Kuran ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar -Kitap özeti-

Konuyu tamamlayan, ‘Alman ve İngiliz oryantalistlerin Hz Muhammed tasavvuru’ , Batı’da Hz Muhammed imajı‘, ‘Kuran’ın kaynağı nedir?‘, ‘Oryantalist Leone Caetani’nin İslam Tarihi’ne reddiye‘ ve ‘Oryantalist iddia, vahiy sara nöbeti mi idi?’ adlı yazılarımıza bakılmasını tavsiye ederiz!
.
Ateist ve oryantalistlerin ‘peygamberimiz hakkındaki’ genel iddiaları I
Bazı oryantalistler Hz Muhammed’in baştan beri samimi olduğunu kabul edenken bazı ateist ve oryantalistler de Hz Muhammed’in baştan beri yalancı ve aldatıcı olduğunu iddia edenler. Öncelikle bu iddialara karşılık öncelikle ‘Efendimiz neden çok hanımla evlenmiştir?’ ve ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazıların okunmasının faydalı olacağının altını çizmek isteriz. Bu yazılara ek olarak cevaplarımıza geçersek: Hz Muhammed Güvenilir bir kişi idi: Marksist bir oryantalist olan Rodinson, ‘Muhammed, genellikle, bilge, ölçülü, dengeli bir adam izlenimini uyandırmaktadır. El- Emin lakabı verilmiştir kendine. Yani kentin en güvenilir adamı.’ (M. Rodinson, Mahomet, s. 77) demektedir. “Oryantalistlerin yüzyıllar süren bir eksik, hata yakalayabilme gayretleri hep neticesiz kalmıştır. Oryantalistlerce ileri sürülen birçok ithamın gerçekle bir ilgisi bulunmamakta, birçok iddia diğerini yalanlamakta, bir sonraki teori öncekini çürütmektedir.” (Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar, s. 9, 11); Hâlbuki “Kur’an, yalnızca bilgi edinmek için okunacak bir kitap değildir. O, ilahiyat duygusunu tatmak için okunur ve aceleyle okunup geçilecek bir kitap değildir.” diyen (Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, s. 226) Armstrong’u destekler mahiyette İngiliz yazar T. Carlyle Kur’an hakkında, ‘Bir kitap ki, kalpten gelmiştir, Başka kalplere gitmek yolunu mutlaka bulacaktır. Denilebilir ki Kur’an’ın esas karakteri masum doğallığıdır; Bir ihlas ve güzel niyet kitabı olması gerçeğidir.’ Demektedir. (T. Carlyle, Peygamber, Kahraman Muhammed, s. 34) O (sav) aynın zamanda davasında samimi bir tebliğci idi: O, sadece okumakla kalmamış, aynı zamanda onu harfiyen yaşamıştı. (Müslim, Müsafirun, 139; Ebu Davud, Tatavvu, 26; Ahmed, Müsned, VI/54) Hz Muhammed namazda yanılmış ama sonra sevih secdesi yapmıştır. (Tirmizi, salat, 173; Ahmed, Müsned, II/447) Bir gün namaza tam başlayacağı sırada cünüp olduğunu hatırlamış, sahabeye, bekleyin, diyerek hemen evine gidip gusül abdesti alıp yanlarına dönmüş ve namazı kıldırmıştır. (Buhari, Vudu, 34, Müslim, Mesacid, 225, Ebu Davud, taharet, 93) Haşa, sahte bir peygamber olsa cünüp hali ile de kıldırabilirdi. Kimse cünüp olduğunu bilmiyordu ki?! Bir defa olsun gaybı-geçmiş-gelecek zaman ve görülmeyen alemi- bildiğini iddia etmemiştir. Kendisini başka peygamberlerden üstün görülmesini yasaklamıştır. (Kadı Iyad, eş-Şifa bi Tarifi Hukukil-Mustafa I/265) Hayatı, insanlık aleminde çekilmiş ve çekilecek bütün meşakkatlerin, yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 55) Kısaca O, davasına gönülden inanmış samimi bir Müslüman idi.
Kur’an’ın dil, ifade ve üslubu peygamberimizin sözlerinden ( Hadis) farklıdır. (s. 105) Bunu kafir olan oryantalistler bile fark edebilmektedir. Nöldeke, Kur’an’da olmayan kunut duaları hakkında şunu söyler: “Bu metinlerin içeriği ve biçimi Kur’an’ı değil, duayı andırmaktadır. Kunut dualarında, Kur’an’da alışık olmadığımız tabirler vardır. Sena etmek fiili, Kuran’da hiç geçmez.” (Theodor Nöldeke, Kur’an tarihi, s. 48) Hz Peygamber, Kur’an’ın korunması ve yazılmasına verdiği önemi, diğer sözlerine (hadislerine) vermemiştir. Hatta belli bir zaman birimi için, Kur’an’la karışmaması amacı ile hadislerinin yazılmasına da yasak getirmişti. (Müslim, Zühd, 72; Darimi, Mukaddime, 42; Ahmed, Müsned, III/12,21,39,56) Bu yasak karışma konusunda endişe ortadan kalkıncaya dek sürdü. (İbni Kuteybe, Tevilü Muhteliful hadis, s. 365)
Kur’an’ın haşmet ve azametini dolaylı yoldan itiraf eden Blachere, şöyle demektedir: ‘Biz, doğunun dini kitapları arasında Kur’an kadar, okunuşuyla fikri düzenimizi dağıtan bir kitap görmedik.’ ( Blachere, Le Coran, s. 29) “Oryantalistlere göre Kur’an ilahi bir vahiy değildir. Dolayısı ile ona değişik kaynaklar aranmıştır. Pek çok Avrupalı Kuran mütercimi, tercümelerinin baş tarafına, Kur’an sanki Hz Muhammed’in eseri imiş gibi’ Muhammed’ ismini yazmışlardır. Oryantalistler her tercümelerinin başına kendilerinin İslam hakkındaki düşüncelerini ihtiva eden mukaddimeler yazmışlardır. Bununla, daha işin başında okuyucuyu yönlendirmek istemişlerdir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 23, 29, 32)
Peygamberimiz, insan olmasından, melek olmamasından, tutun, kendisine kâhin, sihirbaz, şair, başkalarından öğrendi, uydurma olan geçmişin masalları gibi, birçok ithamlara, itirazlara maruz kalmıştır. Birbirine ters düşen bu iddialar, aslında bu bahanelerin temelde bir gerçeğe dayanmadıklarını da ispatı etmektedir. Suçlamalar kendi içinde çelişkilidir. Enbiya 5. ayet bu konudaki tutarsızlıklara dikkat çeker: “Onlar, “Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir. Hayır, onu kendisi uydurdu; hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse, önceki peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler.” Kâfirler, Hz Peygambere körü körüne muhalefet etme sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda bulunuyorlardı. Her gün yeni bir iftira ile ortaya çıkmışlardı. Bu aslında söylediklerine kendilerinin de inanmadığını göstermektedir. Bu şekilde ortaya attıkları her yeni itham, eskisini yalanlamış olmaktadır aynı zamanda. Bu tutarsızlıklarının temel nedeni ‘peşin hükümlü, önyargılı’ olmalarıdır. Günümüz oryantalistleri de benzer iddiaları tekrar ederler. Kur’an’ın bir şahıs tarafında öğretildiği iddiası bile kendi içinde tutarsızlıklar barındırır. Çünkü bu öğretim, işi ‘ tek kişiye’ bile mal edilememiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 134, 136-138)
Bazı oryantalist ve ateistler yukarıdaki iki iddianın dışında Hz Muhammed’in Mekke döneminde samimi iken Medine döneminde ise bu samimiyeti yitirdiği iddia ederler. “Mekke’de samimi idi, zorluklara göğüs gerdi, zenginlerin fakirlere yardımına vesile oldu, davasını samimi şekilde savundu ama Medine’de başarı elde edince gözleri karardı, kişisel arzularının peşine düştü ve peş peşe vahiyler uydurdu.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 146) iddiasında bulunurlar. Bu görüşü savunanlardan biri de ünlü Amerikalı yazar Washington Irving’tir. Yazar önce peygambere sahtecilik ithamına cevap veriri ve şöyle der:” Hayatının birinci evresi bu ithamı çürütür. O dönemde Muhammed ne isteyebilirdi ki? Mal mı? Oysa Hz Muhammed’in malı elinin altında idi. Şan, şeref mi? Oysa O, asil bir aileden geliyordu. Zekası, güvenilirliği saygı görüyordu. Öyleyse bunları kaybetmek pahasına neden çevresi ile anlaşmazlığa, sürtüşmeye girsin ki? Halbuki yeniden o serveti toplamak zordu. Allah yoluna insanları çağırma uğruna hem kendi hem arkadaşları mallarını kaybettiler. Samimi olmasa idi nende bu kadar zorluğa göğüs gersin?” (W. Irving, Mohamet and his Successors, s. 195-196) Yazar Hz Muhammed’in doğruluğunu savunduğu halde peygamberliğine inanamamaktadır. Ona göre peygamber olduğu inancının temel nedeni, bedeni hastalığı idi. Irwing’e göre Medine’de ise, şartlar değişir ve kendisinde dünyalık arzusu uyanır ve samimiyeti kaybolur. (Irving, s. 197) Şaşılacak durum ise, ‘sadece iki sayfa sonra yazarın dönüş yapıp’ Hz peygamberin başarı ve zaferinin kendisinde bir gurur ve şımarıklık meydana getirmediğini, çünkü kişisel heves ve çıkarlar peşinde olmadığını, aksine bir dini yaymak hedefinde olduğunu söylemesidir. Oryantalistler arası çelişkiler kadar bizzat yazarların kendileri de iddiaları ile kendi içlerinde çelişirler. Çünkü “önyargı ile yazmaya başlarlar. Amaçlarını önceden belirlemişlerdir. Delillerle hedefe ulaşmazlar; önceden karar verdikleri amaca uygun deliller ararlar; çelişkili, zayıf, uydurma olsa da fark etmez!” M. Rodinson’da Mekke dönemini samimi bulur ama Medine dönemini sorgulasa da şu itirafta bulunmaktan kendini alı koyamaz: “Muhammed’in Medine’de aldatıcı olması gerekmez. Çünkü o, kendisine gelen fikir ve çözümlerin sadece ve sadece Allah’tan geldiğine inanmakta idi.” der. (Rodinson, Mahomet, s. 254) Bu iddiaların aksine, peygamberimiz cömertliğinin en büyük ve açık örneklerini asıl Medine’de vermiştir. Medine’ye geldiğinde peygamberlik görevi kat kat güçleşmiş idi. Bir taraftan evlerini, mallarını terk ederek Medine’ye gelen müminlerin hayatlarını güvence altına almak ve diğer taraftan Yahudilerin küstahça düşmanca davranışları ile uğraşması gerekmekte idi. Ayrıca Mekke müşrikleri ile defalarca savaşmak zorunda kalmıştı. “Peygamberimizin amacı şahsi menfaat değil, şirki ve zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti ortaya çıkarmaktı. Peygamberimiz en sade bir hayat yaşadıktan sonra, borçlu olarak vefat etmiştir. Mekke’yi fethedince de genel af ilan etmiştir.” (İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat nurları, s. 386) “Bazılarının bizi inandırma çabası içinde olacağı gibi, Hazreti Muhammed bir tebliğci iken birdenbire elde kılıç, her rastladığını dinine kabule zorlayan bir mutaassıp durumuna gelmemiştir. Avrupalı yazarlar tarafından Hazreti Muhammed, hicretten itibaren yepyeni bir karaktere bürünmüş gösterilir. Peygamberin, bazı arkadaşlarını dini anlatmaları için görevlendirdiği ve bunlardan bazılarının bir hayli başarısız olmaları, zorlamaya başvurmadıklarının işaretidir.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 58) “Mekkî sureler iman esasları, ahlak ve insanların şahsiyet sahibi yapmayı hedefleyen ayetlerden oluşur. Medenî sureler ise, yukarıdaki hususlarla beraber, aile ve toplum içindeki durum ve görevlerden bahseder.” (Prof İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 62) “Kur’an’ın tedricen 23 senede nazil olmasının ve ‘hüküm içeren (Kamu hukukunu ilgilendiren) ayetlerin’ Mekke de değil de Medine’de nazil olmasının arkasında yatan neden, hükümlerin altyapısını oluşturmak; tepeden inme hükümler getirmemek mantığıdır. Önce, toplum inanç bakımından sağlam temeller üzerine bina edilmiş, ardından da ahkam ayetleri gelmeye başlamıştır.” (Doç Dr Hüseyin Çelik, Kur’an Ahkamının Değişmesi, s. 169) “İslam inanç sisteminde Mekke ‘lâ’ makamıdır. Medine ‘lâ’yı ‘İlla’ ile tamamlar.” (İbrahim Kalın, Barbar Modern Medenî, s. 232) “Müslümanların Medine’de savaşçı bir tutum içine girmeleri, tanrı anlayışlarında merhametli sıfatına, sertlik sıfatı eklenmiştir.” (Goldziher, Le Dogm et Le Loi de L’ıslam, s. 22) iddiasında bulunulur. Halbuki Kur’an, her zaman Allah’tan adalet sahibi bir varlık olarak bahseder. Mekke döneminde de Medine döneminde de Kur’an bize, Allah’ın iyiliksever, doğru, sabırlı insanları sevdiğini, zalim, kibirli, kafir insanları sevmediğini bildirir. Kur’an doğru yoldan ayrıldığı için helak edilen kavimlerin kıssalarını Mekkî (Mekke’de inen) surelerde sık sık anlatılması da bu iddiayı yalanlar. Saldırganlara karşı Medine’de farz kılınan cihadın, daha önceleri Mekke’de açık şekilde verilmiş olan ültimatomun ifasında başka bir şey olmadığı ortadadır. (Yunus, 102; Hud, 121; İsra, 58) Kur’an haksız yere bir cana kıymanın tüm insanların canına kıymakla eş kabul eder. (Maide, 32);Hz Muhammed’de cana kıymayı, Allah’a ortak koşmadan sonra en büyük günah olarak ilan etmiştir. (Buhari, Eyman, 16; Nesai, Tahrim, 3) Medine dönemi farz kılınan cihad, dünyevi amaçlar için değil, haksızlığa karşılık vermek (Hac, 39-40; Bakara, 190-191),; hıyanet ve anlaşmayı bozanlara ceza (Enfal, 55-58; Tevbe, 1-2, 4-5,7-8,10-14); güvenliği korumak (Maide 33-34); fitne ve fesada engel olmak (Bakara, 193; Enfal, 73) vb. için farz kılınmıştır. Cihad yerine getirilirken belli ölçüler ortaya konmuştur: Sivillere dokunulmaz, ateşle yakmak yasaktır, yağma, talan yasaktır, yıkım, tahrip yasaktır, organ kesmek yasaktır, esirin öldürülmesi yasaktır, anlaşmanın bozulması yasaktır, vb. (Ayet ve hadisler için; Prof A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 155-156) Bu konuda, ‘Savaş esnasında uyulması gereken kurallar’ adlı yazımıza bakılabilir. Burada nesh (Hükmün değişmesi) kavramını da iyi anlamak gerekir. Allah bir taraftan önceki kuralları nesh ederken yeni kurallarda da tedricilik –aşamalı – metodunu kullanır. Mesela içki toplumdan aşama aşama yasaklanmıştır. Neshe yaratıcının ihtiyacı yoktur, biz insanların ihtiyacı vardır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 153) ‘Nesh’ konusu ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ başlıklı yazımızda ele alınmıştır. Hz Muhammed Medine’ye gelir gelmez Yahudilerle kapsamlı bir anlaşma yapmıştır. Anlaşmada herkes eşit tutulmuş ve dış düşmanlara karşı tek yumruk olmak zorunlu kılınmıştır. (Madde 1-2) Daha önce Yahudiler kendi aralarında bölük pörçük ve birbirlerine düşman iken (Hamidullah, Le prophete, I/178) bu anlaşma ile kendi aralarında da eşitlik sağlanmıştır. (Madde, 26-33) Kendilerini İslam’a girmeye de mecbur bırakmadığını göz önüne alırsak (Madde 25) bu anlaşmanın temel şartı, her tarafın düşmanca herhangi bir yola başvurmamaları, düşmanlara yardımcı olmamak olduğu görülür. (Madde, 16,37,37/B, 43,44) Fakat Yahudiler bir süre sonra anlaşma şartlarına aykırı işler yapmaya başlarlar. Mesela Nadiroğulları, Kureyşlilere Müslümanlar ait gizli haberler ulaştırır ve onları Hz peygamber ile savaşmaya teşvik eder. Müslümanların zayıf yerlerini onlara bildirir. (İbni Hacer, Fethü’l-Bari, VII/332) Bununla yetinmeyerek birkaç kere de peygamberimizi öldürmeye teşebbüs ederler. (Ebu Davud, İmare, 22,23; İbni Hacer, F. Bari, VII/332; Taberi, Tarih, III/37; İbni Esir, ÜSdül Gabe, III/57) Sonunda peygamberimiz onlara aniden hücum etmek yerine haber göndermiş, anlaşma şartlarını çiğnediklerini, bu yüzden 10 gün içinde Medine’yi terk etmeleri gerektiğini bildirmiş aksi halde savaşmayı kabul ettikleri anlamına geleceğini söyler. Buna karşılık onlar, ‘işine geleni yap’ diye cevap verirler. (Taberi, Tarih, III/38; İ. Hacer, VII/233; Belazuri, F. Büldan, s. 24; Mevdudi, cihad, s. 359) Hz Muhammed onları kuşatmak zorunda kalır. Kuşatma uzayınca zayıf kalırlar ve sonunda, kanlarının dökülmemesi, develerinin taşıyabileceği kadar mal götürerek Şam’a göç etmelerine izin verilmesini isterler. Bu izin de kendilerine verilir. (Taberi, Tarih, III/38; İ. Hacer, F. Bari, VII/232) Hz Peygamber istese onların hepsini öldürtebilirdi. Fakat onlar gittikleri yerde de rahat durmadılar. Bütün Arapları Müslümanlara karşı kışkırttılar. İki sene sonra 24.000 savaşçı ile Medine’ye saldırmaya kalkıştılar. Görüldüğü gibi peygamberimiz son derece merhametli davranmış ve ileride kendisine zarar verir diye yılanın başını ezmemiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 157) Beni Kaynuka Yahudileri de bir Müslüman hanımın tesettürüne saldırmışlar, kadının vücudunun görülmesine neden olmuşlar, utanç ve öfkeden attığı çığlıkları duyan bir Müslüman işi yapan Yahudi’yi öldürünce diğer Yahudiler de o Müslüman’ı şehit etmişlerdir. Bunun sonucu olarak Yahudiler 15 gün kuşatılır. Kuşatma sırasında onlara Müslüman olmaları teklif edilse de red cevabı verirler. (Buhari, sahih, 58/6) Sonunda teslim olurlar. Medine’yi terk etmelerine izin verilir. Görüldüğü gibi burada da peygamberimiz onlara merhametli davranmıştır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 157) Beni Kureyza ise, Hendek savaşı sırasında, anlaşmaya aykırı olarak müşrik ordusuyla beraber fiilen savaşa katılırlar. (İbni Esir, el-Kamil, I/13; İbni Hacer, F. Bari, VII/280) “Bir Yahudi Kabilesi olan Beni Kurayza’nın şehri içeriden vurmaya kesin bir alaka gösterilmiş olması, Hendek savaşı sırasında müşriklerin lideri olan Ebu Süfyan’ın tek zafer umudu.” (Gai Eaton, İslam Ve İnsanlığın Kaderi, s. 234) olmuştu. Peygamberimiz onlara elçiler gönderir, onlara öğüt verir. Fakar Kureyzaoğullar,‘Bizimle sizin aranızda anlaşma yoktur.’ diye ilan ederler ve sonunda Müslümanlar iki ateş arasında kalırlar. Öyle ki Hz. peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir barış yapmak karşılığında vermeye hazırlanmak zorunda kalır. (İbni Esir, el-Kamil, II/68; İbni Hacer, F. Bari, VII/281) Ama tüm bu davranışlarından sonra onlara iyilik ile davranmak intihar sayılırdı. Müslümanlar Hendek savaşı bitip kuşatmadan kurtulur kurtulmaz Kureyzaoğullarını kuşatma altına alırlar. Yirmi günlük kuşatma sonunda yenileceklerini anlayınca bir elçi göndererek Sad b. Muaz’ın vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylerler. (Buhari, Cihad, 168, Menakibu’l-Ensar, 12; Müslim, cihad, 29,64; Tirmizi, Siyer, 28; Darimi, siyer, 65) Sad b. Muaz kararını verir: Erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, mallar paylaştırılacak. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 158) Kureyzaoğulları en zor şartlarda anlaşmayı bozmuş düşman tarafına geçmişlerdi. Sürgün şıkkı da mantıklı bir tercih olmazdı çünkü Nadiroğlullarının yaptıkları ortada idi. Bu cezayı peygamberimiz teklif etmemiş, kendilerinin teklif ettiği bir hakem tarafından önerilmişti. Ceza zaten kendi kutsal kitaplarına uygun (Tesniye, 20/10-16) verilmişti. Sadece silah taşıyanlar öldürülmüş, kadın çocuklara dokunulmamıştır. (Mevdudi, Cihad, s. 367) Oryantalistler tüm bunları bilmemezlikten gelmektedirler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 159) Bu konuda, ‘Alman ve ingiliz oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazıya da bakılabilir.
Oryantalistler HZ Muhammed’in ekonomik üstünlük hırsına kapıldığını da iddia ederler. Hâlbuki Hz Peygamber dünya hayatına hiç önem vermemiştir. (Nevevi, Riyazussalihin, s. 236-280) Peygamberimiz Yahudileri malları için öldürseydi, Beni Kaynuka ve Nadir Yahudilerini neden öldürmemiştir? Yahudilere kin duysa idi, Kureyza’dan sonra Hayber Yahudilerini de aynı şekilde cezalandırması gerekmez miydi? Hâlbuki onlara verdiği ceza önceki üç kabileye verdiğinden çok daha az idi. (Ebu Davud, İmare, 23,24; Mevdudi, Cihad, 371-372) Hayber kuşatması esnasında Resulullah’ın yanına gelip Müslümanlığını ilan eden ve bir Yahudi’nin koyunlarını güden hizmetçiye resulullah, efendisine ihanet etmemesini ve hayvan sürüsünü alıp ona götürmesini ve sonra tekrar ordugâha dönmesini emretmişti. (İbni Hişam, Sire, II/344) Savaştığı topluma bu kadar adaletli ve merhametli yaklaşan peygamberimiz Yahudilere asla önyargılı değildi. Peygamberimiz vefat ettiğinde ülkesi sınırları epey genişlemiş, Yemen’den Suriye sınırına dek ulaşmış ve kendisi de bu ülkenin lideri konumunda iken bile kendi savaş zırhı bir Yahudi’de rehin idi. Hayberlilerin bir çeşmesinin başında öldürülen bir Müslüman’ın katili tespit edilemeyince diyetini de bizzat kendisi ödemiştir. (Buhari, cihad, 89; Tirmizi, Buyu, 7; Nesai, buyu, 58; Ahmed, Müsned, I/236; İbni Hişam, Sire, II/354) Hâlbuki öldürenin Yahudi olduğu kesin idi. İsteseydi onlara şu veya bu gerekçeyle diyet ödemeye mecbur ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 161) Oryantalistlerin diğer bir ithamı da peygamberimizin anlaşmalarına bağlılık göstermemeye başladığı iddiasıdır. Kur’an’da defalarca verilen sözün tutulmasının önemi açıkça ifade edilir, yapılan anlaşmalara bağlı kalınması istenir. (Ali İmran, 76; Maide, 1; Enam, 152; Nahl, 91; İsra, 34; Rad, 20 vd.) Peygamberimizde sözden dönmeyi münafıklık alameti saymıştır. (Buhari, cizye, 22;Müslim, cihad, 8; Ebu Davud, cihad, 150) Peygamberimiz bir borcunu ödemek için alacaklıyla sözleştiği yere üç gün boyunca gidip beklemiştir. (Ebu Davud, edep, 90; İbni Sad, Tabakat, VIII/59) Oryantalistler Hz Muhammed’in Mekke’li müşriklerle yaptığı anlaşmalarına sadık kalmadıklarını iddia ederler. Hâlbuki Hudeybiye anlaşmasını bozan bizzat müşriklerdir. Müşrikler Benî Bekir kabilesine askeri ve diğer yardımlarda bulunmuşlar onlarda Huzaalılardan yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Katliama katılanlar arasında İkrime, Safvan, Süheyl gibi Mekke’li müşrikler de vardı. Mekke’li müşrikler efendimizin diyet ödemelerini veya Beni Bekir anlaşmasını terketmeleri isterse de müşrikler her iki teklifi de reddederler. Kısaca katliama yaptıkları destek ve anlaşma çabalarını da kabul etmeyerek Hudeybiye anlaşmasını bozan taraf bizzat müşrikler olmuştur. Oysa şartlarını bizzat kendileri tercih edip yazdırmışlardı. (Buhari, sulh, 6; Müslim, cihad, 90; Ebu Davud, cihad, 156) Hatta anlaşma mürekkebi kurumadan müşrikler safından Ebu Basir Müslüman olarak gelmişti ve Hz peygamber anlaşma gereği onu saflarına kabul etmeyerek geri iade etmişti. (İbni Hişam, Sîre, III/337) Müslüman olarak gizlice bile gelenleri efendimiz Medine’ye kabul etmemiştir. Bütün bunlara rağmen anlaşmayı bozan yine müşrikler olmuştur. Ayrıca, ‘Tevbe 5. ayet’ adlı yazımıza da bakılabilir. Ayet anlaşmaya uyan müşrikler ile anlaşmanın sonuna kadar bağlı kalınmasını istemekte, anlaşmayı bozanlara ise 4 ay mühlet vermektedir. Asıl ihanet edenler, yaptıklarına rağmen, kendilerine dört ay boyunca tam bir hürriyet içinde yeryüzünde dolaşma izni verilen müşriklerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 163)
Diğer bir iddia da peygamberimizin cinsel arzularına aşırı düşkünlük göstermeye başladığı iddiasıdır. Hz Peygamberin -hâşâ- şehvetine düşkün olduğu, bunun için zaman zaman ayet uydurduğu iddia edilir oryantalistlerce. Hz Aişe’nın kelimeleri ile “İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş” (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20) biri olan Hz Hatice’yi ölümünden sonra bile Allah Resulü devamlı hayırla anarken (İbn-i Hanbel, VI, 118) ve efendimizin dul olmayan tek eşi Hz Aişe’ye “Ben, Hatice’yi kıskandığım kadar hiçbir kimseyi kıskanmamışımdır. Bir daha Hatîce hakkında kötü söz söylemeyeceğim.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Nikâh, 108; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 73, 78) dedirtecek kadar dedirtecek kadar Hz Hatice’yi sevip saygı ile anıp ona vefa gösteren (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 165) peygamberimiz, hayatının gençlik bölümünü 25 sene müddetle, kendisinden yaşlı ve dul olan bir tek kadınla dürüst bir şekilde sürdürmüştür. Güya buna da ‘Hz Hatice’nin toplumdaki ağır yeri ve malıyla Hz peygamber üzerinde hakimiyet kurmuş, bu da onu evde söz sahibi yapmıştır’ iddiası ise gerçeklerle asla uyuşmaz! Hz Ebu Bekir’de bütün malını Allah yolunda harcamıştır. Ama bu durum, Ebu Bekir’in kızı Hz Aişe’den sonra Hz Muhammed’in başka kadınla evlenmesine engel olmamıştır. Hz Aişe’de Hz Hatice annemizin aksine genç, bakire ve güzeldi. Peygamberimiz günde günde beş vakit namaz kıldırır, Kur’an öğretir, zekatları dağıtır, anlaşmazlıkları çözer, yabancı heyetleri kabul eder, kral valilerle mektuplaşır, seferlere çıkıp komutanlık yapar, kanun koyardı. Bunların haricinde geceyi de ibadetle geçirir, gündüz oruç tutardı. Gece namazlarında bazen ayakları şişecek kadar ayakta durur- kıyam- bazen de öldü sanılacak kadar secdeye kapanırdı. (Buhari, teheccüt, 6; Bayhaki, el-envaul-Muhammediyye, s.522) Ayrıca ateist ve oryantalistler Ahzab suresi 50. ayeti ve Zeynep binti Cahş ile evliliklerini de gündeme getirirler. Bu konu ve benzeri diğer iddialar ‘Hz Muhammed neden çok kadınlar evlenmiştir?’ adlı yazımızda ele alınıp cevaplanmıştır! Kadınlarla tokalaşmayan peygamberimiz, şehvet düşkünü olsa kadınlara neden örtünmeyi mecbur kılsın? Ayet inip Müslümanların evli bulundukları kadın sayısının dört ile sınırlayınca, peygamberimiz o tarihten sonra başka bir hanımla evlenmemiştir. Kur’an’ı kendi yazsa böyle bir kanun koymaya asla tevessül etmezdi. Kendisine hiç erkek evlat bırakmayan hanımlarını bırakıp onlar yerine genç bakire hanımlar alabilirdi peygamberimiz. İşin ilginç yönü hiçbir müşrik Peygamberimizi bu noktadan yadırgamamışlardır! Efendimiz küçüklüğünden beri tanıdığı ve akrabası olan Hz Zeyneb’i Zeyd’le kendi eli ile neden evlendirsin? Peygamberimiz Hz Zeynep’le evlenip başını ağrıtacağına, -Haşa- nefsine düşkün biri olsa ve Allah adına kitap uyduran biri olsa, eski kölesinin hanımıyla gizli gizli buluşamaz mıydı? Ne de olsa buna ‘tahrif edilen, bozulan’ Tevrat’tan da örnekler vardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 169-176)
Oryantalistler Hz Peygamberin ‘Medine’de Yahudilerle temasa geçmesiyle, onun Hz İbrahim tarihine, nesebi bağlarına aşina olmasını sağlamıştır’ demektedirler. Caetani ve Nöldeke’nin de kabul ettiği sure sıralamasına göre Mekkî olan yani Mekke’de inen 18 surenin değişik ayetlerinde Hz İbrahim’den, yine tamamı Mekkî olan 5 surede Hz İsmail’den bahsedilmektedir. Hac suresi 78. ayette Hz İbrahim gerek peygamberin gerekse Arapların babası olarak geçer. Dolayısı ile Hz İsmail de onların dedesi olmuş olur. Bakara, Ali İmran surelerinde de Hz İbrahimden bahsedilir. Günde beş vakit okunan salavatda da, Hz İbrahim anılır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 178) Hazreti Peygamberin, Hz İbrahim’in Kabe’yi inşa edişini uydurduğu iddia edilir. Halbuki tüm Araplar, nesiller boyu buna inanmakta idiler. Ayrıca Müşrikler meleklerin heykellerini yaptığı gibi İbrahim ve İsmail’in de heykellerini yapmışlardı. İddiaların aksine “Hz İsmail’in babası olması açısından Hazreti İbrahim’in Arapların babası olması da kesinlik” (Blachere, Le Coran, s. 46) kazanmıştır. Üstelik böyle bir hikâyeyi Peygamberimiz uydurmuş olsaydı gerek müşrikler gerekse Yahudiler susmazlardı. Peygamberimiz Kâbe’yi inşa konusunu uyduracak olsaydı, Arap asıllı Hud veya Salih peygamberlere bunu isnad etmesi de ırkçı olan o toplumun şartlarına daha uygun düşmez mi idi? Öyle ya, amaç Mekke müşriklerinin gönlünü almak olsaydı Arapçılık damarlarını okşamak daha uygun olmaz mıydı? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s.180) Oryantalistler peygamberimizin Yahudilerden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirdiğini de iddia ederler ki bu konu ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımızda cevaplanmıştır. ‘Bir putperestlik kültürü olan hacer-i esvedi ibka ettiği’ iddiasına cevap ise, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı sayfamızda cevaplanmıştır.
Ateist ve oryantalistlerin peygamberimiz hakkındaki genel iddiaları II
Birincisi: Oryantalistlere göre Mekkî surelerin kısa olmalarının nedeni Peygamber Mekke’de tecrübesizken kitabını yazmaya çalışırken tereddüt ve kararsızlık göstermesidir. Medine’de ise Kendine güveni artmıştır. İkincisi: Müsteşriklerin hepsi, başlangıçta diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını zamanla şartların gerçekleşmesinden sonra tevhid içerikli ve genele yönelik ayetlerin ortaya çıktığını iddia ederler. Bu nedenle de Mekkî sureler de Allah’ın bir olduğu, Tevhid ve şirke karşı çıkmak yoktur, derler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 203) İddiaların tam aksine İslam daveti başlangıcından itibaren Tevhid eksenlidir. Tüm oryantalistlerce de kabul edilen ve ilk inen ayetlerden olan Alak Suresi şu şekilde başlar: “Yaratan Rabb’inin adıyla Oku, Rabbin en büyük Kerem sahibidir.” Blachere ve Nöldeke’ye görede iniş sırasında ikinci sürede yer alan Müddessir suresinin 3. ayetinde, “sadece Rabbini büyük olarak tanı.” ifadesi yer alır. Aynı surenin 5. ayetinde terk edilmesi istenen şey, ‘ricz’ yani ‘puta tapma’ da vardır. Blachere’e göre 3, Nöldeke’ye göre 4. sırada olan Kureyş suresinde ise açıkça ‘Kabe’nin rabbine ibadet’ etmeleri Müslümanlardan istenir. İlk sıralarda inen Tarık suresinde, Leyl Suresinde, Fatiha Suresinde hep ‘Tevhid’ anlatılır: “Sadece sana kulluk eder sadece senden yardım dileriz.” Mekke’de inen Müzzemmil suresinde de “O, doğunun da batının da rabbidir, ondan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnız onun himayesine sığın.” denir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 204) Nöldeke’ye göre 3. sırada olan Lehep suresinde, Ebu Lehep ve karısının cehennemlik olduğunu belirtilir. Acaba Öz amcası olan Ebu Leheb ve karısı durup dururken mi Hz Peygamber eziyeti etmişlerdir? On birinci surede Müşrikler ‘Muhammed’in Rabbi kendisini terk etti.’ dedikleri belirtilir. Bu ayet arada bir mücadele olduğunu göstermez mi? Ateist ve oryantalistler önce minareyi çalıp sonra kılıfını uydurmaya çalışıp, peşin hükümlü olarak ortaya attıkları fikirlere kendilerine göre deliller aramaya çalışmaktadırlar. Surelerin sıralanışında bile kendi aralarında bir ittifak söz konusu değildir, çünkü kendi hedef ve ulaşmak istedikleri yere göre keyfi olarak ayet ve sureleri sıralamaktadırlar. ‘Allah, elçisine zamana, zemine ve şartlara göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, peygamberde bunlara harfiyen uymuş ve uygulamıştır.’ Üçüncüsü: İlk döneminde inen ayetlerin karşı tarafın hissiyatına hitap eden, onları bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden ibaret olduğunu söyleyen oryantalistler, bu sözleriyle Kur’an’ın bulunduğu ortamdan etkilendiği iddiasında bulunmaktadırlar. Mekkî surelerden Allah’ın varlığı ve birliği’nden, gücünden bahsedilir, yarattıkları üzerinde düşünmeye davet edilir, Müşriklerle Putlar ve bozuk inançları üzerine tartışılır. İlk muhataplarının çoğu Peygamberimizin azılı düşmanları idiler, etkileme olsaydı onlardan etkilenme olurdu, halbuki Mekkî sureler bu iddianın ‘zıttını’ ortaya koymaktadır. Mekkî surelerde Kıyametten bahsedildiği gibi Medenî surelerde de kıyametten bahsedilir, müşrikleri bekleyen kötü akibetten örnekler verilir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 205-206) Dördüncüsü: Mekke’de inen ilk sureleri kahinlerin sözlerine benzediği iddia edilir. Hâlbuki bütün kahinler ‘bedevi idi ve çocuklarından itibaren bu işle uğraşırdı.’ Hz Peygamber hiçbir zaman gaipten haber verme iddiasında bulunmamıştır! Hatta gaybı bilmediğini ‘ısrarla’ belirtmiştir. (Enam, 50; Araf, 188; Yunus, 20; Hud, 31; Neml, 65) Peygamberimiz kahinleri özenmek değil, aksine onları şiddetle eleştirmiştir. (Müslim, Kasame, 36-38; Ebu Davud, Diyat, 19; Tirmizi, Diyat, 15) Kahinlik çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Peygamberimiz 40 yaşından sonra peygamberliğe başlamıştır. Beşinci: ‘İlk Mekkî surelerde birçok maddi varlıklara yeminler vardır. Medenî sürelerde ise bu ortadan kalkmıştır. Bunun sebebi Mekke’nin sosyal ortamı maddi şeylerden, Medine’nin sosyal ortamı ise daha kültürel şeylerden etkilenirdi’ iddiasıdır. Öncelikle Mekke halkı daha ince ve ileri bir seviyeye sahip idi. Mekke diğer bütün Arap kabilelerinin Merkezi idi, Mekke’de hitap sanatı, kültür ve şiir yaygın idi. Mekke’deki maddi şeylere yeminler, o üzerinde yemin yapılan şeylerdeki ilahi sanata dikkat çeker, arkasındaki Allah’ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye insanları sevk-davet ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 208) Medine döneminde ise artık vahdaniyet fikri yayılmış, Kur’an’ın da içeriği buna göre, doğal olarak değişmiştir. Altıncısı: Kur’an’ın kaynağının İnciller olduğu iddia edilir. Fransız Doktor Maurice Bucaille, ‘Kur’an’da her defasında Hz İsa için ‘Meryem’in oğlu’ ifadesinin kullanıldığını belirtir ve bu konuda İncil’den ayrılır.’ der. İncil’e göre ise, İsa’ya ‘Baba’ üzerinden soy kütüğe izafi edilir ve Tanrı babanın oğlu olarak kabul edilir. En temelde burada birbirlerinden ayrılırlar. Bu konuda daha detaylı bilgi için ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza bakılabilir. Ayrıca oryantalistler, ‘ilk başlarda Mekke’deki ayetlerde’ Ey iman edenler’ ibaresi varken daha sonra yerine ‘Ey insanlar’ sözü kullanılmaya başlandı, bu da Muhammet hedefini zamanla büyüttü’ yorumunu yaparlar. Hâlbuki ‘Ey iman edenler’ ifadesi Medenî surelerde de geçer. Mekkî sureler de cihanşumul, evrensel davet örnekler vardır. Mesela Tekvir suresinde, “Kur’an âlemler için bir öğüttür, âlemlerin rabbi Allah’tır.” (Tekvir, 27-29) ayeti buna örnek verilebilir. Bu konu detaylı olarak ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızın, ‘Kur’an sadece Araplara mı indirilmiştir?’ adlı başlığın altında ele alınmıştır. Yedincisi: ‘Mekkî surelerin üslubu şiddet ve sertlik tehdit doludur, Medenî surelerde ise bu durum değişecek, yumuşaklık, merhametlilik özellikleri kazanacaktır. Bu da Medine ortamını bir yansımasıdır.’ iddiası ileri sürülür. Hâlbuki bazı Medenî sureler de de aynı özellikleri vardır; münafıklar ve Yahudiler azarlanmaktadır. Aslında Kur’an baştan sona mağfiret ve tehdit; kabul ve red gibi unsurlarla doludur. İlk ayetlerde de (Fussilet, 33; Şura, 36, 43; Hicr, 87; Zümer, 53 vd.) ayrıca yer yer yumuşaklık, müsamaha, hoşgörü örnekleri vardır. Mekkî ve Medenî surelerin üslup farklılıkları bir gerçektir. Mekke’de hitap edilen kesim Peygamberimizin davetini reddeden putperestlerdir. Müslümanlara işkence ve zulüm yapmışlardır. Medine’deki insanlar ise Peygamberimizi bağrına basan, kılıç ve kalemleri ile müdafaa eden bir topluluktur. Hitap her toplumun, her olayın, her ortamın yapısına uygun olmalıdır. Sekizincisi: Hz Muhammed ‘ilk Mekke’de, alışma dönemini geçirmiştir; surelerde tereddüt, tedirginlik ve ümitsizlik vardır’ iddiasıdır. Herhangi bir ilk inen ayetleri iyi okuduğumuzda, onda zerre kadar bir endişe, tereddüt, tedirginlik asla göremeyiz! Hepsi de ele aldıkları konuları, kendisinden son derece emin, hatta üst üste te’kid ve yeminler ederek, basa basa dile getirilirmiştir. Dokuzuncusu: ‘Mekke’deki sureler kısadır, çünkü halkı kabadır. Medine’deki sureler uzundur, çünkü halkı kültürlüdür. Bu nedenle Medine’de ayetler uzunlaşmıştır.’ İddiasıdır. Bir kere Mekkî surelerin hepsi kısa olmadığı (Enam, Araf, Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim vd.) gibi. Medenî surelerin hepsi de uzun (Nasr, Zilzal, Beyyine, Rahman vd. ) değildir. Ayrıca iddia edilenin aksine Kureyş’in ortamı, Araplara göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagat/sanatta ileriydi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 210-215) Onuncusu: Hz Muhammed’in ‘Mekke’de Yahudi ve Hıristiyanlara dokunmadığı, Medine’de dinini ancak ayrı bir din olarak ilan ettiği’ iddiasıdır. Mekkî birçok surede de ehli kitaba karşı cephe alındığını görebiliriz. Mesela Nahl, 63: “Allah’a andolsun, senden önceki çeşitli topluluklara da mutlaka elçiler göndermiştik; fakat şeytan onlara yaptıklarını allayıp pulladı. ‘Bugün de şeytan öylelerinin velîsidir. Onlar için dehşetli bir azap’ vardır.” Bu konuda özetle şunu söyleyebiliriz, Kur’an, ihlaslı alimlerle, kendilerini Yahudi ve Hıristiyan kabul eden ama nefislerine uyan kimseler arasında açık bir ayrım yapar. (Draz, Initiation au Coran, s.141) Bu konuda ‘Hıristiyanlar cennete girebilecek mi?’ başlıklı yazımıza bakılabilir. On birincisi: ‘Mekke surelerde teşri’ ve ahkâm bulunmamaktadır. Medine’de ise ibadet ve muamelat detayları ile bulunmaktadır.’ Kur’an ile yeni bir toplum; eski toplumdan farklı, siyasetiyle, iktisadı ve kuralları ile ortaya çıkarılmıştır. Uluslararası Hukuk, savaş, barış, askeri konularda yeni düzenlemeler getirmiştir. Bir Devlet olmadan önce söz konusu düzenlemelerin (sosyal kuralların) yapılması mümkün değildir. Bu nedenle Medenî surelerin içeriği şer’i meselelerin düzenlenmesiyle dolu bulunmaktadır. Çünkü bu dönemde yeni bir sistem kurulmakta, o ortama göre de ayeti gönderilmektedir. ‘İman ve ahlak diğer hukuki ve toplumsal yasalardan önce gelir, onların temelini teşkil eder.’ Bu Temeller iyice oturmadan diğer hukuki konulara girilmesi, hem zamansız, hem de etkisiz olur. Ayrıca Mekkî surelerde de ibadet ve muamelat ile ilgili sureler ve ayetler bulunmaktadır. Yine Kur’an Medine’de Yahudilerden etkilemiş olsaydı Kuran’ın içeriğinde bulunan bu gerçekleri daha önce, söz konusu Yahudiler dile getirir, Peygamberliği de kimseye kaptırmazlardı. On ikincisi: Mukattaa harfleri konusu. ‘Bu harflerin kullanılışı Medine’de ortadan kaybolmuştur. Çünkü peygamber rahat bir ortamda, teklif etmeye başlamıştır ayetlerini.’ İddiası. Yirmi yedi Mekkî, iki tane Medenî surede mukattaa harfleri bulunur. Bunlar Araplara bir meydan okumadır. Nöldeke bu harflerin Kur’an’a sonradan eklendiğini ileri sürer ama daha sonra bu görüşünden vazgeçer. Zaten Blachere, Loth ve Power gibi oryantalistler de bu iddiasından dolayı kendisini eleştirmişlerdir. Nöldeke daha sonra bu harflerin ‘levhi mahfuz’u hatırlattığı görüşünü ileri sürer. Ayrıca bu harfler ‘ilk inen surelerden daha çok, daha sonra inen surelerin başında’ yer alır. Rodinson oryantalist iddialarda çıtayı yükseltir ve hiç bir oryantalistin iddia etmediği bir görüşte ileri sürer: ‘İlk zamanlarda Muhammed kekeme idi!’ On üçüncüsü: ‘Kur’an Allah tarafından gönderilseydi peygamberin özel hayatı ile ilgili meseleler onda bulunmaz, Allah’tan gelseydi özel meselelerle ilgilenmezdi’ iddiası. Peygamberimiz Müslümanların rehberi ve önderidir. ‘Peygambere her hitap, diğer bütün İslam ümmetine de bir hitaptır!’ Peygamberimizin hanımlarına bir şey emredildiğinde, aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olur. Hazreti peygamberin ailevi meseleler ile ilgili ayetlerin amacı aynı zamanda ümmeti içinde yasalar ortaya koymaktır! Mesela ifk olayı ile ilgili inen ayet, müfterilere uygulanacak cezayı da ortaya koyar. Sahiplerinden izinsiz başkalarının evine girilmemesi ile ilgili kuralda yine sadece Peygamberimize özel değil tüm Müslümanları genel olarak ilgilendiren kurallardır.’ Bu konuda detaylı bilgi için, ‘Ateistlere cevap’ başlıklı yazımızdaki ‘Kur’an’da Hz. Muhammed’e özel ayet var mıdır?’ şeklindeki soruya verilen cevaba bakılabilir! Peygamberimiz daima kendisini bir kul olarak insanlara kabul ettirmiş, şahsını yüceltici şeylerin kendisine yapılmasını istememiştir. (Kehf, 110; Ebu Davud, edeb, 165; İbni Kesir, şemail, s.77; Buhari, Betül halk, 61; Ahmet, müsnet, II/ 231) On dördüncüsü: Carra de Vaux, ‘Kur’an, bir bedevilik görüntüsü yansıtan, kapalı ve zayıf bir metindir. Kur’an çölde çürümüş ve rengi solmuş bir müsveddeyi andırır.’ der. Araplar Kur’an’ı gerek şekil gerekse içerik bakımından güzelce anlamışlardır. Kur’an sadece Araplara inmemiştir. Yalan söylemek, içki, hırsızlık, zina sadece Araplara özel kötü alışkanlıklar değildir. Adalet, iyilik, ahlak, temizlik vb. sadece Araplara lazım değildir. Kur’an, Tevhid, siyaset, toplum ve iktisadi emir ve yasaklarla, her alanda insanları doğruya, adalete, Hakka davet eder. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 218-225) Bu konuda ayrıca İslamî emirler ve hümanizm‘, ‘İslam fıkhı’, ‘Oryantalistler ve Hz. Muhammed’ başlıklı yazılarımıza bakılabilir.
Ateist ve oryantalistlerin ‘Kur’an’ın kaynağı’ ile ilgili iddiaları
Oryantalistler Kur’an’ın kaynağı konusunda da ‘birlik sağlayamamışlardır.’ Kimisi Mekke’de rahiplerden, Haniflerden, şairlerden öğrenildiğini; Kimisi Medine’de Yahudilerden, Hıristiyanlardan alındığını; Kimisi ise içten gelen samimi duyguların sonucu ortaya çıktığını, kimisi hastalık eseri ortaya çıktığını iddia ederler. Yani kısaca birbiriyle çelişkili, tutarsız olan önyargılı iddialarını bilimsel görüntüsü altımda okuyuculara sunarlar.
Dış kaynaklar
Mekke dönemindeki kaynaklar
Ernest Renan Muhammed’i zamanındaki dini hareketi geride bırakmış değil, aksine onun peşine gitmiş birisi olarak tanıtır (Revue de Veux Mondes, Aralık 1851, s. 1089) Halbuki Mekke müşrikleri tek tanrı inancını tamamen ortadan kaldırmış ve sayısız küçük ilahlara tapıyorlardı. Allah’ın kızları olduğuna inandıkları melekler inancı kendilerinde vardı ve putlara tapıyorlardı. Ehli kitap ise tek tanrı inancını, tapılan ilahlarla bir arada uzlaştırmayı becermişlerdi. Toplumsal ve ahlaki durumları acınacak halde idi, kızlar diri diri gömülüyor, yetimler hakir görülüyor, ibadet diye yaptıkları da hatalar ve hurafelerle karmakarışık bir durumda idi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 231)
Bilgileri Mekke’de oturan Yahudi ve Hıristiyanlardan aldığı iddiası
Müsteşrik/oryantalistler, İslam öncesi Mekke’deki dini durum üzerine detaylı bir biçimde durmuşlardır. Bunların gayesi kendilerince Kur’an’ın kaynaklarını bulmaktır. Ama “aralarında bu teorilerinde de büyük görüş ayrılıkları vardır.” Biri İslam’ın kaynağını Hıristiyanlık olarak gösterirken diğerini Yahudilik olarak göstermiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 232) Müşriklerin iddialarındaki samimiyetsizlik, her seferinde başka bir kişiyi ileri sürmelerinden görülmektedir. Müsteşrikler tıpkı Mekkeli müşrikler gibi birbiri ile tutarsız çeşitli iddialarda bulunurlar. İncil’in cahil kimselerce meyhanede duyulmuş olduğuna iddia bile ederler. (Huart, Une nouvelle Source du Coran, s 131) Halbuki Peygamberimizin ne ahlakı, ne meşguliyeti, onun bu çevrelerde olmasını mümkün kılmaktadır. Ayrıca bu kişilerin kendi dinlerini tam bilememeleri kadar yabancı oldukları Arap dilinin de kendileri için bir engel olması gerçeği ortadadır. Ayrıca Kur’an’ın bu ithamlara cevapları doğru olmasaydı, kafirler susmaz, onu çürütmeye çalışırlardı. Bu durum ve cevapları ve onlara cevaplar da hem Kur’an’da hem de İslami kaynaklarda yer alırdı. Ama samimi olmayan ithamlarını müşrikler ortaya atmışlar, cevaplarını alınca da susmuşlardır. Peygamberimiz, ilk dönemlerde hiç kimseyi ne korkutacak, ne de ümitlendirecek hiç bir maddi güce sahip değildi. Yahudi ve Hıristiyanlar, peygamberimize bu dini bilgileri öğretseler, daha sonra kendi dinlerinin yanlış olduğunu ortaya atan Muhammed’i etrafa rezil etmezler miydi? Eğer böyle bir itham gerçek olsaydı, Habeş Kralı Necaşi’yi kışkırtmak için giden Kureyş elçileri bu ithamı tekrar ederlerdi veya Rum kralı Herakl kendilerine soru sorduğunda İslam düşmanı Ebu Süfyan ve beraberindekiler bu ithamı dile getirirlerdi. Çünkü bu onlar için altın birer fırsattı. Eğer bu ithamlarda bulunanlar, iddialarında samimi olsalardı, daha sonra neden Hazreti Muhammed’e iman etmişler ve onunla beraber kendi dindaşların karşı savaşmışlardır? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 234-236)
Rahip Bahira’dan alındığı iddiası
Burada sormak gerekir; Bir Hıristiyan papazına ait olduğu iddia edilen Kur’an, nasıl olur da Hıristiyanlık dininden vazgeçilmesini isteyebilir? Bu nasıl çelişkili bir iddiadır? Şu da çok önemlidir; “İslam tarihçileri olmasaydı söz konusu rahibin tarihte izine asla rastlanamazdı!” Peygamberimiz 9 (Muhammed Hamidullah İslam Peygamberi 1/54) veya 12 yaşında iken, amcası ile yaptığı ticari sefer sırasında Bahira ile karşılaşmış, aralarında bazı konuşmalar geçmiş ve sonunda Bahira onun gelecekte önemli bir şahsiyet olacağını anlamıştır. Tarih kitaplarında geçen bundan ibarettir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 237) Peygamberimiz Bahira bir kere görüşmüştür. ‘O daha çocuk yaşta ve çok kısa süreliğine!’ Kur’an’ın, kainatı kuşatan ve içindeki bunca bilgi, kültür, kıssa, ahkam, öğüt, emir ve yasakları kendisiyle bir kere görüşülen ve o bir tek görüşmeden kısa süre sonra öldüğü bilinen bir kişiden alınması mümkün müdür? Peygamberimize arkadaşlık eden Kureyş’li tüccarlar aralarında bir bilgi alışverişi olsa bunu nasıl görmezler? Okuma yazma bilmeyen (Bu konuda ‘Ümmi peygamber’ adlı yazımız bakılabilir) bir insan, bu kadar bilgiyi bu kadar kısa sürede nasıl alsın? Daha sonra peygamberliği döneminde hiçbir Kureryş’li de Peygamberimize böyle bir itham yöneltememiş ama 14 asır sonra hayal ve kurgu ile beraber bu itham ortaya atılmıştır! Carlyle, ‘Çocuk yaştaki birisinin yabancı bir dille konuşan bir rahipten önemli bir şey öğrendiği’ iddiasını ‘mantıksız’ bulur. Edmond Power, Suriyeli rahibe atfedilen rolün, hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını söyler. Hz Muhammed’in, kendi dininin en önemli noktalarını yanlış sayan yeni bir dini öğrenmiştir Bahira’dan? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 239) Bahira ile peygamber karşılaştıklarında yalnız değillerdi, ayrıca iddia kendi içinde de çelişkilidir: Öyle bir zat düşünün ki, bir şahısta peygamberlik alametleri görsün sonrada bu peygamber şahsiyete karşı öğretmen kesilsin! Bahira İslam’ın kaynağı olsa idi buna kendisi daha uygun olmaz mıydı? Bu bilgi ile ortaya daha önce çıkmaz mı idi? Rahip Bahira’nın mensup olduğu dinin içeriği Kur’an’ın içeriği ile çelişir. Kur’an Hıristiyanların birçok hatalarını düzeltmiş, birçok sapıklık ve yanlışlarını açıkça dile getirmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 240-241)
Yaptığı seyahatlerde ehli kitaptan -Yahudi veya Hıristiyanlardan- aldığı iddiası
Peygamberimiz ticari faaliyetler için bazı seyahatlerde bulunmuştur ve bunlar İslami kaynaklarda yer alır. Gizlenecek, saklanacak bir şey olmadığı, oryantalistlerin bu kaynaklara muhtaç olmalarından anlaşılmalıdır. Peygamberimiz Hıristiyanlarla temasta bulunmuş mudur? Böyle bir temas olsa peygamberimiz bundan memnun kalır mıydı? G. Sale, ‘Ruhban sınıfının arzularının ve sürekli çekişmelerinin daha 3. asırdan itibaren Hıristiyan dünyasını bozulmuş bir hale getirdiğini.’ söyler. Her türlü kötülük, kindarlık, gerçek Hıristiyanlığı bu dünyadan söküp atmış, birçok hurafeler ve fesat ortaya çıkmış ve iyice kökleşmiştir. Doğu Kilisesi parçalanmıştır. Ruhban sınıf arasında da ahlak ve inanç bozukluğu dolaylı olarak bütün halka da sirayet etmiştir. (Sale, Observations sur le Mahometisme, s. 68-71) demektedir. Carlyle da bu önemli noktaya dikkat çekmektedir; ‘ İslamiyet bütün kavgacı ve boş iş, fikirleri öylesine bir tırpanlamıştır ki, bunda son derece haklıydı. O, doğrudan doğruya bir hakikattir. Arap putperestliği, Suriye tarikatları, özetle, gerçekte olmayan bütün her şey, bu İslam ateşi karşısında yanmaya, kuru odun yığınları gibi tutuşmaya mahkûmdurlar.’ (Peygamber Kahraman Muhammed, s. 33) demektedir. Ancient Critianity adlı eserinde Taylor, ‘İğrenç hurafeler ve utanç verici putperestlik, küstah kilise kuralları ve öyle bozuk ve çocuksu ibadet şekilleri. Bunlar Muhammed’in karşılaştığı şeylerdi.’ derken, Moheim de, “Yedinci asırda gerçek din, manası olmayan bir takım hurafeler yağını altında kalmıştı” demektedir. Huart ise, ‘Suriye’de Hıristiyan dininin tatbikatını görmüş olmasının Muhammed’in düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir icra etmiş olduğu görüşünün, ne kadar cazip olursa olsun, bu konudaki tarihi kaynakların kesin olmaması sebebiyle terk edilmeye mahkum olduğunu’ ifade eder. (Une nouvelle Source du Coran, s.129) “O, yöneldiği her yerde ıslah edilmesi ve doğru yola iletilmesi gereken birçok sapıklıklarla karşılaşmıştır. O halde, o eserinin asıllarını teşkil edecek ahlaki ve dini bir modeli hiçbir yerde görmemiştir. Üstelik o zamana kadar karşılaşmış olduğu fikirlerin tesirinde kalmak şöyle dursun, O, bunları yıkmak için karşılarına dikilmiştir.” (Draz, Initiation au Coran, s. 123) Müsteşrikler şunu gözden kaçırıyorlar ki, bu yolculuklarda Hazreti Muhammed hiçbir zaman yalnız başına değildi. Peygamberimizin çevresinde olan hiç mi bir kimse, Yahudi ve Hıristiyan fikirlerini öğrendiğini hatırlayamadı? “Oryantalistler tek bir iddia üzerinde fikir birliğine de sahip değillerdir.” İddialarına da kuvvetli bir delil getirememektedirler. “Tıpkı Mekke’li müşrikler gibi onları da, ta baştan itibaren, Peygamberi yalanlamakta kesin kararlı idiler.” Necran Hıristiyanları Peygamberimizin Hıristiyanlardan bir şeyler öğrenen bir tüccar olduğunu bilselerdi, onu yalanlayıp, onunla mübahele etmekten neden kaçınsınlar ve neden cizye vermeyi kabul etsinler ki? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 246-247)
Haniflerden alındığı iddiası
Hanifler, Allah’ın birliğine inanan, sayıları bir elin parmağı kadar az olan bir gruptur. Bunların fikirleri dağınık ve kapalı idi, nasıl ibadet edileceğini bile bilmezlerdi ve dini olmaktan çok ahlakî bir özelliğe sahip idiler. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 249) Haniflerden Müslüman olmayanlarda vardı! Şayet Kur’an onlardan alınsaydı ona karşı çıkmazlar, en azından kendilerinden biri çıkıp şöyle derdi: “Muhammed bilgilerini bizden öğrenmiştir, sonra onu bir din haline getirmiştir!” Özellikle önderlerinden Ümeyye bin ebi Salt susmazdı! Niçin Haniflerden birisi peygamberlik iddiasında bulunmamıştır, öyle ya, bir talebeleri bile çıkıp peygamber olduğunu iddia edebiliyorsa, neden bizzat kendileri böyle bir işe girişmemiştir? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 251) Hanifler kendilerini Hz İbrahim’e nisbet ederler, Hz. İbrahim’in dinine bağlı sayarlar. “Hz Peygamber Hz İbrahim’den yaklaşık 2500 sene sonra dünyaya gelmiştir. Bu kadar uzun zaman içerisinde Hazreti İbrahim’in dininin aslını koruyarak varlığını devam ettirmiş olduğunu söylemek imkânsızdır. Mekke’de Hz İbrahim’in dinine mensup olduğunu ifade edilen 4 kişiden bahsedilmektedir. Onların zamanına kadar Hz İbrahim’in dinine ait metinlerin bulunmadığı bilinmektedir. Müşriklerde Hazreti İbrahim’in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı. Haniflik daha çok, tevhid inancını ifade eder. Tevhid inancı çerçevesinde inandıklarını söyleyen insanların İbrahim’e nispeti, daha sonra gelenek içerisinde ortaya çıkmıştır. Hanif kelimesini Mekkeli müşrikler, kendi inançlarından sapan insanlar için kullanırken, İslam, onların şirkten sapmış olmalarını olumlu manada ele alarak, doğru bir tutum içerisinde olduklarını ifade etmiştir. Hanif Arapçada, mevcut olan gelenek din anlayışından sapmayı ifade eder. Haniflik kavramını müstakil bir dini gelenek anlamında anlamamalıyız.” (Prof. Adnan Demircan, Siyer Konusunda Bilinmesi Gereken 88 Soru, s. 45-46)
Varaka b. Nevfel’den alındığı iddiası
Lübnanlı bir Hıristiyan olan Yusuf el- Haddad, Hz Muhammed’in Hıristiyan olan Varaka’dan bilgiler aldığını iddia eder. Irving de, Hz Muhammed’in, Varaka’nın Talmut’tan tercüme yaptıklarından alarak Kur’an’a yerleştirdiğini iddia eder ama bir delil gösteremez! Sadece, ‘ama böyle olabilir’, der. Kellet de ‘Varaka’nın bazı Hıristiyan rivayetlerini Muhammed’e anlatması mümkündür’ iddiasında bulunur. O da, ‘Muhtemelen’ Varaka’dan almıştır, der. Müslüman tarihçiler Peygamberimizin hayatı ile ilgili hiçbir şeyi kaydetmekten, yazmaktan çekilmemiştir. Varaka’nın Peygamberimizin hayatında, “ona Cebrail geldiğini ve onun bir peygamber olduğunu, sabretmesi gerektiğini” bildirmesi dışında bir etkisi olmamıştır. Mesudi ayrıca Varaka’nın Müslüman olarak öldüğünü bildirir. (Mesudi, Mürucüz- Zeheb, II/52; benzer rivayet İbni Hişam, I/318) “Hz Muhammed’in elinde hiçbir güç ve hakimiyet yokken Varaka’nın söyledikleri, onun samimi olduğunu gösterir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 254)
Ümeyye bin ebi Salt’tan alındığı iddiası
Fransız oryantalist Huart, Kur’an’ın en önemli kaynağı olarak Salt’ın şiirlerini gösterir. Müslümanların daha sonra Salt’ın şiirleri imha ettiğini iddia eder. (Journal Asiatique, X, vol, IV, 1940, s.125) Power de benzer iddiada bulunur. Salt içkiden ve putlardan uzak duran, kendisine Muhammed hakkında sorulduğunda ‘kuşkusuz o hak üzeredir.’ cevabını veren, Müslüman olmak için Şam’dan gelmiş iken, Bedir Savaşı’nda dayısının iki oğlunun öldüğünü öğrenince geri dönüp Taif’e yerleşen bir kişidir. Şiirleri ancak Müslümanlar sayesinde günümüze kadar gelebilmiş ve bu sayede iddia sahiplerinin de eline ulaşabilmiştir! “Müslümanlar hiçbir zaman bir eseri, Kur’an’ın, İslam’ın aleyhine olacak diye yok etme yoluna gitmemişlerdir!” Bunun en güzel örneği Kur’an’a aykırı olan veya İslam’la savaşmak amacıyla söylenen sözlerin, İslam kitaplarında yer almasıdır! Zamanla İslam’a mesafeli duran Salt, şüpheli bir şeyle karşılaşsaydı sessiz durmaz, bunu ifade ederdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 255) Salt’ın şiirleri hikmet ve ölçüler ile doludur ama şiir tenkitçileri bu şiirlerin kendisine ait olmadığını, aksine İslami dönemden sonra yazılıp, ona isnat edildiğini söylerler. (Cevat Ali, el-Mutavvel, VI/489) Oryantalistler İslam Tarihi kitaplarının sağlıklı bir tarihi kaynak olmadığını ileri sürerler, Siyerin doğruluğundan kuşku duyarlar ama bu kitaplarda yer alan Salt’ın şiirlerine kesin gibi yaklaşıp (Taha Hüseyin fil edebil cahili, I/1549) sonrada bu kaynaklardan hareketle işine geldiklerini doğru kabul edip İslam’a saldırılar! Oryantalistlerin bu iddiasının aksine Salt, Mekkî Surelere ait son ayetin inişinden sonra sekiz sene daha yaşamış ve şiir yazmaya devam etmiştir! Yani oryantalist iddianın aksine etkilenen Salt’tır! Peygamber hiç kimseden bir şey öğrenmediğini açıkça ilan etmişti, Salt herhangi bir etkilenme olsaydı, özellikle akrabalarının ölümünden sonra bunu herkese yayardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 257) Ayrıca kendi dönemlerinde bile, şiirleri bizzat duyan, okuyan insanlar böyle bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir! Bu iddianın aksine edebiyata esas teşkil eden daha çok Kur’an-ı Kerim olmuştur! Huart’ında işaret ettiği gibi ‘Salt, şiirlerinde cehennemden bahsederken kitabı Mukaddes’ten, Cennetten bahsederken Kur’an’dan etkilenmiş, tarihten bahsederken zaman zaman halk efsaneleri ve mitolojiye müracaat etmiştir.’ (Draz, Initiation au Coran, s. 127)
Ubeydullah Bin Cahş
Eşi sayesinde Müslüman olmuş, Habeşistan’a göç edince orada, Hıristiyan olmuş ve içki içmeye başlamış ve orada ölmüştür. İslamiyet’in ilk dönemlerindeki imtihanlara sabredemeyip, ilk fırsatta misafir olduğu ülkenin dinine girmiştir. Tutarlı bir psikolojiye sahip olmadığı ortadadır. Eğer herhangi bir şekilde fikirlerini Hz. Muhammed’in almış olsaydı başlangıçta ona iman etmezdi veya Hıristiyan olduktan sonra bunu ilan ederdi. Hanımını bile İslam’dan döndürememiştir. Cahş’ın bütün kardeşleri de Müslümanlığı kabul etmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 259)
Zeyd b. Amr bin Nüfeyl
Claire Tisdall, The Original Sources of the Coran adlı eserinde Nüfeyl’in, peygamberin hayatı ve ahlak ve üzerinde büyük tesir icra ettiğini iddia eder. Bu zat Hz İbrahim’in dinine aramak üzere seyahat ile çıkar fakat aradığını bulamaz ve Hicaz’da döner fakat burada bir bedevi tarafından öldürülür. Nüfeyl’in Kur’an ile paralellik arz eden bazı hakikat ve faziletleri ifade etmiştir fakat bunlar son derece sınırlı ve bir milletin idaresine hiçbir şekilde yeterli gelmeyecek sayıdadır. Ayrıca bu insanlar Hazreti İbrahim’in dinini aramak için yola çıktıkları halde ‘hiçbir şey bulamadan geri dönmüş ve hiçbir şey bilmediklerini kendi itirafları ile sabit olan’ kişilerdir. Oğlu Said Bin Zeyd, amcaoğlu Ömer Bin Hattab ve amca kızı da Müslüman olmuştur. Oğlu, Hz Muhammed’in kendi babasından dinini öğrendiğini hissetse idi, hiç bir zaman Müslüman olmazdı. Hele hele İslam’ın çok erken dönemlerinde Hz. Ömer zaten İslam düşmanı idi, amcasından bir şeye aldığını zerre kadar hissetmeseydi asla İslam’a girmezdi, aksine bunu açıklardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 260, 262)
Ebu Kays Sırma bin ebi Enes
Bu zat Müslüman olmuştur. Haniflerden olan bu zatın Peygamberimizi etkilediğine dair Mekkeli müşriklerden hiç bir iddia ileri sürülmemiştir. Ama 1400 sene sonra günümüz oryantalistleri İslam’ın bu açığını (!) bulabilmişlerdir! Peygamberimiz döneminde yalancı peygamberler de ortaya çıkmışlardır. İkisi tövbe ederek Müslüman olmuş, diğer ikisi ise kafir olarak ölmüşlerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s.263)
Şairlerden alındığı iddiası
Oryantalist Tisdall başka konularda peygamberimize çamur atmak istese de bu konuda diğer oryantalistlerle aynı düşünmez ve ‘Günümüzde bile Kur’an’dan ayetlerin alınıp bunların dini ve felsefi içerikli kitaplara aktarmanın çok yaygın bir adet’ olduğunu ifade eder, ‘Muhammed’in, İmrü’l-Kays gibi meşhur şairlerden fikir çaldığını farz etmek güçtür.’ der. Lyull, İmrü’l-Kays’a izafe edilen şiirlerin üslup, ifade ve vezne dayanan sebepler dolayısıyla İmrü’l-Kays’ın olmadığına kanaat getirir. (William St. Clair Tisdall, The Original Sources of the Qur’an, s. 47-48) İsmail Fenni, İmrü’l-Kays’a atfedilen ve Kur’an’da da bazı ifadeleri yer alan beyitlerin hiçbirinin İmru’l-Kays’ın divanında yer almadığını söyler. (Ertuğrul, Hakikat Nurları, s.163) Hafız İsmail Efendi, Ruhu’l-Meani tefsirinde İmrü’l-Kays’a isnat edilen iki beyiti zikrettikten sonra, ‘bunun aslı yoktur, bu Müvelledin-İslam’ın ilk asrında yaşayan şairlerden sonraki şairler- şairlerindendir.’ der. Sahabe içinde de İmrü’-Kays veya bin ebi’l Salt’ın ve benzeri şairlerin şiirlerini bilen, duyan birçok kimse vardı. Aralarında bir benzeme olsaydı bundan şüphe duyan ve bunu açıklayan mutlaka olurdu. Ayrıca bu şairlerin sözlerinden biri olan, ‘insan ne kadar nankördür.’ sözü gibi, doğru sözü daha önce söylemeyen veya duymayan var mıdır? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 266-267) Goethe, Noten und Abhandlungen ( Haşiyeler ve araştırmalar) adlı eserinde, Hz Muhammed’e ayırdığı bölümde, ‘Şairle nebi arasındaki farkı açıklar.’ (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 271) ve dolaylı yönden bu ithama da cevap verir. “Kur’an çalışmaları profesörü Angelika Neuwirth, “Hiç kimse Kur’an’a meydan okumayı başaramadı. Evet, doğru. Hatta Kur’an’ın, kayda değer bir yazılı metnin bulunmadığı bir çevrede, Kur’an gibi zengin bir içerik ve mükemmel bir ifade tarzına sahip bir kitabın birdenbire ortaya çıkışını izah edemeyen batılı araştırmacıları, bu hususta şaşkınlık içinde bıraktığını da düşünüyorum.” demektedir. Yedinci asırda, ‘Arap lisanında ve şiirde ustalaşmak isteyenler seneler boyunca şairlerin gözetiminde çalışmak zorundaydı.’ Aralarından hiç biri çıkıp, Hz Muhammed’in kendisinin talebesi olduğunu öne sürmemiştir. Hz Muhammed’in mesajını yaymada başarılı olmuş olması, zamanın şairlerine ve dil uzmanlarına karşı galip geldiğini gösteriyor. Sahtekârlığın, 23 senelik nüzul suresi boyunca hiç ortaya çıkmadan devam ettiğini ileri sürmek mantıklı mıdır?” (Hamza Andreas Tzortzis, Hakikatin izinde, Din bilim Ateizm, s. 324, 337, 338) Meşhur şairlerden Lebid bin Rebia Müslüman olmuştu. İnsanlar buna şaşırır. Çünkü o, müşriklerin en seçkin şairlerinden biri idi. Ona, ‘şiir yazmayı neden bıraktığını’ sordular, şöyle cevap verdi: “Ne! Kur’an’ın vahyinden bile sonra mı?” (A. A. Islahı, the Quran, Fatiha ve Bakara suresinin tefsiri, I/26) Kur’an ve Arap dili profesörü Palmer, ‘Arapların en iyi yazarlarının, Kur’an seviyesinde hiçbir eser ortaya koymamaları şaşırtıcı bir şey değildir.’ der (E. H. Palmer, The Quran, s. 4) Oryantalist Profesör Martin Zammit, “İslam öncesi uzun Arap şiirlerinin mükemmel edebi sanatına rağmen Kur’an, Arap dilinin en üstün hali ve tezahürüdür.” demektedir. (M. R. Zammit, A Comparative Lexical Study Quranic Arabic, s. 37) “Hz Muhammed’e ilk başlarda şair diyen Mekke’li müşrikler bunda başarılı olamayınca ve iddialarının gerçek olmadığını anlayınca eleştirilerini Kur’an’ın, ‘eskilerin masalları’ olduğu şeklinde değiştirmişlerdi.” (M. M. Ali, The Quran and the Orientalists, s. 14)
Sabiilerden alındı iddiası
Tisdall, “sabiilerin İslam’a tesiri fazladır, namaz, oruç, fıtır bayramı bunlardan alınıştır.” der. Ayrıca onların ‘kıyamet günü inançları olduğunu ama garip bir takım hayali fikirlerin bunlara karıştığını’ da ifade eder. Sabiiler Mekke’de yaşayan putperest bir topluluktur. Bunların fikirleri Kur’an ve hadislerce reddedilmiştir. Fikirlerini müşriklerden ayırt etmek güçtür. Melek ve yıldızları ilahlaştırmışlar, kestikleri kurbanların büyük değil küçük kısmını tanrıya, gerisini küçük ilahlara sunmuşlardır. Dualarında şirk unsurları çoktu. Sünnet olmazlar, ibadetlerini de İslam’ın yasakladığı zamanlarda (Güneş doğar, batarken ve tam tepede iken) yaparlardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 269) Kızlarını putlara kurban ederlerdi. (G. Sale, Observations Hist. et Crit. sur le Mahometisme, s. 31; Draz, Initiation, au Coran, s. 63-66;İslam ansiklopedisi, Sabia maddesi) Allah her topluma peygamber göndererek İslam’ın aynısını onlara da tebliğ etmiş, bildirmiştir. Bozulan unsurlar dışında aslına uygun kalan kısımların daha sonra gelen ve bozulmamış hak din ile benzerlik göstermesi gayet doğaldır ki, bunu hiçbir Müslüman inkar etmez, aksine geçmiş tüm peygamberlere ve kitaplarını kabul etmek imanın esaslarındandır. Detay için, “İslam tüm dinlerin özüdür.” adlı yazımıza bakılabilir!
Hz Ömer’den alındığı iddiası
Dozy, Tarihi İslamiyet adlı eserinde vahiyler üzerinde Hz Ömer’in tesiri olduğunu iddia eder. Maxime Rodinson’da aynı şüpheyi dile getirir. Hz Ömer, kadınların örtünme, Hanımları ile Peygamberimizin aralarındaki hafif münakaşalar konusunda ve Hazreti İbrahim’in makamını namazgâh edinilmesi gibi konularda, söylediği sözler ile bu konularda inen ayetler arasında bir paralellik vardır. Hz Ömer, ‘Faruk’ lakabını alan, aklıselim sahibi, takvalı, ince anlayışlı bir insandır. İslam tarihinde de bu konular gizli kapaklı konular değildir ve ‘Muvafakat-ı Ömer’ adı ile kaynak kitaplarda bu konular geçmektedir (Ayetleri anlamaya yönelik yoğun çaba içerisine giren sahabilerin bazısı, basiret ve feraset özellikleri ile öne çıkmış, karşılaştıkları olaylar hakkında vardıkları kanaatler vahiy ile uyum içerisinde olmuştur. Peygamberimiz ashabı ile istişareler etmiş, kararlarını buna göre vermiştir. Bazen istişare yapılan konularda ayette indiği olurdu. Abdullah b. Ömer’in şu rivayeti de Hz. Ömer’in muvafakat hususunda sahâbe içerisindeki seçkin konumunu göstermektedir: “İnsanlar bir mesele ile karşılaştıkları zaman görüş beyan ederlerdi, aynı mesele hakkında Ömer de bir görüş beyan ederdi, ancak vahiy Ömer’in görüşüne uygun inerdi.” (Tirmizî, “Menâkıb”, 17) Fakat birçok hususta Hazreti Ömer’in görüş ve kanaatinin aksine ayetler de nazil olmuştur. Hz Ömer babasına yemin ederdi, bu yasaklanmış, o da vazgeçmiştir. Başka bir seferde Peygamberimiz, Hazreti Ömer’in görüşüne karşı olan kadının görüşünü desteklemiştir. Yine ‘sabah akşam rablerine dua edenleri kovma’ ayeti kerimesi, Hz Ömer tarafından belirtilen görüşe tamamen ters olarak nazil olmuş bir vahiydir. Peygamberimizden ayeti işitince Hz Ömer, efendimizin huzuruna geniş ve özür dilemiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 270, 272) Peygamberimiz gerektiği zamanlarda, Hz Ömer’e muhalefetten çekilmezdi. Hudeybiye Anlaşmasında Hazreti Ömer, ‘Sen Allah’ın elçisi değil misin? Niçin bu zilleti hakareti kabul ediyoruz?’ diye itiraz ettiği halde anlaşmayı imzalamış, Hz Ömer’de daha sonra hatasını ifade etmiştir. Hz Ömer, şiddet taraftarıydı, birçok kere İslam’a aykırı hareket eden düşmanların öldürülmesini Peygamberimizden istemiş, fakat her defasında Peygamberimiz bu isteği reddetmiş, insanlara doğruyu göstermiş ve irşada devam etmiştir. Bir seferinde Peygamberimizin yanında Hazreti Ömer ve Hazreti Ebubekir, bir konuda tartışırken, sesini yükseltmiş, bunun üzerine ayet gelmiş ve ‘sesinizi peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin’ ayeti inmiş. Hz Ömer’de daha sonra, peygamber efendimiz konuştuğunda öylesine açık sesle konuşurdu ki, ona gizli bir şey söylediği sarılırdı. (Buhari, tefsiri sure, 49, 1) Kur’an, sayılı konularda Hz Ömer’in görüşü ile paralellik gösterirken sayısız noktalarda onun inanç, ahlak ve yaşayışını düzeltmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 426) Hz Ömer her zaman peygambere iman etmiş, Peygamberimiz ve dini için bütün dünyaya meydan okumuş biridir. Hz Peygamberimizde İslam yolunda, dünyalık teklifleri elinin tersiyle itmiştir, mesela, kadın-makam ve para teklifine cevap olarak, ‘ Onlar güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar yine tebliğ görevimden vazgeçmem.’ diyerek mübarek gözlerinden yaş gelerek, hemen kalkıp gitmiş, teklifi reddetmiştir. (İbni Hişam, I/266; Taberi, Tarih, II/ 220)
Halk fikirlerinden alındığı iddiası
- Gibb, ‘Hz Muhammed doğup büyüdüğü muhitte dolaşan düşünce ve inançlar arasında yeni bir yol açmıştır.’ derken; M. Watt,’ Kur’an, kendisinden önce aydın Mekke’lilerce bilinen Araplara özel bir şekle bürünmüş Yahudi ve Hıristiyan fikirlerden yararlanmıştır. Kur’an’da yer alan temel fikirlerden hiçbir yoktur ki, Muhammed ve aydın çağdaşlarının aklında bulunmuş olmasın.’ der. ( Watt,el-vahyul İslami fil-asrıl-hadis, s. 83-84) Kur’an getirdiği düzen ile bütün Araplar için yeni bir sistem olduğunu açıkça vurgular. (Ali İmran, 44; Hud, 49; Yusuf, 3, 104; Kasas, 4-6) Müşrikler, sabiiler, Mecusiler, Yahudiler, Hristiyanlar her biri gerçeği kendilerine göre savunuyorlardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s s. 278) O, bütün bu inanç sistemlerini anlatmaya kalkmış olsaydı, Kur’an-ı Kerim ne korkunç bir kargaşaya şahit olurdu. (Draz, s. 130) Hz Muhammed’in kimisi temelden batıl-geçersiz, kimisi değiştirilmiş olan bu dini inançların malzemelerinden Kur’an’ı meydana getirdiğini iddia etmek ki, okuma yazma bile bilmeyen bu insan için bunu iddia etmek, çok gülünç bir iddiadır. Ümmi, okuma yazma bilmeyen, bilgisiz, vahşi, ahlaki zafiyetler içindeki bu insanların, inanç, fikir ve uygulamaları ile Hazreti Muhammed’e öğretmenlik-örneklik yaptığını iddia etmek mantıksızlıktır. Ayrıca Peygamberimiz yeni bir din getirmiş olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiştir, aksine İslam dininin, Hazreti İbrahim’in dini olduğunu ve önceki tüm peygamberlere nazil olan kitapları tasdik ettiğini Kur’an’daki bir ayet ve hadis ile açıkça ifade etmiştir. Hiçbir toplumun bütün örf ve uygulama uygulamaları tamamıyla kötü olamaz. Hz İsmail ve İbrahim asırlar boyu buralarda yaşamış, görüşleri bu topraklarda hayat bulmuştur. Bu hak dinden kalan izler, kalıntılar mutlaka halk arasında yaşaya gelecektir. İşte Kur’an, bu kalıntıları şirk ve cahiliyet enkazı altından çıkararak yeniden hayat bulmalarını sağlamış, değiştirenleri asli haline döndürmüş, geri kalan tüm inanç ve uygulamaları da yasaklamıştır. Cahiliye döneminde, kız çocukları diri diri gömülür, içki içilir ve kumar oynanır, zenginlere öncelik tanınır, ırkçılık- kabilecilik yapılır, faiz alınıp verilir, uğursuzluk inancı, kâhinlik gaipten haberi alma, şirk, fal okları, sihir ile insanlar meşgul olurdu. Melekleri Allah’ın kızları kabul edilirdi. Kur’an bu benzeri birçok kuralı değil kaynak kabul etmek ve bünyesine almak, tamamen ortadan kaldırmıştır! Kur’an yetim hakları, fakirlerin gözetilmesi, namaz, zekât gibi kurallar getirmiş; insanlık dışı esasları kaldırmış, yeni bir sistem getirmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 279, 280, 286) “İslam, Kur’an öncesi hayat tarzına aykırı yeni kurallar getirmiştir. Namaz, zekât, faiz, tefecilik gibi. İslam hukuku cahiliye toplumundan ayrı bir toplumun doğmasına neden olmuştur.” (Muhammed Mustafa el-A’zami, İslam fıkhı ve sünnet oryantalist Schacht’a reddiye, s 37, 44) Zaten William Muir’in “Arap inancının temeli Putperestlikti.” (The life of Mahomet, s. 83) tespiti bu iddiayı temelden çürütmektedir. Dolayısı ile putperestliği yıkan İslam nasıl Mekke’nin hayat tarzını benimsemiş olsun? “İslam’ın putperest Arabistan’da farklı bir yeni hareket olduğu ve bu iki topluluğun ideallerinin birbirlerine nasıl da taban tabana zıt olduğu unutulmamalıdır. Muhammed, yaşadığı dönemdeki toplumu, dini öğretilerini almaya hazır duruma bulmadı. Onlar, Allah’ın elçisi unvanı ile gelen birinin tebliğini kabule asla hazır değillerdi. Hz Muhammed’in öğretilerindeki temel prensipler, Arapların o zamana kadar çok değer verdiklerine karşı tam bir protesto mahiyetindeydi. O zamana kadar kötü gösterilen değerler fazilet olarak öğretiliyordu. Hz Peygamberin çağrısının en zor kısmı, ibadetin yalnızca Allah’a has kılınmasıdır. Bu Araplar tarafından bilinmiyordu. Bu da ayetleri anlamaya pek müsait olmadıkları anlamına geliyordu. İçki, kadın, müzik adı altında ahlaka aykırı ortamlar cahiliye dönemi Araplarının vazgeçilmezleri idi. Hz Peygamber ise bunların her birine ait emirlerin icrasında son derece müsamahasız ve tavizsiz idi.” (Thomas Walker Arnold, İslam’ın tebliğ tarihi, s. 68-70) Putperestliğin ortadan kaldırılması konusunda oryantalistlerin de itiraflarının içinde yer aldığı daha fazla bilgi için, ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza müracaat edilebilir.
Medine dönemindeki kaynaklar
Peygamberimizin, ehli kitabın birçok yanlışlarını açıkça ilan ettiği, yanlışlarını düzelttiği insanlardan bir şeyler öğrendiği iddiası mantıklı değildir. Ehli kitaptan birçok bilgin Müslüman olmuş, müşrikler de çok geçmeden İslam’a canla başla teslim olmuşlardır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 402) Hz Muhammed hicret ile birlikte eski putperest çevresinden ayrılarak yeni bir muhite, topluma girmiştir. Bu muhitte Yahudilerin ağırlığı bulunmakta idiler. Hareketleri göz önünden bir insanın bu yeni ortamda, başkalarından bazı bilgileri alıp ta onu Allah’a İsnat etmesi imkansız denecek derecede zordur. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 287) Kısaca, bu yeni Ortamın Hz Muhammed’in bilgilerini derinleştirip köklü bir karşılaştırmaya müsait bir zemin mi sağlamıştır, yoksa böyle bir imkanı büsbütün yitirmiş midir?! Mekke döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili hemen hemen bütün kıssalar tamamlanmıştı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 288, dipnot, 255: Kıssaların anlatıldığı Mekkî sure ve ayetler verilir!) Dolayısıyla bu yeni muhitte Hz Muhammed’in alacağı bir şey yoktur, onlarla ilgili düşünce sistemi daha önceden net bir biçimde ortaya çıkmıştı. Ehli kitap, vahiyden yüz çevirmiş, şeytan yoluna uymuş kimseler olarak Kur’an’da tarif edilir. Yahudiler, faiz, rüşvet ve yalanı mübah saydıkları için eleştirilir. Kur’an-ı Kerim’in böylesine şiddetle tenkit ettiği bir topluluğun ona model ve bilgi kaynağı olacağını düşünmek önyargı ifadesinden başka bir şey değildir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 289)
Medine civarındaki Yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı iddiası
Yahudiler
Medine’de Kaynuka, Nadir, kureyza Yahudileri vardı. Hayber ise Medine’ye 184 kilometre uzakta idi. Yahudiler kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri olduğunu ileri sürüyorlardı. (Maide, 18) Allah’ın taraf tuttuğu anlamına gelen bu anlayışın İslam’a kaynaklık etmesi mümkün müdür! İslam’ın kapıları ise sadece Yahudilere değil, iman ve salih amelle liyakat kazanan herkese açıktır. (Bakara, 62) Onlar Peygamberimize suikast düzenlemişler, peygamberimizin zor durumda bırakacak sorular sormuşlar, ortamlar oluşturmuşlardır. Her zaman İslam’a ve Müslümanlara mesafeli, hatta düşmanca davranmışlardır. Yahudi alimlerinin önderlerinden olan Abdullah bin Selam daha sonra Müslüman olmuştur. Yahudi bu alimin Müslüman olması bile tek başına Tevrat’ın Kur’an’ın kaynağı olmadığının göstergesidir. Ayrıca, Tevrat’la ilgili tüm hususlar Mekke’de nazil olmuştur. Medine’de ise çok az Hıristiyanlık dinine ait bilgiler indirilmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 291-292)
Hıristiyanlar
Medine’de Ebu Amir adında bir papaz vardı, Hz Muhammed Medine’ye hicret edince şehri terk etmiş, Mekke’ye yerleşmiştir. Kâfirleri de peygamberimiz aleyhine kışkırtılmış, Rum kralına kadar giderek yardım istemiş, Uhud Savaşı’na da katılmış ve daha sonra Şam’a sığınmış ve orada ölmüştür. Bu adamın veya fikirlerinin İslam’a kaynaklık etmesi mümkün müdür? Daha da ilginci öz oğlu Peygamberimize tabi olarak Müslüman olmuştur. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 294) Necran Hıristiyanları, 60 kişilik heyetle Medine’ye gelmişler, peygamberimizle münakaşalar yapmışlar, mübahele-lanetleşme teklifini göze alamayıp geri adım atmışlar, Peygamberimize cizye vermeyi kabul etmişlerdir. Heyet ülkesine döner dönmez başkanları ve papazları geri dönüp her ikisini de Müslüman olmuşlardır. (İbni Sad, Tabakatül- Kübra, 1/85; Hamidullah, Le Prophete de L’Islam, I/576) Hz Peygamberin huzuruna gelip, onunla kıyasıya tartışan, ileri sürdükleri görüşleri inen Kur’an ayetleri ile çürütülen, peygamberin üstünlüğünü ve İslam’ın hakimiyeti cizye vererek kabul eden daha sonra başkanları ve lider papazları Müslüman olan bir heyet ve temsilcileri, hiçbir suretle Kur’an’ın bilgi kaynağı olabilir mi? İsa’yı Hz Allah’ın oğlu kabul eden bir inanç, Tevhid dini olan İslam’la uzlaşabilir mi ? Kur’an meseleleri öyle hassas bir terazi ile bakar ki, Hazreti İsa’nın mucizevi doğumlu inkar etmez ama tanrının oğlu olduğu iddiasını da kabul etmez! Hz Muhammed Kur’an’ın yazarı olsaydı, Hz İsa’nın tanrılığını inkar ederken mucizevi doğumunu da inkar edebilir, bu problemli gözüken durumdan rahatlıkla kurtulabilirdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 295-297) Fakat böyle yapmaması bir yana Yahudiler tarafından Hazreti Meryem’e yöneltilen iftiraları da reddetmiştir. (Nisa, 155-160) Peygamberimiz Kur’an’da eski peygamberlerin mucizelerinden bahseder. Bu Müşrikler ve Yahudilerinde kendisinden mucize beklentilerine yol açar. Fakat her seferinde Peygamber Efendimiz kendisinin sadece elçi olan bir insan olduğunu (Ankebut, 50; Rad, 7; İsra, 59) belirterek onlara cevap verir. Hâlbuki önceki peygamberlerin mucizeleri inkar edebilirdi. Bu tutumu bile onun samimi ve haklılığını göstermez mi? Kur’an Hz İsa’nın çarmıha gerildiğini kabul etmez, günahların kefareti iddiasını reddeder. ‘Asli günah’ kavramının hiçbir zaman İslam’da yeri yoktur! İncil’in iddiasına göre İsa çarmıha gerilmiştir. Baş kâhinlerde, ‘başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor, tanrı onu istiyorsa şimdi kurtarsın, çünkü o ben Allah’ım oğluyum dedi.’ şeklindeki açıklamalarına karşılık, eğer Hz İsa, insanlığın günahını affettirmek amacıyla haç üzerinde ölmek için gelmiş olsaydı, onların bu olayları karşısında cevabı, ‘Allah’ın kendisini kurtulamayacağını, aksi halde aleme, dünyaya gelmesinin bir anlamının olmayacağını’ söylemesi gerekirdi. Halbuki onun cevabı şudur, ‘Eli eli, Lama Sabaktani?’ Yani, ‘Allah’ım Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ (Kitabı Mukaddes, Matta, bab, 27- 45, 46) İncillerin doğruluğunun derecesi, Peygamberimizin hadislerinin seviyesine bile ulaşamaz. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 298-299)
Kitab-ı Mukaddes’ten alındığı iddiası
Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit’i (İncil) kapsayan, Hristiyan inanışının temelini oluşturan ve Hristiyanlarca kutsal sayılan kitaptır. Tevrat’tın tesniye bölümünde Hz Musa’nın ölümünden bahsedilen yerler mevcuttur, aynı zamanda O’nun zamanı da mevcut olmayan birçok adetlerden kitapta bahsedilir. Bu da daha sonra yazıldığını gösterir. (Annemarie Schimmel, Dinler tarihine giriş, s. 101-101)1546’da toplanan ‘Merano’ Ruhani Meclisi, kutsal kitabın Allah’ın kelamı olduğunda şüphe edilmesini yasaklamıştır! Tevrat’ın asıl dili olan İbranice dilinde bir nüshası yoktur. Meşhur üç nüshası vardır. Bunlar da birbirleriyle çelişkili ve tutarsızdır. İncil, ‘Müjde’ anlamına gelir. İlk nüshaları ortadan kaybolmuştur. Kur’an’a, aralarında birçok farklılıklar ve içerikleri çelişkiler dolu olan İncillerin kaynaklık teşkil etmesi mümkün olamaz. İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini kaldırmıştır diyenler, Kur’an için bunu neden kabul etmezler. Kitabı Mukaddes, Kur’an’ın kaynağı olsa idi, temel dini konularda birbirlerine muhalif görüşler ileri sürmemeleri gerekiyordu. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 303-304) Kur’an ve K. Mukaddes farklılıkları için ‘İncil, Papa’ adlı yazımıza bakılabilir.
Kur’an ile kitabı Mukaddes arasındaki ilişki
Aslında Kur’an ile diğer ilahi kitaplar arasında özde tam bir paralellik vardır. Hz Muhammed’e eski peygamberlerin yoluna tabi olma emretmiştir. (En’am, 90) Kur’an, ilahi kitapların bozulma veya çelişkilerden kurtarılması amacıyla gönderilmiştir. İslam’ın en temel hedefi de budur! Bu konu ‘İslam tüm dinlerin özüdür.’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Hazreti Musa dünyevi bir hâkimiyet, Hz. İsa ise daha çok ahlaki ilkeler ile ön plana çıkmıştır. Kur’an bu ikisini birleştirmiştir. (Prof. A. Hatip, İddialara cevaplar, s.304-306) Margoliouth, kutsal kitaplardaki çelişkileri kabul eder ve buna bir hipotez ( Colouring by the medium) ile cevap bulmaya çalışır: Hipotezinin özeti, vahiy gelen peygamberler kendi özel aklı ve üslubu ile vahiyleri belli bir şekle sokar. Bu şu demektir, kitabı Mukaddes’te yanlış, çelişki vardır ama bu yanlışlıklar ilahi değil söz konusu aracılardan/peygamberlerden kaynaklanmaktadır! Peygamberlerinin fuhuş yaptığını kabul eden, putperestliği savunan bir kitaptaki bu çelişkileri bu şekilde savunmaktan başka çaresi kalmayan oryantalistlere Peygamberimizin cevabını tekrar hatırlatalım! ‘ Siz Allah’tan daha mı iyi biliyorsunuz?’ (Bakara, 140) Kur’an, Allah’ın ilahi kitabıdır. Tevrat ve İncil ise tahrife uğramıştır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 308) Bir kere Kur’an ile Kitabı Mukaddes arasında, kıssaları anlatma metodunda, üsluplarında açık bir şekilde farklılık görülmektedir. Kur’an ibret, öğüt, düşünme, peygamberliği tasdik ve peygamberi teselli amacıyla kıssalara yer verir, detayları üzerinde durmaz. “Tevrat belli bir kavmin, İncil’de bir ferdin tarihi ile ilgili birer tarih kitabı görünümündedir.” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 309) Kur’an’ın amacı tahrif edilen kitapları özüne döndürmek, karışık ve bozukluklardan kurtarmaktır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 311) Kitabı Mukaddes’te Allah’ın şanına ve tevhid inancına yakışmayan ifadeler bulunur: Pişman olması, uyuması, güreşte yenilmesi gibi. Tekvin 3/8 -10: Allah – haşa – cennette gezerken, Adem ve Havva ağaçların arasına gizlenir. Adem’e, ‘sen neredesin.’ diye seslenir: Saklananı göremeyen bir tanrı! Yakup güreşte tanrıya yenince, tanrı gitmek istediğinde Yakup, ‘beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam.’ (Tekvin, 32/25-31; 35/9-10) der; Aciz bir tanrı! Yahudiler Mısır’dan çıkacakları vakit Tanrı Hz Musa’ya, onların komşularından gümüş ve altın süs eşyaları ile elbise istemelerini emretmiş, bu emir üzerine Yahudiler bunları isteyip almışlar ve böylece Mısırları soymuşlar! (Huruç, 11/2 ;12/35,36) Haşa, hırsızların başı bir tanrı! Tevrat’ta şöyle söylenir Tanrı, ‘babaların günahını oğullarında üçüncü ve dördüncü nesle kadar arayacak.’: Kindar bir tanrı! (Huruç, 20/5) Kitabı Mukaddes’te bazı peygamberler sarhoş veya zina eden olarak tasvir edilir. Başka bir peygamber, ordu komutanı olan Uryan’ın karısını beğenip, sarhoş edip onunla yattığı ifade edilir. (Tekvin, 19/33) Devamına, ‘İncil, Papa’ adlı yazımızdan ulaşılabilir! Hâlbuki Peygamberler bu gibi iftiralardan münezzehtirler. Kur’an onları en güzel özelliklerle tanıtır, salih, ahlaklı, örnek şahsiyetler olarak bizlere sunar. Dolayısıyla oryantalistlere şöyle seslenmek gerekir herhalde, ‘Tevrat, İncil ile Kur’an tabii ki farklı olacak! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 316) Yahudiler haddi, ahlak sınırlarını aşmışlar, Hıristiyanlar ise ruhbanlığı icat etmişlerdir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 322) Cahil bir toplumdan bir insanın çıkıp, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin ağızlarından işitip ezberlediği şeylerle, peygamberlik davasına ve bunları biraz değiştirerek yine onlara satmaya kalkıştığını kabul etmek aklın kabul edeceği bir şey değildir! Bazı ayetlerin, kitabı Mukaddes ile uygunluk arz edip etmemesi, İslam dini aleyhine bir delil teşkil etmez! Eğer uygun iseler, Kur’an’ın önceki İlahi kitapları tasdik ettiğini gösterir; değil ise bu kitabı Mukaddes’in tahrif edilmesinden ileri gelir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 322)
İç kaynaklar (Hz Muhammed’in şahsi ile ilgili kaynaklar)
Oryantalistlere göre Kur’an, Hazreti Muhammed’in sözüdür. Aralarındaki ihtilaf sadece, Kur’an’ı ortaya koyarken başka ‘hangi kaynaklardan yararlandığı’ konusundadır! Bu iddia, dolayısıyla Hz Muhammed’in kişisel veya toplumsal bir takım hedefleri amaçladığı ithamına dayanmaktadır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 323)
Şahsi emellerini gerçekleştirmek için sözlerini ilahi bir kaynağa dayandırdığı iddiası
Peygamberimiz savaş ganimetlerin beşte birini almaya hak sahibi idi ama bunları gazileri donatmak, elçileri karşılamak ağırlamak, köleleri hürriyetine kavuşturmak, Müslüman köleleri satın alıp özgür kılmak, masrafı karşılayıp hacca gidemeyeceklerin hac masraflarını karşılamak, kefaret vermesi gerektiği halde buna parası olmayanlar için, bunları harcardı. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 325) Bir hadisi Şerif’te Peygamberimiz, ‘Allah’ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak beşte birdir. Bu beşte bir de yine size iade edilmektedir.’ buyurmuştur. (Nesai, Fey, 6; İbni Hişam II/492) “Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, sadakaların toplanmasında görevli olanlar, kalpleri kazanılacak olanlar, âzat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur. Allah bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe, 60) Bu konu ayrıca, ‘Kur’an’da çelişki yoktur’ adlı yazımızda ele alınmıştır. Peygamberimiz dünya hayatını önem vermezdi, gelir ve giderlerini harcadığı yerler ise zaten bellidir! Damadı Hz Ali, bir Yahudi’nin yanında sucu olarak çalışmış, kızı Fatıma hizmetçi istediğinde eli boş dönmüştür. (Buhari, Nefakât, 7) Ölüm döşeğinde iken Hz Aişe’nin yanında muhafaza edilen 8-9 altını, Hz Ali vasıtasıyla fakirlere dağıtılmıştır. (Ahmed, Müsned, VI/104) Dünya malı asla onun düşüncesinde olmamıştır. Detay için, ‘HZ Muhammed neden çok hanımla evlenmiştir’ adlı yazımıza bakılabilir.
Liderlik tutkusuyla vahiy uydurmaya sevk ettiği iddiası
Bu yeni bir iddia değildir. Firavun da Hazreti Musa’ya benzer ithamlarda bulunmuştur: “Yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz, sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor bu adam.” (Yunus, 78; Müminun, 24) Allah’ın hangi kulu, insanları, toplumu, milleti doğru yola çağırmaya gayret etmişse, ona derhal iktidar hırsıyla gözü dönmüştür damgası vurulmuştur. (A. Hatip, İddialara cevap, s 327) Peygamberimiz Hendek Savaşı’nda hendek kazmaya bil-fiil iştirak etmiştir. Çetin, zor, uzun Tebük seferinde ordusunun başında önde yürümüştür. Sultanlar gibi kendisine yol açılmasını sevmez (Şevkani, N. Evtar, V/48) ve yabancı milletlerin liderlerini aşırı derecede övdükleri gibi kendisini yüceltmemelerini söylerdi. (Ebu Davud, edeb, 152) Sahabelerin arkasında namaz bile kıldığı olmuş, bir burukluk hissetmemişti. (İ. Hişam, Sire, II/653) Bir kerecik olsun bir hizmetçisine Kötü davranmamıştır. (Ebu Davud, Edeb, 4) Bedevi bir Arap bir keresinde gömleğinden çekerek mübarek vücudunu incitmiş ve beraberinde getirdiği iki deve yükü kadar mal istemiştir. Bu kabalık karşısında bile onu cezalandırmamış ve bedevinin istediğini vermiştir. (Ahmed, Müsned, III/210) Hz İsa’yı yüceltmeleri gibi kendisini yüceltmemelerini istemiş, kendisinin sadece Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu belirtmiştir. (Kastalani, el-Mevahibul Ledünniyye, s. 189) Carlyle, ‘gelecek hırsı mı? Bütün dünyanın taçları bu insan için ne fark eder? O’nun işitmek istediği şey yeryüzünde değil yukarıdaki göklerin sesidir. Bütün dünya taçları, saltanatları, şanları, şerefleri kısa bir zaman sonra ne olacaktır? Hiç!’ (Carlyle, s. 23) Dostları kadar düşmanları da peygamber efendimizin, doğruluğuna şahitlik etmektedirler. Ebu Süfyan, Herakliyus’un, ‘O yalan söylemiş midir, aldatmış mıdır?’ sorularına ‘Hayır’’ cevabını vermek zorunda kalmıştır. (Buhari, Bed’ül vahiy, 6; Müslim, Cihat, 74)
Kâhin olduğu iddiası
Robinson, Mahome adlı eserinde, Kur’an’a ve Hazreti Muhammed’e atılan tüm iftiraları tek tek sıralar, ustaca zannettiği bir manevra ile o görüşleri benimsemediği izlenimini vermeye çalışır. Onun görüşü, ‘Kur’an’ın cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettikleri ile tamamı ile özdeş bir kitap olduğu’ şeklindedir. (Rodinson, s. 82) İşin ilginci, Rodinson bir paragraf sonra büyük bir çelişkiye düşerek,’ bir Kâhin değildir Muhammed’ ifadesini de kullanabilmektedir! Kâhin, ‘Gaipten haber getiren falcı’ demektir. Kâhinler puthanelerde otururlardı. Her birisinin kendisini özel bir putu vardı ve ona hizmet ederdi. Kehanet ücreti olarak ta büyük paralar alırlardı. Müslüman olduktan sonra birçoğu yaptıkları hileleri bizzat kendileri itiraf etmişlerdir. Müddessir, ‘bürünüp sarınan’, Müzzemmil ‘örtünüp bürünen’ anlamlarına gelir. Tor Andrae, ‘Pek çok kâhin, ilham almak istediklerinde, başlarını örterlerdi, Muhammed’de aynı şeyi yapmıştır’ der. (Tor, Mahonet, s. 28) Halbuki hiçbir kaynakta Hz Peygamberin vahiy geldiğinde özel bir kıyafete büründüğüne dair bir bilgi yoktur. ‘Peygamberin bir örtüye sarılması, bir vahiy almak için değil, vahiy esnasında duyduğu heybet, manevi ağırlıktan dolayı böyle bir şeye sarılma ihtiyacı duymasındandır. Yani bu önce olan bir şey değil, sonrasında üstünün örtülmesini istemesi söz konusudur; örtünme, sebep değil sonuçtur.’ (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 332) Müşriklerin önderlerinden Velid bin Muğire bile, ‘Hayır, vallahi o kahin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür.’ demiştir. (İbni Hişam, I/ 270) “Yusuf Ziya Yörükan, Vahyin gelişini Dr. Dozy,’nin isteri, Sprenger,’in tasavvuf, L. Caetani’nin kahinlerde olduğu gibi cin ve şeytan işi olduğu iddialarına cevap verir. Kitab-ı Mukaddes’te, ‘Rab, Musa’ya dedi ki: O’na rabbin meleği çalı içinde ateş aleviyle göründü.’ (Huruc, bab, 3) ve İncil’de birçok yerde İsa’nın cinlerle görüşmelerini örnek göstererek cevaplandırır. İlk zamanlarda cinlenme iddiasını Mekkeli müşriklerde dillendirmiş ama sonra hepsi bütün kalpleri ile İslam’ı kabul etmiş ve Hz Muhammed’i takip etmişlerdir.” (Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 55) Bir insan, çok ileri emellerinin kalmadığı 40 yaşından sonra bütün dünyayı hatta bütün kabilesini, akrabalarını karşısına alıp da sonu görünmeyen bir maceraya atılmaz. Hz Peygamberin, hedefleri, Allah’ın emir ve iradesine dayandığı için, oryantalistler gibi aciz bir insanlara cüretkârane, atakça görünebilir, fakat davasında güç ve kuvvetini, kainatın yaratıcısından alan Hazreti Muhammed’e, ‘Güneşi sağ elime, ayıda sol elime verseniz, davamdan yine de vazgeçmem.’ sözünü (Sîretu İbn Hişam, I/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, I/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, I/474; Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile, II/63; Taberî, II2/218-220) dedirten imanın oryantalistler tarafından idrak edilip, takdir edilmesi elbette beklenemez. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 335)
Şair olduğu iddiası
Mekke’li müşriklerin ileri sürdüğü iddiaların tamamı çağımız oryantalistleri tarafından da aynen tekrar edilmiştir, değişen tek şey, gerekçelerdir! “Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benziyor.” (Bakara, 118) Hz Ömer anlatıyor, Müslüman olmadan önce Resulullah ile tartışma için bir gün evden çıktım. Hakka suresini okumaya başladı, içimden ‘bu bir şairdir’ diye düşündüm. Rasulüllah hemen, ‘muhakkak o Kur’an Allah’ın indirdiği bir sözdür. O bir şair sözü değildir.’ (Hakka, 40-41) ayetini okudu. O zaman ben, ‘bu bir kahindir’ diye düşündüm ki, Resulullah, ‘O bir kahin sözü de değildir, alemlerin rabbinden indirilmedir.’ (Hakka, 42-43) ayetini okudu. İşte o gün kalbim İslam’a karşı iyice yumuşamıştı. (İbni Kesir, tefsir, ilgili ayetler) Şairler çoğu zaman hayal aleminde dolaşırlar, duygusal davranırlar. Arap şairler genellikle, aşk, seks, içki, savaş, ırkçılık gibi konuları işlerlerdi. Ayrıca aşırı sözler, yalanlar, iftiralar, alay, övünme gibi şeylere çok meraklıydılar. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 339)
Hz Muhammed’in farkında olmaksızın kendi kendisini aldattığı ve gördüklerinin hayal olduğu iddiası
Kur’an O’nun bir takım ruhi tezahürlerinin eseri olamaz mı? O bir mecnun olabilir mi? Vahiy meleği halüsinasyon olabilir mi? Sözleri bilinçaltına itilmiş bir takım arzuların dışa yansıması olabilir mi? Aslında bu ithamlar yeni değildir. Müşrikler de Peygamberimize mecnun demişlerdir! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 341) Goldziher, ilahi vahyi inkar eder, Hz Muhammed’in anlattıklarının, “Yahudi veya Hıristiyan bilgilerinin karışımıdır, bunlar onun ruhumun derinliklerini inmiş ve kalbinin kendisine mal ettiği bir inanç halini almıştır, sonuçta vahye bir vasıta olduğuna samimi olarak inanır hale gelmiştir.” der. (Golziher, Le Dogme et la Loi de L’Islam, s. 3) Eğer Hz Muhammed Kur’an’ın kaynağı olsa idi bunu iftiharla kendisine nispet eder, kendisine kutsiyet isnat edebilirdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Halbuki O, Muhammed’ül-Emin idi; Hılfu’l-Fudul’a üye idi; Kabe hakemliği olayında Hacerü’l-Esved taşını yerine bizzat o koymuştu: Doğruluğu, güvenilirliği ile çevresinde isim yapmış ve akıl ve hikmeti olan bir zat olarak tanınmıştı. Son derece akıllı ve hikmete uygun görüşleri vardı. Utbe tarafından kendisine sunulan, mal ve hükümdarlık önerisini de, Fussilet suresinin baş tarafını okuyarak reddeden o değil miydi? Böyle bir zat Mecnun olabilir mi? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 348) Müşrikler O’nun bu yeni hal ve tutumuna bir türlü bir anlam veremiyorlardı. Bunun içinde çelişkilere düşerek, aynı anda birbirine zıt ithamlarda bulunuyorlardı. Bu da onların iddialarında samimi olmadıklarının delili idi ki delilik isnadı, Hz Nuh’a da, Musa’ya da yönetilmişti. (Müminun, 25; Şuara, 27)
Ruh hastası olduğu iddiası
Oryantalistler, vahyin inişi esnasında hazreti peygamberde görülen bir takım tezahürlere bakarak, onu sara veya benzeri sinirsel hastalıklara maruz bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz Muhammed’e gelen vahiy şekilleri çok değişiktir: Sadık rüyalar, kalbine ilham olması, Cebrail’in genç bir insan suretinde gelmesi, çıngırak sesi şeklinde, Cebrail’in gerçek şekli ile görülmesi, doğrudan doğruya arada bir perde olmak şartıyla Allah ile konuşarak gibi. ((A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 3414) Çok soğuk günlerde bile ter taneleri, mübarek alnında inci taneleri gibi parlardı. (Buhari, Betül Vahy, 2; Tirmizi , menakıb, 7) Zeyd bin Sabit’in dizi Hz Peygamberin dizinin altında bulunuyordu. Zeyd, vahiy gelince peygamberimizin dizinin ağırlığını öyle şiddetli hissettiği ki, neredeyse dizileri kırılacak gibi oldu. “Vallahi yanımdaki Rasulullah olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.” der. (Ebû Dâvûd, Cihad, 20; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/190,191; Buhari, Salat, 12; Tirmizi, tefsir, 4,19) Rivayetlerden anlaşıldığına göre vahiy ağır bir iştir. Normal bir insan, insanüstü bir mesaj almaktadır! Bu konulardaki rivayetlerin asılsız olması ihtimalden çok çok uzaktır. Bu rivayetlerin Hz Peygamberi övücü veya yüceltici bir tarafı bulunmadığı gibi, bu kadar çok rivayetin asılsız olduğunu kabul etmekte zordur. Eğer raviler oryantalistlerin iddia ettikleri gibi, peygamberimiz için bir övgü düşünseydiler, meleklerin semavi güzellikleri ile peygamberimize indiğini, nefes alıp verir gibi kolaylık da vahiy aldığını ve vahiy sırasında yüzünün parlak bir nurla parladığı vb. gibi iddialarda bulunabilirlerdi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 345) Paris Üniversitesinden A. Baire de Boismont, Des Hallucinations adıyla yazdığı eserin 551. sayfasında şunları aktarır: “Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Rensulen, Muhammed hakkında şu tespiti yapar: “Kendi şahsi çıkarını terk ile tercih edip o kadar fedakârlıklarıyla bütün bir kavmin din konularında ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap meydana getirmiş olan zat, asla mecnun belli değildir. Bu fikirler ve putperestliği devirip yerine biricik ve ruhani bir Allah dinini ikame eden bu zat mecnun değildir.”
Sara hastası olduğu iddiası
“Beşerin/insanın beşer sıfatları altında Allah Teâlâ’nın hitabına muhatap olması güçtür. Yine bu sıfatlarla meleklerle karşılaşmakta kolay bir şey değildir. Böyle bir irtibat ancak beşeriyetten sıyrılıp, melekût âlemine girmekle mümkün olabilir. İşte Hz. Peygamber’in bu beşeri sıfatlardan sıyrılıp, vahiy alır duruma gelmesi, onda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Allah’ın sözünü dinlemek kendisine bir nevi heyecan ve korku verdiğinden Hz. Peygamber’in vahiy esnasında vücudu titrer, yüzünün rengi değişirdi. Vahiy esnasında en soğuk günlerde bile alnı terler, nefes alırken horultuya benzer bir ses çıkarırdı. Peygamberimizin yanında bulunanlar bile vahyin etkisi altında kalırlardı. Bu konuda şu haberler nakledilmektedir: Hz. Aişe (r.a), “Rasulullah’ı soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şıpır şıpır ter akardı” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1) demiştir. Hz. Peygamber (sav)’de meydana gelen bu tür değişik halleri gören Kureyşliler, bazen O’na kâhin (Hâkka, 41-43) bazen sihirbaz, bazen de şâir ve mecnun (Saffat, 36) demişlerdi. O’nda görülen bu halleri birçok Avrupalı müsteşrik sara illeti zannetmişlerdi. Bütün bu iddialar, onun manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu iddianın batıllığını şu şekilde açıklayabiliriz: Saralı, nöbetten sonra bütün uzuvlarında şiddetli bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür. Peygamberimize vahiy esnasında arız olan hal saradan dolayı olsaydı buna üzülür, geçmesi halinde ise sevinirdi. Fakat durum bunun aksinedir. Nitekim vahyin kesildiği fetret döneminde, iştiyakla vahiy meleğini aramıştır. Ayrıca vahiy, her zaman kendinden geçme, hırıltı gibi değişiklikleri ortaya çıkarmıyordu. Bazen melek, insan suretinde geliyordu. Rasulullah onun Cibrîl olduğunu bildiği halde, normal hâli devam ediyordu. Yine tıbben sâbittir ki, saralı, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen kaybeder, etrafında olup bitenin farkına varmaz, kendisine ne olduğunu bilmez, şuuru durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (sav) vahyi müteakip insanlara hukukun, ahlâkın, ibadetin, edebî ifadenin, öğütlerin en mükemmellerini ihtiva eden Kur’an ayetlerini tebliğ etmiştir. Bir benzerini getirmekten bütün insanları âciz bırakan bir kelâm, hiç saralının eseri olabilir mi? Üstelik bu dünyadan yüz binlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde böylesine bir din getiren, makul esaslar ve sözler söyleyen, bir muvazene örneği olan şahsiyete rastlanmamıştır.” (Prof. Dr. Mehmet Soysaldı, Vahiy Esnasında Hz. Peygamber, kastamonur.com) “Oysa mantık açısından değerlendirdiğimizde; bazen Hz. Peygamber’in verdiği hükümler Yüce Allah tarafından onaylanmayarak değişikliğe maruz kalmıştır. Nitekim Bedir’de Resulullah esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması taraftarıydı, ancak “Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye) den dolayı size büyük bir azap dokunurdu” (Enfal, 68) ayeti nazil olmuş ve bu hükmün doğru olmadığı beyan edilmiştir. Kur’an’ı Kerim’in değişik ayetlerinde de Resulullah’ı uyaran ayetleri bulunmaktadır. (Örneğin: et-Tevbe, 9/4, 113; et- Tahrîm, 66/1; Abese, 80/1. Bu konuda ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazımızı da tavsiye ederiz.) Eğer gerçekten oryantalistlerin iddia ettikleri gibi Kur’an’ın yazarı Hz. Muhammed (sav) olsaydı söz konusu ayetleri Kur’an’a almayabilirdi.” (Alper Ahmedov, Yüksek lisans tezi, Osmanlı sonrası Bulgaristan’da Kur’an çalışmaları, s. 121)
Bartold, Avrupalı oryantalistler arasında o zamana kadar yaygın olan “sara hastası” iddialarının doğru olmadığını, çünkü öyle hastaların hallerinin onda müşahede edilmediğini ve öğretilerinin sağlıklı olduğunu söylemiştir. (Vasilij Viladimiroviç Bartold, İslam, s. 17) Oryantalist Maxime Rodinson’da Hz. Muhammed’in saralı olduğu iddiasını tamamen reddeder. (R. Arnaldez, Peygamberin tasviri, s.76-78) Lord John Davenport de, “Sara nöbetine uğradığına dair tekrarlanan söylentiler, Yunanlıların bir uydurmasıdır.” (Lord John Davenport, Hz Muhammed ve Kur’an’ı kerim, s. 12; Prof A. Demircan, Oryantalistlerin siyere yaklaşımı, s. 223, 242) der. M. G. Watt, “Epilepsi iddiası sağduyudan yoksundur, sadece cehalet ve ön yargıya dayalıdır. (Watt, Muhammed Mekke’de, s, 95) derken, İslam düşmanı Leone Caetani “Muhammed’in saralı olmadığı sabittir. (Caetani, İslam tarihi, s. 255) itirafında bulunur. Emily Dermenghem, “Babinski, bu iddianın yanlış olduğunu ortaya koymuştur.” (Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s.16); Emily Dermenghem, “saralı halini iddia etmek gülünçtür.” (Dermenghem, Hz Muhammed ve Risaleti, s. 291) derler. “Birçok oryantalistte bu görüşü reddeder. Başpiskopos Tor Andrae, ünlü tarihçi Caesar Farah, Marksist oryantalist Maxime Rodinson, Hıristiyan İslam tarihçisi Montogomery Watt gibi.” (Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, Oxford University Press. s. 19) “O zaman doktor var mıydı, evet vardı. Medine’de Haris İbni Kelde adıyla Cundi Shapur üniversitesinden mezun olan bir doktor çalışıyordu. Hz Muhammed’i de hemen her gün görüyordu. John Devenport, “Muhammed’in Sara nöbetlerine tutulduğuna dair olan söylentiler, Yahudilerin alçakça uydurmalarıdır.” (Mehmet Ali Derman, Çürütme (reddiye), s. 48, 73) Alfrede Guillaume bu iddiayı şiddetle reddeder! Bunu yaparken, Hz Peygamberin sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhi dengelilik, siyasi ufuk genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Dini tecrübenin psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü söyler. (Guillaume, Islam, s. 25) R. V. C. Bodley: “Kur’an’ın her kelimesi vahiyler nazil olduktan sonra tamamıyla, berrak zihin ve düşünce ile dikte ettirilmiş, yazılmıştır. Bir saralının sara nöbetinden zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak katiyen çıkmadığını her tıp mensubu teyit edecektir. Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya bir kanun koyucu yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi yapmamıştır. Bilhassa o zamanlarda böyle bir hal, ona sahip olanı, yarı çılgın veya düpedüz çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikat aklı başında ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, o da Hz Muhammed idi.” (Bodley, the Messenger, The Life of muhammed, s.64) der. Orhan Hançerlioğlu’nun, ‘Ruhbilim sözlüğü’nde: “Sara, yere düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi ile beliren bir sinir hastalığıdır. Zihinde bir zedelenme ya da ur sonucudur. Büyük nöbet bir buçuk dakika kadar süren kasılma ile olur, sonra hasta yere düşer, bilincini yitirir, vücudundaki tüm kaslar kasılır, yüzü morarır, dilini ısırır, kol ve bacaklar ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi bunu izler. İdrarını kaçırır. Saralı kişilik, çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan bir ruh yapısına sahiptir.” (Hançerlioğlu, s. 323) diye sara hastalığını tarif eder. “Hz Muhammed’de düşme, çırpınma, ağız köpürmesi görülmemiştir. Tarih, soyundan sarılı birini de kaydedilmemiş. Dilini ısırması, kol bacaklarında kasılmalar-gevşemeler, çığlık atmak, yere düşmek ve benzeri hiçbir sara hastalığı özelliği onda görülmemiştir. İnsanlar tarafından sevilmemek, ürkeklik, çekingenlik gibi bir özellik de asla onun için ileri sürülemez. Sarsılmaz bir azim ve kararlılık onda vardı. Engin bir cesarete sahipti. Ticaret yapmış, aile kurmuş, devlet yönetmiş, kumandanlık, imamlık yapmıştır. Tüm bu kimlikleri ile hep hayatın içinde bulunmuş, hep önder ve rehber olmuştur. Vahiy hali geçer geçmez, vahyin inişine sebep olan probleme cevap verir, Arap edebiyatının görebildiği en üstün bir edebi ifade ile vahiy halka duyururdu. Eğer vahyin tezahürleri, sara hastalığının göstergelerinden olsaydı, bizzat sahabelerin tepkisi hemen kendisine koşmak, onu kurtarmak şeklinde olacaktı, fakat hiçbir zaman bu böyle olmamıştır. Eğer böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta iken, bir değneğe dayanırken, otururken veya bir hayvan üzerinde iken ansızın gelen vahiy onu yere düşürüldü ama asla böyle bir şey olmamıştır. Sara hastası olsaydı, Hira mağarası mağarasında tek başına nasıl gecelerce kalabiliyordu? Öyle ya orası taş ve kayalıktı. Tarihi onu, peygamberlikten öncede anormal yaşayış, garip davranışlar gösteren bir olarak kaydetmemiştir. Mekkeli müşriklerde kendisini sara hastası olmakla nitelendirmemişlerdir, bunu ancak onu hiç görmeyen, yüzlerce yıl sonra Bizans Hıristiyanları fark edebilmiştir.(!) Sözlerinden ilim, şefkat, muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık örneği olan Hz Muhammed’i bir saralı karakter olarak ileri sürmek, bir hezeyandır! (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 349-351)
Histeri ve Nevrasteniye yakalandığı iddiası
Rudi Pret’in “Kaleme aldığı siyer kitabı birçok açıdan hayal kırıklığına uğratıcıdır. Eserinde ilmi inceleme şartları gözetlenmemiştir.” (Paret, Dirasetu’l-İslamiyye ve’l-Arabiyye fil-camiatul-Almaniyye, s. 22) dediği Sprenger ‘Muhammed histerik bir adamdı’ demektedir. Bu konuda Nevrasteni ve histerinin ne olduğunu Ruhbilim sözlüğünden öğrenelim: “Nevrasteni, bedensel ve ruhsal güçsüzlük hastalığıdır. Unutkanlıkla başlar, baş ağrısı gözükür, sıkıntı, keyifsizlik, durgunluk ve hastalık hastalığı eğilimleri belirtilerindendir.” (Hançerlioğlu, s. 258) Histeri ise, “histeri nöbetleri ile kendini gösterir, hasta birden bire çığlık atarak veya ağlayarak kendini yerlere atar. Bedende çırpınmalar baş gösterir. Hasta nöbetten ağlama veya gülme kriziyle açılır. Kıpırdadıkça bağırır, bulantı ve kusmalar gözükür. Hasta birçok korku hisseder, görme bozukluğu yaşar. Histerikler gösterişçi ve yalana eğilimlidirler.” (Hançerlioğlu, s. 260) Histeri şiddetliyse genellikle delilik ile sonuçlanır. Bazen histeri ve sara birlikte olabilir. (New Medical Dictionary, Hysteria) “Bu belirtilerin hiçbirinin Hz Muhammed’in hayatı ile uzaktan yakından alakası yoktur. O, son derece dengeli bir hayat yaşamış idi. Hayatı boyunca sağlığı tam olarak yerindeydi, karşılaştığı türlü türlü sıkıntılara rağmen, herhangi bir hastalık çektiğini göremiyoruz; hafızası da dillere destan idi, görme bozukluğundan şikâyeti yoktu. Onun hayatında tek bir fobi, korku gösterilemez! Sürekli olarak kendisine musallat olan ve hayatını normal düzeni içerisinde yaşamasına ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan, tek bir fikir gösterilemez. Bu sinirsel hastalıklara maruz kalsaydı, doğal tepkisi bir çare arama şeklinde olurdu. Yirmi üç senede Resulullah sayısız eziyetlere, komplolara ve değişik inanç sahiplerinin savaş ve mücadelelerine hedef olmuştur: Hahamlar, papazlar, keşişler, komutanlar, servet sahibi tüccarlar, kabile reisleri ve hükümdarlar önce kendisine savaş açmış sonrada ona iman etmişlerdir. Dostları, ashabı her ve durumda kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan insanlardı, onlar kör müydüler, onun hasta olduğunu fark etmediler mi?” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 355, 357) Jules Barthélemy-Saint Hilaire tarafından yazılan ‘Muhammed ve Kur’an’ adlı kitabın 99-101. Sayfalarında bu konuda şöyle denmektedir: “Muhammed’in bu garip hali, sırf fizyolojik ve hastalık sebepleri ile açıklanmak edilmek istendi. Güya çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Muhammed’in histerik olduğuna inanan Sprenger onu Sudenberg ile kıyaslar. Fakat Sudenberg ancak hiçbir şey tesis etmemiş garip bir insan idi. Onda dine benzeyen bir şey yoktur. ‘Ben Muhammed’in histeri veya sara olmadığını itiraf ederim.’ Şüphesiz O’nda başka bir şey vardı, o ne yalancı, ne de bilinç bozukluğu olan biri değildir.”
Hallucination iddiası
Gerçekte bulunmayanı algılama hastalığıdır. Algı hastalığı üçe ayrılır: Var olanın yanlış algılaması (illusion). Paranoyaklık, alkol çıldırmaları görülen ve seslerin küfür gibi algılandığı, nesnelerin yılan gibi görüldüğü hastalık ise hallucinose hastalığıdır. Hallucinationda ise ortada bir şey yoktur. Aslı olmayan şeyleri görme, duyma, hissetme hastalığıdır. Özellikle alkol çıldırılarında baş gösterir. Afyon veya esrar kullanımında hasta bazı sesler duyar. Uzun süreli esrar kullanımında koku kaybı da gözükür. Özellikle alkol ve kokainmanlarda dokunma hallucinationlara rastlanır. Deride yanma, acı hissedilir. (Hançerlioğlu, s. 322-323) İddiaya cevaplar: “Birincisi: Bir hastalığın teşhisi muayene edilmesine bağlıdır. Tahlil yapılır incelemeler, kontroller ve takipler sonunda teşhis konur. Kulaktan dolma bilgilerle, hastalık teşhisi konmaya kalkışmak gerçekçi olmaz. Hele 14 asır önceki birçok bilgi tahrif edilip, bozularak bir teşhiste bulunma gayretine girilmesi, bilimin ve tıbbın kurallarına aykırıdır. İkincisi: Birbiriyle sürekli savaşan Arapları, önce birbirine kardeş yapıp, putperestliği ve çirkin adetleri ortadan kaldıran, birçok savaşlara kumandanlık eden, din ve dünya işleri ile ilgili kurallar koyan, barbarlığı medeniyete dönüştüren, insanlara kıyamet gününe kadar bir yol gösteren birisi hasta ve vehimli bir adam olamaz. Üçüncüsü: ‘Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirseydik, o dağı paramparça olmuş görürdün.’ (Haşr, 21-22); ‘Biz senin üzerine ağır olan sözü, Kur’an’ı indireceğiz.’ (Müzemmil, 5) ayetlerinin işaret ettiği gibi; vahiy almak zor bir görevdir! Dördüncüsü: Vefat hastalığından başka bir hastalık geçilmediği, tarih kitaplarında olan, alkol-uyuşturucu kullanmak şöyle dursun, Hz Muhammed’in bunları yasakladığını herkese bilir. İslam düşmanı Renan bile itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip olmamıştır.” (E. Renan, Mahomet et les origines de L’Islamisme, s. 1080) Beşinci: Hallucination, gerçekten bulunmayana görme hastalığıdır. Peygamberimiz Cebrail’de dahil birçok meleği görmüştür. Bütün peygamberlerde aynı gerçeği dile getirmiştir. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberleri içinde söz konusu olmuyor da, neden dost ve düşmanın ittifakıyla son derece zeki (Fetanet), dürüst (Emin) ve sağlıklı olan Hz Muhammed için söz konusu ediliyor? Bunu dini taassuptan başka bir şey ile izah etmek mümkün müdür? Altıncısı: Hz Peygamber kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine gördüğünün vehim olabileceğini düşündü, araştırdı, zamanla kesin kanaate vardı. Yedincisi: Peygamberimizin istediği halde vahiy gelmediği durumlar pek çoktur. Peygamberimizin kendi içtihadıyla fetva verip, daha sonra, söylediğinden farklı bir çözümle vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hazreti Muhammed bu görevine farkında olmaksızın da olsa bir katkıda bulunmamıştır! Kur’an hazreti peygamber herhangi bir konu üzerinde yoğunlaştığı sırada inmiyor, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde, Hz Peygamberin karşısına çıkan değişik problemleri ele almak, çözüme kavuşturmak amacıyla iniyordu. Sekizincisi: Vahiy tek bir biçimde inmemiştir. Bu da birçok hastalık iddiasını boşa çıkarır. Dokuzuncusu: Zeyd bin Sabit’in vahiy esnasında dizilerinin ağırlığını hissetmesi, deve üzerinde iken inen vahyin, devenin çökmesine sebep olması, sahabenin vahiy esnasında arı vızıltısına benzeyen ses duyması, tüm bunlar vehim, hayal değildir. Aksine bir realite olarak, başka insanlar tarafından da hissedilen gerçeklerdir. Onuncusu: Kur’an’da birçok gaybî haber, bilimsel tespitler vardır. Bunları hallucination ile izah etmek mümkün değildir. On birincisi: Hallucination; yaratan, tek ilah inancı, hayatın bir amacı olduğu fikri, insanın mesuliyeti prensiplerini içeren bir dini açıklamaya yeterli olabilir mi? On ikincisi: Acaba bütün Arap Yarımadası’nda hallucinationa bir tek Hazreti Muhammed mi yakalandı ki, bu Araplara çok yeni ve orijinal olarak geldi de, ona inanıp iman ettiler? Bu hastalığa tutulan başka hiç kimse, böyle bir sistem kuramadı. Bunu yalnızca Muhammed mi başardı? On üçüncü: Müşriklerin iddiaları birbirini yalanlayan, çürüten, çok farklı iddialardan oluşur. Hz Muhammed’e yönelttikleri ithamlarda kararsızlıklar: Ona, ‘sihirbaz, şair, mecnun’ dediler, ne bir ithamda karar kılabildiler, ne dediklerinden birisini ispat edebildiler. Sonunda tüm bu ithamlardan dönüp, Müslüman oldular. Böylece kendi kendilerini de yalanlamış oldular!” (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 359-364)
Bilinçaltındaki arzularının dışa yansıdığı iddiası
Oryantalistler vahiy kaynağı olarak gizli arzulardan ve şuur altındaki isteklerden söz ediyorlar. Onlara göre Kur’an, gizli arzularını tatmin ve ruhen büyük sıkıntı çektiği bu ağırlıkları hafifletmek üzere kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz Muhammed’den kaynaklanmıştır. Hâlbuki vahiy çoğu zaman, Hazreti peygamberin arzularına açık ve hiçbir taviz ve hafifletme göstermeden, güçlü bir biçimde karşı koymuştur: Amcası Ebu Talib’i seviyordu, onun Müslüman olarak can vermesini çok temenni ediyordu. Öyle olduğu halde, neden amcasının kelime-i şahadet getirdiğini belirten bir vahiy vehmetmedi? Aksine vahiy, Allah’tan bağışlama bile dilemesine izin vermemişti. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 365) Zeynep Binti Cahş ile evliliği konusunda ayet “Sen insanlardan korkuyorsun. Oysa Allah kendisinden korkulmaya daha lâyıktır.” (Ahzap, 37) şeklinde iner. Hz Ayşe, ‘Eğer Hz Peygamber vahiyden bir şey gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi.’ demiştir. (Buhari, Tevhid, 22 ; Müslim, İman, 288) Hz Hamza şehit edilmişti Uhud Savaşı’nda. Ciğerleri dişlenmiş, burnu, kulakları kesilmişti. Ebu Süfyan, cansız yerde yatan Hazreti Hamza’nın vücuduna mızrağı ile vurmuş, ‘Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin cezasın.’ demişti. Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz Peygamber, ‘Allah Kureyş’e karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan 30 adamı aynı şekilde ‘müsle’ yapacağına.’ yemin etmişti. Müslümanlarda ant içmişti. Ama nasıl vahiy indi? ‘Ceza verilecekse yapılanın misliyle ceza verilmesini, bununla birlikte sabır ettikleri takdirde bunun kendileri için daha hayırlı olacağını belirten bir ayet (Nahl, 126- 127) iner. Hz Peygamber de sabrı tercih ederek, savaşta öldürülenlerin organların kesilmesini yasaklar. (İbni Hişam, II/96) Bu çirkin işi gerçekleştiren Hint ve Ebu Süfyan daha sonra ele geçirilmiş ama bunların öldürülmesi gibi bir olay vuku bulmamıştır. Vahşi de Müslüman olmuş ve peygamberimiz Müslümanlığını kabul etmişti, sadece fazla gözüne görünmemesini istemiştir. (İbni Hişam, II/72) Görüldüğü gibi aradan geçen onca yıla rağmen Hazreti Hamza’nın hatırası ve ölüm acısı Peygamberimizin ruhumda bütün tazeliği ile duruyordu, ama ne intikam almasına, ne de almamasına ilişkin herhangi bir vahiy gelmiyor. Bu mu bilinçaltındaki arzuların tefsiri? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 367) Peygamberimiz, Allah’ın annesi için bağışlanma dilemesine müsaade etmediğini belirtmiştir. Peygamberimiz, en azından konuşmayıp, gizlenmesinde bir sakınca olmayan bu gibi özel işlerini bile doğru olarak ifade eder, herkese açıklardı. Bu bile onun peygamberliğinin doğruluğuna delil teşkil etmez mi? (Şevkani, Neylül-Evtar, 4/109) Vahiy, Hz Muhammed’in gizli arzularını bir yansıması olsaydı, annesinin ahiret hayatında güllük gülistanlık akıbetini canlandıran bir tablo ortaya koyamaz mıydı? “Sırf Rabbimiz Allah’tır, dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarın” çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri almalarına ilişkin bir vahiy neden inmedi? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 368) Oğlu İbrahim vefat ettiği gün neden, bütün kâinatın da bu üzüntüye ortak olduğuna dair bir ayet inmedi? Oysa O gün güneşte tutulmuştu, herkeste İbrahim öldüğü için bu olayın olduğuna inanmıştı. Ama Peygamberimizin cevabı ne oldu? ” Güneşin ve ayın, hiç kimsenin ne doğumu ve de ölümünden dolayı tutulmayacağını.” (Buhari, Küsuf,1; Müslim, Küsuf, 6; Ebu Davud, istiska, 3; Nesai, Küsuf, 6; İbni Mace; ikame 152) ilan etmek olmuştur. Bununla da bitmiyor, aksine birçok ayet (Nur, 6-9; Mücadele 1; Enfal 67; Tevbe, 80; Hakka, 44; İsra, 74) Peygamber’in yaptığı bazı davranışların yanlış olduğunu ifade etmiştir. Rodinson bile onun huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların takdirini kazanmış olduğunu itiraf etmekte ve onu ruhi ve sinirsel hastalıklarla itham edenlerin görüşünü reddetmektedir. (Mahomet, s. 49-53)
Eksik bir mistik makamın ürünü olduğu iddiası
Maxime Rodinson’a göre Hz Muhammed zahidine birtakım eğitimlere sahiptir. Her türlü zevkleri reddeden ve uzun uzun namaz ve ibadetler yolunu tutan bu hayat sebebiyle, duyulan sesler eşliğinde kendisine keşif görünmeye başlar. Muhammed bir mistiğin oluşmasına tam elverişli bir mizaca sahipti. -Başka oryantalistler de onu, tam aksine şehvetperest olarak ilan ederler!- Mistikler, Teopatik hal durumuna geçince tanrı ile kendisini bir hisseder. Robinson, Muhammed’in bu hale hiç geçmediğini söyler. “O, Tanrı’dan daima ayrı görecektir kendini” der. (Rodinson, Mahomet, s. 105-107) Kendisi Marksist olup hiçbir ruhi ve manevi güce inanmayan Rodinson’un, tamamen manevi, ruhi ve ilahi hakikatler üzerine bina edilebilecek böyle bir tespite nasıl vardığını insan merak etmiyor değil? Hz Muhammed ile aynı şartlara sahip yüz binlerce insan hayat sahnesine ayak basmış ve ömür müddetini tamamladıktan sonra bu dünyadan çekilmiştir. Acaba neden onlardan biri Kur’an gibi bir eser ortaya okuyamamış, İslam gibi bir sistem tesis edememiştir. Ayrıca Rodinson’un iddiasının aksine, İslam mutasavvıfları Hz Muhammed’i örnek almışlardı, ruhbanlık ise İslamiyet’te reddedilmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 375-376)
Hira Mağarasında Gördüklerinin bazı olaylar karşısında duyduğu şiddetli üzüntü, korku sonucu meydana geldiği iddiası
Oryantalist Bouquet, Hz Muhammed’in Hira Mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da iki erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddeti üzüntüye bağlar. (Comparative Religion, s. 266) Ledit ise, bunu oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağ başında içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna dayandırır. ( J. Charles Ledit, Mahomet, s. 110) Rodinson ise, Hz Muhammed’in zenginlerden intikam almak istediğini iddia eder. (Rodinson, s. 78, 109) Hz Hatice vefat ettikten sonra Hz. Ayşe’ye, ‘Allah’ın kendisine Hazreti Hatice’den daha hayırlı bir eş vermediğine yemin ederek ve hiçbir hanımın kendisiyle yarışamayacağı faziletlerini’ sayarak, Hz Hatice’nin büyüklüğünü, yıllar sonra bile unutmadığını göstermiştir. (Buhari, nikah, 108; Müslim, fedail sahabe, 74; Tirmizi, Birr, 70; İbni Mace, nikah, 56; Ahmet, Müsned, VI/115) Peygamberimiz güçlenip, düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık kompleksi taşıyan küçük ruhlu insanlar gibi, zenginlerin mallarını ellerinden almamıştır. O, zengin ile fakiri eşit tutmuştur, yeter ki Mümin olsunlar. Irving, “Ne gibi bir şerefin arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliği ile kavmi arasında sosyal mevkii zaten yüksekti. Üstelik ünlü Kureyş kabilelerinin en asil koluna mensuptu. Mekke’de Kabe hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu.” (W. Irving, Mahomet and His Successors, s. 195) der. Peygamberimiz kız ve erkek çocuk ayrımı yapmamıştır. Peygamberimizin erkek çocuğu vefat edince, Mekkeli müşrikler kendisiyle alay etmişlerdir ama bu Hz Muhammed’in yeni bir din getirmesinden sonra olmuştur, yoksa daha önce Mekkeli müşrikler kendisine saygı gösteriliyordu. Yani Peygamber olmadan önce alay ile muhatap olmamış, peygamberliğinden sonra, bu yeni getirdiği din sebebi ile eleştirilmiş , bu arada çocuklarının vefatından dolayı alaya alınmıştır. Uzletten, cinlerden korkan birisi, neden her sene peş peşe, hem de gecelerce, bu yalnızlığı tercih etsin? 23 sene boyunca kendisine vahiy gelmeye devam edişini nasıl açıklayabiliriz? Bu zaman zarfında, büyük çoğunlukta arkadaşların arasında ve gündüzün ortasında vahiy olayı gerçekleşir. Ortada ne ifritlerin korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri söz konusuydu. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 379-380)
Kur’an muhtevasının, içeriğinin kaynağına delaleti
İhmal edilmemesi, gereken bir konu da Kuran’ın içeriğine bakarak kaynağına işaret ve deliller bulmaktır. Söz söyleyenin aynasıdır, kişinin söz ve yazılarında onun tabiatı açıkça görünür. Kur’an okuyucusunun ilk anda fark edeceği, açık bir ilahi heybet, azamet ve sayfalarda konuşan, emreden, yasaklayan, teşvik eden, teselli de bulunan ve yol gösteren yüce bir zat’ın bulunduğudur. Ayrıca onda geçmiş, gelecekle ilgili gaybî haberler bulunur. Bir takım bilimsel gerçekler Kur’an’da yer alır. Kuran’da ilahi bir otorite ve azametin açıkça göze çarpar. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 383) Okuma yazması olmayan bir çobanın, yıllarca bir profesör gibi konuşup, onun ilgi alanına giren konularda ahkâm kesmesi, buna karşılık açık vermemesi mümkün müdür? Bir insanın – haşa- 23 sene gibi uzun bir zaman, hatta aradan geçen 1400 küsur sene boyunca Allah adına konuşması, buna milyarlarca insanı inandırması mümkün müdür? Allah’ın sanatını ne kadar mükemmel, güzel, üstünse Allah’ın kelamı da, insanların kelamından o derece daha üstün, harikadır. Çünkü kelam, kuvvet ve üstünlüğünü mütekellimden-konuşanından alır. Kur’an’ın satırları arasında uluhiyetin ceberrut, kibriya ve azametini güneş gibi parıldadığını görürüz. (Örnekler, s. 384 386: Hud, 44; Fussilat, 11;Yasin, 82; Bakara ,34; Kaf, 6-11; Meryem, 68-72; Taha, 13-16; Müminun, 64-67; İsra, 71-75;Enam, 94; Nahl, 45-50 vd.) Ayetlerde açıkça, ilahi soluk hissedilir. Yalancı sahtekarların düşmanları karşısında, gönüllerini teselli edecek birisine ihtiyaç olduğunu itiraf etmeleri mümkün değildir, zira bu bir zaaftır. Kur’an bununla doludur! İsra, 71-75; Furkan, 32 gibi. Hz Muhammed çok önceden tedbirini alıp Kur’an’a bir ayet yerleştirerek, dilediğini yapmada serbest bırakıldığını ileri sürebilirdi. Kur’an ne diyor? ‘Sakın şüphe edenlerden olma.’ ( Bakara, 147) Hz Muhammed kendisine inen vahiyden şüphelenmekten, kendi kendisini sakındırmayı düşünmesi mümkün müdür? (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 387-388) Sahtekâr bir insanın en son başvuracağı, bir itiraftır! İnsanın yazdıkları da beşeri bir karakter vardır. Peygamberimize zulüm yapıldı, öldürmeyi planladılar, büyük yalnızlıklar, yoksulluklar çekti, sefalet içinde yaşadı, üst üste savaşlara katıldı, amcası şehit edildi… Acaba Ebu Talib’in hesapsız olarak cennete girdiğini bildiren bir vahiy uydurarak herkese ilan etmekten onu alıkoyan neydi? Peygamberin kişisel arzu ve duyguları başka Kur’an ise başkadır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 390) Hz Hatice’nin dünyadan Göçtüğü yıl, üzüntü yılı ilan edilir Hz Peygamber onun vefatından sonra sürekli olarak onu hayırla anmıştır. Hz Ayşe onun anılmasından kıskançlık bile duyardı. Kur’an’da bu sevginin akisleri nerede? Halbuki Hz Meryem Kur’an’da birçok yerde anılıyor, firavunun karısından bile söz ediliyor! Hz Hamza’da çok trajik bir şekilde öldürülmüştür. Hz İbrahim; oğlu vefat etmiş, cenazede yürümekte zorlanmış, gözlerinden yaşlar akmıştır, fakat Kur’an-ı kerime bakın, bağrı yanık bir babanın içini dökebilecek bir tek kelime olsun, konuya dair bir şey göremezsiniz! Onun sevinçlerinin de izlerine rastlayamazsınız, ne zafer karşısında beşeri coşku, ne de yenilgi karşısında insan üzüntüden asla eser görülmez Kur’an’da. Bedir Savaşı kazanılmıştır, Ali İmran suresi 123. ve 127. ayetlerde zaferin sevincinden hiç bir şey görülmez. Ayetler Allah’ın Müslümanlara olan nimetini ve onlar güçsüzken yardım ettiğini atlatmaktan başka bir şey söylemez, ‘savaşta onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü.’ denir. Uhud Savaşı’nda bozgunun sorumluluğundan sıyrılmak için herhangi bir tartışma veya çekişme görülmez Kur’an’da. Okçulara, ‘netice ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları’ emredildiği halde, sonucunda acı bir bozguna meydan veren yerlerini terk etme olayı gerçekleşmiştir. Kur’an bu olayı bakın nasıl ele alır: ‘ Şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış.’ Eğer bu Kur’an Hz Muhammed’den olsaydı, bu durumu fırsat bilir, muhaliflerine çok acımasız bir biçimde yüklenir ve istişareyi zorbalığa dönüştürebilir. Fakat Kur’an, alemlerin Rabbinden geldiği için, ona daha fazla istişare emrediliyor. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 394 ) ‘Gaybın anahtarı Allah’ın katındadır.’ (En’am, 59) Kur’an’da geçmiş peygamberlerle ilgili birçok gaybi ( görülmeyen alem; geçmiş-gelecekle ilgili) haberler, kıssalar bulunmaktadır. Nuh peygambere ait haberler için şöyle buyrulur: ‘Daha önce ne sen bunu biliyordun ve ne de kavmin.’ (Hud, 49) Musa peygamber ile ilgili de: ‘Hayır sen Ey Muhammed! Mukaddes vadinin batı tarafında değildin, o hadiseyi görenlerden de değildin.’ (Kasas, 44) Hz Meryem kıssası için, ‘Sen onların yanında değildin.’ (Ali İmran, 44) … Medine’ye hicretten sonra Yahudi ve Hıristiyanlarla karşı karşıya geldi. Onlar soru sorarak ve aldıkları cevaplar karşısında İslamiyet’e girdiler veya Necran Hıristiyanları gibileri de cizye verdiler. Kur’an-ı kerim, Hazreti Adem’den Saadet Asrına- peygamberimiz zamanına- kadar birçok haber vermiş, gelmiş geçmiş peygamberlerin durumlarını haber etmiştir. İncil ve Tevrat’la ittifak ettikleri noktalarda onları tasdik, onay; ihtilaf ettikleri konularda düzeltme yapmış ve gerçeği ortaya koymuştur. Kur’an hakimlik rolünü üstlenmiştir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 397) Kur’an geçmişe ait haberleri görürcesine, canlı bir şekilde tasvir eder; maksat, amaç, gaye okuyana bildirilir! Kur’an melekler, cinler, cennet, cehennem gibi konularda da haber verir, peygamberin bunu görmesine imkân yoktur. Normal bilgi edinme vasıtaları aracılığı ile öğrenemediğimiz bu konularda, ancak vahiy sayesinde aydınlanabiliyoruz. Kur’an münafıkların gizli amaçlarla kurduğu, Mescidi Dırar’ın gerçek yüzü hakkında peygamberimize bilgi vermiştir. (Tevbe 107-108) Kur’an gelecekle ilgilide haberler vermiştir. Haber verilen durumlar da aynen gerçekleşmiştir. Mesela, Bizanslılar ile İranlılar arasındaki savaş (Rum, 3-5) gibi. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 399) Oryantalist Safary yaptığı Kur’an tercümesinde, “Rum ve İran imparatorluklarının durumunu iyi bilen herhangi bir insan, dikkat ettiği takdirde böyle bir sonucu tahmin edebilirdi.” ( M. savary, Le Coran, s. 365) demektedir.nEğer hal böyle iken, neden Resulullah bunu bildi de, Hazreti Ebu Bekir ile yüz deve üzerine bahsine giren kavmi bilemedi? Savaşın dokuz seneyi geçmeyecek bir süre içerisinde meydana geleceğini, henüz yeni savaştan yenik çıkmış bir tarafın zaferi ile sonuçlanacağını haber vermesi ve bunun gerçekleşmesi bir mucizedir. Bu haber gerçek olarak ortaya çıkmasaydı, İslam’ın geleceği üzerinde en büyük tahribatı oluştururdu. Ebu Leheb’in ve eşinin cehennemlik olacağı Kuran’da bildirilmiştir (Tebbet, 1-5) ve onlar imansız olarak ölmüşlerdir. Maide, 67. Ayet “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Şeklinde indiğinde Peygamberimiz nöbetçilere, ‘ Gidin, Allah beni koruyacak.’ der -Teslimiyet ve imandaki derinliğe bakın! – ve Allah o’nu birçok düşmanından, etrafında koruma olmadığı halde korur da! (Beydavi, tefsir, nüzül sebebi, s. 401) Ehli Kitap’ın birçok yanlışını Hz Peygamber düzeltmiştir, ‘yanlışlarını düzelttiği insanlardan bilgi öğrenmesi makul, akli değildir.’ Ehli kitaptan birçok âlim Müslüman olmuş, müşriklerde çok geçmeden İslam’a canla başla teslim olmuşlardır. Müslümanların daha Mekke’de iken müşriklere galip gelecekleri, İslam dininin diğer bütün dinlere galip geleceği bildirilmiştir, hepsi aynen gerçekleşmiştir! Kur’an’da birçok bilimsel ayetler de vardır. Tarih, coğrafya, biyoloji, tıp, fizyoloji, kimya, fizik, astronomi… Doktor Maurice Bucaille, La Bible, le Coran et la science isimli kitabı bu konudaki örneklerle doludur. Üç ilahi-Semavi kitabı incelenmiş, içerikleri modern bilimin verileriyle karşılaştırılmış ve ‘Kur’an’ın modern dönemde ilmi bakımdan tenkit edilebilecek bir taraf ihtiva etmediğine, içermediğine kesin olarak kabule mecbur kaldım.’ sözünü yazar söylemiştir. (Bucaille, s. 13) Bu konularda ‘Kur’an ve bilim’ ve ‘Oryantalistler ve Hz Muhammed’ adlı yazılarımıza bakılabilir.
Sonuç
Oryantalistlerce ileri sürülen iddialar birtakım dini, siyasi, ideolojik ve sosyal kaygıların ürünüdür. Hazreti Muhammed halk arasında doğruluk ve güvenilirlik ile ün salmış, engin tevazu sahibi, yakın akrabaları, sahabeleri kendisine içtenlikle bağlı olan, her şeyini dini uğruna feda eden, Allah’tan emir aldığını anlar anlamaz her türlü tehlikeyi hatta ölümü göze alan, hak bildiğini haykıran, sade ama Yüce âlemler ile bağlantılı olan, kararlı tavizsiz bir şahsiyettir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 422) İlk vahiy karşısındaki telaşı, tepkisi, onun peygamber olma, bir kitap ortaya koymak konusunda önceden bir düşüncesinin bulunmadığını gösterir. İnen ayetleri hızlı hızlı tekrar ederek ezberlemeye çalışması, onun yapaylıktan tamamen uzak olduğunu, samimiyetini gösterir. En çok ihtiyaç duyduğu anlarda uzun süre vahiy gelmemesi, pek çok kez vahyin kendi arzusuna aykırı olarak inmesi, bazen kendisini ayetlerin tenkit etmesi ve bunun gerek kendi hayatı boyunca, gerekse ondan sonra yüzyıllarca dillerde tekrar ettirmesi de onun samimiyetinin delili, açık bir göstergesidir. Tarihte, kendisine ait çok kıymetli bir eseri başkasına mal eden kimse yoktur. Peygamberimizin Kur’an’a olan saygı ve bağlılığı, onu ezberleme ve korumaya gösterdiği titizliğe ve bunu kendi sözlerine; hadislerine göstermemesi; Kur’an’ın başka bir kaynaktan geldiğini gösterir. Hz. Muhammed’in, Allah’a isnat ve iftirada bulunması imkânsızdır. O, Allah’a son derece bağlı, ondan son derece korkan, emirlerine karşı gelmekten sonsuz derecede çekilen, onu razı etmek için ibadete son derece düşkün, ona sonsuz bir güven ve tevekkül ile bağlı olan birisidir. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 423) Hazreti Muhammed’in muhaliflerinin kararsız ve tutarsızlıkları, çelişkileri, zamanla pek çoğunun iddialarından vazgeçerek Müslüman olmalarına neden olmuştur. Bu onun peygamberliğinin delilidir. Mekke ve Medine dönemi farklı olduğu iddiası ortaya atılmış, Mekke’de Yahudi ve Hıristiyanlardan, Medine’de Yahudilerden, ticari yolculuklardan, şairlerden ve halk fikirlerinden, cahiliye inanç ve adetlerinden, sabiilerden, Hazreti Ömer’den; iç kaynaklar olarak, kendi şahsi düşüncelerinden, Arapları hurafelerden arındırma rolünü ifa etme gayesinden, şahsi veya toplumsal amaçlarından, dünya malına düşkünlüğünden, liderlik hırsı, cinsel arzuları, toplumu ıslah etme arzusu, zahidâne bir yaşantı yaşayıp zaruri ihtiyaçlarını dışındaki başka şeyleri muhtaçlara dağıtmasından, mecnun olduğu veya sara hastası, histeri, nevrasteni olduğundan… Tüm bunların sonucu, Kur’an’ın Muhammed tarafından yazıldığı iddiaları ortaya atıldı. Hâlbuki Kur’anı Kerim, gerek içerik, gerekse üslup bakımından, insani ölçü ve değerlerden uzaktır. Zaman üstü, ölçü ve değerleri yansıtır. Kur’an, ilahi ilmin projektörüyle geçmiş ve geleceğe nüfus ettiğini gösteren mutlak bir güvenle söz söyler. Kur’an geçmiş ve gelecek gaybi bilgileri ve bilimsel ayetleri ihtiva eder. Kur’an inananlarının da düşmanlarının da cazibe merkezi haline gelmiş ilahi bir kitaptır. İnsanın his, beden ve akıl dengesini sonsuz denecek derecede bir hassasiyetle koruyarak hükümlerini ortaya koymuş, emirlerini sunmuş ve hükümlerini ortaya koymuş ve uygulanmıştır. Yirmi üç sene gibi uzun bir zaman zarfında, çok değişik vesilelerle, zaman ve ortam bakımından birbirinden çok uzak şekilde indiği halde ayetler, yan yana konulduğu zaman, akıcılığından, insicamından, hiçbir şey yitirmemiştir. Aynı anda hem komutan, hem hâkim, hem hem din adamı, hem yönetici, hem aile reisi olan bir şahsın, bütün bu vesilelerle 23 sene gibi uzun bir zaman da çok değişik halet-i ruhiyelerde sarf ettiği sözlerinin, bir kitap bütünlüğü içinde bir araya getirildiğinde meydana gelecek karışıklığı göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an’ın beşer sözü olamayacağı gerçeği bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktır. (A. Hatip, İddialara cevaplar, s. 429-430)
Prof Dr. Abdülaziz Hatip, Kuran ve Hz Peygamber aleyhindeki iddialara cevaplar
Gelen bir soru ve cevabımız ekle ayrıca: mecaz
Selamün aleyküm hocam, bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: ‘(Güneş) Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır.’ Burada sanki dünya dönmüyor da güneş doğup batıyormuş gibi bir anlam çıkıyor, nasıl anlamalıyız bu hadisi?
Cevaben: A. selam Muhammed kardeşim. “Kur’an’da çelişki yoktur” ve Kur’an’da bilime aykırı olduğu iddia edilen ayetler” adlı yazılarımızda güneş-dünya ve yörüngeler hakkında bilgi verilmiştir. Peki, secde kavramını nasıl anlamalıyız? “Evrendeki her şey Müslim yani İlahi emirlere teslim olmuştur. Ondan aldıkları görevi yerine getirirler.” (İslam’da bilim ve Medenîyet, s. 19) Nahl suresi 79. ayette (Ayrıca Mülk, 19) de yüce yaradan ‘kuşu havada tutanın kendisi ‘ olduğunu bize bildirir. Aslında bu o kuşun uçması için gerekli tüm özelliklere işaret edip (havanın kaldırma kuvveti, sürtünme kuvveti, tüylerinin yapısı, ön gagasının yapısı vd.) dikkatleri o muhteşem düzene dikkat çekip, onu ayarlayana, eserden müessire; eseri yapana ulaşmamızı ister.
“Secde etmek, tesbih etmek”* gibi kavramlar iteat etmek, verilen görevi yapmak (İbnu Manzfır, III/204- 206) anlamlarına** gelir. Yani güneş, kendine verilen emri yerine getirir, ısı ve ışık yayar. Tâki, kıyamet gününe, her şeyin ters yüz olacağı, “güneşinde batıdan doğacağı” (Sünen-i İbni Mace, IX/4362) güne dek. Söz konusu hadisin devamında efendimiz: “Güneş, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yasin, 38) ayetini okur. (Tirmizi, Fiten, 22) Bu ise bilimsel bir mucizeye işaret eder yani, ancak yakın gelecekte bulunan, “güneşin de bir yörüngesinin olduğu” gerçeğine! Tabii, ateistler hadisin devamını yazmazlar! Yasin, 39. ayette Ay’ın da yörüngesi olduğu ifade edilir ki, bu da ayrı bir bilimsel mucizedir. Yasin. 40. ayette ise gece gündüz dengesine işaret edilir ve her birinin yörüngesi olduğu ifade edilir! * “Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 44);”Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmiştir. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Hadîd, 1); “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (Ra’d, 15); “Allah’ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri sağa ve sola dönmekte, Allah’a secde edip yere kapanmaktadır.” (Nahl, 48) Dikkat edilirse ayetler, sünnetullah olan tabiat kurallarına işaret ederek, secde terimi ile kurallara ve kurallardan da kuralı koyana dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Zaten birçok araştırmacı da bu ayetlerin yönlendirmesi ile astronomi çalışmalarına yönelmiştir. “Allah’ın yaratmayı nasıl başlattığını, Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini” (Ankebut, 19-20); “Gerçekten de yerlerin ve göklerin yaradılışında, gün ve gecenin uzayıp kısalmasında akıl sahipleri için muhakkak birçok işaretler vardır.” (Ali İmran, 190); “O yedi göğü kat kat yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözü(nü) çevir (de bir bak) hiçbir çatlaklık görüyor musun?” (Mülk, 3) vb. ayetler aslında, yaratılandan yaratana ulaşmamız için bizleri motive eder, yönlendirir. ** Secde Arapça sözlüklerde, ‘boyun eğmek’ anlamına gelir. Kur’an’da bu anlamda 80 yerde secde kelimesi ve türevleri geçer. (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “scd” md.) Ünlü sözlük sahibi Râgıb el-İsfahânî, Kur’an’daki secdeyi isteğe bağlı ve zorunlu secde olarak ikiye ayırır; ilki (sücûd bi’htiyâr) insana mahsus olup karşılığında mükâfat vardır. İkincisi (sücûdü teshîr) insan dahil olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların ‘Allah’ın koyduğu kanunlara boyun eğmesidir.’ (İsfahânî, el-Müfredât, “scd” md.) “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun?” (Hacc, 18) ayetini buna örnek verebiliriz. “Yaratılanların tesbihleri, Allah’a olan teslimiyetleridir.” (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü’t-Tefâsîr, III/319 vd.)
.
Soru: Bilindiği üzere iki vahiy katibi dinden dönmüş biri İbn-i Hatal diğeri ise Hz.Osman’ın süt kardeşi Abdullah Bin Sad.Ateistler İbn-i Hadal’ın öldürülüp Abdullah Bin Sad’ın bağışlanmasını peygamberimizin torpil yaptığı şeklinde yorumluyorlar.Bu şüphemi giderecek bir yorumunuzu var mı acaba?
CEVABEN
Halit kardeşim, Peygamberimizin 42 vahiy katibi var idi. Bunlardan biri olan Sa’d’ı, vahiy katipliği şımartır. Bir gün Medine çarşısına çıkıp: “Ben de peygamber oldum. Bana da vahiy geliyor!” demeye başladı. Bunu haber alan Resulüllah kendisini çağırttır. Çağrıya uymaz ve Mekke’ye kaçar. Resûlullah Mekke fethedilince, onun öldürülmesini emreder fakat süt kardeşi Hz. Osman onu himayesi altına alır ve efendimizden bu emanı tanımasını rica eder, Resûlullah da bu himayeyi tanır.” (Ebu Dâvud Hudud 1, (4358); Nesâî, Tahrimu’d-Dem 15, 7, 107) Bu olaydan sonra çok utanan Sa’d, devamlı efendimizden kaçar. Efendimiz haber gönderir, “Onun biatını almadım mı? Kendisine eman vermedim mi? Allah geçmiş günahlarını siler.” (Vâkıdî, Megâzî, II/856, 857) Abdullah b. Sa’d, yeniden Müslüman olduktan sonra, İslâmiyet amelleri ile Müslümanlığını güzelleştirmiş; ölünceye kadar, kendisinde kötü bir tutum ve davranış görülmemiş (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, V/60) Sadece hayır ve fazilet, iyi hallilik ve dindarlık görülmüş (İbn Hazm, Cevâmiu’s-a’re, s. 232) Mısır’ın fethine katılmış ve daha sonra Mısır’ı geri almak için gelen Bizans ordusunu da hezimete uğratmış ve: “Ey Allah’ım! Benim en son amelimi sabah namazı yap!” diyerek dua etmiştir ki duası kabul olunur ve sabaha namazında sola selam verirken ruhunu teslim etmiştir. (İbn Abdilberr, İstî’âb, III/920; İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, III/260; İbn Seyyid, Uyûn, II/175,176) İbn Hatal’ın ise Sa’d ile kıyaslanamayacak kadar çok suç işlemiştir. Sa’d, nefsine uyup, bir an için kibirlenip, haddi aşan sözler söyleyip, sonra utanarak kaçmıştır. İbni Hatal ise, peygamberimiz kendisini zekat ve sadaka tahsildarlığı vazifesine tayin ettiği zaman (İbn İshak, İbn Hişam, IV/52, Vâkıdî, II/829, Belâzurî, Ensâb, I/359, Taberî, III/119) Yanına verilen Müslüman bir hizmetçi sadece kendisi uyurken, kendisi de yorgunluktan uyuyup yemeğini yapmadığı için atılıp onu döve döve öldürmüştür. (İbn İshak, İbn Hişam, IV/52, Taberî, III/119) irtidat ederek topladığı zekat ve sadaka mallarını da yanına alıp Mekke´ye kaçmıştır. Mekkeli müşrikler, İbn Hatal´a: “Seni bizim yanımıza geri çeviren nedir?” diye sordukları zaman, İbn Hatal: “Sizin dininizden daha iyisini bulamadım!” diye cevap vermiştir. (Vâkıdî, II/859, Belâzurî, I/360) Müşrik olarak kalmakta devam etmiş İslam aleyhine içkili şarkılı ortamlarda şiirler söylemiş ve (Vâkıdî, Megâzî, II/860) Mekke’nin fethedileceği gün tepeden tırmağa kadar silahlanarak savaş için yola çıkmış ama Müslüman mücahitleri görünce içine korku düşmüş, titremeye başlamış, Kabe´ye kadar gidip atından inerek silahlarını çıkarmış, Kabe´nin örtüleri arasına girmiştir. Orada bu halde iken yakalanıp öldürülmüştür. (İbn Hişam, SîreIV/53, Taberî, Târih, III/120; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/424)
Efendimiz af etse torpil, cezasını verse (Haşa) câni/katil ilan edilmiş, iftira, önyargı dolu suçlamalara her zaman muhatap olmuştur. Dolayısı ile ateistleri memnun etmek mümkün değildir! Cevabı verseniz de onlar farklı açılardan aynı olaya bakıp eksik-hata aramaya devam ederler. Tabii ki gerçeği arayanlar bu cevaplar karşısında hakka teslim olurlar, bu da kişinin samimiyeti ile Allah’ın hidayet etmesine bağlıdır. (‘Allah kalpleri mühürler mi?’ başlıklı yazımız bu konuyu açıklamaktadır.)
Bilindiği üzere iki vahiy katibi dinden dönmüş biri İbn-i Hatal diğeri ise Hz.Osman’ın süt kardeşi Abdullah Bin Sad.Ateistler İbn-i Hadal’ın öldürülüp Abdullah Bin Sad’ın bağışlanmasını peygamberimizin torpil yaptığı şeklinde yorumluyorlar.Bu şüphemi giderecek bir yorumunuzu var mı acaba?
CEVABEN
Halit kardeşim,
Peygamberimizin 42 vahiy katibi var idi. Bunlardan biri olan Sa’d’ı, vahiy katipliği şımartır. Bir gün Medine çarşısına çıkıp: “Ben de peygamber oldum. Bana da vahiy geliyor!..” demeye başladı. Bunu haber alan Resulüllah kendisini çağırttır. Çağrıya uymaz ve Mekke’ye kaçar. Resûlullah Mekke fethedilince, onun öldürülmesini emreder fakat süt kardeşi Hz. Osman onu himayesi altına alır ve efendimizden bu emanı tanımasını rica eder, Resûlullah da bu himayeyi tanır.” ( Ebu Dâvud Hudud 1, (4358); Nesâî, Tahrimu’d-Dem 15, 7, 107) Bu olaydan sonra çok utanan Sa’d, devamlı efendimizden kaçar. Efendimiz haber gönderir, “Onun biatını almadım mı? Kendisine eman vermedim mi? Allah geçmiş günahlarını siler.” (Vâkıdî, Megâzî, 2/856, 857) Abdullah b. Sa’d, yeniden Müslüman olduktan sonra, İslâmiyet amelleri ile Müslümanlığını güzelleştirmiş; ölünceye kadar, kendisinde kötü bir tutum ve davranış görülmemiş (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 5/60) sadece hayır ve fazilet, iyi hallilik ve dindarlık görülmüş (İbn Hazm , Cevâmiu’s-a’re, s. 232) Mısır’ın fethine katılmış ve daha sonra Mısır’ı geri almak isiçi gelen Bizans ordusunu da hezimete uğratmış ve: “Ey Allah’ım! Benim en son amelimi sabah namazı yap!” diyerek dua etmiştir ki duası kabul olunur ve sabaha namazında sola selam verirken ruhunu teslim eder. ( İbn Abdilberr, 3/ 920; İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, 3/260; İbn Seyyid, Uyûn, 2/175,176)
İbn Hatal’ın ise Sa’d ile kıyaslanamayacak kadar çok suçu vardır. Sa’d, nefsine uyup, bir an için kibirlenip, haddi aşan sözler söyleyip, sonra utanarak kaçmıştır. İbni Hatal ise, peygamberimiz kendisini zekat ve sadaka tahsildarlığı vazifesine tayin ettiği zaman (İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 52, Vâkıdî, c.2, s. 829, Belâzurî, Ensâb, c. 1, s. 359, Taberî, c. 3, s. 119) Yanına verilen Müslüman bir hizmetçi (İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 52, Taberî, c. 3, s. 11 9) sadece kendisi uyurken, kendiside yorgunluktan uyuyup yemeğini yapmadığı için (İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 52, Vâkıdî, c.2, s. 859, Taberî, c. 3, s. 119.) üzerine atılıp (İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 52, Taberî, c. 3, s. 11 9.) onu döve döve (Vâkıdî, c. 2, s. 859, Belâzurî, c. 1, s. 360.) öldürmüştür. (İbn İshak, ibn.Hişam, c. 4, s. 52, Vâkıdî.c.2, s. 859, Belâzurî, c. 1, s. 360, Taberî, c. 3, s. 119.) Öldürdüğü zaman, kendi kendine: “Vallahi, Muhammed´in yanına varırsam, bu suçumdan dolayı beni öldürür!” demiş (Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 859, Belâzurî, c. 1, s. 360. ) ve irtidat ederek (İbn İshak, İbn Hişam, c. 4, s. 52, Vâkıdî, c.2, s. 859, Belâzurî, c. 1, s. 360, Taberî, c. 3, s. 119.) Topladığı zekat ve sadaka mallarını da yanına alıp Mekke´ye kaçmıştır. (Vâkıdî, c. 2, s. 859, Belâzurî, c. 1, s. 360.) Mekkeli müşrikler, İbn Hatal´a: “Seni bizim yanımıza geri çeviren nedir?” diye sordukları zaman, (Vâkıdî, c. 2, s. 859) İbn Hatal: “Sizin dininizden daha iyisini bulamadım!” diye cevap vermiştir. (Vâkıdî, c. 2, s. 859, 860, Belâzurî, c. 1, s. 360) müşrik olarak kalmakta devam etmiş (Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 860) İslam aleyhine içkili şarkılı ortamlarda şiirler söylemiş ve (Vâkıdî, Megâzî, c.2, s. 860.) Mekke’nin fethedileceği gün tepeden tırmağa kadar silahlanarak savaş için yola çıkmış ama Müslüman mücahidleri görünce içine korku düşmüş, titremeye başlamış, Kabe´ye kadar gidip atından inerek silahlarını çıkarmış, Kabe´nin örtüleri arasına girmiştir. Orada bu halde iken yakalanıp öldürülmüştür. (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 53, Taberî, Târih, c. 3, s. 120;Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 424)
Efendimiz af etse torpil, cezasını verse (Haşa ) câni/katil ilan edilmiş, iftira, önyargı, suçlamalara her zaman muhatap olmuştur. Dolayısı ile ateistleri memnun etmek mümkün değildir, cevabı verseniz de onlar başka açılardan aynı olaya bakıp eksik-hata aramaya devam ederler. Tabii ki gerçeği arayanlar bu cevaplar karşısında hakka teslim olurlar, bu da kişinin samimiyeti ile Allah’ın hidayet etmesine bağlıdır. ( Allah kalpleri mühürler mi?, başlıklı yazımıza müracaat)
selamlar
Allah sizden razı olsun.Sayenizde imanım hemen hemen kurtuldu sayılır.Hemen hemen diyorum çünkü başka bir iddia daha var.O da Hz.Muhammed (S.A.V)’in gerçekte yaşamadığı ve onun Emevilerden sonra uydurulmuş olduğu ateist forumun önümüze sunduğu iddialarının bazıları şunlar madde madde cevaplayıp bunun hakkında da yazı yazarsanız memnun kalırım.
1) Tevratı açın bakın ya da Talmud’u ki Buhari-Müslim müslümanlar için neyse Talmud da Yahudiler için odur. Orada da bir yığın savaş anlaşma vardır.Ama değil İsrailin antik Mısırdan çıkışı İsrailde bir Yahudi devletinin varlığı (Davut Süleyman,Süleymanın mabedi,Saba Melikesi….v.s) dahi tarihi kanıtlarla ispat edilememiştir.
2) Kuranda ancak bir iki isim geçer. Onların kim, ne olduğunu da hadisler anlatır. Bunların dışında hiçbir yazılı ve tarafsız -başka devletlerin kayıtları vb- dayanak yoktur.Çünkü aslında İslamın Arap yarımadası ile ilgisi yoktur.İslam, Mezopotamya dolaylarında, büyük olasılıkla Emeviler tarafından şekillendirilmiş, sonra Abbasilere geçmiş bir yönetim aracıdır.İlgili ayrıntılar için petra sözcüğünü barındıran yazıları arayabilirsiniz.Hadislerin bu konuda somut bir kanıt olarak varsayılmamasının nedeni; zaten o döneme ait olmaması, sonradan yazılmış olması. Bize 570-635 yıllarını kapsayan dönemden kalma bir belgenin var olduğunu söyleyin ki inanalım yaşadığına
3) Daha kabrinin tam olarak nerede olduğunun bilinmediğini geçtim.Onun zamanından kalma olduğu söylenen Bizans tebliğ mektubuna ya da en eski mushafa karbon testi yapılmasına dahi müsaade edilmiyor
CEVABEN
Öncelikle Allah hepimizden razı olsun Eyüp kardeşim. Hz Muhammed’in aslında yaşamadığı konusu dahil benzeri iddialar klasik oryantalist ithamların ateist ağzı ile tekrarından başka bir şey değil! Sitemizin zaten temel iddiası da bu: Ateistler, oryantalist fikirlerin içimizdeki borazanları olduğu gerçeğinin altının çizilmesi!
Mesela bu ( Hz Muhammed’in yaşamadığı ) iddiası ve dahası, oryantalist Caetani tarafından da ileri sürülmüştür, bu benzeri iddiaların cevaplarına ” islamicevaplar.com/oryantalist-leone-caetaninin-islam-tarihine-reddiye.html ” adresimizden ulaşabilirsiniz!
Gelelim sorularınıza.
1- Talmud hadislerin karşılığı olamaz, Talmud, Yahudilere göre, vahiy ürünüdür. Hadislerin tümü için ise bu asla söz konusu değildir. Yani daha başta, kıyas yanlış yapılmış! Davud, Süleyman gibi peygamberlerin yaşadığının kanıtı, her ilahi kitapta onlardan bahsedilmesidir. YAZILI metinler var, işlerine gelmediği için, kabul etmezler sonra da 2. soruda olduğu gibi, yazılı belge ararlar! Aslında bu sorunun temelini, ‘Tanrı İsa’nın tarihi delilini bir türlü bulamayan Hristiyan aleminin, bu sorunu zamanla diğer peygamberlere de yansıtılmasından başka bir şey değildir! ‘Tanrı İsa’ yoktu ki delilini bulsunlar, o da bir ‘insan ve peygamber’ idi: Bu ikilem hala Hristiyan aleminde paradoks olarak varlığını sürdürür. Ayrıca Belkıs’ın saray kalıntıları ve Süleyman mabedinin son duvarı arkeolojik olarak bulunmuştur ve özellikle duvar, binlerce yıldır ziyaretçi akınına uğramaktadır!
Bazı şeyler vardır ki, yazılı olmasa da varlığı kanıtlanabilir. Mesela, namaz kılmak! Biz Müslümanlar buna ‘Yaşayan Sünnet’ deriz, yani pratikte var olduğu her gün yapılarak nesilden nesile aktarılan bir dini ritüeldir, tıpkı bunun gibi peygamberlerin isim ve mücadeleleri nesillerdir insanlar arasında anlatılır, kitaplarda yazar ve peygamberlerce, hurafelerden arındırılarak yeniden aslî şekli ile insanlara örnek gösterilirler.
2- Hadisler delildir ve Kuran sabit, bozulmayan ilahi bir kitaptır; Bu konular, ‘Kuran’ın aslı yakıldı mı? ve Kuran’ın kaynağı nedir?’ ( islamicevaplar.com/kuranin-asli-yakildi-mi.htm , islamicevaplar.com/kuranin-kaynagi-nedir.html ) adlı yazılarımızda ve Sünnet- hadis konusundaki ( http://islamicevaplar.com/islam-fikhi-ve-sunnet-oryantalist-schachta-reddiye.html, http://islamicevaplar.com/oryantalist-hadis-anlayisi-ve-elestirisi.html, http://islamicevaplar.com/hadis-sunnet-mudafaasi.html ) yazılarımızda ele alınmıştır. İşte yazılı deliller! Ama ateist bunları nasıl vasıflandırıyor: ‘Tarafsız’ olmamakla! Bu da onların sorunu! Kuran’ın bozulmadığını ve hadislerin daha sonra uydurulmadığını, ki ateistlerden önce oryantalistler bunları iddia ediyorlardı, bizzat yine Hristiyan ve Yahudi olan bir çok oryantalist Kuran ve hadislerin yazılımını onaylamaktadırlar, önyargılı olmamak şartı ile insanlar gerçeği zamanla görebilmektedir…
İslam’ın Arabistanla ilgisi yokmuş ta emeviler ve Abbasiler uydurmuş! Yahu, Emevi ve Abbasiler Fransız mı onlar da Arap değil mi?Bari iddian mantıklı olsun be ateist!!! Mezopotamya sanki Amerika’da, Arabistan’ın yanı, o da ayrı bir garabet…! Ayrıca İslam bir dindir; yönetim aracı olarak sınırlamak olayı tamamen anlamamak ve saptırmaktan başka bir şeyle açıklanamaz! Petra Ürdün’de eski bir şehir, nasıl bağlantı kurdular açıklasalar da biz de aydınlansa idik!?…
Hadis konusundaki iddialar, defalarca belirttik, klasik oryantalist iddianın tekrarıdır ve cevapları da yukarıdaki yazılarımızda bulunmaktadır! Kuran 610 yılından itibaren yazılı olarak, ve ayrıca ezberlenerek, günümüze kadar gelmiştir, yazılı belge arayanlara hatırlatalım!
3- Peygamberimizin kabrinin yerinin bilinmemesi konusuna cevap bile vermeyeceğim. Çevre ülkelere gönderilen mektupların gerçekliğini tarafsız oryantalistler de kabul ediyor, hatta bazı oryantalistler, Kuran sadece Araplara gönderilmiş bir dindir, iddiasına başka oryantalistler cevap verirken ( Biz verince, tarafsız olmuyoruz !) bu mektupları da delil olarak gösterirler ve İslam’ın evrensel bir din olduğunu sonucuna varırlar! Şu an elimde okumakta olduğum ve siteye de özetini, bi-iznillah, aktaracağım; Thomas Walker Arnold tarafından yazılan ve İslam’ın kılıç ile yayılmadığını anlattığı, ‘İslam’ın tebliğ tarihi’ adlı kitapta, bu mektuplardan hareketle İslam’ın evrensel bir din olduğunu ilan etmektedir!
Açık olacağım Eyüp kardeşim, tek kişiyim ve belli bir sıra ile elimdeki eserleri okuyup siteye, konu ile alakalı yerlere serpiştiriyor ve özetlerini ayrıca ekliyorum. Mesela şu an, adını verdiğim eserin okuyor ve zamanla özetini aktarmaya çalışacağım, inşallah!
Elimdeki 10 kitap dışında, ayrıca yaklaşık bir o kadar da e-kitap bulunuyor. Şimdi sorduklarınızı tek tek ele alıp, kaynakları ile cevaplamak yerine, genel bir bakış açısı ile ithamlara cevap verdim. Ama ateistlerin çelişki dolu bakış açılarını gösterdiğim ve iddialarına yeterli cevaplar verdiğimi zannediyorum!
Allah nasip eder, elimdeki eserler biterse – ki her bitti dediğimde en az 3-5 kitap daha ekleniyor 🙁 – derinlemesine bu konuları da ele alırım inşallah.
Dua ediniz, selam ile.
Enam suresi 92 ayette ahirete inanlar bu kitabada inanir ve namaz kılarlar diyor ama hrıstiyanlarda ahirete inanıyo ama onlar kurana inanmaz?
CAN KARDEŞİM,
Kuran, bozulan İncil, Tevrat’ın orjinalinin güncellenmiş hali olarak inmiştir. ( Bu konuda,’İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazımıza bakılabilir) Allah (cc) ahirete inanmaya devam eden ama namazı terk eden bu topluma namazı da hatırlatmakta ve ahiret odaklı ama dünyayı da ihmal etmeyen bir din olarak İslam’ı insanlığa göndermektedir. Tabii, Hırisityanların inandığı ahiretin İslam inancındaki ile de bir çok farkı bulunmaktadır, o da ayrı bir konudur!
“kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını kılmaya hakkıyla devam ederler.” diyen ayet, ahiret inanıcını başka ayetlerde güncellediği gibi, tamamen unutulan namaz ibadetini de hatırlatmaktadır. Ayrıca, bahsettiğiniz anlamın zıttına bir mesaj da taşır ayet: Bu Kuran önceki kitapları onaylar, sizin kitap bozuldu, güncel ve asılları ile paralel bu kitaba inanın, mesajını verir.
Selam ile
Ben kurana inanıyorum ve insanlar kurandaki emirleri uygulamadıkları için bu halde olduklarını biliyorum ama,kuran daha mantıklı olamazmıydı ? Yani Allah kuranda “biz bu kuranı herşeyin açıklayıcısı ve iman edenlere Rehber olarak indirdik “der ,peki Allah dar bir coğrafya ve dar bir zamana ait bir kitap niye indirsin ? Kuranda bilimle ilgili ayetler olduğu doğrudur ama psikoloji , edebiyat ,kültür ,toplumlar ,devletler,insan zihniyeti ,gelecekle ilgili şeyler yada geleceğe ışık tutan ayetler ,felsefe ,dinler tarihi ve en önemlisi TARİHle ilgili ayet yok …birtek “biz ayetlerimize inanmayan kavimleri helak ettik”falan der …şimdi bana diyebilirsiniz “kuran bir tarih kitabi yada kültur kitabi değil o bir din kitabi “diyebilirsiniz ama Allah kurani bize herşeyin açiklayicisi ve müslumanlara rehber olarak indirmiştir?… (yukardaki soruma uzun bir şekilde cevap verseniz sevinirim çunku 2 haftadir kafama takıldı Allah şimdiden razı olsun)
CEVABEN,
Can kardeşim,
Kuran’ın dar yer ve zamana indiği iddiası çok muğlak kaldı. Kuran tüm zaman ve mekanlar üstü bir kitaptır, bu konu, “Kuran’da çelişki yoktur ve Erdoğan Aydın’a cevaplar “adlı yazımızda da ele alındı. Diğer sorduğunuz soruda bahsi geçen ayeti de ( Enam, 92) içine alan soru ve cevaba bakabilirsiniz
Kuran ineli nerede ise 1450 sene oldu. Siz son 100-200 yılda güncel olan bazı bilimlerin Kuran’da olmasını talep ediyorsunuz da, bu arada, en az 1200 sene boyunca insanlar bu konuların bu kitapta ne işi var,demeyecekler mi?
Geleceğe ışık tutan ayetler demişsiniz, Kuran ve bilim adlı yazımıza bakmanızı tavsiye ederim. Ayrıca Kuran’ın içine saydığınız bilim dalları ile alakalı ana hatları ile bilgiler serpiştirilmiştir ama Kuran’ın asıl amacı ahlaklı toplum oluşturmaktır, asıl bunun üzerine yoğunlaşmıştır ayetler ve hatta savaşı bile kurallarına bağlamıştır; detay, “Savaş esnasında uyulması gereken kurallar” adlı yazımızda.
Sorunuza bir örnek ile cevap vereyim, Kuran ve psikoloji ilmi hakkında olacak örneğim. İsra, 70. ayet ve Tin, 4. ayet ile ‘Her çocuğun İslam fıtratı üzerine doğduğunu’ ifade eden hadisler (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) insanın eşrefi mahlukat olarak, temiz ve en güzel şekilde yaratıldığını bize haber verir. Ama Araf, 179. ve Tin, 5. ayetler ise insanın kötülükler yaptıkça ( Kader ve Allah’ın kalpleri mühürler mi? adlı yazılarımıza bakılabilir) zamanla en aşağı seviyelere hatta hayvanlardan daha aşağı seviyeye inebilir. Psikolojide tartışılan temel konulardan biri olan, insanın beyaz bir kağıt gibi doğup doğmaması ve sonraki aşamalardaki kötülüklerinin onu nasıl etkileyeceği vb. konulardaki bir çok soruya bu ayetlerde cevap bulabilmekteyiz. İnsan temiz, günahsız doğar ( Bu Hıristiyan inancına da cevaptır) zamanla kötülük yaptıkça ve bunu artık karakterinin değişmez bir parçası olan huya dönüştürünce, hayvanlardan daha aşağıya da düşebilir. Halbuki aynı insan, İslam’ı derinlemesine özümseyerek yaşasa, melekleri de geçebilecekti. Dinler tarihi konusunda Kuran’da bir çok ayet bulunmaktadır, hele ki ufuk açıcı olan ve eski medeniyetlerin ileri seviyede nerelere ulaştığına kısa bir işarette bulunan İsra, 58. ayet ile Meryem, 74. ayetler bize, ileri teknoloji sahibi kavimlerin zamanla sapıttıklarını ve helak edildiklerini haber verir. Ayrıca her toplumun bir sonu olduğunu ilan eden ayet (Araf, 34) bize sosyal ve devletler hakkında geniş ufuklar açar… Bu konuları özel olarak ele alıp Kuran’ı o gözle incelesek bir çok ayete daha da ulaşacağımıza kuşku yoktur! Kuran’ın edebi sanatsallığı üzerine ise bir çok eser yazılmıştır, mesela ilk aklıma gelen Seyyit Kutup’un, Kur’an’da Edebi Tasvir adlı eseridir. Kuran’da geçen peygamberler tarihinin aynı zamanda insanlık tarihinden kesitler olduğunu hatırlatıp, tekrar ‘ İslam tüm dinlerin özüdür’ adlı yazıyı tavsiye ile konuyu bitirelim.
Umarım faydalı olmuşuzdur, selam ile
1- Bende aylarca gerek internette gerek gerçek hayatta kemalistlerle ateistlerle tüm din düşmanlariyla tartışmaya çalıştım ama sana şunu söyliyim.gençlik bitmiş yeni nesiller dinden çıkmış sadece türkiyede değil azerbaycanda bile yeni gelen azeri nesiller dinden çıkmış boşnaklar arnavutlar asimile olmuş kuzey arikadaki müslümanlarin hiçbir etkileri yok faslilar mısırlılar dinden çıkmış ortadoğu kan golu endonazya sekülerleşmiş…vallaha benim bu ümmetten hiç ümidim kalmadı .Allahta bizim gibi müslümanlara yardım etmiyo ateizm seküler nizam engellenemeyen bir yükselişte..e nolcak bu ümmetin hali ..Allah bize yardım da etmiyo…islam garip başlad garip bitecek ne mutlu gariplere -sahihi buhari
CEVABEN
Kardeşim,
son bölüm hariç genel olarak yazınıza katılamayacağım! Müslüman ümit ile korku arasında olmalı!
15 temmuz olmasa idi bende ümidimi kaybederdim ama bu millette bir şeyler var, Devam!
Ve emin olun tüm dünya uyanış içinde, sadece zaman meselesi, o da Allah’ın indinde…
Bize düşen kazanacak tarafta olmak, yoksa bu dünya ne Moğol istilaları, ne haçlı seferleri ne dünya savaşları… gördü.
La Ğalibe İlla Allah
2-Son bir şey soracağım,internette youtubede islama karşı çok saldırı ve çok iddia var bunların hepsini size soramayacağıma göre ben bizzat sizin gibi islam aleyhinde iddialara cevap vermek istiyorum.makalelerinizden de görüldüğu gibi siz baya bilgilisiniz .peki bende nasıl sizin gibi olabilirim hangi kitapları yada hangi YouTube kananllarini izliyim nasıl araştirma yapiyim çünku bende sizin gibi iddialara cevap vermek istiyorum ama bu konuda çok zayifım
CEVABEN
Furkan kardeşim,
Öncelikle benim ne kadar bilgili olduğum tartışma konusu. Çünkü bu işi amatörce yapıyorum, keşke akademisyen bir uzmanlar kurulu bu işe eğilse! Neyse…
Sorunuza geçersek;
Öncelikle ‘Ön yargıların asla yıkılamadığını’ kabul ederek işe başlayacaksınız. Muhatabınızın amacı, arınmak, gerçeğe ulaşmak değilse istediğiniz kadar akli, insani veya vicdani açıklama yapın, muhatabınız asla ikna olmaz! Ama; vicdan ölmemiş ise, arayışında samimi olanlara ‘sadece’ rehberlik, kılavuzluk yapabiliriz, sonuç kul ile Allah arasındadır! Hayr ile biten işten sevap bize yeter!
Sonra, sitedeki e-kitabı indirmeni tavsiye ederim. Okunmasını tavsiye edeceğim, hemen tüm kitap özetleri sitede var veya cevaplar bölümünde yayılmış olarak mevcut veya eklenmeye devam ediliyor… Ama onları bir de sen elden geçirirsen, tabii ki iyi olur!
Ateizm konusunda kendini yetiştirmek için öncelikle klasik temel İslami bilimleri, özellikle mezhepler tarihi, hadis, tefsir, kelam başta bir hocanın gözetiminde eğitim gerekli. Sonra – Ben pek içeriğine istediğim kadar vakıf olamadım ise de – risale-i nur külliyatını da tavsiye ederim ( Bazı hatalar içinde var ama genel çizgi güzel!)
Modernist veya yenilikçi veya tarihselci gibi adlarla anılan, İslam’da evrim vardır, Hadisler gereksiz, Ehli sünnete-mezheplere ne gerek var, diyenlerden de uzak durmanızı tavsiye ederim. Nurettin Yıldız, Ebubekir Sıfil gibi hocaları özellikle tavsiye derim.
Özellikle Dr Zakir Naik ateistlere iyi cevap veriyor,video kanallarında. ateistlerecevap.org ( Genç, gayretli bir delikanlıdır ) ve http://www.facebook.com/AteistlereCevap adresleri de samimi kardeşlerimizin adresleridir.
Niyet halis ve sadece rızaullah olursa, bu yolda kaybeden de kazançlıdır. Yolun açık olsun, dua bekleriz.
Not: Bu yolda bol akıl ama sıfıra yakın destek görürsün. Yalnızlığı şimdiden kabullen ama bu asla kibirlenmene sebep olmasın. Bir de IHH gibi yardım kuruluşları ile de irtibat, reel hayattan bizim kopmamıza engel olur, tavsiye ederim. Selam, dua ile.
Gönüldaşın M. EHAD
3-Muhammed ehad kardeşim selamın aleykum sana bir şey danişcam ; Youtubede ateistlerle sürekli tartışıyorum ama ateistler genellikle hz muhammedin kizlari tecavuz ettiğini söyleyen hadisler falan diyorlar. Bende genelde kuran okuduğum için hadisleri çok bilmiyorum, hadisleri araştiracak pek zamanimda yok maalesef. Hakikaten bu ateiserin dediği doğrumu ? Böyle tecavuzle ilgili hadisler varmi gerçekten?
CEVABEN
A. Selam kardeşim
Öncelikle dinsiz ahlak olur mu adlı yazımızı delil gösterip kimin tecavüzcü olduğunu gösterin onlara. Sonra da bahsettikleri şeylerin Hz Aişe ile evlilikleri konusundaki rivayetler olduğunu bilin. Bu konuda 17-18 yaşında evlendiği sitemizde anlatılmaktadır. Efendimiz, Hz Aişe dışında ve zorunlu değil iken hep yaşlı, çocuklu ve dul kadınlarla evlenmişken, buradan İslam’a saldıramayacaklarını da bence yüzlerine rahatlıkla vurabilirsiniz. Genel detay için, ‘Efendimiz neden çok hanımla evlendi’ başlıklı yazıyı tavsiye edeyim. Selametle
Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kādirdir.(bakara 106) admin ayette Allah(c.c) ayetlerin hükmünün veya yürürlüğünün kaldırıldığını bilmiyor mu ? yani haşa ve celle neden direk su ayetin hükmünü kaldırdık dememıs yoksa haşa ve celle Allah her şeyi bilmiyor mu
CEVABEN
O (cc) Alim olandır!
Ayet, insanları muhatap alarak gönderilmiştir. Ey insanlar, eğer biz size bir hükmü, kademeli olarak hayatınıza sokacaksak, ayetleri tedrici olarak silsile halinde yollarız. Ayet, Allah’ın muradı, amacını bizim de bilmemizi istemektedir ve bunu anlatmaktadır.
Not, “Allah’ın varlığının ispatı ve Kuran ve bilim” adlı yazılarda O’nun (cc) gücü ve ilmi konusunda bilgi bulacağınızı düşünüyorum. Oraya da bir bakınız lütfen. Selamlar
Abı ahzab 50 de peygamberimize dayı kızları, teyze kızları helal denıyor ama peygamberimizin dayısı yok teyzelerı peygamberlikten önce vefat ediyor onlarında cocuklarını bulamadım. Ne anlamalıyız
CEVABEN
Kardeşim,
Efendimiz bunlarla evlendi mi ? Hayır!
O’na (sav) hitap eden tüm ayetlerin biz Müslümanlara bakan yönü de vardır.
Bu konuda, ateistlere cevap adlı yazımızdaki, ‘Kuran’da Hz. Muhammed’e özel ayet var mıdır?’ adlı yazıya da bakabilirsiniz.
“O’nda sizin için güzel örnek vardır” ( Ahzab, 21)
Yani, ‘O’na izin verilenlerle siz Müslümanların evlenmesinde engel yoktur’, denmektedir. Konunun akraba evliliğine bakan yönü de vardır. O konu da, “Akraba evliliği” adlı yazımızda ele alınmıştır.
Kısaca, ayetlerin peygamberimiz üzerinden günümüze hitap eden yönüne odaklanmakta fayda vardır.
Şahsen ben bu ayette, “seninle beraber hicret eden” cümlesinin altını çizmek istiyorum. Burada bir dava birliği, İslam’a adanmışlık vardır. “İslam davasına gönülden bağlı bu hanımlar ile evlenmek” bence ayetten çıkarılacak en büyük sonuçlardandır.
Tabii, İslam’da evlilik boyutu da konuya dahil olmaktadır, bu konu da, ‘İslam’da kadın hakları’ adlı yazımızdadır.
Selam dua ile
Muhteşem bir site Allah razı olsun Allah sizi başımızdan eksik etmesin siz var olduğunuz müddetçe ehli küfr asla fırsat bulamayacak
CEVABEN:
Ecmain kardeşim. ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN