat bir nahivci veya lügatçinin çöl Arabından naklettiği bir tâbir, otorite bakımından, onu nakleden ravinin kıdemine göre farklılık arz eder. Örneğin, İbn Hişâm tarafından nakledilen bir tâbir, el-Ahfeş el-Ekber tarafından rivâyet edilen söz kadar güçlü değildir.”[44]

İşte bu, Kur’ân’ın, Arap dili ve edebiyatı ile ilgili bütün ilimler içinde kabul ve tasdik edilmiş konumudur.

Kur’ân’da Gramer Hatası Aramanın Anlamsızlığı

Bir kere Kur’ân’ın bu konumu, Arap dili ve Edebiyatının en kabul görmüş sahipleri veya otoriteleri; nahivciler, lügatçiler vs. tarafından tamamen anlaşılmış ve takdir edilmiştir. Bu yüzden herkes “Kur’ân’da gramer hatası” olduğu iddiasının anlamsızlığını kolayca görebilir.

Nahivcilerin çalışmalarında en temel kaynak materyal olan Kur’ân, nahivcilerin eserleri esas alınarak tenkit edilemez. Böyle bir şeyi yapmaya çalışmak, tamamen, astronomlar tarafından yazılan eserlere dayanarak kainatta hata bulmaya çalışmak gibidir.

Mantıkî olarak, eğer fizyolog ve astronomların çalışmalarında temel malzeme olan “insan vücudu” ve “kainat”ın konumu herkesçe kesin bir şekilde biliniyorsa, birilerinin çıkıp, bu fizyolog ve astronomların çalışmalarının doğruluğunu ve şümullü olmalarını tartışması daha uygun ve anlaşılabilir olacaktır. Aynı şekilde, derlenmiş Arap dilinin temel malzemesi olan Kur’ân’ın konumu kesin bir şekilde bilinirken, birilerinin, Kur’ân’da izah edilemez gibi görünen şâz bir kullanım bulduğunda Kur’ân’ın güvenirliliğini tartışmaktan ziyade, nahivcilerin eserlerinin doğruluğunu ve şümullü olmalarını tartışması daha uygun olacaktır.

Bütün bunları özetlemek gerekirse, Arap gramerinin gelişim süreci, nahivciler tarafından ortaya konan kaidelere dayanarak Kur’ân dilinin değerinin ortaya konmasına müsaade etmemektedir. Kur’ân’a değer biçmek veya onu eleştirmek, aynı şekilde dilciler, nahivciler, lügatçiler vs. tarafından kullanılan herhangi bir kaynağı eleştirmek veya ona değer biçmek, Arapçayı reddetmek gibidir, bir dil olarak bile… ve bu, açıkça ve kesinlikle anlamsızdır.

Hz Osman (ö.35/655) ve Hz Âişe (ö.58/678)’ye isnat edilen rivayetler

Yukarıdaki tartışmamızdan açıkça anlaşılacağı üzere Kur’ân, mantıkî olarak, nahivcilerin ve dilcilerin çalışmaları esas alınarak eleştirilemez. Çünkü Kur’ân, nahivcilerin ve dilcilerin çalışmalarının dayanağıdır (veya dayanaklarından biridir). Dahası o, Arap dili otoritelerinin hepsi tarafından kendi dillerinin en muhteşem ve mucizevî numûnesi olarak kabul edilmektedir. Hal böyleyken, Kur’ân dilinin güvenilir olup olmadığını nasıl değerlendirecek veya ona paha biçeceğiz?

Bilindiği üzere Kur’ân, genellikle, Klâsik, İslam-öncesi Araplarca; duruluğu, fesahatı ve belağatı açısından eşsiz bir edebiyat numûnesi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden daha sonraki insanlar tarafından da aynı şekilde kabul edilmek zorundadır. Bu kabul, birinci delil kadar, kâhir bir surette Kur’ân’ın kabulünün lehindedir.

Şu aşikârdır ki, beliğ ve dilleriyle gurur duyan Araplar, Kur’ân vesilesiyle İslam’a girmeye başladılar. Hz Peygamber nübüvvetinin ilk on üç yılı boyunca, sadece, Kur’ân’ı insanlara sunmuştur. Ne tuhaftır hiç kimse Kur’ân’ın diline veya üslubuna itiraz etmemiştir. Aksine, Müslüman olmayı reddeden Araplar bile Kur’ân’ın dili ve üslubu hususunda hiç bir şey söylememişlerdir. Onlar, açık bir şekilde, Kur’ân’ın tesirini ve her gün yeni yeni insanların kalplerini kazandığını görebiliyorlardı. Onlar Kur’ân’ın beşer kelamı olmadığını biliyorlardı… Fakat Kur’ân’ın ilahî olduğunu da kabul etmek istemiyorlardı. Bu durumda, Kur’ân’ın, Allah’ın vahyedilmiş kelamı olduğunu kabul etmemek için geçerli bir mazerete ihtiyaçları vardı. Bu şartlar altında bile onlar –olanca hatipliklerine ve dildeki övünçlerine rağmen-  Kur’ân-ı Kerîm’de tek bir hatanın bile varlığını gösterememişlerdir. Yapabildikleri tek şey “onun ‘sihir’ ve ‘büyü’den başka bir şey olmadığını” ortaya atmak oldu.

Açıkçası, kendini “Arabiyyun Mubîn” (en açık ve duru Arapça lafız) olarak tanımlayan Kur’ân sözde gramer veya diğer dil hatalarını içermiş olsaydı, Hz Peygamberin Araplardan birinin bile kalbini kazanması mümkün olamazdı. Fakat biz biliyoruz ki ilk on üç yılda, sadece Hz Peygamberin karakteri ve Kur’ân’ın içeriği, mütedeyyin Arapların kalplerini ve akıllarını fethetmiştir. Bu Araplar sayesinde önce Medine’de bir İslam devleti tesis edilmiş ve daha sonra bütün Arap yarımadasına yayılmışlardır. Bu, reddedilemez tarihi bir gerçektir.

Şimdi, bütün bunları zihnimizin bir köşesine koyarak, söz konusu makalenin yazarı tarafından ortaya atılan iddiaların diğer yönlerini inceleyelim. O şunları yazmıştır:

“Hz Osman’ın, Kur’ân’ın ilk standart nüshasını gördükten sonra “Onda gramer hataları görüyorum ve Araplar onları dilleriyle düzelteceklerdir.” dediği rivâyet edilmiştir.”

Daha sonra yazar şunları ifade etmiştir:

“Yukarıdaki rivâyeti “el-Furkân” adlı eserinde zikreden Müslüman âlim İbnu’l-Hatîb, Hz Muhammed’in hanımlarından Hz Âişe’ye nispet edilen başka bir rivâyet zikreder ve şöyle der: “Allah’ın Kitabı’nda üç gramer hatası vardır, bunlar kâtip hatalarıdır:

Tâhâ (20), 63. âyette,       ” قَالُوا إِنْ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَن يُخْرِجَاكُم …”

Mâide (5), 69. âyette,

” إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “

Nisâ (4), 162. âyette,

” لَكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلاَةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا “

Aşağıdaki paragraflarda Hz Âişe ve Hz Osman’dan rivâyet edilen hadisleri incelemeye çalışalım.

Hz Osman’a İsnât Edilen Hadis:

Bu hadislerden ilki Hz Osman’a isnât edilmiştir. Bu hadise göre Hz Osman’ın, Kur’ân’ın resmî, standart nüshasında (birkaç veya daha fazla) hata gördüğünü, fakat Arapların bu hataları bulmakta ve onları “hata” olarak değerlendirip düzeltme hususunda zorluk çekmeyecekleri fikrinde olduğu için bu tür “hatalar”ı düzeltmeye önem vermediği rivâyet edilmiştir.

Evvela bu hadis, her ne kadar sonraki nesillerin (herhangi bir sebeple) bu hataların farkında olmadıklarını kabul etsek dahi, Hz Osman döneminde yaşayan tüm Müslümanları ilgilendirmektedir. Eğer öyle bir olay olsaydı, bu sadece bir veya bir kaç kişi tarafından değil, yüzlerce hatta binlerce kişi tarafından rivâyet edilmiş olmalıydı. Meşhur bir hakikat gibi, örneğin Osman denen bir şahsın varlığı gibi olmalıydı. Fakat gördüğümüz kadarıyla durum öyle değil. Bazı fakihlerin, özelliklede Ebû Hanîfe’nin prensiplerinden birine göre, mantıki olarak yüzlerce veya binlerce kişi tarafından rivâyet edilmesi gereken bir hâdiseyi bir veya birkaç kişi rivâyet ediyorsa, böyle hadisler kabul edilemez. Bunu daha iyi anlamak için günlük hayatımızdan vereceğimiz bir örneği düşünelim. Eğer biri komşu ülkede binlerce kişinin depremden öldüğünü söylerse ve sadece bu şahıs böyle bir haberi veriyorsa, hiçbir gazete veya diğer güvenilir medya böyle bir haber vermiyorsa, aklı başında olan herkes aynı prensibe dayanarak böyle bir haberi reddedecektir. Açıkçası önemli ve meşhur olan bir şey sadece bir, iki veya birkaç kişinin rivâyetine dayanılarak kabul edilemez.

Bundan başka, bu hadisi iyice incelediğimizde, diğer çok önemli bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Eğer Hz Osman gerçekten Kur’ân metninde hatalar olduğunu biliyor olsaydı neden hemen onları düzeltmedi. Kur’ân kıraatinin bir standarda girmesi ve resmi Kur’ân nüshasının yaygınlaştırılması gayretleri çerçevesinde Hz Osman’ın, o devirde tedavülde olan diğer Kur’ân nüshalarının yakılmasını emrettiğine genellikle inanılmaktadır. Eğer Hz Osman bir standarda ulaşma gayesiyle bütün Kur’ân nüshalarını yok edebiliyorsa niçin bunu Kur’ân’ı tashih etmek amacıyla bir defa daha yapamadı? Açıkçası hadis, bu sorunun cevabını vermiyor. Bu basit ve cevapsız soru, hadisin sağduyuya aykırı olduğunu göstermektedir. Muhaddisler tarafından ortaya konan diğer bir prensibe göre eğer bir hadis sağduyuya aykırı ise kabul edilemez.

Ayrıca, zikredilen rivayete göre, Hz Osman sözde “hata” ve “yanlış”ları görmezlikten gelmiştir. Çünkü o Arapların bu “hataları” tespit ve tashih etmede bir problem yaşamayacaklarını düşündü. Bununla beraber bu rivayet, tamamen, Hz Osman’ın Kur’ân’ı cemetmedeki esas düşüncesinin Kur’ân metninin, yeni fethedilen topraklarda (ve insanlara) standart bir şekilde okunmasını mümkün kılabilmek gayesiyle, kıraatinin ve kitabetinin bir standarda ulaşması olduğu noktasını görmezlikten gelmektedir. Kur’ân’ı bir standarda ulaştırmak için sarf edilen tüm gayretlerin, İslam’a yeni girmiş Arap olmayanların Kur’ân metnini standart bir şekilde daha kolay okuyabilmelerini sağlamak amacıyla yapıldığını düşünmek bile oldukça saçma görünmektedir. Buna ilaveten sözde “hata” ve “yanlışlar” öylesine kolay bir şekilde, “Araplar bu hataları tespit etmede problem yaşamayacaklar” varsayımına dayanarak göz ardı edildiler. Mezkûr rivayette anlatılan bütün hâdise, açıkçası, amacı sadece sonraki nesillerin zihinlerinde Kur’ân metni ile ilgili şüpheler yaratmak olan birilerinin temelsiz bir uydurmasıdır.

Üstelik Hz Osman’a atfedilen bu hadis, Kur’ân’ın lafzî doğruluğunu şüphede bırakmaktadır. Bu yüzden, Kur’ân’a zıt bir hadis olarak adlandırılabilir. Muhaddislerin ortaya koyduğu diğer bir prensibe göre; Kur’ân’a, ittifakla kabul edilmiş kati inançlara veya Müslümanların ittifakla kabul edilmiş fiillerine zıt olan bir hadis kabul edilemez. Muhaddislerin yukarıda zikredilen prensipleri, hadislerin kabulüyle ilgili prensipleri içeren meşhur bir kitapta tek cümle altında toplanmıştır. Hatib el-Bağdâdî “Kitâbu’l-Kifâye fî ‘İlmi’r-Rivâye”[45] adlı esrinde şunları zikretmektedir:

“ولا يقبل خبر الواحد في منافاة حكم العقل وحكم القرآن الثابت المحكم والسنة المعلومة والفعل الجاري مجري السنة وكل دليل مقطوع به”

“Akla, muhkem ve sabit Kur’ân hükmüne, bilinen sünnete, sünnetin yerine kaim olmuş fiile ve hakkında kesin bir delil olan her şeye aykırı olan haber-i vâhid (birkaç kişi tarafından rivâyet edilen hadis) kabul edilemez.”

Bu sorular için tatmin edici cevaplar verilmedikçe bu hadis, gerçekten, Hz Osman’dan gelen bir hadis olarak alınamaz, dolayısıyla güvenilir olarak da kabul edilemez. Bundan başka, geniş Arap kitlelerinin, Kur’ân’ı, Arap edebiyatının eşsiz bir numûnesi olarak kabul etmeleri, bu gibi hadislerin kabul edilebilirliğini hayli şüpheli kılmaktadır. Hz Osman’ın fikri gerçekten bu hadiste zikredildiği gibi olsaydı, açıkçası, Kur’ân’ın bu derecede, en azından Araplar tA’rafından, kabul görmemesi gerekirdi. Aksine, Kur’ân’ı; dil, edebiyat, gramer vs. yönüyle eşsiz bir kitap olarak kabul etmekle birlikte bu kitabın bütün dünyaya yayılmasında başlıca rol oynayanların bizzat Araplar olduğunu görüyoruz.

Hz Âişe’ye İsnât Edilen Hadis

Şimdi Hz Âişe’ye isnat edilen hadisi inceleyelim.

Bu hadisin kabulü yine aşağıdaki soruların cevaplarına bağlıdır: Bu sözde hatalar neden bir kaç kişi yerine, o dönemdeki daha çok sayıdaki Araplar tarafından görülmedi ve rivâyet edilmedi? Bu hatalara İslam tarihinin en meşhur şahsiyetlerinin dikkat çekmesinden sonra bütün Arapların ilgisiz kalması ise daha da hayret verici bir durumdur. Eğer bu gibi hadisler sahih olsaydı, hadis kitaplarında rivâyet edilsin veya edilmesin, herkes tarafından kabul edilmiş meşhur hadisler statüsünde olmaları gerekirdi. Bu hadislerin kesinlikle basit halk rivâyetleri aracılığı ile meşhur hale gelmeleri gereklidir. Hz Âişe niçin bu hataları düzeltmek için herhangi bir girişimde bulunmadı? Şu da unutulmamalıdır ki Hz Âişe, Hz Osman’ın katledilmesinden sonra, siyasi bir meselede, kamuoyu oluşturabilecek kadar önemli bir kişiydi. Niçin kâtip ve insan hatası olduklarını bildiği yanlışlıkları düzeltmek için herhangi bir girişimde bulunmadı? Neden Hz Âişe bu hataların dokunulamaz hale gelmelerine izin verdi ve daha sonraları bunların doğrularıyla düzeltilme ihtimalleri bile olmadı?Bu hadis Kur’ân’a muhaliftir. Bu sebeple, Muhaddislerce ortaya konan prensiblere göre bu hadis kabul edilemez.

Bu zikredilenlerden başka, bu hadislerin doğru kabul edilmesinde bazı problemler bulunmaktadır. Problemlerden bazıları aşağıda verilmiştir:

Bu hadis, İbn Hamîd (ö.321/933) veya İbn Humeyd’a, Ebû Mu‘âviye Muhammed b. Hâzim et-Temîmî ed-Darîr el-Kûfî (ö.194/810) trafından rivâyet edilmiştir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (ö.290/903)’e göre babası Ahmed b. Hanbel (ö.241/855) şöyle demiştir: “Ebû Mu‘âviye’nin el-A‘maş (ö.148/765) tarikiyle gelen rivâyetleri hariç diğerleri güvenilir değildir.”[46] Aynı şekilde Ebû Dâvûd (ö.275/889) şunları ifade etmektedir: “Ahmed b. Hanbel’e sordum: Ebû Mu‘âviye trafından rivâyet edilen Hişâm b. ‘Urve (ö.146/763) (bu hadisteki diğer bir ravi)’nin hadisleri hakkında ne düşünüyorsun? O şu cevabı verdi: Bu hadisler, zayıf hadislerin içerdiği şeyleri içeriyorlar.” İbn Harrâş (ö.101/719)’a göre Ebû Mu‘âviye trafından rivâyet edilen hadisler el-A‘maş tarikiyle gelmiş olsalardı bunlara güvenilebilirdi[47].

Bu hadiste zikredilen ilk örnek olan Tâhâ (20), 63. âyet, makalenin yazarı trafından şu şekilde transkribe edilmiştir:

” قَالُوا إِنَّ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ … ” “Kâlû inne hâzâni lesâhirâni…”

Bu âyetteki “hata” yazar tarafından şu şekilde ifade edilmiştir:

هذان/Hâzâni kelimesi هذين/Hâzeyni şeklinde olması gerekirdi.

Hâzâni kelimesi yanlış bir şekilde i‘râb edilmiştir. Çünkü isim cümlesinin başında bulunan “inne” sözcüğü, ref‘ durumunda bulunan ismi “nasb” eder ve “nasb alameti” de “ya” dır.”

Bu âyeti, Kur’ân’da bulunduğu şekliyle, yakından incelemek bütün bu itirazların asılsız olduğunu ortaya koyacaktır. Zikredilen âyet yazarın ifade ettiği şekliyle dahi değildir. Âyet’in Kur’ân’daki şekli ve okunuşu şu şekildedir:

” قَالُوا إِنْ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ … ” “Kâlû in hâzâni lesâhirâni…”

Maalesef bu âyetteki sözcük “inne” değil “in” dir. Bu sebeple yazarın bütün delilleri geçersizdir. “in” edatı, bilgili bir yazarın kesinlikle bileceği üzere, “ref‘ halindeki ismi nasb edemez.”Şu halde, yazarın iktibas ettiği hadis âyetin doğru şeklini dahi ifade edememektedir. Öyleyse, Hz Âişe’ye isnat edilen böyle bir hadis nasıl doğru kabul edilebilir?

Hz Âişe’nin hadisinde zikredilen ikinci hata ise Mâide suresi 69. âyette yer almaktadır. Âyet şu şekildedir:

” إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ. “

Yazar şunları ifade etmektedir:

 “Yukarıdaki âyette gramer hatası bulunmaktadır. “es-Sâbi’ûne” sözcüğü yanlış bir şekilde i‘râb edilmiştir.

 Aynı kelime, diğer iki âyette, aynı gramer ortamında doğru şekilde i‘râb edilmiştir.

Bakara (2), 62;  إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ…” 

Hacc (22), 17;    “إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئِينَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ…”

Mâide 69. âyette kelimenin “es-Sâbi’ûne”, Bakara 62. ve Hacc 17. âyetlerinde ise es-Sâbi’îne” olarak yazıldığını müşahede ediyoruz. Son iki âyette “es-Sâbi’ûne” kelimesi doğru bir şekilde i‘râb edilmiştir. Çünkü cümlenin başında bulunan “inne” lafzı “nasb” adı verilen bir harekeleme şeklini gerekli kılar ve “ya” da “nasb alâmeti” dir. Fakat Mâide 69. âyette “es-Sâbi’ûne”’ye “ref‘” alameti olan vav verilmiştir. Bu sebeple burada sarih bir gramer hatası vardır.”

Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere yazar, Bakara 62. ve Hacc 17. âyetlerinin, Maide 69. âyette geçen “es-Sâbi’ûna” lafzının “es-Sâbi’îne” şeklinde olması gerektiği hususunda bizzat delil olduklarını göstermeye çalışmıştır. Bu iki âyeti (Bakara, (2), 62 ve Hacc (22), 17) iktibas etmekle yazar, en azından, Kur’ân bilginlerinin “es-Sâbi’ûna” kelimesinin “doğru” irabı hususunda habersiz olmadıkları gerçeğini itiraf etmektedir. Bununla birlikte, bu gerçeği itiraf ettikten sonra yazar, genel kaidenin tamamen farkında olan kişi bile olsa, bu tür şâzzları “hata” olarak adlandırmaktan başka bir seçenek bulamamıştır. En meşhur ve muteber Arap dili nahivcileri de aynı durumla karşı karşıya kalmışlardır. Fakat onlar meseleye farklı biçimde yaklaşmışlar ve bu yüzden farklı sonuçlara varmışlardır. Kur’ân’ı inceledikten sonra onlar, Kur’ân müellifinin, dilin genel kaidelerinin bütününü bileceği hususunda herhangi bir şüphe olamayacağına karar verdiler (özelliklede “inne” den sonraki ismin irabı hususunda). Gramerciler, Maide 69. âyeti de gördüler. Şimdi, genel kaideden inhirafın “hata” olduğunu söyleyerek daha kolay bir çıkış yolu bulmaktan ziyade, nahivciler, Kur’ân müellifi gibi bilgili bir “kişi”nin Kur’ân gibi önemli bir kitapta böylesine abes hatalar yapamayacağı çıkarımına dayanarak bu gibi inhirafları Arap dili ve gramerinin diğer kaynaklarında aramaya başladılar… Ve buldular. Nahivciler bu gibi inhirafları toplayıp incelemeye çalıştılar. Vardıkları sonuçları kaydettiler ve bu sebeple şimdi, rahat bir şekilde, Kur’ân’daki bu çeşit şâzzların “hata” olmadığını söyleyebilecek durumdalar. Bunların normal kullanımlardan inhiraflar olduğunda şüphe yoktur. Ama bu tür inhiraflara “hata” denilemez. Nitekim ez-Zemahşerî, Kur’ân tefsirinde, adı geçen âyetin hemen devamında İslam öncesi şairlerden birine ait bir beyti zikretmiştir. Beyit şu şekildedir:

وإلا فاعلموا أنا وأنتم    بغاة ما بقينا في شقاق

beytin ennâ ve entum” kısmı, makalenin yazarı tA’rafından ortaya konan delile göre, “ennâ ve iyyâkum” şeklinde okunmalıydı. Fakat biz burada genel kaideden inhirafın olduğunu görüyoruz. Bu beyit bu çeşit inhirafların “Gramer Hatası” olarak adlandırılamayacağına yeterli bir delildir. Bu tür inhirafların cümleye kattığı manaya gelince, bu, “Gramer” veya “Gramer Hataları” nın konusu değildir. Bu yüzden onu tartışmamızın dışında bıraktık.

Yukarıdaki delil, bu nevi şâzzların, en azından câhiliye dönemi şiirlerinde mevcut olduğunu ve bilindiğini doğrulamaktadır. Nitekim bu tür şâzzlar, Arap dili ve edebiyatı hakkında bilgi sahibi hiç kimse tarafından hata olarak isimlendirilmemiş ve isimlendirilmemektedir. Bu yüzden Hz Âişe’nin, Arap edebiyatındaki bu tür şâzzların varlığını yanlışlıkla atlamış olabileceğini kabul etmek hayli zordur. Dahası, Hz Âişe gibi Arap edebiyatı hakkında bilgi sahibi olan bir insan bu tür şâzzları yanlışlıkla atlamış dahi olsa, onun hadisini duyan Arapların da onu tashih etmeyecek kadar kendi dillerinden habersiz olmaları mümkün değildir.

Hz. Âişe’nin hadisinde zikredilen üçüncü hata Nisâ 162. âyette yer almaktadır. Âyet şu şekildedir:

” لَكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلاَةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا “

Yazar bu âyetteki hatayı şu şekilde açıklamaktadır:

el-Mukîmîne” kelimesi “el-Mukîmûne” şeklinde olması gerekirdi. “el-Mukîmîne” kelimesi, cümledeki diğer isimler gibi merfu olmalıydı. Ondan önceki iki isim (الراسخون veالمؤمنون ) ile sonraki isim (والمؤتون) doğru şekilde i‘râb edilmiştir. Bazıları bu kelimenin namazı önemsemek ve methetmek için bu şekilde i‘râb edildiğini iddia etmişlerdir. Fakat İbnu’l-Hatîb bunun yanlış bir çıkarım olduğunu zikretmektedir[48]. Bu gibi çıkarımlar mantığa meydan okumaktır. Bir kimse dinin esası ve kökü olan imanı değil de; fer‘î bir meselesi olan namazı neden önemsesin? Ayrıca bu mantık bir önceki âyetteki i‘râb hatasına uygulanabilir mi? Sâbi’îlerin inananlardan ve Ehl-i Kitab’tan daha önemli olduklarına hükmedebilir miyiz? Ayrıca Sâbi’îler neden diğer âyetlerde değil de sadece bir âyette önemsendiler? Allah bu illetli mantıktan çok yücedir. Bu yüzden bu da sarih bir nahiv hatasıdır.”

Yukarıdaki ifadeden de anlaşılacağı üzere yazar, farklı nahivciler tarafından yapılan izah şekillerini reddetme hususunda İbnu’l-Hatîb ile aynı fikirde olduğu gözükmektedir. Yine, şu husus açıkça anlaşılmalıdır ki bu muayyen inhiraf, yukarıdaki açıklamalar kabul edilsin ya da “hatalı” olarak ele alınsın, sâbit/bilinen bir şâzdır ve Arapçanın sadece en temel kurallarını bilenler bile bunun farkındadır. (yazar, eminim bu noktayı sorgulamayacaktır bile…). Sorulabilecek tek soru veya bu âyete yöneltilebilecek yegâne itiraz, genel kaideden inhirafla ortaya çıkan mânânın açık veya mantıkî olmadığıdır. Böyle bir itiraz, okuyuculara âşikâr olacağı üzere, “Gramer Hatası” olarak adlandırılamaz ve adlandırılmamalıdır. Bu şartlar altında, zikredilen hadisi Hz Âişe’ye isnâd etmek oldukça zor gözükmektedir. Yukarıda zikredilen problemlerle birlikte şu husus açık bir şekilde görülüyor ki, rivâyetleri kabul edilmeyen birkaç kişi tarafından nakledilen bir hadise dayanarak, geniş Arap kitleleri tA’rafından Arap dilinin en saf, en fasih ve en belîğ sözü olarak her zaman kabul edilmiş ve halen kabul edilen Kur’ân’ın yanılmazlığına meydan okumak mümkün değildir.

Son söz:

Yukarıda verilen ayrıntıları özetlemek gerekirse, klâsik ve modern Araplardan derlendikleri yaygın kabulü sebebiyle, dil ile Kur’ân’ın üslubu her türlü dilbilimsel eleştirinin üzerindedir. Kur’ân’a, gerçekten meydan okumak isteyen kişi bunu, sadece şunları ispatlayarak gerçekleştirebilir:

Kur’ân, klâsik Araplarca, edebiyatlarının eşsiz bir numunesi olarak asla kabul edilmemiştir. Bu meselenin kanıtı, şu sorunun kabul edilebilir bir cevabını da içermesi gerekir: Bu tür gramer ve diğer dilbilimine ait hataların varlığına rağmen, klâsik ve modern Araplar niçin, Kur’ân’ı, ilahî menşeli bir kitap olarak kabul ettiler?

Arap dilbilimcileri, asla Kur’ân’ı, çalışmalarında kaynak malzeme olarak kabul etmemişlerdir.

Arap dilinin en tanınmış nahivcileri, dilbilimine ait bulgularını, Kur’ân âyetlerine dayanarak doğrulamayı reddetmişlerdir.

Ancak bu noktaların ispatlanmasından sonra, “Kur’ân’da Gramer Hataları” adlı makalenin yazarları tarafından ortaya konan gramerle ilgili itirazlar ciddî bir şekilde ele alınmalı ve cevaplandırılmalıdır. O zamana kadar bu itirazlar dikkate değer seviyeye dahi gelmemiş sayılacaktır.
[1]   Oryantalistlerin Kur’ân üzerindeki çalışmaları hakkında bkz. Ömer Lutfî el-‘Âlim, el-Musteşrikûn ve’l-Kur’ân, Menşûrâtu Merkezi Dirâsâti’l-Âlemi’l-İslâmî, Malta 1991; Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, Dâru’l-Ma‘ârif, Kahire, ts; Selahattin Sönmezsoy, Kur’ân ve Oryantalistler, Fecr Yayınevi, Ankara 1998; İsmail Cerrahoğlu, “Oryantalizm ve Batıda Kur’ân ve Kur’ân İlimleri Üzerine Araştırmalar”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1989, XXXI, 109; Salih Akdemir, “Müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.s)’e Yaklaşımları”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1989, XXXI, 193.

[2]   Yazarlar güvenlik nedeniyle haklarında bilgi vermekten kaçınmışlardır.

[3]   Makale “http://members.aol.com/AlHaqq4U/grammar.html” internet adresinden alınmıştır.

[4]   Bu çalışmalardan bazıları şunlardır: Keskioğlu Osman, “Kur’ân-ı Kerim’de Gramer Hatası Yoktur”, İslâm, Cilt: I Sayı: 6, Ankara 1956; el-Ensârî Ahmed Mekkî, ed-Difâ‘ ‘ani’l-Kur’ân Dıdde’n-Nahviyyîn ve’l-Musteşrikîn, Mısır 1973; Abdulhalîm Muhammed A. S., “Grammatical Shift For The Rhetorical Purposes: Iltifât And Related Features in The Qur’ân”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 1992, Volume LV, Part 3., 1992; Koç Mehmet Akif, “John Burton’un “Kur’ân’da Gramer Hataları” Adlı Makalesinin Tenkidi”, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXV, Ankara 1996; Acat Yaşar, Kur’ân-ı Kerim’de Arap Grameriyle Bağdaşmayan Hususlar Hakkında bir Araştırma, (Basılmamış Yüksek Lisans tezi), İzmir 2001; Aydüz Davut, “Kur’ân-ı Kerim’in Gramer Yapısına Bir Bakış”, Kur’ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Bakanlar Matbaası, Erzurum 2001; Güzdüzöz Soner, “Kur’ân’da Yerleşik Gramer Kurallarına Aykırı Dil Yapıları”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: II, Sayı: 6 Yaz 2002, Ankara 2002; Güzdüzöz Soner, “Kur’ân’da Yerleşik Gramer Kurallarına Aykırı Dil Yapıları ve Kur’ân’ın Lehçe Haritası Üzerine Bir İnceleme (II)”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl: II, Sayı: 7 Güz 2002, Ankara 2002. Ayrıca bu konu ile ilgili olarak internette yayınlanan makalelerden bazıları için şu adreslere bakılabilir: www.angelfire.com/mo/Alborhaan/Gram.html,www.islamic.org.uk/grammar.html,www.answering-christianity.com/quran/grammar1.htm,

[5]   Yazar Pakistan’ın Lahor şehrinde, Javed Ahmad Ghamidi Enstitüsü’nde Araştırmacı olup “www.understanding-islam.com” isimli internet sitesinin editörüdür. Bunun yanında çeşitli dergilerde editörlük ve direktörlük görevlerini yürütmektedir.  Yazar hakkında geniş bilgi için bkz. http://www.understanding-islam.org/related/moizamjad.asp.

[6]   Makale “http://www.understanding-islam.org/related/text.asp?type=article&aid=18” internet adresinden alınmıştır.

[7]   Müsteşriklerin Kur’ân’da gramer hatalarının varlığı ile ilgili iddiaları ile bunları desteklemek için Kur’ân’dan verdikleri örneklere verilen cevapları ve izah tarzlarını içeren bir çalışmamız devam etmektedir.

[35]             Moiz Amjad. Bkz. “http://www.understanding-islam.org/related/text.asp?type=article&aid=18”.

[36]             Milattan önce 170-90 yılları arasında yaşamış Yunanlı gramercidir. “Art of Grammar” isimli kitabı yüzyıllar boyunca gramerciler için numune olmuştur. Bkz. Eric Arthur Barber, “Dionysius Thrax” mad. Encyclopedia Britannica, USA,1970.

[37]             Milattan sonra ikinci asırda İskenderiye’de yaşamış sistematik dilbilgisinin kurucusu sayılan Yunanlı dil âlimidir. Latin gramerciler onu “gramercilerin prensi” olarak isimlendirmiş ve çalışmalarında eserlerini temel almışlardır. Apollonius’dan günümüze dört eseri gelmiştir. Bunlar “Sözdizimi Üzerine” adlı eseri ile “Zamirler Üzerine”, “Bağlaçlar Üzerine” ve “Belirteçler Üzerine” isimli üç küçük risalesidir. Bkz. “Apollonius” mad. Encyclopedia Britannica.

[38]             Encyclopedia Britannica, Linguistics, Greek and Roman antiquity, Deluxe Edition 2004. (CD Room)

[39]             Bu, muhtemelen, adı geçen makalenin yazarının, “Arap gramerinin gelişim sürecinde dayandığı kaynaklar nelerdir?” sorusunu cevaplarken ifade ettiği şeylerdir. Yazarın cevabı şu idi: “Arap gramerinin kaynakları Arap dilinin bizzat kendisidir.”

[40]             Encyclopedia Britannica, Linguistics, The role of analogy. Deluxe Edition 2004. (CD Room)

[41]             Geniş bilgi için bkz. İbn Haldun, Mukaddime, MEB, İstanbul 1991, III, 174-179.

[42]             Geniş bilgi için bkz. Abdulkadir b. Ömer el-Bağdadi, Hizânetu’l-Edeb, Darsâdır (Birinci Baskı), Beyrut 1881, I, 3-5.

[43]             Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-Cumel fi’n-Nahv, Muessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1987.

[44]             Geniş bilgi için bkz. “A Grammar of Classical Arabic Language”, Howell, Mortimer Sloper, Allahabad, 1883, s. XXXIV-XXXVI (Önsöz).

[45]             Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu’l-Kifâye fî ‘İlmi’r-Rivâye, Haydarâbâd 1357, s.432.

[46]             İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, Dâru İhyâ’i’l-İslâm, Birinci Baskı, 1326, IX, 138-139.

[47]             ez-Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. Osman, Mîzânu’l-İ‘tidâl, el-Mektebetu’l-‘Asriyye, Sheikhupura Pakistan, IV, 575.

[48] Muhammed M. Abdullatif b. el-Hatîb, el-Furkân, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut, s.43

Kaynak: M. Vecih Uzunoğlu (Arş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Belagatı Anabilim Dalı, NÜSHA, YIL: V, SAYI: 18, YAZ 2005, 7-32.

.

Hadis (!) Rivayetleri:

İbni İshak ve Mâlik ta’rafından başka başka yollar ve lâfızlarla Hazreti Aişe’den şu hadis rivayet olunuyor:

“Kur’an’da nâzil olanlardandı: On emzirme ile süt akrabalığı olurdu. Sonra bunlar beş emzirme ile nesih olundu. Resulü Ekrem irtihal ettiğinde bunlar Kur’an içinde okunurdu.”
Meseleyi diğer bir zaviyeden de inceliyelim: Süt kardeşliği ve akrabalığı hakkında muteber olacak miktar, emzirme Hanefiye ile Şafiiye arasında ihtilaflıdır. Şafiiye göre rıza’da had, beş defa emzirmedir. Hanefiye bu hadisi reddeder. Rida’ babında bizzat Hazreti Aişe’den muhtelif, birbirine uymaz hadisler rivayet olunuyor. Hanefiye bunları kabul etmiyor. Çünkü bunlar “Usuli Fıkıh” ta incelendiği üzere mütevatir olan Kur’an âyetlerine aykırıdır. Kur’an’dan olsalardı tevatürle sabit olurlardı. Arap içtimaî hayatında süt kardeşliği son derece yaygın, mühim bir şey olduğundan bunlar herkesin bildiği şeylerdendi. Gizli kalacak rivayetlerden değildi. Kur’an cem ve istinsah olunurken Hazreti Aişe sağ idi. Onun böyle bir şey ortaya attığına dair en zayıf bir rivayet bile yoktur. Münadiler: “Kimde Kur’an’dan bir şey varsa getirsin!” diye bağırıp dururken böyle bir şey olsa Hazreti Aişe durur mu? Demek ortada böyle bir iddia yok. Hazreti Aişe Kur’an’dan rıza’ âyeti hazfolundu iddiasında değil. Bu hadisten öyle bir rivayet çıkarılamaz. Bu gibi rivayetler sonradan çıkmıştır. İşte onun için Hanefiye ule-ması bunları reddediyor. Şafii de Hazreti Aişe’nin bu rivayetini kabul etmez. Beş emzirmeyi başka bir hadisten alıyor. Görülüyor ki bu rivayet haberi vahittir, kabul edilmemiştir.Bundan “Kur’an’da noksan var” diye bir hüküm asla çıkarılamaz. Zaten Hazreti Aişe’den “âyet şöyledir’ diye bir ibare rivayet olunmuyor. Fıkıh hükmü beyan olunuyor.

Recm âyeti:

لا ترغبوا عن آبائكم فانه كفر بكم الشيخ والشيخة اذا زنيا فارجموا هما ألبتةنكالا من الله ولله عزيز حكيم
Başka türlü rivayetler de vardır. Meselâ:
الشيخ والشيخة فارجموهما البتة بما قضينا منالذة
Bu seci’den başka bir şey midir, hem de bayağı bir seci’.
Evvelâ bu ibareye bak, Kur’an’dan olmadığını insanın yüzüne haykırıyor. (Fercumuhüma elbette) gibi kelimeler nazmı Kur’an’ın selâseti ile barışamaz ve rivayet çeşitlidir. İşin garibi, bu rivayet Hazreti Ömer’e nisbet olunuyor.(1) Yâni bunların Kur’an’dan olduklarını Hazreti Ömer söylemiş. O Ömer ki, Kur’an’dan bir şey zayi olmasın diye, Yemame harbinden sonra herkesten önce Halife Ebubekir’e müracaat ederek Kur’an’ın cem’i işini sağlamış, bu işe Ebu-bekir’i yalvara yalvara ikna etmiş  ve bu işin başında bulunmuştu. Şimdi o kalkıp da Kur’an’dan hazif olunanlar var diyecek. Bunu hiç akıl kabul eder mi? Mescid kapısında durup: “Kur’an’dan kimde ne varsa getirsin” diye bağıran oydu. Onun için Hazreti Ömer’e nisbet olunan bu iddia hiç doğru değildir. Hazreti Ömer’in Recm, zina yapanı linç etme hakkındaki sözü, onunla ameli takrir içindir. Söylendiğine göre Hazreti Ömer Recm hükmüne çok ehemmiyet verirdi. “Eğer halkın Ömer Allahın kitabına ziyade yaptı, kattı demesi olmasa, bunu ona yazardım.” demiş. Bizzat Hazreti Ömer’in sözü bunun Kitabullahtan olmadığını haykırıyor değil mi? Bu Kur’an’dan değil ki, Ömer halkın kattı demesinden çekiniyor. Yazarsa Kitabullahtan olmayan bir şey katmış olacak. Yazmazsa atmış olmak yok. Bu fıkıh hükmüne Ömer fazla ehemmiyet veriyordu. Şeriattaki ahkâmın hepsi âyetle sabit değil ki. Sünnet, icmâ’, kıyas ile sabit ahkâm ne kadar çok. Bu dört aslî delilden başka fer’î deliller de vardır. Kur’an cem olunurken bu rivayetlerin birisi ortada yoktu. Kimse Kur’an’dan olarak bunları ileri sürmedi. Ashab arasında bu hususta bir ihtilaf çıkmadı. Bu ihtilaflar hep sonradan ortaya çıkmıştır. Kur’an cem olunurken hiç bir sahabe ortaya çıkıp da Recm ve Rıda’ âyeti şudur dememiştir. Halbuki cem işi ilân olunmuştu. Ashab hakkın ziyaına göz yumanlardan değildi. En ufak bir şey bile olsa onu düzeltirlerdi.

Yine Müslim’e şöyle bir rivayet var: “Ebu Musa El’aş’arî Basra hafızlarını çağırmış, huzuruna Kur’an’ı ezbere bilen üçyüz kişi gelmişti. Onlara dedi ki: “Siz Basra halkının en iyisisiniz, onların hafızlarısınız. Kur’an’ı okuyunuz. Kur’an okumayı ihmal etmeyiniz. Sonra yürekleriniz katılaşır, nasıl ki sizden evvelkilerin de yüreği katılaşmıştı. Ben uzunluğu ve şiddeti itibariyle Tevbe Sûresine benzeyen bir süre okurdum ki, bunu unutmuş bulunuyorum. Yalnız hatırımda şurası kalmış:
لو ان لابن آدم وادين من مال(او ذهم)لأبتغي لهما ثالثا ولايملأ لوف ابن آدم الاالتراب ويتوب الله علي تاب
“Adem oğlunun iki vâdi dolusu malı veya altını olsa üçüncü bir vâdi daha olmasını isterdi. İnsanın hırs karnını ancak toprak doyurabilir. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder.”
Atâ bini Yesâr rivayetinde ise bu ibare şöyledir:
انا انزلناالمال لاقام الصلاة واتاء الزكاة ولو ان لابن آدم وادبالأحبان يكون الثاني ولو كان اليه الثاني لأحب ان يكون اليهما الثالث ولا يملأ جوف ابن آدم الا التراب الله علي من تاب
Aynı şey, Übey bini Kâab’dan çok daha başka türlü rivayet olunur ve Beyyine Sûresinin sonundan olarak gösterilir, o da şudur:
لو ان ابن آدم سأل وادياً من مال فاعطيته سأل ثانيا فاعطيته سأل ثالثا ولا يملأ جوف ابن آدم الا التراب الله علي من تابا وان ذات الدين عند الله الخيفية غير اليهودية ولا النصرانية ومن يعمل خيرا فلن يكفر…….ا
Evvelâ şunu kaydedelim ki, arapçasını yazdığımız şu ibarenin Kur’an’a benzer bir yeri var mı? Ayetlerdeki insicam ve âhenkten bunlarda hiç eser yok. Kur’an’da “Beni âdem” tâbirleri çok geçer. Burada “ibni âdem” tâbiri hiç te yakışmıyor. Zaten Müslim daha önce bunu hadis olarak rivayet ediyor. Ortada o zaman mesele de kalmamış oluyor. Fakat biz meseleyi yine inceliyelim: Hem bunu Kur’an olarak rivayet edenlerin kimisi o sûreden, kimisi bu sûreden rivayet ederler, sözleri birbirine uymaz. Müslim aynı hadisi daha önce Yahya Bini Yahya, Said Bini Mansur ve Kuteybe Bini Said’den Peygamberin sözü olarak rivayet ediyor. Bunlar mutemed ve güvenilir şahıslardır. Onların rivayetinde, yukarıya aldığımız rivayette Kur’an’dan olarak zikrolunan sözler, hadis olarak naklolunur. Müslim’in usulü zaten öyledir. Doğru ve sahih rivayetleri baştan nakleder. Sonra zayıfları da ekler. Buhari bu hadisi hiç nakletmemiştir. Müslim’in şartları daha geniş olduğundan o rivayet etmiştir. Fakat bu seneddeki ravi Süveyd Bini Said, nakdi rical ilmine göre itimada şayan bir kimse değildir. Buhari ona katiyen itimad etmemiştir. Ebu Davud onun kıymetsiz olduğunu söylüyor. İbni Hibban zındıklıkla itham ediyor. Hasılı muhaddislerin çoğu onu kabul etmiyor. Yalana çıkarıyor. Çok yaşamış, ihtiyarlığında kör olmuş, kendine ait olmayan şeyleri rivayet etmiş, Şiiliğe mütemayil bir adammış. Müslim bile aynı sözleri daha mutemed bir senedle hadis olarak naklediyor. Şüphesiz ki, bütün muhaddislerin çürüğe çıkardıkları, hatta zındıklıkla ve Şiilikle itham ettikleri bir adama karşı mutemed ve mevsuk kimselerin rivayeti tercih olunur. Doğru olan budur. Bizzat Müslim, Süveyd’in rivayetini sona bırakmıştır. Onu zayıf bulmaktadır. Bunu niçin yazdığına gelince, muhaddislerin ilmi rivayette tuttukları bir usul vardır. Ona uyarak bunu da yazmıştır. Nice zayıf rivayetler, hatta mevzu sözler naklolunmuştur. Fakat erbabı bunları seçip meydana çıkarır. “Muhaddis yazar, nakdi rical ayırır.” Nice rivayetler reddolunmuştur. Hadis başka, tefsir başka, fıkıh ve usulü fıkıh yine başkadır.Sonra bu ve emsali Kur’an’dan olmak üzere naklolunan sözlere bakın. Arapçaya âşinâ olan her insan bunların Kur’an’ın üslûbu ile bir münasebeti olmadığını derhal sezer.İşin diğer bir noktası da dikkate değer: Haydi Ebu Musa El’aş’arî, bu rivayette olduğu gibi unutmuş diyelim. Başkaları da mı unuttu. O unuttu ise diğer bilenler var. Hem Ebu Musa El’aş’arî Kur’an cem ve istinsah olunurken vazife alanlardandı. Bunu heyete söyleyebilirdi. O zaman böyle bir şey söylememiştir. Demek böyle bir şey yok. Mustafa Sadık Rafiî “İ’cazül-Kur’an” da bu noktaya temas ettiği sırada diyor ki:…Eğer böyle bir şey olsaydı cem’i Kur’an ve istinsahta kibar ashab susmazlardı. İhtilâfları duyulurdu. Halbuki böyle bir şey yok. İş olmuş bitmiş, ses çıkaran olmamış…. İbni Mesud’a, Übey Bini Kâab’a, Hazreti Aişe ve Hazreti Ömer’e bu dine hile için iftira edip onların ağzından yalan uydurulması uzak değildir. Bunlar da o kabilden olabilir.“(2) (1) İslâm Ansiklopedisi, bu rivayetlerin gayri mevsuk oldukları bedihi gibi görünmektedir, diyor. (2) M. Sadık Rafiî, İ’cazül-Kur’an, Kahire.

Leave a comment